Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Havace

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    20
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Havace tarafından postalanan herşey

  1. YAMYAM Senden bir şeyi kabul etmeni değil sadece çelişkilerini ve tutarsızlıklarını görmeni istedim ve bunlara işaret ederek yönlendirmeye çalıştım, istedim ki fikirlerindeki tearuzları kendin göresin. İnanan da inkar eden de kendisi için yapar bunu. Dürüst olun gidin arapçayı öğrenin kaynaklara inin kelimeler arasındaki farkı anlayın ondan sonra tenkid edin ki cevaba layık olun. (Dört ay dışında İ.H.L. de de görev yapmadım bunda da ıskaladın.)
  2. Mr. Yamyam 1-Lokman hekim ve Zülkarneyn ile ilgili verdiğiniz bilgileri ve kaynakları (!) okudum çok faydalandım desem yalan olur. Büyük Larousse’daki ilgili maddeleri yazan kişilerin çok büyük âlimler oldukları ve o konudaki bütün (Hıristiyan, Yahudi, İslam, eski yunan, ilkçağ …) literatürü tarayıp ondan sonra sizin gibilerin faydalanması için sunduklarından kuşkum yok. Benim verdiğim ve “sizin yanıltıcı ve saçma” diye ifade ettiğiniz bilgi; batıya, kendi düşünür ve filozoflarının kitaplarını şerh ederek onlara öğreten İslam filozoflarının kitaplarından alınan y.y. dır medreselerde okutulan kitaplardaki bir bilgidir. “Sözlerini araştırırsan uzak bölgelerde olmalarına rağmen Hz. Peygamberin sözleriyle benzerliklerini bulursunuz” ifadeniz için: Bu benzerlikleri burada gösterin ki, üzerinde tartışalım…” sizin işiniz bu değil mi? Bilgi doğrumudur değimlidir, gerçekten kaynaklarda varmıdır? Araştırma yapmadan buna ihtiyaç bile duymadan size verilen bilgiler üzerinde ve kendinizi hâkim konumda görerek kendi sığ mantığınıza vurarak beyin jimnastiği yapmak, öyle ya nasılsa kendi bilginize ters gelen her şeyi reddetmek gibi çok basit alışkanlığınız var. ““Astvar” kelimesinin alınarak “övülmüş” kelimesine ulaşılmasına bir diyeceğim yok ama, bu kelimenin “Muhammed” ismine bire bir çevrilebileceği iddiası beni ziyadesiyle tebessüm ettirdi.” Demişsiniz aman bayım lütfetmişsiniz siz tebessüm etmişsiniz ama ben bu sözünüze kahkaha attım. “Astvar” kelimesinin anlamını biliyorsunuz da “Muhammed” kelimesinin tefil babından ismi meful olduğu ve aynı manaya geldiğini ya bilmiyorsunuz ya da işinize gelmediği için tecahülü arif sanatı uyguluyorsunuz bu da olsa olsa küfri inadinizi gösterir. 2-Brahmanizm deki “MOHAMMAD kelimesini ya da “Sana bağlı kalacağım. Sen ey Parbatis Nath/Beşeriyetin Efendisi, Arabistanın sakini. Sen şerri yok etmek için büyük bir güç topladın. Ve o, Melekha'lı düşmanlardan kendi kendini korudu. .....ben senin kölenim, beni ayaklarının altına yatır." Ve “Sen gittiğin zaman bize kim öğretecek?" Mukaddes kişi şöyle cevapladı; "Ben, yeryüzüne gelen ilk mukaddes kişi değilim. Benden sonra bir başka mukaddes kişi gelecek. Bu kişi, tam anlamıyla aydınlatılmış ve davranışları hikmet dolu bir kişidir. Hayırlıdır. Kainatı bilir. Eşi olmayan bir önderdir. Benim şimdi ilan ettiğim şekilde en mükemmel ve en saf dini bir hayatı ilan edecektir. Onun bağlılarının sayısı binlerce olacaktır. Oysa benimki yüzlercedir “ Cümlelerini ve diğerlerini görmemezlikten gelmeniz nedense beni hiç yadırgatmadı. Hani hangi medeniyetmiş o, peygamber nerede varmış o sizin dogmalarınızdır diyen haykırışlarınıza ne oldu? 2- Öyle ya siz Afrika, Mezopotamya, Amerika, Çin, eski yunan medeniyetlerini en ince ayrıntısına kadar araştırmış, 1985 te bulunan Yonaguni piramidleri ve Taiwan açıklarındaki Hujing su altı kenti hakkında yeterli araştırmaları yapmış ve hatta o bölgeye gidip, dalarak gerekli tüm belgeleri araştırmacılardan önce bulmuşsunuzdur. Evet, inanırım Türkiye’deki Üniversitelerdeki araştırmaların Yunanistan’daki Üniversitelerdeki araştırmalardan daha az olmasına rağmen ya da Türkiye’deki Üniversitelerin hiç birisinin Dünyada ilk 500’e girememesine rağmen bunu yapmışsınızdır hatta ve hatta siz bizim üniversitelerdeki Prof ve doçentlerin yaptıkları araştırmaları ve bir kısım intihalleri de (!) kendinize delil göstermekte hiçbir sakınca görmezsiniz. Nasılsa sizin düşüncelerinizi destekleyen görüşleri var ya... Hem ne yapacaksınız Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeoloğun yaptığı kazıları, Sümer yazıtlarını bulan arkeologların belgelerin ne kadarını topluma sunduklarını, ya da özellikle "Yaratılış" ve "tufan" gibi tek tanrılı dinlerde de karşılaşılan ilk dinsel anlatılar önce Sümerler ve sonrasında diğer Mezopotamya toplumları tarafından kayıt edildi." cümlesinden bir ilkokul öğrencisi zekâsına sahip birisinin de anlayacağı gibi "kayıt" başka "ilk defa onlar tarafından yazıldı" ifadelerini, işinize gelmediği zaman tali konulara geçivermeyi ne güzel de biliyorsunuz…. Öyle ya zaten tufan denilen olay da 9 000 yıl önce büyük buzulların çözülmesi sonucu olan bir su yükselmesinden başka bir şey değildir. 3-Sizin hakikat dediğiniz şey de, sizin bilginize ve mantığınıza ve kafa yapınıza uyan şeydir zaten ona uymayan dogmadan başka bir şey değildir değil mi? 4- فَضَّلْتُكُمْ kelimesindeki ırki üstünlüğü nereden çıkardığınız. Biraz dürüst olun en azından Yahudi ve Hıristiyan oryantalistler kadar dürüst olun. Onlar bari sarf, nahiv, bedi, beyan, usulu fıkıh, usulu tefsir, usulu hadis okuyup İslam’ı öyle tenkit etmeye çalışıyorlar. Siz ve sizin kafanızdakiler buna tenezzül etmeden tercümelerden hareket edip, kelimelerin etimolojik yapısını bilmeden anlamlar çıkarıp kendiniz saptığınız gibi sapıttırıyorsunuz. 5- “Kaç kavmin helak olduğu konusunda yapılmış kaç araştırma var ki bunu yazıyorsunuz” demiştim. 6-Öylesine lebaleb bilgiyle dolusunuz ki başka bilgiye ne gerek var değil mi zaten sizin bilmediğiniz bilgi de “bilgi” değildir. Nasılsa işinize gelen, size malzeme olacak bilgi her yerde var ve kolayca ulaşırsınız. Bilgiyi sapmışlığınıza alet etmek nasıl bir duygu acaba? 7-Yazdıkça sapkınlıklarınız ortaya çıkıyor, fuhuş işinize geliyor değil mi? Dini nikah kıyan birisi sapık ve kadın düşkünü oluyor başkasının eşiyle ve kızıyla yatan da modern ve çağdaş erkek. Halk arasındaki tanımıyla İbn…ler cinsel tercihlerini o yönde kullanan zavallı ve hormonel bozuklukları sebebiyle tedavi göremeyecek olan, yetiştirilmelerinde ailelerinin hiçbir suçu olmayan zavallı insanlar. Batıda örnekleri görülen ensest ilişkilere de okey demeniz nedense beni hiç şaşırtmaz. 8-Kuranda Allah müslümanları “Müslüman ırkından” oldukları için mi? Üstün tutyor.? 9-Konuyla ilgili ayet ve hadisleri, hadislerin şerhlerini önünüze koyun oturup düşünün demeyi isterdim ama ne gerek var ki siz bilginin mükemmeline ulaşmışsınız zaten ne gerek var buna? 10-11- Fichte’nin gerçek ateistlerin hiçbir ahlaki görüşe sahip olamayacaklarını söylediğini aktarmıştım itiraz ettiniz “benim kendimce ahlaki görüşlerim var” diye, ahlaki görüşlerinizin bir kısmını gördük gerisini almayalım. “Men dagga dukka “der bir arap atasözü. 12- Hz. Haticenin mal varlığının ne olduğunu bildiğimi söylemiştim nasıl sarfedildiği konusunda sizin araştırmaya ihtiyacınız var, cevabı ben vermeyeceğim siz bulacaksınız nasılsa benim vereceğim kaynaklar sizce muteber değil siz B. Larousse ve genel kültür ans. Okumaya devam edin. Ben ilmi ehil olana veririm. 13-“ kutsal kitaplar kendilerinden önce bilinmeyen hiçbir şeye açıklık getirmemişlerdir” sözünüze internetten gerekli bilgileri bulabilirsiniz doğru yerde doğru bilgiyi aramak şartıyla derim. 14-Önce kafirle müşrik arasındaki farkı öğrenin sonra da hangi devletleri kafir hangilerinin müşrik olduklarını anlarsınız daha sonra kafir devletlerin yaptıklarını kolayca bulursunuz.. 15-Sizin müslüman olarak yetiştirilmeye çalışılmış olmanız size üstün bir değer kazandırmaz Turan Dursun ve Aziz nesin de öyle yetiştirildi. 16-“kinayeli ve çirkin ifadeniz” demişsiniz “burada baba kelimesi mi, karı kelimesi mi, hürmet kelimesi mi kaba ve kinayeli? “Karı”kelimesiyle ilgili epeyce merhale kat ettiniz. Önce “"Karı" kelimesi kocanın sahip olduğu eş anlamına gelir. "ları" eki de çoğul olduğunu belirtir.” Derken, daha sonra “kadın” kelimesinin kaba söyleminden başka bir anlamı da yoktur a geldiniz. Şunu da belirteyim ki tanımadığım muhterem pederiniz ve muhtereme valideniz için onların ellerini hürmetle öpmekten başka hiçbir düşüncem olamaz. Sadece bir yanlışlığa dikkat çekmek istedim. Aşağıdaki ifade size aitti: İletilerimde, ne olursa olsun karşımdakine saygısızlık etmemek, aşağılayıcı ifadeler kullanmamak için azami özen gösteririm. Kur’an “Huden lil muttakîn”dir.
  3. Lena Ayetleri cımbızla alıp yorum yapmak yanlış olur. Ayeti ya ayet açıklar ya hadis açıklar ya da müphem bırakılmıştır. Hidayetle ilgili ayeti açıklayan şu ayettir: "Onlar sapmayı istediler Allah ta onları saptırdı" ayrıca oryantalistlerden goldzierin "dalalet" kelimesinin açıklamasını okursanız ayeti daha iyi anlamanızı sağlar.
  4. Yam yam mahlasıyla maruf kafire 1-Sizce geçerli belgelerin bulunmayışı, geçerli belgelerin bulunamayacağı anlamına gelmediğini daha önce üç defa yazdım. Bulunup bulunmaması benim inancımı değiştirmez ama seninkini değiştirir mi bilemem. Eski kitaplarda Konfiçyus'un ilmini Lokman yada zülkarneynden aldığını gösteren bilgiler vardır. Sözlerini araştırırsan uzak bölgelerde olmalarına rağmen Hz. Peygamberin sözleriyle benzerliklerini bulursunuz. Zerdüşizm: "Peygamber dostları arasında en güçlüsü ey Zerdüşt, asli şeriata bağlı olanlar veya dünyayı ıslah edecek Şoşyant/hayırlı kişi'den olanlardır." Bu metinde geçen Şoşyant/hayırlı kişi'nin kim olduğunu okuyalım; "...adı ASTVAR-ERATA olacaktır. O, Şoşyant/hayırlı kişi olacaktır. O ASTUAT-ERATA olacaktır..." Metinde geçen "Astvar" ve "Astuat" kelimesinin kökü olan "Astu" kelimesi hem Sanskrit, hem de Zend'ce de "övmek" anlamına gelir. Bunun isim hali olan "situadan" günümüz farsçasında; "övme" anlamında kullanılır. Kısaca bu kelimenin anlamı "övülmüş" veya başka bir ifadeyle "Muhammed" isminin bire bir çevirisidir. İşte bu övülmüş kişinin dostları/eshabı'nın övülmesi şöyle devam eder; "... ve onun, Astuat-erata'nın dostları zuhur edecek. Onlar, düşmana karşı galiptirler, temiz düşüncelilerdir, temiz konuşanlardır, hayırlı iş yapanlardır, hak olan şeriati izlerler ve onların dili asla yalan söylemez." Brahmanizm: Hindu kutsal metinleri 3 kısma ayrılırlar. Bunlar; Vedalar, Upanişatlar ve Purana'lardır. Bu kitapların geçmişi MÖ. 4000 yıllarına kadar uzanır. Puranalar 17 ciltten oluşur. Bunlar arasında temel kitap BHAVİŞYA PURAN olarak bilinir ki, gelecekteki olaylardan bahsettiği için bu isimle anılır. Hindlilere göre kitabın derleyicisi Mahrişi Vyasa isimli birisidir fakat sözlerin sahibi Tanrı'dır. Burada iktibas ettiğimiz nüsha Bombay'da Venkteshwar Press'te basılmıştır. Şu satırlar aynen bu kitaptan alınmıştır ve kelimesi kelime tercüme edilmiştir; Melekhalı öğretici, kendi dostlarıyla zuhur edecek. Adı MOHAMMAD olacak. Raca ona en samimi sadakatini ve bütün saygılarını sunduktan sonra şöyle dedi; "Sana bağlı kalacağım. Sen ey Parbatis Nath/Beşeriyetin Efendisi, Arabistanın sakini. Sen şerri yok etmek için büyük bir güç topladın. Ve o, Melekha'lı düşmanlardan kendi kendini korudu. .....ben senin kölenim, beni ayaklarının altına yatır." SHALOKAS; 10-27'de; "Melekhalılar, Arapların meşhur beldelerini yağmaladılar. Bu ülkede Arya Drahma/ilahi kanun'dan bir eser yoktur. ...Bu düşmanlar, doğru yolu göstermek ve onları hidayete çağırmak üzere MUHAMAD ...ki Pishachaları doğru yola getirmekle meşhurdur. ...Geceleyin, melek mizacında olan o zeki adam, bir Pishacha kılığında Raca Bhoj'a şöyle dedi; "...Benim takipçim sünnetli, saç örgüsü olmayan, sakal bırakan ....ibadete çağrı/ezan okuyan... bir adam olacaktır. Domuz hariç her türlü hayvanı yiyecektir. Onlar kutsal su ile değil savaş/cihadla arınacaklar. Dinsizlere karşı mücadele etmeleri yüzünden müslümanlar olarak tanınacaklardır." Vedaların bir başka kitabı, Sama Veda'da Rişî Vatsah'ın ağzından çıkan cümleler : Ahmed, şeriati Rabbından aldı. Bu şeriat hikmet doludur. Ben ondan ışığı aldım, tıpkı güneşten aldığım gibi." BUDİST METİNLERİ (Seylan kaynaklı) "Ananda, mukaddes kişiye şöyle dedi.; "Sen gittiğin zaman bize kim öğretecek?" Mukaddes kişi şöyle cevapladı; "Ben, yeryüzüne gelen ilk mukaddes kişi değilim. Benden sonra bir başka mukaddes kişi gelecek. Bu kişi, tam anlamıyla aydınlatılmış ve davranışları hikmet dolu bir kişidir. Hayırlıdır. Kainatı bilir. Eşi olmayan bir önderdir. Benim şimdi ilan ettiğim şekilde en mükemmel ve en saf dini bir hayatı ilan edecektir. Onun bağlılarının sayısı binlerce olacaktır. Oysa benimki yüzlercedir." Ananda sordu; "Onu nasıl tanıyacağız?" Mukaddes kişi şöyle cevapladı; "O, Maitreya/hayırlı kişi olarak tanınacaktır." Çeşitli Budist metinlerinde geleceği müjdelenen kişinin isimleri şöyle geçmektedir; Metteya (Palice), Maitreya (Sanskritçe), Aremideia (Burmaca), Maitaliye (Çince), Byamas-pa (Tibetçe), Miroku (Japonca) Bu ve benzerleri olan Muhamet, Mahomet gibi kelimelerin tümü; Moh, Maha, Meh kelimelerinden türemiştir ki hepsi de "şerefli kişi, sempatik, büyük şeref sahibi, rahmet yağmuru, ihtişam" manalarına gelmektedir. Yukarıda saydığımız bütün kelimelerin karşılığı ise; "Sevgi öğreticisi, sevginin efendisi, adı iyilik olan, sevgi ve içtenlik, şefkatli kişi, hayırlı, muhabbetli vb." bu kelimelerin tümü hepsi arapça "rahmet" kelimesinin karşılığıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de; "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" buyurulmaktadır. Rahmet ve rahim kelimeleri sadece Kur'ân-ı Kerîm'de 409 kere geçmektedir. Sayfa sayısı 300 bini aşkın hadis-i şerif kitaplarını buna dahil etmiyoruz. Uhud Savaşında düşmanın dört bir taraftan sardığı bir anda yaralanan Efendimiz; "Ya Rabbi, onları affet. Eğer beni tanımış olsalardı yapmazlardı" diye dua etmekteydi. 2-Her şey, Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeoloğun Mezopotamya'da yaptığı kazılar sırasında başlamıştı. Ele geçen bulgular, o güne kadar bir efsane gözüyle bakılan Nuh Tufanıyla bağlantılıydı. Batı insanı çok haklı sebeplerden dolayı Kitab-ı Mukaddes'i güvenilir bir kitap olarak saymadığı için bu kitapta anlatılan Tufan olayını da mitolojik bir hikaye olarak değerlendirmekteydi. Ama Wooley'in araştırması bu inancın yanlışlığını ortaya koyuyordu. Özellikle sevinenler Hıristiyan ve yahudi din adamları oldular. Derhal heyetler oluşturulup çalışmalara başlanıldı. Bu arada dünyanın her tarafında yapılan araştırmalar, Tufanın hemen bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını gösterdi. Asya'da 13, Avrupa'da 4, Amerika'da 37, Avustralya ve Okyanusya adalarında ise 9 adet Tufan efsanesi tespit edilmişti. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi kızılderililerine ait olanıydı. Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika'nın güney batısında yaşayan Hopilerin destanlarında kabaran suların ülkelerini baştan başa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu. Amerika'nın eski sahiplerinden olan Azteklerin destanlarından ise Tufanın süresi bile veriliyordu. Bütün bunlar, insanlık tarihinin hemen hemen başlarında meydana geldiğini gösterir…. İngiliz arkeolog Sir Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya'nın antik şehirlerinden Ur'da uzun kazılar yaptı. Wooley ve ekibi, büyük başarılar göstererek MÖ. 4. bin yılından kalma kral mezarlarını ortaya çıkardılar. Mezopotamya tarihinin öğrenilmesinde dönüm noktası olan bu çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, kaçak, miğfer, silah vs. yanında Tufandan önceki kralların listesini ihtiva eden kil tabletler de bulundu. O zamana kadar kral listeleri mitolojik olarak görülüyordu. Tabletlerin bulunmasından sonra, Wooley vakit kaybetmeden aynı yerde kazılara devam etti. Ne var ki 12 metre daha derine inildiğinde izler tamamen kesilmişti. Tarihi hiç bir bulguya rastlanmıyordu. Bu arada toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşıldı. Zemin tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin edici cevabı bulamamıştı. Wooley kazıyı devam ettirdi ve daha aşağılara indi. Derken 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası birden bire kesildi. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap kaçak gibi eşyalara rastlanılmıştı yeniden. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti yeşermişti. Balçığın sebebi ve kapladığı sahayı öğrenebilmek için civar bölgelerde bir dizi kazı daha yapıldı. İlk çukurdan 300 metre uzakta açılan ikinci çukurda da aynı sonuç elde edildi. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir tepeyi kazdırdı. Sonuç değişmemişti, Böylece, balçık yığılmasının, ancak çok kuvvetli bir su baskını, yani Tufanın eseri olabileceğine dair rapor hazırlandı ve bütün dünyada heyecanlı yankılar doğdu. Bu arada bazı çevreler su baskınının dar bir çevrede yaşandığını ileri sürmüşlerdi ama yeni kazılar, onların iddiasını iflas ettirdi. Şuruppak kralı Ubartutu zamanında bölgenin bütünüyle korkunç bir felakete uğradığı ve kültür izlerinin tamamiyle gömüldüğü açıkça anlaşılıyordu. Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında, 400 mil uzunluğunda ve 100 mil genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi ise, MÖ. 4 binden çok önceki yüzyıllardır. Bu tufan bildiğimiz Nuh tufanı değildi elbette. Ama bu bile, geniş çaplı bir su baskınının neler yapabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan yapılan jeolojik araştırmalar, mahiyeti bilinemeyen sebeplerden dolayı dünyamızın yer yer bir kaç defa suya gömüldüğünü gösteriyor. Miami Üniversitesinden jeokimyacı Jerry Stip'e göre, dünyanın yaşadığı en müthiş su baskını, günümüzden yaklaşık 11.600 sene önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh aleyhisselam zamanındaki tufana ait midir bilinememektedir. Mezopotamya dışında yapılacak kazıların bizi sonuca daha fazla yaklaştıracağı muhakkaktır. Özellikle Hazret-i Nuh'un inşa ettiği geminin kalıntıları ortaya çıkarılabilirse tufanın ne zaman meydana geldiğini öğrenmemiz mümkün olacaktır. Nuh aleyhisselamdan, Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur'ân-ı Kerîm'de 43 yerde ismi geçer. Ayrıca bir surenin adı da Nuh'dur. Zamanında meydana gelen Tufan sebebiyle "İkinci Âdem" diye de anılagelmiştir. Asıl isminin Yesker olduğu, fakat kavminin kurtuluşu için çok ağladığından, ağlamak manasına gelen "nevh" kökünden türemiş Nuh sıfatının asıl ismine dönüştüğü kayıtlıdır. Bu isim sami kökenlidir. Mezopotamya metinlerinden Gılgamış Destanında bu isim yerine Utnapiştim kullanılmıştır. Gerek Nuh'un ve gerekse Utnapiştim'in sözlük manaları bilinmemektedir. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra'dır. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir. Nuh aleyhisselamın kavmi içerisinde 950 sene kaldığı bildirilmektedir. Bugünkü yaş ortalamaları gözönüne getirildiğinde akıl almaz bir durumla karşılaşıyoruz. Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Nuh'un dışındaki hiçbir peygamberin ömründen bahsetmez. Hemen ilave edelim ki; Mezopotamya'da bulunan tabletlerde anlatılan Tufan'dan kurtulan insanların önderi Ziussudra adını taşımaktadır ki; uzun ömür sahibi anlamına gelmektedir. Arkeologların Mezopotamyada buldukları bütün kral listeleri birbirini doğrular mahiyettedir. Arkeoloji literatürüne göre tufandan önceki Sümer krallarına Er sülaleler 1 (ES-1) denilmektedir ki Tufan'a kadar 10 hükümdarın ismini içerir. 1932 yılında Irak'ın Horsabad şehri civarında, arkeologların WB-444 adını verdikleri 20.5 cm. kalınlığında bir tablet daha bulunmuştur. Bu tablete göre Tufan'dan önce tam 10 kral yönetici olmuştur. Bunlardan 7. nin adı Enok olarak verilmiştir ki, kayıtlardan İdris aleyhisselam olduğu tahmin edilmektedir. Eğer böyleyse İdris aleyhisselamdan 3 hükümdar sonra Nuh aleyhisselam göreve başlamış ve onuncu kral zamanında Tufan meydana gelmiştir. Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler başta olmak üzere diğer İslami kaynaklar tarandığında pek çok arkeolojik, antropolojik ve jeolojik bilmece kolaylıkla çözülecek gibi görülmektedir. Tabletlerdeki kayda göre Tufanın 10. Kral zamanında meydana geldiğini belirtmiştik. Bir hadîs-i şerîfte bunu teyid eden bir ifade vardır. Efendimiz, Eshab-ı kiramdan gelen bir soru üzerine; "Âdem aleyhisselam ile Hazret-i Nuh arasında 10 karn (kuşak, asır, dönem...) geçmiştir" buyurmuşlardır. İslam alimlerinin nakillerine göre ilk peygamberler Âdem, Şit, İdris aleyhimüsselam, hem peygamber, hem de o zamanki insanların yöneticisiydiler. Tabletlerde de buna benzer bazı ifadelere rastlanmaktadır. Tabletlere göre Tufandan önce gelen hükümdarlar, aynı zamanda birer din adamıdırlar. Maalesef tabletler İslami birikimden yoksun insanlar tarafından deşifre edildiklerinden, pek çok muğlak ifadenin açıklanmasında zorluk çekilmektedir. Babilonya kayıtlarına göre gemi Nisir dağına, Tevrat'a göre Ararat dağları üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'in buyurduğu şekliyle Cûdî dağına oturmuştur. Kurtuluş anlamına gelen Nisir, Asur topraklarının doğusunda bulunan bir bölgedir ki; Musul şehrinin kuzeyinde yer almaktadır. Yeni bulgularla, Babilonyalıların hangi dağa Nisir adı verdikleri tespit edilebilir. Hahamlarca tahrif edilmiş Tevrat'ta ise Ararat dağları kaydı vardır. Metinler üzerinde çok oynanmış olmasına rağmen bu isimlendirme doğrudur. Zira Ararat, Urartu kelimesinin İbranice transliterasyonudur ve MÖ. 1.000 yıllarında Van bölgesinde hakim olan Asya menşeli Urartuların yaşadığı topraklar için kullanılmaktadır. Asurlular bu bölgeye Uruadri adını vermişlerdir ki; Ararat ve Urartu kelimelerinin değişik söylenişidir. Manası ise yüksek dağlar ülkesi veya yüksek ülkedir. Arkeolojik verilere ve tahrif edilmiş Tevrat'a göre gemi; Ağrı dağına değil "yüksek ülke"ye, yani Ararat-Uruadri-Urartu bölgesinde bir dağın üzerine oturmuştur. Yine aynı Tevrat'ta geminin, suların (Fırat-Dicle) doğduğu bölgeye yürüdükleri bildirilmektedir. Kısacası eldeki bütün belgeler bizi Ağrı dağından çok daha aşağılara götürmektedir. Cûdî adında iki dağ vardır. Birincisi Cizre yakınlarındaki Cûdî dağıdır.İslam tarihçilerine göre Cizre, Tufandan sonra kurulan ikinci şehirdir. Mu'cemul Buldan; Cûdî dağında Nuh aleyhisselamın mescidinin, Herevi ise evinin bulunduğunu yazmaktadır. Halen Cizre'de, Nuh aleyhisselama nisbet edilen bir türbe vardır. Anadolunun en eski kavimlerinden olan Gutilere ait olan ve halen Londra'da bulunan tabletlerde de Nuh aleyhisselamın mezarının "Rayat" bölgesinde olduğu yazılıdır. Rayat, Dicle nehrinden itibaren, Cizre ovasının Silopi'ye kavuştuğu bölgenin adıdır ki, bu noktada Cûdî dağı bulunmaktadır. Daha eski bir kaynak olan ve MÖ. 250 yıllarında Babilli bir rahip olan Berossus'un yazdığı tufan kayıtlarına göre gemi, Cordiyan dağlarında durmaktadır ve yöre halkı, geminin dışını kaplayan katranı kazıyıp muska şeklinde kullanmaktadır. Berossus'un bahsettiği bölge Van gölünün güneyinde bulunmaktadır. 2 bin metrelik Cûdî, Mezopotamya ile Ararat arasındaki sınır dağdır. Bu dağ, Ağrı gibi kapsamlı bir şekilde araştırılmamıştır. Ancak bu dağda yürütülen araştırmalardan biri sırasında, geminin izlerine rastlandığı öne sürülmüşse de bu keşif ilmi açıdan kesin sonuca bağlanamamıştır. 1949 yılında batılı bir ekip tarafından yapılan araştırmanın sonuçları France Le Soir gazetesinin 31 Ağustos 1949 tarihli sayısında; "Nuh'un gemisini gördük fakat Ağrı'da değil" şeklinde sansasyonel bir başlıkla verilmiştir. Bu yazıya göre geminin boyu 150 metre, genişliği 24 metre, yüksekliği ise 15 metredir. 23 yıl önce de, Cûdî dağında bazı antik tahta parçaları bulunduğu iddia edilmiş, 6 Şubat 1972 tarihli Türk gazeteleri bu keşfi; "Nuh'un gemisinin Cûdî dağında olduğu tespit edildi" başlığıyla vermişlerdir. Keşfi yapan, Alman Devletler Araştırma Enstitüsü ilim adamlarından Friedrich Bender'dir. Bender, Cûdî dağında bulduğu katrana benzer bir madde ile birbirine yapışmış kalın tahta parçalarını Almanya'ya götürerek analiz ettirmiştir. Sonuçta katranımsı maddenin 50 bin, tahta parçalarının ise; 6630 yıllık olduğu açıklanmıştır. İlim adamları bu tarihlemedeki hata payının 300 yılı geçmeyeceğini söylemişlerdir. Bender'in, çalışmaya başlamadan önce Kur'ân-ı Kerîm'i ve Tufanı anlatan Gılgamış destanını incelediği ve geminin Dicle ile Zap suyu arasında karaya oturduğu kanaatine vardığı da bildirilmiştir. Cûdî adını taşıyan ikinci yer ise, Doğu Beyazıt bölgesindeki Cûdî tepesidir. Halen bu tepede gemiye benzeyen bir kütle mevcuttur. Buradan alınan örneklerde, silisleşmiş ağaç kırıntıları ve saf demiroksitten ibaret parçacıklar bulunmuştur. Kütlenin yapısı, etrafındaki topraktan son derece farklıdır ve civarda yapılan jeolojik araştırmalar bu bölgede bir su baskınının meydana geldiğini doğrulamaktadır. Kabul edip etmemek sizin bileceğiniz bir şey. Ayrıca bir takım bulgulardan hareketle delil getirmek tarzım olan bir şey değildi.... 3-Müminler peygamberlerinin emri gereğince ilmi gördükleri yerde alırlar ama kafirler isimlerinin anlamı gereğince "hakkı örtmekle" ve işlerine geleni almakla insanları saptırmak için kullanmakla marufturlar. 4-İsrailoğullarının lakabının Yakuba verildiğini ve ondan öncede peygamber olduğunu herhalde atlamışsınız. 5-Kaç kavmin helak olduğu konusunda yapılmış kaç araştırma var ki bunu yazıyorsunuz. Kafirlerin peygamberlerin mucizelerini gördükten sonra ki tavırları malumdur eğer malum değilse İ.Lütfi çakan'ın Tevhid ve şirk mücadelesi isimli kitap okunabilir. Bunun dışında kaynak isterseniz arapça kaynak gösteririm işinize gelirmi bilmem. 6-Peygamberlerin yaşantısı konusunda hiç bir ciddi kitap okumamışsınız, anlama ve öğrenmeme inadınızdan dolayı lütfedip bakmıyorsunuz bile, daha önce bir linkini verdiğim sitede size yetecek bilgi kaynaklarıyla mevcut ha islami kaynak beni ilgilendirmiyor derseniz o sizin probleminiz. 7-Medeni hukuk kuralları olan ülkedeki uygulamları daha önce örneklendirmişitim. Herhalde geyrimeşru ve saatlik ilişkiler sizin gibi düşünen kişileri daha daha çok ilgilendiriyor. 8-Hitlerin, stalinin, musolinin, mao nun yaşadığı, bir türk dünyaya bedeldir sözlerinin dolaştığı, AB de ırki oluşumların olduğu dünyada ırkçılığı nasıl ortadan kaldırılacağı konusunda ayaklarınız yere bassın, ırkçılık İslamla kaldırılmıştır ve üstünlük müslümanalara verilmiştir. Bkz.Mevdudi-Tefhimil kuran. "Hiç bir arabın aceme, acemin araba üstünlüğü yoktur"hadis. hadisin şerhi için Fethul bari-askalani- 9-Şihab ile necmin arasındaki farkı yakınızdaki bir ilahiyatçıya sorun.Verdiğiniz linkle benim yazdığımın alakası yok. Kuranın ilme ne verdiği konusunda sadece şunu yazayım ilimden bahseden ayet, ibadetten bahseden den daha fazla okuyun öğreneceksiniz. 10-Fichte'den alıntıyı ahlakla ateizmin uyuşmadığı düşüncesine örnek göstermek için verdim, her örnek gösterildiği konuyla alakalıdır maymuncuk gibi her konu için kullanılmaz ayrıca düşüncesi gayet namuslu ve dürüstçe geldi. 11-Fuhşu savunmanız ilginç şu kafirlerinde ahlaki kuralları kabul etmedeki kıstaslarını öğrenemedik gitti korkmayın fuhuş yasaklanırsa kimse karınıza ve kızınıza saldırmaz bu sizin vehminiz yada işinize öyle geliyor. 12-Hz Hatice ile ilgili ve hz.peygamberin yaşantısı ile ilgili kitap okuyun doğruyu öğrenirsiniz bir gün. Sizin vehimleriniz ve öyle zannetmeniz bilgi değildir bilmiyorsunuz ve hala kıt bilginizlede inat ediyorsunuz. 13-öğretim görevlisiyim demedim, öğretmenim dedim ayrıca ilk mesajlarımda hep siz diye hitap ettim ama aynı mukabeleyi görmeyince, uslubunuz uslubumdur demiştim. "Fuat Sezgin'in makalelerine bir göz atacağım... Ancak şuna eminim ki, bilimsel gelişmelerin hiç biri referansını kutsal kitaplardan almamışlardır." diyerek bile ön yargınızı göstermişsiniz bu kafayla hakkı arıyorsan bulamazsın derdiniz hak değise okumayın bile. 14-Çelişkinizi yazdığım 19. maddeyi okursanız anlarsınız. 15- 20. maddeyle ilgili olarak Birbirimizi aptal yerine koymayalım lütfen. Benden de bilmukabele. Not:Eğer islamı tenkid edecekseniz onun kaynaklarından kendiniz öğrenin başkalarından duyduğunuz ilim değildir. İnanıp inanmamanız beni uzaktan yada yakından ilgilendirmiyor herkes kendi yaptıklarından sorumludur. Dinimde beni nu konuda hiç kimseyi zorlamamı istemiyor zaten.
  5. yam yam mahlaslı kafire 1-Çin ve mısır medeniyetlerinin mezopatamyada olmadığı herkesin aşikarıdır ama tüm bu medeniyetlerin tarihlerini detaylı bir şekilde aratırmış onlara vakıf bir kimse olarak konuşman bilim perdesi arkasına sığınmaya çalışan ondan nemalanan birisi olduğunu gösterir. En basitinden konfiçyusun söylediği bazı sözlerle hz. Muhammedin hadisleri arasındaki benzerlikleri bir gün görebileceğini umarım dürüstçe araştırmaya devam et. Önceki verdiğin örnekte Hint, Roma ve yunan uygarlığı sonradan ilave edildi herhalde yada ben göremedim.Gerek görülmemiş olabilir bu çok önemli değil Kuranda adı geçen peygamberlerin çoğunluğunun mezapotamyada geldiğini daha önce belirtmiş ve bunun başka bölgelere gönderilmediği anlamına gelmediğini söylemiştim. 2-"Tüm peygamberler arabistandan çıkmıştır" sözünün cevabı bir önceki yazı da geçti bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir. 3-Eski medeniyetlerde tek tanrılı inanç sistemine yer verilmeyişi ile daha önceki verdiğim örneğe tekrar bak. Süperman gibi absürt bir örneği görmemezlikten geliyorum laf olsun kabilinden verilmiş bir örnek olduğu belli. 4-Tarih öğretmeni değilim ama olmayı şahsen isterdim çünkü her önüne gelenin tarihi vesikaları istedikleri gibi kullanmaları toplumu yanlış yönlendiriyor. 5-Yazıtlar da benim alanım değil, ama "Yaratılış" ve "tufan" gibi tek tanrılı dinlerde de karşılaşılan ilk dinsel anlatılar önce Sümerler ve sonrasında diğer Mezopotamya toplumları tarafından kayıt edildi." cümlesinden bir ilkokul öğrencisi zekasına sahip birisinin de anlayacağı gibi "kayıt" başka "ilk defa onlar tarafından yazıldı" ifadeleri farklıdır. 6-Arabistan yarımdası bize öğretilen kadarıyla S.Arabistan,umman, B.A.E, kuveyt ve yemen bölgesidir. Ortadoğu, arabistan yarımadasına girer mi bilmiyorum,konunun sizin yüksek coğrafya, tarih, dinler tarihi, medeniyetler tarihi,felsefe bilgileri arasına girdiği anlaşılıyor bu konuda aydınlatırsan sevinirim. 7-İlyas, elyasa ve şuyb peygamberlerim israil kökenli olduğu doğrudur. -İnanmayanları helak eden Tanrı benim Tanrım'dır seni ve senin gibi kafirleri ne yapacağı konusundaki tehditleri seni uzaktann yada yakından ilgilendirmemeli. Zamanı geldiğinde belki helak kısmı ilgilendirebilir. 8-Peygamberlerin kendine inananların liderleri olmaları doğrudur inanmayanlara lider olması söz konusu olamayacağına göre, "krallardan pek farkı yok" tabir yanlış, peygamberler tarihi konusunda kalınca bir kitap okuyun. Ganimetten pay aldıkları doğrudur, ganimetleri nerelere harcadıklarına dair geniş kapsamlı bir kitap okuyun işinize gelmesede. 9-Haremden kastın nikahlı eşler ise birden çok eşleri olduğu doğrudur.Günümüzde insanların metres ve sevgili (?) yada genelevlerde yaptıkları işleri onlar meşru yollardan yapıyorlardı. 10-Hz. peygamber in eşleri müminleri anneleridir. Onlar bunu bile bilerek peygamberle evlendiler. Ayrıca çok evlenmek için peygamberliğini ilan edip yıllarca mücadele etmelerine gerekte yoktu. Mesela Mekkeli müşriklerin, Peygamberliği bırakması karşılığı Ebu Talib'e teklifleri herhangi çapta bir peygamberimizi anlatan kitapta yeterli bilgiyi bulabilirsin istersen kaynak veririm. 11-İsrailoğullarının üstünlüğü hakka ve hakikate olan hizmetlerinde dolayı verilmişti Peygamberleri öldürmeleri, ve evrensel din olan islamın gelişiyle üstünlük müslümanlara geçmiştir. 12- Yıldızlarla şeytan taşlama dediğin şey ise necm le şihap arasındaki farkı bilmediğinden kaynaklanıyor. Arapça bilen birisi bul ve öğren. Yedi kat gök tabirir ise şu an ilmin kapasitesini aşan şeydir. Zamanı gelince anlarsın umarım. 13-Fichte hristiyanlık dışında başka ahlakı bilmediğini söylemişse bu onun problemi, "başka ahlak yok" diyerek diğer ahlaki sistemleri araştırmamış yada gerekli görmemiştir.Buda onun ne kadar araştırmacı olduğunu gösterir fikirlerinin peşinden gidenler bunu nazarı itibara alsınlar. "Tanrıyı öldüren ve onun yerine insanı ilahlaştıran Nietzsche ahlaksız olmayacağını itiraf edecek kadar dürüstçe davranmış yada ikilem içerisindedir. 14-"Ahlak anlayışı dinden neşet eder demiştim". "Ahlak anlayışını “din”e indirgeyemezsiniz. İnsanın doğru ile yanlışı ayırt edebilmesi için dine ihtiyacı yoktur."demişsin bu doğrudur ib..lerin gay olduğu, fahişelerin hayat kadını olduğu toplumlarda üstün ahlaki (!) anlayışa doğru bir geçiş olması sana göre normal olabilir. Ahlaki değerleri insanların belirlediği toplumlarda sonucun ne olduğunu ve nereye doğu gidildiğini görmek için fazla beklemek yada çok zeki olmak gerekmez. 15-"Gerçek kafirlerin (ateist olarak anılmayı tercih ederim) hiç bir ahlaki kural tanımadıkları iddianız da sizin kuruntunuzdur. Ateizm ve Ahlak ile ilgili bu forumda yeterince ileti yazdım. Forumu incelerseniz rahatlıkla bulabilirsiniz. Ayrıca kimseyi inancı dolayısıyla "beğenmeme" gibi bir önyargım yoktur. Sadece islamiyet ile ilgili (Muhammed'in uydurduğu) fikirlerimiz uyuşmakla beraber, tanrılar konusundaki fikirlerimizin uyuşmadığını, belirttim o kadar." cümle sana ait bende nerede uyuştuğumu (bir kafirle uyuşmaktan Allaha sığınırım) sormuştum. 16-Hz. Hatice ve mal varlığıyla ilgili yeterince bilgim var demiştim. Ama senin onun malını Hz. Peygamberin harcayıp, harcamadığınla ilgili bilginin kıt olduğu belli oluyor. Kendi karının malını senin nasıl harcadığınla, Peygamberin eşinin malını nasıl harcadığını karıştırma. 17-"safsata " kelimesinde takıldık kaldık. Bu cümle sana ait "Wyattearp; dikkat et , sırf saldırmak için yazıyorsun. İnancınız ile ilgili "Safsata" kelimesi kullanmadım. Bu ifadeyi kullanan benim fikirlerime karşılık "havace" nickli vatandaştır. İletilerimde, ne olursa olsun karşımdakine saygısızlık etmemek, aşağılayıcı ifadeler kullanmamak için azami özen gösteririm. Saygı göstermediğim iddialarınıza katılmıyorum. Bunu daha önce de söylemiştim. Karşıt fikir üretmek saygısızlık değildir." kalın yazdığım cümleden sen benim yerimde olsan ne anlardın. Ayrıca T.D.K. online sözlüğüne açarsan ne anlama geldiğini görürsün. Ha sözlük anlamı farklı halkın kullanımı farklı dersen o zaman "karı" kelimesiyle ilgili benim dediğim yere gelmiş olursun, birde "pezevenk" kelimesindeki, mana kaymasını örnek olarak vermiştim. 18- Galileo, Kopernik ve Bruno gibi bilginlerin bilgiyi nereden arakladıklarına dair bilgileri Prof. Fuat sezginin makalelerinden okuyabilirsin. Ayrıca yadi kat gök olmadığı ıspatlanmış gibi atıp tutuyorsun. 19-Saydığın medeniyetleri kafirlerin de büyük devletler kurabildiğini örnek olarak göstermiştin bende kendinle çelişkiye düşüyorsun sana göre onlarda teistti demiştim hatta müşrkle kafirin de farklı olduğunu söylemiştim. 20-Bunca yıllık tercübem kimin neyi hangi manada kullandığını anlamama yeter. Babının karısına hürmetler.
  6. Havace

    SEDEFKARLIK

    SEDEFKÂRLIK SEDEF NASIL OLUŞUR? Sedef, sıcak denizlerin akıntılı sularında Tuz, kireç ve fosfordan oluşan kalker bir maddedir. Beyaz, arusek, çöp, taş sedef olmak üzere çeşitlenir. Beyaz sedef, çift kabuklu ve daha düzdür. Hakim renk beyaz olsa da; ışığa göre açık mavi, pembe, yeşil, sarı tonlar taşıyabilir. Arusek sedef; tek kabuklu ve açık pembe, mavi, yeşil tonlarındadır. Çöp sedef koyu renkli, daha çok meneviş ve desen taşır. Taş sedef ise, beyaz sedefin daha az parlak olanına denir. Sedefin genel olarak bulunduğu yerler özellikle zarif incilerin toplandığı bölgelerdir. Avustralya'nın kuzeyi ve doğusu, Tahiti, Gambier adaları, Meksika'nın Büyük okyanus kıyıları ve Madakaskar'da bol miktarda bulunur. Sedef'in aslı, bilindiği gibi deniz yumuşakçalarının kabuklarıdır. Uzun ömrün sembolü sayabileceğimiz bu kabuklar, milyonlarca yıllık fosiller halinde karalarda da görülür. Sıcak denizlerin yetiştirdiği çok iri yumuşakçaların kabukları, zengin sedef kaynaklarıdır. Hammaddesinin sıcak denizlerden sağlanması dolayısıyla sedefkârlığın Doğu'da başladığı tahmin edilmektedir. Sümer mezarlarında rastlanan ilk sedef işçiliği örnekleri de bu iddiayı güçlendirmektedir. Çin, Hindistan, Siyam gibi Uzak Doğu'nun "sanatı ve sanatkârı bol" ülkelerinde doğan sedefkârlık, Orta Asya Türkleriyle beraber Anadolu'ya gelmiştir. Çabuk kırılabilen "nazlı" bir malzeme oluşu ve genellikle ahşap üzerine uygulanması nedeniyle, çok eski sedef işçiliği örneklerine ne yazık ki yeterince sahip değiliz. Ancak gerek Marko Polo ve gerekse Türklerle ilişkisi olan bazı Bizans elçilerinin hatıralarından, ". . .Türklerin sedef veya sedefle bezenmiş çeşitli eşya yapımında" usta olduklarını öğreniyoruz. Osmanlı devrinde ilk sedef süsleme işlerine, Edirne'deki İkinci Bayezid Camii kapı kanatlarında rastlamaktayız. SEDEFkarlıkta kullanılan malzemeler Bağa, fildişi, kemik, çeşitli filetolar ve altın, gümüş gibi kıymetli madenler sedefkârlıkta kullanılan diğer malzemelerdir. Bunların hepsine birden bezeme veya süsleme malzemeleri diyoruz. Bağa; büyük kaplumbağaların sırtından çıkar, tırnaksı bir maddedir, ısıyla yumuşatılır ve istenilen forma girer. Açık ve koyu sarı, kahve, kızıl kahverengi, menevişli estetik bir malzemedir. Alt kısmına altın varak yapıştırılarak kullanılır. Fildişi, sert ve dokulu bir malzemedir. Fileto ise üst üste yapıştırılan ahşap ve ona uygun malzemelerin yanlamasına kesilmesiyle elde edilen bir süsleme unsurudur. Altın ve gümüş özellikle günümüzde takı çalışmalarında kullanılmaktadır. Ahşap olarak, bu süsleme malzemelerini iyi gösterecek koyu renkli abanoz, pelesenk, ceviz ve maun gibi ağaç türleri tercih edilir. SEDEF NERELERDE KULLANILIR? Ceviz, abanoz, maun vb. ahşap yapıtların üzerine çeşitli formlarda açılan yuvalara, aynı biçimlerde kesilmiş sedefleri yapıştırarak gömme yoluyla yapılan süslemeye "sedef kakma" denir. Ahşabın üzerine sedefleri çeşitli motifler oluşturacak biçimde doğrudan yapıştırarak elde edilen bezemeyi "sedef kaplama" denir. İnsanoğlu bu cazip maddeyi herhalde ilk gördüğü andan itibaren kullanmış, güzellikler meydana getirerek, "sedefkârlık" denilen bir meslek oluşturmuş. Bu alandaki son büyük usta olan sedefkâr Vasıf, Sedefkarlığı "ahşap bezeme sanatı" olarak tanımlıyor. Sedefin daha çok ahşapla beraber kullanılması da bu tarifi doğruluyor. Biz de buna bir uygulama sanatı dersek yanlış olmaz herhalde. Çünkü elde, mevrut desen ile formlar vardır ve sedefkâr bunları sedefe uygular. Hattat yazıyı yazar, müzehhib deseni çizer. Sanatkara düşen, bunları bozmadan, kendi zevk unsurlarını da katarak işlemektir. Osmanlı'da sedef neden bu kadar yaygın dI? Sadece Osmanlıda değil, diğer bütün medeniyetlerde sedef vardı. Çünkü sedef çok fotojenik bir malzeme, sedeften yapılan bir eser insanı mutlu ediyor. İkincisi sedef denizden geliyor. Onun için mazisi temiz, altın gibi kirli değil. Dolayısıyla sedef hem diğer sanatlarda süsleme unsuru olarak hem de başlı başına bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ahşabın yanında, altınla beraber, zümrüt, yakut, lal taşı gibi değerli taşlarla beraber hatta gümüşle beraber yan yana kullanıldığı zaman fotojenik bir görüntüsü olduğu için her yerde çok değişik şekillerde işlenebilir. Onun için benim sanatımı sorduklarında kuyumculuk ile marangozluk arasında bir iş diyorum. Bazen takı yapıyoruz bazen bir sarayın kapısını, bazen bir hocanın konuştuğu kürsüyü yapıyoruz, bazen insanların okuduğu Kur'an rahlesini... Osmanlı ülkesinde bu sanat öylesine rağbet gördü ve gelişti ki; Kur'an mahfazalarından sultan kayıklarının köşklerine; yeniçeri yatağan kabzasından, hattatın hokka takımına; Çelebi'nin kavukluğundan, Hanımefendi'nin nalınına kadar hemen her yerde sedef kullanıldı. Öyle ki, Hocazade Saadeddin, Fatih Sultan Mehmed'in cenaze töreninden bahsederken, "Tabutun som sedeften yapılmış olduğunu" bildirmektedir (kanaatimizce burada "sedef kaplamalı" bir tabut tarif edilmektedir). 15. yüzyılda Topkapı Sarayı dâhilinde bir sedef atölyesi kurulduğu ve burada sedefçilik öğretildiği kaydedilir. Sedefkârlık her şeyden önce bir "çizim, ölçü ve estetik sanatı" olduğundan mıdır bilinmez, saraydan yetişen ünlü mimarlardan pek çoğunun aynı zamanda bu sanatın ehli olduğunu görüyoruz. 16. ve 17. yüzyıllar, sedefli eşya kullanmanın İstanbul'da bir moda haline geldiği çağlardır. Ayrıca sedef, mimari unsurların süslemesine de alabildiğine girmiştir. Üçüncü Murad'ın Ayasofya Camii haziresindeki türbesinin kapı kanatlarına Dalgıç Ahmed Ağa; Sultanahmet Camii'nin pencere ve cümle kapısı kanatlarına da Mimar Mehmed Ağa gibi ünlü yapı ustaları tarafından sedef kakmalar yapılmıştır. Evliya Çelebi, Dördüncü Murad devri sedefkârlarından bahsederken şöyle diyor: "100 dükkân, 500 neferdürler. Pirleri Şuayb-i Hindi'dir..." 19. yüzyıla girerken, sedefkârlık geçmiş dönemlerdeki ilgiden yoksun kaldığı için giderek gerileyen bir sanat olmuştur. 19. yüzyılın sonunda, tıpkı sönmek üzere olan bir mumun son parıltısı gibi, sedefkârlık vadisinde iki ışığın parladığını görüyoruz: Sultan İkinci Abdülhamid ve Sedefkâr Vasıf (Sedef)... Esaslı bir "ince marangoz" olan İkinci Abdulhamid, Yıldız Sarayı'nda kurduğu Sedefhane'de kendisi de bizzat çalışarak latif eserler vermiştir. Vasıf Hoca'ya gelince... 1876 Beşiktaş doğumlu bu sanatkâr, Mekteb-i Bahriye'nin Marangoz ve Oymacılık Bölümü'nden 22 yaşında mülazım (teğmen) rütbesiyle mezun olmuş; 1912 yılında, yani 36 yaşındayken binbaşı rütbesiyle emekliye ayrılarak Beşiktaş'ta açtığı atölyesinde çalışmaya başlamıştır. Türk sedefkârlığının literatüre geçen en son "mükemmel" eseri, Vasıf Sedef'in yaptığı, Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi'ndeki kapılardır. 1936 yılında Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki Şark Tezyinatı Şubesi'nde bir "Sedefkarlık kürsüsü" kurulmuş ve Vasıf Sedef bu kürsünün öğretim üyeliğine getirilmiş, ölümüne kadar (1940) bu görevini sürdürmüştür. Sedefkarlık sanatını omuzlayıp 20. yüzyılın ortalarına doğru getirmeye çalışan Vasıf Hoca dan başka, bu sanatın son ustası, 1982 yılında kaybettiğimiz Nerses Semercioğlu'dur... Sedefçilik sanatını 1980'lerin başına kadar getiren son profesyonel kişi olan Nerses Semercioğlu, "yeniden keşfedilircesine" 1950'lerden sonra değer kazanmaya başlayan bu sanatla geçimini sürdürmüştür. Ancak günümüzde kendi çabası ile bu sanatı üst düzeyde icra eden birkaç ustanın da bulunduğunu söyleyebiliriz. Sedef işçiliği, Gömme (veya Kakma), Kaplama ve Macunlama teknikleri olmak üzere üç değişik tarzda yapıla gelmiştir. Ayrıca, sedef işçiliği, gerek motif özellikleri ve gerekse kullanım sahaları ve tarzları bakımından 4 ana grupta toplanmaktadır; Eser-i İstanbul, Şam işi, Viyana işi ve Kudüs işi... Bunlardan ilk ikisi tamamen Osmanlı karakteri taşırlar; gömme veya kaplama tekniğiyle hazırlanan "İstanbul işi" eserlerde; fildişi, bağa (kaplumbağa inceltilmişi) ve kemik gibi yardımcı unsurlar kullanılır. Bağanın altına 'altın varak" yapıştırılır. Sedef ve diğer malzemenin daha ziyade geometrik biçimlerde kullanıldığı bir işçilik şeklidir. Bir zamanlar Osmanlı Devleti'nin bir vilayeti otar Şam'da ortaya çıktığı için Şam işi olarak adlandırılan teknik de yine gömme (kakma) denilen tarzda hazırlanır. Şam işinde "taş sedef" dediğimiz kalın ve beyaz sedefin sadece bir yüzü düzeltilir; diğer yüzü kaba bırakılarak ağaca gömülür; sedefin çevresine 1 mm genişlik ve 1 mm derinlikte kurşun-kalay karışımı teller çakılır. Viyana işi ise, "Boule" adı verilen metal kaplama tekniğinin yanında düzensiz olarak yerleştirilen sedef parçalarından meydana gelir. Daha ziyade, "arusek" ismi verilen veya "çöp" diye bildiğimiz renkli cins sedeflerin kullanıldığı yerler; masa, kanepe, komodin, büfe, ayna gibi eşyalardır. Kudüs işine gelince... Bu teknik mobilyada veya diğer küçük eşyada kullanılan bir teknik değildir. Sedef kabuklar üzerine yapılan cami ve benzeri maketler, bitki ve hayvan motifleri olarak kendisini gösterir. www.sadabat.net
  7. yam yam a 1-Hayır mesajı okudum ve anladığımı sanıyorum. Kaynak gösterdiğiniz yerlerdeki haritalara baksaydınız hepsinin mezapotomya olduğunu görürdünüz yani farklı coğrafyalar değil. Benim dediğimi herhalde algılamamışsınız "Bulunan sümer yazıtlarının kayda geçirildiği tarihte tek tanrılı bir dine davet eden peygamberden bahsetmemesi, mantıki olarak daha önce gönderilmediği yada daha sonra gönderilmeyeceğini ortaya koymaz".demiştim, demokrasiyle yönetilen pek çok ülkede bile "Resmi ve gayri resmi olmak üzere iki tarih varsa birçok tanrının sırtından geçinen kralların yönettiği, okuma yazmanın neredeyse en asgari seviyede olduğu toplumlarda kralların kontrolündeki yazıtların ne kadar gerçekçi olduğu tartışmaya açık bir konudur. Ayrıca kaynak verdiğiniz diğer devletlerin belgeleri de bundan farklı bir durum arzetmez. Şunu da ilave edeyim ki halkı müslüman olan modern, laik demokratik bir ülke olan T.C. de resmi kayıtlarda kaç defa islam, Allah, Muhammed kavramları geçmektedir ki,kaynak olarak verdiğiniz ülkelerin kaynaklarında geçsin? 2-". Kur'an'da pek çok peygamber adı geçmesine rağmen, bunların tümünün arap yarımadasında olduğu" iddianız da gerçeği yansıtmıyor muhtemelki bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor. Hz. Muhammed, Hz. Salih dışında ve hz. Ademin havva ile arafatta buluştuğu konusunda bilgi dışında şu an Arabistanda yaşamış peygamber hatırlamıyorum. (Eğer isterseniz ve sizin için çok önemliyse araştırabilirim.) Lübnan, ürdün, mısır, Irak, türkiyeyi de arabistana dahil ediyorsanız onu bilmem. 3-"hemen hepsinin israiloğullarına liderlik eden baba-oğul, ya da yandaş olduğu sizin de malumunuzdur" K.Kerimde geçen peygamberlerden 10-11 tanesinin israil kökenli olduğu doğrudur. "Babadan oğula " ifadesi Davut- süleyman, İbrahim -ismail ishak-yakub yusuf dışında eksiktir. Peygamberlik seçimle olmaz Allah tarafından verilir ve ortada paylaşılacak mal ve devlette yoktur Hz. Davut-süleyman dışında, öldürülen peygamberlerde işin cabası. 4-"Bunun Kral-Tanrı inancından ne farkı var" demişsiniz. Kral -Tanrılar kendi uluhiyetlerini ilan ederken, peygamberler tek bir Yaratıcıya imana çağırmışlardır en önemli fark budur. Şu an unutulmaya yüz tutan değerleri; Adalet, dürüstlük sosyal adaleti emrettikten sonra babadan oğula geçmesinin ne önemi var. 5-İlmi, "kutsal bir inekmiş" gibi kabul edenler yarın ilmi veriler değiştiğinde (ki sürekli değişmektedir, mesela bir arkeologun bulacağı bir taş parçası bilim ve medeniyet tarihin seyrini değiştirecektir) inançlarını da değiştirmek zorunda kalacaklarının bilincedirler umarım. 6- "Felsefe tarihinde, ateistlikle suçlanan birçok büyük düşünür, böyle bir suçu kesinlikle reddetmiştir: Fichte ateistlikle suçlanmış, ancak o, "Bir insanın gerçek anlamda ateist olabilmesi için hiçbir ahlaki ideale sahip olmaması gerektiğini öne sürerek", kendisine yöneltilen suçu kabul etmemiştir...." yukarıda ki cümlede gördüğünüz gibi "gerçek ateistin hiç bir ahlaki kural tanımaması bana ait olan bir cümle değildir. -http://www.sadabat.net/makale/ateizmincikmazlari.htm- okuabilirsiniz. Ayrıca ahlaki kurallar dinden neşet eder ve ateistlerin ahlaki değer taşımaları bir çelişkidir. Koministlerin iddia ettikleri komün toplumlarda ahlaki değer yoktur, bilmediğiniz meselelerde de karşınızdakini kuruntuyla itham etmek gibi bir huyunuz var. 4-"Sadece islamiyet ile ilgili (Muhammed'in uydurduğu) fikirlerimiz uyuşmakla beraber" hangi noktalarda uyuştuğumuz konusunda pek bilgim yok. 5-Hz. Hatice nin mal varlığı konusunda yeterince bilgim var ama sizin size verilen bir bilgiye "demogoji" diyerek red etme gibi bir huyunuz var, demogoji demeden önce, hakikati arayan bir insan olsaydınız "bu yazdığınızın delili ne, hangi kitapta böyle bir bilgi var demeniz gerekirdi. Yani kaynaklara muttali olmayan birisinin o konuda bilgi ve belge istemesi gerekmez mi? 6-"safsata" kelimesiyle ilgili yazım kastiydi. Siz, "Wyattearp; dikkat et , sırf saldırmak için yazıyorsun. İnancınız ile ilgili "Safsata" kelimesi kullanmadım. Bu ifadeyi kullanan benim fikirlerime karşılık "havace" nickli vatandaştır. "demiştiniz o kelimede hakaret kasdı olduğunu zannedip, topu bana atarak kelimenin anlamını bilmediğinizi ortaya koymuşsunuz bunu ifade etmek istedim sadece. 7-Dini mahkemeler tarafından ölüme mahkum edilen insanların kafir oldukları bilgisine nereden ulaştınız. Engizisyon mahkemelerinin afarozu onları inançsız yapmaz. 8-Saydığını tüm ülkeler müşrikte olsa bir yada tanrı bir çok tanrıya inanan insanlardan oluşuyordu. (Kafir ve müşrik kavramları aynı anlamda değildir.) Yukarıdaki ifadenizle çelişkiye düşmeyin ""Atalar" konusuna gelince, Ateizm saydığın şahısların fikirleri ile doğmamıştır. Bilakis, puta da tapsalar neticede onlar da birer teistti." 9-" Karı" kelimesinde itirazımın nedeni, kafirlerin hazırladığı tüm sitelerde aynı kelimeyi kullanmaları ve bununla peygambere hakaret ederek akıllarınca ironi yapmalarıdır ve siz de hala bunda ısrar ediyor olmanızla ilgilidir. 10 madde de bu kelimeyi kullanarak bir örnek vermek istedim ama anlayamayan admin tarafından sansür edildi küfür yada hakaret kasdım yoktu.
  8. Havace

    KATI SANATI

    katı' sanatı Rıza GÖRÜŞ Herhangi bir düz kağıdın, süslü kağıdın (mesela ebrulu bir kağıdın) veya derinini oyulmasıyla yapılan sanata katı'denir. Katı' sanatında, kesilip çıkartıldıktan sonra başka bir yere yapıştırılan kısma "erkek oyma", içi oyulmuş kısma ise "dişi oyma" adı verilir. Cilt sanatının şemse ve köşebent tarzındaki ince ve zarif motifleri, hüsn-i hat örnekleri, vazo desenleri tek çiçekler, buketler, tabiat manzaraları ve tasvirleri oyma sanatında en çok rastlanan şekiller olarak, cilt kapaklarında, murakka' kıt'alarda, albümlerde ve el yazması eserlerin süsleri arasında görülür. Katı' sanatının kâğıt üzerindeki en eski örneklerine İran'da rastlanmıştır. Osmanlılara gelişi XVI. yüzyılın başlarındadır. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman devrinde katı', önemli bir sanat dalı olarak tezhipten sonraki en önemli süsü onuştur. Bu yazma eslerde oyma olarak tezyini motiflere ve çiçeklere kadar hemen her şekil denenmiştir. Bu kâğıt oyma sanatıyla uğraşanlara "Katı'an" (Oymacılar) denmiştir. XVI. yüzyılda gördüğü rağbetle giderek gelişen kâğıt oymacılığı, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda da bu dönemlerin sanat anlayışına uygun eserlerle ilerlemeye devam etmiştir. XVII. yüzyıl başlarında Türk kâğıt oymacılığında isim yapan en büyük sanatkârlardan biri olan Bursalı Mevlevi Fahri Dede başta olmak üzere, Nakşî, Halazâde Mehmed, Mahmud el Gaznevî Derviş Hasan Eyyubî gibi adı bilinen katı' ustaları kadar, bu sahanın isimleri meçhul kalmış sanatkarları da süsleme tarihimizde iz bırakan nadide eserler yaratmışlardır. Katı' sanatı XVIII. yüzyılda da özellikle çiçek türündeki eserlerle canlılığını devam ettirmiştir. 1729 tarihli bir minyatür albümünün sayfaları arasında bulunan sade, fakat nefis kompozisyonlar içindeki değişik türde oymalar ile bir Divan'daki vazolu ve çiçekli bahçe manzaraları, bu yüzyıldaki kâğıt oyma sanatının en güzel örnekleri arasındadır. XVII. yüzyılda Anadolu'ya gelen Batılı seyyahların beraberlerinde götürdükleri bazı eserler yoluyla, katı' tekniği Osmanlılar kanalıyla Avrupa'ya geçmiştir. Nitekim XVI. yüzyıl sonlarıyla XVII. yüzyıl başlarında Batı'da kâğıt oymalarına karşı büyük bir ilgi başlamıştır. Bu sanatı benimseyen Avrupalılar, bir süre sonra silhouette (gölge) adını verdikleri kendi tarzlarını geliştirmişlerdir. Ciltçilik, hattatlık, ebru gibi klasikleşmiş Türk sanatlarının gerilemesine paralel olarak Katı' sanatı da gerilemiş yok olmaya yüz tutmuştur. XIX. yüzyılda bu sahada hiçbir ciddi eserin ortaya konulamaması bu sanatın dalının sonunu getiriştir. Bütün klasik Türk-İslam sanatlarında olduğu gibi, oldukça sabır ve dikkat isteyen bu sanatın temsilcileri az da olsa günümüzde çalışmalarına devam etmektedir. İstanbul eski eserler müzesinde iki örneği olan bu sanatın halk tarafından bilinmemesi yayılmamasındaki en önemli sebeptir. YAPILIŞI: Bu sanatın en önemli malzemesi sabırdır. Hat çalışmak isteyenlerin hatta yakın olması ya da en azından yazının karakterlerini bozmaması gerekir. Her hangi bir kâğıttan ya da deriden yapılabileceği gibi, hafif renkli ebrular üzerinde de denenebilir. Sanatkârın zevkine kalmış motifler, resimler uygulanabilir ya da hat örnekleri kesilebilir. İthal pastel renkli fon kartonlarında güzel durur. Kâğıdın arkası 0,5 mm x 0.2mm. (bu kesin bir ölçü değildir 0.7mm. x 0.3mm. de olabilir) Dikey ve yatay olarak kareler çizilir, istenirse baklava dilimi şeklinde yada altı köşeli yıldızlar şeklinde de çizilebir... Yazacağınız yazı ya da yapacağınız resim bu çizilen şekillerin üzerine ters olarak çizilir. (Eğer hat yazılacaksa yazının ters yazılması gerekir) Kareler ucuna karga burun uç takılmış gretuar yardımıyla birer birer kesilir. Yazıya denk gelen kareler de yazının kenar çizgisiyle karenin içte kalan kısmı kesilir. Bu şekilde kesim işine devam edilir. Yaklaşık 50x70 ebadındaki bir kağıtta 05x02 ebadında çizilmiş karelerle 2500-3000 civarında kare kesmeniz gerekir. Bittikten sonra dantel gibi işlenmiş yekpare bir kâğıt üzerinde bir hat ya da resim elde etmiş olursunuz. İsterseniz arkasına başka bir kartonu da fon olarak kullanabilir hatta kestiğiniz kağıtla fon karton arasında boşluk bırakarak derinlik kazanabilirsiniz. www.sadabat.net
  9. Havace

    HAT SANATI

    HAT SANATI A) HATTIN TARİFİ Hat, sözlükte uzun ve doğru yol; mastar olarak yazı yazmak manalarına gelir. Çoğul olarak, ekseriya, hutut veya ahtat kullanılır. Batıda hüsn-i hat (güzel yazı) karşılığında, calligraphy kelimesi kullanılmaktadır. Ancak, hüsn-i hat, İslam yazıları için kullanılan bir tabirdir. Sanatkârına, hicri ilk asırlarda, kâtib, küttâb, verrâk daha sonra da hattat denilmiştir. İranlılar, hattat karşılığında, hoş nüvis veya hüb-nüvis kelimelerini kullanmışlardır. Osmanlılarda hat sanatı gelişirken, hattatlara da hususiyetlerine göre farklı isimler verilmiştir. Bu yeni tabirler, yazı çeşidine göre, ta'lik - nüvis (ta'lik yazan), celi - nüvis (celi yazan), siyakat - nüvis (siyakat yazan), çep-nuvisan (divani yazanlar) olarak kullanılmıştır. Meşhur bir tarifte hat şöyle anlatılır: "Hat her ne kadar, cismani aletlerle meydana gelirse de, aslında ruhi bir hendesedir." Aynı manadaki diğer bir tarifte de, Nazzam: "Hat, bedeni duygularla meydana gelirse de o ruhun asaletindendir" der. Bu tariflere göre hat: "Üstadını taklitle, zihne nakşolan şekillerin ruhtaki güzellik duygularıyla birleşerek, el, kalem, kâğıt ve mürekkep gibi, maddi aletlerin yardımıyla meydana gelen ruhi bir hendesedir." Hat, bir fikri ifadeye yarayan ölçülü yazıdır. Bir fikrin yalnızca çizgili sembollerle ifadesi değil, aynı zamanda okuyana hayranlık uyandıran güzellik vasıtası, dini ve toplumsal değerlerin tasviridir. Plotinos, "Maddi güzellik, ruhi güzelliğin ifadesidir" derken gerek kâinatta, gerekse sanat eserlerinde görülen güzelliğin, ruh güzelliği olduğunu ifade etmiştir. Hat sanatı, konusunu resim ve tezyinatta olduğu gibi tabiattan değil, insan ruhundan alır. Önce zihinde şekillenir, sonra el, göz ve irade vasıtasıyla meydana gelir. Abbasiler devrinde gelişen hat Sanatı XV. yüzyılda ünlü Türk hattatı Şeyh Hamdullah (1429-1520) ile yeni bir tavır ve şive kazanmış ve o zamanki İslam dünyasının bütün hattatlarının üstadı olmuştur. Onun üslubu Osmanlı hat Sanatının gelişmesine geniş ölçüde yol açan bir temel oluşturmuştur. XV.yetişen sanatkârlardan biride İstanbul Fatih Camii kitabesiyle Topkapı sarayında Sultan Ahmed çeşmesine bakan dış kapının kitabesini yazan Ali bin Yahya Sofi'dir. Süleymaniye Camii kubbesinde yazıyı yazan Karahisari Osmanlı Sanatına güzel fakat süreli olmayan bir üslup getirmiş daha sonra o sitil devam ettirilmemiştir. XVII. yüzyılda Hafız Osman'la Türk yazı üslubu yeni bir yükseliş devrine girmiştir. Zamanın bütün hattatları ondan ders alıp onun yazı Sanatını benimsemişlerdir Sultan III Ahmet ve Sultan II. Mustafa da onun öğrencileri arasında idi. Taş basmasıyla çoğaltılan Kur'an'larla Hafız Osman'ın şöhreti bugün Hindistan'a ve Cava'ya kadar bütün İslam âlemine yayılmıştır. Bundan sonra Mustafa Rakım ve Mehmet Esat Yesâri XIX. yüzyılda, Kadıasker Mustafa İzzet Efendi ve Yesârizâde Mustafa İzzet efendi, Sami efendi, Necmeddin Okyay, Aziz efendi, Kemal Batanay, İsmail Zühdi, Mustafa Rakım, Mehmed Şevki,İsmail Hakkı Altunbezer, Hamid Aytaç çok tanınmış üstatlardır. Yazı başlı başına bir Sanat olduğu gibi dekoratif Sanatların zenginleştirilmesinde ve mimaride çok büyük rol oynamıştır. Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı mimarisinden yazıyı çıkaracak olursak bunların pek fakir bir manzara göstereceğine şüphe yoktur. Dekoratif Sanatlar içinde aynı şey söylenebilir. Yazı Sanatının yanında tuğraları da gözden geçirmek lazımdır. Her sultanın adına arma şeklinde tuğra denilen bir kompozisyon oluşturulmuş ve fermanlar ile önemli vesikaların başına da tuğra çekilmiştir. Hat yazılarının kenarları tezhib ve ebrularla tezyin edilerek daha bir güzellik kazandırılmıştır. HAT SAN'ATINDA GÜZELLİK UNSURLARI : TERKİB: Arap harflerinin genelde bitişik olması, onların her kelimeyi, hususi bir şekle ve görünüşe, sokulabilecek terkipler meydana getirmeye mümkün kılmıştır. Güzel bir yazıda terkip, yalnız harflerin basit şekillerinin bir araya gelmesi değildir. Adeta resmin yazıya dökülmesi, yazıyla resim yapılmasıdır. TENASUB: Yazı şeklidir. Arap harflerinin şekilleri, uzunlukları ile enleri, bir harfte değil hatta bir çizgide bile incelikler ile kalınlıklar oluşu nedeniyle ruh üzerine bir etkisi vardır. Bu güzellik yalnız hat sanatında değil, mimarlık, heykeltıraşlık gibi, diğer sanatlarda da aranan önemli bir vasıftır. SADELİK: Sadelik fikri yazıda bir değerli bir ölçüdür. Sanatkârın vermek istediği şey, yazının gerçekçi bir telakkisidir. Bundan harfler ve kelimeler, her türlü hareke ve tezyinat, hatta istif ve terkib külfetinden uzak olarak, vücudunu göstermektedir. Mesela, Mimar Sinan devrinin çinilerinde görülen büyük celi yazılarında bu vasıf tamamıyla vardır. İHTİŞAM (AZAMET): Bu en çok sülüs celisi ve kûfi gibi bünyeleri gereği kalınlığa, ağırlığa, kudret ve kuvvet duygularının ifadesine uygun ve tabiri caizse, iradi yazılarda ortaya çıkmaktadır. Kûfi ve sülüs yazıları azamet hissi itibari ile tetkik edildiğinde görülecektir ki, bu yazılara ait bazı mektepler bu hissin ifadesini kendine doğrudan doğruya mevzuu olarak kabul etmişlerdir. Mustafa Rakım mektebinde olduğu gibi. Sanatta bu azamet fikrinin mütenazırı, incelik hissidir. İncelik, azamet gibi irademize değil, kalbimize, hissimize müracaat eden bir kıymettir. Türk yazıları arasında bu hissi, en büyük belagatle ifade edebilen yazı, ta'lik yazısıdır. Ta'lik bünyesi bu kıymetin bütün tafsilatı ile ortaya çıkmasına çok müsaittir. Ondan sonra, nesih, rik'a yazılarında da bu incelik hissinin tecellisini bulmak mümkündür. Mesela Şevki Efendi'nin nesihleri, İzzet Bey'in rik'a yazıları, bu incelik hissinin bir ifadesidir. AKLAM-I SİTTE: (Şeş-kalem) İslam yazılarının ilki Ma'kılidir. Bütün harfleri düz ve köşelidir. Yuvarlağı yoktur. Bundan sonra Kûfi hattı doğmuştur ki, bir kısmı düz, bir kısmı yuvarlaktır. Her ne kadar Mansur ve Mehdi devirlerinde hat nevilerini otuz yedi'ye kadar çıkarmışlarsa da, bugün Kûfi hattından doğan altı çeşit yazı bilinmektedir. Hat nevileri manasına Kalem tabiri de kullanılır. Bu altı nevi yazının usulü ve kaidesi, harf ölçülerinin daire ve nokta ile belirlenerek her birine manasına göre isim verilmiştir. Bu yazıları birbirinden ayıran, bünye farkıdır. Yoksa harflerin, şekillerinin esası birdir. Farklılık her yazı nevindeki özel şekildedir. Şeş - kalem diye şöhret bulan altı nevi yazı şunlardır: 1-RİKA': Dört bölüğü düz, iki bölüğü yuvarlaktır. 2-SÜLÜS: Bir buçuk bölüğü düz, bakisi yuvarlaktır. 3-NESİH: Muhakkak'a tabidir. 4-TEVKİÎ: Sülüs'e tabi olup, kalem kalınlığı onun üçte bir'i kadardır. 5-REYHANÎ: Yarısı yuvarlak, yarısı düzdür. 6-MUHAKKAK: Düzlüğü ve yuvarlaklığı değişik, çoğu harfleri bitişiktir. Daha sonra İran'da ortaya çıkan ve bir kuğunun vücut, kanat ve gagasından esinlenerek ortaya çıkarılan TA'LİK hattı da bunlar arasında sayılmıştır. Bu yazılardan başka, GUBARİ (İnce yazı), DİVANİ, RİKA', SİYAKAT ve MÜSELSEL hat çeşitleri de vardır. Sülüs yazısının özellikleri: Sülüs, dört bölüğü düz, iki bölüğü yuvarlaktır, diye ta'rif edilir. Sûre başları, beyit ve kaside yazmak için kullanılır. Genellikle ağzı 3 -4 mm. genişlikte kamış kalemle yazılır. Geleneksel hat ta'limine sülüsle başlanır ve hüsn-i hatta esas kabul edilir. Sülüs harflerinin gözleri, ağızları, başları, daha mürekkep şekiller almıştır; harflerin şahsiyetleri iyice belirlenmiş, hat daha açık bir hale gelmiştir. Düz ve eğri çizgiler sülüs bünyesinin ana unsurlarıdır Nesih yazısının özellikleri: Kalınlığı sülüsün üçte biri kadardır; ağzı bir mm. olan kamış kalemle yazılır. Sülüsün daha ibtidai bir şeklidir. Sülüsün, kitabe ve levhalarda kullanılan kalın ve iri bünyelisine sülüs celisi ta'bir olunur. Celi kelimesi, yalnız kullanıldığı zaman genelde sülüs celisine delalet eder. Talik Yazının Özellikleri:Ta'lik yazının en önemli özelliklerinden biri, eğri çizgilerdir. Yer yer incelip kalınlaşan harfler ve bağlantıları, canlılık, akıcılık verir. Her türlü hareke ve tezyinat külfetinden kurtulmuş, sade, çıplak, incelerek eğilen çizgiler, asılıp duran son derece ölçülü çanaklar, uzayıp giden keşideler (çekilişler) melekleşmiş, zengin doğu kültürünün ve ruhunun ortaya çıkışı olarak görünürler. Ta'lik hattında elif ve lamlar soldan sağa doğru meyletmiş; vay, fe, kaf, mim gibi harflerin gözleri kapanarak küçülmüştür. Be, sin, fe, kaf gibi harflerin kolları uzayıp gitmiş, harfler asılıp kalmıştır. Rika Yazısının Özellikleri: Günlük hayatta, devlet dairelerinde en çok kullanılan divani karakterinde bir yazı çeşididir. Kalemin tabiatına uygun, süratli ve kolay yazma ihtiyacını karşıladığı için harf yapıları basitleşmiş; fe, kaf, mim, vav gibi harflerin başları ufalmış, dişleri yok olmuştur. Sola doğru dik ve köşeli çizgiler, kelimelerin satırlara meylederek yaptıkları akıcılık, bu yazı çeşidinin karakteristik özelliklerindendir. İyi bir hattat'ta aranan özellikler de şunlardır: 1-Okunaklı yazmak 2-Düzen, intizam 3-Süratli yazmak 4-Ölçülü yazmak KALEM ÇEŞİTLERİ: Hüsn-i hatta, ekseriya, kamış kalem, cava kalemi, menevişli kalem, kargı kalem ve tahta kalem kullanılır. a) Kamış Kalem: Kamış kalem, yazılarımızın en tabii aletidir. Hüsn-i hatta kullanılan kamış, ekseriya, İran ve Irak'tan getirilirdi. Tabii rengi sarı olan kamışlar, bir yıl boyunca at gübresinin içine yatırılır, bir takım yanmalardan sonra, koyu kahve rengini alır, sertleşirdi. Ancak bu ıslah ve terbiye ameliyesinden sonra kullanılırdı. Bu ıslah, sıcak ülkelerde güneş altında yapılırdı. Özelliği: Kamış kalem ne çok ince, ne çok kalın olmalı. Rengi parlak ve siyaha yakın, düzgün ve yuvarlak, boğum araları bir karış olmalıdır. Bu özellikteki bir kamış kalem, mermer, taş veya cam üzerine atıldığı zaman, tiz bir ses çıkarır. Yazma bir eserde, kamış kalemin özellikleri şöyle anlatılmaktadır: "Evvela, hüsn-i hat yazanlara kalemin alasını ve mürekkebin ranasın ve kâğıdın zibasın görmek gerektir. Kalemin alasın oldur ki, kızılı pek ola ve aklığı pek az ola ve damarları doğru ola, zira damarları doğru olmazsa, kalemi şak itdikte, eğri şak olur, doğru şak olmaz. Eğri şak olan kalemden hüsn-i hat gelmez ve kalemin kalınlığı evsat ola ve uzunluğu on parmak ola." Cava Kalemi: Cava'da yetişen bir cins kamışın özüdür. Çok sert olması, uzun süre yazmakla bozulmaması sebebiyle, bilhassa, mushaf yazmakta hattatlarımız tarafından tercih edilmiştir. Yalnız ince olduğu için, bir kamış kalemin içine yerleştirilerek veya tutulacak kısmına bir bez parçası sarılarak kullanılır. c) Menevişli Kalem: (Hindi Kalem) Hindistan'da yetişen içi dar, uzun boğumlu ve menevişli gayet sert bir kalemdir. d) Kargı Kalem: Kargıdan yapılan bu cins kalem, celi yazıları yazmak için kullanılır. e) Tahta Kalem: Adından da anlaşılacağı üzere, tahtadan yapılan bu kalem daha iri yazıları yazmada kullanılır. Son zamanlarda, kamış kalem yerine, madeni uçlar kullanılmışsa da, hattatlarımız, arzu edilen kalınlıkta açılması, sebebiyle kamış kalemi tercih etmişlerdir. Özellikle de ıhlamur ağacından yapılan kalemler spatulaya benzer bir şekil yapıldıktan sonra ucu "Z" tipi kesilir. Kalın yazılarda kullanılır. Hattat Sami efendinin çok geniş yazıları, iki kurşun kalemin arasına çıta çakarak yazdığı nakledilir. KALEM AÇMAK ve TUTMAK USULÜ "Rehber-i Sibyan"ın arka yüzünde, kalem açmakla ilgili şu bilgi verilmektedir: "Kalem evvela, sol avucun içine yatırılarak, başparmak bükümü miktarınca aşağı ucuna doğru, ince tarafından badem biçiminde kesilir. Sonra ortasından bir miktar yarık (şak) yapılır. Kalemin iki yanlarından, istenilen kalınlık derecesine göre kesilir. Kalem, maktâ'ın yuvasına konur; sol elin başparmağı ile kalemi ve diğer parmaklarla altından maktâ'ı tutarak ucu, aşağı doğru hafifçe traş edilir. Eğer sülüs ve nesih kalemi ise eğrice, rik'a ve divani kalemi ise biraz doğruca kat edilir. Kalemi, sağ elin baş ve şehadet parmağıyla tutarak, orta parmağı onlara yardım ettirmelidir. Fakat kalem, hakkının layığı ile icra olunması için, kalem kesilmiş olan tarafını satırın üzerine çevirerek hareket ettirmelidir. Kalem ağzını çok kısa ve uzun açmamalı; kısa açılırsa eli kirletir, uzun açılırsa da kalemin sevk ve idaresi güçleşir. Ayrıca kalem üzerindeki parlak kısım mürekkep almayacağından, tebeşirli çuhayı bu kısma sürmelidir. KÂĞIDIN BOYANMASI Ham kâğıtlar istenirse evvela bitkisel boyalarla, kırmızı, yeşil, mavi, siyah, pembe renklere boyanır. Boyama işi şöyle yapılır: Renk elde edilmek istenen bitki toplanır, derin ve genişçe bir kaba konarak bir miktar şapla, suda kaynatılır. Bir müddet sonra, bitkinin rengini alan su, başka bir kaba boşaltılır. Kâğıtlar renkli suya bir bir batırılarak banyo usulü ile boyanır; ayrı ayrı kurumaya bırakılır. Bazı yazma eserlerde, yaprakların orta kısmıyla kenar kısımları ayrı renkte boyanır; bu tarz boyamaya akkâse denir. Renk bilgisi ve zevki fevkalade gelişmiş olan Osmanlı Türklerinde, kağıt boyamada kullanılan bitkilerden bazıları şunlardır: Kına: Bir miktar su içine konarak kaynatılır, "Hünnap" rengi olur. Nohut: Bu bitkinin unu suda kaynatılır ve adını kendisinden alan "nohudi" renk elde edilir. Soğan: Dış kabukları şapla kaynatılarak kırmızımtırak, gayet güzel bir renk elde edilir. Kurt Kulağı: Safran ve şap su içinde kaynatılarak yeşil renk elde edilir. Badem Yaprağı: İlkbaharda toplanan bu yapraklar, 3- 10 gram şap ile bir miktar su içinde kaynatılarak altın sarısı, güzel bir renk elde edilir Ceviz ve Yaş Nar: Kabukları birlikte su içinde kaynatılarak, kahverengi elde edilir. Menekşe Yaprağı ve Mürver Çiçeği Tohumu: birlikte dövülür ve güzelce sıkılıp suyu şapla kaynatılır, menekşe rengi elde edilir. Ayrıca, cehri boyası su ile kaynatılarak sarı renk elde edilir. KÂĞIDIN AHARLANMASI (TILA): Ahar, yazı yazarken olabilecek hataların düzeltilmesinde silintinin belli olmaması ve iz bırakmaması için kâğıdın üzerine sürülen bir sıvıdır. Bu sayede ham ve pürüzlü kâğıtlar yazıya elverişli hale gelir. Üzerine bir defa ahar sürülmüş kâğıda tek aharlı, iki defa veya daha fazla ahar sürülmüş kâğıda da çift aharlı kâğıt adı verilir. Kâğıt ıslahında ekseriya, yumurta veya nişasta aharı tatbik edilmiştir. a) Yumurta Aharı: Taze ördek veya tavuk yumurtasının beyazı bir kâseye alınır. Yumruk büyüklüğünde bir şap parçasıyla yumurta akı kesilinceye kadar çalkalanır. Birkaç saat bekledikten bu köpüren malzemenin altında sabunlu suya benzeyen bir sıvı oluşur. Altta biriken bu sıvı, sünger veya tülbent sarılmış bir parça pamukla kâğıda sürülür. Ve gölgede kurutulur. Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey'in bizzat tarif ettiği ahar usulü şöyledir: "Şekersiz olarak muhallebi tarzında pişirilmiş nişasta gayet ince süngerle kâğıdın her iki yüzüne sürülür. Sonra kâğıt İpte kurutulur. Bundan sonra yumurta akı az miktarda şapla çalkalanarak köpürtülür. Bu suretle köpürtülen yumurta akı, bir müddet haliyle bırakılır. Köpükler tamamen sönüp zeytinyağı şeklini alınca nişasta sürülmüş ve kurutulmuş kâğıt üzerine ince süngerle bu yumurta akından sürülüp yine kurutulmaya bırakılır. Kağıt kurutulduktan sonra, evvela saplı mühre ile sonra billur mühre ile parlatılır." Nişasta Aharı: Bu tarz aharın yapımında buğday nişastası kullanılır. Önce soğuk suda eritilen nişastaya, bir miktar jelâtinle kaynar su ilave edilir. İyice piştikten sonra süzülür ve kâğıt üzerine sürülür. Ahar, yazının ve kâğıdın cinsine göre yapılır. Mushaf yazmak için hazırlanan kâğıtların her iki tarafına da ince bir ahar çekilir. Çok tashih ve emek isteyen celi yazıların kâğıtlarının, yalnız bir tarafı birkaç kat kuvvetlice aharlanır. Özellikle ta'lik kıt'alar için hazırlanan kâğıtların, aharlanmasına daha da özen gösterilmelidir. Kâğıdın aharlanması hat sanatında ayrı bir ustalık ister. KÂĞITLARIN MÜHRELENMESİ: Kağıda aharı iyice yedirmek, yüzündeki pürüzleri gidermek ve ilerde çatlamasını önlemek için cam veya çakmaktan yapılmış mühre ile kağıtlar mührelenir. Aharlanmış mührelenecek kâğıtlar, ıhlamur ağacından yapılmış yekpare, ortası çukurca mühre tahtası, Pesterek üzerine konur. Mührenin hareketini kolaylaştırmak için kuru sabun sürülmüş bir çuha, kâğıt üzerinde gezdirilir. Daha sonra çakmak veya cam mühre muhtelif yönlerde kâğıt üzerinde kuvvetle hareket ettirilir. Böylece mührelenen kâğıtlar üst üste sıralanır. Üstüne de bir ağırlık konarak, kullanılmak üzere en az bir yıl bekletilir. Ancak günümüzdeki kâğıtların kaliteli olması nedeniyle bu kadar uzun süre beklemeye gerek yoktur. Yapıldığı maddeye göre mühre çeşitleri şunlardır: a) Böcek Mühre: Deniz böceği kabuğundan yapılır. Billur Mühre: Kaz yumurtası şeklinde camdan yapılan mühredir. c) Çakmak Mühre: Çakmak taşından yapılan mühredir. Çakmak taşı, saplı bir tahtanın ortasına yerleştirilmiştir. d) Zer Mühre: Sert akikten yapılan bu mühre, yaldız ve altın parlatmada kullanılır. MÜREKKEP YAPIMI: Mürekkep şöyle yapılır: Önce zamk-ı arabi soğuk suda eritilir. Boza kıvamına gelince süzülür. Sonra mermer havan içine bir ölçü is, dört ölçü zamk-ı arabi konur ve is zamk-ı arabi içinde iyice birbirine karışıncaya kadar yavaş yavaş tokmakla havanda dövülür. Dövülme işlemine az su ilavesiyle devam edilir. Mürekkebin tam kıvamında olması için eskiler, "seksen bin tokmak vurmak gerekir" demişlerdir. Böylece yapılan mürekkep, çuha veya keçeden yapılmış mibzeleden süzülür; on misli sulandırılarak kullanılır. www.sadabat.net
  10. Havace

    EBRU

    sadece kağıt üzerine yapıyorum. Ama ipeği önce şaplı suya sokup kuruttunmu? Genelde kumaşa yapılan ebrularda kumaşa şaplanıyor.
  11. Nasıl ki kominist Rusya milyonlarca insanı özgürleştirme ve afyon olan dinden kurtarmak için vahşice katletmişse, ya da kamboçyadaki pol-pot yönetimi ya da kominist çin, hristiyanların tarihinde de bunun pek çok örnekleri var (mesela Kudüsü alan haçlıların ve endülüs emevi devletini yıkan hristiyanların yaptıkları gibi). Batı da dürüstlüğüyle tanınan A. Toynbee herhalde afarozdan korktuğu için, Hz. Peygamber devrinde 50.000 yahudiyi katl ettiğini yazmış. 1-O devir de şehir olan Mekke ve Medinenin nüfuslarının yaklaşık 10.000-15000 civarında olduğu kaynaklarda vardır. 2- Kasabadaki yahudi sayısı nasıl 50.000 oluyor. 3-Hz. Muhammed devrinde sürülen yahudiler sürgünden ne zaman geri döndüler. 4-Geçen sefa vefat eden Prof. M.Hamidullah 23 yıllık peygamber devrinde öldürülen müşriklerin sayısını 150 olarak söyler ve bir çoğunun ismi de bellidir.
  12. yam yam İlim, mantık, tarih,akıl adına gönderdiğin ilmi (?)belegeleri okudum Kopyala, yapıştır yöntemiyle gönderdiğin yazıların içeriğinde onların çok tanrılı olmalarından başka bir şey göremedim. Bunu da zaten Kuran belirtiyor. 1-Bulunan sümer yazıtlarının kayda geçirildiği tarihte tek tanrılı bir dine davet eden peygamberden bahsetmemesi, mantıki olarak daha önce gönderilmediği yada daha sonra gönderilmeyeceğini ortaya koymaz. 2-Senin delil diye gösterdiğin sümer yazıtlarında; Sümerlerin O çağda dünyanın en ileri ülkesi olduğu yada içerisinde tek peygamberin olduğu başka toplumlar olup olmadığı konusunda bilgi olup olmadığı bir yana, m.ö. 3000-3200 lerde yazıyı bulan sümerlerin niye m.ö. 2500 e kadar bekledikleri bu arada kaybolan bilgilerin ne olacağı konularına girmiyorum. 3-Ataların konusunda yazdığım şahısların ilk olmadığını biliyorum. Ama araştırmacı birisi olarak seninde isimlerini bilebileceğin kişilerin ismini yazmıştım, anlaşılan onları da puta taptıkları için beğenmiyorsun. Gerçek kafirlerde olması gereken de budur zaten takdir ettim seni, ayrıca gerçek kafirlerin hiç bir ahlaki kural tanımadıkları da malumundur. 4-Hz. Haticenin varlıklı birisi olduğunu nereden biliyorsun? Sizin kafirlerin bu konuda yazdıkları kitaplar var da ben mi bilmiyorum, lütfen o kitapların isimlerini gönderirmisin? 5-Bu bilgileri islami kaynaklardan alanlardan alıyorsan ve bunu delil olarak bana sunuyorsan bu konuda benim alıntı yaptığım bilgilere niye güvenmiyorsun: a)Benim yazdıklarımın doğru olduğuna mı inanmıyorsun (yalan bilgi yazdığım konusunda ki intibayı nereden edindin.) b)Bu kaynaklara muttali mi değilsin. c)Bu kaynaklardan bazılarına güvenip bazılarına güvenmiyormusun. d)Yoksa böyle bir olayın senin zekana göre vuku bulamayacağını mı düşünüyorsun. 6-Benim verdiğim örneklere kendince (araştırma ihtiyacı hissetmeden) sorular sorarak demogoji yaptığımı yazarak sen demogoji yapmıyormusun. 7-Kullandığım "Asılsız söz" anlamına gelen safsata kelimesindeki hakaret kasdının nereden çıkardın. 8-Mevcut verilere göre tarihte hiç bir devlet kuramamış insanlık adına hiç hayırlı bir şey ortaya koyamamış kafirlerin (yanılıyorsam ikaz et), doğru oldukları, buna rağmen tarihte üstün medeniyetler kurmuş müslümanların yanlış olduklarını konusundaki kıstasın nedir. 9-Son olarak dil konusunda polemiğe girmeme lutfunda bulunmuşsun a lütfetmişsin, benim için hiç fark etmez 20 yıllık öğretmenim dili kullanmayı senden öğrenecek değilim ama öğretecek çok şeyim var tabi ki isteyene. 10-******* *********** ******* ********* *********.
  13. Bak yam yam ben üslübumu hiç bozmadım ve siz diye hitap ettim ama o nezaketi göstermedin ve seviyeni gösterir. Şunu söyleyeyim ki uslubun uslübumdur. 1-Hezeyanlarını yutturmaya çalışıyorsun çünkü ilim adına söylediğin hiç bir şey yok safsata ve şüphe ve vehimden başka. 2-Karı kelimesinin yerine refika, eş, zevce kullanmak gerekir çünkü şu an artık o kelimede mana kayması vardır(mesela sen pezevenksin kelimesinde olduğu gibi) artık toplumda karım kelimesi değil genelde eşim kelimesi kullanılır, karı kelimesi küfür ve hakaretlerde kullanılmaya başlanmıştır. "Muhammedin karıları" tabiri hakaret kasdı içeren bir ifededir. Hayır türkçeyi senden öğrenmeyeceğim köylü ağzıyla konuşan bir kimseden öğrenerek Türk diline hakaret etmek istemem. 3-Başka ülkelere peygamber gönderilmediğini söylemek a) O tarihlerde yaşamakla bilinir, bu şu ana için mümkün değil. Tüm ülkelerin dinler tarihini ve edebi eski metinlerini araştırmakla mümkün olur ki onu da yapmadığın herhalinden belli oluyor. c) Öyleyse atıyorsun benim dayanağım Kur'an (senikabul etsende etmesen) ama senin delilin ise senin zekan. Milyonlarca insan Kuranın delaletini kabul ederken senin zekanın delil olduğunu kaç kişi kabul ediyor bilmiyorum. 4-Ataların derken, kastım fikir atalarındı onu da anlayamamışsın ben ne diyeyim. 5-Sen ne delil gösterdin ki ben göstereyim.
  14. Havace

    EBRU

    unutmamak mümkün mü?
  15. her ilmin her dinin kendi kaynakları vardır eğer bir tenkit ilmi bir tenkit getirecekseniz onlardan delil getirirsiniz Hz. Muhammedin aç olması müslümanların demogojisidir diyerek hiç bir dayanağı olmayan ındi görüşleri ilim diye kimseye yutturamazsınız, siizn şüpheleriniz inançsızlığınız kimseyi değil kendinizi bağlar. Beş kıta biz bilmiyorduk iyiki söylediniz, ben büyük devletlerin mezopotamyada kurulduğunu ve bu üç kıtanın bilgi sirkülasyonun fazla olduğunu burada çıkan bir peygamberin tebliğinin üç kıta insanları tarafından kolaylıkla duyulabileceğini kasdettim. Diğer kıtalarda çıkan peygamberler o bölgeyi ilgilendirir sadece ve o bölgelere peygamberde gönderilmiştir ama Kur'an tercemei hal kitabı değildir. Kendilerini allemei cihan zannedip sınırsızca, sorumsuzca ve edepsizce saldıranlar saçma ve hiç bir ilmi metoda dayanmayan fikirlerine karşı çıkanlara saygıya davet etmeleri de bir hayli ilginç. Ayrıca "karıları" tabirinden neyi kasd ettiğinin anlaşılmayacağını zannetme gafletinde bulunup masum pozlar vermek te yavuz hırsız örneğine benziyor. Peygamberin hayatını yazan insanlar devrinde senin ataların ebu cehiller, ebu lehebler ve müseylemetül kezzaplar ... vardı onlar peygamberin yaşantısını senden daha iyi biliyorlardı ve itiraz edeck nokta bulamadılar ataların kadar akıllı değilsin. Şunu da unutma senin "sanman" bırak bilgi yerine geçmeyi, bilgi kırıntısı yerine bile geçmez. "Kendi hevasını ilah edineni gördünmü?" "Küfrünle biraz daha yaşa sen cehennemliklerdensin" ayetinin hükmüne girmemeni temenni ediyorum.
  16. Davut, süleyman peygamberlerin kral da olması yusuf peygamberin maliye nazırı olması onların zengin ve müreffeh bir hayat sürdüğü anlamına mı gelir sizin mantığınızla İslam peygamberi Hz.Muhammed hz.süleymanın elinin emeğiyle geçindiğini ifade eder ve ayrıca kendi yaşantısının nasıl olduğu kaynaklarda ayrıntılı bir şekilde ifade edilir. Bir örneğini yazayım Hz. Muhammedin oturarak namaz kıldığını gören sahabe hasta olduğu için mi oturarak kıldığını söyleyince Hz. Peygamber aç olduğunu söyler. Bir devlet başkanı ve peygamber olduktan sonra ki hayatı öncekinden daha zor ve daha muhtaç. İstese bunları değiştirebilir istediği gibi de yaşardı. K.Kerimde ki ismi geçen peygamberlerin mezepotamya da olmasının nedeni üç kıtaya da ulaşımın mümkün olması ve güçlü medeniyet kuran toplumların burada var olmasıyla açıklanabilir.
  17. Bu ŞİİR Ondan UtanIyor Bu ne güzel koku böyle, bu ne güzel koku. Gül bahçesinden yoksa gelen o mu? Gece mi bu gelen, misk mi bu, amber mi bu? Bu ne güzel koku böyle, bu ne güzel koku. O pazardan tezcecik yoksa o mu geliyor, yoksa güzelimiz geri mi geliyor ne? Bu nasıl yüz böyle, bu nasıl ışık? Bu nasıl ay böyle, bu nasıl güneş? Mağaradan mı çıktı, dağdan mı iniyor, o yalnızlığın adamı, o dost? Boş yere arama şarap testisini sen. Koklama onun ağzını sen boş yere. Şu meyhaneciden mi geliyor sandın onu; dostum, onu sen kendin gibi belleme. Yolda o yapayalnızsa ne olur? Başında sarık yoksa ne çıkar? Ne bundan güneşe bir leke olur, ne ayın gösterişine zarar. Bu gece uyuma dostum, uyuma. Bir kolayına getir onu bul. Sarhoşlar meclisine hep böyle geceleyin gelir o. Bu gece uyuma dostum, uyuma. Biz duvara asılı duran resimleriz. Bizi yapan ressamın varlık şavkı duvarın üzerine bir vurdu mu, bakarsın o anda canlanıvermiş, kımıldanmışız Onun servi boyu bir göründü mü, bakarsın dünya güllük gülistanlık. Kalktı bir salındı, kendini bir gösterdi mi. bakarsın kıyamet koptu gitti. Bakarsın Calinus gibi hastalar ülkesindendir o. Bakarsın hayret yurdunda dolaşır hastalar gibi. Sustum artık ben, sustum artık Bu şiir utanıyor ondan. Mevlana Celaleddin Rumi
  18. Hiç bir müslüman Allah'ı ve onun gönderdiği dini kabul ettirme zorunluluğunda değildir. "Dileyen iman eder, dileyen de inkar". İslami bilgi seviyesi Turan Dursun, İlhami Arselin kitaplarını geçmeyen yada Kuranı kalbiyle okumayan bir insandan herhangi bir imani meseleyi kabul etmesini kimse beklemez elbette. Tüklere zorla islamı kabul ettirildiği iddiası ise dedelerinizi korkak olmakla itham etmekten başka bir anlam taşımaz. Şamanist ve aynı zamanda şavaşçı olan türkler kendi dinlerini bırakıp niye İslama girsinler. Rusya, çin ve kominist bloku ülkelerin zülmüne rağmen oralarda hala dindar insanlar varsa zorla inanç ortadan kaldırılmıyor demek ki.
  19. es-selamu ale men itteba'l hüda Kafirlerin (şimdilerde onlar kendilerine ateist diyor) veya inanç konusunda problemleri olanların gidip dayandıkları konu kader oluyor onu kavrarlarsa meselenin çoğunu halletmiş olurlar. Ancak şu kadarını söyleyeyim Allah'ın olayları bilmesi farklı müdahelesi farklıdır, bilmesi müdahele edeceği anlamına gelmez.Allah'ın olayları bilmemesi de onu cehaletle ithamdır. Ayrıca bir arkadaş theodis probleminden bahsetmiş, Allah 'ın olaylara tamamen müdahelesi insanın özgürlüğünü kısıtlar. Yeryüzüne adaleti getirip zulmu ortadan kaldırma görevi ise inananlara verilmiş bir görevdir.
  20. Havace

    EBRU

    EBRU TARİHİ / ÇEŞİTLERİ/ MALZEMELER/ YAPIMI/ PÜF NOKTALARI Ebru kelimesi Farsçadır, kaş, bulut anlamlarına gelmektedir. Ortaya çıkan şekillerin buluta benzemesi nedeniyle bu adı almıştır. Şemsedddin Sami, Kamusu Turki'de Ebru; "Çağatayca Ebre: Roba (elbise yüzü, kürk kabı) hare gibi dalgalı ve damarlı (kumaş,kağıt), cüz ve defter kabı yapmak için kullanılan renkli kağıt" olarak tanımlamıştır. Ciltçilikte, yazı sanatında (Hüsn-ü Hat) pervaz süslemelerinde ve yazı kağıdı olarak kullanılan ebru, günümüzde çiçek ebrularının daha da geliştirilmesiyle başlı başına levha olarak kullanılmaktadır. Türklerin, Ortaasya'da bu sanatı bildikleri ve göçler sırasında İran üzerinden Anadolu'ya getirdikleri tahmin edilmektedir. Ebru'nun tarihinin bilinmemesi; eski ebru ustalarının yaptıkları ebrulara tarih atmamalarından kaynaklanmıştır. Çünkü ortaya çıkan ebru, sanatkarın tamamen kendi iradesini yansıtmamaktadır. Özellikle klasik ebrular; battal, gel-git, taraklı, şal ebrularına sanatkarın iradesi yansımaz. Ebru'ya, 18.yy. Avrupa'da "Türk kağıdı" denmesi bu sanatının bir Türk sanatı olduğunu göstermektedir. 1608 yılında yazılmış olan Tertibi-i Risale-i Ebri, ebru konusunda o tarihlerdeki bilgileri bir araya getiren bir eserdir. Ayrıca Gelibolulu Mustafa Ali Bey tarafından yazılan Menakıbı-ı Hunerveran diğer sanatların yanında ebru hakkında da bilgi vermektedir. Tarihimizde bilinebilen ebru sanatçıları; Şebek, Hatip Mehmet Efendi (Ö.1773), Şeyh Sadık Efendi (Ö.1846) ve oğlu Salih Efendi, Edhem Efendi.(Ö.1904), Sami Efendi (Ö.1912), Şeyh Aziz Efendi (Ö.1934), Necmeddin Okyay (Ö.1976) ve oğulları Sami Bey (Ö.1933), Sacid Okyay (Ö.1910), Abdulkadir Kadri Efendi (1942), Mustafa Düzgünman (1990), Alpaslan Babaoğlu, Fuad Başer, Peyami Güler.... Mustafa Düzgünman hocanın yetiştirdiği öğrencilerle günümüzde ebru tanınan ve sevilen bir sanat haline gelmiştir. Klasik sanatların yayılması toplumun öz kimliğine dönmesinde önemli bir faktör olduğunu düşünüyoruz yeter ki sanatkarlarımız hasis davranmayıp bu sanatları sevdalılarına öğretsinler. ebru çeşitleri Battal Ebru / Gelgit Ebru / Şal Ebru / Somaki Ebru / Taraklı Ebru / Bülbül Yuvası/ Hafif Ebru/ Koltuk Ebrusu / Hatip Ebrusu / Çiçekli Ebru / Yazılı Ebru/ Akkase Ebru / Kumlu Ebru/ Neftli Ebru MALZEMELER Kağıt: 35x50 cm. ve 80-90 gr, I. Hamur kağıt kullanılır. Daha ince kağıtlarda ebrulu kağıt kuruduktan sonra bombe yapmaktadır. Tekne: Galvanizli, ahşap veya emaye olarak yaptırılır. Ebatları kağıdın boyutlarından iki (2) mm. Daha büyük olmalıdır. Örneğin: 35.2 x 50.2 gibi. yüksekliği 5 yada 6 cm olabilir. Fırça: Gül dalından ve at kuyruğundan fırça yapılır. Gül dalları 25-3O cm. boyunda kesilir. 4 cm boyundaki at kuyruğu bir miktar alınıp avucun içine yerleştirilir ve yayılır gül dalının 2 cm ucundan taşacak şekilde konur ve avuç kapatılır böylece at kıllarının dalın etrafını sarması sağlanmış olur. Misinayla sıkıca bağlanır. Fırçanın ucu makas veya maket bıçağıyla düzeltilir. 20-25 civarında fırça yapılırsa iyi olur. Boyalar: Beyaz: Üstübeç Mavi: Lahor Çivit (bir ağaçtan elde edilir), Çamaşır çivit, Siyah: Demir oksit veya is (odun yada çıra isi olabilir) Lacivert: Çivitle siyahın karışımı Sarı : Oksit sarı, çiçek yapımında pigment sarı Yeşil: Pigment yeşil, lahor çivit ve sarının karışımı Ebru boyaları genelde toprak kökenli boyalardır. İstenilen topraktan da boya elde edilebilir. (Bu boyalar suda erimez ve dibe çöker .) Su da eriyen, suyu boyayan, boyalarla ebru yapılmaz. Boyaların ezilmesi: Toz boya mermer yada kalın bir cam üzerine bir miktar konur mümkünse mermerden yapılan bir el taşı (disteseng) ile sekiz şekli çizilerek, bastırarak iyice ezilerek incelmesi sağlanır. (Mermer üzerinde ezilecekse önce açık renkli boyalar ezilir.) Ezilen her boya bir litrelik kavanozlara konur. Ezme işlemi bittikten sonra, bir miktar ezilen boyadan alınarak yarım litrelik kavanoza konur üzerine su ve 10 damla sığır ödü damlatılır. Buna boyaları "terbiye etmek" denir. (Burada şunu belirtmek gerekir ebruda hiçbir şeyin belirli ölçüsü ve gramajı yoktur, denemeyle ve göz kararıyla yapılır.) Yaklaşık beşte üçü boya, beşte ikisi de su olursa iyi olur. Boyanın cinsine ve ezilme durumuna göre en az iki üç günde boyalar terbiye olur. Lahor çivit denilen boya ezilmez küçük bir parça alınır ve üzerine sıcak su konur soğuduktan sonra 5-6 damla öd ilave edilir. Boyalar terbiye olduktan sonra kullanıma hazırdır. Bu yarım litrelik kavanozlardan boya alır, 200 gr.lık kavanozlara koyarsınız ve kitrenin yoğunluğuna göre kullanacağınız boyaya su ve öd ilave ederek kullanırsınız. Öd: Kasaptan veya mezbahaneden sığır ödü alınır. Bir metal kap içerisine konur bu kap su dolu bir başka metal kaba konur ve ocağın üzerine konur (benmari Metodu) yaklaşık 20dakika alttaki su kaynatılır ödlü kapta biriken köpükler atılır. Öd soğuduktan sonra tülbentten süzülür kavanoza konur, öd kullanmaya hazırdır. Ödün işlevi; boyaların parçalanmasını ve kitreli suyun üzerinde açılmasını sağlamaktır. Kitre: Suyun yoğunluğunu arttırmak için suyun içerisine kitre konur. Geven adlı bitkiden elde edilen kitre, çıkarıldığı bölgelere göre farklılık arz etmekte ve sorun çıkarabilmektedir. Aktardan alacağınız zaman özellikle, "ebru yapmak için kitre" derseniz daha iyi olur. Bir avuç (40-50 gr) kitre bir kovaya konur üzerine iki litre su konur ve bir gün beklenir. Kitre, şişer iyice yoğrulur. Tekrar su ilave edilir birkaç saat beklenir tekrar yoğrulur. Yaklaşık 8-9 litre su konuncaya kadar bu işlem devam eder. Bu normalde iki- üç günü alır. ( Eğer bu kadar beklemek istemiyorsanız bir sopa yardımıyla çok iyi karıştırarak bir günde hazır hale getirebilirsiniz ama normal seyrinde hazırlamak daha problemsiz olur..) Kitre tamamen eriyince, amerikan beziyle süzülerek tekneye alınır. Kitre bir süre teknede bekletilirse iyi olur. Birkaç defa süzülürse daha iyi olur. Tortular ve erimeyen kitreler varsa bunlar torba içinde bırakılır. Bu teknedeki kitre genelde yoğundur. Kitre koyu olursa boyalar açılmaz eğer sulu olursa çok fazla açılır, renkler açık olur ve boyalar kağıttan akabilir. Bu teknenin üzerine boş birkaç gazete kağıdı kapatıp alınarak, yüzey gerilimi alınır. Bir boya bir çiviyle alınarak teknedeki kitreli suya değdirilir. Boya dibe çöküyorsa boyaya öd ilave etmek gerekir. Eğer boya kapanıyorsa kitre yoğunudur su ilave etmek gerekir. Boya bir miktar açılmışsa (yaklaşık 4-5 cm.) Bir çivi ile bu boyanın üzeri çizilerek boyanın hareket etmesi sağlanır. 1-Eğer hareket eden boya çiviyi çektikten sonra geri geliyorsa kitre koyudur tekneye bir miktar su ilave etmek gerekir. 2-Eğer boya harekete devam ediyorsa kitre suludur, eğer suda erimiş koyu kıvamlı kitreniz varsa ilave edersiniz yoksa yapabilecek fazla bir şeyiniz yoktur. 3-Eğer suyun üzerindeki boya, çiviyi götürdüğünüz yerde kalıyorsa kitrenin kıvamı klasik ebrular için uygundu BOYALARIN AYARLANMASI Genelde, koyu renkli boyalardan açığa doğru gidildiğinden, öd ayarını buna göre yapmak gerekir. Tekneye atacağınız ilk boyanın öd miktarı az, daha sonra atacağınız boyanın öd miktarı öncekinden daha fazla olmalıdır. (Mesela 5 renk boya kullanacaksınız kullanacağınız ilk boyanın ödü en az, son boyanın ödü hepsinden daha fazla olmalıdır.) Örneğin; İlk boya siyah olsun, bir bizle(çivi) bu boyadan alır suyun üzerine dokundurursunuz 4-5 cm açıldı diyelim, ikinci boya da sarı olsun ondan da bir bizle alır siyahın üzerine değdirirsiniz eğer sarı boyanın ödü yeteri kadar fazlaysa siyah boyayı iter kendine yer açar eğer öd miktarı az olursa ya boya dibe çöker ya da hemen kapanır, buna damla damla öd ilave etmeli her seferinde tekne üzerinde tekrar denemeliyiz. Kullanacağımız üçüncü boya kahverengi olsun ondan da biz le alıp sarının üzerine değdiririniz, sarı boyayı itip kendine yer açtıysa mesele yok, açılmadıysa boyaya öd ilavesiyle açılmasını sağlarız.O teknede kullanacağımız boyaların ayarını böylece yaparız. Bir tekne için yaptığınız boya ayarları aynı teknede ertesi gün için bile değişir çünkü teknedeki su buharlaşmış ve kitreli su koyulaşmıştır. Kitreli suya gerekli miktarda su ilave etmek ve boyaların öd ayarını tekrar yapmak gerekir, ayrıca çalışırken de tekneye sürekli kağıt kapatıp ebruyu aldığımız için kitre kıvamı koyulaşır, kıvamı koyulaştığında gerekli miktarda su ilave etmeli. EBRUNUN YAPIMI Tekne üzerine atacağınız boyalar sağdan sola doğru atılmaya başlanır daha sonra biraz üste çıkılarak soldan sağa doğru atılır dört sefer bu şekilde tur atılır. Fırça ile atılan boyalar hiç müdahale edilmezse bu Battal ebru olur. İyi bir ebrucu battal ebruyu çok iyi bilmesi gerekir. Battaldan sonra bir bizle önce enlemesine boydan boya daha sonra yukarıdan aşağıya çizgiler çekmesine gelgit ebrusu denir. Gelgitten sonra istenirse çapraz çizgiler çekilerek şal ebru yapılabilir. Çiçekli ebrulara en son geçilmelidir. Çiçek için hazırlanacak boyaların öd oranı fazla su oranı az olur, yoğunluğu bal kıvamında olursa da bu boyaya göre değişebilir, ayrıca özellikle karışım yaptığınız boyaların iyi terbiye olması gerekir. EBRU YAPIMINDA TAVSİYELER: Tekne ne kadar çok kullanılırsa o kadar verimli olur ( Birkaç gün kullanılmayan tekneler tembelleşir ve verim alınmaz. ) Kullanmayacağınız zaman teknenin üstünü açı bırakmayın beyaz bir kağıtla tamamen örtün (gazete ile örtmeyin ) Boyalar teknenin üzerine atıldığında bazı yerler açılıyor bazı yerler açılmıyorsa, tekne homojen değildir, spatulayla iyice karıştırmak gerekir. Kitre üzerine atılan boyada dairelerin kenarları düzgün değilse kitre tam erimemiştir. Fırçada gereğinden fazla boya varsa, boya dibe çöker. Fırçayı sıkmak gerekir. Teknede köpük varsa bir spatulayla onları almak gerekir. Kağıda aldığınızda köpük olan yerler beyaz çıkar. Elimizden veya malzemelerden yağ veya öd bulaşması,tekneye öd damlaması, teknenin üzerinin açık olması gibi durumlarda boyalar yıldız açılır, tekneyi bir yada birkaç gazete kağıdıyla temizlemek ve 10-15 dakika dinlendirmek gerekir.(Tekneye biraz su ilave etmekte çözüm olabilir.) Tekneye attığınız boyalar kumlanıyorsa veya çatlıyorsa, boyada su eksiktir. Boyaların kağıttan akmasının sebebi kitreli su, boyadaki su ve boyadaki öd dengesizliğidir. Boyaya bir damla su iki damla öd damlatarak her seferde tekne üzerinde denemek gerekir. Akan boyalara çamlıca toprağı ya da biraz lahor çivit konarak akması önlenebilir. Tüm boyalar kağıttan akıyorsa, kitrenin yapıştırıcılık özelliği gitmiştir. Kağıt tekneye yatırılırken kayma olursa kağıtta beyaz çizgi oluşur. Kağıdı tekneye yatırdıktan sonra hava kabarcığı oluşursa, iğneyle delip havayı almak yada bir bizle sürekli o bölgeyi sürterek kabarcığı almak gerekir. Çiçekli ebru boyalarında boyanın kenarları girintili çıkıntısıyla iki damla su bir damla öd ilave etmek gerekir. (Her damladan sonra tekrar denemeli) Eğer tekne ye attığınız boya büyükse bir kağıdı külah yaparak küçültmek istediğimiz boyanın ortasına batırır geri çekerek küçültebiliriz. Elimizden yada malzemeden tekneye toz dökülürse, beyazlıklar oluşur bunları bir kağıtla yada elimizdeki bizi kurulayıp oraya batırıp çekmekle giderebiliriz. Ebru yapımı sırasında karşılaşabileceğiniz problemleri deneyerek çözüm yoluna gidebilirsiniz. www.sadabat.net
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.