muki tarafından postalanan herşey
-
Son Peygamber
Burada sordugum soruya soru ile cevap verdiginiz icin hem benim hem kendi sorularinizi yanitlasaniz iyi olur. Gene cikamadim isin icinden de...
-
CENNETTEKİLER VE CEHENNEMDEKİLER...?
Simdiki kolelik keyfi bir kolelik. Su an kimse kimseye zoraki bir kolelik yaptiramaz sanirim. Diyelim ki patronunuz zalim bir "sahip", buna ragmen ac kalacaginizi bilseniz dahi o is yerinden ayrilmaniz mumkun, oyle degil mi? Yani zoraki kolelik diye bir tanim yok artik.
-
Son Peygamber
Simdi ben soyle bir soru yoneltmek istiyorum: Yahudi olupta sonradan kendini peygamber ilan eden Isa ve boylelikle Hristiyanlik dogmus oluyor. Bunlarin birlesiminden ortaya cikan Muhammed cesaret gosterip kendisini peygamber ilan ediyor. Buraya kadar tamam mi. Peki? son gelen Muhammed, denilene gore de ondan sonra baska peygamber gelmeyecek. Peki neden gelmeyecek? Muslumanliktan cikip ta baska bir din kurmak isteyen birinin buna cesaret edemeyisi midir? Yoksa vaad edilenler, mesela; Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlama vardır. (Muhammed Suresi 15) onlar icin muslumanlikta karar kilmak icin yeterli bir neden mi? Kafami kurcalayip duruyor bu soru.
-
şu anda ne yapıyor sizce....
Neden boyle bir soru sorulmasin ki? Sonucta Allah'ta bizden biri. Yani soyle: cezalandirici, korkutucu, urkutucu, bagislayici, koruyucu vs. vs. O zaman bu soru sorulabilir. Ben sahsen Cennet ve Cehenneme inanmadigim icin bir sey diyemem. Lakin odun olarak kullanilmayacagin bir gercek
-
Yalan ustune yalan
Tevrat baska diyor, Kur'an baska diyor. Hikaye olarak hangisi dogru? Tevrat'taki anlatilisa gore Tanri, Ibrahim'in yalan soyledigini ve Sare'nin evli bir kadin oldugunu Abimelek'e bildirmis ve onu suc islememeye cagirmistir. Lakin Islam kaynaklarina gore boyle bir sey yoktur. Melik, Ibrahim'in soyledigi yalan nedeniyle, evli olmadigini sandigi Sare'ye yanasmak istemis ve Tanri onu cezalandirmistir. Din adamlari ve din yorumculari, Ibrahim'in soyledigi yalana bakmayip, o yalanin kazanc saglayip saglamamasi uzerinde duruyorlar. Yani bu kisilere gore yalan kazancli bir sonuc yaratacak nitelikte olmali. Unlu vaiz Ibn'i Cevzi, Sare'nin Ibrahim tarafindan yalan olarak "kizkardesim" diye Melik'e takdim edilmesini "ahlakilik" acisindan degil fakat "etki" acisindan ele almistir. Bundan dolayidir ki Ibrahim'in Sare'yi "kizkardes" olarak tanitacak yerde "karim" diye tanitmasinin daha kazancli olacagini dusunurken sonralari bu fikrinden caymis ve "kizkardes" seklindeki tanitimin (yani Ibrahim'in soyledigi yalan'in) isabetinde karar kilmistir. Burada Tanri'nin yalan konusundaki tutumu onemlidir. Soyle ki Tevrat'a gore Tanri Abimelek'e kadinin evli oldugunu bildiriyor ve yukarida ki sonucu olusturuyor, yani Abimelek'e suc islememesini soyluyor. Diger taraftan Islami kaynaklardaki sekle gore Tanri, Melik'in saldirisina karsi Sare'yi korumayi dusunmuyor, ancak Sare'nin kendisine yalvarmasi uzerine bu yola gidiyor. Tanri sanki yalanin ve kahsizligin farkinda degilmis veya aldiris etmezmis de Sare'nin kendisini ikaz etmesini beklermis gibi davraniyor. Ya da sanki "koruyan" ve her seyi "ongoren" bir Tanri'nin masum bir insani -yani bu durumda Sare'yi- yalvarir durumlara dusurtmeden koruyamazmis, ote yandan da yalanin varligindan habersiz olarak davranan bir kimseyi -Melik'i- dehsete dusurmeden duramazmis gibi gibi! Seriat dilinde ki "Hile'i seriye" "seriata uygun bir cozum bulmak" anlamina gelir ki bu usul Islam'in yararina olmak uzere baslangicindan itibaren her hususta etkili olmak uzere uygulana gelmistir. Bu da sunu ortaya cikarir ki -Islam lehine bir sonuc elde etme bakimindan hile sozcugunun farkli anlamlarina aldiris edilmemistir. Bunun ilginc orneklerinden biri de "ogulluk" evlatliktir. Muhammed Arap gelenegi olan "ogulluk" ("evlatlik") gelenegini farkli bir sekle sokmustur. Eski Arap geleneginde ogul edinilen ile ogulluk arasindaki iliski, ana-baba-ogul niteliginde iken bu gelenegi degistirmis ve Kur'an'a" Allah evlatliklarinizi... ogullariniz gibi tutmanizi mesru kilmamistir" seklide ayet koyarak bu tur iliskiye son vermistir (Azhab 4-5). Fakat din adamina gore Islam kaynaklarindan naklen bidirdigine gore Muhammed, buna ragmen bazi kisilere "hile" usulu ile ogulluk (evlatlik) hakkini devam ettirmeleri olasiligini saglamistir. Orneklerden biri: Ebu Huzeyfe'dir ve Subeyte ve Sehle isimli iki kadinla evlidir. Bunlardan Subeyte Salim (Ibn-i Ma'kil) adinda Fars asilli birini kole edinir. Daha sonra koleyi azat etmekle kocasi Ebu Huzeyfe onu "evlat" (ogul) edinir. Bundan sonra bu kole Ebu Huzeyfe oglu Salim" diye cagirilir ve Huzeyfe ile karisinin varisi durumundadir. Ebu Huzeyfe onu, kendi kardesinin kizi olan Hind'i ile evlendirir. Ancak Muhammed bu arap gelenegi olan ogulluklarin "ogul" olma durumuna son vermistir. Butun bunlara sebep te kendisinin kendi ogullugu olan Zeyd'in karisina asik olup onunla evlenmek isteyisidir. Ve Kuran'a da su ayeti koymustur: "Allah, bir adamın kendi (göğüs) boşluğu içinde iki kalp kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız (zıharda bulunduğunuz) eşlerinizi sizin anneleriniz yapmadı, evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allah ise, hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltip-iletir. 5. Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah Katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin kasıt gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Ahzab 4-5) Butun bunlara dayanaraktan Allah'in bir kulu bana Islam'da yalan yok diyebilir mi? Yoksa buradaki arkadaslar da butun bu yalanlara bu din adamlarinin uydurduklari kiliflarla mi cevap verecekler? Dogrusu ben kendini Allah'in Peygamberi olarak tanitan bir insandan bu kadar yalan beklemezdim. Ve Allah'a inanmis din adamlarinin da bu yalanlara bir son verip kilif uydurmaktan vazgecmelerini dilerdim. Sorgusuz sualsiz inanmanin dayanilmaz cazibesi bir kara delik misali insani ve insani degerleri yutmaktir. Insanin sahip oldugu en buyuk kiymet aklidir. Ne yazik ki bu essiz hazineyi isleyip hakikate giden yolu aklin isigiyla aydinlatmada maalesef gayretten uzaktir. Yuzyillardir mulkiyeti eline gecirmek isteyen insanoglu her turlu kotulugu, yalani vs. yapmaktan cekinmemistir. Bu kavgada galip olan hep cahillik olmustur. Her seyin degistigi bir evrende inanmak, insanin bir ozelligi degil, ilkelligin bir ifadesidir. Bu durumda inanan bir kisi yalani, hirsizligi, sevgisizligi, ilkelligi vs. insan disi davranislari da beraberinde kabul etmis sayilir (mesela: canli bombalar, din adina insan oldurenler.) Uretim adina bir zahmete girmeyenler, din icin her turlu zahmete giriyorlar. Insan onurunu gelecege yalanlarla degil, dusuncesiyle tasimali. bu dunyada yasamak ancak dusuncenin yasamasiyla mumkun olabilir.
-
CENNETTEKİLER VE CEHENNEMDEKİLER...?
Isalm'a gore kolelik, Tanrisal, yani doagol bir kurulustur ve Tanri kole olan ile olmayan arasinda esitsizlik yaratmistir. Kur'an'da soyle yaziliridr: "Allah hicbir seye gucu yetmeyen ve baskasinin mulkinde olan ile, tarafimizdan kendisine guzel bir rizik verdigimiz, boylelikle ondan gizli ve acik infak eden kimseyi ornek olarak gosterdi; bunlar hic esit olur mu? Hamd Allah'indir; fakat onlarin cogu bilmezler. (Nahl 75) Bundan dolayidir ki Muhammed, her ne kadar kole azadlama usullerinden soz etmekle beraber, yasami boyunca kole edinmis, kole satin almis ya da satmis, baskalarinin da bu sekilde davranmalarini uygun bulmustur. Eger koleligi ahlakilige aykiri bulmus olsa idi, daha ilk anlardan itibaren yasaklar ve kendi kolelerini tum olarak azad ederek baskalarina ornek olurdu: nasil ki hirsizligi ahlakilige ayriki bulup kesin olarak yasakladi ise. Koleligi yasaklamadigi icindir ki yuzyillar boyuinca tum Islam ulkelerinde kolelik ahlakilige ters gorulmemis, aksine "dogal bir kurulus olarak is gormustur: esir pazarlarinda insanlar "kole" olarak alinip satilmislardir. Oysa ki akilci ahlak, koleligi Tanri yapisi degil, fakat insan yapisi bir kurulus olarak gormus ve insan sahsiyetinin hasiyetiyle bagdastirmadigi icin yasaklamistir.
-
Hrant DİNK öldürüldü...
Ruh halimin güvercin tedirginliği Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum. Kendimden emindim Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti. “Ya sabır” çeke çeke... Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı. Tek silahım samimiyetim Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: “Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.” Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi. Kara mizah Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor. “Türk Devleti adına” İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı? Başsavcının çabasına rağmen Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi. Güvercin gibi Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant ****’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli. İşte size bedel Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz? “Ölüm-Kalım” dedikleri Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı. Kalmak ve direnmek İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse. Ürkek ve özgür Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce. Hrant D i n k (19 Ocak 2007) AGOS Sayı: 564
-
Hrant DİNK öldürüldü...
BASIN DUYURUSU Genel Yayın Yönetmenimiz kardeşimiz, dostumuz, en can yakınımız Hrant D i n k’i bilinçli ve alçakça bir cinayet sonucu kaybettik. Acımız hiçbirşeyle mukayese edilemez. Kendini hala insan hissedebilenlerin başı sağ olsun. AGOS Çalışanları PRESS RELEASE Our dearest friend , our brother , the editor in chief of AGOS newspaper Hrant D i n k has been assasinated ruthlessly. There are no words to explain our pain. Our deepest condolences for those who can still feel themselves as human beings. AGOS Members Hrant D i n k 15.9.1954’te Malatya’da doğdu. Yedi yaşında ailesiyle birlikte İstanbul’a göçtü. Kısa süre geçmeden anne ve babasının boşanması nedeniyle iki kardeşiyle birlikte ortada kaldılar ve Gedikpaşa’daki Ermeni Protestan Kilisesi’nin çocuk yuvasına kondular. Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı İncirdibi İlkokulu’nda okuyup, yazları da okulun Tuzla’daki kampında barındılar. Hrant D i n k Ortaokulu Becziyan, liseyi ise Üsküdar’daki Surp Haç Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı. Lisenin ardından İstanbul Fen Fakültesi’nde Zooloji lisans okumaya başlayan D i n k bu esnada ilkokuldaki yuvada tanıştığı Silopu doğıumlu Ermeni Varto aşiretinden Rakel Yağbasan ile evlendi ve aynı zamanda Türkiye Ermenileri Patriği Şınorhk Kalustyan’ın yanında çalışmaya başladı. zooloji lisansı bitiren D i n k bu kez İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe okudu ve bu esnada da üç çocuk sahibi oldu. D i n k ve eşi bu tarihlerde Tuzla’daki Çocuk Kampı’nı yönetmeyi üstlendiler ve Tuzla Kampı’nın Devlet tarafından elden alınması sırasında mücadele ettiler. D i n k bu dönemde siyasal görüşleri nedeniyle ve değişik vesilelerle üç kez gözaltına alındı ve tutklandı. 1980-1990 yılları arasında iş hayatıyla yetinen ve kardeşleriyle birlikte bir kitabevi işleten D i n k 1990 yıllarından itibaren tekrar Türkiye Ermeni Toplumu içindeki faal yaşantısına döndü. Bu yıllarda Marmara gazetesinde “Çutak’ rumuzuyla Ermeni tarihiyle ilgili Türkiyede çıkan kitaplara ilişkin kritikler yazdı. 1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte ve dönemin Patriğinin de teşviğiyle AGOS gazetesini kurdu. D i n k bu tarihten itibaren de yazdığı yazılarla ve Türk ve yabancı basında dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti. Amerika, Avustralya, Avrupa ve Ermenistan’da çok sayıda konferansa katılan D i n k Ermeni Kimliği ve Ermeni Tarihi üzerine geliştirdiği yeni söylemlerle tanındı. Davalar D i n k Türkiye’de bu aşamada değişik yargılamalara tabi oldu ve bazı davaları da halen sürüyor. D i n k 2002 yılında Urfa’da verdiği bir konferansta “Ben Türk değil Türkiyeliyim ve Ermeniyim” dediği için “Türklüğü aşağılamaktan” üç yıl yargılandı ve sonunda bu davadan beraat etti. Geçen yıl bir makalesi nedeniyle açılan davadan ise yine Türklüğü aşağılamak suçundan altı ay hapse mahkum oldu ve bu cezası ertelendi. D i n k bu dava için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmaya hazırlanıyor. D i n k’in şu an yargılandığı iki dava daha var. Bunlardan biri yargıyı etkilemek suçuyla kendisi ve AGOS’un yazı İşleri Müdürü olan oğlu Arat D i n k ve gazetenin imtiyaz sahibi Sarkis Seropyan hakkında süren dava. İkincisi ise 22 Mart 2007 tarihinde başlayacak olan bir Türklüğü aşağılamak davası daha. Bu davada Hrant D i n k Reuters Ajansı’na “eEvet 1915’te olan bir soykırımdı çünkü 4 bin yıldır bu topraklarda yaşayan bir halk ve onun uygarlığı artık yok” dediği ve bu haber AGOS Gazetesinde yayınlandığı için yine oğlu Arat D i n k ve Sarkis Seropyan ile birlikte üç yıl hapis istemiyle yargılanacak. Ödüller 2005 yılında Türkiye’de İnsan Hakları Derneği tarafından D i n k’e “Ayşe Nur Zarakolu Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü” verildi. D i n k’e verilen bir diğer ödül ise 2006’da Alman Stern Dergisi Kurucusu Henri Nannen adına dünya çapında tanınan “Düşünce Özgürlüğü ve Cesur Gazetecilik Ödülü” oldu. D i n k’e dünya çapında iki ayrı ödül ise bu yılın 18 Kasım’ında Hollanda ve 24 Kasım’ında ise Norveç’te verildi. Hollanda’da verilen ödül Pen Award fikir ve düşünce özgürlüğü, Norveçte verilen ise Bjornson İnsan Hakları Ödülüydü D i n k halen AGOS Gazetesi’nin genel yayın yönetmenliğini ve yazarlığını yapıyor. Bu gazeteyi Türkiye’nin demokrat ve muhalif seslerinden biri haline getirmeye, özellikle Ermeni toplumunun uğradığı haksızlıkları kamuoyu ile paylaşmaya çabalıyor. Gazetenin en temel hedeflerinden biri de Türk ve Ermeni halkları, Türkiye ile Ermenistan arasında yeniden diyalog kurabilecekleri bir ortamın gerçekleşmesine katkıda bulunmak. D i n k değişik demokratik platformlarda ve sivil toplum örgütlerinde elden geldiğince görev alıyor. Son yazıları Niçin hedef seçildim? Başlarken bir not: Hiç işlemediğim “Türklüğü aşağılamak” suçundan 6 aya mahkum oldum. Şimdi artık son çare olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyorum. 17 Ocak tarihine kadar avukatlarım başvuruyu gerçekleştirecekler ve benden de başvuruya eklemek için olayların gelişimini anlatan bir yazı istediler. Ben de dosyaya konacak bu yazıyı kamuoyuyla paylaşmayı uygun gördüm. Çünkü benim için AİHM’in kararı kadar ve hatta ondan daha fazla Türkiye toplumunun vicdani kararı önemli. Birkaç hafta sürecek bu yazı dizisindeki bazı bilgileri ve ruh halimi muhtemelen AİHM’e başvurmak mecburiyetinde kalmasaydım ilelebet kendime de saklayabilirdim. Ama madem ki iş bu noktaya kadar geldi olan biten herşeyi paylaşmak galiba en iyisi... Sadece benim değil, sadece Ermenilerin de değil... Tüm kamuoyunun merak ettiği ve sormaktan kendini alamadığı soru şu: “Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301’den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant D i n k'e 6 aya mahkum oldu?” Hafif atlatılanlar... Bu aslında yanlış bir tespit ya da gereksiz bir soru değil. Anımsanırsa eğer Orhan Pamuk için dava celsesi başlamadan daha, “Ne yapılabilir de dava düşürülebilir?” diye az takla atılmadı. Kimine göre Adalet Bakanlığı’nın yargılama için izin vermesi gerekiyordu, dolayısıyla oraya sormak gerekirdi. Nitekim öyle de yapıldı. Topun kendisine atıldığını gören Adalet Bakanı ise sıkışmışlığın arasında bir yandan Pamuk’a ateş püskürdü, bir yandan da ortaya çıkıp “Ben böyle bir şey demedim” demesi için çağrılarda bulundu. Sonuçta “Pamuk davası”nın ilk celsesi gerçekleşti ve bu ilk duruşma esnasında yaşanan vandalist saldırılarla Türkiye dünyaya rezil olunca, davanın ikinci celsesi aynı şekilde yaşanmasın diye de ikinci celsenin yapılmasına bile gerek kalmadan dava düşürüldü ve Pamuk’un 301 macerası teknik bir çözümle sona erdirilmiş oldu. Benzer sürecin daha hafifi ise Elif Şafak davasında yaşandı. Öncesinde hayli patırtısı koparılan dava daha ilk celsesinde, Şafak’ın mahkemeye görünmesine bile gerek kalmadan, sona erdirildi. Bu teknik çözümlerden herkes memnundu. Başbakan Tayyip Erdoğan dahi Şafak’a telefon açıp geçmiş olsun dileğinde bulundu. Benzer “Hafif atlatmaları” Ermeni Konferansı’nın sonrasında yazdıkları nedeniyle haklarında “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla dava açılan gazeteci ve akademisyen arkadaşlar da yaşadılar. Cevaplanamayan... Bu davaların bu şekilde hafif atlatılmış olmasını kıskandığım sanılmasın. Aksine bu davaların ya da soruşturmaların açılmış olması dahi mağdurları açısından çok ağır bir bedeldir ve tüm bu davalardan yargılanan arkadaşların yaşamış oldukları haksızlığın ne gibi bir ağırlık taşıdığını en iyi bilenlerdenim ve paylaşanlardanım. Benim derdim onların davalarında gösterilen kaygı ve telaşın, Hrant D i n k davasında niçin gösterilmediğini sorgulamak ve cevaplamak. Nitekim gördük ki, bu hafif atlatmalar Hükümet’e bir tür obsiyon verdi ve 301’in kaldırılmasını isteyen Avrupa Birliği’nin baskısı karşısında, “Sonuçları güzel” bu uygulamalar örnek olarak gösterilebildi ancak Hükümet’in 301’e ilişkin elinin kolunun bağlı kaldığı ve Avrupa Birliği yetkililerine herhangi bir cevap yetiştiremediği tek örnek ise Hrant D i n k’in mahkumiyet almış olması oldu. Konu o davaya geldiğinde diller kilitlendi. Sahi, “Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301’den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant D i n k ustelik de hiç suç işlemediği bir yazısında, niçin 6 aya mahkum oldu?” Ermeni olmamın rolü Evet, bu cevaba hepimizin ihtiyacı var! Özellikle de benim. Sonuçta bu ülkenin bir yurttaşıyım ve ısrarla herkesle eşit olmak istiyorum. Ermeni olduğum için kuşkusuz bundan önce birçok olumsuz ayrımcılıklar yaşadım. Sözgelimi 1986 yılında Denizli 12. Piyade Alayı’na kısa dönem askerlik (8 aylık) için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Üstelik bir tür rahatlık dahi sağlamıştı. Nöbet ya da daha zorlu görevler de verilmeyecekti. Amma velakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında, tek başıma iki saat boyunca ağladığımı hiç unutamıyorum. Alay komutanımın odasına çağırıp, “Üzülme, bir sorunun olursa gel bana” deyişi hâlâ belleğimde bir yara. 301’den yargılanış, aklanış ya da mahkum oluş bir rütbe takdimi değil hiç kuşkusuz. Dolayısıyla “Onlara verilmediğine göre bana da verilmemeliydi”, hele hele de “Bana verdiklerine göre onlara da verilmeliydi” arayışında asla olamam. Ama ayrımcılığa uğramanın tecrübeleriyle pişmiş biri olarak ussal refleksimin şu soruyu sormaktan da hiç geri durmadığını itiraf etmeliyim: “Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?” Bildiklerim ve sezdiklerim Bu soruya karşılık, bildiklerimi ve sezdiklerimi yan yana getirdiğimde verebileceğim bir cevap var elbet. Özeti de şu: Birileri karar verdi ve “Bu Hrant D i n k artık çok olmaya başladı... Ona haddini bildirmek gerek” diyerek harekete geçti. Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi çok merkeze alan bir iddia bu. Abarttığım öne sürülebilir. Ne var ki benim ruhsal algılamam bu... Elimdeki veriler ve yaşadıklarım bana bu iddiam dışında bir seçenek bırakmıyor. İyisi mi şimdi bana düşen tüm yaşadıklarımı ve sezgilerimi sizlere aktarmak. Sonrası sizin bileceğiniz. Haddimin bildirilmesi Öncelikle Hrant D i n k'in "Çok olmasına” biraz açıklık getireyim. D i n k zaten epeyi bir süredir dikkatlerini çekiyor, canlarını sıkıyordu. 1996 yılıyla birlikte, AGOS’u çıkardığından beri Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirirken, haklarını talep ederken ya da tarihin konuşulmasına ilişkin Türk resmi tezinin hoşuna gitmeyen kendi duruşunu sergilerken, arada bir çizmeyi aştığı olmuyor değildi ancak asıl bardağı taşıran damla 6 Şubat 2004 tarihinde AGOS’ta yayınlanan “Sabiha Gökçen” haberi oldu. D i n k imzasıyla ve “Sabiha-Hatun’un sırrı” başlığıyla verilen haberde Gökçen’in Ermenistanlı akrabaları konuşuyor ve Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğunu iddia ediyorlardı. Bu haber, Türkiye’nin en çok satan gazetesi Hürriyet’te 21 Şubat 2004 tarihinde AGOS’tan alıntılanarak manşetten verilince olanlar oldu ve Türkiye’de yer yerinden oynadı. 15 günü aşkın bir süre tüm köşe yazarları habere ilişkin olumlu, olumsuz yorumlarda bulundular, değişik kesimlerden değişik beyanatlar verildi. Tüm bunların içinde en önemlisi ise Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı yazılı açıklama oldu. Genelkurmay bu haberi yapanlara karşı “Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür” açıklamasıyla tepki koyuyordu. Onlara göre bu haberi yapanlar art niyetliydi, Türk kadınının miti ve sembolü haline dönüştürülmüş bir kişinin Türklüğünü birden bire onun üstünden çekerek o kimlikte deprem yaratmaya çalışıyorlardı. Kimdi bu densizler, kimdi bu Hrant **** ? Ona haddi bildirilmeliydi! Resmi sohbete davet Genelkurmay bildirisi 22 Şubat Pazar günü yayınlandı. Evimde, televizyon haberlerinden dinledim uzun bildiriyi. O gece çok rahat değildim. Ertesi gün muhakkak birşeyler olacağını seziyordum. Nitekim tecrübelerim ve sezgilerim beni yanıltmadı. Ertesi gün sabahın erken saatinde çaldı telefonum. İstanbul Vali yardımcılarından biri arıyordu. Sert bir tonla, habere ilişkin elimdeki belgelerle Valiliğe beklediğini bildirdi. “Bu çağrının hangi amaçla yapıldığını?” sorduğumda ise “Sohbet etmek ve elinizdeki belgeleri görmek” şeklinde yanıtladı. Tecrübeli gazeteci dostlarımı aradım, bu çağrının hangi anlama geldiğini sordum. “Bu tür sohbetlerin gelenekten olmadığı gibi bunun yasal bir prosedür de olmadığını ancak elimdeki belgelerle davete icabet etmemin doğru olacağını” telkin ettiler. Dikkatli olmalıydım Tavsiyeye uydum ve elimdeki belgelerle birlikte Vali Yardımcısı’nın yanına gittim. Hayli nazikti Vali Yardımcısı. İçeri buyur ettiğinde, odasında biri bayan iki kişi daha oturuyordu. Nazikçe “Onların kendisinin yakınları olduğunu, sohbetimizde hazır bulunmalarında bir mahzur görüp görmediğimi?” sordu. “Bir mahzur görmediğimi” söyleyip oturduğumda zaten ortamın nazikliğini kavramıştım. Hiç beklemeden girişi yaptı Vali Yardımcısı. “Hrant bey” diyordu “Siz, tecrübeli bir gazetecisiniz. Daha dikkatli haber yapmanız gerekmez mi? Sonra böyle haberlere ne gerek var? Bakın ortalık nasıl allak bullak oldu. Hayır, biz sizi biliyoruz ama sokaktaki adam ne bilsin? Bu tür haberleri başka bir niyetle yapıyorsunuz sanabilir. Bakın şu elimdeki evrakı görüyor musunuz? Ermeni Patriği’nin bir başvurusu vardı, bazı internet sitelerinde Ermeni toplumunun bazı kurumlarına yönelik bazı densizler terör sayılabilecek girişimlerde bulunmaya çalışıyorlarmış. İşte biz de onları aradık ve Bursa’da bulduk, sonunda adalete de teslim ettik. Ama bakın işte sokaklar ne gibi insanlarla dolu. Bu tür haberlere daha dikkat etmek gerekmez mi?” Vali Yardımcısı’nın bu girişle başladığı sohbete, odadaki misafirlerden erkek olan da katıldı ve ondan sonra da zaten sözü bir daha başkasına bırakmadı. Vali Yardımcısı’nın sözlerini daha da net bir üslupla bu kez o yineledi. Dikkatli olmamı, ülkeyi ve ortamı gerecek girişimlerden kaçınmamı telkin ediyordu: “Sizin yazdığınız bazı yazılardan, her ne kadar üslubunuza katılmasak da, niyetinizin kötü olmadığını anlayabiliyoruz, ancak herkes bunu böyle anlamayabilir ve toplumun tepkisini üzerinize çekebilirsiniz” diyerek de beni kerelerce uyarıyordu. Ben ise haberi hangi niyetle yaptığımı anlatmakla yetindim. Birincisi ben gazeteciydim ve bu bir gazeteciyi heyecanlandıracak bir haberdi. İkincisi de, Ermeni sorununu hep ölenler üzerinden konuşmak yerine biraz da kalanlar ve yaşayanlar üzerinden konuşmayı denemek istiyordum. Ama görüyordum ki kalanlar üzerinden konuşmak daha zordu! Odadan ayrılacaktım ki götürdüğüm belgeleri görmek ya da almak için ısrar bile etmediklerini farkettim. Belgeleri isteyip istemediklerini onlara ben anımsattım ve verdim. Zaten de konuşmaların içeriğinden, beni hangi amaçla oraya çağırdıkları belliydi. Haddimi bilmeliydim... Dikkatli olmalıydım... Yoksa iyi olmazdı! Artık hedefteydim Hakikaten de sonrası iyi olmadı. Valiliğe çağrıldığımın ertesi gününden itibaren birçok gazetede birçok köşe yazarı Ermeni kimliği üzerine yazmış olduğum deneme serisinin içinde geçen “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermenilerin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur” cümlesini cımbızlayarak, bununla Türk düşmanlığı yaptığımı ortak bir kampanyayla dile getirmeye başladılar. Bu yayınların ardından ise 26 Şubat günü İstanbul Ülkü Ocakları İl Başkanı Levent Temiz’in başını çektiği bir grup ülkücü, AGOS’un kapısına gelerek aleyhime sloganlar attı ve tehditlerde bulundu. Polis gösterinin olacağını önceden haber almıştı. AGOS içinde ve kapısında gereken önlemleri aldı. Tüm televizyon kanalları ve gazete muhabirleri de haberdar edilmişlerdi, hepsi AGOS’un önündeydi. Grubun kullandığı sloganlar çok netti: “Ya sev ya terk et”, “Kahrolsun ASALA”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” Grubun lideri Levent Temiz’in yaptığı konuşmada hedef açık ve seçikti: “Hrant D i n k, bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir.” Grup gösterisini yapıp dağıldı. Ama ne hikmetse o gün ve ertesi gün herhangi bir televizyon kanalında (Kanal 7 hariç), herhangi bir gazetede (Özgür Gündem hariç) haber geçilmedi. Belli ki Ülkücü grubu AGOS’un kapısına yönlendiren güç, basını ve medyayı da o olumsuz görüntü ve sloganların ardından blokaj altına -bir iki fireyle- almayı başarmıştı. Tehlikenin eşiğinde AGOS’un önünde benzer bir gösteri de birkaç gün sonra kendilerini “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” olarak adlandıran grup tarafından yapıldı. Ardından da devreye o güne değin hiçbir popülaritesi olmayan Av. Kemal Kerinçsiz ve onun başkanlığını yaptığı Büyük Hukukçular Birliği girdi. Kerinçsiz ve arkadaşları Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na giderek, hakkımda suç duyurusunda bulundular. Bu başvuruyla birlikte, Türkiye’nin itibarını bütünüyle zedeleyen 301 davalarına da hız verilmiş oldu. Benimle ilgili ise yeni ve tehlikeli bir süreç başlıyordu. Gerçi ben hayatım boyunca hep tehlikelerin etrafında dolaşmıştım. Ya tehlikeler beni çok sevmişti, ya ben tehlikeleri... Ve işte yine uçurumun kıyısındaydım. Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum. Hrant D i n k (12 Ocak 2007) AGOS Sayı: 563
-
ALLAH VAR
Sevgili BrainSlapper, la boheme ve TARAFSIZ, tartismaya actiginiz veya acilan tartismalara verdiginiz cevaplari severek okuyor ve dinle ilgili bende acik kalan sorulara cevaplar buldugum icin tesekkurlerimi bildirmek istiyorum.
-
CENNETTEKİLER VE CEHENNEMDEKİLER...?
Anafikir sudur: Ogrenmeye acik beyinler icin, kotu ornegin tek bir faydasi vardir. Iyi olanin daha iyi bellenip, anlasilmasini saglar.
-
Türkiye bölünse kim zararlı çıkar?
Bircogumuzun atasi bu topraklarda dogmus degil. Hepimiz bir yerlerden gelmis bu ulkeyi vatan edinmisiz. Benim atalarim da kalkip oradan buradan gelmisler buraya. Fakat herseye ragmen ben TURK adi ile anilmaktan gurur duyuyorum. Senin etnik kokenin, benim etnik kokenim kavgalarini birakip artik kendimize bir ceki duzen vermenin zamani geldi de geciyor diyorum. Zira bu gibi kavgalar sadece bu vatanda yasayan insanlara zarar verir. Biz kavgalarimiza devam ederken digerleri halimize guluyor ve karli cikiyorlar. Bize dusen vazife cocuklarimiza bu etnik ayrimciligin bir sonunun olmadigini ve elele vererekten bu ulkeyi adam etmemiz gerektigini ogretmek. Bu sadece okulda ogretilecek bir sey degil. Bu konuda ailenin de sorumlulugu var diye dusunuyorum. Turkun Turkten baska dostu yoktur demek bu ulkede yasayan tum insanlara hitaben denmis bir cumle, ben boyle anliyorum en azindan.
-
TÜRBAN VE BAŞÖRTÜSÜ / SIKMABAŞ ARASINDAKİ FARK... (Sevgi Suheda arkadaşımızın sorusuna atfen tartışmaya açılmıştır...)
Aha iste, kadini mulk olarak gormek buna derim ben, ama dikkat ederseniz onemli bir mulk -altin degerinde, lakin sonucta bir mulk. Sahibi de erkek! Ayrica oyle ya Allah'in ugrasacak baska bir seyi kalmamista basortusu ile mi ugrasiyormus o zamanlar. Korkarim ki Havva'yi da yaratirken hemen bir basortusu uzatmistir kendisine.
-
NE KAYBETTİM,YADA KAYBEDİYORUM...
Ben namaz kilmak hastaliga iyi gelir demedim ki, yalniz su var ki bir insan durup dururken egzersiz yapmaz. Ya zayiflamak icindir, ya vucut gelistirmek icindir, ya da vucudunun orasinda burasinda biraz agrilar oldugu icindir, yani kisacasi hastalik durumlarinda zaten bu gibi egzersizler iyi gelmez, bu durumda doktora gitmek daha iyidir elbette. Ve de otobus olayina gelince; ben bunu birisi soyle soyle dedi diye demedim ki, yalniz o otobuse binen insanlarin cogunun da islam dini mensubu oldugunu varsayarsak -ki oyle ve islamda temizligin on planda olmasi gerekiyorsa eger kimsenin kokmamasi gerek diye dusunuyorum. Hele ki cagimizda bir suru koku giderici, ter onleyici vs. deodorantlar bulunuyorken... bir insanin kokmasini anlamiyorum.
-
NE KAYBETTİM,YADA KAYBEDİYORUM...
Namaz kilmak: Bu kadar cok egsersiz yapan bir insanin bedeninde hic agri olmamasi gerek, fakat goruyorum ki namaz kilanlarin da bel/sirt/kas vs. agrilari var. Demek namaz kilmak ta bir care degilmis. Yikanmaya gelince, mesela otobuse bindiginizde neredeyse burnununuz diregi kirilir, e peki tum o otobuste yolculuk edenler dinsiz mi ki kokuyorlar? Oruc tutmak: Nedense hic zararlarindan bahsedilmez. Hacca gitmek: Somuru mekanizmasi isliyor da isliyor. Zekat vermek: Ah keske her musluman sizin gibi olsa!!! Kelime'i sehadet getirmek: Bazilari icin agizda sakiz mi oldu ne.
-
CENNETTEKİLER VE CEHENNEMDEKİLER...?
Eh, desene esra, burada oldugu gibi orada da kim kime dum duma olacak.
-
Melekler
Soruya soru ile mi cevap verilir. Bilseydim sormazdim. Saygilar
-
Melekler
Melekler, Yüce Allah’ın nurdan yarattığı varlıklardır. Melekler, Yüce Allah’ın ibadet, taat, zikir, şükür ve özel görevler için yarattığı kıymetli, şerefli, temiz, sevimli varlıklardır. Meleklerin yerde, gökte, Arşta her yerde görevleri vardır. Gözle, görülmezler, gayb aleminde bulunurlar. Birçok şekle girebilirler. Dünya gıdalarından yemez ve içmezler. Onların gıdaları Allah’ın nuru, feyzi, zikri ve sevgisidir. Erkeklik ve dişilik özellikleri yoktur. Doğum yoluyla çoğalmazlar. Yüce Allah, dilediği zaman dilediği kadar melek yaratır. Sayılarını Yüce Allah bilir. Melekler hiç kötü iş yapmazlar, kötü işe meyletmezler. Meleklerde insandaki gibi nefis, şehvet, kötü arzu, meyil ve ihtiyaç yoktur. Onlar devamlı Yüce Allah’ı tesbih eder/yüceltir, hamd eder/över ve emrini gözetirler. En büyükleri dört tanedir. Onlar şunlardır: 1. Cebrail : Vahiy meleğidir. Allah’ın emrini peygamberlere getirir. Meleklerin en büyüğü ve reisidir. 2. Mikâil : Tabiat olayları ve rızık taksimiyle görevlidir. 3. İsrafil : Kıyamet kopacağı zaman sûr ismindeki alete üfürüp büyük ve dehşetli haberi duyurmakla görevlidir. 4. Azrail : Allah’ın emriyle can almakla görevlidir. Erkelik dişilik unsurlari 43/19: Rahman'ın kulları olan melekleri dişiler saydılar. Onların yaratılışına tanık mıydılar ki? 53/27: Işte ahirete inanmayanlar, meleklere dişi isim takıp duruyorlar. Bazı inançsızlar, melekleri " Allah'ın kızları " zannederek onlara dişi isim takıyorlardı. Yaratılışlarına tanık mıydılar ki? Oysa meleklerin; maddi varlıklara mahsus yemek, içmek, uyumak ve erkeklik-dişilik gibi unsurları bulunmamaktadır. Sonsuz surat 35/1: ... Melekler ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'tır. 70/4: Melekler ve Ruh (Hz. Cebrail), oraya miktarı 50 bin yıl olan bir günde yükselirler. Melekler sonsuz süratli varlıklardır. Kanatlı olmaktan maksat, onların müthiş süratlerinden ve kudretlerindendir. " Oraya miktarı 50 bin yıl olan bir günde yükselirler " ayeti meleklerin akıl almaz süratlerini ifade etmektedir. Evrenin sonsuz mesafelerine, ancak melekî bir hız ile erişebileceği de anlaşılmaktadır. Peki, madem erkek degil disi degil, biri bana neden tum meleklerin erkek isimli oldugunu soyleyebilir mi acaba? Ve de "50 bin yil olan bir gunde" ifadesi neyi kastediyor?
-
VATİK GAZETESİ, 21 Eylül 2006... ('BAŞÖRTÜSÜ' veya 'ÇARŞAF' Evet, 'İslam'ın sembolü' dür!.. Onu başında taşıyan her kadın veya kız bir semboldür...)
Bugün ‘türban’ dediğimiz ve gece-gündüz tartışır olduğumuz omuzlara kadar inen başörtüsü modelinin ilk defa nerede ortaya çıktığını acaba hiç merak ettiniz mi? İslami terminolojideki ismi ‘hicab’ olan bu modeli 1970’li yılların başında Lübnan’da yaşayan üst düzeyde İranlı bir din adamı, Hüccetülislam Musa Sadr, Güney Lübnanlı Şii kadınları bölgeye hakim olan Filistinli gerillaların tacizinden koruyabilmek için yaratmıştı. 1979’daki İran Devrimi’nin de benimsemesiyle model bütün İslam dünyasına yayıldı, bir ideoloji ve kimlik alameti halini aldı ve bu arada biz de ithal ediverdik. Kimsenin ne giydiğine karışmak hiç adetim değildir ama türbana içim bir türlü ısınamıyor, zira bana hiç de estetik gelmiyor ve örtünme konusunda asırlar boyunca kendi modasını kendisi yaratıp zarif bir çizgi yaratmış olan Türk kadınının Lübnan’dan örtünme modeli ithal etmeye ihtiyaç hissetmesinin sebebini bir türlü anlayamıyorum. Önce, bir hususu açıkça ifade edeyim: Artık dur-durak bilmez hale gelen türban inatlaşmasından bıkanlar arasındayım. ‘Canı isteyen başını örtsün ama bunu siyasi vasıta háline getirmesinler’ demek istiyorum ama işin içine bugünün türbanı girince bir türlü diyemiyorum. Diyemememin sebebi ideolojik değil, sadece ve sadece estetik! Zira başı tamamen örttükten sonra omuzlara inen, sırttan bele doğru genişçe bir üçgen halinde dökülen ve adına şimdilerde ‘türban’ dediğimiz bu örtü bana hiç mi hiç estetik gelmiyor. Üstelik bizim değil, ithal... Bu örtünme biçiminin ilk defa nerede göründüğünü, İslam dünyasına nasıl yayıldığını ve hangi yolla bize kadar geldiğini acaba hiç merak ettiniz mi? ‘Türban’ sözü, 18. asrın sonlarında Fransa’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris elçisi Moralı Esseyid Ali Efendi’nin sarığının verdiği ilhamla ortaya çıktı. Paris sosyetesine mensup hanımlar 1790’ların sonunda Ali Efendi’nin sarığına benzer şapkalar takmaya, saçlarını kıymetli kumaşlarla sarmaya başlamışlardı ve bu yeni moda ‘türban’ adını aldı. Sarıkta kullanılan, bugün ‘tülbent’ dediğimiz ve Farsça aslı ‘dülbend’ olan kelime Fransızca’da ‘turban’a dönmüştü! Örtünmenin İslami terminolojideki karşılığı ise, ‘hicab’ sözüydü ve her çeşit başörtüsünün genel karşılığı, Arapça’da ‘bakışlardan gizlenmek’ ve ‘saklanmak’ demek olan ‘hecebe’ kökünden gelen ‘hicab’ kelimesiydi. Bugünün ‘türban’ dediğimiz ve omuzlara kadar inen başörtüsü, ilk defa 1970’lerin başında, Lübnan’da ortaya çıktı. Modelin yaratıcısı, üst düzeyde bir din adamıydı: Lübnanlı Şiiler’in lideri olan Hüccetülislam Musa Sadr... Ama koskoca Hüccetülislam’ın moda yaratmayı düşünecek háli yoktu ve model herhangi bir dini düşünceyle değil güvenlik maksadıyla ve Şii kadınların tehlikeden korunmaları için ortaya çıkmıştı! Taciz tehditleri ile doğdu;Şiiler, Lübnan’ın güneyinde çoğunluktaydılar ama bölge 70’li yılların başından itibaren Filistinli gerillaların kontrolü altına girmişti. Kral Hüseyin’in Ürdün’den kovduğu gerillalar, sivil Filistinlilerle beraber Güney Lübnan’a yerleşmiş vaziyetteydiler. Askeri bakımdan zayıf olan Lübnan hükümeti, topraklarındaki siláhlı milislere karşı birşey yapamıyordu ve ülkenin güneyi Filistinliler’in kontrolündeydi. İşin askeri yönünden başka bir de sosyal boyutu vardı ve Şii Lübnanlılar ile Filistinli gerillalar arasında her an bir gerilim yaşanıyor, gittikçe artan ekonomik sıkıntılara Şii kadınların gerillalar tarafından taciz edilmeleri gibi günlük rahatsızlıklar da ekleniyordu. Yaratıcılığını Hüccetülislam Musa Sadr’ın yaptığı bugünün türbanı işte bu gibi rahatsızlıklardan, özellikle de Şiiler’in sık sık uğradıkları tacizlerden doğdu ve kısa bir müddet sonra çarşafa bürünmemiş olan hemen bütün Şii kadınlar bir örnek giyinir oldular. Musa Sadr, Şah dönemi İran’ının en büyük gazetesi ‘Kayhan’ın başında bulunan ve İran’ın en güçlü gazetecisi olan Emir Tahiri’ye 1975 yılında Beyrut’ta verdiği demeçte modeli bizzat hazırladığını anlattıktan sonra ‘İlhamımı Batı dünyasının kilise resimlerinden ve Lübnan’daki Katolik rahibelerin kulladıkları başörtülerden aldım’ diyecekti. Sadr’a göre Lübnanlı Şii kadınlar bu yeni örtünme biçimi sayesinde diğer dinlerden ve mezheplerden olan hemcinslerinden apayrı bir görünüm kazanırlarken tacize ve tecavüze uğrama ihtimalleri de en aza inmişti, zira yeni oluşmaya başlamış olan siláhlı Şii hareketinin de koruması altına girmişlerdi. Hicab, Lübnan’dan ilk olarak İran’a ihraç edildi ve Şah’ın gidişini hazırlayan olayların başladığı 1977 sonbaharında Tahran’da yönetim aleyhinde yapılan gösterilerde ortaya çıktı. Şah karşıtı kadınların bir kısmı hicaba bürünmüşlerdi. Sürgünde yaşayan ve 1979’da Şah’ın devrilmesiyle sürgünden dönen İmam Humeyni’yi Tahran’ın Mehrábád havaalanında karşılayan yüzbinlerce İranlı kadının arasında da artık binlerce hicablı kadın vardı. Kimlik alameti oldu ve şaştık!;Yeni tip başörtüsü, İslam Devrimi’nden sonra önce İran’da, hemen ardından da bütün İslam dünyasında bir kimlik alámeti halini aldı. Dr. Ali Şeriati ile beraber İran Devrimi’nin fikri temellerini ortaya koyan Ayetullah Murtaza Mutahhari, Şah karşıtı ayaklanmalar sırasında yayınladığı ‘Hicab-ı İslami’, yani ‘İslami Örtünme’ isimli kitabında ‘Müslüman kadının niçin kapanması gerektiği’ konusunu ele alacak, Kur’an’ın ‘Nur’ ve ‘Ahzab’ surelerinde emredilen örtünme biçiminin omuzlara kadar uzanan başörtüsü olduğunu yazacaktı. Ayetullah Mutahhari’nin dini kimliğini belirlediği hicab, İran’da 1981’de yayınlanan ‘Kadınlar İçin İslami Giyim Yönetmeliği’ne girdi. Yönetmelikte çarşafın ve bu tür başörtüsünün İslam’a en uygun örtünme biçimi olduğu söyleniyordu ama İranlı kadınlar başörtüsü seçiminde serbest bırakıldılar. Çarşafa bürünmek yahut yüzü kapatmak mecburiyeti getirilmedi, sadece yüzlerin açıkta kalacak şekilde kapanması emredildi. Şehirli kadınlar genellikle çenenin altından düğümlenen normal başörtüsünü tercih ederlerken devrim yolunda çaba gösteren kadınlar şimdi ‘türban’ dediğimiz örtünme biçimine uydular, kırsal kesim ise eskiden olduğu gibi çarşaflı kaldı. İran’da bugün bizde bilinenin aksine çarşaf yahut omuzları kapatan türban mecburiyeti hiçbir zaman konmadı. Günümüzün türbanı işte böyle doğdu ve İran Devrimi sırasında kazandığı popülarite zamanla ideoloji sembolü ve siyasi kimlik vasıtası olarak bütün İslam dünyasına yayıldı ve bize kadar geldi. Modelin ortaya nasıl çıktığını Musa Sadr’dan bizzat dinlemiş olan İranlı gazeteci Emir Tahiri’nin ‘New York Post’ Gazetesi’nde 2003’ün 15 Ağustos’unda çıkan yazısını ise farketmedik bile... Türkçe’de bugün ‘türban’ dediğimiz ‘hicab’ın macerası, işte kısaca böyle... Yukarıda da söyledim, kimin başına ne örttüğü beni artık hiç mi hiç ilgilendirmiyor ama Lübnan malı hicaba da içim bir türlü ısınamıyor, zira estetik hoşluğu yok! Örtünme konusunda asırlar boyunca kendi modasını kendisi yaratmış ve yaşmak, ferace, kadın fesi, felek tabancası, hotoz, maşlah, tandırbaş, yemeni, kundak yemeni, salma yemeni yahut tepelik gibi çeşit çeşit modellerle zarif bir çizgi yakalamış olan Türk kadınının Lübnan’dan örtünme modeli ithal etmeye ihtiyaç hissetmesinin sebebini bir türlü anlayamıyorum. Türbanın mucidi Musa Sadr’ı Kaddafi ortadan kaldırmıştı;Omuzları kapatan ve adına şimdi ‘türban’ dediğimiz başörtüsü biçiminin yaratıcı olan Seyyid Musa es-Sadr, İranlı idi. İran’ın dini ilimler merkezi olan Kum şehrinde, 1928’in 15 Mayıs günü dünyaya geldi. Kum’da ve Tahran’da dini eğitim aldı, ‘Mekteb-i İslam’ adında bir dergi çıkarttı ve bir müddet Kum’daki medreselerde hocalık edip ‘Hüccetülislam’ derecesine yükseldi. Musa Sadr, Seyyid Abdülhüseyin Şerefeddin’in 1960 yılında ölümüyle dini otorite boşluğuna düşen Güney Lübnanlı Şiiler’i toparlamak maksadıyla Lübnan’ın Sur şehrine yerleşti ve kısa sürede bölgenin en güçlü dini lideri oldu. 1969’da kurulan ‘Yüksek Şii Konseyi’nin başkanlığına gelmesiyle ‘imam’ unvanını aldı, bu arada çok sayıda vakıf ve okul kurdu, 1971’de İsrail’e karşı mücadele etmek maksadıyla Müslüman ve Hristiyan din adamlarından meydana gelen bir diğer dini konseyi hayata geçirdi. 1974 ilkbaharında kurduğu ve ‘Mahrum Bırakılmışlar, Ezilmişler Hareketi’ diye tercüme edebileceğimiz ‘Hareketu’l-Mahrumin’ isimli örgüt, Musa Sadr’ın en güçlü eseriydi. Örgüt, Lübnanlı Şiiler’in sosyal alanda refaha ulaşması için çaba gösterecekti ancak ülkede iç savaşın patlaması üzerine etkisiz kalınca Musa Sadr bu defa da siláhlı bir diğer grubu organize etti. ‘AMAL’ isimli bu örgüt Şiiler’in hem siyasi hem de askeri gücü olacak ve 1990’lı yıllara kadar adından sıkça bahsettirecekti. Aslen İranlı olmasına rağmen Lübnan’ın siyasi hayatında son derece etkili olan Musa Sadr, 1978 Ağustos’unda, Güney Lübnan’daki Filistinli mülteciler konusunda temaslarda bulunmak maksadıyla Libya’ya gitti ama bu, onun son siyasi faaliyeti oldu ve Sadr’dan bir daha haber alınamadı. Libyalılar İmam’ın Muammer Kaddafi ile görüştükten sonra Roma’ya giden bir uçağa bindiğini iddia ettiler, İtalya ise Sadr’ın uçakta bulunmadığını açıkladı ve dini lider kayboldu! Ailesi, özellikle de kızkardeşi, Sadr’ın Libya’da bir zindanda tutulduğunu ve halen hayatta olduğunu iddia ederken, Şii dünyası Musa Sadr ile kayıp 12. İmam Mehdi arasında bir benzerlik kuruyor ve İmam Musa Sadr’ın da günün birinde Mehdi gibi yeniden ortaya çıkacağına inanıyor. Murat BARDAKÇI
-
Laik Türkiye Cumhuriyeti Çöküyor! Kalk Ey Ehli Vatan!
Tabii Antikabir duvari kalirsa...
-
Din Değiştirmek
En'an suresi 68. Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma. Yani ama arkadaslar olmuyor bu boyle. Bakin ne demis: o zalimler grubu ile beraber oturma! Zira oturursan mantikli sorular/elestiriler karsisinda diyecek bir sey bulamayip temcit pilavi gibi isitip isitip ayni seyleri tekrarlar durursun.
-
Din Değiştirmek
Nisa 79. Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter. (llah'la konusup gorusemedigimiz icin sahitligi gecersiz olmuyor mu? Yani bu suna benziyor: Bir adam bir adami oldurmus ve tek sahit te mahkemeden iki gun once vefat etmis.) Nisa 84. (Ey Muhammed!) Artık Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun! Mü'minleri de savaşa teşvik et. Umulur ki Allah inkar edenlerin gücünü kırar. Allah'ın gücü daha üstündür, cezası daha şiddetlidir. (Allah'in "Artik Allah yolunda savas, Mu'minleri de savasa tesvik et" demesi bana hic mantikli gelmiyor. Bu inkar etme olayi ve bunun sonucunda cezalandirilma olayi sanki Allah'i inkar degil de, Muhammed'i inkar edenleri carpacaga benziyor.) Yani bu sadece iki ornek, baslangicini ve devamini okudukca bana kabul ettirilmek istenilen Kuran'daki Allah beni yaratan Allah olamaz diye dusundum ve kendi Allah'imi kendim yarattim.
-
Din Değiştirmek
bence okuyup ta okuduklarini anlayanlar ayriliyor, ne dersiniz?
-
"__EVLİLİK__" ARTIK KADIN VE ERKEK İÇİN ARZU EDİLMİYOR... (Geçen yıl, Saudi Arabistan bile bir erkeğin kızını evliliğe zorlayamayacağını açıkladı.)
Turkiye'de evlilik=cinselligi rahatca yasayabilmek icin atilmis bir adim, demektir. Yani iki insan asik oluyor, nisanlaniyor -zira nisanlilik suresi birbirini tanima suresi degil ancak usul yordam geregi yerine getirilen bir olay- ve kisa bir muddet sonra evleniliyor. Arkadan hemen bir cocuk geliyor. E, tabii cinsellik bir evliligi yurutmek icin yeterli bir neden de olmadigindan ayikla pirincin tasini.
-
Yilbasi gecesi taksimdeki insanlik ayibi..
Ben bunu birileri o kadina namussuz dedigi icin degil, su acidan dedim; kadin kadini acimasizca elestirir, gerekli gordugu yerde de aynen sizin yaptiginiz gibi "icmeseydi, oraya gitmeseydi, o etegi giymeseydi vs. vs. Bunlar tacizi hakli kilmaz.
-
Yilbasi gecesi taksimdeki insanlik ayibi..
Ben sunu anlamadim, bir arkadasin verdigi you tube de ki linke baktim ve kameranin bastan sona taciz edilen bayana kilitlenmis oldugunu gordum, belki yaniliyor olabilirim. Yani bu olay danisikli donusuklu gibi geldi bana. Yaniliyor olmasam bile, hic bir kisinin bir baska kisiye -o kisi hangi durumda olursa olsun- taciz etme hakki yoktur. Ayrica, gene bir arkadasin dedigi gibi "kadin kasindi" diyenler genelde kadinlar oluyor, herhalde kendilerini daha namuslu gostermek icin olsa gerek.