Liderler
Popüler İçerikler
Üzerinde en yüksek itibara sahip içerik gösteriliyor: 13-12-2012 in Blog Başlıkları
-
BİR İTİRAFIM VAR
1 puanBİR İTİRAFIM VAR En küçükken ip cambazı olmak isterdim çünkü babamın beni götürdüğü sirkteki ip cambazından çok etkilenmiştim. Sonra biraz büyüdüm çöpçü olmak istedim çünkü şu an moda olan hani şu renk renk lastik çizmeler var ya ben küçükken bir ara yine moda olmuştu ama annem “Ne o öyle, çöpçü çizmeleri gibi” diyerek bu isteğimi reddetmişti. Hani yani çöpçü olsam o çizmelerden benim de birer tane olabilirdi. Az daha büyüdüm astronot olmak istedim çünkü çoğu arkadaşım astronot olmak istiyordu, galiba bu defa da onlardan etkilendim. Epey bir büyüyünce doktor olmak istedim çünkü fen derslerinde oldum olası başarılıydım ama sonra bir fizik öğretmenim oldu, niyeyse kendisinden bir türlü haz etmedim. Hatta babamla yolda yürürken karşıdan gelen bir arabanın farlarını fizik öğretmenimin gözlerine benzetince babam benim doktor olmaktan vazgeçtiğimi ilk anlayan kişi oldu. Zaten o senenin sonunda babamla oturup en iyisi benim bir edebiyat öğrencisi olmam konusunda bir anlaşmaya vardık çünkü artık fizik derslerinden nefret ediyordum. Sonra bir psikolog olmak istedim çünkü hem öğretmenimi hem de psikoloji, sosyoloji, felsefe ve mantık derslerimi çok seviyordum aynı zamanda edebiyat alanında aldığım derslerin içinde en başarılı olduklarım bu derslerimdi. Üstelik öğretmenimin gözleri de araba farlarına hiç benzemiyordu, yani baya baya insan gözleri vardı En nihayetinde bir kütüphaneci oldum. Çünkü okulumuzun müdürü üniversite için tercihlerimi doldururken bu bölümün çok yeni bir bölüm olduğunu ve eğer kazanırsam üniversiteden mezun olduktan sonra gelip mezun olduğum lisede çalışabileceğimi söyledi. İyi bir teklifti çünkü işim daha liseden mezun olurken hazırdı. Buraya kadar her şey normal, zaman geçtikçe daha mantıklı kararlar aldığım ise bence aşikar.. Ama şimdi ben bir kütüphaneci olduğum için pişmanım, sıkıldım çünkü bu işten… Bana göre değilmiş, bence ben bir avukat olabilirdim, öğretmen de olabilirdim, politikacı bile olabilirdim. Herneyse aslında bunlar sorun da değil çünkü ben bunların hiçbirisini de olmak istemiyorum. Ben, sanırım bir vampir olmak istiyorum. Yaw ne salakça, ne fütursuz ve ne saçma bir istek bu, kendimden utanıyorum. Üstelik vampirlik diye bir meslek bile yokken… Onu da geçtim vampirlik bile yokken… Ya ben niye vampir olmak istiyorum, acaba okuduğum kitaplardan çok mu etkileniyorum? Her gece rüyalarımda vampir olduğumu görüyor ve ciddi ciddi bir vampir olamayacağım için üzülüyorum. Keşke psikolog olsaydım belki o zaman bu vampir olma isteğim konusunda bir fikrim olurdu veya vampir olmak istemenin bir delilik olduğunu bilir, kendi kendimi tedavi etmenin bir yolunu arardım. Ama ben bir kütüphaneciyim ve vampir olmak istemenin tedavisini bulamadığım gibi vampirlerle ilgili piyasada ne kadar kitap varsa, abuk subuklar falan da dahil hepsini kütüphaneye doldurmak, özel bir vampir kitapları köşesi kurmak, sonra onların hepsini okumak okumak ve daha çok okumak istiyorum. Beni Miyazaki'nin Kiki'si ıslah etsin, ne diyeyim artık!1 puan
-
Anladın mı?
1 puanßen 15 yaşındaydım... Kış aylarıydı ve televizyonlar her akşam Körfez Savaşı ile ilgili haberler geçiyordu... Teyzem gelmişti. Her kış gelirdi zaten, kışı birlikte bitirirdik ve her bahar Giresun'a ailesinin yanına geri dönerdi. Tıpkı Demeter'in kızı Persephone gibi... Aramızda fazla yaş farkı yoktu teyzemle, zaten birlikte büyümüştük. Ondan olsa gerek bizimki teyze-yeğen ilişkisinden çok bir arkadaş, dost ilişkisi gibiydi... Bir de kuzeni vardı teyzemin, kuzeninin de bir arkadaşı... Oktay... Teyzem ve Oktay, aynı yaşlardaydılar, birbirleriyle ilk defa o kış karşılaştılar... Ve bu karşılaşmanın ardından etrafı mis gibi çiçek kokuları kapladı, hikayeye göre zaten, Eros'un geçtiği yerler çiçek gibi kokardı... Bir aşk başladı... Bahar gitgide yaklaşıyordu. Persephone artık sevdiğinin kollarından ayrılıp, annesinin yanına dönmeliydi ama bu defa bunu hiç istemiyordu... "Evlenelim o zaman" dediler... "Bir daha da hiç ayrılmayalım..." Sonra herşey cehenneme dönüştü... *** Anneannem anlamsızca bu evliliğe karşı çıktı. Buna bir sebep istedik. "Savaş" dedi... "Sebep, Körfez Savaşı..." Gerçekten de anlamsız bir sebepti... "Ya savaş, Türkiye'ye yayılırsa, ya herkes savaştan korunmak için memleketine geri dönerse..." Savaş Türkiye' ye yayılırsa ve herkes savaştan korunmak için memleketine dönerse, diğer bütün çocukları Giresun'a dönecekti; çünkü diğer bütün çocukları Giresunlu birileriyle evlenmişti ama Teyzem'in Oktay'ı Gümüşhaneliydi... "Belki de o zaman seni kaybederim, bulamam, bir daha da göremem. Olmaz, onunla evlenmene kesinlikle izin vermem, evlenirsen de sana annelik hakkımı helal etmem." Sonra Dedem, teyzemi geri götürmek üzere apar topar İstanbul'a geldi. Teyzem günlerdir hastaydı, üşüyordu, terliyordu, titriyordu... Ayağa kalkamayacak kadar yorgundu ama Dedem yine de onu götürdü... *** 6 Ay Sonra... Buruk mutluluklar yaşadınız mı hiç? Hani üzülseniz bir dert, sevinseniz bir dert... İşte öyle bir günümdü, Teyzem evleniyordu. üstelik savaş da bitmişti... Teyzem evlendikten sonra artık Almanya'da yaşamaya başlayacaktı; çünkü eşi orada yaşıyordu... *** Ve 5 yıl göremedik onu... 5 yıl sonra bize dönüşü bir Haziran ayına denk geldi... İki kişi gitmişler, üç kişi dönmüşlerdi, teyzem artık bir anneydi... Ben ise bir aşık... Bana bu kadar acı veren bir aşkla daha önce hiç karşılaşmamıştım... Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, acı çekiyordum, kurtulamıyordum... Kafam tıpkı çöp evleri gibiydi, onunla ilgili hiçbirşeyi kafamdan atamıyor, atamadığım gibi ne varsa kafamın içine yığıp duruyordum... Ayrılmıştık... Oysa annesi bizi öğrenene kadar, herşey ne kadar da güzeldi, ne kadar da mükemmeldi... Hani asla ayrılmayacaktık... Ona geri dönmek istiyordum ama "nasıl geri dönülür?" bilmiyordum. Daha önce bana kimse bunu öğretmemişti ki... Birkaç kez birşeyler yapmayı denemiş sonrasında da hep vazgeçmiştim... Gurur denilen şeyden nefret ediyordum... *** O gece teyzem, benimle uyumak istediğini söyledi, tıpkı eski günlerdeki gibi... Anlamıştım, başka birşey vardı, uyumak değil de sabaha kadar konuşmak istiyordu sanki... "Olur" dedim ve sabaha kadar uyumadık... "Bugün dışarı çıktım" dedi. "Eve dönerken Oktay'ı gördüm" İyi de nereden öğrenmişti ki Teyzem'in döndüğünü... "Bilmiyorum, şaşırdım" dedi... "Sanki günlerdir orada beni görmeyi bekliyormuş gibiydi..." "Konuştunuz mu?" dedim. "Hayır" dedi... "Ama çok istedim..." "Konuşsaydınız keşke" dedim... Sonrasında sustu, gözleri doldu, anladım ki ben de susmalıyım. Susmalıyım; çünkü artık beni duyamazdı, artık benim yanımda değil, yıllar öncesinde Oktay'ın yanındaydı. Ve birden gözlerinden boncuk boncuk yaşlar dökülmeye başladı... "Keşke..." dedi. "Keşke ne yapıp edip, onunla evlenseydim... Oysa ben hiçbirşey yapmadım, sadece kabullendim..." Sonra apar topar burnunu temizledi, gözyaşlarını sildi ve bana döndü; "Onu bugün görüp de, gözlerine baktığımda onun için mücadele etmediğime çok pişman oldum... Keşke elimden ne geliyorsa yapsaydım, yapabileceğim hiçbirşey kalmamış olsaydı... O zaman belki de kendimi bu kadar kötü hissetmezdim, yapacağım herşeyi yaptım ama olmadı, derdim." dedi. Sonra bana "Anladın mı?" dedi... "Sana ne demek istediğimi anladın değil mi?" "ANLADIM" dedim... Anlamıştım... "O zaman artık uyuyalım" dedi... "Neredeyse sabah olmak üzere..." "Uyuyalım o zaman" dedim... "Sabah olmak üzere..." Sonra düşündüm; "Sabah ilk iş onu aramalıyım... Zaten çok özledim..." Sonra uyudum...1 puan
-
YAĞMURLAR DİNMEDEN GEL
1 puanAkşam oluyor ve ben yalnız kalıyorum. Yalnız da kalamıyorum aslında.. Aklım sen, fikrim sen, ben sen, 1 kilometre ötem, 100 kilometre ötem sen… Kendimle bile yalnız kalamıyorum. Kafamın içi şehir trafiği gibi, kalabalık, gürültülü... Sessizliği özledim... Seni özledim... Bütün şarkılar mı sen? Her yer mi sen oldun? Hepsini anladım da ben nasıl sen oldum? Acıyor, dindiremiyorum bir türlü bu acıyı, sürekli dua ediyorum, zaman geçsin, en azından dinsin içimdeki fırtına... Süt liman denizlerimi özledim, denizler de durulmuyor sen olmadan… Tanrım, Tanrımmmm dursun artık yağmurlar, dinsin artık bu delicesine fırtına, savrulup duruyorum. Tutuşuyorum ateşlerinde. Yoruldum, çok yoruldum, dindiremiyorum yağmurları gücüm yetmiyor, durduramıyorum fırtınaları, Tanrı mıyım ki ben, nasıl yapayım? Çok güçsüzüm, çok dermansızım, çok yorgunum, çok umutsuzum. Ondan yana değil, kendimden yana bu sefer umutsuzluğum. Ben artık kendimden umutsuzum! http://www.youtube.com/watch?v=BnkKoKCKnOo1 puan
-
Sana ithafen...
1 puanŞimdi artık neden o telefonlarıma cevap vermediğini biliyorum, meğer sen yokmuşsun, gitmişsin, bir elveda bile demeden gidivermişsin, kıymışsın o güzel cana… Oysa o can benim huzur arayışımdı, benim huzur kelimesiyle tanımladığım, benim yanında huzuru bulduğum bir insan kendi içinde nasıl bu kadar huzursuz olabilirdi ki… Biz seninle her şeyi konuşuyorduk, gurur yapıp kendi kendimize itiraf edemediğimiz şeyleri bile birbirimize itiraf ediyorduk. Biz birbirimizin farkındaydık, biz birbirimizi gölgelerimizle sevmiştik, sen benim gölgelerimi gören tek kişiydin ve ben de senin bütün gölgelerinden haberdardım. Ne çok şey var seninle ilgili hayatımın içinde… Saatlerdir o şeyler beynimde birbirini kovalayıp duruyor, bir arkadaşım mektup yaz dedi, veda et dedi, veda etmeye çalışıyorum şu anda sana… Hem yazıyorum hem konuşuyorum, konuştuğum her şeyi yazmaya çalışıyorum, yetiştiremiyorum… Anılar… Offf çok fazla… Çok canımı acıtıyor şu anda… Hani bir şişe tekila alırdık, kusana kadar içerdik, en çok da ben kusardım ve sen her defasında temizleyen olurdun, benden miden bile bulanmazdı. Yemekler yapardın bana, benden bir saat önce kalkar kahvaltı hazırlardın. Ara sıra küserdin bana, aramazdın, açmazdın telefonlarımı… Ama ama ben yine öyle sandım, küstün sandım bana, açmadın telefonlarımı, açılmadı o telefon bir daha da… Sabırla bekledim, nasılsa arayacak dedim, aramadın. Aramayacakmışsın bir daha da… Ben şimdi nerede bulacağım o huzuru? Film izlerdik sabahlara kadar, filmler bitene kadar, sonra biterdi, sen Beşiktaş’a giderdin, beni arardın, almak istediğin filmleri sayardın, seç bir tanesini derdin, seçerdim, alırdın, sonra onları izlerdik. Sonra yine küserdin bana, ben hiç küsmedim ama sana… Küstüğünü bilirdim sana gelirdim, hemen barışırdın, görünce barışırdın. Bu sefer gelmedim, bu sefer de ben gelmeni bekledim. Ama gelmeyecekmişsin, bekledin mi yoksa? Biz seninle hiç gülmedik, hiç komik şeyler yaşamadık, biz hep hüzündük seninle birlikteyken, yazardık, okurduk, ağlardık ama hiç gülmezdik, hiç öyle kahkahalarla güldüğümüzü hatırlayamıyorum. Biz çünkü herkesten gizlediğimiz hüznümüzü apaçık gösterirdik birbirimize… Hiç öyle maskelerimizle dolaşmadık birlikteyken, biz çırılçıplaktık birbirimize karşı. Korunmasız, savunmasızdık. Zaten neden koruyup, neden savunacaktık ki kendimizi birbirimizden.. Sabrettim, sabrediyordum, sabredeceğim de artık… İçimde şimdi senin açtığın bir yara var, orada öyle duracak, kimi zaman seni hatırlatacak, kimi zaman susacak… Nasıl yaptın kendine bunu, ne oldu ha ne oldu da yaptın? Soru yok, huzur istedin belki de, biz veremedik o huzuru sana belli ki, yükün ağırdı, taşıyamadın belki, yardım edemedik taşımana, sen de bıraktın öyle bir kenara onları ve gittin ha? Benden hayatımdan, hayatından, hayatlarımızdan öylece çekip gittin? Bitiyor cümlelerim, seni affetmek isterim, seni affediyorum. Yazıyorum çünkü okursun, yazdığım her şeyi okuyordun, hatta onları bir kenarda saklıyordun, bunu da okursun… Oku ve affettiğimi bil, çekip gitmeni affediyorum. Huzur bul artık… Huzur içinde uyu… Ve hep bana dediğin gibi, bir çiçek ol… Seni seviyorum… Umay Umay dinleyelim hadi, hep sevdin sen onu... Bak şimdi senin için çalıyorum...1 puan
-
Eğer Ben Olmasaydım...
1 puan“Sen her şeyden değerlisin ve hiçbir şey, özellikle canını acıtan hiçbir şey senden daha değerli değildir.” Bunu bu zamana kadar birçok arkadaşımdan, dostumdan ya da çevremdeki herhangi bir kimseden defalarca duymuşumdur. Sizlere de söylemişlerdir eminim. Ama hayatta bazen kendinizi başkaları yüzünden değersiz hissettiğiniz ve bu sözlerin size hiçbir anlam ifade etmediği öyle anlar oluyor ki; “canınızı acıtan o şey her neyse” sizden daha değerli sanıyorsunuz. Oysa ki unutmamak gerekir bazı şeyler bu dünyada gerçekten de sırf siz var olduğunuz için vardır. Eğer siz olmasaydınız onların hiçbiri olmazdı! Dün akşam çok düşündüm; ben olduğum için bu dünyada var olan şeyleri düşündüm. Örneğin şu içime çektiğim hava, eğer ben olmasaydım belki de olmayacaktı. Ya da bu klavye, klavyeye dokunan bu eller, dokundukça dile gelen şu cümlelerin hiçbiri olmazdı. Ben olmasaydım saçlarım olmazdı, çocukken saçlarıma geçen bitler bile olmazdı. Oynadığım oyuncaklar olmazdı, yattığım yatak, kafamı koyduğum yastık, evim, evimdeki bu eşyalar, şu içtiğim sigara ile çay ve izlediğim filmler de olmazdı… Ben olmasaydım çocukluğum, gençliğim olmazdı, aşklarım olmazdı, aşık olduklarım ise hiç olamazdı. Yaşadığım anlar, anılar, bir geçmiş, bugün ya da gelecek dahi olmazdı. Diktiğim ağaç, kokladığım çiçek, tuttuğum yıldız, gördüğüm manzara diye bir şey olmazdı. Çektiğim fotoğraf olmazdı. Söylediğim sözcükler, sarf ettiğim enerji, kapladığım bir alan olmazdı. Ben bu hayata, hayatımdaki her şeye ve her bir kimseye “var olarak” bir anlam kattım, tüm bunları doğru, yanlış, güzel, çirkin, acı, tatlı vb. bir şekilde anlamlandıran da yine bendim. Tabii ki her şeyin yolunda olduğu zamanlarım olacak ama olmadığı zamanlarım da olacak. Kederlerim olacak mesela, terk edilişlerim, sorunlarım vs… Ama hatırlamalıyım ki iyi veya kötü tüm bunları hayatımın içine dahil eden bendim, dolayısıyla onları hayatımda tutacak ya da hayatımdan çıkaracak olan da yine ben olacağım. Aslında sırf ben izin verdiğim için hayatıma dahil olmuş olan tüm bu şeyler yine benim izin verdiğim kadar hayatımın içinde kalmaya devam edecekler. Şimdi düşünme sırası size geldi; düşünün bakalım, sırf siz varsınız diye hayatta var olmuş şeyleri düşünün ve sonra bu cümleleri kendinize tekrarlayın; “Aslında onların varlık nedeni benim. Bu nedenle ben gerçekten de hayatımdaki her şeyden daha değerliyim ve hiçbir şey, özellikle de canımı acıtan hiçbir şey benden daha değerli değil. Hayatımıza dahil ettiğim sorunlar ya benim tarafımdan çözülür ya da benim tarafımdan sorun olarak hayatımda tutulmaya devam edilir. Buna karar verecek olan kişi “bu hayata sahip olan kişidir”, “bu hayata sahip olan tarafından var edilen kişiler” değil... Onlar yok çünkü!1 puan
-
TECAHÜL-İ ARİF
1 puanİş adamı traş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar: "Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi..." Berber çocuğa seslenir: "Ali, buraya gel!". Bunun üzerine çocuk sakince dükkana girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, "bak şimdi" diye fısıldar ve bir elinde 5 TL, diğer elinde 20 TL lik bir banknot olduğu halde çocuğa sorar: "Hangisini istiyorsan alabilirsin?" Çocuk dalgın dalgın bir 5 TL ye bir de 20 TL ye bakar ve sonunda 5 TL lik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek: "Gördün mü? Sana söylemiştim." der. Traş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür. Yanına giderek, neden 20 TL değil de, 5 TL lik banknotu aldığını sorar. Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir: "Eğer 20 TL lik alırsam oyun biter."1 puan
-
MUTSUZLUĞUN GERÇEKLİĞİ
1 puanMutluluk dediğimiz şey ara ara geliyor insan ömrüne ama sonra hemen gidiyor. Mutsuzluk ise sadece mutluluğun geldiği zamanla, gideceği zaman arasında terkediyor bizi... Yani mutsuzluk neredeyse her an bizimle aslında, mutluluk ise geçici olan... Mutsuzluk insanı ayakta tutmaya zorluyor. Mutsuzluk, aslında bizi güçlü yapan... Mutluluk ise hayata karşı olan tüm direncimizi kırıyor. Bizi savunmasız hale getiriyor. O yüzden gittiğinde kendimizi bir anda yerde ve yerle bir buluyoruz, felç oluyoruz, tutunamıyoruz, canımız acıyor, kırılıyoruz, inciniyoruz. İşte o zaman elimizden tutan, bizi yerden kaldıran, üstümüzü başımızı silkeleyip, bize tutunacak bir dal veren yine kadim dostumuz mutsuzluk oluyor. Biraz zor olsa da tekrar kalkıyoruz işte... İlginçtir ki ben bunu bu akşam keşfettim. Önceleri yaptığım sadece bunları yaşamakmış. Yaşamak her zaman yaşadıklarının farkında olmak demek değildir zaten. Ayakta kalabilmemin, güçlü olabilmemin, hayata tutunabilmemin yolu mutsuzlukmuş. Bana kalan, artık her daim yanımda olacağını bildiğim mutsuzluğumla barışık olmayı öğrenmek... Mutluluktan ise mümkün olduğunca uzak durmak... Tabi mümkün olursa... *** Eee yazımı okuduysanız bari bir de bu klibi izleyin ki tam olsun... Daha iyisini inanın ki görmedim ben... http://www.youtube.com/watch?v=cud_k9f6tqk1 puan
-
Martılarla Gitmek İstiyorum...
Bir martı olsam ne güzel olurdu ama ben martı bile olamadım. Ee madem bir martı olamıyorum o halde ben de martılarla giderim. Nereye olursa artık. Beni bekleme kaptan, ben bugün martılarla gideceğim. Seyir defterini de sen yazıver bugünlük, olmadı başkası yazsın. Sen de dinlen biraz, martılara simit falan at. Hem geride bekleyenin mi varmış aldırma, At kendini denize, yelken ol bugün de… Kürek ol mesela ya da dümen ol. Balık ol, su ol… Ben bir martı olayım kaptan, sen de balık ol! ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ Bakıyorum, baktım, yine yazdıklarımdan hiçbir şey anlaşılmıyor. Olsun ama ben anlıyorum. Ve tabii bugünkü duygularımı ifade edebilmemde çok büyük katkıları olan Sevgili Nazım Hikmet ve Orhan Veli Kanık’a teşekkürü bir borç biliyorum. Tüm sevgi ve saygımla, Gloria1 puan
-
7 Yaşındaydım ve Okula Gitmem Gerekiyordu...
ßir Ağustos günü başladı herşey ve ben daha 7 yaşında miniminicik bi kız çocuğuydum... 7 yaşındaydım, miniciktim ama içimdeki üzüntü ve keder ne yaşıma ne de miniminicikliğime yakışıyordu... Ben tam 7 yıl boyunca annemle babamı ve kardeşlerimi sadece yaz tatillerinde gördüm ve her yaz tatili bittiğinde onları unuttum, yüzlerini, kim olduklarını, benim için ne ifade ettiklerini... Sonra her yaz tatili geldiğinde onları yeniden hatırladım... Yabancıydılar onlar aslında bana, koskoca bir yılın sadece 30 günü gördüğüm yabancı anne baba ve kardeşlerimdi onlar benim... Ama bu yabancılar bir Ağustos günü geldikleri gibi gideceklerken bu defa beni de yanlarında götüreceklerini söylediler... İnanasım gelmedi ilk önce...Herşey saçma sapan bir şaka gibiydi ama eşyalarımın intizamlı bir şekilde katlanarak doldurulduğu o valiz, bunun gerçek olduğunun en bariz göstergesiydi... Babaannem gunlerdir gizli gizli ağlıyordu, bunu onun boncuk mavisi gözlerindeki kızarıklıktan anlıyordum... Ağlıyordu çünkü ben okula gidecektim ve okul denilen o şey bizim bir süreliğine ayrılmamızı gerektiriyordu. Ve ben onun güzel gözlerinden akan o yaşlara hiç ama hiç dayanamıyordum... İçim ayrılacak olmamızın acısıyla inim inim acıyordu... Ben gitmeyi istemiyordum kiiii...Bunu onlara da söyledim, "Gitmek istemiyorum" dedim ama beni dinlemediler... "Artık 7 yaşındasın ve okula başlaman gerekiyor" dediler... "Ama babaannem" dedim... "O da Gelsin..." Onun şimdilik bizimle gelemeyeceğini söylediler ama okulun devamlı birşey olmadığını ve tatillerin olduğunu, istersem tatillerde babaannemin yanına yeniden gelebileceğimi söylediler... İkna olmuş gibi davrandım fakat olmadım çünkü biliyordum, onlar babaannemle benim birer yabancı olmamızı istiyorlardı... Oysa ben babaannemle yabancı olmak istemiyordum, o her dakka yanımda olsun istiyordum, beni hep sevsin, öpsün istiyordum... Gece olunca yine onunla birlikte uyuyayım istiyordum ama olmadı... İşte ilk o zaman öğrendim hayatımda istediğim herşeyin olamayacağını... Sevdiğim insanların sonsuza dek benimle kalamayacağını... Ve sonunda işte o başta bahsettiğim "Bir ağustos sabahı" ne yazık ki geldi ve ben artık içimdeki üzüntüyü içimde tutamaz hale dönüştüm... O artık içimdeki üzüntüm değildi, o artık gözlerimdeki yaştı... Doldu, aktı, doldu, aktı, yeniden doldu, yeniden aktı... Ne çok üzüntüm varmış benim meğer!!!! Ve ucu bucağı olmayan koca şehir İstanbul... Oysa benim büyüdüğüm yer ne kadar da küçüktü... Bir ucu bucağı vardı, görmüştüm biliyordum, kaybolmazdım, beni bıraksalardı evimin yolunu bulabilirdim... Ama bu İstanbul koskocamaaaaaaandı, oysa ben miniminiciktim ve sadece 7 yaşındaydım... Okul denilen o şeye gitmek için buraya gelmiştim... Okul, 7 yaşına gelince mutlaka gidilmesi gereken bir yerdi...Annem, babam ve kardeşlerim ise bana yabancıydı, onları hiç ama hiç tanımıyorduuummm... Alışmak zor olacaktı ama idare edecektim çünkü bu geçici birşeydi önce okula gidecektim, sonra okullar tatil olacaktı ve sonunda ben babaannemin yanına gidebilecektim... Peki ya bu okul nasıl birşeydi? 7 yaşındaki çocuklarla dolu bir yer olduğu kesindi ama... Şu okul denilen şeyi ilk gördüğümde yanlış bir yere gelmiş olmalıyım diye düşündüm... Çünkü burada 7 yaşından büyük çocuklar da vardı... Belki de onlar yanlış gelmişti ama ben bu istanbul'u hiç bilmiyordum, büyük ihtimalle onlar değil ben yanlış gelmiştim amaaaaan herneyse işte amaç okula gelmek değil miydi ben de geldim işteeee... Şimdi tek istediğim bir an önce tatilin gelmesiydi, ondan sonra istediğim an babaanneme gidebilecektim... Pazartesi geçti, salı geçti, çarşamba geçti, perşembe geçti ve cuma geldi... Yine okuldaydım, 7 yaşından büyük başka çocuklar da vardı burada ama benim olduğum sınıfta sadece 7 yaşındakiler vardı... Bir de öğretmenim vardı, defterlerim vardı, kalemlerim vardı... Kalemimle, defterime çizgiler çizdiriyordu öğretmenim... Bu çizgileri iyi çizebilirsek, yakında kitaplardaki yazıların aynısından yazabilir ve o yazıları okuyabilirmişiz... Birinci ders bitti, ikinci ders bitti, üçüncü ders bitti, dördüncü ders bitti, beşinci ders bitti... Öğretmenim dedi ki; "İyi tatiller" İyi tatiller mi? Bitti mi yani? Tatil mi olduk biz şimdi? Bu kadarcık mıydı? Yani şimdi tatil oldu ve ben artık babaanneme gidebilecek miydim? Gidebilecektim evettttt... Peki ne zaman gidebilecektim? İstediğim zamaaaannn... O zaman şimdi, hemen gitmeliyim, çok özledim babaannemi, bir an önce, vakit kaybetmeden... Ama nasıl gidecektim? Yolu bulabilir miyim ki? Çok da emin değilim aslında ya bulamazsam... Yok, yok kesin bulurum... Ne var ki hem bulmakta, önce en aşağıda mavi minibüsün olduğu Sülmanların Hüseyin Abinin evini bulacağım, sonra biraz yürüyüp, Toraman Amcamın bakkalı, sonra caminin minaresini göreceğim. Camiyi buldum mu karşısında mezarlık var... Anneannemlerin evinden mezarlık görünüyor, zaten az yukarıda da anneannemlerin evi var... Tevfik Amcanın fırınını geçeceğim sonra cinli viraj gelir... Cinler bazen buradan geçenleri korkutmak için taş atıp duruyorlarmış ama bana daha önce hiç taş atmadılar çünkü bu genelde geceleri oluyor ve ben oradan gece hiç geçmedim. Muhtemelen bugün de gece olmadan oradan geçmiş olurum... Mollugillerin evi, Alukızı Yengemin evi, Hacağmetleri de geçtik mi az yukarıda da Babaannemlerin evi.. Biliyorum işte, bulurummmmm kesinnn Ama önce bahçeye çıkıp, sıraya girmemiz ve İstiklal Marşını okumamız gerekiyormuş... Ve sonunda İstiklal Marşı bitmiş ben de nihayetinde yola koyulmuştum, az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiştim ki sonunda annemler beni buldular Kaybolmuştum... "Neredeydin, saatlerdir seni arıyoruz çocuğum, çok korktuk" dedi annem... Ağlıyordu... O zaman farkettim ki onun da tıpkı babaannem gibi ağlayınca içleri kızaran masmavi gözleri vardı... Ben belki de bu kadını sevebilirdim, sanki sevmeye mi başlamıştım ne? -Eee, ben, ben, şey, ben babaannemin yanına gidiyordummm amaaaa1 puan