Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

ahrar

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    70
  • Katılım

  • Son Ziyaret

ahrar tarafından postalanan herşey

  1. esselam aleykum yıllar sonra foruma döndüm eskilere baktım yok fazla kişi ama yinede bazı yazıları okuyorum ve bazı arkadaşlar halaa okumadan ve ön yargıda bulunarak bazı ifadaler kullanmakta ya görevli yada körü körüne iddalı soruyorum gerçek bir din alimi değil derken kıstasınız ney ve (atatürk düşmanı) derken de kişiler değil temsil ettikleri yada düşünceleridir önemli olan kişiler kişiler küçük hesaplar önemli olan fikir düşünce mao lenin HZ MUHAMMED MUSTAFA SAV( BURADA PEYGAMBER EFENDİMİZİ DİĞERLERİNE DENK TUTMUYORUM VURGULAYAYIM) say istediğini bak bakalım fikrin devamı ................ İKRA
  2. esselam aleykum SU iZiMLERi oldum olasIya sevmem vesselam "ikra"
  3. ahrar

    önce oku

    ESSELAM ALEYKUM güzel bir konu basarIlar sIkI takipcisi olurum bu konunun " iKRA "iKRA" iKRA" VESSELAM
  4. esselam aleykum biz" Bir saat TEFEKKÜR birsaat nafile ibadetten yegdir" hadisini kendimize siar edinmisiz Birinci Mesele Senin munsıf olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına, muhakkikîn-i İslâm-eğerçi ittifak-ı sükûtuyla olsa-ittifak etmişlerdir. Eğer bir şüphen varsa, Makasıd ve Mevafık'a git. Maksada vukuf ve ıttıla peyda edeceksin ve göreceksin: Sa'd ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar. Eğer o kapı sana açılamadı; Mefatîhü'l-Gayb olan, İmam-ı Râzî'nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle. Eğer onunla mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın. İbrahim Hakkı'nın arkasına düş, Hüccetü'l-İslâm olan İmam-ı Gazâlî'nin yanına git, fetva iste. De ki: "Küreviyette müşâhhat var mıdır?" Elbette diyecek: "Kabul etmezsen müşâhhat vardır." Zira, tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: "Kim küreviyet-i arz gibi burhan-ı kat'iyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse, dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu sadakat değil, hıyanettir." Eğer ümmîsin, fetvayı okuyamıyorsun; bizim hem asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyn-i Cisrî'nin sözünü dinle. Zira, yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdit ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: "Kim dine istinadla, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr ederse, sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur." Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatin uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbn-i Hümam ve Fahrü'l-İslâm gibi zatların ellerini tut, İmam-ı Şafiî'ye git, istiftâ et. De ki: "Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur. Hem de bir kavim vardır, güneş çok günlerde gurub ve çok gecelerde tulû etmez. Nasıl oruç tutacaklar?" Hem de istifsar et ki: "Şartın târif-i şer'îsi olan, sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder? Halbuki, yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır." Emin ol, İmam-ı Şafiî mesele-i ûlâyı şarktan ve garptan geçen dairenin müdevveriyetiyle tasvir edecektir. İkinci ve üçüncü meseleyi dahi, cenuptan şimale mümted olan dairenin mukavvesiyetiyle tatbik edecektir. Burhan-ı aklî gibi cevap verecektir. Hem de kıble meselesinde diyecek: "Kıble ve Kâbe öyle bir amud-u nurânîdir ki, semavatı Arşa kadar takmış ve nazm edip, küre-i arzın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nurânîsi olmuştur. Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa, hatt-ı şâkul ile senin gözünün şuâsı, namazın herbir hareketinde ayn-ı kıbleyle temas ve musafaha edecektir." Ey birader! Eğer sen zannettiğim adamlardansan, acip hülyaların âlem-i hayalden başka bir yer bulamadığından, bir kıymeti yoktur, tâ girebilsin. Sen de inanmıyorsun, nefsini kandıramıyorsun; fakat sapmışsın. Eğer o hayalâta açık ve hakikate kapalı olan kalbinizde pek çok defa mütehayyilenizden daha küçük olan küre-i arz yerleşmezse, tevsi-i zihin için nazarın ufkunu genişlettir. Bir meclis hükmünde geçinen arzın sakinlerini gör, sual et. Zira, ev sahibi evini bilir. Onlar umumen müşahede ve tevatürle bir lisanla sana söyleyecekler: "Yahu! Bizim beşiğimiz ve feza-yı âlemde şimendiferimiz olan küremiz o kadar divane değildir. Ecram-ı ulviyede cârî olan kaide ve kanun-u İlâhîde şüzuz ve serkeşlik etsin." Hem de delâil-i mücesseme-i musattaha olarak haritaları ibraz edecektir. İşaret Nizam-ı hilkat-i âlem denilen şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye; mevlevî gibi cezbe tutan meczup ve misafir olan küre-i arza, güneşe iktida eden safbeste yıldızların safında durup itaat etmesini farz ve vacip kılmıştır. Zira zemin, zevciyle beraber 5 demişlerdir. Taat ise, cemaatle daha efdal ve daha ahsendir. Elhasıl: Sâni-i Âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır. Sizin, ey ehl-i hayal, teşehhî ile istediğiniz gibi yaratmamıştır, akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir. -------------------------------------------------------------------------------- Muhakemat - s.2002 Tenbih Zaaf-ı akideye veyahut sofestaî mezhebine olan meyle; veyahut daha almamış, yeni müşteri olmasına işaret eden umurun biri de, "Bu hakikat dine münafidir" olan kelime-i hamkadır. Zira burhan-ı kat'î ile sabit olan birşeyi hak ve hakikat olan dine muhalif olduğuna ihtimal veren ve münafatından havf eden adam, hâlî değil, ya dimağında bir sofestai gizlenmiş, karıştırıyor; veyahut kalbini delerek bir müvesvis saklanmış, ihtilâl ediyor; veyahut yeniden dine müşteri olmuş, tenkitle almak istiyor. İkinci Mesele Pûşide olmasın, Sevr ve Hûtun kısas-ı meşhuresi, İslâmiyetin dahil ve tufeylîsidir. Râvisiyle beraber Müslüman olmuştur. İstersen, Mukaddeme-i Saliseye git, göreceksin, hangi kapıdan daire-i İslâmiyete dahil olmuştur. Amma, İbn-i Abbas'a olan nispetin ittisali ise: Dördüncü Mukaddemenin aynasına bak; o ilhakın sırrını göreceksin. Bundan sonra mervîdir: "Arz, Sevr ve Hût üzerindedir." Hadis olarak rivayet ediliyor. Evvelâ: Teslim etmiyoruz ki, hadistir. Zira, İsrailiyatın nişanı vardır. Saniyen: Hadis olsa da zaaf-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dahil olmaz. Zira yakîn şarttır. Salisen: Mütevatir ve kat'iyyü'l-metin olsa da, kat'iyyü'd-delâlet değildir. Eğer istersen, Beşinci Mukaddemeye müracaatla, On Birinci Mukaddemeyle müşavere et! Göreceksin, nasıl hayalât, zahirperestleri havalandırmış, bu hadisi, mahamil-i sahihadan çevirmişlerdir. İşte vücuh-u sahiha üçtür: Nasıl Sevr ve Nesir ve İnsan ve diğeriyle müsemmâ olan Hamele-i Arş, melâikedir. Bu Sevr ve Hût dahi, öyle iki melâikedir. Yoksa, Arş-ı Âzamı melâikeye; küreyi, küre gibi himmete muhtaç olan bir öküze tahmil etmek, nizam-ı âleme münafidir. Hem de lisan-ı şeriatte işitiliyor: Herbir nev'e mahsus ve o nev'e münasip bir melek-i müekkel vardır. Bu münasebete binaen o melek o nev'in ismiyle müsemmâ, belki âlem-i melâikede onun suretiyle mütemessil oluyor. Hadis olarak işitiliyor: "Her akşamda güneş Arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor." Evet, şemse müekkel olan melek; ismi Şems, misali de şemstir. Odur, gider, gelir. Hem de hükema-i İlâhiyun nezdinde, herbir nevi için hayy ve nâtık ve efrada imdad verici ve müstemiddi bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta "melekü'l-cibal" ve "melekü'l-bihar" ve "melekü'l-emtar" gibi isimlerle tabir edilir. Fakat tesir-i hakikîleri yoktur. Müessir-i Hakikî, yalnız Zat-ı Akdestir. 6 Esbab-ı zahiriyenin vaz'ındaki hikmet ise: İzhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan dest-i kudret, perdesiz daire-i esbaba mün'atıf olan nazara karşı, zahiren umur-u hasiseyle mübaşeret ve mülâbeseti görülmemektedir. Fakat daire-i akide denilen hak ve melekûtiyette herşey ulvîdir. Dest-i kudretin perdesiz mübaşereti izzete münasiptir. 7 İkinci mahmil: Sevr, imaret ve ziraat-i arzın en büyük vasıtası olan öküzdür. Hût ise, ehl-i sevahilin, belki pek çok nev-i beşerin medar-ı maişeti olan balıktır. Nasıl biri sual ederse, "Devlet ne şey üstündedir?" Cevap verilir: "Kılıçla kalem üstündedir." Veyahut "Medeniyet neyle kaimdir?" "Mârifet ve san'at ve ticaretle" cevap verilir. Veyahut "Nev-i beşer, ne şey üzerinde beka bulur?" Cevap ise: "İlim ve amel üstünde beka bulur." Kezalik, vallahu a'lem, Fahr-i Kâinat buna binaen cevap vermiş. Şöyle sual eden zat, İkinci Mukaddemenin sırrıyla, böyle hakaike zihni istidat kesb etmediğinden vazifesi olmayan birşeyden sual ettiği gibi, Peygamberimiz de asıl lâzım olan şöyle cevap buyurdu ki: "Yer, sevr üstündedir." Zira, yerin imareti nev-i beşer iledir. Nev-i beşerden olan ehl-i kurâ'nın menba-ı hayatları, ziraat iledir. Ziraat ise, öküzün omuzu üstündedir ve zimmetindedir. Kısm-ı diğeri olan ehl-i sevahilin âzam-ı maişetleri, belki ehl-i medeniyetin büyük bir maden-i ticaretleri, balığın cevfinde ve hûtun üstündedir. 8 meselesine mâsadaktır. Bu lâtif bir cevaptır. Mizah da olsa haktır. Zira mizah etse de yalnız hak söyler. Faraza, sâil keyfiyet-i hilkatten sual etmişse, fenn-i beyanda olan 9 kaidesinin üslûb-u hakîmanesiyle, lâzım ve istediği cevabı vermiştir. Yoksa, hasta olan sail, iştiha-i kâzibiyle istediği cevabı vermemiştir. -------------------------------------------------------------------------------- Muhakemat - s.2003 10 bu hakikate bir beraatü'l-istihlâldir. Üçüncü mahmil: Sevr ve Hût, arzın mahrek-i senevîsinde mukadder olan iki burçtur. O burçlar, eğer çendan farazî ve mevhumedirler. Asıl ecramı nazm ve rapt ile yüklenmiş olan âlemde cârî ve lâfzen ve ıstılahen "câzibe-i umumîye" ile müsemmâ olan âdâtullahın kanunu o burçlarda temerküz ve tahassul ettiğinden, "Arz burçlar üstündedir" olan tâbir-i hakîmâne caizdir. Bu mahmil, hikmet-i cedide nokta-i nazarındadır. Zira, hikmet-i atika, burçları semada; hikmet-i cedide ise, medâr-ı arzda farz etmişlerdir. Bu tevil, yeni hikmetin nazarında büyük bir kıymeti tazammun eder. Hem de mervîdir: Sual taaddüd etmiş. Bir kere "Hût üstündedir"; demek bir aydan sonra "Sevr üstündedir" denilmiştir. Yani, feza-yı gayr-ı mahdudenin her tarafında münteşir olan mezbur kanunun huyût ve eşi'alarının nokta-i mihrakiyesi olan Hût burcunda temerküz ettiğinden, küre-i arz Delv burcundan koşup Hûttaki tedellî eden kanunu tutup, şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı. Veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar olan yer, yuvasını burc-u Sevr üstünde yapmış demektir. Bunu bildikten sonra, insafla dikkat et. Beşinci Mukaddemenin sırrıyla ehl-i hayalin ihtirâ-kerdesi olan kıssa-i acîbe-i meşhurede acaba hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet ve san'at-ı İlâhiyede ispat-ı israf ve burhan-ı Sâni olan nizam-ı bedîi ihlâl etmekten başka neyle tevil olunacaktır? Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne! vesselam "iKRA" iKRA" iKRA"
  5. BELGELER GERÇEKLERİ KONUŞUYOR V Ahmed Akgündüz /198 s/ 14x19/1992 Arşiv belgeleri ışığında Cumhuriyet döneminde Osmanlı Devletine yapılan iftiralar, Bediüzzaman’ın I. Dünya Harbinde yaptığı hizmetler ve eğitim tarihimiz gibi değişik ve bilinmeyen konular, incelenmektedir.
  6. Şekerci Hanı'nın Şeker İnsanları Dursun Gürlek Ne mutlu o kimselere ki hem aydınlanırlar, hem aydınlatırlar. .. Dünyanın en güzel en şirin şehirlerinden biri olan “Aziz İstanbul” aynı zamanda mektepler, medreseler, camîler, çeşmeler, hanlar, hamam­lar kentidir. İşte bu hanlardan biri de Fatih Malta Çarşısı'nda arz-ı endam eden meşhur Şekerci Hanı'dır. Adına efsâneler uyduru­lan, fakat kim tarafından ne zaman yaptırıldığı bil­inmeyen yüz odalı Şekerci Hanı, bir zamanlar kültür dünyamızın seçkin şahsiyetlerine ev sahipliği yapmıştır Geçen gün önünden geçerken tarihi duvarlarında yankılanan mâziye ait sesleri kulak­larım duyar gibi oldu, gözlerim yaşla doldu; aman Allah'ım, görmesini bilenler için dünyada ibret tabloları ne kadar boldu. Âsım Sönmez’in 6 Nisan 1972 tarihli Hayat dergisinin 15. sayısında yayımlanan hâtıralarından öğrendiğimize göre, Şekerci Hanı’nın müdavimlerinden biri de Osman Kemâlî Efendi idi. Âmâlar şeyhi olan bu zâtın, maddî gözleri doğuştan kapalı, iç gözü ise sonuna kadar açıktı. Necip Fâzıl, Cemil Meriç’ten bahsederken “Allah'ın, iç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapadığı gerçek ve sahici münevver” diyor. İşte, Osman Kemâlî Efendi de gerçek ve sahici münevverdi. Üstelik bu münevverliği kendine münhasır kalmıyor, etrafındakileri de tenvîr ediyordu. Ne mutlu o kimselere ki hem aydınlanırlar, hem aydınlatırlar. Ali Kemâlî Efendi'nin en belir­gin özelliği Hanedan-ı Ehl-i Beyte duyduğu büyük, çok büyük sevgi ve muhabbetti. O, ehl-i beyt halkının mücessem bir temsil­cisiydi. Başta “Aşk Sızıntıları” ve “İrfan Sızıntıları” olmak üzere diğer bürün kitapları; Hazreti Ali Efendimize O’nun pâk ve nezih duygu ve muhabbetin çarpıcı rablolarıyla doludur. Ali Kemâlî merhum 1901 yılında İstanbul 'a geldi. Bir süre Rami’de bostan bekçiliği ve Bayezid Cami­i'nin avlusunda arzuhalcilik yaptıktan sonra kendisi­ni Erzurum’dan tanıyan Fatih müderrislerinden Hacı Hazmi Efendi’nin ısrarıyla Fatih Camii’nde mesnevî dersleri vermeye başladı. İsmail Hakkı gibi büyük bir âlimin rahle-i tedrisinde bulundu. Ondan da icazet aldı. Mecelle şârihliğinden mesnevî hocalığına kadar her sahada yoğun bir faaliyet gösteren, ziyaretine gelenleri mutlaka güler yüzle Karşılayan ve onlara Ehl-i Beyt sevgisini aşılayan Ali Kemâlî Efendi, 10 Ocak 1954’te Hakk'a yürüdü. Eyüp Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra, Edirnekapı mezarlığında Rahmet-i Rahman’a tevdî edildi. Kabir taşındaki kitabe şöyledir: Cismim ruha döndü elhamdülillah Her şey fenâ bulur, Bâkîdir Allah Hak’dır, Muhammed'dir, hem Resûlüllah Ben Âl-i Âbâ’nın Kıtmiyr’i idim. Eskiden Şehzâde Camii’nin bitişiğinde “Âmâlar Medresesi” vardı. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında vakfedilen bu medresede âmâlar ikamet ediyor­lar, yiyecek, giyecek ihtiyaçlarını gideriyorlar, yatıp kalkıyorlardı. Daha sonraki yıllarda, vakıf şart­larına riayet edilmediği için zavallılar oldukça zor durumda kalmışlardı. Ali Kemâlî Efendi, Sultan Abdülhamid Han'a müra­caat etmiş, amaların içinde bulun­duğu perişan hali dile getirmişti. Padişah bir fermanla vakfı yeniden ihya etmiş, Efendi’yi de âmâlar şeyhi olarak görevlendirmişti. Ne yazık ki Talat Paşa’nın içişleri bakanlığı, Mustafa Efendi’nin şeyhülislamlığı zamanında Âmâlar Medresesi lağvedildi. Ali Kemâlî Efendi diyor ki: “İstanbul'da kendi kendime dolaştığım günlerdi. Rahmi köyünde Ahmet Efendi isminde birisiyle tanıştım. Bu adamın köye yakın bir tarlası vardı. Kendisi oldukça hayırsever bir kimseydi. Yerim yurdum olmadığını öğren­ince beni tarlasındaki kulübesinde misafireten yatırdı. Ben de onun bu iyiliğine karşı boş durmadım. Yirmi dönüme yakın tarlayı baştan başa kirişme ettim. (Toprağı der­ince kazarak altını üstüne getirdim.) İlk zamanlar gündüz­leri çalışıyordum. Fakat oradan gelip geçen halkın; “âmâ adama bakın, tarlada nasıl çalışıyor” diye birbirlerine göstermelerinden ve başıma toplanmalarından usandığımdan geceleri çalışmaya başladım. Gündüzleri de kulübede istirahat ediyordum. Nihayet felek onu da çok gördü. Oradan da ayrıldım. Şehzâdebaşı'nda âmâlara mahsus imaret vardı, oraya gittim. Orada padişahın iradesi gereği, yüz âmâ bulunuyor, bunlara her gün fodla ve çorba veriliyordu. Bu yüz kişiden geriye kalanlar da mülâzım[1] kaydediliyordu. Yüz kişiden biri vefat edince mülâzımlardan biri onun yerine alınıyordu. Ben de evvelâ mülâzım olarak yazıldım. Fakat müess­esedeki yolsuzlukları gördükçe duramıyordum. Bir selâmlık resminde padişaha arzettiğim istidâ (dilekçe) üzerine “Mâbeyn” vasıtasıyla saraya dâvet edildim. Ve Sultan Abdülhamid’in huzu­runa çıktım. Âmâların senelerdir nasıl haksızlığa uğradığını ve cedd-i âlileri cennetmekan Sultan Süleyman Han hazretlerinin âmâlara duyduğu şefkatten ve merhametten dolayı kurdurduğu bu büyük tesisin ve vakfın zaman­la ihmale uğrayarak perişan olduğunu ve acınacak bir hale geldiğini anlattım. Verdiğim bu izahtan dolayı memnun olan ve vakfın bu hale gelişinden üzülen padişah, imaretin tamir ve ihyâ edilmesini, benim de âmâlar şeyhliğine tayinimi irade buyurdu. Şam'da ceza reisi olarak bulun­duğu sıralarda tanıdığım Hayri Bey, ve Selânik'te bulunduğum sıralarda kâtip diye tanıdığım Talat Bey (paşa) Meşrûtiyet'ten sonra biri Şeyhülislâm, diğeri de dahiliye nazırı olmuşlardı. Her ikisiyle de çok sevişirdik. O kadar ki Talat Bey bana “Baba” diye hitap ederdi. Bunların içinde bulundukları hükümet, âmâlara mahsus bir müesseseyi lağvetmeye karar verir. Fakat her ikisi de beni çok sevdiklerinden, bu işi ben burada olmadığım bir sırada yapılmasının uygun olacağı hususunda mutabakata vardıklarından bir bahaneyle beni Erzurum’a gönderdiler. Ve ben oradayken bu büyük ve önemli vakfı lağvettiler.”[2] İşte bu Osman Kemâlî Efendi o devrin bir nevi kültür akademisi olan Şekerci Han'ına gelir, elinde­ki âsâ ile esnafı selâmlardı. Ayrıca hanın tam karşısında bulunan Darüşşafakalı mûsıkî üstadı Sakallı Kazım Bey'in topluluğuna katılırdı. Kandilli Rasathanesi’nin kuru­cusu ve müdürü Fatih Hoca da Şekerci Hanı’nın müdavimleri arasında bulunuyordu. Yıllarca medrese tahsili gören; sarığıyla, cübbesiyle dârülfünuna (üniversit­eye) devam eden Fatih Hoca son derece sempatik bir insandı. Ve o zamanlar büyük bir şöhret kazanmıştı. Hava durumundan, yağmurdan kardan hep o sorumlu tutuluyordu. Ünlü karikatürist Cemal Nadir bir karikatür çizmişti. Yağmurdan sırılsıklam olan bir vatandaş, yumruğunu Kandilli Rasathane­sine doğru sallıyor: “İlahi Fatih Hoca! Allah'ından bul e mi? Hani hava güllük güneşlik olacaktı?'' diye bağırıyordu. Yine Asım Sönmez'in hatıralarında okuduğumuza göre Fatih Hoca Şekerci Hanı’na devam ettiği sırada bir gün “Bir feza hadisesi olacak” der, aradan bir kaç hafta geçtikten sonra Yıldız Camii’nden çıkarken Sultan Abdülhamid'e bomba atılır. Tabii ki Hoca hemen yakalanır, aylarca tutuklu bırakılır. Neden sonra Malta Çarşısı esnafının şahitliği ve kefaleti sayesinde kurtulur. Şekerci Hanı'nın mecburi mis­afirlerinden biri de Neyzen Tev­fik.'tir. Neyzen'in içkiyi iyice kaçırdığı bir sırada Mehmet Akif bir tedbir düşünür; -belki ıslah olur diye-­ kendisini adı geçen hanın bir odasına yerleştirir. Neyzen bir ara içkiye tövbe eder, ama aradan çok geçmeden tövbesi­ni bozar, “huylu huyundan vazgeçmez” sözüne uygun olarak tekrar işrete başlar. Akif bu olaya Safahat'ında yer verir ve şu mısraları söyler: Bir ömürdür içiyorsun, bırak artık şunu der Derviş Ahmet bu celâletle hemen tövbe eder Böyle bir tövbe ki, binlikleri çarpar duvara Tas, çanak, testi perişan ser­ilir tahtalara... 1907 yılının bir kış mevsiminde Van'dan İstanbul'a gelen Bediüzzaman Said Nursî hazretleri de Şekerci Hanı'nın bir odasına yerleşir. Ve kapısına şöyle bir levha asar: “Burada her soruya cevap verilir, her müşkil halledilir, fakat soru sorulmaz!” Bu ilan o zamanlar Şekerci Hanı'na devam eden herkesin dikkatini çeker. İlim adamlarını, medrese mensuplarını büyük bir hayrete düşürür. Bediüzzaman'ı merak edenlerin sayısı gittikçe çoğalmaya başlar. İşte bunlardan biri de, daha sonra­ki yıl1arda Diyanet İşleri Müşavere Kurulu üyeliği yapan Hasan Fehmi Başoğlu'dur. Adı geçen zat olayı şöyle anlatır: “Ben Meşrutiyet devrinde Fatih medresesinde okurken Bediüzzaman adında bir gencin İstanbul'a gelip bir handa yerleştiğini, hatta odasının kapısına 'Burada her müşkil hal1edilir. Her meseleye cevap ver­ilir. Fakat sual sorulmaz' diye levha astığını işittim. Böyle bir iddia sahibinin ancak mecnun ola­bileceğini düşündüm. Bediüzza­man hazretleri hakkında tevaî edi­legelen sitayişkâr tavsiyeler, cemaatlerle ulema ve talebe gru­plarının kendisini ziyaretlerini ve hayranlıklarını işittikçe, bende de bir ziyaret arzusu uyandı. Ve kat'î karar verdim ki, en güç ve ince mes'elelerden sual1er tertip edip sorayım. Ben de o zamanlar medresenin ileri gelenlerinden sayılıyordum. Nihayet bir gece ilahiyat ilimlerinden bahseden gayet derin ve birkaç kitapta ifade edilebilen bazı mevzular seçerek sual halinde hazırladım. Ertesi gün kendisini ziyarete gittim. Sualleri­mi tevcih ettim. Aldığım cevaplar çok acayip ve harika olmuştu. Sanki o akşam beraber imişiz ve kitaba beraber bakıyormuşuz gibi suallerimin cevaplarını tam olarak verdi. Ben tamamen mutmaîn oldum ve yakînen anladım ki, onun ilmi bizim gibi kesbî değil, vehbîdir. Sonra bir harita çıkararak Şark'ta darülfünun açılması icabet­tiğini ve bunun ehemmiyetini izah etti. O zaman Şark'ta Hamidiye Alayları vardı. O suretle idare ediliyordu. Şarkın bu şekilde idare tarzının noksaniyetlerini ifade ile maarif, sanat ve fen noktasından Şark'ın uyandırılması lazım geldiğini muknî olarak bize izah ile bu gayesinin tahakkuku için İstanbul’a geldiğini anlattı. Diyor­du ki: “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nûru fünun-u medeniyedir. ''3 Şekerci Hanı’nın kitabı yazılmalıdır! .. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Bir işe girmek için önce parasız olarak o işe devam eden kimse [2] Aşk Sızıntıları, Toplayan Baha DOĞRAMACI. İst. 1997 s 18-19
  7. o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve ispat olunmayan menfî meselelerde inat ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.vesselam "iKRA"
  8. ŞERİ’AT «Kur'anın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir.» (Sözler sh: 408) Evet, «Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî'den geldiğinden ebede gidecektir. Zira şecere-i meyl-ül istikmal-i âlemin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin mahsul ve semeresi olan istidadın telahuk-u efkârla hasıl olan netaicinin teşerrüb ve tegaddi ile büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra aynen maddî zîhayat gibi tevessü' ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir.» (Divan-ı Harb-i Örfî sh: 76) Yani beşer, fünün-ü müsbete denilen kâinat ilimlerinde, teknik keşfiyatta ve fikrî inkişaflarda ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur’anın bitmez ince mânâları, istikbale bakan işaretleri, cemiyet hayatının ahvaline bakan ahkâm-ı ictihadiyesi, beşeriyet alemine gereken dersleri daima verecek ve irşadatı yapacak ve gayelerini ve hedeflerini gösterecektir. Evet, Kur’anın mâna câmiiyeti küllîdir, bütün zaman ve mekânları kaplar. Zira Kur’an, kâinatı yani, alem-i şehadet ve alem-i ebediyi hikmetlerine göre yaratan zâtın, yarattığı kâinatı bütün gaye ve hususiyetleriyle anlatan kelâmıdır. Onun sözleri, kâinat hakikatlarına, olmuş ve olacak bütün hadisat ve vakiata tamtamına mutabıktır ve mutabık olacak ve ebede doğru gidecektir. Şeri’atı inkâr etmek, kâinat hakikatlarını ve onda keşfolunan fıtrat kanunlarını, yani müsbet fen ve ilimleri inkâr etmek manasını taşır. Kâinatı, hikmetinin iktizası üzere yaratıp tanzim eden Zâtın gönderdiği şeri’at, insanı fıtrat kanunlarına uygun istikamet ve selâmet yoluna sevk eder. Şeri’atı, dinlemeyip muhalefet edenler ise, fıtrat kanunlarına ters düşerler. Bu hakikatı en güzel tarif eden Bediüzzaman, Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın getirdiği şeri’at hakkında diyor ki: «Öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihanın saadetini temin edecek desatiri câmi'dir. Ve câmi' olmakla beraber, kâinatın hakaikını ve vezaifini ve Hâlık-ı Kâinat'ın esmasını ve sıfâtını, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiştir. İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve şeriat-ı Muhammediyede (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.» (Mektubat sh: 193) Evet, Resul-u Ekrem (a.s.m) «İnsanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü' ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev'-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i'cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz Kelâm-ı Ezelî'den ayrıldık, nev'-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev'-i beşer dünyadan kat'-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev'-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.» (İşarat-ül İ’caz sh: 114) Evet, Muhammed (a.s.m.) «Küre-i zeminden daha büyük bir hakikatı omuzuna almış ve bütün nev'-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki: o şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u İlahiyenin zübdesi olarak istidad-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü' edip iki âlemde semere vererek ahval-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev'-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir.» (Muhakemat sh: 137) Bediüzzaman Hazretleri önce Osmanlı siyaset adamlarına ve dolayısıyla bütün gelmiş ve gelecek iyi niyetli idarecilerin nazarlarına ve insanlığa, şeriatın 33 meziyet ve faidelerini veciz ifadelerle şöylece arz ediyor; «Ey meb'usan! Uzunluğu ile beraber gayet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnabında îcaz var. Şöyle ki: Meşrutiyet ve Kanun-u Esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem'-i kuvvet, bu ünvan ile beraber asıl mâlik-i hakikî ve sahib-i ünvan-ı muhteşem(1) ve müessir ve adalet-i mahzayı mutazammın (2) ve nokta-i istinadımızı temin eden (3) ve meşrutiyeti bir esas-ı metine istinad ettiren (4) ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran(5) ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6) ve menafi'-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden (7) ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden (8) ve umum ezhanı manyetizmalandıran (9) ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren (10) ve sizi muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran(11) ve maksad ve neticede ittihad-ı umumiyeyi tesis eden(12) ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden(13) ve çürük mesavi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran (15) ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkide -sırr-ı i'caza binaen- bir zaman-ı kasîrede tayyettiren (16) ve Arab ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17) ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18) ve kanun-u esasînin ruhunu ve Onbirinci Madde'yi muhafaza ile ve sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19) ve Avrupa'nın eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hâtem-i enbiya ve şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21) ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe karşı sed çeken (22) ve zulmet-i tebayün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nuranîsi ile ortadan kaldıran (23) ve umum ülema ve vaizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşruta-i meşruaya hâdim eden (24) ve adalet-i mahzası merhametli olduğundan anasır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade te'lif ve rabteden (25) ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakki ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26) ve hâdim-i medeniyet (*) olan sefahet ve israfat ve havaic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs eden (27) ve muhafaza-i âhiretle beraber imar-ı dünya etmekle sa'ye neşat veren (28) ve hayat-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29) ve herbirinizi ey meb'uslar ellibin kişinin takazasını yani haklarını sizden dava etmelerini hakkınızda tebrie eden(30) ve sizi icma-i ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren (31) ve hüsn-ü niyete binaen a'malinizi ibadet gibi ettiren(32) ve üçyüz milyon Müslümanın hayat-ı maneviyesine sû'-i kasd ve cinayetten sizi tahlis eden (33) ol Şeriat-ı Garra ünvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me'haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaidi ile beraber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm. Yaşasın Şeriat-ı Garra!..» (Hutbe-i Şamiye sh: 81-84) İşte yukarıdan buraya kadar kısmen naklolunan parçalarda tarif edilen İslâm şeri’atı bütün beşeriyete hakikî istikameti göstermekte mümtazdır. Nitekim Kur’an, (3:19, 73, 83, 85) (5:3) (39:3) gibi âyetler, mezkür hakikatı nazara verir. Bu şeri’ata hakkıyla bağlı olan İslâm ümmetinin Kur’an (3:110) ve emsali âyetleriyle bütün insanlığa örnek bir ümmet olduğu bildiriliyor. Böyle bir millet İslâmın dışındaki milletleri örnek alamaz, onlarla anlayış ve yaşayış ortaklığına giremez.
  9. Bediüzzaman Hazretleri Barla Nahiyesinde gözaltında tutulduğu devrede (1926-1934) Türkçe ezan ve kamet okumadığından kendisine yapılan zu­lümlere karşı müdafaasında diyor ki: «İSTİKBALDE GELECEK NEFRET VE TAHKİRDEN SAKINMAK İÇİN, ŞU MAHREM ZEYİL YAZILMIŞTIR. YANİ, “TUH O ASRIN GAYRETSİZ ADAMLARINA!” DENİLDİĞİ ZAMAN YÜZÜMÜZE TÜKÜRÜKLERİ GELMEMEK İÇİN VEYAHUT SİLMEK İÇİN YAZILMIŞTIR. AVRUPA’NIN İNSANİYETPERVER MASKESİ ALTINDA VAHŞÎ REİSLERİNİN SAĞIR KULAKLARI ÇINLASIN! VE BU VİCDANSIZ GADDARLARI BİZE MUSALLAT EDEN O İNSAFSIZ ZALİMLERİN GÖRMEYEN GÖZLERİNE SOKULSUN! VE BU ASIRDA, YÜZ BİN CİHETTE “YAŞASIN CEHENNEM” DEDİRTEN MİM’SİZ MEDENİYETPERESTLERİN BAŞLARINA VURULMAK İÇİN YAZILMIŞ BİR ARZIHALDİR. BU YAKINLARDA ehl-i ilhâdın[53] perde altında teca­vüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine teca­vüz nev’inden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde[54] hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize mü­dahale edildi. “Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan[55] öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan firavunmeşrep komi­tenin başlarına derim ki: Ey ehl-i bid’a ve ilhad![56] Altı sualime cevap is­terim. BİRİNCİSİ: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düs­turla hükmeder. Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle hususî ibâdâtta kanun yapılmaz ve kanun olamaz. İKİNCİSİ: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ[57] hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek[58] ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek[59] ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbâne[60] kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap verecek­siniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itira­zına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz? ÜÇÜNCÜSÜ: Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını dün­yaya satan bir kısım ulemâü’s-sû’un[61] yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii’l-mezhep adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyon­lar etbâı bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm sure­tinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usu­lüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!» (Mektubat sh: 429) "iKRA" ELBAKi HÜVEL BAKi=BAKi OLAN ANCAK ALLAH'TIR VESSELAM
  10. İSTİBDAD ÇEŞİTLERİ Deccallerin istinad noktaları olan gizli masonluk ve dinsizlik komiteleri, hakim oldukları devletlerde çok büyük bir güç gibi görüntü ve halka dehşet verirler. «Evet, öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perde­sinde- herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ el­bisesine müdahale ederler.» (Şualar sh: 594p.4)
  11. M. KEMAL PAŞA’YA VERİLEN BİR İKAZ DERSİ (1923) 1922 Senesinde M. Kemal Paşanın ve bazı milletvekillerinin ısrar ve tekrarlı davetleri üzerine Bediüzzaman Hazretleri Ankara’ya geldi. Ankara’da M. Kemal Paşanın riyaset odasında, şifahen yaptıkları görüşmede Bediüzzaman Hazretleri, hubb-u cah, makam ve mevki sevgisi ve şöhretperestlik damarları ile hareket ederek ecnebilere kendini beğendirmenin ve İslâmiyete zıt inkilap yapmanın bu milleti ve alem-i İslâmı küstürmeye sebep olacağını ihtar eder. İnkilaplar ve terakki için yapılacak kanunların Kur’ana ve İslâmiyete uygun olması gerektiğini, yoksa milletin ekseriyetinden muhabbet değil nefret kazanılacağını, bir İslâm âlimi olarak M. Kemal Paşa’ya ders verir, ikaz ve ihtar eder. Bediüzzaman Hazretleri, o zaman verdiği şifahî dersi, yıllar sonra Mektubat adlı eserin 29. Mektup 6. Kısım’da neşretmiştir. Bu bahis Mektubat kitabında yayınlanmasıyla daha sonraki zamanlara da bir ders niteliğinde bilhassa idareye talip olanlara bir düstur olmuştur. Ayrıca bu ders Tarihçe-i Hayatı kitabının 144. sahifesinde de neşredilmiştir. Şimdi Tarihçe-i Hayatı kitabından bu ikaz ve ihtarı içine alan bölümü bir kez daha sunuyoruz. Şöyle ki: «Bediüzzaman, küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda feda etmeye azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak kabul ettiği "Âlem-i İslâmda büyük bir intibah ve inkişaf" emeliyle Ankaraya gelmişti. Daha meşrutiyetin ilânından evvel, İstanbul'a gelmeden, Şarkî Anadoluda, yüzlerce ehl-i ilim ve erbab-ı fazilet kimselerle mübaheseleri; ve İstanbul'da birdenbire meydana çıkarak, ulemayı hayrete sevketmesi; ve ehl-i siyaseti telâşa düşürmesi; ruhunda büyük bir İslâmî inkılâbın müessisi halinin mevcud olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi; daha eskiden ruhunda bu vazifenin mes'uliyetini, hem şevk ve sürurunu hissetmişti. Hürriyetin ilânını müteakip; gazetelerde meşrutiyeti şeriata hâdim yapmakla, Anadolu ve Âlem-i İslâm kıt'asında büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutukları, hep bu mezkûr niyet ve tasavvurunun neticesi idi. "El-Hutbet-üş-Şamiye", "Sünuhat" ve "Lemeat" gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi, "Şu istikbal zulümatı ve inkılâbları içerisinde en gür ve en muhteşem sadâ, Kur'anın sadâsı olacaktır!" diye beyanatı vardı. Abbasileri müteakiben, Âlem-i İslâm içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilâfet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı dehşete veren bir harb-i umumî meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz bulmuş, İslâmın ebedî düşmanları, merkez-i hükûmeti istilâ ederek, müslümanlığın mahvolduğu kanaatına varmışlardı!. İşte, Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsaniyle, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısiyle, ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankaraya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mu'cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını defeden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur'ana istinad eden ve Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyetin hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere meclisde çalışıyordu. Fakat, pek kuvvetli maniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyete müteveccihen Kur'anın kudsî kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur ve şu temsili ders verir. (Mektubat Sahife: 413) "Meselâ: Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup, camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında, ecnebilerin eğlenceperest seyircileri bulunsa; bir adam o camiye girip ve o cemaat içine dahil olsa eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur'andan bir aşir okusa; o vakit binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner. Hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile, o adama bir sevab kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit; süflî, edebsizcesine fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa; o vakit haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek; ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin, istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat, umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safiline sukut derecesinde, nazarlarında alçak görünecektir. İşte aynen bu misâl gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenk-meşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecileridir. Her bir müslüman -hususan ehl-i fazl ve kemal ise- bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür; nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve Rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur'an-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-ı kudsiyeye dair harekât ve a'mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali, manen Âyat-ı Kur'aniyeyi okusa; o vakit -manen- Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebanı olan (Allahümmeğfir lil mü’minine vel mü’minat) duasında dahil olup hissedar olur; ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalnız, hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Salihînin cadde-i nuranîlerini terkedip; heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid'akârane işlerde ve harekâtda bulunsa; manen, bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. (İtteku firasetel mü’mini feinnehü yenzuru binurillahi) ([3]) sırrına göre ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları soğuk görür; manen nefret eder. İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe mübtelâ adam, ikinci adam hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safiline düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır; (el ehıllaü yevmeizin ba’duhüm liba’dın adüvvün illel müttekîn) ([4]) sırrına göre; dünyada zarar, berzahda azab, Âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur. Birinci suretteki adam; faraza, hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâs ve rıza-yı İlâhiyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz etmemek şartiyle bir nevi meşru makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki; o hubb-u cah damarını tamamiyle tatmin eder. Bu adam, az hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil çok, hem pek çok kıymetdar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır. Ona bedel, çok mübarek mahlûkları arkadaş bulur; onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki; daima dualariyle âb-ı kevser gibi feyizler, Âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a'mâline geçirilir." M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman'a; meb'usluk, hem Darülhikmetteki eski vazifesini, hem Şarkda Şeyh Sünûsi'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar. Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da te'vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, Siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'anın Nurlariyle mukabele edilebilir" tavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb'usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar...» (Tarihçe-I Hayatı sh: 144)
  12. esselam aleykum bakInIz sözlerinizde biraz olsun islamI elestirirken bari elestirdidiginiz konuda arastIrma yapIn bari daha seviyeli olur....bakInIz bütün teferuatIyla hersey anlat1lan kitaplar var fakat hala anlasIlmIyor (okullardaki ders kitablarI) peki o zaman ne olacak bIraKIn bu çocuklarI kendi baslarIna mI ögrensin diyeceksiniz peki o zaman ne olacak cevabI siz verin isterseniz "iKRA"VESSELAM
  13. SÜFYAN : (İSLÂM DECCALI) Kamus-u Okyanus, bu kelime için “esami-i rical­den([108]) bir isimdir” der, yani mânâ aranmaya­cağına işaret eder. Âhirzamanda ge­leceği ve ümmetin karanlık günler yaşama­sına sebeb olacağı sahih hadîslerle bildirilen ve şe­air-i İslâmiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve mü­nafık bir şahıs. “Süfyanîler” ise Süfyan cereya­nıdır. İbn-i Cerir-i Taberî Süfyanîlerle alâkalı rivayet­leri Cami-ül Beyan’da (Sebe’ Suresi 34:51) âyeti al­tında cem­’etmiştir. Bir hadîste bildirilen Ahlas, Serra, Duhayma fitneleri için bak: Tac Tercemesi 5.cilt 927.hadîs: (Uzun süren ve in­sanların müs­bet ve menfî iki gruba ayrıldığı mezkûr üçüncü fitne, Süfyanî fitneye işaret olsa gerektir.) «Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fit­nesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet isti­aze etmiş.([109]) ‘La ya’lemül ğaybe illallah’ Bunun bir tevili şudur ki: İs­lâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tah­kik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çı­ka­cak, aldatmakla iş göre­cek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır.([110]) Yoksa Büyük Deccalın cebir ve cebe­rut-u mutlakına karşı itaat etme­yen şehid olur ve is­temeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.» (Şualar sh: 585) «1350 sene evvel Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir şakirdi ve es­rar-ı Kur’aniyenin dersini bizzat Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan alan Hazret-i Ali (R.A.).A.); meşhur ve mat­bu’ kasidesinde demiş ki: ‘ehrufü ucmin süttırat testîran....ilh.’ (Hâşiye) İşte bu kasidede Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı derse bi­naen diyor ki: “Huruf-u Arabiye acemî yani frengî([113]) hu­ru­funa teb­dil edildiği zaman, Deccal’ı inti­zar edi­niz.”» (Rumuzat-ı Semaniye 4. Remiz) (Hz. Ali Efendimizin kasidesi mat­bu’ Mecmuat-ül Ahzab 1.cilt sh: 595) Diğer bir hadîs-i şerifte de şöyle buyuru­lu­yor: «Sizleri benden sonra vuku bulacak yedi fitne­den sakınmaya davet ederim: Medine’den çıkacak bir fitne, Mekke’den çıkacak bir fitne, Yemen’den çıkacak bir fitne, Şam’dan çıkacak bir fitne, şarktan çıkacak bir fitne, garbdan çıkacak bir fitne. Bir fitne de Şam’ın merkezinden zu­hur eder ki, işte bu Süfyanî’nin fit­ne­sidir.» ([114]) Evet «Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş.([115]) Allahu a’­lem, bunun bir te’vili şudur ki: Merkez-i hi­lafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, raviler kendi içtihad­larıyla -daimi öyle kalacak gibi, mânâ verip “merkez-i hükû­met-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel([116]) haberlerini, kendi içti­hadlarıyla tafsil etmişler.» (Şualar sh: 585) Kitab-ül Feteva-yı Hadîsiyye, Ahmed Şehabeddin bin Hacer-il Heytemî adlı eserin 30. sahifesinde ve Kenz-ül Ummal, 14. cild 272. sa­hifede ve 39639, 39677. hadîs­lerinde ve diğer bazı hadîs kitablarında “Süfyan”dan bah­sedilir. ­Diğer «Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraf­larından zuhur edecek” de­nilmiş.([117]) ‘La ya’lemül ğaybe illallah’ Bunun bir te’vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk mil­leti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zaman­daki mes­kenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder. Garibdir hem çok garibdir. Yediyüz sene müd­de­tinde İslâmiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar,([118]) barika-asa([119]) bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şea­irine karşı isti­mal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çe­kilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anla­şı­lıyor.» (Şualar sh: 596) Bediüzzaman Hazretleri, 1948 senesinde Afyon Mahkemesinde “İnkılaplar aleyhinde­dir” tarzında it­ham­larla mahkûm edilmek istenilmiş, fakat karar Temyiz’ce bozul­muştu. Mahkûmiyet kararı yolunda ısrar eden iddia maka­mına verilen cevapta aynen şöyle deniliyor: «Acibdir ki; savcı müddeî iftiralı ittiham­name­sinde en ziyade iliştiği ve Said’in itti­hamına medar yaptığı, Siracünnur’un âhi­rindeki Beşinci Şua’ın mes­’e­lelerinde Said demiş ki: “Başa şapka koymağa cebreden Süfyan öyle deh­şetli istibdadla hareket eder ki, bir cani yü­zün­den yüz köyü harab eder.. bir asi yü­zünden binler masumu mahveder.” dediği fıkra için Said’in mah­kûmiyetine pek mu­sırrane çalışıp demiş ki: “Atatürk’ü tahkir edip, inkı­lâblar aleyhindedir.” Cevab: Yine o cevab veren Nur şakirdle­rin­den Abdürrezzak namında birisi diyor ki: İşte o davanın doğruluğuna delâlet eden yüzer emareden tek bir emaresi: 1938’deki Dersim Faci­asında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öl­dürtüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yü­zün­den yaktırması; bu Beşinci Şua’ın o hük­münü kat’î hakikat olarak gözlerine soku­yor. Acaba bin seneden beri bir milyar şühe­dayı ha­ki­kat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şe­hid ve­ren ve bütün mefahiri([120]) İslâmiyetle tahak­kuk eden ve âlem-i İslâmın en büyük ordusu ve kahraman mil­leti olan Türk’e bü­tün bütün mahi­yetlerine zıd ve bütün ec­dad­larını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münase­beti olmayan bir adama, Türklerin ceddi ve bü­yük ba­bası namını vermek; ne de­rece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anla­şılmıyor mu? Abdürrezzak Vesaire”
  14. ahrar

    Mehdi gelecek mi?

    KÜTÜB-Ü SİTTE’DE MEHDİ Mehdi hakkında gelen rivayetler, temel hadis kitablarında yer alır. Mesala: Ebu Davud. Mehdi,1 ve Sünnet, 5 İbn-i Mâce. Fiten, 34 ve Mukaddeme, 6 Tirmizi. Fiten, 52-53 ve İlim, 16 Ahmed bin Hanbel, 1-84 ve 2-411 ve 3-21-27, 5. 277. Ve daha pek çok büyük hadis imamlarının Mehdiye ait hadisleri toplayan eserleri vardır. Böyle sağlam hadisler muvahecesinde tesbitli olan Mehdi mevzuunu kabul etmemek, mez­kür sahih hadislere dokunur ve manevî mesuliyeti mucip olur. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri diyor ki: «Müteşabih hadisleri aklına sığıştı­ramadığı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadisleri dahi inkâra yol açar.» (Mektubat sh: 351) MEHDİ HAKKINDAKİ HADİSLERDEN KISACA BİRKAÇ ÖRNEK 1..Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Resülullah aleyhissa­lâtu vesselâm buyurdular ki: "Mehdi biz­den, ehl-i Beyt'imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder (yani tevbesini ka­bul eder, hizmetini yapacak hale geti­rir. Doğruyu ilham eder ve muvaffak kılar)". 2..Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdu­lar ki: "Biz Abdulmuttalib'in oğullarıyız. Cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi." 3..Abdullah İbnu'l Haris İbni Cez'iz-Zübeydi ra­dıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhis­salâtu vesselâm (bir gün): "Doğudan birta­kım insanlar çıkacak ve Mehdi için zemin hazırlayacak" buyurdular. O Mehdi'nin hakimiyetini kastediyor." (Kütüb-ü Sitte c. 17, sh: 558) 4..Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdu­lar ki: "Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fâtıma'nın evladlarındandır." Ebu Davud, Mehdi 1, (4284). 5.."Ümmetim içinde Mehdi olacaktır. (Aranızda kalması) kısa tutulursa (kalacağı süre) 7 (yıl) dır. Kısa tutulmazsa (kalacağı süre) 9. yıl­dır. Benim ümmetim o devirde öyle bir refah bulacak ki, o güne dek onun misli ke­sinlikle bulmamıştır. Yer yemişini (gıda ürünleri) verecek ve insanlardan hiçbir şey saklamayacak (vermemezlik etmeyecek) tir. Mal da o gün çok birikmiş olacaktır. Adam kalkıp : Ya Mehdi! Bana (mal) ver, diyecek, Mehdi de al, diyecektir." (İbn-i Mâce Hadis no: 408) KAYNAK ESERLER Emirdağ Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992 Kastamonu Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993 Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992 Lem’alar (Osm.), Bediüzzaman Said Nursî, 879 sahifelik Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülkadir Badıllı, İstanbul 1980 Nur’un İlk Kapısı, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1987 Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdülkadir Badıllı, İstanbul 1994 Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993 Şualar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993 Şualar (Osm.), B.Said Nursî, 847 sahifelik Tarihçe-i Hayatı, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992 ÂHİRZAMAN ALÂMETLERİ HAKKINDAKİ HADİSLERİN MÜTEŞABİH OLMASININ BİR HİKMETİ Zamanımızda Mehdi meselesinden çokca bahsedilmekte ve bu mevzu merak ve dikkatleri celbetmektedir. Bu sahada yaygınlaşan farklı fikirler hakikatin öğrenilmesini ve gösterilmesi ihtiyacını doğurmaktadır. Bu ihtiyaca dinî ve ilmî bir cevap olmak üzere Risale-i Nur eserle­rinden yaptığımız bir kısım tespitleri efkâr-ı ammeye arzetmekle yanlış anlayışlara düşül­meyeceğini ümit etmekteyiz. Gerçi bu Mehdi meselesi hakkında hayli rivayetler ve izahlar vardır.Ve bu mesele âhirzaman alâmetlerinden olduğundan hakkındaki rivayetlerin çoğu müte­şabih olup te'vil ve izahı gerekmektedir. Bediüzzaman Hazretleri bu mesele ile alâ­kalı olarak Beşinci Şua'yı ve diğer bazı bahis­leri yazmış ve müteşabih rivayetlerin istikametli mânâlarını nazara vermiştir. Beşinci Şuanın başlarında şöyle bir izah yer almaktadır: «[1] âyetinin bir nüktesi, bu za­manda akîde-i avâm-ı mü’minîni vi­kaye ve şübehattan muhafaza için ya­zılmış. Âhirzamanda vukua gelecek hâdisâta dair hadislerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’âniye gibi, derin mânâları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bile­mez. Belki tefsir yerinde tevil ederler. [2] sırrıyla, vuku­undan sonra tevilleri anlaşılır ve murat ne ol­duğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar [3] deyip o gizli hakikatleri izhar ederler.» (Şualar sh: 578) Kıyamet alâmetleri hakkındaki hadisleri müteşabih (yani: maksadı açık ifade et­meyip mecazen ifade eden) hadisler olma­sının bir hikmetini Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar: «İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğun­dan, perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik ede­cek derecede zarurî olmaz. Tâ ki, Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mucizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâ­met-i kıyamet ve eşrât-ı saat, bir kısım müte­şabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, güneşin mağripten çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğin­den, tevbe kapısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünkü, Ebu Bekir’ler Ebu Cehil’ler ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzûlü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan[4] gibi eşhâs-ı müt­hişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.» (Şualar sh: 579) Yine aynı mevzuda Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: «Âhirzamanda Hazret-i İsa (a.s.) nüzulüne ve Deccalı öldürmesine ait ehâdis-i sahihanın mânâ-yı hakikîleri anla­şılmadığından, bir kısım zahir ulemalar, o ri­vayet ve hadislerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler; veya sıhhatini inkâr edip, veya hurafevâri bir mânâ verip, âdetâ muhal bir sureti bekler bir tarzda avâm-ı Müslimîne za­rar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek ha­kaik-i İslâmiyeye tezyifkârâne bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehâdis-i müteşâbihenin hakiki tevillerini Kur’ân feyziyle göstermiş. » (Kastamonu Lâhikası sh: 80)
  15. esselam aleykum evet inananlar vebalde teblig ile yükümlü bütün inananlar ancak peki yaaa siz inanmayanlar bu sorular neden yoksa dualarImIz kabülmü oldu iNSALLAH çünkü sorularInIzIn ardI büyük ihtimal ile iman iNSALLAH tabi bunun dIsInda olanlarda var onlar inanmadIklarI islamla bukadar neden ilgililer acaba "iKRA"
  16. esselam aleykum bugün fatsada çokkkkkkk güzel bir sekilde kar yagdIrIlIyordu aniden aklIma geldi sana delil olarak "1 kartanesi "yetermi????? "iKRA" vesselam
  17. Yanlış Tanıtılmaya Çalışılan Bir Dahi: Bediüzzaman Said Nursi 1293 Rumi ve 1876 miladî yılında Bitlis'in Hizan kazâsının Nurs Köyünde dünyaya gelen, 22 Mart 1960 tarihinde Urfa'da dar-ı bekâya intikal eden Bedîüzzaman gibi 80 kusur sene dolu bir hayat yaşamış bir dahi ve müceddid hakkında, bu kısa yazı içerisinde doyurucu bir şeyler söylememizi bizden beklememelisiniz. Ancak "bir şey tamamen elde edilemese de, tamamıyla da terkedilmemeli" kâidesince, denizden bir katre mesâbesinde, ba'zı hakikatleri burada ifade etmek istiyorum. Söyleyeceklerimizi ana başlıklarıyla özetleyeceğiz: I- Cumhuriyet Nesli Bediüzzaman'ı Yanlış Tanıyor Tarih bize gösteriyor ki, başta peygamberler ve onların gerçek mirasçıları olan din adamları olmak üzere, insanlık âlemi, büyük insanların kıymetlerini zamanında tam takdir edememişlerdir.Sonradan ise, bu takdir edememenin cezasını, hem muâsırı olan insanlar ve hem de onların nesilleri çekmişlerdir. Hemen hemen bütün peygamberler, bu hükmümüze müşahhas birer misal olarak verilebileceği gibi, İmam-ı A'zam ve Ahmed bin Hanbel gibi islam âlimleri de, bu acı hükmü teyid eden canlı misallerdendir. Tesbitlerimize göre, asrında tam anlaşılamayan şahsiyetlerin bu asrımızdaki en güzel misali de, bu yazımızın mevzuunu teşkil eden Bediüzzaman Said Nursi'dir. İslami ilimlerdeki dâhiyane vükûfu, hususan iman hakikatleri mevzuundaki asrın anlayışına uygun harika izahları ve seksen küsür yıllık istikâmetle hak üzerinde devam eden Allah, din ve millet-i islamiye uğrundaki gayret ve mücâhedeleri bütün islam âleminde duyulduğu ve takdir edildiği halde, hâlâ kendi ülkesinde yanlış tanınan veya tanıtılmak istenen bir şahsiyet var; o da Bedîüzzaman. Bu yüz karası hale, Türk ilim adamlarının ve münevver Türk araştırmacılarının çok kısa bir zamanda son vermeleri gerekmektedir; aksi takdirde tarih, gözünü kapayıp gündüzü kendisine gece yapanları çok kötü yargılayacaktır. Cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman'ı yanlış tanımaktadır ve daha doğrusu, senelerdir devletin bütün imkânları ve bukalemun türünden aydınlar kullanılarak, Bedîüzzaman, Cumhuriyet nesline kötü tanıtılmaya çalışılmıştır. Onun mücadelesini tanımayan ve eserlerini okuyup talebelerini görmeyen, câhil veya aydın her cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman, Said Nursi veya Risâle-i Nur kelimelerini duyunca, yapılan telkinler sonucu, kürtçü, bölücü, gerici ve devlet düşmanı bir insan ve eser hayaline bir nevi mecbur edilmiştir. İstihbârât teşkilâtımızın bu zat ve eserleri ile alakalı raporlarını; silahlı kuvvetlerimize dağıtılan bölücü faaliyetlerle alakalı bilgilendirici eserlerin konuyla ilgili bölümlerini; 12 Eylül Hareketinden sonra YÖK eliyle bütün üniversitelerimize dağıtılan bölücü örgütler kitabının ilgili başlığını ve de bunların tesirinde fikrini geliştirmiş ilim adamlarımızın sohbetlerini okur yahut mütâla'a ederseniz, Bedîüzzaman'ı sevmemeyi bir ibâdet ve millî vazife telakki edersiniz. Gerçekten ben de mezkûr yerlerde anlatılan Bedîüzzaman'ı asla sevemem. Halbuki nasıl senelerce, dünyaya adâlet tevzi eden ecdadımızı bize barbar ve kızıl sultanlar diye takdim etmişler, öyle de İslam düşmanları, şahsiyetinden ve eserlerinden çok korktukları Bedîüzzaman ve eserlerini de öyle yanlış ve kötü tanıtmışlardır. Ancak güneşin balçıkla sıvanamayacağı hakikatını unutmuşlardır. Ne acıdır ki, son on yıldan önceye kadar güvenlik kuvvetlerimiz de bu menfî propagandanın tesiri altında kalmıştır. Vatanı için hayatını ortaya koyan bu büyük dahiyi, bir vatan hâini gibi değerlendirmişlerdir. Meseleyi uzatmamak için sadece bu menfî vasıflardan birisi üzerinde duracağım. Geriye kalanları da, sizin idrâklerinize havale ediyorum. Ne zaman Bedîüzzaman ve onun eserlerinden bahsetseniz, siz, ister Türk olan, ister Arap olun ve isterse de Osmanlı Hânedânından olun, kürtçü damgasını yersiniz. Halbuki dünyada Kürtçülük ve Risâle-i Nur kadar birbirine zıt iki kelime bulunmadığı gibi, Türkiye'deki bölücü kürtçü hâdiselere karşı, Risâle-i Nur'dan daha mükemmel bir panzehir asla bulunamaz. Mevzuyu isterseniz biraz açalım ve bazı müsahhas misaller verelim: Birincisi: Bir kısım araştırmacılar, Bedîüzzaman'ın Cumhuriyetten önceki yıllarda Said-i Kürdî ünvanını kullandığını da ileri sürerek, onun doğuda bir Kürt devleti kurmak gayesiyle 1918'de tesis edilen Kürt Te’âli Cemiyetinin üyesi olduğunu ve bölücü faaliyetlerde bulunduğunu iddia ediyorlar. Bu iddialarını desteklemek üzere, aynı cemiyetle beraber çalıştığını ileri sürdükleri Kürt Neşr-i Ma’ârif Cemiyeti kurucuları arasında Bedîüzzaman'ın da bulunmasını, fevkalade bir demagoji ile serrişte ediyorlar. Bu iddiaları hiçbir esasa dayanmadığını yapılacak kısa bir inceleme hemen ortaya koyacaktır. Evvela, Osmanlı devleti kavim ve ırk esasına değil, din esasına dayanan bir devletti. Bu sebeple müslüman olmak şartıyla, millet farkı son 20-30 yıl bir tarafa bırakılırsa, ehemmiyet arzetmediğinden, Doğudaki bazı bölgelere Kürdistan Eyâleti yahut Bilâd-ı Ekrâd denilmesi ve orada yetişmiş devlet veya ilim adamlarına da Kürdî lakabının verilmesi, o zatın tanınması için kullanılan resmî bir ifade tarzıydı. Said-i Kürdî lakabı bu mana ile kullanılmış ve ne zamanki Cumhuriyet kurulup bu ifade yanlış anlaşılmaya başlanınca, bizzat Bedîüzzaman bunu Said-i Nursî şeklinde değiştirmiştir. Bununla da yetinmeyip eski eserlerindeki Kürdistan veya bilâd-ı ekrâd ifadelerini dahi vilâyât-ı şarkıyye şeklinde değiştirdiğini neşredilen eserleri ve talebelerinin şahâdetleri isbat etmektedir. Sâniyen, Kürt Te’âli Cemiyeti ile Kürt Neşr-i Ma’ârif Cemiyeti arasında organik bir bağ yoktur ve maksadları da aynı değildir. Tarık Zafer Tunaya, bu cemiyetin kuruluşunu 1919'da demişse de, neşrettiği belgenin tarih ve kaynağını kaydetmemiştir. Ancak belgeyi, öylesine işlemiştir ki, mütalala edenler, Bedîüzzaman'ı Kürt Te’âli Cemiyeti üyesi zannederler. Halbuki ikisi arasında hiç bir alaka yoktur. Bedîüzzaman, İstanbul'a ilk defa geldiği 1907'lerden beri, şarkta bir dar'ülfünûn açılmasını müdâfa'a ettiği zaten bilinmektedir. Hatta Sultan Reşad'dan bu gaye ile belli bir tahsisat da almıştır. Her ne kadar Kürt Neşr-i Ma’ârif Cemiyetinin ne zaman, hangi gayelerle ve hangi kurucularla tesis edildiği de tam belli değilse de, belli olsa ve Bedîüzzaman da bu cemiyetin kurucuları arasında bulunsa bile, bunda garipsenecek bir cihet yoktur. Zira Bedîüzzaman, şarkta maarifin geliştirilmesi ve bir üniversite açılması için başından beri gayret göstermektedir. Bu cemiyet, Erzurum yahut Bayburt Kültür ve Eğitim Vakfı gibidir. Sâlisen, Kürt Teâli Cemiyetinin reisi olan Seyyid Abdülkadir'den gelen teklife verdiği şu cevap ise meseleyi kökünden halletmektedir: "Allah u Zülcelâl Hazretleri Kur’an-ı Kerim'de "Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı ilahî karşısında düşündüm. Bu kavmin, bin yıldan beri âlem-i islamın bayraktarlığını yapan Türk Milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve 450 milyon (o zamanki islam âleminin nüfusu) kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi (bir kısım kürtçü) kimsenin peşinden gitmem". İkincisi: Bedîüzzaman'la alakalı yanlış tesbit ve yorumlardan biri de, onun Şeyh Said ile karıştırılması veya en azından Şeyh Said isyanına destek vermiş olduğunun yayılmasıdır. Maalesef gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan bu tesbit, güvenlik raporlarına yazıldığı gibi, vatanperver ilim adamlarının zihinlerine de yer etmuş durumdadır. Şeyh Said'in Bedîüzzaman gibi bir dahiyi yanına almak isteyişi doğrudur; ancak bu büyük âlimin mezkûr teklif karşısında takındığı tavır, kasden yanlış aksettirilmiştir. Buyurun, Şeyh Said'e olan cevabını beraber okuyalım: "Türk Milleti, asırlardan beri islamiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştırmayınız. Bu şer’an câiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’an ve iman hakikatlarıyla tenvir ve irşâd etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akîm kalır. Bir kaç cani yüzünden binlerce kadın ve erkekler telef olabilir". I- Cumhuriyet Nesli Bediüzzaman'ı Yanlış Tanıyor II-Bediüzzaman, Büyük Bir İslam Alimi ve Asrın Müceddididir III-Sosyal ve Siyasi Hayata Ait İslamın Yüce Düsturlarını İzah Etmiştir IV- İstikbale Ait Tesbit ve Görüşlerini Zaman ve Hadiseler Tasdik Etmiştir REFERANSLAR Prof. Dr.Ahmed Akgündüz --------------------------------------------------------------------------------
  18. esselam aleykum size birkaç soru sizce kuran-I kerimde geçen bütün emirlerin nasIl uygulanacagI gibi hususlarda örnek verilmismidir ???? peki elestirmis oldugunuz konularIn birKIsmI bidad onlar icin sözümüz yok onlarI bizde elestiriyoruz peki onun dIsInda birçok sünnette var peki biz müslümanlarIn bu emirleri anlayabilmemiz ve uygulIya bilmemiz için örnek hükmündeki peygamber efendimiz Hz MUHAMMED MUSTAFA sav in sünnetlerini göz ardImI etmeliyiz"4077 - Yine Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim, benden sonra öldürülmüş olan bir sünnetimi ihya ederse beni seviyor demektir. Beni seven de benimle beraberdir." ???? peki gözardI eder isek nasIl ve nereden ögrenicez saKIn herkez okuyacak anladIgI kadarIyla demeyin o taktirde bir deyil birçok artI adIna ne denir bilemiyorum ancak "mezhep mi yoksa dinlermi "denir artIk onun adInI siz koyun o taktirde muhakkak bir teblig edicinin geregi var ve bu basta peygamber efendimiz Hz MUHAMMED MUSTAFA sav"52 - İmam Malik'e ulaştığına göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şunu söylemiştir: "Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetce asla sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitab'ı ve Resûlünün sünneti". daha sonrada sahabe dir "4332 - İmran İbnu Huseyn radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir. İmran radıyallahu anh der ki: "Kendi asrını zikrettikten sonra iki asır mı, üç asır mı zikretti bilemiyorum." bu sonuncuları takiben öyle insanlar gelir ki kendilerinden şahidlik istenmediği halde şahidlikte bulunurlar, onlar ihanet içindedirler, itimad olunmazlar. Nezirlerde (adak) bulunurlar, yerine getirmezler. Aralarında şişmanlık zuhûr eder." Bir rivayette şu ziyade var: "Yemin taleb edilmeden yemin ederler."4334 - Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ashabıma sebbetmeyin (dil uzatmayın). Nefsim elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun (sizden) biri, Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birinin infak ettiği bir müdd'e hatta yarım müdd'e bedel olmaz."daha sonrada alimlerdir
  19. ahrar

    IZ BIRAKANLAR

    ESSELAM ALEYKUM BENiM ÇERKEZ GARINDASIM TAM BEN DÜSÜNÜRKEN SEN YOLLAMISSIN SANA KAFKASYA iLE ALAKALI OKUDUGUM BiR KiTABI SÖYLEYEYiM iSTERSEN BiR OKU GENAR YAZARI OSMAN ÇELiK ÇOK HOS BiR KiTAP "iKRA" VESSELAM
  20. ahrar

    KIRIM HARBİ

    esselam aleykum sizi kutlarIm hakikaten güzel bir konu eger mümkünse kIrIm harbi ve ardIndan kafkasya ile ilgili bilgileride paylas1rsan1z sevinirim simdiden kolaygelsin vesselam "iKRA"
  21. ESSELAM ALEYKUM evet orjinal türkçedir evet içerisinde arapça ve farsça kelimeler var eger bunlarI elestirmek deyilde anlamak(tabiki elestiri olabilir ancak ilk okumada önyargIya sebeb olur ve fayda vermez)niyetiyle okursanIz buna inanIyorumK0 siz çogu insandan daha iyi anlarsInIz bu arada www.yeniasya.com dan demis oldugunuz anlamda çalIsmalar var lüdatlI külliyat mevcut aynI sayfada lügatI var isterseniz bir göz atIn açIklamaya gelince kIsmi olarak aç1klarIz fakat burada uzunca vakit alIr onun için orjinal metni yolluyoeum ancak anlamadIgInIz yerleri sorun elimden geldigince açIklayayIm ELBAKi HÜVEL BAKi= BAKi OLAN ANCAK ALLAH 'TIR vesselam "iKRA"
  22. esselam aleykum bakInI kendi yazdIklarInIzla çelisiyorsunuz biryandan diyorsunuzki "Bu dünyada butun dileğin ve çaban, sevginin, saygının, emeğin, bilimin, ahlakın, demokrasinin ve insana yakışır ve insan gibi bir uygarlığın gelişmesidir...."ve bunun ardIndanda..."1400'lü yılların yaşamanı günümüze uyarlamak ve uyarlamak istemek ise aymazlıktan başka birşey olamaz.... Lütfen artık bunu görün[/b] "evet bakInIz isterseniz söyle yapalIm "iKRA" ancak ilk önce kendi yazdIklarInIzI sonrada alemi ELBAKi HÜVEL BAKi =BAKi OLAN ANCAK ALLAH 'TIR VESSELAM "iKRA"
  23. esselam aleykum iNSALLAH derim o demir bahsine ancak sunu söyleyeyim bunu bir itiraf olarak kabül ediyor ve imani durumunuzu göz önüne alarak diyorumki ALLAH hidayet nasip etsin
  24. ESSELAM ALEYKUM evet ne yaz1ki tarih boyunca iman küfür mücadelsi oldu ve olacakki ebabekr'ler ile ebu cehiller ay1rt edilsin cennet bedeva deyil cehennem dahi lüzumsuz deyil evet cennette adam ister cehennemde evet tarih boyu oldu olacak dün ebrehe firavun veebu cehil... günümüze gelirsek sorar1m size cahiliye döneminde olupta günümüzde olmayan ne var hatta daha da kötüsü var basta PEYGAMBER EFENDiMiZ HZ MUHAMMED MUSTAFA sav ve sahabe-i kiram ve birçok islam alimi bu dehsetli zamandan yani ahir zamandan ALLAH'a s1g1nm1st1r ALLAHcümlemize bu dehsetli zamanda imtihanIn hakkInI verenlerden kIlsIn vesselam "iKRA" ELBAKi HÜVEL BAKi
  25. esselam aleykum birader herkezin ittifak ettigi su konuda dahi bi maraz yap1yorsun ya pes yaniiiii alemi islam sizin gibi safdillerden nedir çektigi yani varya ancak bukadar olur %90 ha ALLAH sizi ve bizi islah etsin ne diyeyim "iKRA"VESSELAM
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.