Zıplanacak içerik

ahrar

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

ahrar tarafından postalanan herşey

  1. ahrar şurada cevap verdi: TANİA HAYDE başlık Türk Tarihi
    Bir Uluslaştırma Projesinin Aracı Olarak Halkevleri Suavi Akyay "İtalya'yı oluşturduk, şimdi de İtalyanları oluşturmalıyız." Massimod' Azeglio 18. yüz yıldan itibaren gelişmeye başlayan ve gittikçe evrensel ölçekte yaygınlığa ulaşan bir siyasi yapılanma biçiminin adı olan Ulus Devlet, Osmanlı Devleti'nin hemen ardından oluşan yeni devletin de meşruiyet temelini oluşturdu. Bu vaka tüm ulus-devlet yapılanmalarında olduğu gibi kavramsal bir kurguya göre şekillendirilmeye çalışıldı. Ancak kurguyla olgu arasındaki farklılık ve olgunun kurguya uydurulması zorunluluğu karşısında ulus/devlet yapılanması kaçınılmaz olarak toplumu dönüştürme projesi halini aldı. Yani ulus-devlet düşüncesi bir uluslaştırma projesiyle ortaya çıkmaktadır ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda da öyle olmuştur. Özetle şöyle diyebiliriz önce devlet kurulur ve sonra millet inşa edilir. Uluslaştırma türdeş olmayanları yeni kavramlar ve değerler etrafında türdeş kılma çabasıdır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin de kendi siyasi ve hukuki meşruiyetini aradığı insanlar topluluğu yani halk kurgudaki ulus değildir ve bu halkın ulusa dönüştürülmesi gerekmektedir. Yeni Cumhuriyetin kadroları da bu hakkı kendilerinde görmektedirler. " ..... Zira, ben, bazıları gibi efkâr-ı avâm-ı, efkâr-ı ulemâyı yavaş yavaş benim tasavvuratım derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden, ben, bu kadar senelik tahsil-i âli gördükten, hayat-ı medeniye ve içtimaiyeyi tetkik ve hürriyeti tezevvük için sarf-ı hayat ve evkat ettikten sonra, avâm mertebesine ineyim. Onları kendi mertebeme çıkarayım, ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar." diyen Mustafa Kemal, halkı dönüştürmeyi zihninde tasarlamıştır. (Köker, 1995, s. 172.) Dolayısıyla Cumhuriyet yöneticileri, kendi istedikleri doğrultuda yeni değer yargılarıyla yüklü bir birey ve ulus inşasına girişmişlerdir. İnkılaplar bir biri ardına devreye girmiş ve halk inkılaplar aracılığıyla uluslaştırılmaya çalışılmıştır. İnkılapları halka benimsetmek için çeşitli yollar arayan devlet yeni projeler ve yeni kurumlar geliştirmiştir. Ulus-devletler, türdeşleştirme ve be-nimsetme aracı olarak genellikle üç ana araç kullanırlar. Birincisi, okul (eğitim), ordu (zorunlu askerlik) ve sandıktır. Biz bu yazımızda yalnızca uluslaştırma sürecinde eğitimin rolü ve özellikle yaygın eğitim kurumu olan halkevlerinin uluslaştırmada ki rolü ve yapılanması üzerinde duracağız. Örgün eğitimde merkezi biçimde saptanan ders programlarına göre yürütülen zorunlu eğitim yoluyla genç dimağlara ulus bilincinin aşılanması yadsınamaz bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Zorunlu eğitim içinde yurttaş 'adaylarına' öncelikle ulusal dil öğretilmektedir. Diğer yandan ulusal tarih ve ulusal coğrafya ders müfredatının değişmezleri arasında yer almaktadır. Ernest Gelner, Renan'ın ünlü plebistinin her gün olmasa bile, en azından her ders yılı açılışında gerçekleştiğini belirtir. (Erozden, 1997, s.124) Genç kitleleri zorunlu eğitimle uluslaştırmaya çalışan devlet, yetişkinlerin de hedeflenen "vatandaş" olmaları için yollar aramış ve halkevlerini kurmuştur. C.H.P programında yer alan ifadeler de görüşümüzü doğrulamaktadır. " Klâsik okul yetiştirmesi dışında, yığına, devamlı ve Türkiye'nin ilerleyiş yollarına uygun bir halk eğitimi vermeği önemli görürüz. Bu hizmet için çalışan Halkevlerini devlet, imkân elverdiği kadar koruyacaktır." (Parla, 1995, s. 77) Halk evleri 19 Şubat 1932'de kurulmuştur. İlk olarak 14 merkezde (Afyon, Ankara, Bolu, Bursa, Çanakkale, Denizli, Diyarbakır, Eminönü, Eskişehir, İzmir, Konya, Malatya, Samsun) Halkevi açılmıştır. Halk evlerinin kuruluş amacı; Kemalist ideolojinin ve C.H.P'nin ilkelerini yaymak ve bunların parçası olan inkılapların yerleşmesini sağlamaktır. Bu amacı İnönü şöyle ifade etmiştir; "Halkevleri, CHP'nin kendi prensiplerinin ne olduğunu ve bu prensiplerin memlekette nasıl tatbik edildiğini her gün halkımıza söylemek için başlı başına bir merkezdir." (Yeşilkaya,1999, s. 63) Amaç, yeni bir toplum, yeni bir hayat tarzı ve bu yeni hayat tarzının gerektirdiği alışkanlıklar, davranış-düşünüş biçimleri, sanat, müzik zevki ve eğlence biçimlerini değiştirmek, kısacası kafa yapısını yeniden şekillendirmek ve 'halkı terbiye etmektir.' Terbiye etmektir diyoruz çünkü, C.H.P'nin Kurultay kararları ve 1940 tarihli Halkevleri Öğreneği (talimatnamesi) incelenirse 'terbiye' 'halk terbiyesi', 'mürrebbi' 'toplumun mürebisi olan halkevleri', 'telkin' gibi sıfatlara çok sık yer verildiği görülecektir. Toplumun mürebbisi olan halk evleri ile 'telkin ve terbiye' yoluyla halka 'doğru' tezler aşılanacak ve yeni Cumhuriyete uygun vatandaşlar yaratılacaktı. Bu konuda yalnızca, dönemin C.H.P Genel Sekreteri Recep Peker'in söylediklerine bakmak yeterli olacaktır: "Ulusça teşkilatlanma, halk terbiyesi işle-rimiz de planlanacaktır. ...... Klasik mektep terbiyesinden başka halk yığınlarını geniş bir halk terbiyesine kavuşturmak için —göğsüm kabararak söylüyorum— Atatürk'ün bu yüce kürsüden övücü bir dille bahsettikleri halkevlerini halk terbiyesine esas olacak şekilde genişleteceğiz." (Parla, 1995 s. 134). Halkevlerinin gerek kuruluş amacı ve gerekse yapılanmaları incelendiğinde C.H.P'nin bir organı olduğu hemen göze çarpar. Parti tartışmasız halkevlerine hakimdir. Dolayısıyla C.H.P'nin elinde, inkılapların halka ulaştırılması ve benimsetilmesi görevini üstlenen bir araçtır halkevleri. 1938 tarihli C.H.P Halkevleri Öğreneği, bu kurumun örgütlenmesini açıklamaktadır. Her ne kadar halkevlerinden siyasi parti farkı gözetilmediği söylense de, halkevleri faaliyetlerine, partiye üye olan ya da olmayan herkesin katılabilmesine rağmen parti yönetim organlarında çalışabilmek için C.H.P üyesi olmak şarttır. (madde 1) Halkevlerinin açılmasını Parti Genel Yönetim Kurulu, Halkevlerinin kurulması ve düzenlenmesini bulunduğu yerin il, ilçe veya nahiye Parti Yönetim Kurulu sağlar. (madde 2) Ayrıca Ankara Halkevi'nin başkanı Parti Genel Yönetim Kurulu tarafında seçilir. (madde 3) Halk evlerinin başkanlar, bulundukları il, ilçe, nahiye Yönetim Kurulu üyeleri tarafından seçilir. Görevleri İl Parti Yönetim Kurulu tarafından onaylanır. (madde 24) Halk evleri yönetim kurulları yılda iki defa Parti Genel Sekreterliğine şubelerin çalışmaları hakkında bilgi gönderir. (madde 31) (Yeşilkaya, 1999, s. 78-79) Görüldüğü gibi Halkevleri C.H.P'nin propaganda organı durumundadır. Bütün bunların yanında, Tevfik Çavdar, Halkevlerinin kuruluş nedenin, 1930 yılı Dünya Ekonomik Bunalımı'nın Türkiye'de-ki etkileri karşısında, devletin ekonomik ve toplumsal hayatın her noktasına müdahale ederek daha merkezi ve sert bir düzen getirmek istemesi olduğunu savunmaktadır. ( Çavdar, 1986, s. 879) Halkevlerinin işlevleri incelediğinde bu amacı daha da belirgin olarak görmek mümkündür. Halkevlerinin İşlevleri: 1- Devrimin aşılanması: Yukarıdan dayatmacı bir tavırla yapılan inkılapların halk tarafından benimsenmesi gerekiyordu. Aksi takdirde yeni devlet siyasi meşruiyetini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirdi. Dolayısıyla halkevlerinin belki de en önemli işlevi devrimleri halka benimsetmekti. Bu hedef C.H.P'nin parti programında da yer almıştır. "Devrimleri halkın ruhuna sindirecektik. Mademki Atatürk yapıyor, mademki Cumhuriyet'in işidir, elbette hayırlıdır diye ne de olsa bir nevi tevekküle, pasif rızaya benzer bir inanla kalmasına gönlümüz razı değildi. (Yeşilkaya,1999, s. 72) 2- Geşmişe ait izleri silmek: Yeni kurulan devlet, kendisine yeni bir ulus yaratırken geçmişle adeta hesaplaşmaya gi-rişmiş ve önceki döneme ait ne varsa adeta yok saymış ve yok edilmesine çalışmıştır. Bu fikir Halkevlerine de aktarılmış ve hatta 1938 tarihli Halkevleri talimatnamesinde halkevlerinin bu düşünceyle çalışması gerektiği belirtilmiştir. "....Tarihe geçmiş kurumların cemiyet yapısının en derin tabakalarına kadar işlemiş kökleri sökmek, cumhuriyet ve devrim esaslarını bütün ruhlara ve fikirlere egemen kutsal insan şartları halinde perçinlemek ödev ve yükümü karşısındayız. (Yeşilkaya,1999, s. 73) Gerçektende halk evlerindeki yayılan düşünceler ve yapılan faaliyetler arasında Osmanlı kültürüne ait izler bulmak oldukça güçtür. Osmanlı reddedilmiş ve yerine, Halkevlerinde de geçmiş yüzyıldan beri bir 'hülya' olan batılılaşma uğruna Avrupa kültürüne ver verilmiştir. 3- Kaynaşmış Kütle yaratmak: Kafası yeniden ve batılı kavramlarla şekillendirilen halk yeni anlayışla yeni bağlarla bir birine bağlanmaya çalışılıyor ve yeni çimentolarla kaynaşmış bir kütle yaratılmak isteniyordu. Bu durumu, Recep Peker nutkunda şöyle ifade eder; "Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Halkevleriyle takip ettiği gaye, milleti şuurlu, birbirini anlayan, birbirini seven, ideale bağlı bir halk kütlesi halinde teşkilâtlandırmaktır. Halk evlerinin gayesi ulusu kaynaştırmak, sınıfsız katı bir kitle haline getirmektir." (Yeşilkaya,1999, s. 74) Türdeşliği arayan rejimin mürebbileri 'türdeşlikle' tek tipliği karıştırmış ve kaynaşmış kütle yaratacağız derken 'tektip' insan ve toplum oluşturma yanılgısına düşmüşlerdir. Bu tek tipleştirme CHP'in 1938 tarihli öğreneğinin 19 maddesinde açıkça görülmektedir; " Halkevleri çatısı altında derin içdemlik ve arkadaşlık duyguları hüküm sürer. Bu sebeple herkese yanı şekilde davranmak fikrine aykırı bir hareket düşüncesi Halkevler'inde yer bulamaz." (Yeşilkaya,1999, s. 75) 4- Laiklik: Yeni devletin yöneticileri, oluşturmak istedikleri ulusun özellikleri arasında 'din' unsuruna yer vermek istemediler. Hemen hemen tüm toplumsal alanlardan dini çıkarmayı ve bireyin dünyasında ki dinsel değer yargıları yerine yeni değer yargıları yerleştirmeyi hedef edindiler. Fertlerin dinsel saiklerle hareket etmeleri istemiyordu ve muasır medeniyetler seviyesine çıkmanın engeli olarak görülüyordu. Bu düşünceler halk evlerine de hakimdi. Halkevleri bir nevi yeni Türkiye'de halkın camiler dışında toplanma merkezleridir. Ayrıca, yapılan faaliyetler ve düşüncelerde dine kesinlikle yer yoktur. Dolayısıyla dinden arındırılmış ve seküler bir toplum düzeni oluşturulmaya çalışılmıştır. 5- Canlandırma: Kaynaşmış bir kitle o-luşturmak için, panayırlar, festivaller, gezi-ler, müzikli ve danslı aile toplantıları ile canlandırılmasına ve hareketlendirilmesine çalışılır. Balolar, kadın ve erkeğin birlikte katıldığı ilk toplantılar olarak, sosyal yaşantıda önemli bir değişimdir. Halkevleri nişan ve nikah törenleri içinde kullanılır. Böylece halka yeni anlayışlar ve davranışlar kazandırılmakta birlikte hedeflenen toplumun oluşması için yeni toplumsal ilişki şekillerine alıştırılmaktadır. 6- Terbiye: Doğru bilginin kendilerin de bulunduğu fikrinden hareket eden yöneticiler halkı 'eğitilecek", ' terbiye edilecek' ve doğruya kavuşturulacak bir kitle, 'yığın' olarak görmektedirler. Bu konuda Milli Şef İnönü'nün sözleri dikkat çekicidir. "Halkevleri'nde milli ve içtimai hayatın temelleri, terbiye suretinde, tedris suretinde, konuşma suretinde mütemadiyen kurulmalıdır." ( Yeşilkaya,1999, s.76) 7- Telkin: Halkevleri en önemli işlevlerinden birisi de, inkılaplar ve hedeflenen yeni toplum projesi çerçevesinde Kültür Telkini'dir. Çeşitli yollarla halka nasıl olmaları gerektiği söyleniyordu. Halkevlerinin sahip olduğu her şubenin yaptığı temel işlevlerden birisiydi telkin. Telkinin, birden 'sağnak' gibi değil yavaş yavaş ve disiplinli bir şekilde yapılmasına isteniyordu. 8-Güven verme ve onore etme: Halkevleri yayınları, halka nasıl olacakları ve neleri bilmeleri gerektiği konusunda yaptığı telkinin yanısıra güven halka 'telkin' eden ve yüksek bir kültürden ve asil bir milleten olduğuna, azimle çalıştığı zaman aşamayacağı hiçbir engelin olmadığına inandırılmaya çalışılır. Bu konuda 1935 tarihli C.H.P. parti programında yer alan ifadeler dikkat çekicidir. "Türk Milleti, o kadar derin ve tükenmez bir hayat Hazinesi idi ki medeniyet beşiği olan yurdundan uzaklarda bile relerde dolaşmış, nerelerde yerleşmiş ise oralarda bir kültür ve enerji unsuru olmuştur." (Yeşilkaya,1999, s. 78) Tüm bu işlevleri, Halkevleri sahip olduğu dokuz kolla yerine getirmeye çalışmıştır. Halkevleri şubeleri incelendiğinde bu işlevlerin nasıl yerine geti-rildiği daha somut bir şekilde görülecektir. Halkevleri'nin Kolları 1- Dil ve Edebiyat Kolu: Halkı eğitmeyi ve kendi istediği doğrultuda dönüştür-meyi hedef edinen halkevlerinin bu şubelerinde, konferanslar düzenlenmekte, konuşmalar yapılmaktadır. Yapılan konferanslar hoparlörlerle halka dinletilirdi. Konferanslara kitleleri çekebilmek için piyes veya müzik gibi araçlar kullanılıyordu. Halkevlerinin telkin işlevini daha iyi yerine getirebilmesi için bu şubelerde halkı etkileyecek konuşmalar yapabilen hatipler de yetiştirilmiştir. Ayrıca bulundukları yerlerde Türk Dil Kurumu'nun bir üyesi gibi çalışan Dil ve Edebiyat şubeleri öztürkçenin gelişmesi ve yayılması için çalıştılar. Bu görev kendisine 1938 tarihli CHP Halkevleri Öğreneği 36.maddesiyle verilmiştir: " ...ana Türk dilinin halk arasında yaşayan kelimeleri, terimleri, eski ulusal masalları, atasözlerini araştırıp toplar." (Yeşilkaya,1999, s. 83) Bu kolun en önemli görevlerinden biride dergi çıkarmaktır. Halkevleri 19 yıl boyunca 77 dergi çıkarır ki bunların en önemlileri Ülkü ve Halkevi Dergisi'dir. Buralarda bir çok rejim yanlısı kalem yetişmiştir. Diğer bir faaliyet alanı ise kitap yayınıdır. Halkevleri 1932-1939 yılları arasında konusu, genel, sosyal bilimler, edebiyat, tarih ve coğrafya alanında bir çok kitap yayınlamışlardır. Şubenin diğer bir görevi de ulusal bayram ve büyükleri anma günleri düzenlemektir. Böylece aynı fikir etrafında toplanmış ve kaynaşmış bir ulus oluşturulmaya çalışılır. 2- Ar (Sanat) Kolu: Yeni bir hayat tarzı telkinin en önemli yollarından biride sanat şubesidir. Dönemin C.H.P zihniyetinin sanata yüklediği görevi tespit için yine parti programına bakmak yeterli olacaktır. " ....telkin ve terbiye her seviyede kafa ve ruh için tesirli kılabilen bir sanat şubesi inkılap memleketlerinin ve inkılap müesseselerinin ilk ele alacağı çaredir. (Yeşilkaya,1999, s. 85) Görüldüğü gibi sanat bir 'mürebbidir' ve devrimin emrindedir. Halkevleride C.H.P yöneticilerinin. Dönemin ikinci önemli ismi İsmet İnönü halkevlerine hedef belirlemektedir: "Halkevi, vatanda güzel sanatlara muhabbeti ve güzel sanatlardan vatandaşların terbiyesi için, vatandaşın azminin kuvvetlendirilmesi için nasıl istifade edileceğinin telkin eden bir toplantı yeri olmalıdır. Güzel sanatlar, yalnızca yüksek bir insan cemiyetinin temeli olan ince ve güzel hisleri terbiye eden vasıta değildir. En sert iradeleri de yetiştirmeye vasıta olan başlıca bir münebbih başlıca bir yürütücüdür. Bütün Halkevlerini güzel sanatları sevmeleri ve sevdirip yaymaları için bir heyecan duymağa teşvik ediyorum." (Yeşilkaya,1999, s. 85) Bu düşüncelerle hemen her alanda faaliyetler yapılmaya başlandı ama en ilginci müzik alanında yaşandı. Gelenek-sek müzik kültürü reddedilerek garbın müzik anlayışına geçilmek istenmişti. 1935 tarihli C.H.P programında yer alan ifadeyle; "fasıl ve saz musikinin esaretine düşmeden garp musikisi zevkinin aydınlığına çekmekte ve onlara (çocuklara) dersler vererek kabiliyetlerini doğru ve düzenli yola sevk etmektedirler (halkevleri)." halkevlerindeki müzik anlayışı ortaya konmuştur. (Yeşilkaya, 1999, s. 87) Bu düşünceler doğrultusunda 1940 yılında çıkarılan Halkevleri Çalışma Talimatnamesinde "keman, ut, cümbüş, kanun, ney' gibi geleneksel kültürün müzik aletlerinin kullanılamayacağını" belirtilmiştir. Ayrıca C.H.P'nin 1935 tarihli programında " memleketin her köşesinde, halkın içinde, halkın ruhuna sindirmek için, garp tekniğinin yeni ve sâlim musiki zevkinin devamlı ve amelî telkinini yapmaktadırlar" ifadesi yer almaktadır. (Yeşilkaya,1999, s.87- 89) Görüldüğü üzere Müzikteki yeni moda ve hedef batı müziği ve halk müziğidir. Geleneksel kültürün ürünü olan tasavvuf müziği ve sanat müziği adeta yok sayılmıştır. Bu şubenin bir diğer görevi de halka ulusal marş ve şarkıları öğretmek ve önemli günlerde marşların, 'beraberce bir ağızdan' söylenmelerini sağlamaya çalışmaktır' (Yeşilkaya,1999, s. 90) Dönemin toplum mühendisleri bu yolla her halde ulus olma ve aynı gayeye bağlanma hissinin halkta yaratılması amacını güdüyorlardı. Ayrıca, "Ulusal rakısların' yanında " zevkli garp dansları" na yer vermek amaçlanır. Bu rakslar da en dikkat edilen husus kadın ve erkeğin bir arada olmasıdır. Yine 1940 ta-rihli Halkevleri Çalışma Talimatnamesinde "....Bu rakıslarda bilhassa kadınlı ve erkekli beraber oynananları tercih edilmelidir." ifa-desi yer almaktadır. (Yeşilkaya, 1999, s. 91) Halkı dönüştürmenin en iyi araçlarından biriside 'en yorulmaz mürebbi' olan radyodur. Halkevleri, meydanlarda ve bahçe-lerde Ankara Radyosu'nu hoparlörlerden dinletir. 1935 tarihli C.H.P. programında şu ifadeler yer almıştır. "Parti radyoyu ulusun kültür ve sayısal eğitimi için en değerli araçlardan sayar." (Parla, 1995, s.78) 3- Gösteri (Temsil) Kolu: Halkevle-ri'nde yalnızca C.H.P Genel Yönetim Kurulunca seçilen veya Kurul tarafından yazdırılan piyesler oynanabilir. Bu şubenin görevi, Halkevlerinde hareket uyandırmak, gençlerin yetişmesini sağlamak ve memleket ve cemiyet için faydalı telkinlerde bulunmaktır. Piyeslerde kadın rolleri asla erkeklere verilmez. Sinema gösterilerinin yaygınlaştırılmasına çalışılır. Tiyatro ve konserler gibi bedava olan sinema gösterilerinde filmler C.H.P'nin veya Hükümetin gönderdiği ya da Halkevi İdare Heyetinin satın alacağı filmlerdir. 'Tezli' bir piyes ile 136 halkevinde 136000 den fazla yurttaşa bir iki gün içinde bir fikrin telkin edilebileceği hesaplanır. Halkev-lerinde oynanan Piyeslerde Osmanlı Devleti ya işlenmemiştir ya da olumsuz yanları ile alınmıştır. (Yeşilkaya, 1999, s. 94) Tiyatroyu sevmeyen, kadına sahnede yer vermeyen; " bu zihniyet artık boğulmuştur, artık sesini yükseltemez; eğer kısık sesle söyleniyor görünürse Halkevi'nin ilk işi bu sesi hükümsüz kılmak için en esaslı tedbiri almak, en tesirli telkinleri yapmak olacaktır." (Yeşilkaya,1999, s. 63) 1935 ta-rihli C.H.P programında yer alan bu ifadeler halkevlerine hakim olan düşünceyi açıkça ortaya koymaktadır. 4- Spor Kolu: Halkevleri öğreneğinde en çok yer alan şubelerden biridir. Gençlik ve ulusal eğitimin parçası olarak görülen spor ve beden eğitimine karşı ilgi uyandırmak ve bunları bir kütle hareketi haline getirmek amaçlanır. Spor şubesinde milli sporlara olarak güreş, yağlı güreş, cirit, avcılık desteklenir. Aynı zamanda boks, eskrim, yüzücülük, küreğe de yer verilir. Denizlerle çevrili olan ülkemizde herkesin yüzme bilmesi gerektiği vurgulanır. Bisikletli geziler düzenlenir. Garplı sporlar tenis ve eskrim yapılır. " Yurttaşlara modern sağlık anlayışının esası olan ev ve oda jimnastikleri öğretmek ve bunun günlük yaşayışın en lüzumlu bir aracı olduğuna herkesi inandırmak şubenin önemli görevidir." (Yeşilkaya, 1999, s. 100) 5- Sosyal Yardım Kolu: Bu kolun esas görevi, Halkevi'nin bulunduğu bölgede yardıma ihtiyaç duyan kimsesiz kadınlar, çocuklar vb. için cemiyetin sevgenlik ve yardım duygularını uyandıracak araç ve yol gösteriminde bulunmaktır. Şube gerekli kaynağı bulmakla görevlidir. Müsamere, eğlenti, gezi vb. hazırlar. Vilayet Merkezlerinde şube, parasız bir muayene açmaya çalışır. Köycülük şubesiyle ortak çalışır ve köy gezilerine doktorların da katılımını sağlar. "Türk milletini kaynaşmış bir kütle yapmak yolunda, halkın birbirinin sevinç ve dertlerine ortak olmalarını telkin" eder. (Yeşilkaya,1999, s. 100-101) 6- Halk Dershaneleri ve Kurslar Ko-lu: Amaç saltanat zamanında cahil bırakılan halkın düzeyini yükseltmektir. Pratik hayat bilgileri öğreterek halkı bilgilendirmektir. Latin harflerinden sonra unutkan bir toplum yaratılmak istenmiş ve yeni harflerle yeni kavramlar insanlara öğretilmeye başlanmıştır. Halkevlerinde, genel eğitimi sağlayacak Türkçe, okuma yazma, yabancı dil, fen, zanaat, tarih, yurt bilgisi, sosyal bilgiler, daktilo, hesap tutma usulü, dikiş, nakış, ütü, şapkacılık, çiçekçilik, yöreye göre bağcılık, arıcılık, motorculuk, elektrikçilik vb. meslek sağlayacak kurslar açılır. 7- Kitapsaray ve yayın Kolu: Kü-tüphane, Halkevi'nin ilk kurulma şartlarından birisidir. Bu nedenle binalarda kütüphane ve bir okuma odası bulundurulmalıdır. Yörede kütüphane olsa bile halkevi kendi kütüphanesini kurar. Kitabın bir ihtiyaç olarak algılanmasına çalışılır. Ancak, halkevine girecek kitaplar halkevleri çalışma talimatnamesi ile belirlenmiştir; "Dini mahiyette olan, Türk inkılâbı ideolojisine uymayan, yabancı rejim ve ideolojileri tasvir eden, alelumum milli ve realist görüşler dışında kalan hurafeleri, geri ve irticaî zihniyeti istihdaf eden, bedbinlik telkin eden, cinayet, intihar gibi vakaları tasvir eden, şehvet ve ihtiras temayüllerini kamçılayan ve gençliği, sıhhata muzır iti-yatlara teşvik eden eserler Halkevi kütüphanelerine konulamaz. (Yeşilkaya, 1999, s. 103) 8- Köycülük Kolu: Köyün ihyasına çalışılır. Köy imarından hareketle memleketin imarına gidilir. Köylülerin kır bayramlarına katılımı sağlanır, okuma yazma kursları açılır ve sağlık sorunlarının çözülmesine çalışılır. "........insan muaye-neleri için doktorların, mahsul muayenesi için ziraatçıların, güzel sözler söylemek ve güzel sözler toplamak için edebiyatçıların, halkı garp musiki zevkine alıştırmak ve halktan yerli havalar almak için musikişinasların" köye gitmesi istenir. Ancak, köylüye "Bütün fikirler ve yenilikler sağanak halinde" verilmemelidir. "Planlı ve ülkülü çalışma" esastır. (Yeşilkaya, 1999, s. 105). 9- Müze ve Sergi Kolu: Müze şubesi, bulunduğu çevrede yer alan tarihi eserlerin korunması için gerekli resmî kurumları bilgilendirir, özel cemiyetleri desteler. Tarihi anıtların fotoğraflarını aldırır ve mümkünse modellerini yaptırır. Tarihi değeri olan eski yazılar, kitap kapları, tezhipler, divanlar, minyatürler, çiniler, halılar ve nakışlar gibi ulusal kütür belgeleriyle eski kılıçlar, yatağanlar gibi Türk etnografya belgelerini toplamaya çalışmak yolu ile yöresel müzelerin gelişmesine ve kurulmasına hizmet eder. Müzecilik ulus devletlerin tarihi süreklilik fikri yaratmak için başvurdukları yollardan birisidir. Bunun farkında olan C.H.P. yönetimi, müzeciliğe 1935 tarihli parti programının Ulusal Eğitim bölümünde yer vermişlerdir: " Müzeleri-mizi zenginleştirecek kıymetteki tarih eserlerinin toplanmasına ve bu erge ile kazılar yapılmasına önem verilecek ve eski eserlerin sınıflanmasına ve gerekenlerin, bulundukları yerlerde iyi korunmasına özen gösterilecektir." (Parla, 1995, s. 76) "Parti, bir devrim müzesi kuracaktır. Bunu halka devrim fikir ve duygularını aşılamak için etkin araç sayarız. (Parla, 1995, s. 77) Bir halkevinin açılabilmesi için bu şubelerden en az üçüne sahip olması gerekiyordu. 1950 yılına gelindiğinde 478 halkevi ve 4322 halkodası bulunmaktaydı. Bütün il merkezlerinde, bir çok ilçe mer-kezlerinde ve hatta bazı köylerde bile Halkevi vardı. En hızlı ve etkin olarak çalıştığı yıllar 1932-1940 yıllarıdır. Bu dönem içerisinde halkevlerinde, 23.750 konferans, 12.350 temsil, 9.050 konser, 7.850 film gösterisi, 970 sergi halka sunulmuştur. Halkevlerinin açtığı kusurlardan yararlananların sayısı 1940'ta 48000'e ulaşmıştır. Ancak, halkın C.H.P'nin yerine Demokrat Parti'yi getirmesiyle birlikte, gerek Halkevlerinin C.H.P'nin bir organı gibi olması gerekse DP'nin halkın C.H.P'nin uygulamalarına karşı tepkisini dillendirmesi sebebiyle ortaya çıkan siyasi çekişme döneminde halkevleri kapatıldı. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından yeniden örgütlenmesine izin verilmesine rağmen malvarlıkları iade edilmedi. 1971 yılında Halkevlerinin Kuruluş yıldönümü nedeniyle yaptığı konuşmada İsmet İnönü, Halkevlerinin kapatılmasını hayatının en büyük başarısızlıklarından biri olarak tanımlamıştır. Eylül'de Dernek Yasasıyla yeniden kapatıldı. Günümüzde Halk Eğitim Merkezi adı altında illerde kurs merkezi olarak böyle bir gelenek devam ettirilmektedir. Olumlu ve olumsuz yönlerine rağmen Halkevleri Cumhuriyet döneminde uygulanmış önemli bir yaygın eğitim dene-yimidir. Halkın ve köylünün kültürel düzeyini yükseltmeye yönelmişlerdir. Çavdar'a göre bu özelliklerin başarısızlıklarının temeli olmuştur ve çağdaş uygarlık seviyesine çıkmayı yüzeysel bir batılılaşma olarak algılamaları, Türk halkını üstün kılabilecek iç dinamikleri hiçbir zaman yakalayamamıştır. Ancak, halkın uluslaştırılmasında önemli görevler icra etmişlerdir. Halka yeni anlayışların benimsetilmesi ve geleneksel kültürün yok edilmesinde resmi ideolojiye çok önemli mevziler kazandırmıştır ancak halktan kopuk uygulamalar nedeniyle istenen hedefe ulaşamamış ve siyasi çekişmeler sonunda da kapatılmıştır. Kaynakça Erözden, Ozan (1997) Ulus-Devlet, İstanbul, Dost Kitabevi. Köker, Levent. (1995) Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul, İletişim Yayınları. Tevfik Çavdar (1983) Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c.4, İstanbul. İletişim Yayınları Yeşikaya, Neşe G. (1999) Halkevleri: İdeoloji ve Mimarlık, İstanbul, İletişim Yayınları Parla, Taha, (1995) Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Ok'u c.3, İstanbul, İletişim YayınlarI www.köprü.com KÖPRÜ üç aylIk fikir dergisi Güz 99 [ 68. Sayı ]
  2. esselam aleykum anlad1g1m kadar1yla arkeologsunuz sizin alan1n1z ile alakal1 bir soru KURAN-I KERiM'de geçen bu helag edilen kavimler ile ilgili ilmi bir teyit varm1d1r vesselam "iKRA" esselam aleykum senin tarz1n ile yaklas1rsam sen yok oldugunu kan1tlasana varl1g1 kan1tlamak çoooook kolayd1r ancak yok olan1 kan1tlamak
  3. ESSELAM ALEYKUM arkadas bu garip daha sakirt degil bir garip risale-i nur okuyucusu dost olmaya çal1san evet yorum tabiki ancak vakti var sen simdilik "iKRA"
  4. ON DOKUZUNCU MEKTUP BU RİSALE, üç yüzden fazla mucizâtı beyan eder. Risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) mucizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mucizenin bir kerametidir. Üç dört nev ile harika olmuştur: Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sayfadan fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında, her günde iki üç saat çalışmak şartıyla, mecmuu on iki saatte telif edilmesi, harika bir vakıadır. İkincisi: Bu risale, uzunluğuyla beraber, ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tembel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki, bu sıkıntılı ve usançlı bir zamanda, bu civarda, bir sene zarfında yetmiş adede yakın nüshalar yazıldığı, o mucize-i risaletin bir kerameti olduğunu, muttali olanlara kanaat verdi. Üçüncüsü: Acemî ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel onun ve başka sekiz müstensihin birbirini görmeden yazdıkları nüshalarda, lâfz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi, bütün risalede ve lâfz-ı Kur'ân beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki, zerre miktar insafı olan, tesadüfe vermez. Kim görmüşse kat'î hükmediyor ki, bu bir sırr-ı gaybîdir, mucize-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir kerametidir. Tu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler. Hem şu risaledeki ehâdis, hemen umumen eimme-i hadisçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat'î hâdisât-ı risaleti beyan ediyorlar. O risalenin mezâyâsını söylemek lâzım gelse, o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanları, onu bir kere okumasına havale ediyoruz. Said Nursî İHTAR: Şu risalede çok ehâdis-i şerife nakletmişim. Yanımda kütüb-ü hadisiye bulunmuyor. Yazdığım hadislerin lâfzında yanlışım varsa, ya tashih edilsin, veyahut "hadis-i bilmânâdır" denilsin. Çünkü, kavl-i râcih odur ki, "Nakl-i hadis-i bilmânâ caizdir." Yani, hadisin yalnız mânâsını alıp, lâfzını kendi zikreder. Madem öyledir; lâfzında yanlışım varsa, hadis-i bilmânâ nazarıyla bakılsın. Mucizât-ı Ahmediye (a.s.m.) ilâ âhir. Risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair On Dokuzuncu Sözle Otuz Birinci Söz, nübüvvet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) delâil-i kat'iye ile ispat ettiklerinden, ispat cihetini onlara havale edip, yalnız onlara bir tetimme olarak, On Dokuz Nükteli İşaretler ile, o büyük hakikatin bazı lem'alarını göstereceğiz. BİRİNCİ NÜKTELİ İŞARET Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır. Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır. İKİNCİ NÜKTELİ İŞARET Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş, Kur'ân-ı Azîmüşşan gibi bir ferman-ı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mucizât-ı bâhireyi göstermiştir.3 O mucizat, heyet-i mecmuasıyla, dâvâ-yı nübüvvetin vukuu kadar vücutları kat'îdir. Kur'ân-ı Hakîmin çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki, o muannid kâfirler dahi mucizâtın vücutlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etbâlarını kandırmak için-hâşâ-sihir demişler. Evet, mucizât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyeti vardır. Mucize ise, Hâlık-ı Kâinat tarafından, onun dâvâsına bir tasdiktir, sadakte hükmüne geçer. Nasıl ki, sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki, "Padişah beni filân işe memur etmiş." Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, "Evet" sözünden daha kat'î, daha sağlam, senin dâvânı tasdik eder. Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâvâ etmiş ki: "Ben, şu kâinat Hâlıkının meb'usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor." Ve hâkezâ, yüzer mucizâtı böyle göstermiştir. Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mucizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın simasını görmekle, "Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz" diyerek imana gelmişler.4 Çendan muhakkıkîn-i ulema, delâil-i nübüvveti ve mucizâtı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüz binler delâil-i nübüvvet vardır. Ve yüz binler yolla yüz binler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur'ân-ı Hakîmde kırk vech-i i'câzdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bin burhanını gösteriyor. Hem madem nev-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüz binler zat, nübüvvet dâvâ edip mucize gösterenler gelip geçmişler.5 Elbette, umumun fevkinde bir kat'iyetle, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) sabittir. Çünkü, İsâ Aleyhisselâm ve Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebî dedirten ve risaletlerine medar olan delâil ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuttur. Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, zât-ı Ahmedîde (a.s.m.) daha mükemmel mevcuttur. Elbette, hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir kat'iyetle ona sabittir. ÜÇÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mucizâtı çok mütenevvidir. Risaleti umumî olduğu için, hemen ekser envâ-ı kâinattan birer mucizeye mazhardır. Güya, nasıl ki bir padişah-ı zîşânın bir yaver-i ekremi, mütenevvi hediyelerle muhtelif akvâmın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir, kendi taifesi lisanıyla ona hoşâmedî eder, onu alkışlar. Öyle de, Sultan-ı Ezel ve Ebedin en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev-i beşere meb'us olarak geldiği ve umum kâinatın Hâlıkı tarafından umum kâinatın hakaikine karşı alâkadar olan envâr-ı hakikat ve hedâyâ-yı mâneviyeyi getirdiği zaman, taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, tâ aydan, güneşten yıldızlara kadar her taife kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoşâmedî demiş. Şimdi, o mucizâtın umumunu bahsetmek için ciltlerle yazı yazmak lâzım gelir. Muhakkikîn-i asfiya, delâil-i nübüvvetin tafsilâtına dair çok ciltler yazmışlar. Biz, yalnız icmâlî işaretler nev'inden, o mucizâtın kat'î ve mânevî mütevatir olan küllî envâına işaret ederiz. İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) delâili, evvelâ iki kısımdır: Birisi, "irhasat" denilen, nübüvvetten evvel ve velâdeti vaktinde zuhur eden harikulâde hallerdir. İkinci kısım, sair delâil-i nübüvvettir. İkinci kısım da iki kısımdır: Biri, ondan sonra, fakat nübüvvetini tasdiken zuhura gelen harikalardır. İkincisi, Asr-ı Saadetinde mazhar olduğu harikalardır. Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri, zâtında, sîretinde, suretinde, ahlâkında, kemâlinde zâhir olan delâil-i nübüvvettir. İkincisi, âfâkî, haricî şeylerde mazhar olduğu mucizattır. Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri mânevî ve Kur'ânîdir. Diğeri maddî ve ekvânîdir. Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri: Dâvâ-yı nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadını kırmak veyahut ehl-i imanın kuvvet-i imanını ziyadeleştirmek için zuhura gelen harikulâde mucizattır. Şakk-ı kamer ve parmağından suyun akması ve az taamla çokları doyurması ve hayvan ve ağaç ve taşın konuşması gibi yirmi nevi ve herbir nev'i mânevî tevatür derecesinde ve herbir nev'in de çok mükerrer efradı vardır. İkinci kısım, istikbalde ihbar ettiği hadiselerdir ki, Cenâb-ı Hakkın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır. İşte, biz de şu âhirki kısımdan başlayıp icmâlî bir fihriste göstereceğiz.HAŞİYE DÖRDÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, Allâmü'l-Guyûbun talimiyle haber verdiği umur-u gaybiye, had ve hesaba gelmez. İ'câz-ı Kur'ân'a dair olan Yirmi Beşinci Sözde envâına işaret ve bir derece izah ve ispat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sabıkaya dair ve hakaik-i İlâhiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbârât-ı gaybiyelerini Yirmi Beşinci Söze havale edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz. Yalnız, kendinden sonra Sahabe ve Âl-i Beytin başına gelen ve ümmetin ileride mazhar olacağı hâdisâta dair pek çok ihbârât-ı sadıka-i gaybiyesi kısmından, cüz'î birkaç misaline işaret edeceğiz. Ve şu hakikat tamamıyla anlaşılmak için, Altı Esas, mukaddime olarak beyan edeceğiz. BİRİNCİ ESAS: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahit olabilir. Fakat her hali, her tavrı harikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahvâl-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a'mâl ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mucizât-ı kudret-i İlâhiye olan âdiyat içindeki harikulâde olan san'at-ı Rabbâniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi göstersin. Eğer ef'âlinde beşeriyetten çıkıp harikulâde olsaydı, bizzat imam olamazdı; ef'âliyle, ahvâliyle, etvârıyla ders veremezdi. Fakat, yalnız nübüvvetini muannidlere karşı ispat etmek için harikulâde işlere mazhar olur ve indelhâce, ara sıra mucizâtı gösterirdi. Fakat, sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedâhet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mucize olmazdı. Çünkü, sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz, Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder, imtihan ve teklifin faydası kalmaz, kömürle elmas bir seviyede kalırdı. Câ-yı hayrettir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, mübalâğasız binler vecihte binler çeşit insan, herbiri birtek mucizesiyle veya bir delil-i nübüvvetle veya bir kelâmıyla veya yüzünü görmesiyle, ve hâkezâ, birer alâmetiyle iman getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik ve mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delâil-i nübüvveti, nakl-i sahihle ve âsâr-ı kat'iye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalâlete sapıyorlar. İKİNCİ ESAS: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır: Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur'ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi. İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder.Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder. İşte, her hadiste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hadiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir. Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevap geldi ki, "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti."1 Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın beliğ bir temsille beyan ettiği hadisenin tevilini gösterdi. ÜÇÜNCÜ ESAS: Naklolunan haberler, eğer tevatür suretinde olsa, kat'îdir. Tevatür iki kısımdır:HAŞİYE 1Biri sarih tevatür, biri mânevî tevatürdür. Mânevî tevatür de iki kısımdır. Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ, bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hadiseyi haber verse, cemaat onu tekzip etmezse, sükûtla mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan, haber verdiği hadisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyyâ ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hadisenin vukuuna kuvvetli delâlet eder. İkinci kısım tevatür-ü mânevî şudur ki: Bir hadisenin vukuuna, meselâ "Bir kıyye taam, iki yüz adamı tok etmiş" denilse, fakat onu haber verenler ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder. Fakat umumen, aynı hadisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hadisenin vukuu, mütevatir-i bilmânâdır, kat'îdir. İhtilâf-ı suret ise zarar vermez. Hem bazan olur ki, haber-i vahid, bazı şerâit dahilinde tevatür gibi kat'iyeti ifade eder. Hem bazan olur ki, haber-i vahid, haricî emarelerle kat'iyeti ifade eder. İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan bize naklolunan mucizâtı ve delâil-i nübüvveti, kısm-ı âzamı tevatürledir: ya sarihî, ya mânevî, ya sükûtî. Ve bir kısmı, çendan haber-i vahidledir. Fakat öyle şerâit dahilinde, nakkad-ı muhaddisîn nazarında kabule şayan olduktan sonra, tevatür gibi kat'iyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet, muhaddisînin muhakkikîninden "el-hâfız" tabir ettikleri zatlar, lâakal yüz bin hadisi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işâ abdestiyle kılan müttakî muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri olan ilm-i hadis dâhileri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vahid, tevatür kat'iyetinden geri kalmaz. Evet, fenn-i hadisin muhakkikleri, nakkadları o derece hadisle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadis içinde bir mevzuu görse, "Mevzudur" der. "Bu hadis olmaz ve Peygamberin sözü değildir" der, reddeder. Sarraf gibi, hadisin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız, İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkitte ifrat edip, bazı ehâdis-i sahihaya da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır demek değildir; belki "Bu söz hadis değildir" demektir. Sual: An'aneli senedin faydası nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, "an filân, an filân" derler? Elcevap: Faydaları çoktur. Ezcümle, bir faydası şudur ki: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dahil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadisin bir nevi icmâını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an'anede dahil olan herbir imam, herbir allâme, o hadisin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor. Sual: Neden hâdisât-ı i'câziye, sair zarurî ahkâm-ı şer'iye gibi tevatür suretinde, pek çok tariklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş? Elcevap: Çünkü ekser ahkâm-ı şer'iyeye, ekser nas, ekser evkatta muhtaçtır. Farz-ı ayn gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var. Amma mucizat ise, herkesin herbir mucizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da, bir defa işitmek kâfi gelir. Âdetâ farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse yeter İşte bunun içindir ki, bazı olur, bir mucizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kat'î olduğu halde, onun râvisi bir iki olur, hükmün râvisi on yirmi olurDÖRDÜNCÜ ESAS: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hadiseler, cüz'î birer hadise değil, belki tekerrür eden birer hadise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hadisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir veçhini beyan eder. Sonra râvi-i hadis o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür. Meselâ, Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, Büyük Mehdînin çok evsâfına câmi bir mehdî bulmuş. İşte, büyük Mehdîden evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdînin evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş.BEŞİNCİ ESAS: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, lâ ya'lemu'l-ğaybe illâllah sırrınca, kendi kendine gaybı bilmezdi. Belki Cenâb-ı Hak ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenâb-ı Hak hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Hikmet ve rahmeti ise, umur-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor, müphem kalmasını istiyor. Çünkü şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur; vukuundan evvel onları bilmek elîmdir. İşte bu sır içindir ki, ölüm ve ecel müphem bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi perde-i gaybda kalmış. İşte, hikmet-i Rabbâniye ve rahmet-i İlâhiye böyle iktiza ettiği için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabına karşı şedit şefkatini fazla incitmemek için, vefat-ı Nebevîden sonra âl ve ashabının ve ümmetinin başlarına gelen müthiş hâdisâtı umumiyetle ve tafsilâtıyla göstermemek,HAŞİYE 2 mukteza-yı hikmet ve rahmettir. Fakat yine bazı hikmetler için, mühim hâdisâtı-fakat dehşetli bir surette değil-ona talim etmiş, o da ihbar etmiş. Hem güzel hadiseleri kısmen mücmel, kısmen tafsille bildirmiş, o da haber vermiş. Onun haberlerini de, en yüksek bir derece-i takvâda ve adlde ve sıdkta çalışan ve hadisindeki tehditten şiddetle korkan ve âyetindeki şiddetli tehditten şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn, bize sahih bir surette o haberleri nakletmişler.
  5. esselam aleykum "serahat"dediginiz sakIn seriat olmasIn peki nedir seriat ??neden korkuyorsunuz??ALLAH'In emirlerine kanunlarIna dine kars1 bu elestirel yaklasImInIzIn sebebini sora bilirmitim yok bidad-lara kars1 iseniz bizde kars1y1z yok direk dine kars1 iseniz bunu aç1kca söyleyin bu mertlik olur !!!!!! "iKRA"
  6. ONUNCU SÖZ Haşir Bahsi İHTAR: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi, hem teshil, hem hakaik-ı İslâmiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanit olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyat kabilinden, yalnız onlara delâlet ederler. Demek hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir. 4 5 Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını istersen, öyleyse şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle: Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâp ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki: "Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et" dedi. Fakat o sersem inat edip dedi: "Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım" dedi. Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara başladı. Evvelâ o sersem dedi: "Padişah kimdir? Tanımam." -------------------------------------------------------------------------------- Onuncu Söz - s.20 Sonra arkadaşı ona cevaben: "Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet-ki, her saatte bir şimendifer HAŞİYE gaipten gelir gibi, kıymettar, musannâ mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor-nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengi okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte, gel, en büyük fermanı sana okuyacağım." O sersem döndü, dedi: "Haydi, padişah var. Fakat benim cüz'î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor." Arkadaşı ona cevaben dedi: "Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, hergün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek; bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek" dedi. Yine o hain sersem, temerrüt edip, "İnanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin?" dedi. Bunun üzerine, emin arkadaşı dedi: "Madem bu derece inat ve temerrüt edersin. Gel, had ve hesabı olmayan delâil içinde, On İki Suret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var. Ve bu memleket, hergün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harap edilecek." BİRİNCİ SURET Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın? Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır. İKİNCİ SURET Bu gidişata, icraata bak: Nasıl en fakir, en zayıftan tut, ta herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassâ nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak, senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevaziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder. Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, namusu vardır. Halbuki kerem ise, in'âm etmek ister. Merhamet ise ihsansız olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ve namus ise, edepsizlerin tedibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor. ÜÇÜNCÜ SURET Bak, ne kadar âli bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor. Halbuki, hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister-ta hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin. Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor. DÖRDÜNCÜ SURET Bak: Had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat'umat gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti, hesapsız, dolu hazineleri vardır. Halbuki, böyle bir sehâvet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler, ta zeval ve firakla elem çekmesinler. Çünkü zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara kulak ver ki, muciznümâ bir padişahın antika san'atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemâl-i mânevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar. Demek onun pek mühim, hayret verici kemâlât ve cemâl-i mânevîsi vardır.Gizli, kusursuz kemal ise, takdir edici, istihsan edici, "Maşaallah" deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazirsiz cemal ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vecihle görmek; biri muhtelif aynalarda bizzat müşahede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesiyle müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister. Hem o daimî cemal, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemal, zail müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla, muhabbeti adavete döner. Hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemal ve o cemâlin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp, doymadan gidiyor. Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor. BEŞİNCİ SURET Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zatın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hacet, en ednâ bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor. Gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor. Bütün ahali, "Evet, evet, biz de istiyoruz" diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki: "Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başıboş bırakıp idam etme" diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun. Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak. Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar. ALTINCI SURET İşte, gel, bak: Bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, HAŞİYE 1 hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyet ister. Halbuki, görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise hergün dolar, boşanır. Hem bütün raiyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebdil ediliyor. Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san'atlarının antikalarını sergilerde temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. İşte bu hal, şu vaziyet kat'î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu nümunelerin ve suretlerin halis ve yüksek asıllarıyla -------------------------------------------------------------------------------- Onuncu Söz - s.22 dolu bağ ve hazineler vardır. Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var. YEDİNCİ SURET Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok, görelim. İşte, bak: Her yerde, her köşede müteaddit fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit kâtipler oturmuşlar, birşeyler yazıyorlar, herşeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zaptediyorlar. Ha, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki, HAŞİYE 2 bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zat emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zat-ı muazzam bütün hadisâtı kaydettirir, suretini alır. İşte, şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Şimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir hâkim-i hafîz, hiç mümkün müdür ki, raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin? Halbuki, o zatın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe'n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudur ediyor; burada cezaya çarpmıyor. Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor. SEKİZİNCİ SURET Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, "Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutileri mesut, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım." Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır; raiyetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıttır. İşte, bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zatı tekzip ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmî, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor! Madem vaad etmiş; yapacaktır. Halbuki, ifası ona çok rahat ve bize ve herşeye ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır. Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ vardır. DOKUZUNCU SURET Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesâlarına ki, HAŞİYE 3 herbiri, bizzat padişahla görüşecek hususî birer telefonu var. Hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zat, mükâfat ve mücazat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar etmiş, gayet kavî vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem onun izzet ve celâleti hiçbir vecihle hulfü'l-va'de tenezzül edip tezellülü kabul etmez. Halbuki, o muhbirler hem tevatür derecesinde çok, hem icmâ kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bazı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medarı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir. Ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattirler; sonra daimî saraylara tebdil edilecek, bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevalsiz saltanat, böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umurlar üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek, ona lâyık, daimî, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umurlar üzerinde duruyor. Demek bir diyar-ı âhar var; elbette o makarra gidilecektir. ONUNCU SURET Gel, bugün nevrûz-u sultanîdir. HAŞİYE 4 Bir tebeddülât olacak; acip işler çıkacak. Şu baharın şu -------------------------------------------------------------------------------- Onuncu Söz - s.23 güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte, bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı. Adeta bu hâli bir çöl, bir medenî şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır. Buna dikkat et ki, o kadar karışık, sür'atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu san'atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mucizeleri vardır. Ey sersem! Sen diyorsun: "Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?" İşte, görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılâplar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen sür'atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek bu vaziyetler maksud-u bizzat değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zat mucize ile yapıyor, ta suretleri alınıp terkip edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu. Demek, bir mecma-ı ekberde, muamele bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i âzamda daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler, sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar. Demek bu ihtifâlât bir saadet-i uzmâ, bir mahkeme-i kübrâ, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir. ON BİRİNCİ SURET Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba, yani mazi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mucizekâr zatın sair yerlerde ne çeşit mucizeler gösterdiğini görelim. İşte, bak: Gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acaipler her tarafta bulunuyor. Lâkin san'atça, suretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat buna iyi dikkat et ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde, ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zahir bir inayetin işârâtı, ne mertebe âli bir adaletin emârâtı, ne derece vâsi bir merhametin semerâtı görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakinen anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inayetinden daha ecmel bir inayet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez. Eğer, faraza, tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âli mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mesut raiyeti bulunmazsa-şu hikmet, inayet, merhamet, adaletin hakikatlerine şu bekasız memleket mazhar olamadığı malûm; ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa-o vakit, gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adaleti inkâr etmek lâzım gelir. Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef'âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini-hâşâ sümme hâşâ!-sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıtlarına inkılâbıdır. Halbuki, inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden sofestâî eblehler hariçtir. Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i kübrâ, bir mâdele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki, ta şu merhamet ve hikmet ve inayet ve adalet tamamen tezahür etsinler. ON İKİNCİ SURET Gel, şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki, o teçhizat yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir? Görelim. Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat nümune için şu zabitin cüzdan ve defterine bakacağız: Bu cüzdanda zabitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubâtı, düstur-u harekâtı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. "Şu maaşı hazine-i hassadan filân tarihte alacaksın" yazılıdır. Halbuki, o tarih çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelirŞu vazife ise, şu muvakkat meydana göre değil, belki padişahın kurbunda daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlubat ise, birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes'udâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzettir, başka âleme çalışır. Bak, şu defterlerde, aletler teçhizatının suret-i istimali ve mes'uliyetler vardır. Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âli, daimî bir yer bulunmazsa, şu muhkem defter, o kat'î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur. Hem şu muhterem zabit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha biçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şeye dikkat etsen, şehadet eder ki, bu fâniden sonra bir bâki var. Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen, bütün zabitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizatları, düsturları, belki şu memleketteki bütün intizâmâtı, hattâ hükûmeti inkâr etmeye mecbur olursun. Ve bütün vaki olan icraatın vücudunu tekzip etmek lâzım gelir. O vakit sana insan ve zîşuur denilmez. Sofestâîlerden daha akılsız olursun. Sakın zannetme, tebdil-i memleket delilleri bu On İki Surete münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir. Hem had ve hesaba gelmez işaretler, alâmetler var ki, bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine gönderilecek. Bahusus, sana On İki Suret kuvvetinden daha kuvvetli bir burhan daha göstereceğim. İşte, gel, bak: Şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yâver-i ekrem bir tebligatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte tâlik edilmiş ferman-ı âzamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki: "Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız-eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız" gibi tebligatta bulunuyor. Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda öyle icazkâr bir turra var ki, hiçbir vecihle kabil-i taklit değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu kat'î bilir. Ve o parlak yâver-i ekremde öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes, o zatı padişahın pek doğru tercüman-ı evâmiri olduğunu yakinen anlar. Acaba, o yâver-i ekrem, o ferman-ı âzamla beraber, bütün kuvvetiyle dâva edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kabil midir ki itiraz kabul etsin? Evet, kabil değil-illâ ki, bütün bu gördüğümüz herşeyi inkâr edesin. Şimdi, ey arkadaş, söz senindir, söyle. Ne diyorsan de! "Ben ne diyeceğim, daha buna karşı birşey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız derim ki: Elhamdü lillâh, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup daimî hapis ve zindandan halâs oldum. Ve inandım ki, bu karma karışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz." -------------------------------------------------------------------------------- İşte, haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu. Şimdi, tevfik-i İlâhî ile hakikat-i ulyâya geçeceğiz. Geçmiş On İki Surete mukabil, on iki mütesanit Hakikat ile bir Mukaddime beyan edeceğiz. -------------------------------------------------------------------------------- Onuncu Söz - s.25 Mukaddime Birkaç işaretle, başka yerlerde, yani Yirmi İkinci, On Dokuzuncu, Yirmi Altıncı Sözlerde izah edilen birkaç meseleye işaret ederiz. BİRİNCİ İŞARET Hikâyedeki sersem adamın, o emin arkadaşıyla, üç hakikatleri var. Birincisi: Nefs-i emmârem ile kalbimdir. İkincisi: Felsefe şakirtleriyle Kur'ân-ı Hakîm tilmizleridir. Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriyedir. Felsefe şakirtleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmârenin en müthiş dalâleti, Cenâb-ı Hakkı tanımamaktadır. Hikâyede nasıl emin adam demişti: "Bir harf kâtipsiz olmaz; bir kanun hâkimsiz olmaz." Biz de deriz: Nasıl ki bir kitap-bahusus öyle bir kitap ki, her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış; her harfi içinde ince kalemle muntazam bir kaside yazılmış-kâtipsiz olmak son derece muhaldir. Öyle de, şu kâinat, nakkaşsız olmak, son derece muhal ender muhaldir. Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki, her sayfası çok kitapları tazammun eder. Hattâ, her kelimesi içinde bir kitap vardır. Herbir harfi içinde bir kaside vardır. Yeryüzü bir sayfadır; ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sayfası vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var. İşte, böyle bir kitap, evsaf-ı celâl ve cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. Demek, âlemin şuhuduyla bu iman lâzım gelir-illâ ki dalâletten sarhoş olmuş ola... Hem nasıl ki bir hane ustasız olmaz-bahusus öyle bir hane ki, harika san'atlarla, acip nakışlarla, garip ziynetlerle tezyin edilmiş; hattâ herbir taşında bir saray kadar san'at derc edilmiş-ustasız olmak, hiçbir akıl kabul edemez; gayet mahir bir san'atkâr ister. Bahusus, o saray içinde, sinema perdeleri gibi, her saatte hakikî menziller teşkil edilip, kemal-i intizamla, elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hattâ, herbir hakikî perde içinde, müteaddit küçük küçük menziller icad ediliyor. Öyle de, şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir Sâni ister. Çünkü şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki, ay, güneş lâmbaları, yıldızlar mumları, zaman bir ip, bir şerittir ki, o Sâni-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor, kemal-i intizamla ve hikmetle değiştiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ki, her bahar mevsiminde, üç yüz bin envâ-ı masnûatıyla tezyin ediyor. Had ve hesaba gelmez envâ-ı ihsânâtıyla dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor. Başka cihetleri buna kıyas et. Nasıl böyle bir sarayın Sâniinden gaflet edilebilir? Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü gibi ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil'asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. Her zerrecikte-ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde-koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen öyle de, şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelâli evsaf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede bir ulûhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır. Çünkü, meselâ havanın herbir zerresi, herbir çiçekle herbir meyveye, herbir yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa, bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilâtını ve suretlerini ve heyetlerini bilmek lâzımdır-ta içinde işleyebilsin. Demek muhît bir ilim ve kudrete mâlik olmalı ki böyle yapsın. Meselâ, toprakta, herbir zerresi, kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa, lâzım geliyor ki, otlar ve ağaçlar adedince mânevî cihazat ve makineleri tazammun etsin. Veyahut onların bütün tarz-ı teşkilâtını bilir, yapar, bütün onlara giydirilen suretleri tanır, dikebilir bir san'at ve kudret vermek lâzım gelir. Daha sair mevcudatı da kıyas et. Ta, anlayacaksın ki, herşeyde aşikâre vahdâniyetin çok delilleri var. Evet, birşeyden herşeyi yapmak ve herşeyi birtek şey yapmak, herşeyin Hâlıkına has bir iştir. -------------------------------------------------------------------------------- Onuncu Söz - s.26 1 ferman-ı zîşânına dikkat et. Demek, Vâhid-i Ehadi kabul etmemekle, mevcudat adedince ilâhları kabul etmek lâzım gelir. İKİNCİ İŞARET Hikâyede bir yaver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki, o zat padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir. İşte o yaver-i ekrem, Resul-i Ekremdir (aleyhissalâtü vesselâm). Evet, şöyle müzeyyen bir kâinatın öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünkü nasıl güneş ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de, Ulûhiyet de peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir. Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal, gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin? Hem mümkün olur mu ki, gayet cemalde bir kemal-i san'at, onun üzerine enzar-ı dikkati celb eden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin? Hem hiç mümkün olur mu ki, bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz'iyat tabakatında vahdâniyet ve samedâniyetini, zülcenâheyn bir meb'us vasıtasıyla ilânını istemesin? Yani, o zat, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhîye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur. Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet derecede bir hüsn-ü zatî sahibi, cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifini aynalarda görmek ve göstermek istemesin? Yani, bir habib resul vasıtasıyla-ki hem habibdir, ubudiyetiyle kendini Ona sevdirir, âyinedarlık eder; hem resuldür, Onu mahlûkatına sevdirir-cemâl-i esmâsını gösterir. Hem hiç mümkün olur mu ki, acip mucizelerle, garip ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin? Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san'atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin? Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gaye ne olacağını müş'ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın "Nereden? Nereye? Necisin?" üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın? Hem hiç mümkün olur mu ki, bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni-i Zülcelâl, onun mukabilinde zîşuurdan marziyyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin? Hem hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete müptelâ, istidatça ubudiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin? Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir burhan-ı kat'îdir ki, Ulûhiyet risaletsiz olamaz. Şimdi, acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan beyan olunan evsaf ve vezaife daha ehil ve daha cami kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risalete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir? Hayır, asla ve kat'a! Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır. Evet, ehl-i tahkikatın ittifakıyla, şakk-ı kamer ve parmaklarından su akması gibi bine bâliğ mucizâtından, had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden başka, Kur'ân-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-i hakaik ve kırk vecihle mucize olan mucize-i kübrâ, güneş gibi risaletini göstermeye kâfidir. Başka risalelerde ve bilhassa Yirmi Beşinci Sözde Kur'ân'ın kırka karib vücuh-u i'câzından bahsettiğimizden, burada kısa kesiyoruz. ÜÇÜNCÜ İŞARET Hatıra gelmesin ki, bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki bu azîm dünya onun muhasebe-i a'mâli için kapansın, başka bir daire açılsın? Çünkü bu küçücük insan, camiiyet-i fıtrat itibarıyla şu mevcudat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiye ve bir ubudiyet-i külliyeye mazhar olduğundan, büyük ehemmiyeti vardır. Hem hatıra gelmesin ki, kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira, küfür, şu mektubât-ı Samedâniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahi bütün delillerini tekzip olduğundannihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icap eder. DÖRDÜNCÜ İŞARET Nasıl ki, hikâyede On İki Suret ile gördük ki, hiçbir cihetle mümkün değil: Öyle bir padişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmâsına medar diğer daimî bir memleketi bulunmasın. Öyle de, hiçbir vecihle mümkün değil ki, bu fâni âlemin bâki Hâlıkı bunu icad etsin de, bâki bir âlemi icad etmesin. Hem mümkün değil: Şu bedî ve zâil kâinatın sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin. Hem mümkün değil: Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtırı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan dar-ı âhireti halk etmesin. Bu hakikate on iki kapı ile girilir; On İki Hakikat ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız. BİRİNCİ HAKİKAT Bâb-ı Rububiyet ve Saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki, şe'n-i Rububiyet ve saltanat-ı Ulûhiyet, bahusus böyle bir kâinatı, kemâlâtını göstermek için gayet âli gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin; onun gayât ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü'minlere mükâfatı bulunmasın ve o makasıdı red ve tahkirle mukabele eden ehl-i dalâlete mücazat etmesin? İKİNCİ HAKİKAT Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki, gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi, kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın? Evet, şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki, en âciz, en zayıftan tut, HAŞİYE 1 ta en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli, içinde işlediğini bedaheten gösteriyor. Meselâ, bahar mevsiminde, cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslarla giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların lâtif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit, en tatlı, en musannâ meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı, en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır. Hem, insan ve bazı canavarlardan başka, güneş ve ay ve arzdan tut, ta en küçük mahlûka kadar herşey kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması, büyük bir celâl ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor. Hem, gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle HAŞİYE 2 ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır. Bu âlemin Mutasarrıfının madem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır. Nihayetsiz celâl ve izzet, edepsizlerin tedibini ister. Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister. Nihayetsiz rahmet, kendine lâyık ihsan ister. Halbuki, bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi, milyonlar cüzden ancak bir cüz'ü yerleşir ve tecellî eder. -------------------------------------------------------------------------------- Onuncu Söz - s.28 Demek, o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dar-ı saadet olacaktır. Yoksa, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, bir daha dönmemek üzere zeval ise, şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı meş'um bir alete ve lezzeti eleme kalb ettirmekle, hakikat-i rahmetin intifâsı lâzım gelir. Hem o celâl ve izzete uygun bir dar-ı mücazat olacaktır. Çünkü, ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor. Yoksa bakılmıyor değil. Bazan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azaplar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit maruzdur. Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile Onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini Ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîmin kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla; ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle; ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dar-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?
  7. ONUNCU MESELE Emirdağ Çiçeği Kur'an'da olan tekrarata gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevaptır Aziz, sıddık kardeşlerim, Gerçi bu Mesele, perişan vaziyetimden müşevveş ve letafetsiz olmuş. Fakat o müşevveş ibare altında çok kıymetli bir nevi i'câzı kat'î bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur'ân'a ait olmak cihetiyle, hem ibadet-i tefekküriye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sedefidir. Yırtık libasına değil, elindeki elmasa bakılsın. Eğer münasipse 'Onuncu Mesele' yapınız. Değilse, sizin tebrik mektuplarınıza mukabil bir mektup kabul ediniz. Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir iki gün Ramazan'da mecburiyetle, gayet mücmel ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit hüccetleri derc ederek yazdım. Kusura bakılmasın.HAŞİYE Aziz, sıddık kardeşlerim, Ramazan-ı Şerifte Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânı okurken, Risale-i Nur'a işaretleri Birinci Şuada beyan olunan otuz üç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sayfası ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur'a ve şakirtlerine, kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur'dan âyâtü'n-nur, on parmakla Risale-i Nur'a baktığı gibi, arkasındaki âyât-ı zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüz'iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Ve bu asırda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirtleridir diye hissettim. Evet, Kur'ân'ın hitabı, evvelâ Mütekellim-i Ezelînin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev-i beşer, belki kâinat namına muhatap olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer ve benî Âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs'atli makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semavatın, ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinatın rububiyetine ve bütün mahlûkatın tedbirine dair kavânin-i İlâhiyenin gayet yüksek ihatalı beyanatının makamından aldığı vüs'at ve ulviyet ve ihâta cihetiyle, o hitap öyle bir yüksek i'câzı ve şümûlü gösterir ki, ders-i Kur'ân'ın, muhataplarından en kesretli taife olan tabaka-i avâmın basit fehimlerini okşayan zâhirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitap ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrarla deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine, kavm-i Âd ve Semûd ve Fir'avunun başlarına gelen azaplarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Mûsâ Aleyhimesselâm gibi enbiyanın necatlarıyla tesellî veriyor. Evet, nazar-ı gaflet ve dalâlette vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar, canlı birer sahife-i ibret ve baştan başa ruhlu, hayattar bir acip âlem ve mevcut ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbâniye sûretinde, sinema perdeleri gibi kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i'câz ile dersini veren Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, aynı i'câz ile, nazar-ı dalâlette câmid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir kitab-ı Samedânî, bir şehr-i Rahmânî, bir meşher-i sun'-i Rabbânî olarak o câmidâtı canlandırıp birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev-i beşere ve cin ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur'ân-ı Azîmüşşanın elbette her harfinde on ve yüz ve bazen bin ve binler sevap bulunması; ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini getirememesi; ve bütün benî Âdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması; ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevkle yazılması; ve çok tekrarla ve kesretli tekraratıyla usandırmaması; ve çok iltibas yerleri ve cümleleriyle beraber çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi; ve hastaların ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanların kulağında mâ-i zemzem misilli hoş gelmesi gibi kudsî imtiyazları kazanır. Ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirtlerine kazandırır. Ve tercümanın ümmiyet mertebesini tam riayet etmek sırrıyla, hiçbir tekellüf ve hiçbir tasannu ve hiçbir gösterişe meydan vermeden selâset-i fıtriyesini ve doğrudan doğruya semadan gelmesini ve en kesretli olan tabakat-ı avâmın basit fehimlerini tenezzülât-ı kelâmiye ile okşamak hikmetiyle, en ziyade sema ve arz gibi en zâhir ve bedihî sayfalarını açıp o âdiyat altındaki hârikulâde mucizat-ı kudretini ve mânidar sutûr-u hikmetini ders vermekle lûtf-u irşadda güzel bir i'caz gösterir. Tekrarı iktiza eden dua ve dâvet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla, güzel, tatlı tekraratıyla birtek cümlede ve birtek kıssada ayrı ayrı çok mânâları, ayrı ayrı muhatap tabakalarına tefhim etmekte ve cüz'î ve âdi bir hâdisede en cüz'î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyette ve tedvin-i şeriatta Sahabelerin cüz'î hadiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında, hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyetin ve şeriatın tesisinde o cüz'î hadiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i'câzını gösterir. Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyatın tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat edecek ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anâsırı kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati hesabına gazab-ı İlâhîyi ve hiddet-i Rabbâniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılâbın tesisinde, binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i'caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hâle gayet mutabık bir cezâlettir, bir fesâhattir. Meselâ, birtek âyet olup yüz on dört defa tekrar edilen Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi, Risale-i Nur'un On Dördüncü Lem'asında beyan edildiği gibi, Arşı ferşe bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardır. Değil yalnız ekmek gibi hergün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır. Hem meselâ, Sûre-i de sekiz defa tekrar edilen şu 1 âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azaplarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin nâmına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniye, o zâlim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlâhiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcazlı ve i'cazlı bir ulvî belâgattır. Hem meselâ, Sûre-i Rahmân'da tekrar edilen 2 âyeti ile Sûre-i Mürselât'ta 3 âyeti, cin ve nev-i beşere, kâinatı kızdıran ve arz ve semâvâtı hiddete getiren ve hilkat-ı âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlâhiyeye karşı inkâr ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semâvâta tehditkârâne haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alâkadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir îcaz ve cemalli bir i'câz-ı belâgattır. Hem meselâ, Kur'ân'ın hakiki ve tam bir nevi münâcâtı ve Kur'ân'dan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşenü'l-Kebir namındaki münâcât-ı Peygamberîde (a.s.m.) yüz defa 4 cümlesinin tekrarında, tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlûkatın rububiyete karşı tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli bir vazifesi ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev-i insanın en dehşetli meselesi ve ubudiyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle, binler defa tekrar edilse yine azdır. İşte tekrarat-ı Kur'aniye bu gibi esaslara bakıyor. Hattâ bazen bir sayfada iktiza-yı makam ve ihtiyac-ı ifham ve belâğat-ı beyan cihetiyle yirmi defa sarîhan ve zımnen tevhid hakikatini ifade eder; değil usanç, belki kuvvet ve şevk verir. Risale-i Nur'da, tekrarat-ı Kur'âniye ne kadar yerinde ve münasip ve belâgatça makbul olduğu, hüccetleriyle beyan edilmiş. Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın Mekke sûreleriyle, Medine sûreleri belâgat noktasında ve i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal veçhinde birbirinden ayrı olmasının sırrı ve hikmeti şudur ki: Mekke'de, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan, belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve i'cazlı, muknî, kanaat verici bir icmal; ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlı bir îcaz ile tekrar edip ifade ederek, mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sayfada, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve takdim, tehir ve târif ve tenkir ve hazf ve zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâgatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar. Risale-i Nur ve bilhassa Kur'ân'ın kırk vech-i i'câzını icmalen ispat eden Yirmi Beşinci Söz zeyilleriyle beraber ve Kur'ân'ın nazmındaki vech-i i'câzı hârika bir tarzda ispat eden Arabî Risale-i Nur'dan İşârâtü'l-İ'câz tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkiye olan sûre ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâğat ve en yüksek bir i'câz-ı îcâzî vardır. Amma, Medeniye sûre ve âyetlerde, birinci safta muhatap ve muarızları ise, Allah'ı tasdik eden Yahudi ve Nasârâ gibi ehl-i kitap olduğundan, mukteza-yı belâğat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vâzıh ve tafsilli ve üslûpla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usulünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatta ve ahkâmda ve teferruatın ve küllî kanunların menşeleri ve sebepleri olan cüz'iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o Medeniye sûre ve âyetlerde, ekseriyetle tafsil ve izah ve sade üslûpla beyanat içinde, Kur'ân'a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz'î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz'î hâdise-i şer'iyeyi küllîleştiren ve imtisâlini iman-ı billâh ile temin eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve imaniyeyi ve uhreviyeyi zikreder, o makamı nurlandırır, ulvîleştirir. Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen 5 6 7 8 gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekelerde ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâğat ve meziyetler ve cezâletler ve nükteler bulunduğunu, Yirmi Beşinci Sözün İkinci Şûlesinin İkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pek çok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülâsalarda bir mucize-i kübrâ bulunduğunu muannidlere de ispat etmiş. Evet, Kur'ân, o teferruat-ı şer'iye ve kavânin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek, Kur'ân'ı, hem bir kitab-ı şeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ı akîde ve iman ve zikir ve fikir ve dua ve dâvet olduğunu gösterip, her makamda çok makasıd-ı irşadiye-i Kur'âniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ı belâğatlarından ayrı ve parlak mucizâne bir cezâlet izhar eder. Bazan iki kelimede, meselâ, 9 ve 10 de, tabiriyle ehadiyeti ve ile vâhidiyeti bildirir, ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar. Meselâ, 11 âyetinden sonra 12 âyetinin akabinde 13 der. Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hâtırâtını bilir idare eder der, tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avâmın fehmini nazara alan o basit ve cüz'î muhavere, o tarz ile ulvî ve câzibedar ve umumî ve irşadkâr bir mükâlemeye döner. Bir sual: "Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz'î ve âdi bir hadiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm kardeşini bir hile ile alması içinde 1 diye gayet yüksek bir düsturun zikri belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?" Elcevap: Herbiri birer küçük Kur'ân olan ekser uzun sûre ve mutavassıtlarda ve çok sayfa ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur'ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve iman ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlâhiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin bir nevi kıraati olan Kur'ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sayfada çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler, o makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükselir. İkinci bir sual: "Kur'ân'da sarîhan ve zımnen ve işareten, âhiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücâzâtını binler defa ispat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sayfada, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?" Elcevap: Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılâplarda ve emanet-i kübrayı ve hilâfet-i arziyeyi omuzuna alan nev-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli meselelerinde, en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şüpheleri izale etmek ve gayet şiddetli inkârları ve inatları kırmak cihetinde, elbette o dehşetli inkılâpları tasdik ettirmek ve o inkılâpların azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zaruri meseleleri teslim ettirmek için, Kur'ân, binler defa değil, belki milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kere tekrarla o bahisler Kur'ân'da okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez. Meselâ, 2 âyetinin gösterdiği müjde-i saadet-i ebediye hakikati, bîçare beşere her dakika kendini gösteren hakikat-i mevtin, "Hem insanı, hem dünyasını, hem bütün ahbabını idam-ı ebedîsinden kurtarıp ebedî bir saltanatı kazandırır" dediğinden milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse, yine israf olmaz, kıymetten düşmez. İşte bu çeşit hadsiz kıymettar meseleleri ders veren ve kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılâpları tesis etmekte iknaa ve inandırmaya ve ispata çalışan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, elbette sarîhan ve zımnen ve işareten binler defa o meselelere nazar-ı dikkati celbetmek, değil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hâcet-i zaruriye hükmünde ihsanını tazelendirir. Hem meselâ, 3 4 gibi tehdit âyetlerini Kur'ân gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise, Risale-i Nur'da kat'î ispat edildiği gibi, beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlûkatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anâsırı hiddete getirip tufanlarla o zâlimleri tokatlıyor. 5 âyetinin sarahatiyle, o zâlim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil, belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirâne tecavüzünün dehşetine karşı, Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle, fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlarla tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar. Evet, hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla Lâ ilâhe illâllah cümlesini bin defa tekrar ile o değişen perdelerin herbirisine Lâ ilâhe illâllah'ı lâmba yaptığı gibi, öyle de, o kesretli, geçici perdeleri ve o tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in'ikâs eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahit olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelînin şiddetli ve inatlarını kıran tehditlerini, Kur'ân'ı okumakla takdir etmek ve nefsinin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur'ân gayet mânidar tekrar eder. Ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kur'âniyeyi hakikatsız tevehhüm etmekten, şeytan bile kaçar. Onları dinlemeyen münkirlere Cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir. Hem meselâ, Asâ-yı Mûsâ gibi çok hikmetleri ve faydaları bulunan kıssa-i Mûsâ'nın (a.s.) ve sair enbiyanın (a.s.) kıssalarını çok tekrarında, risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) hakkaniyetine bütün enbiyanın nübüvvetlerini bir hüccet gösterip, "Onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risaletini hakikat noktasında inkâr edemez" hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, herbir uzun ve mutavassıt sûreyi birer küçük Kur'ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-ı imaniye gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki mukteza-yı belâgattır ve hâdise-i Muhammediye (a.s.m.), bütün benî Âdemin en büyük hadisesi ve kâinatın en azametli meselesi olduğunu ders vermektir. Evet, Kur'ân'da Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla Lâ ilâhe illâllah rüknüne denk tutulan Muhammedun Resulullah risalet-i Muhammediye (a.s.m.) kâinatın en büyük hakikati ve zat-ı Ahmediye (a.s.m.) bütün mahlûkatın en eşrefi ve hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) tabir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatine dair pekçok hüccetleri ve emareleri, kat'î bir surette Risale-i Nur'da ispat edilmiş. Binden birisi şudur ki: Es-sebebu ke'l-fâil düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nurla nurlandırması, değil yalnız cin ve insi ve meleği ve zîhayatları, belki kâinatı ve semavatı ve arzı minnettar eylemesi ve istidat lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanâtın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle, milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan sulehâ-yı ümmeti hergün o zâta (a.s.m.) salât ve selâm ile rahmet duaları ve mânevî kazançlarını en evvel o zâta (a.s.m.) bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur'ân'ın üç yüzbin hurufunun herbirisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden, yalnız kıraat-i Kur'ân cihetiyle defter-i a'mâline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o zâtın (a.s.m.) şahsiyet-i mâneviyesi olan hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) istikbâlde bir şecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacağını Allâmü'l-Guyûb bilmiş ve görmüş ve o makama göre Kur'ân'ında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyyesine ittibâ ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır. İşte Kur'ân'ın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mucize-i mâneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder-meğer maddiyyunluk tâunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına müptelâ ola! 6 kaidesine dahil olur.
  8. OTUZ BiRiNCi SÖZ ÜÇÜNCÜ NOKTA Mucize, dâvâ-yı nübüvvetin ispatı için, münkirleri ikna etmek içindir, icbar için değildir. Öyleyse, dâvâ-yı nübüvveti işitenler için, ikna edecek bir derecede mucize göstermek lâzımdır. Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine münâfi olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünkü, akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak, sırr-ı teklif iktiza ediyor. Eğer Fâtır-ı Hakîm, inşikak-ı kameri, filozofların hevesatına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksaydı ve beşerin umum tarihlerine geçseydi, o vakit sair hâdisât-ı semâviye gibi, ya dâvâ-yı nübüvvete delil olmazdı, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) hususiyeti kalmazdı; veyahut bedâhet derecesinde öyle bir mucize olacaktı ki, aklı icbar edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek; Ebu Cehil gibi kömür ruhlu, Ebu Bekr-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zayi olacaktı. İşte bu sır içindir ki, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilâf-ı metâli, sis ve bulut gibi sair mevânii perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi. RiSALE-i NUR BEDiÜZZAMAN
  9. DOKUZUNCU SÖZ 1 EY BİRADER! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz. Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâp başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin aynası ve o tasarruf içinde ihsânât-ı külliye-i İlâhiyenin birer mâkesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelâle o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir. Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için, Beş Nükteyi nefsimle beraber dinlemek lâzım. BİRİNCİ NÜKTE Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani, celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek; hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek; hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdü lillâh deyip şükretmektir. Demek, tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını tekid ve takviye için, şu kelimât-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir; namazın mânâsı şu mücmel hülâsalarla tekid edilir. İKİNCİ NÜKTE İbadetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. -------------------------------------------------------------------------------- Dokuzuncu Söz - s.16 Yani, Rububiyetin saltanatı, nasıl ki ubudiyeti ve itaati ister. Rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki, abd, kendi kusurunu görüp, istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı batılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarra olduğunu, tesbih ile, Sübhanallah ile ilân etsin. Hem de Rububiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona iltica ve tevekkül etsin. Hem Rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki, abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyâcâtını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbinin ihsan ve in'âmâtını şükür ve senâ ile ve Elhamdü lillâh ile ilân etsin. Demek, namazın ef'âl ve akvâli bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlâhîden vaz edilmişler. ÜÇÜNCÜ NÜKTE Nasıl ki insan şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fâtiha-i Şerife şu Kur'ân-ı Azîmüşşânın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi, bütün ibâdâtın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir. DÖRDÜNCÜ NÜKTE Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar. Meselâ, fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semavat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder. Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyuzât-ı nimeti hatırlatır. Asr zamanı ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem Âhirzaman Peygamberinin (aleyhissalâtü vesselâm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve in'âmât-ı Rahmâniyeyi ihtar eder. Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pek çok mahlûkatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet iptidasındaki harabiyetini ihtar ile tecelliyât-ı celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder. İşâ vakti ise, âlem-i zulümat nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeniyle setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefat etmiş insanın bakıye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dar-i imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhâr-ı Zülcelâlin celâlli tasarrufâtını ilân eder. Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı ifham ile, ruh-u beşer rahmet-i Rahmâna ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder ve bütün bu inkılâbat içinde Cenâb-ı Mün'im-i Hakikînin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile, ne derece hamd ve senâya müstehak olduğunu ilân eder. İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar makul ve lâzım ve kat'i ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kat'iyettedir. Demek, bu beş vaktin herbiri bir mühim inkılâp başı olduğu ve büyük inkılâpları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle, hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mucizâtını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır. Demek asıl vazife-i fıtrat ve esas-ı ubudiyet ve kat'i borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve enseptir. BEŞİNCİ NÜKTE İnsan fıtraten gayet zayıftır. Halbuki herşey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir. Halbuki belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyâcâtı pek ziyadedir. Hem tenbel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksatlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır. -------------------------------------------------------------------------------- Dokuzuncu Söz - s.17 İşte, bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin dergâhına niyazla, namazla müracaat edip arzıhal etmek, tevfik ve medet istemek ne kadar elzem; ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinat olduğu bedâheten anlaşılır. Ve zuhr zamanında-ki o zaman gündüzün kemâli ve zevale meyli ve yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü ve meşâğilin tazyikinden muvakkat bir istirahat zamanı ve fâni dünyanın bekasız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti ve in'âmât-ı İlâhiyenin tezahür ettiği bir andır-ruh-u beşer o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o mânâsız ve bekasız şeylerden çıkıp, Kayyûm-u Bâkî olan Mün'im-i Hakikînin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiâne etmek ve celâl ve azametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve kemâl-i bîzevâline ve cemâl-i bîmisâline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmek demek olan zuhr namazını kılmak ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasip olduğunu anlamayan insan, insan değil... Asr vaktinde ki, o vakit hem güz mevsim-i hazinanesini ve ihtiyarlık halet-i mahzunânesini ve âhir zaman mevsim-i elîmânesini andırır ve hatırlattırır. Hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niam-ı İlâhiyenin bir yekûn-u azîm teşkil ettiği zamanı, hem o koca güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve herşey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamanıdır. Şimdi, ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-u insan, kalkıp, abdest alıp, şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm-i Bâkî ve Kayyûm-u Sermedînin dergâh-ı Samedâniyesine arz-ı münacat ederek, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip, hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek, izzet-i Rububiyetine karşı zelilâne rükûa gidip, sermediyet-i Ulûhiyetine karşı mahviyetkârâne secde ederek, hakikî bir teselli, bir rahat-ı ruh bulup huzur-u kibriyâsında kemerbeste-i ubudiyet olmak demek olan asr namazını kılmak ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münasip bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-u fıtrat eda etmek, belki gayet hoş bir saadet elde etmek olduğunu, insan olan anlar. Mağrib vaktinde ki, o zaman hem kışın başlamasından yaz ve güz âleminin nazenin ve güzel mahlûkatının veda-yı hazinânesi içinde gurub etmesinin zamanını andırır. Hem insanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firâk-ı elîmâne içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır. Hem dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatıyla, bütün sekenesi başka âlemlere göçmesi ve bu dar-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır ve zevalde gurub eden mahbuplara perestiş edenleri şiddetle ikaz eder bir zamandır. İşte, akşam namazı için, böyle bir vakitte, fıtraten bir cemâl-i bâkîye âyine-i müştak olan ruh-u beşer, şu azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâkî-i Lâyezâlin Arş-ı Azametine yüzünü çevirip, bu fânilerin üstünde Allahu ekber deyip, onlardan ellerini çekip, hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp, Dâim-i Bâkînin huzurunda kıyam edip Elhamdü lillâh demekle kusursuz kemâline, misilsiz cemâline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü senâ edip; 2 demekle muinsiz Rububiyetine, şeriksiz Ulûhiyetine, vezirsiz Saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiâne etmek; hem nihâyetsiz kibriyâsına, hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber zaaf ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmekledeyip, Rabb-i Azîmini tesbih edip; hem zevalsiz cemâl-i Zatına, tağayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemâl-i sermediyetine karşı secde edip, hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsivâ ile muhabbet ve ubudiyetini ilân edip, hem bütün fânilere bedel bir Cemîl-i Bâkî, bir Rahîm-i Sermedî bulupdemekle zevalden münezzeh, kusurdan müberrâ Rabb-i Âlâsını takdis etmek; sonra teşehhüd edip, oturup, bütün mahlûkatın tahiyyât-ı mübarekelerini ve salâvât-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemîl-i Lemyezel ve Celîl-i Lâyezâle hediye edip ve Resul-i Ekremine selâm etmekle biatını tecdid ve evamirine itaatini izhar edip ve imanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşahede edip Sâni-i Zülcelâlin vahdaniyetine şehadet etmek; hem saltanat-ı Rububiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazını kılmak ne kadar latîf, nazif bir vazife, ne kadar aziz, leziz bir hizmet, ne kadar hoş ve güzel bir ubudiyet, ne kadar ciddî bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bâkiyâne bir sohbet ve dâimâne bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir İşâ vaktinde ki, o vakit gündüzün ufukta kalan bakıye-i âsârı dahi kaybolup gece âlemi kâinatı kaplar. Mukallibü'l-Leyli ve'n-Nehâr olan Kadîr-i Zülcelâlin o beyaz sayfayı bu siyah sayfaya çevirmesindeki tasarrufât-ı Rabbâniyesiyle, yazın müzeyyen yeşil sayfasını kışın bârid beyaz sayfasına çevirmesindeki Musahhıru'ş-Şemsi ve'l-Kamer olan Hakîm-i Zülkemâlin icraat-ı İlâhiyesini hatırlatır. Hem mürur-u zamanla ehl-i kuburun bakıye-i âsârı dahi şu dünyadan kesilmesiyle bütün bütün başka âleme geçmesindeki Hâlık-ı Mevt ve Hayatın şuûnât-ı İlâhiyesini andırır. Hem dar ve fâni ve hakir dünyanın tamamen harap olup, azîm sekerâtıyla vefat edip, geniş ve bâki ve azametli âlem-i âhiretin inkişafında Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın tasarrufât-ı celâliyesini ve tecelliyât-ı cemâliyesini andırır, hatırlattırır bir zamandır. Hem şu kâinatın Mâlik ve Mutasarrıf-ı Hakikîsi, Mâbud ve Mahbûb-u Hakikîsi o Zat olabilir ki, gece-gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitabın sayfaları gibi suhuletle çevirir, yazar, bozar, değiştirir, bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlak olduğunu ispat eden bir vaziyettir. İşte, nihayetsiz âciz, zayıf, hem nihayetsiz fakir, muhtaç, hem nihayetsiz bir istikbal zulümâtına dalmakta, hem nihayetsiz hâdisât içinde çalkanmakta olan ruh-u beşer, yatsı namazını kılmak için şu mânâdaki işâda, İbrahimvâri 1 deyip, Mâbûd-u Lemyezel, Mahbûb-u Lâyezâlin dergâhına namazla iltica edip ve şu fâni âlemde ve fâni ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbalde bir Bâkî-i Sermedî ile münâcât edip, bir parçacık bir sohbet-i bakiye, birkaç dakikacık bir ömr-ü bâki içinde dünyasına nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak, mevcudâtın ve ahbabının firak ve zevalinden neş'et eden yaralarına merhem sürecek olan Rahmân-ı Rahîmin iltifat-ı rahmetini ve nur-u hidayetini görüp istemek; hem muvakkaten onu unutan ve gizlenen dünyayı o dahi unutup, dertlerini kalbin ağlamasıyla dergâh-ı rahmette döküp; hem ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel son vazife-i ubudiyetini yapıp, yevmiye defter-i amelini hüsn-ü hâtime ile bağlamak için salâta kıyam etmek, yani bütün fâni sevdiklerine bedel bir Mâbud ve Mahbûb-u Bâkînin ve bütün dilencilik ettiği âcizlere bedel bir Kadîr-i Kerîmin ve bütün titrediği muzırların şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîmin huzuruna çıkmak; hem Fâtiha ile başlamak, yani birşeye yaramayan ve yerinde olmayan, nâkıs, fakir mahlûkları medih ve minnettarlığa bedel, bir Kâmil-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Rahîm, Kerîm olan Rabbü'l-Âlemîni medh ü senâ etmek, hemhitabına terakki etmek, yani küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, Ezel ve Ebed Sultanı olan Mâlik-i Yevmiddîne intisabıyla şu kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip,demekle bütün mahlûkat namına, kâinatın cemaat-i kübrâsı ve cemiyet-i uzmâsındaki ibâdât ve istiânâtı Ona takdim etmek; hem 2 demekle, istikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden nuranî yolu olan sırat-ı müstakime hidayeti istemek; hem şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, huşyar yıldızlar, birer nefer misilli emrine musahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lâmbası ve hizmetkârı olan Zat-ı Zülcelâlin kibriyâsını düşünüp, Allahu ekber deyip rukûa varmak; hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti nefer gibi vazife-i ubudiyet-i dünyeviyesinden emr-i kün feyekûn ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevalde gurub seccadesinde Allahu ekber deyip secde ettikleri, hem emr-i kün feyekûn'dan gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları -------------------------------------------------------------------------------- Dokuzuncu Söz - s.19 gibi, şu insancık, onlara iktidaen, o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde Allahu ekber deyip sücuda gitmek, yani bir nevi miraca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubudiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın. Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılâb-ı azîmin işârâtı ve icraat-ı cesîme-i Rabbâniyenin emârâtı ve in'âmât-ı külliye-i İlâhiyenin alâmâtı olduklarından, borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi nihayet hikmettir RiSALE-i NUR KÜLLiYATINDAN SÖZLER 9.SÖZ BEDiÜZZAMAN SAiD NURSi
  10. esselam aleykum evet ehli-beyt sevgisi habibullah'In bizlerden istegi basImIz üzre muharrem 10.günü oruç evet mevla kabül eylesin iNSALLAH ancak gardas ittifak ettigimiz hususlarda konusal1m keza sünniler terk etti demiyelim çünkü o taktirde kars1l1kl1 tenkitler baslar keza ehlibeyt sevgisini kendine ölçü alan gardaslar1mla bu tarz bir diyaloga girmek istemem vesselam
  11. ahrar şurada cevap verdi: kursatotcu başlık Din Felsefesi
    DİNE KARŞI DİN // [Dr. Ali ŞERİATİ] anlatmak tarafından Per, 02/02/2006 - 08:30 tarihinde gönderildi. "Tarih boyunca her zaman din ile din çarpışmıştır, yoksa hiçbir zaman bugün anladığımız anlamıyla din ile dinsizlik savaşı görülmemiştir." Şirk, başka bir nesneye tapmak ve dolayısı ile allah’a isyan etmek, aynı zamanda hokkabaz ve yalancıların, zulmün ve cehilin bir araya gelişi ile halkın “putlar”a tapmasını sağlamak demektir. işte bu, tağut’a tapmaktır. kâinat’ı yaratan yüce allah’a teslim olmak yerine, “kendi yonttuklarına” (ma tenhitûn) teslim olmak demektir. bu “ma tenhitûn”, allah’tan gayrı her nesne olabilir, lât ve uzza olabilir, kan olabilir, soy olabilir, her ne olursa olsun, bunlar allah karşısında tağuti’dir. Tevhid dini’nin diğer bir özelliği de o’nun devrimci ve hamleci özelliğidir. şirk dininin genel anlamı karşısında bu özellik de onun belirleyici bir özelliğidir. Devrimci oluş ne demektir? devrimci din, bu dine inanan ve bu dinin öğreti okulunda eğitilen bireye; kendi hayatına, kendi hayatının bütün alan ve yönlerine karşı eleştirici bir görüş kazandırır. batıl’ı kaldırma ve hakk’ı yerine getirme ödev ve sorumluluğunu yükler. yoksa, olan bitene, ne olursa olsun dînî bir yorum ve dayanak bulup da bunlarla ilgisiz kalmaz. bütün peygamberlerin nasıl zuhur ettiğine bakınız. bunların ilk zuhur ettikleri sıralar, en saf, arı ve berrak oldukları zamandır. işte bu sıralarda bütün bu tevhidi dinler habaset ve zulme karşı çıkış gösterirler. allah’a, yaratıcı’ya ubudiyete, o’nu tanrı bilmeye, ilâhi kanunların tecellisi demek olan varlık kanunlarına çağırırlarken, şirk dini karşısında bir isyanın (tuğyanın) ifadesi olurlar." Bütün dinlere bakınız, inceleyiniz. Musa (a.s), zamanın üç simgesine mi karşı çıkıyor? Karun, zamının en büyük sermayedarı, servet sahibi idi. Bel’am-i Ba’ur, zamanın şirk dininin en büyük din adamı idi. Fir’avun da zamanın en büyük siyasi gücünün simgesi idi. Yoksa statüko’ya mı karşı çıkıyor? Statüko ne idi? Sebti azınlığın “Kıbtî” adı verilen başka bir ırk karşısında esaret ve zillet içinde oluşu. Bu sebeple, Kıbtî ırkının Sebtî’ye üstün sayılması şeklinde beliren ırk ayrımı görüşüne karşı çıkıldı, bir ırkın diğer ırka tahakkümü şeklinde belirlenen toplumsal duruma karış çıkıldı, bir ırkın esaretine karşı kondu. Bir “ideal”, bunun yerine getirildi. Hayat ve toplum için belirli bir hedef gösterildi:Esir bir kavmin kurtuluşu, onların vaad edilen yöreye iletilmesi, göçlerinin sağlanması. Böylece, Tağut’a tapmanın bertaraf edildiği, ayrım ve ayrıcalıklara dayanak kalktığı, toplumsal birliği ve insanlık birliğini gösteren Tevhid Dini’nin bunun yerine geçtiği, inançlara ve bir toplumsal okulun ilkelerine uygun olarak oluşan bir toplum meytara getirilme hedefine yönelindi. Şirk dininin hedefi her zaman şu olmuştur: metafizik inançlar aracılığı ile, tanrı veya tanrılara inanç aracılığı ile, ahiret hayatına inanç ve saptırılmış inanç aracılığı ile, mukaddesata inanç ve saptırılmış inanç aracılığı ile, gâybi güçlere inancın saptırılması ve bütün dînî inançların saptırılması sayesinde, statükoyu meşru göstermek ve ona gerekçe hazırlamak. böylece şirk dini, din adına şunu yapmak ister: halk, olup bitenin, toplumsal durumun zorunlu olduğuna, bunun ilâhî irade gereği olduğuna inanmalıdır. bu yazgıdır, takdirdir! Bugün çoğunlukla kaza ve kaderden anladığımız da muaviye’nin düzüp koştuğu bir yadigârdır. tarih tamamen açık bir şekilde gösteriyor ki, “kader”i bir “cebr”* şeklinde anlamak, beni ümeyye’nin ortaya attığı bir inançtır. onlar “cebr” inancını ortaya sürmekle, müslümanları her türlü sorumluluktan, girişimden, eleştiriden alıkoydular. cebr, olanı ve olacağı kabul anlamına geliyordu. oysa peygamber’in ashabı, her lahzada kendilerini toplumsal sorumluluk altında görürlerdi. "emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker", bugün zihnimizde ancak harc-ı âlem bir anlamda yer tutmaktadır ve “aydınlar” çevresinde bu terimler ağza alınamazlar. oysa bugün batılı aydın buna "insanın sorumluluğu", "sanatçının sorumluluğu", "aydının sorumluluğu" adını vermektedir. Bugünün dünyasında, felsefede, sanatta, edebiyatta, sorumluluktan bunca söz edilişinin anlamı nedir? işte bu “emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker” demektir. fakat, biz bu ödevleri öyle bir biçime sokmuş ve onları öyle bir biçimde yerine getirmekteyiz ki, gerçekte bu ödevleri yadsıyoruz demeye gelmektedir. Şirk dini; varlığını tarihte iki biçimde sürdürdü. bir şekli, söylediğimiz gibi, statükoya gerekçe bulmak ve onu meşrulaştırmaktır, görevi budur. statükoya gerekçe düzmek ne demektir? tarih boyunca insan toplumlarının soylu-soysuz, efendi ve köle, yoksun ve kazanç sağlayan, hâkim ve mahkûm, esir ve köle, soylu ve servet sahibi zümresi ile yoksul zümreler, başka milletlere üstün milletler, ayrıcalıklı ve üst sınıflar gibi bölünmelere uğramıştır. üstün soylar gibi ayrım ve ayrıcalıklar, şirk dininin inançları ile desteklenir. bu inançları doğuran etken de, bir zümrenin refah içinde olmasına karşın diğerinin mahrum kalması, bu duruma bir kılıf, gerekçe hazırlanmasıdır. bu durum, tevhid dini inançlarının tam karşıtıdır. tevhid dini, bu durumu yok eden bir inanç getirir. Bir topluluk bir diğerini zorbalıkla yoksun kılabilir ve kendileri için hukuki, iktisadi ve toplumsal ayrıcalıklar kabul ettirebilir. ancak, bu durumun sürdürülmesi kolay değildir. tarih boyunca zorbalar, kaynakların başını tutuyorlar ve çoğunluğu yoksun bırakıyorlardı. fakat sürekli zorbalıkla durumun sürdürülmesi de mümkün değildir. işte şirk dini bu görevi üstlenmiştir. görevi, yoksun bırakılan insanların baş eğmesini ve durumun tanrı iradesi olduğuna inanmalarını sağlamaktır, böylece insanlar şuna inanacaktır: “Ben, aşağı bir tabaka mensubu isem, aşağılanıyorsam, aşağılık olduğum içindir. Üstelik, yalnızca ben kendim değil, benil ilahım, tanrım, beni yaratan da o diğer ırkın tanrısından aşağıdadır.” Şu halde, durum böyle olduğuna ve şirk dini, ırk ve sınıf ayrımını güçlendirdiğine göre statüko da değişmez, her zaman böyle olmuştur, sürekli böyle kalacaktır. bu sebepledir ki, tarih boyunca şirk dini’nin koruyucuları ve bekçileri olan sınıf, şirk dini’ni düzüp koşan ve ortaya atanlardır ve bunlar da toplum içinde yüksek sınıflar arasında yerlerini almışlardır. zaman olmuştur ki, bu zümre hakim sınıflar içinde en üstün, en güçlü, en varlıklısı olmuştur. "Tarih boyunca her zaman din ile din çarpışmıştır, yoksa hiçbir zaman bugün anladığımız anlamıyla din ile dinsizlik savaşı görülmemiştir." Şirk, başka bir nesneye tapmak ve dolayısı ile allah’a isyan etmek, aynı zamanda hokkabaz ve yalancıların, zulmün ve cehilin bir araya gelişi ile halkın “putlar”a tapmasını sağlamak demektir. işte bu, tağut’a tapmaktır. kâinat’ı yaratan yüce allah’a teslim olmak yerine, “kendi yonttuklarına” (ma tenhitûn) teslim olmak demektir. bu “ma tenhitûn”, allah’tan gayrı her nesne olabilir, lât ve uzza olabilir, kan olabilir, soy olabilir, her ne olursa olsun, bunlar allah karşısında tağuti’dir. Tevhid dini’nin diğer bir özelliği de o’nun devrimci ve hamleci özelliğidir. şirk dininin genel anlamı karşısında bu özellik de onun belirleyici bir özelliğidir. Devrimci oluş ne demektir? devrimci din, bu dine inanan ve bu dinin öğreti okulunda eğitilen bireye; kendi hayatına, kendi hayatının bütün alan ve yönlerine karşı eleştirici bir görüş kazandırır. batıl’ı kaldırma ve hakk’ı yerine getirme ödev ve sorumluluğunu yükler. yoksa, olan bitene, ne olursa olsun dînî bir yorum ve dayanak bulup da bunlarla ilgisiz kalmaz. bütün peygamberlerin nasıl zuhur ettiğine bakınız. bunların ilk zuhur ettikleri sıralar, en saf, arı ve berrak oldukları zamandır. işte bu sıralarda bütün bu tevhidi dinler habaset ve zulme karşı çıkış gösterirler. allah’a, yaratıcı’ya ubudiyete, o’nu tanrı bilmeye, ilâhi kanunların tecellisi demek olan varlık kanunlarına çağırırlarken, şirk dini karşısında bir isyanın (tuğyanın) ifadesi olurlar." Bütün dinlere bakınız, inceleyiniz. Musa (a.s), zamanın üç simgesine mi karşı çıkıyor? Karun, zamının en büyük sermayedarı, servet sahibi idi. Bel’am-i Ba’ur, zamanın şirk dininin en büyük din adamı idi. Fir’avun da zamanın en büyük siyasi gücünün simgesi idi. Yoksa statüko’ya mı karşı çıkıyor? Statüko ne idi? Sebti azınlığın “Kıbtî” adı verilen başka bir ırk karşısında esaret ve zillet içinde oluşu. Bu sebeple, Kıbtî ırkının Sebtî’ye üstün sayılması şeklinde beliren ırk ayrımı görüşüne karşı çıkıldı, bir ırkın diğer ırka tahakkümü şeklinde belirlenen toplumsal duruma karış çıkıldı, bir ırkın esaretine karşı kondu. Bir “ideal”, bunun yerine getirildi. Hayat ve toplum için belirli bir hedef gösterildi:Esir bir kavmin kurtuluşu, onların vaad edilen yöreye iletilmesi, göçlerinin sağlanması. Böylece, Tağut’a tapmanın bertaraf edildiği, ayrım ve ayrıcalıklara dayanak kalktığı, toplumsal birliği ve insanlık birliğini gösteren Tevhid Dini’nin bunun yerine geçtiği, inançlara ve bir toplumsal okulun ilkelerine uygun olarak oluşan bir toplum meytara getirilme hedefine yönelindi. Şirk dininin hedefi her zaman şu olmuştur: metafizik inançlar aracılığı ile, tanrı veya tanrılara inanç aracılığı ile, ahiret hayatına inanç ve saptırılmış inanç aracılığı ile, mukaddesata inanç ve saptırılmış inanç aracılığı ile, gâybi güçlere inancın saptırılması ve bütün dînî inançların saptırılması sayesinde, statükoyu meşru göstermek ve ona gerekçe hazırlamak. böylece şirk dini, din adına şunu yapmak ister: halk, olup bitenin, toplumsal durumun zorunlu olduğuna, bunun ilâhî irade gereği olduğuna inanmalıdır. bu yazgıdır, takdirdir! Bugün çoğunlukla kaza ve kaderden anladığımız da muaviye’nin düzüp koştuğu bir yadigârdır. tarih tamamen açık bir şekilde gösteriyor ki, “kader”i bir “cebr”* şeklinde anlamak, beni ümeyye’nin ortaya attığı bir inançtır. onlar “cebr” inancını ortaya sürmekle, müslümanları her türlü sorumluluktan, girişimden, eleştiriden alıkoydular. cebr, olanı ve olacağı kabul anlamına geliyordu. oysa peygamber’in ashabı, her lahzada kendilerini toplumsal sorumluluk altında görürlerdi. "emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker", bugün zihnimizde ancak harc-ı âlem bir anlamda yer tutmaktadır ve “aydınlar” çevresinde bu terimler ağza alınamazlar. oysa bugün batılı aydın buna "insanın sorumluluğu", "sanatçının sorumluluğu", "aydının sorumluluğu" adını vermektedir. Bugünün dünyasında, felsefede, sanatta, edebiyatta, sorumluluktan bunca söz edilişinin anlamı nedir? işte bu “emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker” demektir. fakat, biz bu ödevleri öyle bir biçime sokmuş ve onları öyle bir biçimde yerine getirmekteyiz ki, gerçekte bu ödevleri yadsıyoruz demeye gelmektedir. Şirk dini; varlığını tarihte iki biçimde sürdürdü. bir şekli, söylediğimiz gibi, statükoya gerekçe bulmak ve onu meşrulaştırmaktır, görevi budur. statükoya gerekçe düzmek ne demektir? tarih boyunca insan toplumlarının soylu-soysuz, efendi ve köle, yoksun ve kazanç sağlayan, hâkim ve mahkûm, esir ve köle, soylu ve servet sahibi zümresi ile yoksul zümreler, başka milletlere üstün milletler, ayrıcalıklı ve üst sınıflar gibi bölünmelere uğramıştır. üstün soylar gibi ayrım ve ayrıcalıklar, şirk dininin inançları ile desteklenir. bu inançları doğuran etken de, bir zümrenin refah içinde olmasına karşın diğerinin mahrum kalması, bu duruma bir kılıf, gerekçe hazırlanmasıdır. bu durum, tevhid dini inançlarının tam karşıtıdır. tevhid dini, bu durumu yok eden bir inanç getirir. Bir topluluk bir diğerini zorbalıkla yoksun kılabilir ve kendileri için hukuki, iktisadi ve toplumsal ayrıcalıklar kabul ettirebilir. ancak, bu durumun sürdürülmesi kolay değildir. tarih boyunca zorbalar, kaynakların başını tutuyorlar ve çoğunluğu yoksun bırakıyorlardı. fakat sürekli zorbalıkla durumun sürdürülmesi de mümkün değildir. işte şirk dini bu görevi üstlenmiştir. görevi, yoksun bırakılan insanların baş eğmesini ve durumun tanrı iradesi olduğuna inanmalarını sağlamaktır, böylece insanlar şuna inanacaktır: “Ben, aşağı bir tabaka mensubu isem, aşağılanıyorsam, aşağılık olduğum içindir. Üstelik, yalnızca ben kendim değil, benil ilahım, tanrım, beni yaratan da o diğer ırkın tanrısından aşağıdadır.” Şu halde, durum böyle olduğuna ve şirk dini, ırk ve sınıf ayrımını güçlendirdiğine göre statüko da değişmez, her zaman böyle olmuştur, sürekli böyle kalacaktır. bu sebepledir ki, tarih boyunca şirk dini’nin koruyucuları ve bekçileri olan sınıf, şirk dini’ni düzüp koşan ve ortaya atanlardır ve bunlar da toplum içinde yüksek sınıflar arasında yerlerini almışlardır. zaman olmuştur ki, bu zümre hakim sınıflar içinde en üstün, en güçlü, en varlıklısı olmuştur. sayfa 23-27 ------------ Şu halde, on dokuzuncu yüzyılda söylenmiş olan şu söz doğrudur: “din, halk kitlelerinin afyonudur.” böylece halk, ahiret ümidi ile dünyadaki mutsuzluk ve yoksulluğuna katlanır. toplumda her ne olursa olsun ilahi irade ile olduğuna ve statükoyu değiştirmek, halkın durumunu iyileştirmek için çalışmanın, tanrının iradesine karşı çıkmak demek olduğuna inanç, halkın afyonu demektir. yine on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl bilginlerinin şu sözü de doğrudur: “din; halkın mevhum, boş, kuruntudan ileri gelen korkusunun ürünüdür.” şu söz de: “din, feodal dönemin ayrıcalıklarının ve ayrımcılığının, servet sahipliği veyoksulluk biçiminde beliren iktisadi ilişkilerinin ürünüdür.” Fakat, bu hangi dindir? bu, bir şimşeğin parlayıp söndüğü anlar gibi anlar dışında, tarihte seyri izlenen şirk dinidir. şirk dini, kutsal ve tevhid dinine ilişkin adlara da bürünebilir, fakat durum değişmez. Tevhid dini, cihat ve kur’an adına, şirk dini mensupları, kur’an-ı kerim’i mızrağa da geçirebilirler. Kur’an-ı kerim’i mızrağın ucuna takan kimse; lat ve uzza adına islâm peygamberi’ne karşı koyan kureyş değildir. artık o, bu dönemde şirki eski biçimi ile koruyamaz. içten gelir, dıştan değil ve sonra kur’an-ı kerim’i mızrapa geçirir, ali ile savaşır, yani allah ve muhammed ile savaşır. artık şirk dini, cihada ve hacca giden bir halifesi bulunan “hilâfet” biçimine bürünür. Şirk dini; yorumlayan, kılıf uyduran ve yasallaştıran, uyuşturan, duraklatan, sınırlayan, halkın yaşayış tarzına ilgisiz kalan din demektir. tarih boyunca da insan toplumlarına musallat olmuştur. demek ki, “din korku ürünüdür, uyuşturucudur, sınırlayıcıdır, feodal dönemin ürünüdür.” diyenler, doğru söylemişlerdir. çünkü onlar, tarihe bakarak bu sonuca varmakta idiler. fakat onlar, aynı zamanda dinin ne olduğunu, gerçek dini, tanımayan, bilmeyen kimselerdir. din bilgini olmadıkları gibi, tarih bilgini de değillerdir. bu sebeple de, bu şekilde tarihi gözden geçiren herkes, ister şirk adına, ister tevhid adı altında, şirk dininin bekçiliğini yapan kişilerin arasında fark olmadığını görecektir. Ben, ibrahimî dinlerde olsun, şirk dinlerinde olsun, tanrı anlamına gelen isim ve sıfatları karşılaştırdım ve şu sonuca vardım: şirk dininin halkın bilgisizlik ve korkusunun ürünü olduğu yargısı doğrudur. niçin? çünkü müşrik din adamları, diğer bir deyişle şirk dininin temsilcileri; halkın uyanmasından, okur-yazar olmasından, bilgin ve bilgili olmasından çekinirler. bilgiyi kendi tekellerinde tutmak isterler. niçin? çünkü bilimin ilerlemesi ölçüsünde, bu ilerleme ile oranlı olarak, şirk dini de ortadan kalkar. şirk dininin koruyucusu cehalettir. halkın uyanışı, halkta eleştirme ve itiraz etme yeteneği, adalet istenmesi, şirk dinini sarsar. niçin? çünkü o din, tarih boyunca statükoyu korumuş, statükoyu feodal dönemden önce de, feodal dönem sırasında da, feodal dönemden sonra da, batı’da olsun, doğu’da olsun, insanlık tarihi boyunca korumuş ve savunmuştur. şirk dininin tanrılarının adları; heybet, vahşet, cebbariyet gibi özellikler taşır ve “istibdad” çerçevesindeki özel anlamları ile anlamlandırılırlar. buna karşılık ibrahimî dinlerin çok eski, hatta iki-üç bin yıllık terimlerine bakarsak, önce aşk ve güzellik (cemal), tek bir celal ve cemal’e tapınma özelliğini, sonra da yönetime ilişkin sıfatları, rabb oluş özelliklerini görürüz. şu halde, tarihte mevcut olan ve yönetici durumda bulunan dinler, bilgisizliğin, halkın doğal güçlerden korkusunun ürünüdür. buna karşılık ibrahimî dinler, sevginin, insanın bir hedefe olan ihtiyacının, bir evrensel yönetime olan eğiliminin ve gerçek ve mutlak anlamı ile bir tekâmüle olan yönelişinin belirtisidir ve bu ihtiyaçlara cevap vermektedir." sayfa 29-32 ------------------------- Sözüm şudur: batı’da aydınların ve özgürlük savaşçılarının yüklendikleri görev, kilise ve ortaçağ dini ile mücadele etmek idi. avrupa’yı bin yıllık bir duraklamadan sonra bu sapmış dinden ve dînî sapıklıktan, diğer bir deyişle şirkten ve tağut’a tapıcılıktan kurtarmak istiyorlardı. şirk bu kez isa giysisine bürünmüş bulunuyordu ve bunların vesilesi ile şirk ile savaşıldı. bu savaşanların görevi de peygamberlerin tarih boyunca yüklenmiş oldukları görev gibi idi (tabiatıyla, onların vardıkları sonuçların tümüyle doğru olduğunu söylemek istemiyorum. Peygamberler de her zaman taşlaşmış ve sapık din anlayışı ile, insanlığa, halka karşı olan din ile, şirk ile, tağut’a tapıcılık dini ile savaştılar. putları ve şirk dininin bütün alâmetlerini ortadan kaldırmakla, kılıf uydurucu ve uyuşturucu dini de yok ediyorlardı. bu da gelecekte ve dün, tarih boyunca, hak dini’ni izleyen bütün insanların görevidir. Şirk dininin tarih boyunca hüküm sürdüğünü, peygamberlerin tarih dinine –şirk dinine- karşı bir devrim başlattığını söylerken, bizim de bugüne kadar “mele’ ve mütrefin” elinde kalan insanlık tarihi sürecini, tarihin akışını değiştirme konusunda ödevli ve yükümlü olduğumuzu belirtirken, görevimizin bir tür gericiliği gerçekleştirmek olmadığı, maziye dönüş ile bulunmadığı açıktır. Görevimiz Hak peygamberlerinin devrimini sürdürmektir. Bu peygamberler halkın bağrından koptular, yetiştiler. “Ümmi peygamberler”, yani “ümmeti peygamberler”, diğer bir deyişle “mele ve mütrefin”e bağımlı olan peygamberlerin karşısında olan peygamberler, işte bu hak peygamberlerdir. Bu peygamberlerin karşı çıktığı peygamberler ise; ya prenslere, ya feodalite dönemi toprak sahiplerine, köy ağalarına bağlanıyorlar, bir taraftan veya iki taraftan prens veya toprak ağaları soyundan geliyorlardı. Dinde –nitekim bizim de anlamadığımız gibi- batılı aydınların anlamadığı nokta şudur: onlar, tarihî din veya diğer adı ile şirk dini hakkında doğru bir yargıya vardılar. soylu ve nüfuz sahiplerine, soyluluğa, müreffeh ve soyguncu tabakaya bağlı din hakkında verdikleri yargı doğru idi. ancak, daha sonra yanlış bir sonuca vardılar ve vardıkları doğru yargıyı en genel anlamı ile “din”i kapsayacak şekilde genelleştirdiler. işte bu yanlıştır. tarih açısından “din” yoktur, “dinler” vardır. nitekim, gurvitch de böyle söyler: genel anlamda bir toplum yoktur, toplumlar vardır. Şu halde her toplum için bir yargıya varırken ayrıca bir inceleme yapmak gerekir. tarihte de iki türlü din anlayışı var olmuştur, iki “saf”ın, iki karşıt topluluğun var olmasına uygun bir şekilde, din anlayışı da ikidir. saflardan birisi zalimin safıdır, halkın ilerlemesine, hürriyetine, gerçeğe, adalete, ileriye ve uygarlığa düşman olan saf. bu saf, kendi sapkın içgüdülerini ve ihtiraslarını tatmin edebilmek için, halka tahakküm edebilmek ve halkı yoksun bırakabilmek için, belirli bir din anlayışına sahip olmuştur, bu da “dinsizlik” değl, belirli bir din olarak görünmüştür. karşı safta ise “hak din” vardır. bu hak din, karşı safı sindirmek ve yenmek için gelmiştir. sayfa 55-56 ------------------------- Aydınlar! Neredesiniz? Batı’dan aktarma yargı verilebilir mi bu konuda? Batılı kendi dini hakkından kolayca mı bir yargıya vardı? Üç yüz yıl boyunca savaştı, uğraştı, okudu, inceledi, ancak bu uğraşmalardan sonra (şirk dini haline sokulmuş-H.H) hristiyanlığın Batı’ının başına nasıl bir bela kesildiğini anladı. Biz ise “tecbüre” ile değil, sadece “tercüme” ile (deneye değil, başkalarının başka şartlar altında yaptıklarıyla deneyin sonuçlarını aktararak-H.H) hemen bir yargıya varıyoruz. Aydın olmak demek, elbette bu demek değildir. ... Ebu zer: “evinde ekmek bulamayanın, toplumdan zorla almaya kalkışmayışına şaşarım” der (çeviriyi yapan hüseyin hatemi’nin notu: metinde ebu zerr’den nakledilen söz şiddetli bir söz olduğundan, hafifçe yumuşatılmıştır. “evinde azık bulamayan kişi nasıl olur da topluma kılıç çekerek karşı çıkmaz, şaşarım.” mealindedir). ben bu sözü –kimin söylediğini bildirmeksizin- batı’da naklettiğimde, bazıları bunun proudhon’un sözü olduğunu sanıyorlardı. “bu ağırlık ve kesinlikte bir söz proudhon’un ne haddine?” diyordum. bazıları da “dostoyevski söylemiştir.” diyordu. dostoyevski, “bir yerde bir adam öldürülmüşse, suça katılmayanların da eline kan bulaşmıştır.” der. bu da bir bakıma doğrudur. fakat ebu zer’in ne dediğine dikkat edin! ebu zer’in bu sözü bir “din”in sözüdür, din adına konuştuğunu iddia eden bir din adamının değil! fransız ihtilâli’nden sonra söylenmiş, çeşitli etkilerin ürünü bir söz de değildir. fransız ihtilâli’nden çok önce, gıfar kabilesinin çevre şartları içinde söylenen bir sözdür. yoksulluğu doğuran, yoksulluğun doğmasına sebep olan kişilere karşı ayaklanılması, aç olan kişinin kendisini sömüren kişiye karşı ayaklanması değil, toplumdan hakkını zorla istemesi belirtiliyor. niçin topluma, herkese karşı? çünkü herkes bu toplumda yaşamaktadır. herkes sömürücü olmasa bile, bu toplumda yaşayan herkes, benim yoksul ve aç olmam dolayısı ile sorumludur… sömürücünün eylemine katılmış demektir (çevirmen hüseyin hatemi’nin notu: metinde, ebu zerr’in yukarıda anılan sözünün şiddetli ve heyecanlı bir yorumu vardır ki, bu heyecana kanunlar elverişli olmayıp “sigortanın atması” ihtimali olduğundan, ifade yumuşatılmıştır)… Bu sözün temsil ettiği dini, insanlığın ve halka karşı bu açıdan bakan bir dini, tarih boyunca yoksulluğun statüko haline getirmeye ve korumaya çalışan din ile aynı saymak ve aynı yargıyı vermek; insafsızlık, cehl-i mutlak, hem gülünecek, hem de ağlanacak bir durum değil midir? sayfa 57-59 DİNE KARŞI DİN Dr. Ali Şeraiti İşaret yayınları 4.baskı/Şubat 1993 Çeviri/Prof. Dr. Hüseyin Hatemi » Yorum göndermek YİRMİ ALTINCI SÖZ Kader Risalesi 1 2 KADER ile cüz-ü ihtiyarî, iki mesele-i mühimmedir. Ona dair Dört Mebhas içinde birkaç sırlarını açmaya çalışacağız. BİRİNCİ MEBHAS Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü'min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." Evet, kader, cüz-ü ihtiyarî, iman ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-ü ihtiyarî, adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imaniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak; ve onlara in'âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-ü ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-ü ihtiyariyeye zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir. Evet, mânen terakkî etmeyen avam içinde, kaderin câ-yı istimâli var. Fakat, o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa, maâsî ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atâlete sebep olsun. Demek, kader meselesi, teklif ve mes'uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş. Cüz-ü ihtiyarî, seyyiâta merci olmak içindir ki, akideye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için değildir. Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mes'uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur. Seyyiat, tahribat nev'inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir, müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibritle bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenâtı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlâhiye; ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevap, dâi ve sebep, ikisi de Haktandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahip olur. Fakat seyyiâtı isteyen nefs-i insaniyedir: ya istidat ile, ya ihtiyar ile. Nasıl ki, beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiâtı, çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden yine Haktır. Demek, sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes'uliyeti o çeker. Hakka ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki, pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam diyemez, "Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icadda bir şerr-i cüz'î ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüz'î için hayr-ı kesiri terk etmek, şerr-i kesir olur. Onun için, o şerr-i cüz'î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki abdin kisbine ve istidadına aittir. Hem nasıl kader-i İlâhî, netice ve meyveler itibarıyla şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de, illet ve sebep itibarıyla dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini bina eder, kaderin ayn-ı adaletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adaleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî, mebde ve müntehâ, asıl ve fer', illet ve neticeler itibarıyla şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir. Eğer denilse: "Madem cüz-ü ihtiyarînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kisbden başka, insanın elinde birşey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanda, -------------------------------------------------------------------------------- Yirmi Altıncı Söz - s.205 Hâlık-ı Semâvat ve Arza karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş; Hâlık-ı Arz ve Semâvat, ondan azîm şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı abd-i mü'mine yardım için kendini ve bütün melâikesini tahşid ediyor, ona azîm bir ehemmiyet veriyor? Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Halbuki, azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye ve ademîye terettüp edebilir. Nasıl ki, bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i ifasıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa'yleri iptal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüp ediyor. Öyle de, küfür ve mâsiyet, adem ve tahrip nev'inden olduğu için, cüz-ü ihtiyarî, bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müthiş netâice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzip ve bütün tecelliyât-ı esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esmâ-i İlâhiye namına, Cenâb-ı Hak kâfirden şedit şikâyet ve dehşetli tehdidat etmek ayn-ı hikmettir ve ebedî azap vermek ayn-ı adalettir. Madem insan küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor; az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için, ehl-i iman, onlara karşı Cenâb-ı Hakkın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünkü, on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhte etse, haylaz bir çocuğun o haneye ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmaya mecbur olması gibi, mü'minlerin de böyle edepsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenâb-ı Hakkın çok inâyâtına muhtaçtırlar. Elhasıl: Eğer kader ve cüz-ü ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemâl-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakka verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var kaderden ve cüz-ü ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü madem nefsini ve herşeyi Cenâb-ı Haktan bilir; o vakit cüz-ü ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhte eder; seyyiâta merciiyeti kabul edip Rabbini takdis eder, daire-i ubudiyette kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudur eden kemâlât ve hasenatla gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz-ü ihtiyarîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-ü ihtiyarîden bahse hakkı yoktur. Çünkü nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet saikasıyla kâinatı esbaba verip Allah'ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir, mes'uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakka verilecek olan cüz-ü ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıt ve mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir. İKİNCİ MEBHAS Ehl-i ilme mahsus,HAŞİYE 1 ince bir tetkik-i ilmîdir. Eğer desen: Kader ile cüz-ü ihtiyarî nasıl tevfik edilebilir? Elcevap: Yedi vecihle. BİRİNCİSİ: Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîmin pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-ü ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez. İKİNCİSİ: Bizzarure, herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder, o ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul... İşte, şu cüz-ü ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez. ÜÇÜNCÜSÜ: Cüz-ü ihtiyarî, kadere münâfi değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünkü, kader, ilm-i İlâhînin bir nev'idir. İlm-i İlâhî, ihtiyarımıza taallûk etmiş. Öyleyse ihtiyarı teyid ediyor, iptal etmiyor. DÖRDÜNCÜSÜ: Kader, ilim nev'indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, malûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misaldir. Öyleyse, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül -------------------------------------------------------------------------------- Yirmi Altıncı Söz - s.206 edip, ona "ezel" deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir. Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o ayna yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O ayna ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o ayna ile yükseğe çıktıkça, o aynanın mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu ayna, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir ayna tarzında olsun. BEŞİNCİSİ: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, "Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek." Öyleyse, denilmesin ki, "Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti." Sual: Niçin denilmesin? Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Yalnız, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyleyse, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mutezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti." ALTINCISI:HAŞİYE 2 Cüz-ü ihtiyarînin üssü'l-esası olan meyelân, Mâtüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyleyse o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. wEmr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyleyse, o anda onu terk edebilir. Kur'ân o anda diyebilir ki, "Şu şerdir, yapma." Evet, eğer abd, hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu. Çünkü ilm-i usul ve hikmette, kaidesince mukarrerdir ki, "Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez." Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz. Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kisb-i insanî, bazan yapmak ve bazan yapmamak, eğer mûcip bir müreccih bulunmazsa, tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usul-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder. Elcevap: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vakidir. İrade bir sıfattır; onun şe'ni böyle bir işi görmektir. Eğer desen: Madem katli halk eden Haktır. Niçin bana kàtil denilir? Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kisbimizdir; kàtil ünvanını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakkın mahlûkudur. Mes'uliyeti işmam eden birşey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.
  12. ahrar şurada cevap verdi: kursatotcu başlık Din Felsefesi
    -------------------------------------------------------------------------------- Bu gelen kısım çok ehemmiyetlidir Son sözün mühim bir parçası Efendiler, Reis Bey, dikkat ediniz! Risale-i Nuru ve şakirtlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-i Kur'âniye ve hakaik-i imaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle, bin üç yüz seneden beri her senede üç yüz milyon onda yürümüş ve üç yüz milyar Müslümanların -------------------------------------------------------------------------------- On İkinci Şua - s.995 hakikate ve saadet-i dâreyne giden cadde-i kübrâlarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celb etmektir. Çünkü o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. Acaba mahkeme-i kübrada, bu üç yüz milyar dâvâcıların karşısında sizden sorulsa ki, "Doktor Duzi'nin, baştan nihayete kadar serâpâ İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslam namındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur'ân cadde-i kübrâsında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve haps-i münferitten kurtarmak için Kur'ân'ın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet nâmı verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?" dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz. Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka "cumhuriyet" nâmı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka "medeniyet" ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye "kanun" ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar. Ey efendiler, Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirtlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi; ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimizle gelen semâvî ve arzî belâlardan siz mes'ulsünüz! Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i münferitte mevkuf Said Nursî -------------------------------------------------------------------------------- Son Sözün bir kısmı Efendiler, Şimdiki hayat-ı içtimaiyeyi bilemediğimden, makam-ı iddianın gidişatına göre, sizce musammem mahkûmiyetimize bir bahane olmak için, pek musırrâne ileri sürdüğünüz cemiyetçilik ithamına karşı pek çok kat'î cevaplarımızı Ankara ehl-i vukufunun dahi müttefikan tasdikleriyle beraber, bu derece bu noktada ısrarınıza çok hayret ve taaccüpte bulunurken kalbime bu mânâ geldi: Madem, hayat-ı içtimaiyenin bir temel taşı; ve fıtrat-ı beşeriyenin bir hâcet-i zaruriyesi; ve aile hayatından tâ kabile ve millet ve İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli râbıta; ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği medâr-ı zarar ve hayret ve insanî ve İslâmî vazifelerin ifasına mâni maddî ve mânevî esbabın tehacümatına karşı bir nokta-i istinat ve medar-ı tesellî olan dostluk ve kardeşâne cemaat ve toplanmak ve samimâne uhrevî cemiyet ve uhuvvet, hem siyasî cephesi olmadığı halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine kat'î vesile olarak iman ve Kur'ân dersinde hâlis bir dostluk ve hakikat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüt taşıyan Risale-i Nur şakirtlerinin pek çok takdir ve tahsine şâyân ders-i imanda toplanmalarına, "cemiyet-i siyasiye" nâmını verenler, elbette ve herhalde, ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyâne düşmanlık eder, hem İslâmiyete nemrudâne adâvet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin en bozuk ve mütereddî tavrıyla husumet eder ve bu vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye ve dinî mukaddesata karşı mürtedâne, mütemerridâne, anûdâne mücadele eder. Veya ecnebî hesabına bu milletin can damarını kesmeye ve bozmaya çalışan el-hannâs bir zındıktır ki, hükümeti iğfal ve adliyeyi şaşırtır, tâ o şeytanlara, firavunlara, anarşistlere karşı şimdiye kadar istimal ettiğimiz mânevî silâhlarımızı, kardeşlerimize ve vatanımıza çevirsin veya kırdırsın. Mevkuf Said Nursî
  13. DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat'î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, herşeyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur'un Yirmi İkinci Mektubunda izahıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki: Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı-tecavüz olmamak şartıyla-adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara_ Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir. Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; -------------------------------------------------------------------------------- onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir. Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır. Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder Hutbe-i Şâmiye - s.1969 BEDiÜZZAMAN SAiD NURSi
  14. Tabiat bir san'at-ı İlâhiyedir Değil tâbi' tabiat, belki matba'. Değil nakkaş, o belki bir nakıştır. Değil fâil, o kabildir. Değil masdar, o mistardır. Değil nâzım, o nizamdır. Değil kudret, o kanundur. İradî bir şeriattir, değil haric-i hakikattar.
  15. 4971 - Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fâtıma'nın evladlarındandır." 7197 - Hz. Ali anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mehdi bizden, ehl-i Beyt'imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder (yani tevbesini kabul eder, hizmetini yapacak hale getirir. Doğruyu ilham eder ve muvaffak kılar)". 7198 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Biz Abdulmuttalib'in oğullarıyız. Cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi." 7199 - Abdullah İbnu'l Haris İbni Cez'iz-Zübeydi radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün): "Doğudan birtakım insanlar çıkacak ve Mehdi için zemin hazırlayacak" buyurdular. O Mehdi'nin hakimiyetini kastediyor." kutub-i sitte
  16. esselam aleykum verahmatullahi vebereketuhü "BEN BENi bEYENENi SEVMEM"bu söz çok hosuma gider elbaki hüvel baki adettir bozmayayIm "iKRA"
  17. esselam aleykum birader hani okuyorsun yaaaaaaaa HiRA NUR DAG1NDAKi iLK EMiRDiR "iKRA BiSMi RABBiKE"sen bilirsin canImmmmmmmmmmbu arada sen olduysan okuma belki olmussundur
  18. esselam aleykum arkadaslar bir hatIrlatma yapIp çIkIcam oda f.gülen'in kendi yaYIn organlarInda yapIlan bir çok röpörtajInda kendi ifadesi "BEN NURCU DEYiLiM" evet kimehizmet ettigi hususunda bir kitleyi tamamen ittham etmek dogru olmaz içlerinde samimi insanlarda vardIr vesselam
  19. esselam aleykum su damlasI k-haklIsIN ancak arkads konun aslINI yani ne demeye getirdigini açIkca söyleyecek kadar cesur degil mazur gör
  20. ahrar şurada cevap verdi: DELETERİOUS başlık Türk Tarihi
    bosuna dememis atalarımız "Vuef miuiblem ble xes!" diye. Başlamaktan korkmasak yapabileceğimiz o kadar çok şey var ki... Kalın sağlıcakla"vesselam
  21. UNUTULMUŞ ÇERKESLER: MEMLUKLAR Ömer Aytek Kurmel Yedi Yıldız Dergisi Sayı:5 ªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªªª Tarihin, Memluk adıyla andığı Mısır Çerkesleri, Kafkasya dışında yaşamaları nedeni ile diaspora toplumu kabul edilmekle birlikte, sürgün yoluyla ve diğer ülkelere dağılmış kardeşleriyle aynı dönemde gelmedikleri için de klasik diaspora tanımına girmiyorlar. Belki de bu nedenden dolayı varlıkları bilinmesine karşın çok tanınmıyorlar. Oysa onlar bizim kardeşlerimiz ve pek çok insanımızın Mısır'da akrabası var. Üstelik Çerkes Memluklar 1382-1517 arasında Mısır siyasetine ve toplumsal yaşamına yönetici unsur olarak imzalarını attılar. Bu mirası sahiplenmeli, en azından tanımalıyız. Bu yazımızda Memlukların Mısır'a geçişlerinin sebeplerini, bu ülkedeki siyasi, kültürel dinamiklerini ve ulaştıkları aşırı asimilasyon derecesinin kaynaklarını ve Mısır deneyiminden çıkarılması gereken dersleri analiz edeceğiz. Uzun Memluk tarihinin ilk evresini oluşturan Türk Memluklara deniz kıyısında yaşamaları nedeniyle "bahri", ikinci evresine damgasını vurmuş Çerkes Memluklara ise Kahire kalesinde egemenlik sürmeleri nedeniyle "burci" denilmiştir. Çerkeslerin Mısır'a gelişleri Selahattin Eyyübi'nin yönetimi döneminde başlamıştır. Timur'un zaferi sonunda Altın Ordu Devleti’nin yıkılması ve Kıpçak topraklarında nüfusun azalması sonucunda 14.yüzyıl ortalarından başlayarak Türk Memlukların insan devşirme kaynakları kurumaya başlamıştır. Dolayısıyla Memluk ordusunda sayısal denge Kıpçaklardan Çerkeslere kaymış ve Çerkesler daha Türk Memluklar zamanında Mısır'a girmeye başlamışlardır. Ordudaki sayıları zaman içinde artan Çerkes unsurlar 1382 yılında Sultan Berkok'un önderliğinde eski yönetimi devirerek Çerkes Memluk dönemini başlatmışlardır. Çerkes Memlukların 1517 Mercidabık Savaşı'nda Yavuz Selim'e yenilmeleriyle Mısır Memluk Devleti’de ortadan kalkmıştır. Çerkes Memluklar bir buçuk yüzyıla yakın yönetimlerinde Mısır'a siyasal, ekonomik, askeri, kültürel, bilimsel alanlarda altın devrini yaşatmışlardır. Özellikle bayındırlık alanında çok aşama yapılmış, başta Kayıtbey Cami olmak üzere Çerkes Memluk mimarisi Mısır kültür mirası içinde çok ayrı bir yere sahip olmuştur. Mısır Çerkeslerinin tarihinde olumsuz dönüm noktaları konumunda üç kilometre taşı, vardır. Bunlardan birincisi, Osmanlı kuvvetlerine karşı verilen ve yenilgiyle sonuçlanan 1517 Mercidabık Savaşı’dır. İsrailli Prof. David Ayalon "Çerkes Memluklar'da Ateş Günü" adlı kitabında Çerkes kayıplarının büyük çoğunluğunun kılıç yaralarıyla değil, top ateşi altında meydana geldiğine dikkat çeker. Yenilgi sonrasında Memluk devleti resmen sona erse de Çerkes yönetimi fiilen sürer. Ülke yirmi dört vilayete ayrılarak her birisi bir Çerkes beyinin emrine verilir. İkinci dönüm noktası 1799 savaşıdır. İngiltere'yi işgal etmekten vazgeçen Fransız diktatör Napolyon Bonapart, Yedi Yıl Savaşları'nda­ki kayıpları telafi etmek için Mısır'ı ele geçirmeye karar verir. Amaç Malta ve Mısır'ı alarak doğuda İngiliz gücünü sarsmak, Süveyş'den kanal açmak, Mısır halkının güvenini kazanmak ve Osmanlı ile iyi ilişkiler kurmaktır. 19 Mayıs'ta Toulon limanından 55.000 asker ve biyolog, doktor, sosyolog, arkeolog, mühendis ordusu taşıyarak ayrılan 400 gemilik Fransız filosu Malta'yı ele geçirdikten sonra, 1 Temmuz'da İskenderiye'ye ulaşır. Bonapart Mısır’a gelişini şöyle ilan eder: "Allah'ın hizmetkarı, Peygamberin arkadaşı sıfatıyla Mısır halkını bu cennet bölgeyi titreten Kafkasyalı zalimlerden kurtarmaya geldim. "3 Temmuz'da Kahire üzerine yürüyüşü başlatan Napolyon, 21 Temmuz'da Çerkes kuvvetleriyle karşı karşıya gelir. Fransız ilerleyişini durdurmak isteyen Çerkesler piramitlere yakın Embaba bölgesinde süvari saldırısına geçerler. Ama "Piramitler Savaşı"da Memlukların yenilgisiyle biter. Fransız topçusu, saldıran Çerkes süvarilerini daha yaklaşamadan paramparça etmiştir. 1571'den beri değişen bir şey yoktur. Çünkü Memluklar ateş gücü kullanmamakta ısrar etmektedir. Onlara göre kılıç ile açılmayan yara değerli değildir. İlginç olan, Arap ülkesi Mısır'ı dış saldırılara karşı Çerkes kuvvetleri korumuş, Memluklar yönetici sınıf olmalarına karşın yerli halkı işgalcilerin karşısına çıkarmamışlardır. Bu da Çerkeslerin sayısını, dolayısıyla siyasi gücünü zayıflatmıştır. Üçüncü kilometre taşı 1871 katliamıdır. Kahire'de iktidarı ele geçiren Kavalalı Mehmet Ali Paşa vilayetleri yöneten yirmi dört Çerkes beyinin etkinliğinden rahatsızdır. Oğlu Tosun Bey'i Vahhabilere karşı Hicaz'a göndermesi onuruna vereceği bir şöleni bahane ederek Çerkes ileri gelenlerine barış çağrısında bulunur. Davete kabul eden Çerkes beyleri beş yüz kişilik bir grup halinde 1 Mart 1871'de Kahire kalesine giderler. Yemekten sonra kaleyi terk etmek üzere dar bir geçitte at üzerinde ilerler­ken, burçların üzerinde önceden sinmiş askerler tarafından ateş açılır. Geçidin iki ucundaki demir kapıların kapanmasıyla savunma ve kaçma şansını bulamayan Çerkesler tümüyle katledilir. Tek istisna, atıyla kalenin burçlarından atlayıp kırık bir ayakla kurtulduğu rivayet edilen Şahin Bey (bazı kaynaklara göre Hasan Bey)dir. Nitekim günümüzde Kahire kalesini gezen turistlere burçlar üzerindeki nal izi "Uçan Memluk" adıyla tanıtılır. Katliam kalenin dışına taşırılarak Kahire ve İskenderiye'de devam eder. Katliamdan kurtulmayı başaran birkaç yüz Çerkes, Sudan yönüne kaçarlar. Beş kataraktı (kum tepesi) aştıktan sonra dururlar ve burada surlarla çevrili bir kent inşa ederek El-Urdi (kamp) adı verirler. Bu şehir daha sonra Yukarı Nubia bölgesinin siyassal merkezi haline gelecek ve bugünkü Yeni Dongola kenti olacaktır. Alan Moorehead "Mavi Nil" adlı yapıtında şunları yazar: "Dongola'ya bir gün cesur, kadınlarına saygılı, Kur'an okumaya düşkün bir kafile geldi. Açık renk ciltleriyle yerli halktan hemen ayrılıyorlardı. Ama kimse ne nereden geldiklerini, ne de sonlarını öğrenemedi." Bu "meçhul" kafile kuşkusuz katliamdan kaçabilen Çerkesler idi. Ama Kavalalı kaçakları unutmamıştı. En küçük oğlu İsmail beyi hem altın yataklarına sahip ülkeyi ele geçirmesi hem de kaçan Çerkesleri yakalaması için 1820'de Sudan'a gönderir. Dongola'ya gelen İsmail bey direnen Çerkeslerin bir kısmını öldürür, kalanları da Mısır'a geri götürür. Yakalanmamayı başaran küçük bir grup ise Dongola'da kalarak yerli halkla karışır. Günümüzde Dongola halkının diğer Sudanlılara göre daha açık tenli olduğu söylenir. Tam bir dönüm noktası olmasa da 1881 yılı da (Çerkesler adına kaçırılmış bir fırsata tanıklık etmesi açısından) önemlidir. Katliamın ardından Çerkesler, Türk unsurlarla kaynaşmak ve iktidarı onlarla paylaşmak bedeliyle de olsa, Mısır eliti içindeki konumlarını sürdürmüşlerdir. İngiliz Albay Stevens'in 1820'deki reoganizasyonunun ardından özellikle ordu­nun üst kademelerinde Çerkes egemenliği çok yoğundur ve general rütbelerine yalnız Çerkes subaylar terfi ettirilmiştir. Kendi ülkelerinde albay rütbesinin ötesine geçememenin verdiği öfkenin seferber ettiği Arap subaylar Albay Arabi liderliğinde Hidiv'e, Çerkes kökenli Savaş Bakanı Osman Rıfkı Paşa'yı azletmesi için bir ültimatom verirler. Bunu duyan Osman Rıfkı Paşa ve Çerkes generaller Nil Kasrı'nda Prenses Cemile'nin düğün törenine davet edilen Arabi ve iki Mısırlı subayı ültimatomu imzaladıkları için tutuklarlar. Ancak Arap kökenli Albay Ali Fehmi (eşinin Çerkes olması nedeniyle saraydaki gelişmelerden haberdardır.) ve askerlerinin müdahalesi ile Arabi ve arkadaşları kurtarılır. Sonuç olarak Osman Rıfkı Paşa Hidiv tarafından savaş bakanlığı görevinden azledilmiş, yerine Araplaşmış bir Çerkes soylusu Mahmut Sami Paşa el-Barudi atanmıştır. Bunun üzerine aralarında Osman Rıfkı Paşa, Ratıp Paşa, Yusuf Bey Necati, Mahmut Bey Fuat, Mahmut Efendi Talat Beybaşı'nın bulunduğu Çerkes subaylar karşı darbe hazırlığı yaparlar. Ancak hazırlık haberi Raşit Enver isimli bir Çerkes yüzbaşı tarafından sızdırılır. Kendisini Sudan'a atayan Osman Rıfkı Paşa’ya kızgındır. Çerkes subaylar hemen tutuklanır ve dağıtılır. bu olaydan sonra Çerkesler toplum halinde ellerinde tuttukları gücün son kırıntısını da yitirirler ve bir daha hamle yapamayacak duruma gelirler. 1930'larda Kahire'de Çerkes Kardeşlik Derneği'nin varlığı bilinmektedir. Ama 1952 Hür Subaylar darbesinin Çerkeslere son darbeyi vurduğu açıktır. Darbecilerin uygulamalarının omurgasını oluşturan devletleştirme ve Araplaştırma politikalarının ikisi de Çerkeslere büyük zarar vermiştir. Toprakların devletleştirilmesi, arazi kaybını ticari girişimlerle telafi edemeyen Çerkesleri ekonomik olarak çökertmiştir. Arap olmayan unsurlara düşmanlığa ve Araplaştırmaya dayalı Arap milliyetçiliği de sayıca az ve etno-kültürel kimliğini geliştirememiş Çerkeslerin asimilasyonunu hızlandırmıştır. Mısır Çerkesleri Türkiye, Ürdün, Suriye, İsrail ve Kosova’daki kardeşlerinden ne yönden farklıdır ve neden daha kolay asimile olmuşlardır? Diğer diaspora ülkeleri ile farklılıklar bu şiddetli asimilasyon sürecinde etkili olmuş mudur? Kuşkusuz evet. Çerkesler Mısır'a paralı askerlik yapmak için, küçük gruplar halinde, akrabalarının daveti ile ve geniş bir zaman dilimi süresince göç etmişlerdir. Yani Çerkesler Mısır'a kitlesel olarak ve sürgün yoluyla gelmemişlerdir. Bu onları iki yönde etkilemiştir. Birincisi, kendileri ve başkaları tarafından ciddi varlık olarak görülebilecekleri sayısal bir güce hiçbir zaman ulaşamamışlardır. Ama Mısır halkının yumuşak doğası ve siyasi-askeri güçleriyle bu handikabı kısmen de olsa telafi ettikleri söylenebilir. İkincisi, Mısır'a sürgün nedeniyle kitlesel olarak gelmemiş olmanın kolektif belleğe olan etkisidir. Bir göçmen toplumunun varlığını sürdürebilmesi için zorunlu olan kader birliği ve kendine acıma gibi duyguları geliştirememişlerdir. Siyasal olarak güçlü oldukları oranda varolma yetenek ve istekleri de güçlü olmuştur. Ama bu varoluş isteği bile etno-kültürel özelliklerini sürdürmeye yetmemiştir, çünkü kendilerini etnik grup değil, sosyal sınıf olarak tanımlamışlardır. Grup kimliklerinin temel belirleyicisi ise yerli halka egemen olma yeteneğidir. Dolayısıyla güçsüzleştikleri zaman Araplaşmaları, güçlenmek için de Türk seçkinlerle kaynaşabilmeleri (özellikle dil açısından) çok kolay olmuştur. Çerkeslerin etno-kültürel kimliklerinden tamamen habersiz oldukları söylenemez. Atamalarda ayrımcı, günlük yaşamda yerli halka karşı baskıcı ve küçümseyici davranışlar Memlukların kendilerine Mısır'ın halkından üstün gördüğünün kanıtıdır. Ancak bu dışlayıcılığın ne kadarının etno-kültürel motiflere, ne kadarının da sosyo-ekonomik motiflere dayandığı tartışma konusudur. Ama Arap kolektif belleğine yer etmiş ve günümüz diyaloglarında bile kullanılan "Memluk gibi zalim" deyişinin nesnel bir tabanı kuşkusuz vardır. Sayısal zayıflık da asimilasyon sürecinde etkili olmuştur. Kafkasya'dan sürekli insan ithaline karşın hiçbir zaman milyona ulaşmamış bir nüfus, Mısır gibi kalabalık bir ülkede üstelik sayısal güçsüzlüğünü nitel faktörlerle den­geleyemeyince yok oluş kaçınılmaz olmuştur. Sayısal yetersizlikte dış düşmana karşı verilen savaşlarda hep Çerkeslerin savaşmalarını, katliamları, karışık evlilikleri ve özellikle yeni geldikleri ülkenin koşullarına alışamayan Çerkesleri etkileyen 1492 veba salgınını dikkate almak gerekir. Mısır mı Çerkeslerin emrinde olmuştur, yoksa Çerkesler mi Mısır’ın emrinde olmuştur ya da Çerkesler Mısır’a hizmet mi etmiştir, yoksa onu sömürmüşler midir? Bu soruların yanıtını Mısırlı Arap aydınlardan alalım. Memluk döneminin değerlendirilmesi ülke aydınları arasında ilginç tartışmalara yol açmıştı. Memlukları dışarıdan gelmiş zalim bir askeri yönetici sınıf olarak kabul eden resmi Mısır görüşüne karşı tanınmış Mısırlı aydın Muhammed Heykel, Memlukları şöyle savunur: "Memlukları despotlukla suçlamak yanlıştır. Çünkü o dönemde hiçbir yerde demokrasi yoktu. Memluklar Mısır'a bağlılıklarını, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü dış düşmanlara karşı defalarca savunarak kanıtlamışlardır." İbrahim Celal’de Memluklar'ın lehindedir: "Memluklar Mısırlılardan ayrı bir ulus değildi. Ötesi ulus değil, Mısır ve Mısırlılar'ı benimsemiş bireylerdi. Memluklar Mısırlılar arasında yaşamış, onlarla evlenmiş, onları iktidara ortak etmiş, ülkenin zenginliğini onlarla paylaşmış ve asimile olmuşlardır." Mısırlı demokratlara göre Memluklar ülkeye altın dönemini yaşatmışlardır. Sınırlar doğu, batı ve güneye doğru genişlemiş, ülke doğu ile batı arasında ticaret yollarının geçiş noktası haline gelmiştir. Kültür, tarih, coğrafya, şiir, mimari, bilim zirveye çıkmıştır. Mısır bir refah ve ilerleme evresi yaşamıştır. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Memluk dönemini savunan Arap demokratlar bile Çerkesleri asimile olmaları, bireysel kimliklerini etnik kimliklerinin önüne geçirmeleri ve Mısır'ın hizmetkarı olmaları koşuluyla benimsemektedirler. Bazı yönleriyle ciddi farklılıklar taşısa da Mısır Çerkeslerinin öyküsü diasporanınki ile çok çarpıcı benzerlikler içermektedir. Yaşadığı ülkenin altın dönemlerine imza atmak, kötü günlere ortak olmak, can ve kan vermek, asimile olduğu ve bireyleştiği oranda benimsenmek ama yine de hain ilan edilmek... Yani kısaca köksüz olmak. Mısırlı Çerkeslerin deneyiminden ne dersler çıkarılmalıdır? Onların yaşadıklarını diğer diaspora ülkeleri de yaşıyor mu? 1) Memlukların ulus olmalarını, dolayısıyla asimile olmamalarını, en azından daha geç asimile olmalarını, yoğun feodal bağlar ve patronaj (himaye) ilişkileri engellemiştir. Memluk iktidarının tek dayanağı olan ordunun değerinin düşmesinin nedenlerinden birisi, atamalarda liyakat yerine akrabalık ilişkilerinin belirleyici olmasıdır. Keza Çerkesleri zayıflatırken, düşmanları güçlendiren sonu gelmez iktidar mücadelesi merkezi otorite etrafında toparlanmak yerine bir çeşit derebeylik sisteminin geçerli olmasından kaynaklanmıştır. 2) Memluk Devleti’nin çökmesinin önemli nedenlerinden birisi, askeri teknolojinin gerisinde kalmalarındır. 1517'den 1789'a dek ateş gücü olgusunu kabul etmemeleri inanılır gibi değildir. Örnek yalnız askeri teknoloji ile sınırlı değildir. Güncelleşmek ve çağdaş yöntemleri izlemek her alanda önemlidir. Bir varoluş koşuludur. Çağın gerisinde kalmanın nelere mal olduğunu Memluklar göstermişlerdir. Teknoloji üretemesek de hiç olmazsa üretileni kullanabilmeliyiz. 3) Çerkeslerin çöküşü biraz da yalnız toprağı bağlı olmalarından kaynaklanmıştır. 1952 sonrasında başlatılan devletleştirme kampanyası toprak sahibi konumundaki Çerkes toplumuna büyük darbe vurmuştur. Oysa Çerkesler ticaret, zanaat ve finans alanlarında faal olsalardı bu derece zarar görmezlerdi. 4) Resmi görüşe karşı çıkan Arap demokratların bile Memluklara sempatisi karşılıksız olmamıştır. Çerkesleri asimile oldukları, dış düşmana karşı tek başlarına savaşıp can verdikleri, Çerkes olmak yerine Çerkes kökenli Mısırlı bireyler oldukları oranda benimsemişlerdir. Bu, göçmen bir toplumdan ödenmesi istenmeyecek kadar yüksek bir bedeldir. Üstelik o toprakların gerçek sahipleri parmaklarını bile kımıldatmazken... 5) Çerkeslerin en büyük rakibi gene kendileridir. Her ülkede ve her dönemde Raşit Enver'ler olmuştur. Kendi annesi de Çerkes olan İbn Al-Karabi'nin Celalettin Suyuti'yi annesi Çerkes olduğu için eleştirmesi de ilginç bir anekdottur. Mısır Çerkesleri'nin öyküsü bize iki mesaj verebilir. Birincisi, onlar gibi asimile olmamak. İkincisi, onların etno-kültürel kimliklerini canlandırmak. Mısır Çerkesleri dil, adet, kimlik ve sayı açısından tükenme noktasına gelmişlerdir. Ama tüm olumsuzluklara karşın Çerkes olduğunu bilen insanların sayısı hiç de az değildir. Kuzey Kafkasya kültürü madem yeniden doğuş yaşamaktadır, o halde tek birey bile çok değerlidir. Dil bilmemek çok önemli değildir. Asıl belirleyici olan Kafkasya ve Kafkasyalılık sevdasıdır. Ruh olduktan sonra dil öğrenilebilir ama her dil bilen Kafkasya sevdası taşıyamaz. Çerkes olduğunun hala farkında olan insanların ilk adım olarak Kafkasya’yı ziyaret etmeleri teşvik edilebilir. Kafkasya'yı gören bir insan zaten ileri adımları kendiliğinden atacaktır. Memlukların çocuklarının uyandırılması sürecinde başrolü oynayacak diaspora ülkesi Ürdün'dür. Çünkü Mısır ve Ürdün Çerkesleri arasında tarihi ilişkiler vardır. Ürdünlü Çerkes öğrencilerin 1930'lu yıllara dek Kahire'deki Çerkes Kardeşlik Cemiyeti hesabına Mısır üniversitelerinde okudukları bilinir. Bu öğrencilerden hala yaşayanlar vardır. Birisi, halen Amerika'nın New Jersey eyaletinde yaşayan Hüsnü Kaşırga dır. Ürdün hem yakınlığı, hem Arap dilinin sağladığı kolaylık, hem de Çerkes okulunun öğretmen sağlama olanağı açısından Mısır Çerkesleri ile ilişkilenmede öncülük yapabilir. Mısır'da yaşayan kardeşlerimizi ulaştıkları asimilasyon noktasından dolayı dünya Kuzey Kafkasyalılığının yaşadığı yeniden doğuş sürecinin dışında bırakamayız. Onları kazanabiliriz ve kazanmalıyız. Bu da genel kararlılığımızın bir parçasıdır.
  22. ahrar şurada cevap verdi: DELETERİOUS başlık Türk Tarihi
    esselam aleykum birader çerkez etthem bey'in" bas1n1 yiyenler"de eksikvar istersen o dönemin as1l güç odaklar1n1 arast1r "iKRA"
  23. esselam aleykum eeeeeeeee birader islam kasfet degildir sakada vardIr hatta benim çok hosuma giden birde sakacI sahabe var?????????
  24. esselam aleykum birader su argo kelimeleri kullanmasan tam onayl1yacakt1m ama ha bu arada müslüman alimlerden söz aç1lm1sken bu arada bunlar1n en büyükleri mehdi ve deccal hususunda degisik izahlar1 var belki bakmak istersin"iKRA"

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.