Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

turan dursun ve psikolojisi


GıLgaMeŞ

Önerilen İletiler

TURAN DURSUN'UN PSİKOLOJİK YAPISI-KİTAPLARINDAKİ tavrI

Rıza GÖRÜŞ

Turan Dursun’un Psikolojik yapısı:

 

Kişinin karakteri ve yapısının çocukluk devresinde aldığı eğitim ve ailesinin tavrı ile yakından alakalı olduğu bilinen bir gerçektir. Aşağıda alıntı yaptığımız bölümler Doğu Perinçek’in karısı Şule Perinçek’in Turan Dursun’la yapılan röportajından alınmıştır. Bu onun nasıl bir ruh yapısı içerisinde olduğunu gösterecektir sanırım. (Not: Cümle bozuklukları ve düşüklükleri aynen alınmış, hiçbir düzeltme yapılmamıştır.)

 

Doğu’da medresede okudukları yılları anlatan Dursun şöyle diyor:

 

1- “….en az 40-50 öğrenci olurdu. yatar kalkarlardı. Romanımda orada homoseksüel olayların bulunduğunu da belirtiyorum. Erkek çocuk denmez. Çocuk yaşta olan yalnızca ben vardım. yani en az 13-14 yaşında. 25-30 yaşlarında olanlar da vardı. Çeşitli basamakta olan mollalar…” Öğrenciyken talebeler arasında homoseksüel ilişkiler olduğundan bahseden Dursun acaba aktif yada pasif olarak bunlara katılmış mıdır? Kitaplarında yazdığı Peygamberin cinsellikle ilgili yazılarında bunun bir etkisi olmuş mudur?

 

2- “…tanrı ile kavga ederdim….”

 

Don Kişotvari bir tavır sergileyen Dursun Allah’la ile iplerinin kopmasını da şöyle açıklar; “allah'la kavgam ondan. rüyamda allah'ı görmüştüm. bir söğüdü yontuyordu. bir ayağını söğüdün aşağısına koymuş, bir ayağını yukarısına. dallarını falan yontuyor. herkes çevresine toplanmış. ben bir fırsatını buldum, sokuldum. "kim bu?" diye sordum. allah, dediler. "peki, söyleyeceklerim var" dedim. önce kızmaması için yemin ettirdim. yemin etti. "valla billa kızmam" dedi. "ben senin yaptığın işleri beğenmiyorum, ben. senin yerinde olsam bunları yapmazdım. madem cenneti yaratacaktın, bu dünyayı niye yarattın'? sonra safi'yi çok güzel yaratmışsın. sabo, safi'nin ablası çocuk felci mi geçirmiş nedir, küçükken yatalak olmuştu. çok üzülüyordum, acıyordum,"neden öyle yaptın" dedim. böyle bir tartışmamız olmuştu. o zamanlar 10-11 yaşlarındaydım. kargalık' taydım..”

 

7 yaşındayken aşık olan kahramanımız Dursun, daha sonra bir de kargalık köyündeyken (herhalde Ağrı/ Tutak/kargalı köyü olsa gerek) Safi diye bir kıza aşık olmuş, aslında kız onu ayartmışmış. Rüyasında Allah’a, Safi’nin, “çarpık çurpuk” olan ablası Sabo’nun hesabını sormuş, Tanrıya kızmayacağı konusunda da yemin ettirmiş. Ha birde tanrı oturmuş bir ayağını söğüdün aşağısına, diğerini de söğüdün yukarısına koymuş söğüt yontuyormuş. Bozulmuş Tevrat’ın, Yakub peygamberi Allah’la güreş tutturmasından çok etkilenmiş anlaşılan. Dursun, biraz akaid okusaydı dediği şartlarda Allah’ın rüyada görülmeyeceği, onun şeytan olduğunu anlardı.

 

3-Kendisini ayartan (!) sevgilisi Safi, buna epeyce tecrübe kazandırmış anlaşılan.

 

“…sevgili olmuştuk. kız beni ayartmıştı. ailesi bizim evlenmemizi istiyordu. küçüklükten, yani dokuz yaşını buldun mu, şeriata göre evlendirilir. kız dokuz yaşına geldi mi tamam. kız beni hep ayarttı. Bazı şeyleri ben bilmezdim. kız soyun, işte şöyle, böyle", yani benim hiç bilmediğim şeyleri kız göstermişti o sıralar. epeyce ilişkiler, duygusal ilişkiler gelişmişti kızla aramızda...”

 

Safi’yle hangi tecrübeleri yaşadığı bizce malum değildir ama okuyucu istediğini düşünmekte serbesttir.

 

4-T.Dursun karısını “pek” sevmediğini ama onun kendisine olan ilgisinin çok ileri derecede olduğunu söyler.

 

“…naime'yle pek sevişmiş sayılmazdık. hatta onu başkasına kaçırmayı bile planlamıştık. …ama genç sonradan vazgeçti”

 

“…karı- koca bu duygularını zamanla yitirirler. karımın bu durumu sürmüştür. tabii çok nedenleri var. onun bu duygusal yoğunsallaşması, benim karıma daha da önem vermemi gerektirmiştir. önem verdim de ne yaptım? ayrılmayı hiç düşünmedim. başka sevdiklerim olduğunda onlara yönelmemişimdir…”

 

Acaba başkasının kaçırmayı düşündüğü sonra da vazgeçtiği bir kadınla evlenmenin ve evliyken de başka kadınlara âşık olmasının, yazılarında “Peygamberin evlilikleri ve cinsel yaşantısını” araştırmaya yönelmesinde bir ilgisi var mıdır? Ciddi bir psikologun araştırmasında yarar var.

 

5-Karınızın Dini inancı var mı? Sorusuna bakın Dursun ne cevap veriyor:

 

“…dini inancı tümden yok denebilir mi, bilmiyorum. yalnız yıllar önce babama "efendi baba, allah, allah diyorsun ama ben senin oğlunu allah'tan daha yüksek görüyorum. allah o kadar iyi olamaz" demiş. babam "hadi, oradan hınzır oğlu hınzır" demiş kovmuş yanımdan, yıllar önce derdi ki: "bu peygambere inanmıyorum. ama allah'a inanıyorum. ama sen inanmıyorsun. 'herhalde yok yoktur' diye düşünüyorum o zaman. allah senin gibi bir insanı nasıl cehennemde yakar. Öyleyse yoktur." Şimdi düşünüyorum kırıntıları filan vardır…”

 

Karısı tarafından Allah’tan daha yüksek görülen, babası tarafından çok sevilen ama daha sonra babasıyla tüm ilişkilerini kopararak nasıl bir evlat olduğunu gösteren bir profil var önümüzde.

 

6-T.Dursun, karısını döver miydi?

 

“…molla döneminde ilk zamanlarda oldu. onun üzüntüsü her zaman yoğundu. fakat bu durum çok sürmedi. o bir dönemdi. Bu böyle olurmuş dedim. babanız annenizi döver miydi? çok, çok... o bir gelenek gibiydi…”

 

Babasının annesini sıkça dövdüğü ve kendisinin de “bir dönem” karısını dövdüğünü söylediği “dönem”in ne kadar olduğu konusunda bir bilgi kendisinden maalesef ulaşmamıştır. Bir yıl mı, beş yıl mı on yıl mı…? Zaten “bu böyle olurmuş”(?) ne önemi var canım!

 

“Molla döneminde ilk zamanlarda oldu” diyerek zekice(?) topu auta attığını zannediyor Dursun. Sanki eşini dövmesini aldığı dini eğitim emretmiş. Hz. Peygamberin eşlerin dövülmesini yasakladığından da haberi yok bunun. Yoksa var da söylemek işine mi gelmiyor?

 

7-Hiç tarikata girdiniz mi? Sorusuna verdiği cevap:

 

“…hayır. bir ara saidi nursi'ye sempatim olmuştu…”

 

Zavallı yazar, Saidi Nursi’nin bir şeyh ve nurculuğun bir tarikat olmadığını hatta Saidi Nursi’nin tarikata karşı olup, “zaman, tarikat zamanı değildir.” Dediğinden ve cemaatlerden bi-haber.

 

8-Halkın komünist müftü demesinin doğruluğu ne kadar onu da kendisinden öğrenelim.

 

“…Tarık zafer tunaya'nın başkanı olduğu devrim ocakları'nın kurucuları arasındaydım…”

 

Bunları röportaj yaptığı Şule Perinçek’in kocasının dergisi 2000’e doğru da ilmi (!) yazılar yazdığından mı böyle demiştir bilemiyoruz.

 

9-…Türkiye gençlik teşkilatı'nın bana bir çağrısı, önerisi olmuştu. götürelim, papa ile tanıştıralım demişler "madem papayla konuşacağım, o Hıristiyan. biz de Hıristiyanlar konusunda birtakım şeyler biliyoruz ama İslam’ın aktardıklarını biliyoruz. acaba bunların kendi kaynaklarında ne diyor? onu öğrenmeliyim ki konuştuğum zaman daha güçlü olarak konuşayım"

 

Katoliklerin lideri Papa Vatikan’da oturur normal birisinin görüşmesi mümkün olmadığı gibi, görüşebilecek konumda olanlar da en az iki ay önceden randevu alması gerekir. Din etnologu olan zavallı Dursun, Papa ile papaz arasındaki farkı bile bilmekten aciz.

 

10-…hafızlar kuran'ı ezbere bilir, ama hafız hangi ayetin nerede olduğunu, hangi konuda hangi ayet olduğunu bilemez. ama ben hemen bilirim…”

 

Breh breh! T.Dursun, hafız değil ama Kuranı ezbere bilen hafızlardan daha iyi biliyor. Hem hangi hafıza hangi ayeti sorsanız hangi cüz hangi sayfada olduğunu hemen bilir. İnsan acaba Dursun hayatında hiç hafızla karşılaşmış mı diye sormadan edemiyor.

 

11- Allah’la ilk kavgasının bir rüya ile başladığını söyleyen Dursun;

 

ben peygambere inanmıyorum, ama allah'a inanıyorum".o bir süre sürdü. ama çok uzun değil…” diyerek çelişkinin en güzel örneğini sunmuş çünkü yaptığı olağanüstü(!) deney evlilik yıllarında olmuştur.

 

“…deneyler yaptım kendi kendime, tanrının olmadığına ilişkin. önce tanrı varsa, bu tanrı muhammed'in tanrısı değildir diyordum. olamaz ama, acaba bu tanrı ne iş

yapar? varsa ne yapar? önce var mı? rastlantılar üzerinde durdum. rastlantı öğeleri üzerinde durdum. evde, karım gene şaşırmıştı. "sen delirdin mi" demişti….”

 

12-Dursun’un yaptığı bilimsel deneyi neymiş şimdi görelim:

 

kovaya su doldurdum. süpürgeyi alıp batırdıktan sonra duvarlara rasgele serptim. baktım. bakıyorum duvarlarda çeşitli biçimler oluyor. insan resmi, hayvan resmi, ağaç... kuruyor. ben bir daha serpiyorum. Kadıncağız orada öyle bakıyor. "ne yapıyorsun sen" diyor. "neden yapıyorsun?" allah var mı, yok mu onu bulamaya çalışıyorum" dedim.

anlayamıyordu, (niye anlayamıyorsa “ama ben senin oğlunu allah'tan daha yüksek görüyorum” diyen bir kadın buna niye şaşar?) suyla süpürgeyle duvara serpmeyle allah'ın ne ilişkisi var. onlarla bir kanıt bulmuştum. bu duvarlarda çeşitli resimler oluşuyor. hayvan resmi. gerçi süpürge benim elimde, su da. suyu serpen de benim. ama o biçimler benim irademden

kaynaklanmıyor. rastlantısal oluyor. eğer benim irademden kaynaklanıyor olsa, aynı biçimleri bir daha yapabilmeliyim. Aynı biçimde serpiyorum, başka resimler meydana geliyor. demek ki rastlantısal. öyleyse neden insanlar da evren de rastlantısal

olmasın. pekala milyonlarca yıl içinde, biçimden biçime geçerek, değişerek. antropolojiyle de çok yakından ilgilendim. Bu allahlılık iki üç yıl daha sürdü. birden tümden o da silindi. o gelişmeler artık tanrının hiç olmadığı noktaya gelmekle sıçrama gösterdi. tanrıyı inkar etmek demiyorum, olan bir şey yok ki inkar edeyim. tanrının yok olduğunu bilme noktasına varmam, o sıçrama, birkaç yılımı aldı…”

 

Yaptığı dünya literatürüne girecek deneyde süpürgeyi elinde alan varlık, süpürge yerine resim fırçası alıp şövaleye bir kâğıt koyup resim yapmaya kalksa daha doğru sonuç alır, “Kâinatta tesadüfe tesadüf edilmediğini” bulurdu.

 

Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız T. Dursun yazılarını nasıl bir haleti ruhiye içerisinde yazdığını bizlere göstermektedir.

 

13-“Sonunda bir kapı buldum” diyor Dursun kitabının önsözünde, " 2000'e Doğru dergisini çıkaranlar açmıştı bu kapıyı. Saçak dergisi ve sonra 2000'e Doğru. "Ohh"! Ne güzel bir olay. Artık, İslâm'daki özel deyimiyle "mesail-i müstetire"yi, yani dince "kapalı kalması gereken konular"ı gün ışığına çıkarabilecektim. Ve koyuldum. Bildiğiniz gibi...

 

Eğer bunlar “"kapalı kalması gereken konular”sa İslami kaynaklarda niye yer alsın? Müslümanlar gizli kalması, konuşulmaması gereken konuları, kâfirlere malzeme olarak asırlar önceden niye kitaplarına alsın?

 

Güya aklınca, tarihte yapılmamış bir şeyi yaptığını söyleyerek 2000’e doğru dergisine dalkavukluk yapacak.

 

Turan Dursun Kitaplarındaki Tavrı:

 

1-Kitaplarında genellikle Türkçesi olan kaynaklardan alıntı yapmıştır.

 

2-İddia ettikleri şeyler kendi orijinal ürünü değil yıllardır Hıristiyan-Yahudi oryantalistlerin gündemde tutmaya çalıştıkları konulardır. Dursun sadece pazarlamacılık yapmıştır. Zaten bir alıntısında buna yer vererek “Leoni Caetani öyle diyor, araştırılması lazım” diyerek zekice okuyucunun aklını karıştırmak istemiş "ama doğru bir şey yaptığını sanıp, yanlış iş yapan" insanın yaptığını yaparak onlardan faydalandığının da açığını vermiştir.

 

3-Ayetin ayetle, ayetin hadisle, hadisin ayetle, hadisin hadisle açıklanacağını bilemeyecek kadar usul bilgisinden habersizdir. Haberi Vahid'le, Haberi mütevatir'in farkından habersizdir.

 

4-Kitaplardaki bir konuyla ilgili, pek çok rivayet arasından, yüzyıllardır âlimlerin (raviler açısından) seçip kabul ettiği doğru olanları değil, işine gelen rivayetleri okuyucuya doğru olarak sunmuştur. Bu da onun ne kadar objektif (!) olduğunu gösterir.

 

5-Hadislere uydurma rivayetler karıştırıldığını söylemiş ama kendisi o uydurma rivayetleri işine geldiği zaman istediği gibi kullanmıştır.

 

6-En basit olayları bile alaycı bir üslupla ifade ederek, doğru-yanlış güya kaynak ta göstererek bu konuda hiçbir bilgisi olmayan okuyucuyu istediği gibi yönlendirmeye çalışmıştır.

 

7-“Bozacının şahidi şıracı” sözünde olduğu gibi İlhan Arsel’le* paslaşmakta birbirlerini kaynak göstermektedir. Bir fetva kitabındaki, “…Tavaif-i nisadan biri talak-ı bain ile zevcinden talik oldukta akil ve baliğ olmayan bir velede veyahut bir sabiye veyahut içi göçmüş bir pire nikah olsa, badehu ondan da talak-ı bain ile talik olsa, önceki zevci ile nikahı caiz olur mu?” Yaşlı erkek anlamına gelen “Pir” kelimesini “Pire” anlayacak kadar ilmi(!) salahiyeti olan kişiyi kavalye kabul ederek dans etmiştir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

TURAN DURSUN'UN ARAPÇASI-ÇARPITMALARINDAN ÖRNEKLER

Rıza GÖRÜŞ

 

T.Dursun şöyle diyor:

 

Yabancı dil biliyor musunuz? Sorusuna T. Dursun'un verdiği cevap:

 

-Yazık ki bildiğim yalnızca Arapçadır. Ama klasik Arapçayı biliyorum ve sanıyorum klasik Arapçayı kendi dilimi bildiğim kadar, hatta daha da iyi bildiğimi söyleyebilirim.

 

Kürt hocalardan ders okuduğunu söyleyen Dursun, Kürtçe bildiğini nedense saklıyor. Utanıyor mu ne?

 

 

Daha öncelere dayanır. Klasik Arapça, Fusha Sahih Arapça deniliyor ki, asıl Arapça, bozulmamış Arapça. O bozulmamış Arapçayı çok iyi bildiğimi söyleyebilirim. Bugünkü Arapçayı da bilirim, ama o ölçüde değil. Arapçayı bilmemin önemi şurada, islam kaynakları o Arapçayla yazılıdır. Hem Kur'an, hem hadis tüm İslam kaynaklarında. Ayrıca benim uzmanlık alanım var. Örneğin, fıkıhçıyım ben, yani islam hukukçusuyum. Kelamcıyım, İslam kelamcısıyım. O da ayrı bir daldır. Hadis bilimcisiyim, yani bir hadis nasıl çürük olur, nasıl sağlam olur. Usulü hadisten bilinir, Usulü hadisçiyim. İslamın bu dallarını sadece meslek olarak da değil, özel çabalarımla da öğrenmeye çalışırım. Yani beni bu alanda, karşımda olanlar da yanımda olanlar da uzman olarak görürler. Ayrıca doğubilimciyim. Ben şimdi, kendimden sıkılıyorum anlatmaktan. Bu arada tüm dinlerin kutsal kitaplarını karşılaştırdım. Bir din etnologuyum." (Din Bu I/ 97)

 

Sarfı, Nahvi, bedi-beyanı, tefsiri, hadisi, fıkhı, kelamı, mantıkı, sıhahı, usulü hadisi, usulü tefsiri, usulü fıkıhı, aruzu, İslam Tarihini,astronomiyi çok iyi bilen, aynı zamanda embriyoloji alanında uzman ve din etnologu olan mütevazı (?) yazarın bunları ne derece bildiğini makalelerinde göreceğiz. Askerde Türkçe okuma yazma öğrenmiş birisinin kitaplarında yaptığı dil hatalarına da hiç değinmeyeceğiz.

 

Aşağıda ki bölüm Prof. Dr. Süleyman kitabından alınmıştır:

 

1.1-T.DURSUN, Hz, Peygamber'in, azl (doğumu önlemek için, boşalmadan önce ayrılma) ile ilgili bir sözünü aktarıyor:

 

Ebu Said el Hudrî anlatıyor:

 

—Peygamberle birlikte Benû Mustalık Gazası'na çıktık. Ve Arap tutsaklarından tutsaklar elde ettik. O sırada kadınlar iştahımızı çekti. Bekârlık çok güç gelmişti bize o günlerde. Ve azil yapmak istedik. İstiyorduk azil yapmayı Ancak, "Peygamber aramızdayken ona sormadan nasıl azil yapacağız?" dedik ve gidip peygambere sorduk. Peygamber de azl yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur. (Yapabilirsiniz de. Yapmayabilirsiniz de.) Ama bilin ki, kıyamet gününe değin meydana gelecek bir yavru, ne olursa olsun meydana gelir."(DİN BU I, 34)

 

Bu metinde geçen "yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur" cümlesi, “Mâ aleyküm ellâ te’falû"dur. Bunun Türkçe anlamı, "Yap­mamakta sizin için bir sakınca yoktur" değil, tam tersine "Yapmamanız için bir gerek yoktur, yapabilirsiniz" demektir. Yani hadiste, yazarın söylediğinin tersi söylenmektedir. Yapmamanızda bir sakınca yok­tur değil, yapmanızda bir sakınca yoktur. Hattâ nâfiye (olumsuz edatı) da olabilir ki o zaman "Neden yapmayacaksınız?" anlamını verir.

 

1.2-T.DURSUN “DİN BU II” 46 ncı sayfasında, Arapça metni şöyle çevirmiştir:

 

Birçokları gibi lbn Hazm'ın da, sâbiîlerden, tapınaklarından, ibadetlerinden söz ederken yazdıkları şunlar da var: (lbn Hazm, el Fasl, 1/88)

 

"Ancak onlar (Sâbiîler), 7 yıldıza ve 12 burca saygı göstermek gerektiğini söylerler ve bunların suretlerini (resimlerini, heykellerini) tapınaklarında yapıp bulundururlar. Bunların kadîm (öncesiz ve sonra­sız) olduklarını da söylerler. Bunlara kurbanlıklarla ve darıyla yakınlaşmaya çabalarlar. Bir gündüz ve gece içinde, Müslümanların namazlarına benzer beş vakit namazları vardır. Ramazan ayında da oruç tutarlar. Namazlarında, Ka'be'ye, el Beytü'l-Haram'a dönerler (kıbleleri Kabe'dir). Mekke'ye ve Ka'be'ye saygı gösterirler. Ölü etini, kanı, domuz etini haram sayarlar. Müslümanlara haram sayılan kurbanları onlar da haram sayarlar. Hindistanlılar da Buda'ya (ya da putlara) yıldızlar adına tasvir (resim, heykel) ve saygı anlamında buna benzer bir yol izlerler. Arap toplumundaki putların kökenini de bu oluşturur.(l/88.)

 

Burada sâbiîlerin, yıldız tanrılara "kurbanlıklarla ve darı ile yaklaşmağa çalıştıklarını ifade ediyor. Arapça metindeki “ed-Dehanü” kelimesini, darı diye çevirmiş ve sâbiîlerin, kurban yanında darı ile de tanrılara yaklaştıklarını söylemiş.

 

Bildiğim kadarıyla tarihte hiçbir millet tanrı diye taptığına darı takdim etmemiştir. Çünkü darı, tanrıya takdim edilecek bir değerde görülmez. Aslında metinde geçen “ed-Dehanü” kelimesi darı değil, "duman, buhur, tütsü" demektir. Tanrılara kurban kesenler, buhur yakarak, güzel koku ve tütsü ile ibadetlerini mabudlarına takdim ederler. Dini törenlerde, mevlitlerde buhur yakmak, tütsü ile topluluğa güzel koku yaymak, hâlâ yapıla gelmektedir.

 

Şimdi bu kadar basit şeyi dahi bilemeyen bir insanın, ana dilinden daha iyi Arapça bildiğini iddia etmesi uygun mudur? Bu iddia sahibinin, diğer metinlere yaptığı çevirilerin ne derece aslına uygun olduğunu okuyucu düşünmelidir. (Gerçek Din Bu 1, Süleyman ATEŞ,11-14)

 

Herhalde T. DURSUN tavuk beslemeyi çok seviyor ki Tanrılara tütsü yerine darı takdim etmeyi tercih etmiş. Yoksa tanrı olarak tavuklarımı kabul etti?

 

Darı ile tütsüyü birbirinden ayıramayacak kadar mükemmel bir Arapça bilgisine sahip yazarın Arapçayı çok iyi bildiği iddiası, kitaplarında gösterdiği kaynaklarının çoğunluğunun Türkçe olmasından ve gibi çok ciltli kaynaklardan istifade etmesinden de anlaşılmaktadır. Erbabına malumdur ki hacimli Arapça kitaplar, Arap dilinin edebi özelliklerini taşımaz ve ortaokul öğrencisinin bile anlayabileceği şekilde basit yazılmıştır.

 

1.3- Şu örnekte Dursun’un çarpıtmalarından bir örnektir ve S. Ateş’in kitabından alınmıştır.

 

Turan Dursun, yine Hz. Muhammed'in, güya şehvetperestliğini kanıtlamak hevesiyle, Gazali’nin İhyasında yer alan bir rivayete tutunmaktadır:

 

"O dönem Araplarında şehvet (erkeklik gücü), en başta gelen bir özellikti. Bunu, Gazâlî, İhyâ'u Ulûmi'd-dîn adlı kitabının Âdâbu'n-Nikâh bölümünde uzun uzun anlatır. Ve bir örnek verir: Ali’nin oğlu Hasan'ın, bir alışta "altı karı birden aldığını, sonra çok geçmeden bunları boşayıp yenilerini aldığını, bu torunu Muhammed'e anlatıldığında, Muhammed'in: 'O, yaratılışta da, huyda da bana benziyor' dediğini" söylüyor.

 

Yazar, Gazali’nin ibaresini tahrif etmiş. Çünkü Peygamber’in devrinde, torunu Hasan'ın, dört kadın değil, bir kadın alması da mümkün değildi. Hasan, hicretin dördüncü yılında doğmuştu. Peygamber’in vefatı sırasında o, sadece altı yaşında idi. Altı yaşında bir çocuğun dört kadın alması, sonra tez zamanda bunları boşayıp yerine başkalarını alması, bunu duyan Peygamber’in de onu övmek için "O yaratılışta da, huyda da bana benziyor" demesi mümkün müdür?

 

Turan Dursun'un, bu tahriften amacı, dört kadın alıp, tez zamanda bunları bir başka grup kadınla değiştirmiş olan torunu Hasan'ın bu davranışını Peygamber’in beğenmiş olduğunu, böylece Peygamberin şehvet düşkünlüğünü anlatmaktır. (Gerçek Din Bu I.s.31-32)

 

1.4-Dursun’un çarpıtmaları bir iki değil ki onlardan bir başkası da şudur:

 

Ahzab suresindeki şu ayet inince: “Eşlerinden dilediği (nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” (Ahzab/51) güya Hz. Aişe şöyle demiştir:

 

"Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke".(1)

 

Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.”

 

Yukarıda ki Hz. Aişe'nin sözüne bu anlamı vererek, maksadını gerçekleştirmek için elinden gelen her şeyi yapan bir yobaz görüntüsü vermektedir.

 

T.Dursun’un çarpıtarak söylediği, Hz. Aişe'nin söylediği sözün doğru tercümesi şudur: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.”

 

Ders: Arapça

 

Konu: Arapça bir cümle en iyi nasıl çarpıtılır?

 

Örnek: Turan Dursun’un “Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke” çevirisi.

 

Peygamberin eşlerinin nöbetinin önceliği ya da sonralığı olan bir meselede, Turancığın yaptığı şey nedir? Varında onun adını siz koyun.

 

Evet, Dursun inandırıcı olmak için “Heva” kelimesinin anlamını vermiştir. Hz. Âişe'nin sözünde geçen (Heva) kelimesi sözlük itibarıyla "nefsani arzu ve istek" mânâsına gelir. Fakat Hz. Âişe o mânâyı kastetmemiştir, ancak "rıza" mânâsında kullanmıştır. Zira Hz. Peygamberdin (s.a) hiçbir zaman kendi heva ve heveslerine uymaması Kur'an-ı Kerim'de ki şu ayetle sabittir: “O, heva ü hevesine uyarak konuşmaz.” (Necm/3) Turan’ın verdiği anlama göre bu ayetin anlamı “O, şehvetine (şeyinin keyfine)uyarak konuşmaz” olur ki ayetin öncesi ve sonrası ile uzaktan ilgisi olmayan bir anlam çıkar ortaya.

 

Bir beyt:

 

“Men çe guyem tamburam çe guyed”

 

Ben ne söylüyorum tamburum ne çalıyor.

1.5-Turan’ın çarpıtmalarından bir örnek daha: "Peygamberin döneminde "gece baskınları" düzenlenirdi. Peygamberin emriyle "Öldür, öldür!" şiarları haykırılırdı. Sonra da yağmaya girişilirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd/102, hadis 2638; ibn Mace, Cihâd/30, hadis 2840).

 

Filistin'de "Übnâ (sonraları 'Yübnâ')" denen bir yere Peygamber bir baskın düzenlemişti. Baskını yapacaklara da şu buyruğu veriyordu:

 

- Sabahleyin Übnâ'ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak! Ve "Übnâ" köyü yakılıyordu. İçindekilerle birlikte.”

 

(Ebû Dâvûd, Cihad/91, hadis 2616, c. 3, s. 88, ayrıca s. 124'teki 2'nolu not: ibn Mace, Cihâd/31, hadis No: 2843, c. 2, s. 948).

 

Düşmanın bulunduğu yerdeki ağaçlar, ürünler de yakılır, ya da kesilirdi.

 

Peygamber Benû Nadir kabilesinin hurmalıklarını yaktırmıştı…

 

Peki, işin doğrusu neymiş şimdi ona S. ATEŞ'in Kitabından onu öğrenelim: “Übnâ baskını, durup dururken yapılmış bir şey değildir. O bölge halkı Müslümanları sürekli rahatsız ediyordu. Peygamberin elçilerini öldürmüşlerdi. Onlara bir ders vermek gerekince Peygamber, Üsâme kumandasında bir ordu göndermek istedi. Üsâme Peygamber'in, kendisine şöyle emrettiğini söylemiştir:

 

— Sabahleyin Übnâ'ya baskın yap, sonra yak!" (Ebû Dâvûd, Cihâd: 91; Ibn Mâcc, Cihâd: 31). Hadisin metninde olan sadece budur. Hadiste kastedilen, köylülerin evlerini ve ekinlerini yakmaktır. Ibn Mâcc'nin yaptığı açıklama böyledir (2/948, not: 2843). Turan Dursun, hadis metninde olmayan şu ilâveyi yapıyor: "Übnâ köyü yakılıyordu, köy halkıyla birlikte." Hâlbuki hadisle köy halkının yakıldığından söz edilmez ve Üsame'nin gidip köyün ekinlerini yaktığı da anlatılmaz.… Peygamber asla köy halkını yaktırmamıştır. Savaşın sonucuna katkısı yoksa ağaçlara, ekinlere dokunulmaz, ağaçlara, hayvanlara dokunmama hususunda Hz. Ebûbekir'in de emri vardır.

 

Ayrıca Yahudi olan Nadîr oğullarının birkaç hurma ağacını kestirmesinden maksat onları korkutup kan dökülmeden teslim olmağa zorlamak idi. Gerçekten adamlar savaşsız olarak Peygamber'in şartlarını kabul edip, taşınır mallarını develere yükleyip gitmeğe razı olmuşlar ve bu toprak Müslümanların eline geçmiştir. Fakat Peygamber bütün hurmaları kestirmiş değildi. Sadece birkaç ağaç kestirdi. Bunu gören Nadîr oğulları, şartları teslim şartlarını kabul ettiler. (Gerçek Din Bu, 85-87)

 

Acaba, ağaçların kesilmesindense, savaşa girip, hümanist geçinen Turan’a göre her iki taraftan ta yüzlerce kişinin ölmesi, kendisini daha mı mutlu ederdi bilinmez?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Turan Dursun

 

1934 yılında Sivas’ta doğan DURSUN, imam olan babası tarafından beş yaşındayken Ağrı’nın Tutak ilçesinde, kendisine Arapça okutacak hocaların yanına Kürt mollalarının ve şeyhlerinin yanına bırakılmış. Bu arada Arapça okurken Kürtçeyi de öğrenmiş. Daha sonra Erzurum ve Muş illerine bağlı köylerde Kürt ve Çerkez hocalarda eğitim görmüş. Okuma-yazmayı ancak 1955–57 yıllarında askerlik yaptığı sırada öğrenmiş. (Yani yazar okuma yazmayı 21–23 yaşlarında öğrenmiş) İlkokul ve ortaokul diplomasını terhis olduktan sonra, dışarıdan sınava girerek almış. Bir süre İstanbul’da yüksek dereceli öğrencilere ve hocalara İslami ders dallarında Arapça eğitim vermiş. (Hangi âlimleri yetiştirdiyse?) Müftülük sınavını kazanan DURSUN, sırasıyla bazı illerde ve ilçelerde vaizlik ve müftülük yapmış. 1960’lı yılların başında (26 yaşlarındayken) görev yaptığı yerlerde, inançsızlığıyla dikkati çeken DURSUN komünist müftü yakıştırmasıyla anılmış. 1966 yılında (32 yaşındayken) TRT’ye geçen Dursun, dini (?) birçok program hazırlamış. TRT’de hazırladığı programlar, halkımız tarafından eleştirilerek, insanların maymundan geldiği teorisi’ne yer verdiği ve dinsizlik yaptığı gerekçesiyle yayından kaldırılmış. Dursun, 6 Eylül 1990’da faili meçhul bir suikastla öldürüldü. Rahmetli babası tarafından “Basra'da ve Kufe'de bile görülmeyecek bir âlim” yetiştirmek düşüncesiyle medreseye verilen DURSUN, maalesef Basra ve Kufe de bile görülemeyecek bir yazar olmuştur.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KUR’AN’IN ASLI YAKILDI MI?

 

 

T.Dursun'un asılsız iddialarından biri de Kur'an'ın aslının yakıldığıdır. Acaba gerçek nedir?

 

1.-Vahiy nedir? Kur’an Nasıl Toplanmıştır?

 

VAHİY: Kelime anlamı, imâ, fısıldama, işaret, bir şeyi hızla yapmaktır. Dini anlamda ise Vahiy; Yüce Allah'ın, insanlara ulaştırmak istediği mesajı (emir, yasak, tavsiye, bilgi...), değişik yollarla Peygamberine iletmesine denir. Vahiy kelimesi Kur'ân-ı Kerimde; ilham etmek, içgüdü, emretmek, işaret etmek, fısıldamak anlamlarında da geçmektedir...

 

Peygamberimiz (a.s.), Peygamberliğinin ilk altı ayında sâlih rüyalar görür ve gördükleri aynen çıkardı. "...Mü'minin rüyası, peygamberliğin kırkaltı parçasından biridir.” Buyurmuştur. (Peygamberlik süresi yirmi üç yıldır, altı ayda bu sürenin kırk altı da birini oluşturur.) Cebrâil (a.s.), vahyi Peygamberimize görünmeden getirdiği gibi, asıl şekliyle ya da bir insan şeklinde görünerek getirdiği de olurdu. Miraçta olduğu gibi aracısız olarak doğrudan Yüce Allah tarafından verildiği de olmuştur...

 

Vahiy gelmeye başladığında Peygamberimiz oldukça zor ve dayanılması güç anlar geçirir, “Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz."(Müzzemmil-5) ayetinde olduğu bildirildiği gibi kendisini sıkıntı basardı. Soğuk günlerde bile çok fazla terlerdi, deve üzerinde vahiy geldiğinde, deve buna dayanamaz hemen yere çökerdi. Mekke'de vahyin gelmeye başladığı ilk yıllarda vahiy inerken, Hz. Peygamber sesli olarak inen âyetleri tekrarlardı fakat daha sonra bunu terk etmiştir. Vahyin gelişi anında bilincini kaybetmez, vahiyden hemen sonra, inen âyet ya da sureyi görevlendirdiği vahiy katiplerine yazdırırdı. (Vahiy kâtiplerinin sayısı zaman zaman değişmekle birlikte, yaklaşık kırk kişidir), daha sonra arkadaşlarına okurdu, onlar yazar dileyenlerde hem ezberlerdi. Bir âyet indiğinde, onun hangi surede, hangi âyetten sonra olması gerektiğini belirtir, vahiy katipleri de onu oraya ilave ederlerdi. Vefatından dokuz gün öncesine kadar vahiy indiği için, hayattayken ciltli tek bir kitap haline getirilmemiştir. Hz. Ebu Bekir, halife olduktan sonra bazı bölgelerde dinden dönme (ridde) olayları meydana gelmiş, Yemame savaşında (M.633), 70 hafız şehit olmuştur. Bunun üzerine, Hz. Ömer'in teşvik ve ısrarıyla, Hz. Ebu Bekir, kendisi hafız ve aynı zamanda vahiy kâtibi olan Zeyd bin Sabit başkanlığında bir heyet oluşturmuş, Kur'ânı toplayıp bir kitap haline getirme görevini bu heyete vermiştir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, İbni Kâab Zeyd’e büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Oldukça titiz çalışmalar sonucunda yaklaşık bir yıl sonra Kur'ân-ı Kerim, ciltli bir kitap haline getirilmiştir ama sure sıralarına riayet edilmemiştir.

 

Ermeniyye bölgesindeki bir savaşta bir araya gelen değişik kabilelerdeki Müslümanların Kur’an’ın kelimelerini değişik şekillerde okudukları haberi üzerine, Hz. Osman’ın emriyle dördü asıl, on iki kişilik bir heyet oluşturulmuş. Hz. Ebu Bekir zamanında yazılan Kur'ân-ı Kerim'e bakılarak çoğaltılmış olan Mushaf, aynı zamanda sure sıraları da Hz. Peygamberin emir buyurduğu gibi düzenlenmiştir. Bu tasnifte ihtilaf edilen kelimelerde Kureyş lehçesine göre yazılmıştır. Bundan sonra Kur’an önemli şehir merkezlerine gönderilmiştir. (H.25/M.646)

 

O dönemde Arap harflerinde nokta ve hareke yoktu, Hz. Muaviye devri Irak valisi Ziyad bin Ebih, Arapçayı bilmeyen Müslümanların, Kur'ân'ı Kerim'i yanlış okumasını önlemek için devrin âlimlerinden Ebu'l Esved Dueli'yi görevlendirmiş. O da kelimelerin sonuna harekeyi belirlemek için nokta koymuştu. Daha sonra Haccac, kâtiplerinden Nasr bin Asım ve Yahya bin Ya’mer’e harflere nokta koymalarını emreder. Harflere ve noktalara bugünkü şeklini veren, Halil bin Ahmet (M.718) olmuştur.

 

Zeyd İbni Said şöyle der:”Kur'ân'ı araştırmağa, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeğe başladım. Tevbe Suresi'nin sonu olan:“Andolsun size kendi içinizden öyle bir elçi geldi ki sıkıntıya uğrama­nız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer (inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki: 'Allah bana yeter. O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım. O, büyük Arşın sahibidir' âyetini yalnız Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin yanında buldum." (Buhârî, Fedâilu'l Kuran, 3, 4 ncü bâblar, Ibn Hanbel, Musned, 1/13; Ebu Dâvûd, Kitâbu'l-Mesâhif, s. 6–7) Zeyd İbni Said ve komisyonda bulunan diğer üyeler güçlü hafız olmalarına rağmen titiz çalışmasından dolayı başka iki şahidin bulunmasını da istemişlerdir. İbni Hacer Askalani “Belki de iki şahitten maksat: Hem ezberlemek hem de yazılı olarak getirmekti.” Der. Ebu Şâme: Zeyd “ Onu Huzeyme’den başkasında bulamadım” demiştir. Yani onu Ebu Huzeyme’den başkasında yazılı olarak bulamadım, demektir.” Der. Doğrusu da budur.

 

Zeyd'in derlediği bu Mushaf, Ebubekir'in yanında kalmış, onun vefatıyla Ömer'e intikal etmiş, onun vefatından sonra da kızı Hafsa'nın eline geçmiştir.

 

Hz. Osman, okuma farklarını ortadan kaldırıp müslümanları bir tek kıraatte birleştirmek amacıyla başka bütün mushafların ve Kur'ân parçalarının yakılmasını emretmiştir. (Beyhekî, es-Sunen, Kitabu's-Salât, 2/42)

 

Hz. Osman'ın, yazdırdığı resmî Mushaf dışındaki mus­hafların yakılmasını emretmesi, kıraat ihtilâflarını ortadan kaldırmak, müslümanları tek kıraatte birleştirmek, birliği sağlamak içindi. Nite­kim Hz. Ali’nin: "Ey insanlar, Osman hakkında aşırı sözler söylemekten, ona 'Mushaflar yakıcısı!' demekten sakının. Vallahi o, mushafları, biz Muhammed'in ashabı önünde yaktı.", "Osman zamanında yönetici ben olsaydım, onun mushaflar hakkında yaptığını ben de yapardım." dediği rivayet edilir.(Kurtubî, 1/54; el-Fethu'r-Rabbânî, 18/34)

 

Nedense Dursun’un Kurtubi’deki bu rivayeti görmek işine gelmemiştir.

 

Hz. Osman'ın, özel mushafları yaktırdığı rivayet edilmektedir ama onun bu emrine uymayıp kendi özel mushaflarını saklayanların bulunduğu da tarihen sabittir. Çünkü Hz. Alî, Abdullah ibn Mes'ud, Übeyy ibn Ka'b'ın özel mushaflarından söz edilmektedir.(Kurtubî, 1/53) (Bu Mushaflara dokunulmamış olmasının nedeni düzgün ve imla kurallarına uygun olarak yazılmış olmalarıdır.)

 

Ebûbekir ibn Dâvûd, özel sahâbî mushaflarındaki farkları Kitâbu'l-Mesâhif’inde toplamıştır. Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Âişe, mushafını görmek üzere gelen bir Iraklıya, özel mushafını göstermiştir.(Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, b. 5, h. 14)

 

Tüm Mushaflar yakıldıysa Hz. Aişe kendi tasnifi olan mushafı nasıl gösterebilmiştir?

 

Hz. Hafsa'ya iade edilmiş olan ana Mushaf da ölünceye dek onun yanında kalmış, Medine valisi olan Mervân ibn el-Hakem, yakmak üzere o nüshayı istemişse de Hz. Hafsa vermemiş, fakat bu mü'minler anasının vefatı üzerine Mervân o Mushafı alıp yakmıştır. (el-Fethu'r-Rabbânî, 18/34)

 

T.Dursun şöyle diyor:

 

Îbn Ömer diyor ki:

 

"Hiçbiriniz, Kur'ân'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki Kur'ân'ın çoğu yok olup gitmiştir. “Ne kadar orta­da varsa o kadarını elimde tutuyorum” desin yalnızca." (Süyûtî, el İtkân,2/32.)

 

Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kurân’la Muhammed'in "vahy kâtipleri"ne yazdırdığı bildirilen Kur'ân'ın aynı olmadığı çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki îbn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü söylemiştir. Yani Osman döneminde oluşturulan "Mushaf'ın orijinali de yok. O el yazması, dünyanın hiçbir yerinde bulunmuyor." İbni Ömer’İn sözünü alıntı yapan Dursun’a karşı, S. ATEŞ de şöyle diyor:

 

"Konunun içine girmeden önce bu kişinin bol bol yaptığı sinsice bir çarpıtmasına dikkati çekmem gerek:

 

Suyûtî'den aldığı Arapça metinde İbn Ömer'e nisbet edilen sözü, bilerek veya bilmeyerek yanlış çevirmiş. Kendi çevirisine göre îbn Ömer:".......Kur'ân'ın çoğu, yok olup gitmiştir." demiş. Oysa altı çizilen Arapça sözün anlamı öyle değil, farklı. Dursun'un bu metne yaptığı çeviri aslında tamamen yanlıştır. Çünkü yüklemi baştan olumsuz alarak "hiçbiriniz, Kur'ân'ın tümünü aldım demesin" şeklinde çevirmiştir. Oysa yüklem olumsuz değil, vurgulu olarak olumludur. "Biriniz Kur'ân'ın tamamını aldım (elimdedir) diyor," şeklindedir. Devamı "bilemez ki Kur'ân'ın çoğu yok olup gitmiştir" şeklindeki çeviri de yanlıştır.

 

Doğrusu şu: "Tamamını nereden bilecek? Bundan birçok Kur'ân (âyeti) gitmiştir (kaybolmuştur)."

 

Îbn Ömer bu sözüyle, Kur'ân'ın çoğunun kaybolduğunu değil, mevcut Mushaf’tan birçok âyetin gittiğini, yani neshedildiğini anlatmaktadır. Dursun'un çevirisi ile İbn Ömer'in sözü arasında büyük fark var. Çünkü "Kur'ân'ın çoğu" ifadesi başka, "Kur'ân'dan birçok âyet" ifadesi başkadır. Birinde Kur'ân'ın çoğunun kaybolduğu ifade edilirken ikincisinde Kur'ân'dan bazı âyetlerin çıktığı anlatılmış olur. İşte İbn Ömer'in sözü ikinci türdendir." (Gerçek Din Bu, s.124)

 

Basra ve Kufe’de bile görülmeyecek kadar büyük âlim(!) olan Dursun her zaman ki gibi cümleyi yanlış tercüme etmiş, hatta tercümeden öte İbni Ömer’in maksadını anlayamamıştır.

 

1.2-Kur’an’ı Kerimde bazı ayetler neshedilmiş yani önce Peygambere inmiş daha sonra ise hükmü kaldırılmıştır. Buna niye gerek vardı acaba? Dursun’un iğneli bir üslupla bazı yazılarında yazdığı gibi Allah fikir mi değiştirmişti?

 

İslam’dan anlamayan bir kişinin soracağı böyle basitlikte ki soruya verilecek cevap şudur:

 

Hayır! Yüce Allah fikir değiştirmez, Kur’an bu üslubuyla tedriciliği yani kolaydan, zora doğru eğitimi insanlara öğretmektedir. Aynen Hz. Aişe’nin dediği gibi “…İnsanlar Müslümanlığı kabul ettikten sonra helal ve harama dair ayetler indi. İlk evvel “içki içmeyiniz” tarzında ayet inseydi “içkiyi terk etmeyiz” diyecek yahut ilk evvel “zina etmeyiniz” tarzında ayet inseydi, herkes “zinayı terk etmeyiz” diyecekti…” (Buhari, telifü’l-Kur’an Babı) Günümüz modern eğitiminde de yerini almış olan bu metot, daha o zamanlarda topluma yön veriyordu. Hükmü kalkan o emirlerin büyük bir bölümü yine Yüce Allah’ın emriyle Kur’an’da yer almadı.

 

2- Resmî Mushaf Dışındaki Mushaflar Neden Yakıldı?

 

2.1-Özel mushafların yakılmasının temel nedeni, Kur'ân üzerinde bir düşünce ayrılığının doğmasını önlemek idi. Henüz gelişmemiş, noktasız ve harekesiz olan o zamanki Arap yazısı ile tutulan notların, aynen Peygamber'den duyulduğu biçimde okunması da çok zor idi. İşte bundan ötürüdür ki okuma farkları baş göstermişti.

 

2.2-Kur’an'ı yazan Müslümanlar, anlamını bilmedikleri kelimelerin yanına Peygamberden duydukları anlamları da yazıyorlardı. Bu ileride büyük karışıklıklara neden olacaktı.

 

2.3-Kişilerin, kendi kendilerine tuttukları notları, evlerinde veya herhangi bir yerde okurken yanılabilmeleri mümkün idi. İşte bu yanılmalardan ötürü bazı kelimelerin okunuşunda farklar doğmuştu. Kimi bir kelimeyi hitap kipiyle okurken, kimi de onu üçüncü şahıs kipiyle okumuştu.

 

Bu farkları ancak uzmanlardan oluşan bir komisyon ortadan kaldırabilirdi. İşte bu iş, ilk olarak Ebubekir zamanında yapıldı. Titiz bir çalışma ile Kur'ân'ın sûreleri derlendi, bir araya getirildi. Fakat sûre denilen bu bölümler, esaslı bir sıraya konmamış, derlenen parçalar, rast gele bir araya getirilip bir cild (Mushaf) halinde bağlanmıştı. Bu Mushaf, özel nüshalardan farklı idi. Çünkü özel nüshaların kiminde sûreler iniş sırasına göre dizilmiş, kiminde böyle bir metot izlenmemişti.

 

Böylece Peygamber'e vahyedilmiş olan bütün Kur'ân âyetlerini ve sûrelerini içeren Mushaf yazılmış oldu. Bu Mushaf çoğaltıldı, biri Başkent Medine'de bırakıldı, ötekiler, eyalet merkezlerine gönderildi.

 

2.4-Resmî Kur'ân'dan az da olsa farklı birtakım özel Kur'ân nüshaları durdukça Kur'ân üzerindeki ihtilâflar sürüp gider ve hattâ büyürdü. İşte böyle bir ihtilâfı önlemek için özel Mushaflar yakıldı.

 

2.5-İkinci derlemede meydana gelen Kur'ân nüshasının, diğerinden farkı birinci derlenen Mushaf’ın sûreleri bir sıraya konmamıştı. İşte Osman zamanında kurulmuş olan komisyon, daha titiz ve daha rahat bir çalışma ile Kur'ân'ın tüm âyetlerini ve surelerini derleyip Hz. Peygamber’in işaret ettiği gibi yerli yerince konmuştur.

 

2.6-Hz. Osman zamanında yapılmış olan derleme, Peygamber'in yazdırdığı Kur'ân'dan farklı olsaydı, Osman'dan sonra halîfe olan Hz. Alî, kendi özel Mushafını resmîleştirir, Osman Mushafını yürürlükten kaldırırdı. Oysa öyle yapmamış, kendi Mushafını muhafaza etmekle beraber resmîleştirmemiş, Osman Mushafını resmî Muhsaf kabul etmiştir. Bu durum da mevcut Mushafın, asıl Kur'ân'a uygunluğunu gösterir.

 

Hz. Âlî Mushafını görmüş olanlar, onun-sûrelerinin iniş sırasına göre düzenlenmiş olmakla beraber-içerikte Osman Mushafının aynı olduğunu söylemektedirler. Sadece sayısı pek az bazı kelime farkları vardır. Bunlar da anlam değişikliği yapmayan sinonim kelimelerdir.

 

2.7-Resmî Mushaf'tan ayrı olarak meydana getirilmiş olan özel nüshalar yakılmış olmakla beraber, bunlardan bazıları saklanarak sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Bunları görenler, bunlarla resmî Mushaf arasındaki farkları tesbit etmişlerdir. İbn Ebî Davud'un Kitâbu'l-Mesâhifi, bu farkları belirtmiştir. Bunlar gözden geçirilince resmî Mushaf ile bu özel nüshalar arasında da temelde bir fark olmadığı, sadece ufak tefek bazı kelime farkları bulunduğu, çok az olan bu farkların da bir anlam değişikliği yapmadığı görülür. Bu durum da resmî Mushafın, Peygamber’in okuduğu Kur'ân olduğunu kesin bir biçimde ortaya koyar.

 

 

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

3- Hz Peygamber Devrinde Kaç Hafız vardı

 

3.1-T.Dursun, Peygamber zamanında en iyi ihtimale göre 7 hafızın olduğunu söylüyor ve bunu bir rivayete dayandırıyor.

 

Hz. Peygamber zamanında sadece 7 hafız varsa Peygamberin vefatından bir yıl sonra yapılan Yemame savaşında nasıl oluyor da 70sahabe şehid düşüyor? Yirmiüç yıl süren Peygamberlik döneminde ki hafız sayısı 7, Hz. Peygamberin vefatından bir yıl sonra sadece Yemame savaşında 70hafız öyle mi? Bi’ri Maune olayında 70 hafızın şehid düştüğü göz önüne alınırsa 7 rakamının gerçekçi olmadığı anlaşılır.

 

O rivayet muhtemel ki Medine’de bulunan hafızlar için söylenmiştir. Diğer şehirlerdeki hafızlar bu sayıya dahil değildir.

 

3.2- Mesela, bir sahabe 1-10 arasında ki sureleri ezbere biliyor, bir başkası 5-13, bir diğeri de 10-20…arası sureleri biliyordu. Bunların ortak bildikler sureler hesaba alındığında sadece Medine’de bile aynı sureleri bilen Müslüman sayısının ne kadar çok olduğu ortaya çıkar. Veda haccında yüzbin müslümanın Hz. Peygamberi dinlediği göz önüne alınırsa nasıl bir rakamın ortaya çıkacağı gün gibi aşikârdır.

 

4.1-Çevre ülke, şehir ve kasabalara dağılan Hz. Peygamberin arkadaşları gittikleri yerde öğrencilerine Kur’anı ve Peygamberin sünnetini öğretmişlerdir. Eğer onların bildikleri, tertip edilen Kur’an’dan farklı olsaydı mutlaka farklılıklar olurdu? Ama Dünyanın neresine gidilirse gidilsin farklılık yoktur.

 

4.2-“Kur’an’ın aslı yakıldı” diyerek gerçek Kur’an’ın ortada olmadığını iftirasını atanlar, o devir müslümanlarının ezberledikleri surelerin hafızalarının nasıl silindiğini açıklamak durumundadırlar. Demek ki Hz. Peygamberden dinledikleri Kur’an’la aynıydı ki itiraz etmediler.

 

4.3-O devirde yaşayan Müslümanlar, günümüzde İslam’a, Hz. Peygambere en küçük bir hakarette ayaklanan Müslümanlardan daha mı duyarsızdılar ki Kur’an’ın aslı yakılırken(!) hiçbir itiraz ve tepki göstermeyip sineye çektiler?

 

4.4-İbni Hacer Askalani’ye göre, Osman diğer nüshaları yakmamış, okunmasını düzeltmiş, düzelmesi mümkün olmayanları toplamış, yanlış okumaya, hatalı okuyuşa meydan vermemek için bozmuş suyla silmiştir. Noktasız “Haraga” kelimesi yakmak anlamına gelir, “Haraga” noktalı olarak yazılırsa yırtmak anlamına gelir. Düzeltilmesi mümkün olmayan sayfaları yırttı attı demektir.

 

4.5-Kâfirlerin akıl hocalarından olan oryantalistlerden Schwally, Hz. Osman’a isnad olunan bu yakma işini çok şüpheli bulur.

 

5.1-Dursun, Müslümanlardaki bulunup ta diğer milletlerde olmayan icazet metodundan habersiz anlaşılan. Prof. M. Hamidullah şöyle der:

 

“Kur'an'ın bütün metnini ezberleme alışkanlığı Hz. Peygamber (s.a.) zamanından başlar. Halifeler ve İslâm devlet reisleri daima bu alışkanlığı teşvik etmişlerdir... Başlangıçtan beri müslümanlar bir eseri müellifinin veya icazetli bir talebesinin huzurunda okumayı ve karşılaştırmayı, zamanında gerekli düzeltmeler yapılmış ve tesbit edilmiş metnin rivayeti için yazılı iznini (icazetnamesin) almayı âdet edinmişlerdi. Kur'an'ı ezberden okuyanlar yahut sadece yazılı metni yüzünden okuyanlar da aynı şeyi yaptılar ve bu itiyat günümüze kadar böylece devam etti. Bu işin dikkat çeken yönü şuydu: Her üstad kendisi tarafından verilen icazetnamede talebesinin yalnız okuyuşunun doğruluğunu değil, aynı zamanda kendisinin üstadından işittiği okuyuşa uygun olduğunu açık bir şekilde söyler ve kendi üstadının da üstadından bunu böyle okuduğunu ve talebesine öyle öğrettiğini zikrederek zincir Hz. Peygambere (s.a.) kadar devam ederek götürülür. Bu satırların yazarı Kur'an'ı Medine'de şeyh Hasan eş-Şair'den okudu ve aldığı icazetnamede diğer bilgiler arasında üstadların ve üstadların üstadlarının zinciri nihaî kısımlardaki üstadın aynı zamanda Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbn Mesud, Hz. Übey İbn Kâab ve Hz. Zeyd bin Sabit'den (ki hepsi ashabdandırlar. Allah Cümlesinden razı olsun) okuduğunu kayıt eder. Hafızların sayısı dünyada şimdi yüzbinlerle sayılmaktadır, ve metnin kopyaları (yani Kur'an-ı Kerîm'in aslî nüshaları) dünyanın her tarafında bulunur ve birinin metniyle diğerinin metni arasında kafiyen fark bulunmaz. Bu kayda değer bir noktadır ki, hafızların hafızalarındaki Kur'an ile eldeki Kur'an metni arasında hiç bir ayrılık yoktur. (İslam Giriş, Prof. M. Hamidullah, s.42)

 

6.1-“İbn Mesud'un "Mushaf'ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nâs sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara Suresinin Ahzab Süresiyle aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor.” Diyen Dursun’un, 1505 yılında Mısır’da ölen C. Es-Suyuti’nin zamanına kadar İbni Mesud’un mushafının değişmeden nasıl geldiğini açıklaması gerekirdi?

 

6.2-İmamı Nevevi, Müslim şerhi Şerhi Mühezzeb’te: Bütün Müslümanlar felak-nas ve Fatiha’nın Kur’an’dan olduğunda ittifak ve icma etmişlerdir. Onların Kur’an’dan olduğunu inkar eden kafir olur. İbni Mesud’dan rivayet edilen şey batıldır ve doğru değildir. İbni Hazm, Fahreddi Razi’de bunun bir yalan ve iftira olduğunu söyler.

 

6.3-Dr. Muhammed İbni Lütfî es-Sabbâğ, "Lemehât fî Ulûmi'l-Kur'ân" adlı kitabında; "Osmanî Mushaflar şimdi nerede?" başlıklı kısımda şöyle diyor.

 

..Hicri 614 yılında ölen İbni Cübeyr, Seyahatnâme'sinde, Dımışk Câmi'inden söz ederken şunu zikretmiştir.

 

Mısırdaki yeni maksurenin doğu rüknünde (köşesinde) büyük bir dolap (hazâne) vardır ki içinde Osman'ın mushaflarından bir mushaf bulunmaktadır. O Osman'ın Şam'a gönderdiği mushaftır. Dolap her gün nazmın ardı sıra açılır. İnsanlar ona dokunup öpmekle teberruk ederler. Onu uğurlu sayarlar.” (el-Burhan, 1/235-el-İtkan, 1/60)

 

İbni Faldan el- Ömeri Ö.Hicri 749) de Dımışk’ta bir mushaf görmüştür. Onun Osmani mushaflardan biri olduğunu anlatıp “Onun sol tarafında, müminlerin emir Osman ibni Affan’ın hattıyla “Osmani mushaf” diye yazılı olduğunu söylemiştir. (Mesalikü’l-Ebsar fi memaliki’l-Emsar, 195)

 

İbni Batuta, Şam’daki nüshadan ayrı Basra’da Osmani mushafından bir tane daha gördüğünden bahseder. (Rıhletü İbni Batuta, 1/116)

 

Dr. Abdurrahman eş-Şehbender demiştir ki: Dımışk-ı Şam'da bu Osmânî mushaflardan bir nüsha elde ettim. Maalesef onu, otuz yıl önce Emevî Camiini yakıp kül eden yangında ateş telef etmiş." O, bu sözü, M. 1922 yılının Nisan ayında yazmıştır. (Müzekkirât-ı Abdurrahman eş-Şehbender, s. 34)

 

Üstad el-Kevserî'nin zikrettiğine göre; Şeyh Abdulhakîm el-Efgânî (ö.H. 1326-M.1908), ölümünden önce bu Osmânî Mushaf'ın resmine (yazı ve imlâsına) uygun bir mushaf kopya etmiştir.

 

Kevserî, bu Osmânî Mushaf'ın, Birinci Dünya savaşı sırasında İstanbul'a nakledildiği zannındadır. Efgânî'nin kopya ettiği mushafın ise Dımışk'taki adamlarından birinde mahfuz olduğu zikredilmiştir. ( Makâlâtu'l-Kevserî, s. 12)

 

Yine Kevserî, Küfe Mushafının, Humus'ta bulunduğunu ve onun, Birinci Dünya Savaşı sırasında başkent İstanbul'a götürüldüğünü zikretmiş, ancak Humus'ta hangi mescidde bulunduğunu zikretmemiştir.

 

Nitekim Kevserî, Medine'de bulunan Medine mushafının da, Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul'a götürüldüğünü zikretmiştir. ( Makâlâtu'l-Kevserî, s. 12)

 

İstanbul’da “Türk ve İslam Eserleri Müzesinde” şu tarihi mushaflar bulunmaktadır.

 

457 numarada: Hz. Osman imzasını ve hicri 30 yılını içeren Mushafı Şerif.

 

557 numarada: Hz. Ali’nin imzasını içeren Mushafı Şerif.

 

458 numarada: Hz. Ali’nin yazısı olduğu belirtilen Mushafı Şerif.

 

Hz. Ömer’e nisbet edilen ve ceylan derisine yazılmış, tahtaya yapıştırılmış bir Kur’an sayfası. (Ulumu’l-Kur’an,187–190)

 

7.1- C.es-Suyuti'den işine gelen alıntıyı yapan araştırmacı(!)-gazeteci-yazar T. Dursun işine gelen rivayetleri alıp işine gelmeyen rivayetleri okuyucuya göstermeyerek bu meselede de sınıfta kalmıştır.

 

Bir mucizedir ki nur-i Kur’ân

Durdukça cihan durur numâyan (Ziya Paşa)

rıza görüş beyefendiden alıntıdır

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

HZ. SAFİYYE OLAYI

1-Safiye: T.Dursun’un dramatik bir tarzda anlattığı ve sanki Yahudilerin toptan kılıçtan geçirildiği izlenimi verdirmeye çalıştığı Beni Kurayza Yahudileri ile olan savaştan önce Hendek savaşından bahsetmek gerekir. Hendek savaşından önce, Benî Kureyza Yahudileri, hiç bir gruba taraf olmamışlardı. Ama Benî Nadîr Yahudileri onları bu savaşa katmaya çalıştı. Safiyye'nin (ra) babası Huyey b. Ahtab kalkıp doğrudan Kureyzâ oğullarının lideri Ka'b b. Esed'in yanına gitti. Ka'b görüşmeyi reddetti. Huyey: "Ben ucu bucağı olmayan deniz gibi bir ordu getirdim. Kureyş ve bütün Araplar ayağa kalkmışlar, hepsi de Muhammed'in kanına susamış durumda­lar. Bu fırsat, elden kaçırılacak gibi değil. Artık İslâm'ın sonu geldi" dedi. Ka'b hâlâ savaşa katılmaya razı değildi. "Muhammed'i daima sözünde duran biri olarak tanı­dım. O'nunla yaptığım anlaşmayı bozmam ve verdiğim sözde durmamam mertliğe sığmaz" dedilerse de savaşa katılarak Müslümanlarla yapılan anlaşmayı “Muhammed kimdir, anlaşma nedir, biz tanımıyoruz” diyerek bozdular, ihanet ettiler.

Hendek savaşından sonra geri çekilen Benî Kurayza’lılar, Safiyye'nin (ra) babası Huyey b. Ahtab’ı yanlarında götürdüler. Hz. Peygamber, “Hiç kimse silahını bırakmasın, hedef Kureyza” diyerek, Beni Kureyza’nın anlaşmayı bozmalarının hesabını sormak için yola çıktı. Beni Kureyza’lılar özür dileyip anlaşma zemini hazırlayacaklarına, Peygambere küfürler yağdırdılar. Kuşatma yaklaşık bir ay sürdü. Sonunda Sa’d b. Muaz’ın vereceği karara razı olacaklarını bildirdiler. Sa’d b. Muaz Tevrat’a göre hüküm verdi ve erkeklerin öldürülmesine karar verdi. Bu yaklaşık savaşa katılan 400 (Bkz. İbni Hişam, Beni Kureyza gazvesi) kişinin öldürülmesi demekti ve Yahudiler buna hiç itiraz etmediler.

 

Peki, Hz. Peygamber Beni Kurayza’ya karşı nasıl davranmıştı:

 

1.1-Yahudilere anlaşma yapılmış ve dinlerini serbestçe yaşayabilecekleri bildirilmişti.

 

1.2-Aleyhinde pek çok karar olan Beni Kurayza’ya haklar vererek, Beni Nadir’le eşit seviyeye çıkarmıştı.

 

1.3-Beni Nadir sürgüne gönderilmiş ama Beni Kurayza’yla tekrar anlaşma yapmıştı.

 

1.4-Beni Kurayza Hendek savaşına katılarak anlaşmayı bozdu.

 

1.5-Hendek savaşının çıkmasını sağlayan Safiyye’nin (r.a) babası Huyey b. Ahtab’ı koruma altına alarak kalelerine götürmüşlerdi.

 

Her iki taraftan insanların öldüğü bir savaşı başlatan, binlerce insanı zor duruma düşüren, anlaşmaları bozan, Müslüman hanımların kaldığı kaleye saldıran Beni Kurayza’ya onların Kutsal kitapları doğrultusunca verilen karara Yahudiler bile itiraz etmemişken T. Dursun niye itiraz ediyor onu anlamakta güçlük çekiyoruz. Yahudi’den çok, Yahudicilik acaba niye?

 

Yüzlerce ağaca soykırım yapıldı diyen çevreci(?) T. Dursun, Hz. Peygamberin(a.s) bunu geçimlerini hurmadan sağlayan Yahudilerin direnişlerini kırmak, teslim olmalarını sağlamak ve her komutanın ordusunu az zayiatla başarıya ulaştırmak için ne yapılması gerekirse onu yaptığını anlamasını beklemiyoruz zaten.

 

Bizzat kendisi elleriyle yüzlerce hurmayı diken, “Savaşta çocuklara, kadınlara, yaşlılara, ağaçlara zarar vermeyin.”, “Kıyametin koptuğunu görürseniz elinizde fidan varsa onu diken” diyen Hz. Peygamberin bu yönünü ortaya çıkarmasını da kendisinden beklemek abesle iştigal olur. Ateist, ateistliğini yapar.

 

Safiye, Kurayza liderin kızı, Nadir kabilesinin liderinin karısıydı. Babası ve kocası ölmüş, kendisi de esir edilmişti. Dıhyetü’l Kelbi gelerek bir hizmetçi istemiş Hz. Peygamber de “Bizzat giderek bir tane al.” Diyerek tercihi Kelbi’ye bırakmış o da giderek Safiye’yi almıştı. Daha sonra bir Müslüman gelerek bu seçime Safiyye’nin konumunu göstererek itiraz etmiş ve Safiyye ile Hz. Peygamberin evlenmesinin doğru olacağını söylemiştir. (Müslim 4/546)

 

Hz. Peygamber (a.s), Safiyye’yi azat etmiş, çekip gitme ya da kendisiyle evlenme seçeneğini sunmuş. Safiyye’de bir peygamberle evlenmeyi tercih etmiştir. (İ.Hanbel, Müsned, 3/138)

 

Hz. Safiyye, şu rivayeti nakleder: “Hz. Muhammed, Medine’ye hicretten sonra babamla amcam O’nu dinlemeye gitti. Döndükten sonra amcam, babama “O mu?” (Yani beklediğimiz peygamber mi?) diye sordu. Babamda “Vallahi “O” diye cevap verdi. Amcam “Peki ne yapacağız?” diye sordu. Babam: “Vallahi ben yaşadığım müddetçe ona iman etmeyeceğim.” Diye cevap verdi.

 

İslam’a ve Müslümanlara düşmanlıkta T.DURSUN dan daha ileri olan Oryantalist Leoni Caetani bile: “Muhammed'in, dâima nefsine ve ihtirasına hâkim olmayı bilen adamlardan biri olduğunu ispat etmek zor bir şey değildir.”

 

Evliliklerinden birçoğu bazı kabilelerin sevgi ve yakınlığını çekmek yahut taraftarlarından bazılarını daha sıkı bağlarla bağlamak gibi bir siyasî bir düşünceyle yapılmıştı.”

 

Welhausen isbat etti ki, eski Araplarda bir zaferin tam ve hakikî sayılabilmesi için, yenilenlerden birinin kızının, galip gelenin eşi olması gerekirdi. Muhammed'in harp meydanlarındaki evliliklerini bu âdet bize açıklar.” (İslam Tarihi, A. KÖKSAL, 9/290)

 

Dedikten sonra Dursun’un şapkasını çıkarıp üstadı Leoni Caetani’n önünde susması gerekirdi. Ayrıca, Tarih boyunca Avrupa-Asya-Afrika'da hatta Osmanlı'da bu tür evlilik örnekleri çok fazladır.

 

2.1- "Safiyye'nin Muhammed'e verilmesinin, yahudilerin gönlünü kazanmakla ya da onların düşmanlık ve kinlerini yumuşatmakla da hiç ama hiç ilgisi yoktur. Çünkü Hayber Seferi, Hicretin 7. yılma rastlar. Oysa Muhammed, daha Hicretin ikinci yılından itibaren Yahudilere karşı düşmanlık siyasetine başlamış ve onları imha planlan hazırlamıştır. Hayber seferine giriştiği tarihlerde, artık Yahudilerin kökünü iyice kazıma safhasındaydı. Benû Kaynuka, Benu Kurayza ve Benû Nadîr gibi, Medine'nin en ünlü Yahudilerini temizlemiş ve sıra Hayber Yahudilerine gelmişti..." (Arsel, bunu, "Şeriat ve Kadın"ın savunması için yazmış, ama yayımlanmamıştır. T.D.) diyen Dursun Sadece yukarıda Beni Kurayza’ya verilen hakları görseydi acaba tavrı değişir miydi? Hiç sanmıyorum “gavur gavurluğundan vazgeçmez ama bu onun ve İlhan Arsel’in İslam tarihinden ne kadar haberdar olduğunu gösterir. Dursun için biraz geç ama İ.Arsel üstatlarından L. Caetani’yi birkaç daha okusa iyi olur. Cehaletten kurtulur hiç olmazsa.

 

2.2- Hepsi bir yana da; Muhammed, en yakınlarım, sevdiklerini öldürttüğü bir kadını (Safiyye'yi), o acılı gününde koynuna nasıl alabilmişti? Onunla nasıl sevişebilmişti? Diyen Dursun, Safiye’nin Yahudi akrabalarının yanına gitme hakkı varken gitmeyip, peygamberle evlenmesini okuyucusundan gizlemiştir.

 

Ayrıca Hz. Peygamber Hayber den ayrılıp bir hayli yol aldıktan sonra konakladığı Sahba' mevkiinde Hz. Safiyye ile gerdeğe girmiştir. (İslam Tarihi, A.KÖKSAL,14/291)

 

Nerede ne zaman ne yapacaklarını sana mı soracaklardı?

 

 

 

 

 

rıza görüş beyden alıntı

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Tepki mi, Metod mu? T. Dursun'un yazıları bir metoda mı dayanıyor? Yoksa (Don Kişotça) bazı itilimlerden doğan tepkiler midir? İslami kaynakları değerlendirmede hiçbir metoda dayanmayışı, İslam'ın temelinden olmayan (İslam’ın temeli Kuran ve ona uygun rivayetlerdir) kitaplardan eleştirebileceği parçaları alışı; buna karşın işine gelmeyen bölümlere gözünü kapayışı onun tepkisel olduğunu gösteriyor. Buna birkaç örnek vermek istiyoruz;

 

1) Şeytan ayetleri masalını anlatırken; "Olayın kalan bölümü, sayılamayacak kadar çok hadis ve tefsir kitaplarında var" (Din Bu I: s101) diyor. Halbuki sayılamayacak kadar çok dediği 3-4 kitabı geçmiyor. T.Dursun ayrıca bu rivayetleri reddeden (Kadı Iyaz, Fahreddin Razi, Alusi, Kadı Beyzavi, Muhyiddin Arabi, İzmirli İsmail Hakkı, Muhammed Abduh, Muhammed b. İshak b. Huzeyme, Beyhaki, Şevkani, Kurtubi, Ayni vs.) birçok alimi yok saymıştır.

 

2) Ayetlerin geliş tarihine ilişkin kesin bir bilgi ileri sürülemez (s104) diyerek şeytan ayetleri masalını ispatlamaya çalışırken her nedense ayetlerin tarihine ilişkin kesin bilgi veren kaynakları unutuveiyor!

 

3) Arap dilindeki mecazi (benzetme, sembolik) kavramları, sanki anlamlarını bilmiyormuş gibi kasıtlı çevirmektedir. Mesela Allah'ın gözetlemesi demek olan "Allah'ın gözü" deyimini "insanın gözü gibi göz" diye tercüme etmiştir.

 

4) Eş kelimesini karı diye çevirerek okuyucunun zihninde olumsuz anlamlar uyandırıyor. Mekr kelimesini düzen yerine kasten tuzak olarak çevirerek yine aynı anlam saptırmasına başvuruyor.

 

5) Tefsirlerdeki bilgilerden işine geleni alarak farklı yorumları gözardı etmekte, hatalı bir tefsirde gördüğü hatayı, İslam’ın görüşüymüş gibi vermektedir. Mesela: Ayın yarılması konusunda (s217) İbnül Cevzi'nin tefsirini kendi yorumuna ters düştüğü için reddetmektedir. s230'da ise İbnül Cevzi'yi güvenilir bir müfessir olarak kabul etmektedir.

 

Biz T. Dursun un bu "bilimsel!" yöntemli uygulamalarını objektif düşünme ve değerlendirme hassasiyetine zıt buluyor ve reddediyoruz.

 

6) Bazı konularda tefsirleri kanıt olarak bir hünermiş gibi sıralarken nedense Arapların kızlarını öldürmesi konusunda "güvenilir" dediği tüm tefsirleri bir çırpıda arkasına atıyor, reddediyor ve şöyle diyor: “Tefsirler Ferezdak'ın iki dizesi üzerinde durur. Ne var ki tefsirlerde bu iki dize hep aynı sözcüklerden oluşmuyor. İki dize de değişik biçimde yer alıyor, dizelerin değişik olması göz önünde tutulursa sonradan uydurulduğu bile düşünülebilir (s204)”

 

Aynı akıl yürütmeyi şeytan ayetleri konusunda nedense yapmıyor. Halbuki şeytan ayetleri denen uydurma dizeler 20 değişik şekilde aktarılmıştır. Şeytan ayetleri bu yüzden uydurmadır deseydi T.Dursun'un samimiyetine inanabilirdik. Şu durumda ise tepkiselciliğine ve sübjektifliğine şahit oluyoruz.

 

7) Nefislerinizi öldürün ayetini mecburi anlayış istikameti gibi kendinizi (birbirinizi) öldürün diye anlamak gerektiğini söylerken nefsi, insanın eğilimleri olarak anlayanları bilgisizlikle ve Arapçayı bilmemekle suçluyor (s222). Halbuki aynı kitabın 254. sayfasında Şerif Cürcani'nin Tarifat'ından aldığı tanımda nefsin doğal eğilim anlamına geldiğini söylüyor. Göstermek bizden, takdir sizden, çarpıtma T.Dursun'dan...

 

8) Aslında kendisinin de güvenilirliğinden şüphe ettiği bazı hadisleri delil olarak öne sürüyor. Halbuki kendisi bunların uydurma olduğunu kabul ediyor. İşte itirafı: "Gerçekten de hadis kitaplarının en güçlü sayılanları bile uydurma hadislerle doldurulmuştur" (2.Kitap, s158)

 

Bazı yerlerde sorduğu sorular ise saçmalığın doruğunu zorlar nitelikte; işte ilginç soruları: "Neden son peygamber bir Arabi. Muhammedi seçmiş hem neden son Peygamber?" Bu soruda neye itiraz ettiği anlaşılmıyor. Son peygamber kavramına mı? Onun Arap (ki başka bir milletten olsa idi yine aynı şekilde soracaktı) oluşuna mı? Adının Muhammed oluşuna mı? (Aslında son Peygamber bir Türk de olabilirdi, hatta adı T.Dursun da olabilirdi!) Ama Allah kime katından bir rahmet (Peygamberlik) indireceğini bilir. (bkz. İbrahim, 11)

 

Allah teala, Hz. Muhammed'e vahiy gelmesi karşısında o dönemdeki insanların itirazlarını aynen şöyle aktarıyor: "Onlara bir ayet gelince Allah'ın elçilerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe katiyyen inanmayız dediler. Allah elçiliğini kime vereceğini daha iyi bilir." (Enam:124)

 

Görülüyor ki 1400 yıl evvelinin inkarcılarıyla T.Dursun’un mantığı ve itirazı arasında pek fark yok.

"Onlar kendilerinden bir uyarıcı gelmesine hayret ettiler ve o kafirler dediler ki; bu yalancı bir sihirbazdır." (Sad: 4)

 

Neden son peygamber sorusuna ise şu kısa cevabı vermekle yetineceğiz. Kuran'dan sonra gerek olmadığından (İlahi öğreti korunduğundan dolayı) yeni bir peygamberin gönderilmesine ihtiyaç kalmamıştır. Dolayısıyla Hz. Muhammed doğal olarak son peygamber olarak kalmıştır.

 

Görülüyor ki, T.Dursun'un kitapları bir metoddan yoksundur. Sadece İslam'a duyduğu tepkiden doğan kimi yerde duygusal, kimi yerde muhakemesiz yargılardır. T.Dursun iyi niyetli olsaydı ve din kavramına şu iki açıdan bakabilseydi böyle bir bataklığa sürüklenmezdi:

 

A - Din tarih boyunca özbirliğe sahiptir. Bununla beraber dinin pratikleri geldiği toplumun düşünsel, kültürel ve sosyal yapısına göre farklılık gösterir. Bu farklılık (ve değişim) kainattaki diyalektiğin gereğidir.

 

Gönderilen her dinde inanç esasları (Allah'ın varlığı ve birliği, iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağı vs) birdir. İbadet ve insanlar arasındaki ilişkiler ve bunlarla ilgili hükümler ise toplumdan topluma değişirler.

 

B - Din tarih boyunca karşı din (karşı devrim) taraftarlarınca ya yok edilmeye çalışılmış ya da çarpıtılmıştır. Bu çarpıtmanın dinamiğini üç grup oluşturmaktadır:

 

a) Kuran'da Firavun ile özdeşleştirilen iktidar sahipleri,

 

B) Karun ile örneklendirilen sermaye sahipleri (burjuvazi),

 

c) Bel'am ile tarihsel örneği verilen sahte, özünden uzak, şekilci oportünist, revizyonist din adamları.

 

Bu dinamiklerin tarihte çok örnekleri vardır. İşte birkaçı:

 

-Sabiilikteki ruhanilik (aşkınlık), Mezopotamya astrolojisi tarafından materyalize edildi.

 

-Hz.İbrahim'in Tevhid dini, Arapların tabiatperestlik ve putperestliği ile örtüldü.

 

-Musevilik dini, Yahudi ırkçılığı ile evrenselliğini yitirdi.

 

-Hıristiyanlık, Aziz Pavlos tarafından Roma'nın hukuki ve sosyal yapısı ile neo-platonizme adapte edildi.

 

-İslamiyet (uygulama ve uydurma rivayetler ile) Emeviler'in kabileci (milliyetçi), müşrik ruhlu materyalist saltanatları tarafından çarpıtılmaya çalışıldı.

 

-T.Dursun'un kullandığı tarih ve tefsirlerdeki rivayetlerin ve israiliyatın çoğu Emevilerin döneminde uyduruldu ve yazıldı. İslam savaş ve ceza hukukunu (uygulamada ve uydurma rivayetlerle) zulüm kanunlarına dönüştürmeye çalıştılar. Bu noktada akıl ve vicdan sahibi her insan İslam'ı bulanık olmayan kaynaktan (Kuran'dan ve ona uygun rivayetlerden) alarak ilahi tekamül yolunda ilerlemeli, uydurma ve çarpıtmalara karşı uyanık olmalıdır. Allah doğru olanların yardımcısıdır. (29:69)

 

alıntı

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KIZ ÇOCUKLARININ DİRİ DİRİ GÖMÜLMESİ YALANMI

 

 

 

Kadını cennet üstü bir varlık olarak gören Peygamber, geldiği Arap toplumunda, kadının statüsünü yükseltmiştir. T.Dursun'un iddialarının aksine, kadın, o dönemde İslam toplumunda ikinci sınıf değildi.

 

Peygamberimiz en hayati konularda bile eşleriyle görüş alışverişinde bulunmuş, hatta Hudeybiye Barışında Hz.Seleme'nin tavsiyesini doğru bularak yerine getirmiştir. O, bununla; kadınla erkeğin birbirlerine yardımcı olması gerektiğini vurgulayarak; kadının fikrine değer verilmemesi anlayışına en ağır darbeyi indirmiştir. İşte o dönemin anlayışlarından biri de kız çocuklarından çok, erkek çocuklara değer verilmesiydi. Kuran bu düşünceyi şöyle ifade ederek kınıyor:

 

16/58-59. Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar!

 

Görüldüğü gibi, Arapların bir kısmı, kız çocuğunu ileride savaşamayacağı, ailenin şeref ve namusuna leke getirebileceği düşüncesiyle, kızları olduğu zaman üzülürlerdi. Bu düşünceden dolayı Arapların ilkel bazı kabileleri (hepsi değil), çocuklarını öldürürlerdi. Bunun birkaç nedeni vardı:

 

Birinci neden; ekonomik idi. Fakirlik korkusundan, aile fertlerinin az olması isteniyordu. Erkek çocuklar, büyüdükten sonra aile bütçesine katkıda bulunurlar ümidiyle yetiştiriliyordu (İsra 31). Fakat kız çocuklarının böyle bir katkısı olmadığından bazen öldürülüyorlardı.

 

İkinci neden; kız çocukları savaş zamanlarında işe yaramadıkları gibi korunmaları da gerekiyordu. Bazen esir düşüp cariye olma ihtimali de vardı. İşte bu nedenlerden dolayı kız çocuklarını daha küçükken öldürebiliyorlardı. Kız çocuklarını öldürme adeti; Kinde, Temim gibi bazı ilkel Arap kabilelerinde vardı (bkz. İslam Ans. Cahiliyye mad.).

 

Kureyş ve diğer Mekke kabilelerinde bu yanlış ve çirkin davranış yoktu. Çünkü Mekke civardaki çöl kabilelerine göre zengin sayılırdı. İşte bu nedenle Arap şiirinde bu gelenek çokça yer almamıştır... Ferezdak aşağıdaki şiiriyle dedesinin bu yaptığı isten (öldürülecek kız çocuklarını fidye vererek kurtarması) dolayı övünmüştür;

 

"Dedem ki kız çocuğunu gömenleri men ederek çocukları yaşattı, o zavallılar gömülmediler"

 

T.Dursun'un iddiasına göre, Arapların hiçbirinde bu adet yokmuş. Şimdi düşünelim; Kuran hiç yapılmayan birşeyden bahseder mi? Bahsederse kendini yalanlamaları için kafirlere büyük bir koz vermiş olmaz mı? Halbuki Kuran böyle bir adetin yapıldığını söylemiş, hiç kimse de bu yapılmıyor diye itirazda bulunmamıştır. T.Dursun böyle bir itirazın yapıldığını söyleyemiyor.

 

İşte bu adetin Kuran'da yasaklanması çok önemli bir devrimdir. Peygamberimiz bu yanlış anlayışların tam aksine, kız çocuklarının terbiye edilmesi ve onların iyi birer hanımefendi olarak yetiştirilmesini teşvik etmiştir... İşte bu talimatlar sadece Araplarda değil İslam nerelere yayılmışsa, orada da kadın hakkındaki düşünceleri değiştirmiştir.

 

T.Dursun bu konunun sonunda (s244) kız çocuklarını öldürmekle ilgili bir rivayeti aktarıyor: "Kız çocuğunu öldüren de ölen de ateştedir"

 

Hadis usulünde şöyle bir kural vardır: "Kuran'a zıt rivayetler senedi ne kadar sağlam olursa olsun kabul edilemez, reddedilir" Zaten bu hadisin senedi de zayıftır...

 

Kuran'da öldürülen çocuğun masumluğu kesinkes vurgulanırken ve bunu yapanlar kınanırken yukarıdaki rivayetin uydurma olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır: "İnleye inleye toprağa gömülen kız çocuğu, hangi günahtan öldürüldü? diye sorulunca..." Tekvir 8-9

 

Bu ayete dayanarak diyebiliriz ki: Ebu Davud Kitab-üs Sünne'de geçen müşrik ve kafir çocukları ile ilgili olan 9 hadis, değişmez bir kader zihniyetini oluşturmak için uydurulmuştur. Peygamberin anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü; İslam inancında, masum insanların hiçbir zaman sorumlu olamayacağı kesin bir kuralken, müşrik çocuklarının kaderlerini babalarının kaderleriyle bir saymak, tipik bir kadercilik tezidir.

 

Bilindiği gibi; hadislere önem vermeyen Mutezile ekolü kaderi inkar ederken, bunlara tepki olarak hadisçi ekol, herşeyi önceden tesbit edilmiş bir kader zihniyetiyle izah etmeye çalışıyorlardı. İşte yukarıda aktarılan "hadis" de, bu yaklaşımın bir sonucu olarak uydurulmuştur. Zaten bu hadis de aynı bölüm içinde yer almıştır.

 

alıntı

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

DİN ÖZGÜRLÜĞÜ VE MÜRTED KONUSU

 

 

 

 

 

 

Kuran’da mürtedin (İslam'ı terkedip başka bir dine girenin) öldürülmesini emreden bir ayet yoktur. Tersine Kuran bunun cezai müeyyidesinin ahirette verileceğini birçok ayette ifade etmiştir. Şöyle ki:

3/90. İnandıktan sonra inkar edip, inkarda aşırı gidenler var ya, onların tevbeleri kabul edilmeyecektir. İşte sapıklar onlardır.

4/137. Doğrusu inanıp sonra inkar edenleri,sonra inanıp tekrar inkar edenleri, sonra da inkarları artmış olanları Allah bağışlamaz; onları doğru yola eriştirmez.

5/54. Ey İnananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O'nu sevdiği, inananlara karşı alçakgönüllü, inkarcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.

Görülüyor ki, bu ayetlerde iman ettikten sonra küfre sapanlara dünyevi herhangi bir ceza yoktur... İslamda mürtedin öldürülmesi ancak Müslümanlarla savaşması şartına bağlıdır. Açıkçası öldürülme nedeni İslamdan dönmesi değil, Müslümanlarla savaşmasıdır. (İslam'dan dönenler eğer fiili mücadelede bulunmazlarsa öldürülmezler. Çünkü "Dinde zorlama yoktur" Bakara 256)

Hz.Ebubekir'in mürtedlerle savaşması dinden dönmelerinden dolayı değil, İslam toplumunu parçalamaya ve düzenlerini bozmaya çalışmalarındandı...

"Dinini değiştireni öldürünüz" rivayetine gelince:

İslam dininden dönen eski Arap müşrikleri direkt olarak Müslümanlarla savaş haline geçiyorlardı (Yani sadece İslam'dan dönmekle kalmıyorlardı). Ayrıca bazı Yahudiler insanların Müslüman olmalarını önlemek için şöyle bir yol bulmuşlardı: Önce Müslüman olduklarını ilan ediyor, bir süre sonra da dönüyorlardı. Ki bu yolla Müslümanlar aleyhine konuştukları şeyler inandırıcı olsun. İşte yukardaki öldürme emri savaşan bu müşriklere ve bu Yahudilere karsı bir tedbirdir.

Unutulmamalıdır ki bazı Müslüman ailelerin çocuklarına İslam'ı zorla kabul ettirme girişimlerini Hz.Peygamber menetmistir. Öyle ki, İslamın kuvvetinin zirvesinde bulunduğu bir dönemde " Dinde zorlama yoktur " ayeti nazil olmuştur.

S. Sevri, Ebu Hanife ve arkadaşları kadın mürtedin öldürülmemesinde müttefiktirler. İbnü Aliyle, Ata, el-Hasan da bu görüştedir. Bunların delili İbnu Abbas'ın mürted olduğu halde bir kadını öldürtmemesidir.

 

 

 

alıntı

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Gılgameş bu Turan Dursun müftü değil miydi? Onun da fikir babası İslam alimleri değil mi?

Üstelik te İslam tarafından en başta kabul gören Buhari gibi, Müslim gibi alimler.

Önemli olan T.Dursun'un yazdıkları değil, bunların doğruluk payı olup olmadığı.

Bir peygamber senin yazdığın şekilde babasının öldürüldüğü gün yas içinde olan kızıyla sevişir mi?

Çok mu ihtiyacı var buna onca eşi ve cariyesi varken?

Bunu nasıl "Keyfinin kahyası mısın?" diye geçiştirebiliyorsun?

Daha mantıklı bir açıklaması yok mu sana göre?

Ayrıca öldürülenler tüyü bitmişler 700-800 kişi cehenneme. Sağ kalan hem Hz. olacak hem de cennete öyle mi? Kadın olduğu ve güzel olduğu için mi?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"Müşriklerin yaşlılarını öldürün de çocuklarını bırakın!"(Ebu Davud, Cihad/121, hadis 2670; Tirmizi, Siyer/29, hadis 1583.)

 

Bu emir, Kurayza Yahudileri'nin öldürülmesi sırasında verilmişti. Çocukların bırakılması isteniyordu. Çünkü onlar ele geçirilmiş değerli ganimetlerdi, köle yapılacaklardı. Bu katliamda, Peygamber'e dil uzattıgı için bir de kadın öldürüldü. Gene, gece baskınlarında, kafirler toptan kılıçtan geçirilirken, evler yakılıp yıkılırken, öldürülenler arasında kadınlar ve çocuklar da bulunuyordu. Bunun üzerine, Peygamber'e arkadaşlarından biri şöyle sordu: "Ya Resulallah! Evlere yapılan gece baskınlarında, müşriklerin kadınları, çocukları da öldürülüyor, ne dersin?"

 

"Onlar da öbürlerindendir.(Kadın ve çocuklar da onlardandır.)(Bkz.Ebu Davud, Cihad/102, hadis 2638; Cihad/121, hadis 2672; Ibn Mace, Cihad, hadis 2840; Ahmet Ibn Hanbel, 4/46; Tirmizi, Siyer/19, hadis 1570)

 

Bu hadis doğru mudur? Doğruysa bir peygamber, gece baskınlarıyla, kervan soygunlarıyla erkekleri öldürüp kadınları cariye, çocukları köle yapıp tüm mallara, mülklere el koyar mı?

Gece baskınlarında kadın ve çocukların öldürüldüğü şikayetine karşı önlem alıp, herkesi uyarıp bunu engellemeye mi çalışması doğru olur yoksa " Onlar da öbürlerindendir" demesi mi?

Bunları normal mi karşılıyorsun?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Beni Kureyza Yahudi Katliamı

 

Beni Kureyza'da çoluk çocuk dahil yaklaşık 1500 kişilik bir Yahudi kitlesini ele geçirilir (kısmen sağ, kısmen ölü olarak). Ele geçirilen bu insanların elleri boyunlarına bağlanıyor ve onların akıbeti hakkında Hz.Muhammed, daha önce Yahudi olup da sonradan Müslüman olan Sad Bin Muaz’a yetki veriyor. Sad’ın Hendek Savaşı’nda bir damarı kesilmişti ve kanaması devam ediyordu. Hz.Muhammed’in talimatıyla Sad bir eşeğe bindirilip onun huzuruna getiriliyor. Hz.Muhammed ona, “Bu insanların kaderini sana bırakıyorum. Acaba bunlar hakkında kararın nedir?” diye soruyor. Sad’ın verdiği yanıt aynen şu: “Eli silah tutan her erkeği kılıçtan geçireceğiz.Kadın ve kızları cariye (iş ve seks kölesi); ergenlik çağına gelmeyen erkek çocukları da köle muamelesine tabi tutacağız.” diyor.

 

Hz.Muhammed, Sad’ın bu yanıtına karşı, “Senin verdiğin bu karar Allah’ın emrine tam uygundur ve sen bu kararda tam isabetli davrandın. Zaten seher vakti Cebrail de aynı ifade doğrultusunda Allah’tan bana vahiy getirdi” diyor. (Tecrid-i Sarih, Diyanet Tercümesi, No:289 hadis şerhiyle 1575 ve 1591 nolu hadisler)

 

Bu esirlerden erkek olanlar “Üsame Bin Zeyd” evinde; kadınlar ve çocuklar ise “Remle Binti Haris” evinde toplatılırlar. Hz.Muhammed erkeklerin idam kararını verdikten sonra Medine’ nin bugünkü pazaryeri olan semtte hendekler-çukurlar kazılarak mezar gibi hazır hale getirilir. Daha sonra erkekler eli kolu bağlı bir vaziyette ve kafileler halinde oraya yanaştırılıp başları kesilir ve o çukurlara atılır. Hz.Muhammed bu kesim işleminde Hz. Ali ve Zübeyr bin Avam’ı görevlendirmişti. Bilindiği gibi ikisi de Hz.Muhammed tarafından cennetle müjdelenmiştir. Ali ve Zübeyr kesim işine devam ederlerken Hz.Muhammed de bir yerde oturmuş onları seyrediyordu. Hz.Ayşe'nin aktardığına göre, bu kesim işi sabahtan akşama kadar sürmüş. Erkekler idam edilirken, Yahudi kadınlar ve çocuklar da buna feryat edip saçlarını başlarını yolmuşlar.(Vakıdi, Meğazi, 2/512-517)

 

Beni Kureyza'da yaklaşık 700- 800 erkeğin kesildiği belirtiliyor. Erkeklerin çoocuk olup olmadığı tüy kontrolü ile tespit ediliyor. Kesim işini Ali ve Zübeyr bölüşüyorlar. Her birine 350-400 insan düşüyor. Sabaha kadar kesiyorlar sırayla ve koyun gibi. Allahuekber.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Gılgameş bu Turan Dursun müftü değil miydi? Onun da fikir babası İslam alimleri değil mi?

Üstelik te İslam tarafından en başta kabul gören Buhari gibi, Müslim gibi alimler.

Önemli olan T.Dursun'un yazdıkları değil, bunların doğruluk payı olup olmadığı.

Bir peygamber senin yazdığın şekilde babasının öldürüldüğü gün yas içinde olan kızıyla sevişir mi?

Çok mu ihtiyacı var buna onca eşi ve cariyesi varken?

Bunu nasıl "Keyfinin kahyası mısın?" diye geçiştirebiliyorsun?

Daha mantıklı bir açıklaması yok mu sana göre?

 

turanın fikir babası eğer buhari müslim gibi din alimleriyse ne yaman çelişkidirki bu kalkıp bunların hayatlarını bu dine hizmete vermelerine mukabil turan hayatının sonunu bu dinle sözde mücadeleye ayırmıştır.sen ne yazdığını okudunmu arkadaşım ? bir önizleme yapsaydın ya iyi olurdu :D

 

hz. safiye eğerki zorla alıkonmuş bir kimse olsaydı sana haklı olduğunu söylerdim.oysa o muhayyer bırakılmış ve peygamberi tercih etmiştir.yukarıda yazılanları okumamışsın.bende derim ki ;

 

karşılıklı rıza olduktan sonra sanane!!!aynısı benim başıma gelse benidemi yargılayacaksın.sanane kardeşim özel hayatımdan der sustururum seni.eşim beni seçtikten sonra sanane olandan bitenden. bilmem anlatabildimmi...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sad'ın Kureyza Yahudilerinden nefret ettiğini gösteren iki hadis

 

 

Hadis No : 4249

 

Ravi: Aişe

 

Tanım: Resulullah (sav) Hendek'ten döndüğü zaman, silahları bırakıp (elini yüzünü) yıkamış, tam başındaki toprakları çırparken Cebrail aleyhisselam geldi. "Sen" dedi, "silahını bıraktın, vallahi biz daha bırakmadık! Onlara geri git." "Nereye kadar?" dedi Resulullah. "Şuraya!" diyerek Beni Kureyza'yı gösterdi. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) bu emir üzerine onlarla savaşmaya çıktı. Kureyzalılar hükmüne razı oldular. Hakem olarak Sa'd İbnu Mufaz'ı seçtiler. O da: "Ben onlardan muharib olanların öldürülmesine, kadın ve çocukların esir edilmesine, malların da taksim edilmesine hükmediyorum!" dedi. Sa'd, Hendek savaşı sırasında ana damarından yara almıştı. Resulullah (sav) tedavisiyle yakından ilgilenmek için mescidin içinde ona bir çadır kurdurmuştu. -Bir rivayette Sa'd der ki: "Ey Allahım sen biliyorsun ki, senin yolunda kendileriyle cihad etmekten en ziyade memnun olacağım bir kavim Resulünü tekzib eden ve Onu yurdundan sürüp çıkaranlardır. Ey Allahım kanaatim şu ki, sen, bizimle onların arasındaki [harbi artık] bıraktın. Eğer hala Kureyş'le savaş olacaksa bana daha hayat ver de senin yolunda onlara karşı cihad edeyim. Eğer savaşı kesti isen damarımı daha da aç, ölümüm ondan olsun." -Bu dua üzerine, o gece damarı iyice açıldı. O zaman mescidde bulunan Beni Gıfar'a ait çadırda kalanları kanın kendilerine doğru akmasından başka bir şey ürkütmemiş. "Ey çadır sahibi," dediler. "Sizin taraftan bize doğru gelen nedir?" Bu kanamakta olan Sa'd'ın yarasından akmıştı. O sebeple öldü, (ra)."

 

Kaynak: Buhari, Megazi 30, Cihad 18; Müslim, Cihad 67, (1769); Ebu Davud, Cenaiz 8, (3101); Nesai, Mesacid 1

 

--------------------------------

 

Hadis No : 4250

Ravi: Cabir

 

Tanım: Ahzab (Hendek) günü Sa'd İbn Mu'az (ra) [Kureyş'ten İbnu'l-Arika'nın attığı bir okla] koldaki ana damardan vurulmuştu, böylece damarı kesilmiş oldu. (Kanı durdurmak için) Resulullah (sav) dağlama uyguladı. Bunun üzerine eli şişti, çokça kan akarak Sa'd'ı zayıf düşürdü. Resulullah tekrar bağladı. Eli yine şişti. Bu hali görünce (Sa'd (ra)): "Allahım, Beni Kureyza'dan gönlüm rahata ermedikçe canımı alma!" diye dua etti. Derken kanı durdu. Kureyza onun hükmüne baş eğinceye kadar tek damla akmadı. Onlar hakkında erkekleri öldürülmesine, kadınların sağ bırakılmasına hükmetti. Resulullah (sav): "Haklarında Allah'ın verdiği hükme isabet ettin!" buyurdu. Dörtyüz kişiydiler. Onların katli tamamlanmca, damarı patladı. Sa'd (ra) vefat etti. (Allah rahmetini bol kılsın.)

 

Kaynak: Tirmizi, Siyer 28, (1582)

 

 

Sa'd Yahudiydi ama müslüman bir Yahudi, Musevi değil.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Öyle ya! Babası birkaç saat önce öldürülmüş bir kıza "Köle mi olmak istiyorsun yoksa peygamberin, müslüman devletinin başkanının eşi mi?" diye soruluyor?

Sonuçta "eşi istemiş" oluyor. Ne mantık ama. Sıradan şehvet düşkünü bir adamdan söz etmiyoruz. Peygamber efendimizden bahsediyoruz.

Hiç mi yüreği sızlamadı o kadın ve çocukların acı feryatları karşısında, kocalarını ve babalarını kestirirken?

 

Bana ne Turan Dursun'dan, bilmem kimden? Sen bundan bahset..

Bugün Filistin halkına yapılan zorbalıkları, zulmü lanetlerken, vurulan çocuklara, işkence gören müslümanlara yüreğimiz yanarken, çifte standart içinde mi olacağız. Gücümüz yetip de İsrail'i ele geçirsek tüm erkekleri kılıçtan mı geçireceğiz. Kadınları cariye, çocukları köle mi yapacağız? Mallarını, mülklerini, altınlarını, mücevherlerini ganimet olarak mı paylaşacağız?

Farklı düşünüyorsanız evrensellik nerede? Nerede peygamberin sünneti?

"Evet öyle yapacağız" diyorsanız nerede insanlık? Günahı vebali olmayanların adaleti nerede?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Beni Kureyza Yahudi Katliamı

 

Beni Kureyza'da çoluk çocuk dahil yaklaşık 1500 kişilik bir Yahudi kitlesini ele geçirilir (kısmen sağ, kısmen ölü olarak). Ele geçirilen bu insanların elleri boyunlarına bağlanıyor ve onların akıbeti hakkında Hz.Muhammed, daha önce Yahudi olup da sonradan Müslüman olan Sad Bin Muaz’a yetki veriyor.

..

 

..

 

Beni Kureyza'da yaklaşık 700- 800 erkeğin kesildiği belirtiliyor. Erkeklerin çoocuk olup olmadığı tüy kontrolü ile tespit ediliyor. Kesim işini Ali ve Zübeyr bölüşüyorlar. Her birine 350-400 insan düşüyor. Sabaha kadar kesiyorlar sırayla ve koyun gibi. Allahuekber.

 

ne yazıkki sayende yukarıya yazdığım onca yazıyı bir daha aşağıya taşıma zahmetine giriyorum . sırf kendi okumama tembelliğinin külfetini bana yüklüyorsun...neyse,

 

1-Safiye: T.Dursun’un dramatik bir tarzda anlattığı ve sanki Yahudilerin toptan kılıçtan geçirildiği izlenimi verdirmeye çalıştığı Beni Kurayza Yahudileri ile olan savaştan önce Hendek savaşından bahsetmek gerekir. Hendek savaşından önce, Benî Kureyza Yahudileri, hiç bir gruba taraf olmamışlardı. Ama Benî Nadîr Yahudileri onları bu savaşa katmaya çalıştı. Safiyye'nin (ra) babası Huyey b. Ahtab kalkıp doğrudan Kureyzâ oğullarının lideri Ka'b b. Esed'in yanına gitti. Ka'b görüşmeyi reddetti. Huyey: "Ben ucu bucağı olmayan deniz gibi bir ordu getirdim. Kureyş ve bütün Araplar ayağa kalkmışlar, hepsi de Muhammed'in kanına susamış durumda­lar. Bu fırsat, elden kaçırılacak gibi değil. Artık İslâm'ın sonu geldi" dedi. Ka'b hâlâ savaşa katılmaya razı değildi. "Muhammed'i daima sözünde duran biri olarak tanı­dım. O'nunla yaptığım anlaşmayı bozmam ve verdiğim sözde durmamam mertliğe sığmaz" dedilerse de savaşa katılarak Müslümanlarla yapılan anlaşmayı “Muhammed kimdir, anlaşma nedir, biz tanımıyoruz” diyerek bozdular, ihanet ettiler.

Hendek savaşından sonra geri çekilen Benî Kurayza’lılar, Safiyye'nin (ra) babası Huyey b. Ahtab’ı yanlarında götürdüler. Hz. Peygamber, “Hiç kimse silahını bırakmasın, hedef Kureyza” diyerek, Beni Kureyza’nın anlaşmayı bozmalarının hesabını sormak için yola çıktı. Beni Kureyza’lılar özür dileyip anlaşma zemini hazırlayacaklarına, Peygambere küfürler yağdırdılar. Kuşatma yaklaşık bir ay sürdü. Sonunda Sa’d b. Muaz’ın vereceği karara razı olacaklarını bildirdiler. Sa’d b. Muaz Tevrat’a göre hüküm verdi ve erkeklerin öldürülmesine karar verdi. Bu yaklaşık savaşa katılan 400 (Bkz. İbni Hişam, Beni Kureyza gazvesi) kişinin öldürülmesi demekti ve Yahudiler buna hiç itiraz etmediler.

 

oku biraz oku...çarptırılmayan yazıları oku! bak anlaşma metni ve bu metne bir ihanet durumu var...sonuçlarınada kendi rızalarıyla katlanma durumları var.bu adamlar Muhammedin kanına susadık deyip saldırırken iyi Muhammed aleyhisselam bunları imha edince kötü...sizin bu zihniyet değişmez zaten.filistinde ırakta çeçenyada rus ayısı israil canavarı ABD çavuşu bir müslümanı drenişçi deyip en hain bir şekilde vurup ırzına geçince yoksunuz ortada ama bir mazlum bu canavarlardan az bir intikam (ki oda meşrudur çünkü vatanını savunuyor) alınca ahada kıyameti koparıyorsunuz.vay efendim vahşet yok efendim bu müslümanlar böyle vs. bir yığın terane...kardeşim terazinizi doğru kurun doğru ölçüp biçin.

 

saygılar...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ahzap 26. Allah, ehl-i kitaptan, onlara (müşrik ordularına) yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz.

 

Ahzap 27.Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah'ın her şeye gücü yeter.

 

Beni Kureyza için gönderilen ayetler. Ayette Yahudilerin yeri, yurdu, malları ve toprakları müslümanlara miras olarak sunuluyor.

 

Tevrat'ta ise Filistin ve çevresi Yahudilere vaadedilmiş topraklar olarak sunuluyor. İki din birbirine çarpıştırılıyor. İki ümmet Allah'ın emrini yerine getirmeye çalışıyor. Bu savaş bitmez. Allah insanları işte böyle şaşırtır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Öyle ya! Babası birkaç saat önce öldürülmüş bir kıza "Köle mi olmak istiyorsun yoksa peygamberin, müslüman devletinin başkanının eşi mi?" diye soruluyor?

Sonuçta "eşi istemiş" oluyor. Ne mantık ama. Sıradan şehvet düşkünü bir adamdan söz etmiyoruz. Peygamber efendimizden bahsediyoruz.

Hiç mi yüreği sızlamadı o kadın ve çocukların acı feryatları karşısında, kocalarını ve babalarını kestirirken?

 

yukarda yazdım açıkladım canım dön oku tekrar edip durma aynı şeyleri...takıldın galiba :D

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Gılgameş kişisel yorum yapmadan, hakaretlere yeltenmeden yazmaya çalış.

Bilgin, fikrin yetersiz kalınca alaya ve iftiraya kalkışma.

Sana çifte standarttan söz ediyorum. Barıştan, adaletten yana olan insan savaşın her türlüsüne, zulmün, zorbalığın tümüne karşı çıkar. "Ben müslümanım, fethederim, cihat ederim, asarım, keserim." deyip karşı taraftan gelen zulme feryat etmez.

 

Gelelim Zeynep meselesine.

Burada Hz. hatice aklıma geliyor. Dünyada peygamberin tek eşi iken cennette onlarca eş ve cariyeyi nasıl kabul edecek bu onurlu ve otoriter kadın?

Hele hele evlatlıkları Zeyd'in Hz. Muhammed sebebiyle boşamak zorunda kaldığı eşi Zeynep'i nasıl eş olarak istemesini ve almasını kabullenebilecek?

Siz bir kadın olsanız, kocanızla birlikte bir çocuğu evlat edindirseniz, ona soyadınızı verseniz, büyüdüğünde evlendirseniz, kocanız evlatlığının gelinine aşık olsa, bu yüzden evlatlığınız eşini boşasa, kocanız da evlatlığınızın eşi ile evlense bunu kabul edebilir miydiniz?

 

Bir de tersini düşünelim. Siz bir erkek olsanız, karınızla birlikte bir kız çocuğunu evlat edinseniz, ona soyadınızı verseniz, büyüyünce onu telli duvaklı evlendirseniz, karınız evlatlığınızın kocasına aşık olsa, evlatlığınız bu sebeple boşansa, karınız da evlatlığınızın kocasıyla evlense bunu kabul edebilir miydiniz?

 

Çok mu abuk oldu? Abukluğu kadın erkek eşitliğinde aramayın. Allah insanı böyle şaşırtır işte.

 

Siz şimdi cennet hesabıyla bunları savuna durun. Mizanda görüşürüz. Eğriyi, doğruyu görürüz inşallah.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ahzap 26. Allah, ehl-i kitaptan, onlara (müşrik ordularına) yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz.

 

Ahzap 27.Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah'ın her şeye gücü yeter.

 

Beni Kureyza için gönderilen ayetler. Ayette Yahudilerin yeri, yurdu, malları ve toprakları müslümanlara miras olarak sunuluyor.

 

Tevrat'ta ise Filistin ve çevresi Yahudilere vaadedilmiş topraklar olarak sunuluyor. İki din birbirine çarpıştırılıyor. İki ümmet Allah'ın emrini yerine getirmeye çalışıyor. Bu savaş bitmez. Allah insanları işte böyle şaşırtır.

 

evvela israil oğullarının tarih sayfasından rast gele çıkarıp serdiğin bu meseleyi anlaman lazım bence.Allah israil oğullarına :

 

"Musa milletine şöyle demişti: "Ey milletim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Aranızdan peygamberler çıkardı ve sizi krallar yaptı. Alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi. Ey milletim! Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin, geriye dönmeyin; yoksa zarar edenler olursunuz."

 

sonra bu millet ne yaptı ayette dendiği gibi zarara uğradı ve dini bozdu...yani Allahın bağışladığı nimetlere sırt döndü...neden Allah onlara bu isyanlarına rağmen iyilikte devam etsin.yani senin çarpıttığın gibi halen vaad edilmişliği devam eden bir toprak üzerinde kıtal olmuyor hem sen hiçmi haritadan çakmıyorsun filistin nerde , beni kurayza toprağı nerde!!!yani mesele kutsal topraklarmış gibi meseleyi tersinden tutup takla attırıyorsun sonrada Allah bu kavimleri vuruşturmuş gibi konuşuyorsun...kronolojidende bi habersin anlaşılan zamanlarada ters takla attırmışsın...neyse yazdıklarını evvela kendin oku bence haa birde zahmet olacak benimkileride oku :D

 

saygılar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Gılgameş kişisel yorum yapmadan, hakaretlere yeltenmeden yazmaya çalış.

Bilgin, fikrin yetersiz kalınca alaya ve iftiraya kalkışma.

Sana çifte standarttan söz ediyorum. Barıştan, adaletten yana olan insan savaşın her türlüsüne, zulmün, zorbalığın tümüne karşı çıkar. "Ben müslümanım, fethederim, cihat ederim, asarım, keserim." deyip karşı taraftan gelen zulme feryat etmez.

 

arkadaşım sana hakaret eden bir tane ifademi göster! eğer sana hakaret edecek olsam sen yazmadığın halde bak benim yazılarımın sonu hep saygı kelimeleriyle bitiyor.şimdi kimmiş hakaret eden.bilgi yetersizliğine gelince sana verdiğim cevaplar zaten ortada haa yukarda bazı yazılar var müsatakil yazılmış onlarda cabası :D

 

Gelelim Zeynep meselesine.

Burada Hz. hatice aklıma geliyor. Dünyada peygamberin tek eşi iken cennette onlarca eş ve cariyeyi nasıl kabul edecek bu onurlu ve otoriter kadın?

Hele hele evlatlıkları Zeyd'in Hz. Muhammed sebebiyle boşamak zorunda kaldığı eşi Zeynep'i nasıl eş olarak istemesini ve almasını kabullenebilecek?

Siz bir kadın olsanız, kocanızla birlikte bir çocuğu evlat edindirseniz, ona soyadınızı verseniz, büyüdüğünde evlendirseniz, kocanız evlatlığının gelinine aşık olsa, bu yüzden evlatlığınız eşini boşasa, kocanız da evlatlığınızın eşi ile evlense bunu kabul edebilir miydiniz?

 

Bir de tersini düşünelim. Siz bir erkek olsanız, karınızla birlikte bir kız çocuğunu evlat edinseniz, ona soyadınızı verseniz, büyüyünce onu telli duvaklı evlendirseniz, karınız evlatlığınızın kocasına aşık olsa, evlatlığınız bu sebeple boşansa, karınız da evlatlığınızın kocasıyla evlense bunu kabul edebilir miydiniz?

 

Çok mu abuk oldu? Abukluğu kadın erkek eşitliğinde aramayın. Allah insanı böyle şaşırtır işte.

 

zaten ben birinin islama fransız olduğunu bu meseleyi ağzına alır almaz anlarım.zeynep binti cahş meselesi hakkında bu forumda kimleri susturdum.çünkü susmaya mecbur kalıyorlar.sonrada ellerinde bişey kalmayıncada yok öyleydi yok böyleydi diyip kıvırmaya başlıyorlar.okumadığın çok belli.onuda kısaca tekrar ederek yazarım okursun.

Siz şimdi cennet hesabıyla bunları savuna durun. Mizanda görüşürüz. Eğriyi, doğruyu görürüz inşallah.

 

inşallah diyip kendinle tezata düşme! inşallah Allahın izniyle dilemesiyle demektir. ve islami bir temennidir.sen hem islamın peygamberine laf atacaksın hemde bu peygamberin kullanmayı tavsiye buyurduğu bir kelimeyi ağzına dolayacaksın.

 

saygılar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

PEYGAMBERİMİZİN Hz. ZEYNEP BİNT-İ CAHŞ'LA EVLENMESİ

 

 

 

Hicretin 5. senesi, Zilkâde ayı.

Hz. Zeynep binti Cahş, Resûl-i Ekrem Efendimizin halası Ümeyme binti Abdülmuttalib'in kızı idi. Daha önce Peygamber Efendimizin evladlık edindiği Hz. Zeyd bin Hârise ile evlenmişti. Bu evliliğin dünürlüğünü de bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz yapmıştı.62

Hz. Zeynep ve ailesi böyle bir evliliği istemedikleri halde sırf Peygamber Efendimizin ısrarı üzerine rıza göstermişlerdi.

Hz. Zeyd, izzetli zevcesi Hz. Zeynep'i kendisine mânen küfüv (denk) bulmuyordu. Bu durum mânevî imtizaçsızlığa sebep oluyordu. Nitekim evliliklerinin birinci yılı henüz bitmişken, Hz. Zeyd, Peygamber Efendimize gelerek, "Yâ Resûlallah! Ben, âilemden ayrılmak istiyorum" dedi.

Peygamberimizin cevaben, "Zevceni tut boşama! Allah'tan kork" buyurdu.63

Fakat Hz. Zeyd, ferasetiyle Hz. Zeynep'in yüksek bir ahlâkta yaratılmış olduğunu ve bir peygamber hanımı olacak fıtratta bulunduğunu hissetmişti. Kendisini de ona zevc olacak fıtratta mânen küfüv bulmadığı için boşadı.

Peygamber Efendimiz, mânevî geçimsizlik sebebiyle Hz. Zeyd ve Hz. Zeynep arasındaki evliliğin son bulmasından son derece üzüldü. Çünkü, bu evliliği kendisi arzu etmişti. Durumun düzeltilmesi, mahzun Zeynep (r.a.) ile hâdiseden dolayı üzülen akrabalarının gönlünün alınması gerekiyordu.

Hz. Zeynep'in iddeti (boşandıktan sonra beklemesi gereken müddet) dolmuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz birgün Hz. Âişe Validemizle oturmuş sohbet ediyordu. Bu esnada kendisine vahiy geldi. İnen âyetlerde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:

"Zeyd o hanımla alâkasını kesince Biz onu sana nikâhladıktâ ki evlâtlıklarının boşadığı hanımlarla evlenmenin mü'minler için günah olmayacağı anlaşılsın. Allah'ın emri işte böylece yerine getirilmiştir.

"Allah'ın kendisi için takdir ettiği şeyi yerine getirmesinde Peygamber için bir vebâl yoktur. Daha önce geçen peygamberler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Allah'ın emri, tâyin edilmiş ve değişmez bir hükümdür."64

Vahiy hali sona erince, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz (a.s.m.) gülümsedi, "Allah'ın, onu bana gökte nikâhladığını, Zeynep'e, kim gidip müjdeler?" buyurdu.

Âyet-i kerimelerden açıkça anlaşılacağı gibi, Cenâb-ı Hak, Hz. Zeynep'i zevceliğe alması için Peygamberimize emir vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu emre uyarak Hz. Zeynep'i zevceliğe almıştır. Âyet-i kerimedeki "Biz onu sana zevce yaptık" beyanı bu nikâhın bir akdi semavi olduğuna açıkça delâlet ediyor. Demek ki, bu nikâh, harikulâde, örf ve zahiri muâmelelerin üstünde sırf Allah'ın emriyledir ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Allah'ın emrine boyun eğmiştir. Nefsî arzularla hiçbir ilgisi yoktur.

 

Bu evliliğin mühim bir hikmeti

Cenâb-ı Hakkın emriyle, Peygamber Efendimizle (a.s.m.) Hz. Zeynep arasında kurulan bu evliliğin ehemmiyetli bir şer'i hükmü olduğu gibi, Bütün mü'minleri ilgilendiren bir hikmet ve fayda tarafı da vardı. Bu da konu ile ilgili gelen vahyin: "Tâ ki, evlâtlıklarını, kendilerinden alâkalarını kestikleri zevcelerini almakta mü'minler üzerine günah olmasın" meâlindeki kısmında beyan buyurulmuştur.

Çünkü, Cahiliyye Devrinde, bir kimse birisini evlât edindiği zaman, halk, evlâtlığı, onun adıyla anar ve evlâtlık, öz evlât gibi o kimsenin mirasından faydalanırdı. Haliyle bu inanca göre, evlâtlığın boşadığı kadını, onu evlât edinen kimse alamazdı, bu haramdı.

İşte, Peygamber Efendimizin, Allah Teâlânın emrine uyarak, Hz. Zeynep'i zevceliğe almasıyla Cahiliyye Devrinin bu inanç ve âdetinin bâtıl olduğunu ortaya kondu. Böyle bir durumda mü'minler için de vebâl ve günahın söz konusu olamayacağı belirtildi.

 

Münafıkların Dedikoduları

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hz. Zeynep'le evlenince, her meselede fırsat kollayıp, Müslümanlar arasında fitne ve fesatı çıkarmaya can atan münafıklar, bu meselede de ileri geri konuşmaya başladılar. Cahiliyye Devri inancına göre, evlâtlığın boşadığı karısını almayı haram sayıp, bunu Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) aleyhinde dedikodu vesilesi yapıp, "Muhammed, evlâdın karısıyla evlenmeyi haram kıldı. Kendisi ise oğlu Zeyd'in boşadığı karısıyla evlendi" diyerek yaygaraya başladılar.65 Gelen vahiy bu hususa da açık bir şekilde şöyle cevap veriyordu.66

"Muhammed hiçbirinizin babası değildir; o Allah'ın Resûlüdür ve peygamberlerin sonuncudur. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir."67

Peygamberlerin, ümmetlerine bir baba gibi nazar ve hitapları risâlet vazifesi itibariyledir, beşeri şahsiyetleri itibariyle değildir. Bu bakımdan, elbette onlardan zevce almanın uygun olmayacağından bahsedilemez. Kur'ânı Kerim, zihinlerde bu hususta uyanacak herhangi bir istifhamı bertaraf etmek maksadıyla, meâlini aldığımız son âyet-i kerime ile mânen şöyle demektedir:

"Peygamber rahmeti İlâhiye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muâmele eder ve risâlet namına siz Onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyeti insaniye itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin! Ve sizlere 'oğlum' dese, ahkâmı şeriat itibariyle siz onun evlâdı olamazsınız!"68

Böyle bir çok cihetlerden hikmetleri bulunan ve hayırlara vesile olan bu pâk ve nezih evliliğe toz kondurmak ve bununla da Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yüce şahsiyetine gölge düşürmek niyetiyle çırpınıp duranların, hüsni niyetten ne kadar uzak ve maksadı hareket ettikleri, elbette ki, bu izahlarımız neticesinde, basiret ve feraset sahibi mü'minlerin gözünden kaçmaz...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Düğün Ziyafeti Ve Bir Mu'cîze

Evliliklerinde Ashabına düğün ziyafeti tertiplemek, Resûl-i Ekrem Efendimizin bir âdeti idi. Bu âdet, Müslümanlar arasında da günümüze kadar sünnet olarak devam edip gelmiştir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Zeynep'le evlendiği gün, Enes bin Mâlik'in annesi Ümmü Süleym, kendilerine yağda kavrulmuş biraz Medine hurması gönderdi. Gönderilen hurma küçük bir kap içinde ancak Peygamber Efendimiz ve Hz. Zeynep'e kâfi gelebilecek kadardı.

Hâdiseyi, bu bir avuç hurmayı getiren "Hâdimi Nebevî" ünvaniyle şöhret bulan Hz. Enes bin Mâlik şöyle anlatır:

"Nebî (a.s.m.) götürdüğümü kabul etti ve 'Bana, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi (r.a.) çağır' diye emretti. Bu arada daha birçok kimsenin ismini zikretti. Resûlullahın azıcık bir yiyecek için birçok kimseyi çağırmayı bana emretmesine şaştım. Ama emrine aykırı hareket edemezdim. Onların hepsini çağırdım.

"Bu sefer, 'Bak, Mescid'de kim varsa, onları da çağır' dedi. Öyle yaptım. Mescid'e gidip, orada namaz kılan kimi buldumsa onlara, 'Resûlullahın düğün ziyafetine buyurunuz' dedim.

"Geldiler. Nihayet sofra doldu. Bana, 'Mescid'de kimse kalmadı mı?' diye sordu. 'Hayır' dedim.

"Bu sefer, 'Bak, yolda kim varsa, onları da çağır' dedi.

"Çağırdım. Odalar da doldu. 'Gelmeyen kimse kaldı mı?' diye sordular.

"Hayır, yâ Resûlallah!" dedim.

"'Haydi çanağı getir' buyurdu.

"Getirip önüne koydum. Elini çanağın üzerine koyup bereket duâsında bulundu. Bundan sonra, 'Onar onar halkalansınlar ve herkes kendi önünden yesin' buyurdu.

"Dâvetliler emredilen şekil üzere oturarak doyuncaya kadar yediler. Böylece bütün dâvetliler bölük bölük gelip yiyip gittiler."Ben çanaktaki hurmaya bakıyordum. Sofada ve odalarda bulunanların hepsi ondan doyuncaya kadar yedikleri halde çanaktaki hurma getirdiğim gibi duruyordu.

"Resûlullah bana, 'Ey Enes! Kaldır' diye emretti.

"Ben de çanağı kaldırdım. Sonra da annemin yanına vardım. Hâdiseyi. olduğu gibi anlattım. Annem de bana, 'Hiç hayret etmene gerek yok! Eğer, Allah ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyarlardı' dedi."69

Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dini, dâveti ve risaleti umumî olduğu için, hemen hemen Kâinatın her nevinden mucîzelere mazhar olmuştur. Duâsıyla yemeklerin bereketlenmesi hususunda da birçok mucîzeler göstermiştir. Mevzu ile ilgisi bakımından bu mucîzeyi burada naklettik. Ve, duâ ediyoruz:

"Yâ Rab! Resûl-i Ekremin (a.s.m.) bereketi hürmetine bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan eyle!"

 

Hicâb Âyetinin Nâzil Olması

Hz. Zeynep'in düğün yemeğine dâvet edilenler, dağılmış, sadece üç kişi kalmıştı. Bunlar oturup konuşmaya dalmışlardı. Peygamber Efendimiz bu durumdan hoşlanmadı. Kalkıp Hz. Âişe'nin odasına kadar gitti. Sonra birbiri ardınca Ezvâc-ı Tâhiratın da odalarına uğradı. Biraz sonra konuşanlar gitmişlerdir zannıyla döndü. Fakat, onlar hâlâ konuşmalarına devam ediyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara birşey diyemedi. Tekrar, Hz. Aişe Vâlidemizin odasına doğru gider gibi davrandı. Bu sırada onlar da kalkıp gittiler. Peygamber Efendimize haber verilince hemen geri döndü. Hücre-i Saâdete girdi.

Daha önceleri de Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah! Hanımlarınızı perde arkasına alsanız. Zira, huzurunuza her çeşit insan gelir, gider" derdi. Fakat, Cenâb-ı Hak tarafından herhangi bir emir gelmediğinden Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ömer'in bu sözüne karşı sükût ederdi. Hattâ bir gün Ezvâc-ı Tâhirattan Hz. Sevde'yi dışarda görmüş ve "Ey Sevde! Biz seni tanıdık" demişti.70 Bu sözü, Hicab hakkında İlâhî emrin gelmesini şiddetle arzu etdiği için sarfetmişti.

Hz. Zeyneb'in düğün yemeğinde de yukarıda bahsettiğimiz hâdise meydana gelince, hicâb âyeti nâzil oldu:

"Ey îmân edenler! Yemek için dâvet olunmadan Peygamberin evine girip de orada yemek vaktini beklemeyin. Dâvet edildiğinizde ise girin; fakat yemeğinizi yedikten sonra sohbete dalmadan dağılın. Bu hareketleriniz Peygambere eziyet verir; o da size bunu açıklamaktan sıkılır. Allah ise hakkı açıklamaktan çekinmez. Peygamberin hanımlarından birşey istediğinizde de perde arkasından isteyin. Hem sizin kalbiniz, hem de onların kalbi için bu daha temiz bir harekettir. Ne Allah'ın Resûlüne eziyet vermeniz, ne de ölümünden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız size ebediyen câiz değildir. Muhakkak ki bu Allah katında pek büyük bir günahtır."71

Nâzil olan bu âyet-i kerimeyi Peygamber Efendimiz dışarı çıkıp halka okudu. Bunun üzerine Ezvâc-ı Tâhirat da perde arkasına çekildiler.72

Bundan sonra, neseb ve süt emme yönünden akraba olanlarla, hizmetçi ve hürriyetlerine kavuşmak için anlaşma yapmış bulunanlar dışındakilerle Ezvâc-ı Tâhirat gerektiği zaman ancak perde arkasında konuşur görüşürlerdi.73

Bir gün Peygamber Efendimizin yanında Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Meymune bulunuyordu. Bu esnada âmâ olan Abdullah ibni Ümmi Mektum (r.a.) içeri girdi. Peygamberimiz hanımlarına, "Perde arkasına çekiliniz" diye emretti.

Onlar, "Yâ Resûlallah, o âmâ değil midir? Gözleri görmez ve bizi tanımaz" dediler.

Peygamber Efendimiz, "Siz de âmâ mısınız? Onu görmüyor musunuz?" buyurdu.74

 

Müslüman Kadınlara Tesettürün Emredilmesi

Bir kısım edepsiz münafıklar, köle kadınlara sataşırlardı. Zaman zaman sâir kadınları da, köle zannıyla rahatsız ederlerdi.

Bunların, mü'minlerin hanımlarını da rahatsız ettikleri olurdu. Neden böyle yaptıkları sorulduğunda ise, "Biz onları köle sanmıştık" diyerek mazeret uydururlardı.

Bu hâdiseler üzerine Müslüman kadınların örtünmelerini emreden şu âyet-i kerime nâzil oldu:

"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların hür ve iffetli hanımlar olarak tanınmaları ve eziyete uğramamaları için daha uygundur."75

 

62. Tabakât, 8:101.

63. A.g.e., 8:101; Tirmizî, Sünen, 5:354; ibn-i Kesir, Tefsir, 3:491.

64. Ahzab Sûresi, 37-38.

65. Cahiliyye Devrinin bu evlâd edinme âdeti Kur'ân-ı Kerîmin şu mealdeki âyet-i kelimeleriyle ortadan kaldırılmıştır. '... Allah evlâtlıklarınızı, oğullarınız hükmünde kılmamıştır. Bunlar sizin ağzmızdaki mânâsız bir sözden ibarettir. Allah ise hakkı bildiriyor ve kullarını doğru yola iletiyor.

'Onları kendi babalarına nisbet edin; Allah katında doğru olan budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, zâten onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Bu hususta unutarak veya bilmeyerek yaptığınız hatadan dolayı sizin için bir günah yoktur; siz ancak kasten yaptıklarınızdan mes'ulsünüz. Allah ise çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.' (Ahzab Sûresi, 4-5.)

66. Tirmizî, Sünen, 5:352.

67. Ahzab Sûresi, 40.

68. Mektûbat, s. 28-29.

69. Müslim, 2:1051.

70. A.g.e., 4:151.

71. Ahzab Sûresi, 53.

72. Müslim, 4:151.

73. Tabakât, 8:177.

74. A.g.e., 8:178.

75. Ahzab Sûresi, 59.

salih uruç beyefendiden alıntıdır.

 

 

 

 

saygılarımla umarım okursun...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.