Misafir şevval Gönderi tarihi: 1 Kasım , 2005 Paylaş Gönderi tarihi: 1 Kasım , 2005 Dar Kapı Andre Gide, Dar Kapı isimli kitabında, yaşanılanın değil yaşanılmayanın hikayesini anlatır; birbirlerini seven iki insanın bir türlü bir araya gelememesinin hikayesidir bu kitap. Ve birleşememelerinin nedeni, başkalarından ziyade kendileridir, kendi inançları, kendi korkuları önler onların aşklarının ifade edilmesini. Koca bir hayatı, istediklerini yapamayarak geçirir kitabın kahramanları. Yaşamak istediklerimizle yaşayabildiklerimiz arasında ortaya çıkan büyük uçurumun esas sorumlusunun aslında kendimiz olduğunu anlatır kitap. Bütün kitap boyunca okuyucu hep aynı isyanı hisseder, söyleyin artık, birleşin artık neden duygularınızı gizliyorsunuz, diye bağırmak ister. Ama, kitabın kahramanları, kendi yarattıkları o 'dar kapıdan' geçemezler bir türlü, orada sıkışıp kalırlar. Herkesin hayatı, dar kapılarla çevrilmiştir aslında. Rahatlıkla geçip feraha ulaşacağımız birçok kapıyı, kendi inançlarımız, korkularımız, endişelerimizle daraltıp kendimizi kendimize tutsak ettiğimizi çok geç farkederiz. Yaptıklarımızdan ziyade yapamadıklarımızdan daha çok pişman olmamızın gizli nedeni de budur zaten, yaptıklarımızın sonuçları kötü çıksa da, çıkan sonuçlarda bizimle birlikte başkaları da sorumludur, başka birilerinin iradesi işin içine girmiştir, pişmanlığımızı ve öfkemizi başkalarının üstüne yıkabilir, pişmanlıktan kendi payımıza düşeni azaltabiliriz. Ama yapmadıklarımızdan duyduğumuz pişmanlıkların bizden başka sorumlusu yoktur, bizden başka bir suçlu bulamayız, o pişmanlığı tek başımıza sahiplenmek zorunda kalırız. Kendi geçmişimizden geleceğimize uzanan yolda karşımıza çıkan dar kapıları neden aşamayız, neden takılır kalırız oralarda, nedir bizi durduran, nedir bizi gelecek pişmanlıklara hazırlayan. Neden bir türlü istediğimiz gibi yaşayamayız? Neden ıslak bir kil parçası gibi elimizde duran hayatımızı şekillendirirken, bir yerinde takılır ve onu istemediğimiz bir biçimde şekillendiririz, kendi isteklerimizden daha önemli ne olabilir? Korkularımız tabii. Gide'nin romanındaki kahramanlar gibi Tanrı'dan korkabiliriz. Çekeceğimiz acıdan korkabiliriz. Ya da Benjamin Costant'ın 'Adolphe' romanında anlattığı gibi başkalarının acı çekmesinden korkarız. Constant, kendi hayatından esinlenerek yazdığı romanında, kendinden daha yaşlı bir kadınla birlikte olan genç bir erkeğin o kadını neden bırakamadığını anlatır. Kadının duyacağı acıyı düşünmek, erkeği hareketsiz kılar, bu çaresizliğine öfkelenip kızsa da bunun üstesinden gelemez. Adolphe, ne zaman yeni bir hayata hazırlansa, yaşlı sevgilisinin gözyaşları engeller onu. Aynı çaresizliği Daudet'in 'Sara' isimli kitabında da görürüz. Orada da romanın kahramanı bir türlü kendini geçmiş bağlarından kurtarıp yeni bir hayat kuramaz. Bütün bunlar, insanın kendi hayatını belirlemekte sandığı kadar özgür olmadığını gösterir. Üstelik özgürlüğü kısıtlayan, kendi dışımızdaki dünya değildir. Hayatımızı değiştirmemizi engelleyen polisler, hakimler, savcılar, ordular, yasaklar değildir; yasak kendi içimizdedir, kendi korkularımızdadır, kendi geçmişimizdedir. Yaşadığımız her gün kendimize biraz daha tutsak oluruz, yaşanan her gün hayatımıza bağlanan zincirlere bir halka daha ekler ve biz yaşadığımız her gün o zincirlerden kurtulmakta biraz daha zorlanırız. Yaşamak istediğimizi yaşamamamızın nedeni, yalnızca o isteğin yeterince güçlü olmadığı söylenerek açıklanabilir mi? İsteğin güçsüzlüğü değildir her zaman asıl neden. Yeni bir hayata başlarken, dar kapıları kırıp geçerken, arkamızda bırakacağımız acıların, uzun selvileri olan bir eski mezarlık gibi gölgesini geleceğin üzerine sereceğini hissederiz. Gelecek, temiz ve aydınlık bir yaz sabahı gibi aydınlık başlamayacak, aksine geçmişle lekelenmiş bir halde başlayacaktır. En çok o gölge korkutur bizi. Yaşamak istediğimizin de gölgelenmesinden endişe ederiz. Çılgınca yaşamak istediğimiz yeni günlerin, bize geçmişle gölgelenmiş olarak gelmesi düşüncesine tahammül edemeyiz. Korkaklığımız, biraz da geleceği kurtarmak endişesindendir. Geçmişten gelen gölgelerle soluklaşan bir gelecek mi yaşamalı, yoka hiç yaşanmayan, yaşanmadığı için de gölgelenmeyen, yaşanmamış ışıklı bir hayal olarak mı saklamalı isteklerimizi. Dar Kapı'da olduğu gibi sevdiğimizle yaşayacaklarımızı bir günahın gölgesinden mi esirgemeli, Adolphe'da olduğu gibi bir başkasının ruhumuza sinen acısından mı sakınmalı, Sara'da olduğu gibi vicdanımızı damla damla lekeleyen gözyaşlarından mı kurtarmalı? Yaşanan ilk aşkla birlikte, geleceğe düşen gölgeler de uzamaya başlar. Geçmiş olduğu sürece gelecek gölgeli olacak. Yaz sabahlarının temiz ve gölgesiz aydınlığı kalmayacak geleceğimizde. Geçmişin gölgelerini taşıyan bir gelecek mi, gölgesiz, dokunulmamış ve yaşanılmamış bir hayal mi bizi daha mutlu eder? Ne Gide, ne Costant, ne Daudet buna bir cevap vermiyorlar. Anlattıkları, yaşayamamanın acısı yalnızca. Yaşamamak, kendini kendi geçmişinin gölgesinden kurtaramamak acılı bir tortu gibi birikiyor onların kahramanlarının içinde, isyan krizlerine tutulsalar da kendilerine yeni bir hayat yaratamıyorlar. Dar kapılardan geçemiyorlar. Çünkü yaşadıkça kalabalıklaşıyoruz. Gide'nin kahramanlarının hiçbir kapıdan sığmayan günah korkuları var eteklerinde. Costant'ın kahramanının yaşlı sevgilisinin acıları var kolunda. Sara'nın kahramanı vicdan azabını taşıyor beraberinde. Günahı, acıyı, vicdan azabını kapılardan sığdırmak kolay değil, bütün kapıları yıkmak gerekiyor, yıkıntılardan bir ışığa çıkılır mı peki? Yaşayamadığımız için pişman olacağımızı bile bile geleceğimizi feda etmeli miyiz? Yoksa, gölgeli de olsa o benim istediğimdir, yaşamalıyım mı demeliyiz? Geleceği yaşarken geçmişin gölgeleri zamanla solup silinir mi? Geçmişle gelecek arasındaki o dar kapıdan geçerken, oraya buraya sürünüp örselenen ruhumuz, geleceği istediği gibi kucaklayabilecek mi? Yaşam dar kapılarla dolu. Yıkmalı mıyız o kapıları? Günahı, acıyı, vicdan azabını silip atmalı mıyız? Duyduğumuz istek, günahı, acıyı, azabı silmeye yeter mi? Yoksa, günah korkusu, geçmiş acılar, vicdan azapları geleceği mi karartır? Neyi seçmeli insan? Kendi geçmişinden, hafızasından, hatıralarından, inançlarından nasıl kurtulmalı? O dar kapılar bizi yaşamamaya mı mahkum ediyor? Kendi geçmişiyle hüküm giymiş birer mahkum muyuz? Hayat, kurtulamamanın hikayesi mi? Peki, o aşk romanları ne öyleyse, anlatılan aşklar nasıl yaşanıyor? Geçmişin bittiği, bizi sahipsiz olarak, boşlukta terk ettiği zamanlar vardır, Tanrıyı, aşkı, sevgiyi, sevgiliyi kaybettiğimiz, yalnızlıktan, inançsızlıktan kıvrandığımız dönemler vardır, lekesiz bir aşk ancak böyle bir boşluğun, yalnızlığın, böyle bir kıvranmanın içinden doğar. Kaybetmenin acısını yaşamadan, kazanmanın lekesiz sevincini yaşamaya izin vermiyor Tanrı. Ve böyle bir dönemde yeni bir hayatı, yeni bir aşkı kazandığımız anda da, geleceğimize giden yolda yeni bir dar kapı örmeye başlarız. Ne yapmalıyız? Dar kapılardan nasıl geçmeliyiz? Yaşayamamanın acısını mı, gölgeli bir geleceği kucaklamanın hüznünü mü tercih etmeliyiz? Duyduğumuz istekler, tutkular, aşklar, geleceğin ruhumuza uzanan gölgelerini silmeye, bizi iyileştirmeye yeter mi? Dar kapılardan geçemediğimiz, yaşayamadığımız için pişman olacağız. Bizi bekleyenin pişmanlık olduğunu biliyoruz. Yaşadıklarımızdan olmayacak pişmanlığımız, yaşamadıklarımızdan olacak. Gide'e, Costant'a, Daudet'ye bir sormalıyız ne yapmamız gerektiğini. Ama onlar bize yalnızca, yaşayamamanın acısını anlatıyorlar. Nasıl yaşayacağımızın cevabını gene kendimiz bulacağız. Bu dar kapılardan nasıl geçeceğimizi kendimiz öğreneceğiz. Öğrenebilirsek eğer... Ahmet Altan Alıntı Yoruma sekme Diğer sitelerde paylaş Daha Fazla Paylaşım Siteleri
Misafir şevval Gönderi tarihi: 2 Ocak , 2006 Paylaş Gönderi tarihi: 2 Ocak , 2006 Yalnızlık bir uçurumsa eğer beni en dipte bulabilirsin. Gelmek istersen eğer çekinme sen de gelebilirsin. Nasıl olsa Bu uçsuz bucaksız gönül tarlalarının sonunda Hayata küsmüşlerin yeşerttiği Suya kavuşmuş toprak gibi canlı Sevgi çiçekleri açan bahçelerden çok var. Çekinme gel Burada her yalnıza yer var. Yalnız, Sakın buradaki yalnızlara imrenme. Bütün bu güzelliklerin içinde yaşayan Yaşıyormuş gibi görünen biz yalnızların ulaşamadığı Güzellikler çok daha fazla acı veriyor bana Bakıp da görememek nedir bilir misin? İsteyip de alamamak, sevip de uzanamamak Bu yüzden ne olur Sen yukarıda kal. Fırsat bulursam Ben sana gelirim. Ahmet Altan Alıntı Yoruma sekme Diğer sitelerde paylaş Daha Fazla Paylaşım Siteleri
Φ içimdeki deniz Gönderi tarihi: 7 Ocak , 2006 Paylaş Gönderi tarihi: 7 Ocak , 2006 aslına bakarsan şevval ahmet altanı pek sevmem tek bi kitabını okudumve begenmedim.tehlikeli masallar.ama dar kapılar yazısını çok begendim.o kitabı yazan birinden böyle güzel bir yazı ummazdım.gerçi kılıçyarası ve sudaki iz içinde güzel diyolar ama..neyse. Alıntı Yoruma sekme Diğer sitelerde paylaş Daha Fazla Paylaşım Siteleri
Misafir şevval Gönderi tarihi: 8 Ocak , 2006 Paylaş Gönderi tarihi: 8 Ocak , 2006 walla ne yalan söyliyim bende tüm kitaplarını okumadım yani tüm yazdıkları hakkında genelleme yapacak kadar bilgi sahibi değilim ama yazdıklarını kadınlar çok beğeniyor bunu biliyorum bende kısmen sevdiğimi söyleyebilirim Alıntı Yoruma sekme Diğer sitelerde paylaş Daha Fazla Paylaşım Siteleri
Φ CILGIN Gönderi tarihi: 9 Şubat , 2006 Paylaş Gönderi tarihi: 9 Şubat , 2006 Ağustos Kuşları Ağustos kuşları Derin, saf, mavi bir gökyüzünde kara noktalardan oluşmuş kıpırtılı kara bir yumak helezonlar çizerek dönüyor. Onlara bakıyorum. Bir ucundan katılan kalabalık ve karışık siyah noktalarla büyüyen yumak diğer ucundan zarif ve düzenli bir ok gibi çıkarak maviliğin içlerine doğru uçuyor. Gidiyorlar. Onlara bakıyorum. Garip bir hüzünle bakıyorum onlara. Bir şeyin bittiğini söylüyorlar bana. Başka bir şeyin başlayacağını da. Onlar gittikten sonra bir zaman boş kalacak o saf mavilik. Bilmediği bir şeyi özler gibi bomboş bekleyecek. Ayrıldığımız sevdiklerimizle, buluşacağımız ve henüz kim olduklarını bilmediğimiz seveceklerimiz arasındaki o kederli, yalnız ve yalnızlığında gizli ümitlerle beklentiler taşıyan boşluk. Uzaklaşanları görüyoruz, anıları taze. Tanıyoruz gidenleri. O berrak mavilik bir zaman sonra yeni kuşlar bulacak, ışıkları değişecek, bulutları, yağmurları, sonbaharla şeffaflaşmış güneşleri olacak. Yaşanmış olanlardan kopmak zor. Yaşanacak olanları beklemek heyecanlı. İkisinin arasında, derin ve yalnız bir gökyüzü gibi hüzünlü bir boşluk var. İçinden geçilmesi en zor olan zaman. Kendi boşluğuyla daralmış o kederli ruh nasıl da gidenleri yakalamak, geçmişe tutunmak ister. Nasıl da hüzünle bakar gitme vakti gelenlere. Ne çok insan, böyle bir kederli boşlukta, geleceği beklemeye sabrı ve gücü yetmediğinden yanlış bir karar verip geçmişi yaşatmaya çalıştı. Halbuki kural ne kadar açık. Gitme vakti gelen gidecek. Boş bir gökyüzü gibi gelecek olanları bekleyeceksin. Kederle, hüzünle ve sabırla. Gitmenin bir mevsimi var. Gelecek olanları karşılamanın bir mevsimi. Bir mevsimi var boş bir gökyüzü gibi beklemenin. Gidenleri biliyoruz. Sesleri, fısıltıları, kokuları, gülüşleri ne kadar da tanıdık, ne kadar yakın. Bize değdikleri yerleri kopartacaklar giderken. Kopmanın sancısını duyacağız. Kuşlarını yitirmiş bir gökyüzü gibi kendi acısıyla yankılanacak içimiz. Bir zaman, sonsuza dek öyle bomboş kalacağından korkacak. Sonra tek tük yeni kuşlar gelecek. Sonra değişik ötüşleri olan dağınık sürüler. Bulutlar, yağmurlar, yeni ışıklar, şeffaflaşmış güneşler. Gelecek olanları tanımıyoruz. Yüzleri nasıl, sesleri nasıl, kokuları nasıl bilmiyoruz, üzülünce nasıl bakıyorlar, sevinince nasıl, bilmiyoruz. Yeni gülüşlere alışacağız. Yeni dokunuşlara. Sözcüklerin bir başka biçimde söylenebileceğini de göreceğiz. Şu anda hiç tanımadığımız bir beden birkaç ay sonra sıcak bir sokulganlıkla yanımıza uzandığında, bir yabancıdan bir sevgili yaratan bu tabiata şaşacağız. Giden kuşlara bakıyorum hüzünle. Süzülerek uzaklaşıyorlar. Gitmenin bir mevsimi var. Gelecek olanları karşılamanın bir mevsimi. Bir mevsimi var bomboş bir gökyüzü gibi beklemenin. Niceleri, bomboş bir gökyüzü gibi durmanın azabına dayanamadığından gidenleri yolundan döndürdü. Ölü kuşları oldu onların. Ölü kuşlarla doldu mavilikleri. Derin, saf, boş bir gökyüzü gibi kederle durun. Gelecekler. Yeni sesleri, yeni kokuları, yeni dokunuşlarıyla gelecekler. Sözcüklerin başka türlü söylenebileceğini de öğreneceksiniz. Her kederden bir ümide kapı açan bu tuhaf tabiata şaşacaksınız. Unutmayın, gitmenin bir mevsimi var. Gelecekleri beklemenin bir mevsimi. Bir mevsimi var bomboş bir gökyüzü gibi durmanın. Gelenler, sadece beklemesini bilenlere geliyor. Bekleyin... Gelecekler. . Ahmet Altan Alıntı Yoruma sekme Diğer sitelerde paylaş Daha Fazla Paylaşım Siteleri
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.