oturduğum yerden yazıyorum bunları
on beş metrekarelik bir odanın
sarı duvarları arasından
ve ruhumun sonsuz uçurumlarından atıyorum kendimi
düştüğüm yerler acıyor mudur?
acıyor olmalı,
yoksa bu kadar kötü hissetmezdim değil mi?
kimi hayatıma alsam
yani
düşsem üzerine
sonrasında hep bir kalp ağrısı
bir can yangını
ne söndürebiliyorum
içime alsam diyorum
zaten içimde diye değil mi bu yangın?
aklımın oyunlarıyla büyütüyorum kendimi
yazdıklarımla etkisiz hale getirmeye çalışıyorum
olmuyorum
olmamışlık hallerim bir simit satıcısı gibi
tezgahını açmış cami avlusuna
sabah ezanı vakti
ne gelen var ne giden...
kimse uykusundan vazgeçmiyor sanki
tanrım bundan alınıyor mudur şimdi?
satamadığım simitleri ufalayıp
güvercinlere atıyorum
nasip onlarınmış...
sonra uyanıyorum yatağımda
biraz da bu tarafıma yatsam diyorum
diğer tarafım yorulmuş taşımaktan beni
derken uykum kaçıyor
gidip çöpleri topluyorum
çuval bezinden yapılmış el arabamla
eğilirken çöp konteynırına
elimde metal bir kanca
hayatları karıştırıyorum
birileri kafayı çekmiş
koyu renkli bira şişeleri
yarım bırakılmış pasta görüyorum
sinekler üşüşmüş
kimin hoşuna gitmemiş?
doğum günleri...
açılmış ama kullanılmamış bir prezervatif
özeline girdiğim için şimdi
yadırgar mı sahibi?
içinden çıkamıyorum bu içimdeki çöplerin
düşünce artıklarının
geri dönüştürmesi olmalı
ders alınmalı diyorum kendime
ama kaç paradır ki o derslerin saati?
hem daha önce o okulu bitirmeli
sonra atanacak,
beki sonra yine sever beni...
dönüyorum sonra duvarları sarı renge boyalı odama
siyah keçeli kalemle parmaklıklar çiziyorum
tavanı mavi
hücresinde yatarken hayal etmeyen var mıdır acaba?
yoksa yasaklanıyor mu insana?
gökyüzünün renkleri....
perdenin köşesini kıvırıp bakıyorum dışarı
aydınlık bir sokak,
gri renkli üzgün bina
bir balkon kışın kullanılmayan
o evde yaşayanların umurunda bile değil
benim umurumda da ne oluyor sanki?
bir süre daha bakıyorum
bu sene bahar gecikecekmiş,
ben görmem belki...
dönüyorum odama
sarı renkli duvarlarımda silik parmaklıklar
pek düzgün olmamış
kimi hapsediyorum?
şimdi ruhunu özgür bıraktığım kim?
martının gözlerinden bakma cüretini kim verdi İstanbul'a!
altımda üst üste evler,
üstümden bir uçak geçiyor
içinde bir kadın pencere tarafında
bana bakıp gülümsüyor
ben süzülüyorum aşağıya
deniz sıkışmış karaların arasında
ama bu haksızlık değil mi?
bir dilencinin yanına konuyorum
Allah rızası için... diyor.
rızanın bedelini söylemiyor ama
ne verirsen yeter sanki...
peki bir kalp kırmanın bedeli?
altmış dört bin satır yazsan yeter mi?
ya sussan,
zamanla geçer diyorlar ya,
kimin için neye göre
inandım ben buna
inanç özgür bırakacak mı?
teslimiyeti nereye koyuyorduk?
senin içindeki de geçer mi?
hatırlanmaz mısın ben sana her yazdığımda
inancın seni benden kurtaracaksa şimdi
ardına bile bakma
çuval bezinden yapılma el arabamla
hayatları karıştırmaya devam ederim ben
sen bana karışma
bazen karşıma çıkacaksın biliyorum
sokakta yürürken,
bir otobüs durağında
elinde kitabın, okurken
belki geç kalmamak için okuluna
alelacele giyinmişsin
saçların karışmış birbirine
uzanıp düzeltmeye çalışırken
suçüstü yakalayacaksın beni
kaşlarını çatıp
ne münasebet!
belki oturuyorsundur bir kafede
çayını yudumlarken
kaldırımın üzerinden geçiyorum
ardımda çuval bezinden yapılma el arabamla
tenimin kirli rengi
bakışlarım değerse sana
kirlenme diye çevir başını
geçer giderim ben
belki uyumuyorsundur şimdi
yatağında dönüp dururken
koynunda oyuncak tavşanın
nasıl kızmışsın bana
sabah olsa geçmeyecek
akşam olsa dinmeyecek
nereye gitsen ne yapsan
aklında olduğum için kızacaksın
anlayışsızlığım için, vurdumduymazlığım için, beceriksizliğim için kızacaksın
‘biz’ olduramadığım için
kızacaksın
bakışlarını çevireceksin başka bir yere
ben yanından geçip gideceğim
duvarları sarı, silik parmaklıkları odamın
kasvetine bürünürken
bir çağ kapanıp
yeni bir çağ açılamıyorken
mezapotamyadan bu yana
aşk anlatılamıyorken
bu kadar da yaklaşmışken üstelik
küllükler doluyor
şişeler boşalırken
içim gidiyor
bu kaybolma,
bana doğru gelmiyor...