Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

55 Yıllık Sağcı İktidarların Marifetleri


Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

Sanki Türkiyenin kaderi diyesi geliyor insanin;1950 yilindan bugüne kadar gelen hangi sag yönetim olduysa Türkiye bagimsizligindan biraz daha kaybetmistir.Ülkenin gururunu sagci gecinen arkadaslar kizacak ama kurtaranlar hep solcu diye adlandirilan yönetimler kurtarmistir.1963 kibris harekati 1974 kibris harekati,Amerikanin Demirel yönetimine yasaklattigi hashas ekimini ecevit -benim ülkemde neyin ekilip bicilecegine biz karar veririz -diyerek serbest birakarak madur olan hashas ciftcisinin hakkini kurtarmistir.Ecevit zamanindaki yag kitliginin ana nedeni Ecevitin yag fiatlarina getirdigi sinirlamayi hazmedemeyen spekulatörlerin oyunlaridir ki zaten bu soyguncular tarihin her sahifesinde halkin sirtindan gecinmekten baska bir kazanc yolu bulamamislardir.Özal zamaninda ülke hayali ihracatcilarla dolmus ve devletin milyonlarca dövizi havaya ucmustur.organize cetelerin hemen hepsi Özal devrinin eserleridir.Bugünkü iktidar secimden önce milletvekili bagimsizligina sinirlama getireceklerini vaad etmis lakin bu sözünde bugüne kadar durmamistir.bünyesinde bircok saibeli isimleri barindiran AKP verdigi sözü tutma basiretini gösterememistir.kisacasi Türkiye hergecen gün bagimsizligindan biraz daha kaybetmektedir.

saygilarla

  • Cevaplar 84
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Gönderi tarihi:

Türkiyenin bağımsız olduğuna kargalar bile inanmaz , çünkü düşman Atatürkün tüm makamlarına , yayın organlarına , siyasi partilerine kadar kontrol edebiliyor adamlarını getirtmiş! İşte solcuların çok sevdikleri insanlar onlar , halbuki o makamlara gelmişlerin çalıştıkları kişiler ülküler farklı..Ama bu bizim solcularımıza göre önemsiz birşey , çünkü onlara islam önemsiz geliyor! Onlarda böylelerinin değirmenine su taşımak gibi bir hıyanetin farkında dahi değiller..Bu ülkeyi Menderes - Turgut Özal ve eğer öldürtmezlerse (ki suikastlere uğradı o da ama bunların nedenie ********* aklı ermez) Tayyip Erdoğan düzlüğe çıkartacaklardı,çünkü üçüde samimi vede bilgili insanlar , Demokrat Parti başa geçtiğinde aldığı % 70 lere yakınlık oy gösteriyor BAZILARININ BU ÜLKEYE NASIL ZARAR VERDİĞİNİ , DÜŞMANA ÇALIŞTIKLARINI , Çile çeken , öldürülen , karalanan bu ülkeye bişeyler kazandıran vede kazandırmaya uğraşan hep sağcılardı ama onlara engel olmaya kalkan yahudi ****** solcular vardı , onlar bunların hesabını nasıl verecekler bakalım , halkımızın gözünü açmaya ant içtim ben , unutturmayacam , biz yapma ızdırabındayız onlar yıkma sabetay egemenliğini sürdürme derdindeler ama buna akılları ermez onların , VAR MI ACABA ÇAKTIKLARI BİR ÇİVİ ŞU MİLLET İÇİN , işte böyle karalamak için akrabalarının cürümlerine kadar düşüyor bazı *********

Gönderi tarihi:

68 kuşağından olan bizler, o yıllarda devrimci gençlik olarak sosyalizmi bir “idol” olarak görmekteydik. Kapitalizmin savunucusu ABD ile işbirlikçi iktidar yıkılıp yerine sol bir iktidar geldiğinde, bütün yolsuzluklar sona erecek kutsal emeğin hakkı verilecekti.

 

Sokağa dökülen ve çarpık düzeni değiştirme iddiası ile ortaya çıkan solcu gençliğin yanında milliyetçi, muhafazakar kesimlerin de ortak paydası farklı politik yollardan da olsa ülkede insanca bir yaşam sağlamak idi. Sol hiçbir zaman iktidara gelemedi ama ABD’nin emperyalist bir güç olduğunu, zaman içerisinde bu slogan yüzünden solcuları döven hatta öldüren sağ kesim de kabul etmek zorunda kaldı.

 

Geçmişten kalan “ABD emperyalizmi” ortak paydası dışında değişen sol ve gelişen sağda diğer bir ortak paydanın “yolsuzluk” olduğunu görüyoruz.

 

55 yıllık çok partili Türk demokrasi yaşamında tek partili iktidarların ömrü ortalama 1,5 dönemdir. Bunun ilki genellikle “hizmet” dönemidir. İktidara gelen yeni gelin ilk önce işe sarılır. Yaptığı yatırımların nemasını da ilk gelen seçimlerde alarak yeniden seçilme şansına sahip olur. İkinci dönem ise kendine çalışma dönemidir. Artık ekilen tohumlardan yeşeren filizlerin bir kısmı da yan cebe gitmelidir.

 

1950 de iktidara gelen DP iktidarının ilk dört yılda yatırıma ve hizmete susamış olan memlekete önemli katkıları olmuştur. Bunu kimse inkar edemez. İkinci dönem işe yolsuzluklar ve yanlışlıklar dönemidir.

 

İkinci örnek, ANAP iktidarıdır. 1983 de tek başına iktidara gelen Özal ve ekibi Türkiye için bir çok yenilikler getirmiş, önemli hizmetleri gerçekleştirmiştir. İkinci dönemde ise başta “hayali ihracat” olmak üzere yapılan yolsuzluklar ayyuka çıkmıştır.

 

Sol, 1989 da ancak “yerel”de iktidara gelmiştir. Türkiye’nin hemen hemen tüm büyükşehir belediye başkanlıkları ile diğer büyük il ve ilçelerde belediye seçimlerini kazanmıştır. Kazanılan bu başarı başta İSKİ olmak üzere yolsuzluklar yüzünden ancak bir dönem sürebilmiştir.

 

Milliyetçi grup ise 1999 da “konjonktürel” iktidara ortak oldular. Elde ettikleri bu fırsatı iyi değerlendirmesi ve adı ile mütenasip bir icraat yapması beklenen bu grup 3,5 yıllık iktidarlarında malesef yolsuzluk batağına saplandılar.

 

AKP de bu konuda hızlı çıktı. 1,5 uncu dönemi beklemeden yolsuzluk işlerine soyundular. Oysa, seçimlerde yolsuzlukla mücadele etmek için iktidara geleceklerini söylüyorlardı!

 

Sayalım; Önce enerji yolsuzluğu (Enerji yolsuzluğu artık klasikleşti, her iktidara gelen yapıyor. Uzmanlaşma ANAP döneminde olmuştur). Dünkü Hürriyette Fatih Altaylı yazdı. Finlandiya’da Vaisala firmasından Orman Bakanlığınca alınan meteorolojik aletler. Muhafazakar yöneticilerimiz otelde şarap ta içmişler. Helal olsun. Emin Çölaşan’ın yazdığı, 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde AKP Çankaya Belediye Başkan adayı Mesut Çağlar Bozoğlu’na verilen jet ihale.

 

Tokat’ta Tekel Sigara fabrikasına yeni diye alınan ikinci el makinalar.

 

TSE ve Gümrük yolsuzluğu. Rusya’dan tarımda kullanılacak gübre diye ithal edilen sanayi ürünleri. Bunlara TSE labratuvarlarında verilen sahte raporlar.

 

Örneklerin çoğalmasını dilemiyoruz ama bal tutan parmağını yalıyor.

 

M.Yüksel Eğinli

 

Susurluk, Madımak ve banka sistemi faturası

-05/07/04- Bir iktisatçı, bankaların nasıl kötü duruma düştüklerini şu şekilde açıklıyor. “Önce teknik kötü yönetim, sonra kozmik kötü yönetim, daha sonra çaresizlik içinde yönetim ve en sonunda da hileli yönetim.''*

 

 

Pek çok Türk bankası, son 15 yılda bu aşamaları ziyadesiyle yerine getirdi, filmin sonunda da kur politikası çöktü ve milli gelirin %40’na yaklaşan bir fatura ile karşı karşıya kaldık. Resmi açıklamalara göre -kamu 22, özel bankalar 55 milyar dolar - Türkiye’nin banka sisteminin maliyeti 77 milyar dolara ulaşmış vaziyette. Hali hazırda, bu faturanın 58 milyar dolarını Hazine ödemiş bulunuyor. Hazine bu faturayı ödemek için iç ve dış borçlanma yapıyor, daha ucuz kaynak temin etmek için IMF’ye gidiyor. Sonuçta bu faturayı, gerçek sorumlusu olmayan tüketiciler, mükellefler, vatandaşlar olarak, biz ödüyoruz.

 

Peki diğer ülkelerde durum nasıl, bu tür maliyetler ne şekilde tahsil ediliyor? Banka batışlarında batılı kapitalist ülkelerde izlenen yöntem şu: sırasıyla, öncelikle bankaya borcu olanlara, banka sahiplerine, yöneticilerine, en sonunda da mevduat sigortalarına, mevduat sahiplerine ya da Hazineye başvuruluyor.

Peki, biz zararı tahsilata nereden başladık, kimlere yükledik ? En sondan, Hazine’den başladık, vatandaşa yükledik. Peki, zararı yükledikte, hesap sorduk mu? Hayır.

 

Peki, bu zararı yükledikte, banka sistemi ayağa kalktı mı, sağlığına kavuştu mu? Hayır, daha yapacak çok iş var!

 

KIRMIZI ÇİZGİLER

 

Dünyada, son yıllarda yaşanan mali krizlerin ardında yatan unsurların başında, bankaların iyi yönetilememiş ve denetlenememiş olduğu görülmektedir.

 

Hal böyle iken, yolsuzluklarla, hırsızlıklarla yoğrulmuş, çok yüksek bir banka maliyeti ödenir iken, birileri kalkıp şunları söylüyor: ‘banka rezaletleri lakırdısını bırakalım, olmuşsa olmuş, 3 yıldır hortum, rezillik konuşuyoruz, bunları kapatalım, sünger çekelim, zaten banka yolsuzluğu bir hurafedir’ Bu ne demek? ‘Ey vatandaş, banka maliyeti ve rezaleti hakkında konuşma! Bir tüketici olarak bu maliyeti öde, fakat sorgulama! Yeni kırmızı çizgin budur!’ demek.

 

Elbette; banka maliyetinin çizgileri belirlenmeli, ne kadarı hurafe, ne kadarı yolsuzluk ve yanlış yönetim, ne kadarı uygulanan iktisat politikaların etkisi, bunları ortaya koymalıyız. Devletin hortumu ile hırsızın hortumunu ortaya dökmeliyiz.

Sağlam bir demokrasiye sahip ülkelerin vatandaşları, kendilerinin üretmediği maliyetleri ancak şu şekilde üstlenirler: önce maliyet sorgulanır, maliyeti yaratanlardan yargıda hesap sorulur, maliyeti yaratan siyasetçi, bürokrat, banka sahibi ve yöneticisi tasfiye olur, iyi kötüyü kovar ve sonunda da maliyet, toplumsal kesimlerce adil bir şekilde paylaşılır. Mali sisteme güven bu şekilde oluşur.1970-80’lerin İtalya’sını unutmayalım.İtalya, temiz eller operasyonları ile iki başbakanı, onlarca milletvekilini, bürokratı, bankacıyı, iş adamını,gazeteciyi sorguladı ve yargıladı. Pek çok kişi mahkum oldu.

 

Bu şekilde demokrasi ve hukuk gelişir, kalıcılaşır, anayasal vatandaş olunur, kural hakimiyeti ve arınma sağlanır.Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde kırmızı çizgilerin kaldırıldığı dönemde, yeni kırmızı çizgiler koymak, banka faturasını unutmaya zorlamak ve telkin etmek, ahlaki yaranın daha da genişlemesine neden olur. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı banka faturası, ‘Susurluk’tur, Madımak’tır, unutulmamalı ve unutturulmamalıdır.’ Mevduata güvencenin sınırlandığı bugün, nazarı dikkatinizi

 

Ekonomik ve siyasal kriz dalgaları

90’ların ikinci yarısından itibaren, büyük burjuvazi kendi projelerini uygulatma doğrultusunda bir yandan uluslararası destek arayışlarını sürdürürken, bir yandan da burjuva partiler içinde ve devlet katında (asker-sivil yüksek bürokrasi içinde) “ikna”çalışmalarını sürdürdü. 1994-95 ekonomik krizinin de yaşandığı bu süreç, Türkiye kapitalizmi açısından zorluklarla dolu ve gelecekte yeni krizlere gebe bir süreçti. Çünkü ağır iç ve dış borç yükü altında yamulmuş olan Türkiye ekonomisi son derecede kırılgan hale gelmişti. Yeniden derin bir ekonomik krizin içine yuvarlanmaması için kapitalist ekonominin çarklarının döndürülebilmesi gerekiyordu. Çarkın döndürülmesi ise yeni para girişine bağlıydı ve yeni para girişi de yeniden borçlanmak anlamına geliyordu.

 

Ancak borçlanabilmek için istikrarlı bir siyasal ortama ve keza, borç para verenlerin (İMF’nin ve Dünya Bankasının) önerdiği programı aksatmadan ve sulandırmadan uygulayacak “güçlü” ve “irade sahibi” burjuva hükümetlere gereksinim vardı. Yani özetle söyleyecek olursak; borç batağına batmış kapitalist bir ülke olan Türkiye’de, siyasetle ekonominin kaderi ölümcül bir biçimde birbirine bağlı hale gelmişti. Nitekim 90’ların ikinci yarısından itibaren burjuva siyaset sahnesinde yaşanan olaylar da bunu birçok bakımdan fazlasıyla kanıtlayacaktı. Örneğin siyasal rejimin ve dolayısıyla siyasal iktidar mekanizmasının yeniden yapılandırılması, AB ile ilişkiler, Kürt sorunu ve Kıbrıs sorununun çözümü konularında burjuva fraksiyonlar arasında çıkan politik çatışmaların hem ekonomiyi hem de siyasal süreci nasıl doğrudan etkilediği ve burjuva düzeni nasıl bir çözümsüzlüğün içine sürüklediği görülecekti. Nitekim art arda kurulan ve dağılan koalisyon hükümetlerinin durumu da, bu çözümsüzlüğün somut ifadesinden başka bir şey değildi.

 

Yaşanan çalkantılı süreç, Çiller’in başbakanlığı döneminde patlak veren siyasal krizde yansımasını bulduğu gibi, irticanın en büyük ve yakın tehlike olduğu masalı eşliğinde harekete geçen askeri bürokrasinin 28 Şubat 1997 tarihli ve post-modern diye tanımlanan “örtük” darbesinde de somutlandı. Böylece statükocu güçler kendilerince önemli bir hamle gerçekleştirmiş ve dönemin başbakanı Erbakan’ı istifaya mecbur kılarak Refah-Yol hükümetini düşürmüş oluyorlardı. Ardından Refah Partisi kapatılıyor ve devlet bürokrasisinin gözdesi Ecevit’in başbakanlığında, DSP’nin ANAP ve Doğru Yol destekli azınlık hükümeti kuruluyordu. Fakat statükocu bürokrasinin bu atakları da hükümet krizlerine çözüm olmayacaktı.

 

Nitekim 1999 yılında Türkiye bir erken genel seçime sürükleniyor ve neticede DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti dönemi başlıyordu. Bu hükümet, Türkiye’nin AB’ye katılımı için gerçekleştirilmesi gereken reform sürecini, başbakan Ecevit’in “pilli bebek” benzeri yürüyüş temposuyla ağır aksak sürükledi. 1999 Helsinki zirvesinde Türkiye’nin aday üyeliğinin açıklanmasından sonra, AB, Kopenhag kriterlerini yerine getirmesi ve Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda adım atması için Türkiye’ye baskıyı arttırdı. Bu gelişme, gerek “demokratikleşme” yönünde yapılacak değişiklikler konusunda, gerekse de Kıbrıs sorununun çözümü konusunda yapılan tartışmaları kızıştırmış ve burjuva iktidar bloku içindeki çatışmayı tırmandırmıştı.

 

Nihayet hiç “beklenmeyen” ekonomik kriz, 2001 yılının başında Cumhurbaşkanı Sezer’in elinde tuttuğu küçük ebatlı bir kitapçığı (12 Eylülcü generallerin Anayasasını) Başbakan Ecevit’in yüzüne fırlatmasıyla oluşan “hava basıncı” sonucunda patladı ve kapitalist ekonomiyi fena halde salladı. Bu öylesine derin bir krizdi ki, artık burjuva iktidarların idare-i maslahatçılıkla geçiştirebilecekleri bir durum yoktu ortada. Kapitalist ekonominin içinde bulunduğu açmazı, Türkiye kapitalizminin uzun dönemli çıkarları açısından değerlendiren burjuvazinin akil ve uzak görüşlü temsilcileri (TÜSİAD), sorunların çözümü için AB yanlısı bir ekonomik ve politik stratejinin vakit geçirilmeksizin uygulanmasını açıktan talep eder hale geldiler.

 

Burjuvazinin bir diğer kesimi (“ordu partisi” nin yanında saf tutar gözüken ve de aniden “anti-emperyalist”, “yurtsever” kesiliveren bir kısım işadamı, burjuva siyasetçi, askeri-idari-adli yüksek bürokrasi, üniversite uleması, gazeteci, yazar vb.) ise, önerilen bu stratejiyi açıktan reddetmemekle birlikte, uygulanmasını geciktirmek, erteletmek için ortalığı velveleye verdiler. Ortalık milliyetçi nutuklardan, “Türkün Türkten başka dostu yoktur” nidalarından geçilmiyordu. Yani anlayacağınız, burjuva kamp içindeki it dalaşı iyice kızışmıştı. Bu arada kendilerini halka “solcu-sosyalist” diye satan, ama gerçekte Kemalist burjuva milliyetçiliğinin (onlar buna “yurtseverlik” diyorlar!) bir parmak ötesine geçememiş olan küçük-burjva siyaset esnafı da burjuva milliyetçilerin kuyruğuna yapışarak aynı kervana katıldılar.

 

Egemen sınıf bloku içinde yürüyen çatışmanın sanıldığı gibi salt Kıbrıs ya da AB’ye katılım sorunuyla ilgili bir çatışma olmayıp, aslında iktidar ilişkilerini belirlemeye yönelik bir hegemonya mücadelesi olduğu, süreç ilerleyip çatışma şiddetlendikçe daha bir açıklıkla ortaya çıkacaktı. Büyük burjuvazinin ve AB yanlısı diğer burjuva kesimlerin öncüsü ve sözcüsü olarak öne çıkan TÜSİAD, kendi politikalarını egemen kılmak için 1990’lardan beri her yolu denemiş, ama mevcut burjuva partilerin oluşturduğu koalisyon hükümetlerinden hiçbirisine bunu tam olarak uygulatamamıştı.

 

Bu durumda TÜSİAD, statükoya teslim olan ve süreç içinde toplumsal desteklerini de iyice yitirmiş bulunan “laik” ve de “modern” görünümlü burjuva partilerden umudu kesmişti. Bu partilere alternatif olabilecek, halkın gözünde yıpranmamış yeni bir burjuva siyasal oluşumun arayışı içine girdi TÜSİAD. Bu oluşumun ortaya çıkması için de çok beklemesi gerekmeyecekti. Kendisi de otoriter-statükocu devlet düzeninden mustarip olan ve siyasal varlığını bu “laik” devlete kabul ettirebilmek için meşruiyet savaşı veren İslami bir partinin (AKP) kuruluşu, TÜSİAD’a aradığı parti oluşumunu sunacaktı. AKP “yeni” bir siyasal oluşumdu ve üstelik halkın gözünde, “gadre uğramış” mütedeyyin insanların oluşturduğu bir parti imajı çiziyordu.

 

Nitekim 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimin sonuçları da bu gerçekliği teyid edecekti. Seçim sonuçları, yıllardan beri derin bir ekonomik ve siyasal bunalım içinde debelenen burjuva düzene ve bu düzenin birikmiş tarihsel sorunlarına çözüm getiremeyen statükocu düzen partilerine karşı halkın duyduğu kitlesel tepkinin çok açık bir ifadesi oldu. Bu seçimlerde halk, mevcut statükoyla bütünleşip değişime karşı direnen ve hamasi nutuklarla, idare-i maslahatçılıkla işleri geçiştirmeye çalışan tüm burjuva partileri buruşturup çöp sepetine attı. Statükonun (yani baskıcı-otoriter devlet düzeninin) yanında görünen düzen partileri, halkın nezdinde büyük bir güven ve itibar erozyonuna uğradılar.

 

1999’da yapılan genel seçimlerde oyların toplam yüzde 53,8’ini alarak iktidar olan statükocu düzen partileri (DSP, MHP, ANAP), 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimlerde oyların ancak yüzde 14,7’sini alarak barajın altında kaldılar. Bu partilerin yanı sıra, statükoyu temsil eden Doğru Yol Partisi ile siyasette kaşarlanmış ve kendi tabanının bile güvenini yitirmiş olan Erbakan’ın Fazilet Partisi de barajı geçemedi. Oysa statükonun değişmesinden, demokratik dönüşümlerin yapılmasından yana olduğunu, AB’ye katılmayı desteklediğini deklare eden ve bizzat kendi siyasal varlığının kabulü için statükoya karşı meşruiyet mücadelesi veren ve de “mazlum”u oynayan AKP ise, halktan en çok oyu alan parti oldu erken genel seçimlerde.

 

3 Kasım seçimlerinin sonuçları, bir yandan kapitalizmin yarattığı ekonomik krizlerin mengenesi altında ezilen, öbür yandan baskıcı-otoriter burjuva devlet düzeninin oluşturduğu boğucu siyasal atmosferden bunalan halkın tepkisini açıkça ortaya koymuştu. Seçim sonuçları da gösteriyordu ki, gerek Kürt sorununda, gerek Kıbrıs sorununda ve gerekse AB’ye katılım konusunda statükocu düzen partilerinin yaptıkları milliyetçi-şoven propagandalara, attıkları “vatan-millet-sakarya” nutuklarına ve de “bu devlet hepimizin” palavralarına emekçi kitlelerin artık karnı toktu ve güçlü bir değişim isteği kitleler arasında günbegün yayılmaktaydı. Çünkü sürgit aynı ekonomik ve siyasal baskı koşulları altında yaşamaktan gına gelmişti emekçi kitlelere!

 

Ne var ki bu seçimler, yadsınamaz bir gerçekliği daha gözler önüne sermişti: İşçisi ve emekçisiyle son derecede örgütsüz ve dağınık bir durumda olan ve içinden geçilmekte olan bu tarihsel konjonktürde kendisine yol gösterecek enternasyonalist komünist bir siyasal önderlikten de yoksun bulununan emekçi kitleler, demokratik dönüşümleri kendi örgütlü mücadelelerinden değil de, burjuva politik güçlerden bekler duruma gelmişlerdi. Emekçi kitleler açısından gerçeklik buydu ne yazık ki!

 

3 Kasım erken genel seçiminden sonra ortaya çıkan tabloya bakıldığında, bu aşamada TÜSİAD’ın istekleriyle AKP’ninkiler örtüşmekteydi. AKP kendi meşruiyetinin kaynağını ve güvencesini, Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de işletilmesinde görürken, sözcülüğünü TÜSİAD’ın yaptığı büyük burjuvazi de geleceğini ulusal sınırlar içerisine hapsolmuş bir kapitalizmde değil, Batıyla entegre olmuş bir kapitalizmde görmekteydi. AB ile entegrasyon sürecinde burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ve “Batıcı”, “laik”, “modern” geçinen burjuva partilerin yapamadığı reformları, belki de bu “dini bütün” müslüman burjuva partisi (AKP) yapacak ve AB sürecinin önünü açacaktı! Neden olmasın, burası tarihsel ironilerin yaşandığı bir ülke, burası Türkiye idi!

 

Nitekim AKP, hükümeti kurar kurmaz başlattığı hamlelerle ve özellikle AB’den takvim almak için yaptığı girişimlerle, daha ilk günden ulusal ve uluslararası sermaye kuruluşlarının dikkatini üzerine çekmeyi başardı. Hele Tayyip Erdoğan’ın, daha başbakan olmadan ve hatta siyaset yasağı tartışılırken çıktığı dünya turunda (bir Avrupa’da, bir Amerika’da gezindiği günlerde yani) gösterdiği siyasi performans, yerli ve yabancı sermayenin “gerçekten” takdirine mazhar oldu!

 

AKP liderleri, AB’ye uyum çerçevesinde demokratik dönüşümlerin yapılmasını, devletin küçültülmesini, bürokrasinin azaltılmasını, rejimin liberalleştirilmesini, Kıbrıs sorununun mutlaka çözülmesini ve de AB ile bütünleşmenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını öncelikli görevleri arasında sıralıyorlardı. Başta büyük burjuvazinin örgütü TÜSİAD olmak üzere, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin hükümetleri, AKP’nin “laftan anlayan” ve de “birlikte iş yapılabilecek” bir siyasal muhatap olduğuna ikna olmuşlardı. Büyük burjuvazi, hiç değilse belli bir dönem için birlikte iş yapabileceği, geniş kitle desteğine sahip, “enerjik” bir burjuva partiye kavuşmuştu ve onlar için bundan iyisi de can sağlığıydı!

 

Mecliste büyük bir çoğunluğa sahip olan AKP hükümetinin, gerek AB’ye uyum çerçevesinde Türkiye’deki burjuva siyasal yapıyı dönüştürme (rejimi “demokratikleştirme”) konusunda attığı adımlar ve gerekse Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda yaptığı uluslararası temaslar, devlet katındaki statükoculuğa vurulmuş darbeler anlamına gelmekteydi. AKP hükümetinin attığı bu adımlara, içerde büyük sermaye çevrelerinden, dışarda ABD’den ve AB’den büyük destek geldi. Bu gelişmeler, burjuva düzen açısından değişimin önünü tıkayan idare-i maslahatçılığın (iş yapar görünüp, gerçekte işleri sümen altı etmenin) artık işleri iyice aksattığının sinyallerini veriyordu. Durumun ciddiyeti devlet katındaki statükocu güçler tarafından kavrandığı an, burjuva iktidar bloku içindeki çatışma daha da sertleşti.

 

AB’ye uyum yasaları çerçevesinde yapılması istenen değişikliklerin başında, ordunun siyasetteki ağırlığının kaldırılmasına yönelik olarak Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılması, YÖK yasasının değiştirilmesi ve daha pek çok Anayasal ve yasal değişikliklerin vakit geçirilmeksizin gerçekleştirilmesi geliyordu. 12 Eylül’den bu yana siyasal iktidarlar üzerinde MGK aracılığıyla hegemonyasını sürdürmüş olan ordunun tepesindeki yüksek askeri bürokrasi ve onunla kader birliği içinde olan adli, idari ve “ilmi” yüksek bürokrasi, bu değişimin iktidar mekanizmasındaki merkezi konumlarına ne kadar ciddi bir tehdit oluşturduğunu algılamakta gecikmediler.

 

Ardından gelen 2004 yerel seçimlerinde AKP’nin yüzde 40’ın üzerinde oy alarak iktidardaki konumunu güçlendirmesi, iktidarı paylaşan statükocu güçlerin geleceği açısından daha da endişe verici bir durum oluşturdu. Sürecin, her geçen gün bu statükocu güçlerin aleyhine işlediği açıktı.

Gönderi tarihi:

Kardeşim onlar ne ki bak benim aklımda kalanlar ;

 

-Hep ne olduğu belli olmayan , ONU VAR ETMEK İÇİN sahte dinci gruplar kurdurtup eylem yaptırtıp , DİN DÜŞMANLIĞININ TAKİYYESİ OLAN İRTİCA yaygaraları kopararak devletten ve ülkemizdeki , vatan evladı müslümanları ve müslümanlığı kazımaya engel olma çabaları var bunların.Bu arkadaşlar bir israil politikasııdır , eee bunu yaptırmak içinde onlara çalışan masonları ve sabetayları kullanacaklar heralde :excl:

 

-Çıkrttıkları olayların hemen akabinde 2. Menemen olayı demeleri , halbuki Menemen olayınıda ONLAR ÇARPITMIŞLARDIR..O üzücü olayı çıkaranlar daha çocuk yaşta ve o beldenin esrarkeş gençleridir..Çok öğrenmek isteyen vede SORULARA CEVAP VEREBİLECEK ilme sahip arkadaşlar DEVİR DEVİR CUMHURİYET GAZETESİ başlığına bakabilirler..

 

-Dahası mevcut iktidarları istedikleri yönde kullanamadıklarından , devletin üst mercileri onların hakimiyetinden çıkma korkusu yaşadıklarından , devirmek 'ne yaparsan yap engelleyin' talimatı aldıklarından SİNEİ MİLLETE DÖNME , DAMAT FERİTTE SATMIŞTI , ŞUNU BUNU GÖREVİNDEN AL demeleri

Kısaca KRİZ MÜTAHİTLİĞİ VE ÜLKEYİ GERİLİME SOKMA ÇABALARI , başbakan çok isabatli bir yorumda bulundu bana göre :)

 

-Atatürkün nefret ettiği huzurlarından 'defolun karşımdan yahudi ******** , benim milletim bana kahramanlık sıfatı verdi ben sizin gibi bir çıfıt yahudiye ***** mı olacağım , yarın sabaha kadar ne kadar locanız varsa kapatmadığınız takdirde hepinizi astırırım' diye azarlayarak kovduğu 'kökü dışarda , fesat şebekeleri' olarak nitelendirip KAPATTIĞI MASON LOCALARINI TEKRAR AÇTIRMAK - MENDERES DÖNEMİNDE , 80 ÖNCESİNDE , REFAH PARTİSİ DÖNEMİNDE KAPATTIRMAYA SUNULAN OYLAMALARA 'RET' diyen CHP liler nasıl bir Atatürkçülüktür YOKSA BAŞKA BİRİLERİNİN KUKLALARIMI BUNLAR

 

-İşte masonlar Çankaya geliyor , Cumhur başkanı Sezer onlara destek verdiğini söylüyor vs CHP liler ve diğer solcular cumhur başkanınıa destek verdiklerini her fırsatta dile getiriyorlar , hatta bazıları Atatürkten İnönünde sonra 3.sıraya koyuyor , şimdi adını vermeyelim o Atatürkçülerin :)

 

-Dahası 80 öncesinde yaratarılan terör ortamına asker kökenli MİT çiler ÖHD elemanlarınında karıştığı anlaşıldığından bir meclis araştırma komisyonu kurulmasınada ret diyen solcuların bu yaptığı kime hizmettir???

 

-Sauna çetesi - Atabeyler gibi derin devletin bir kolları ortaya çıkatılmasına FASO FİSO şeyler demek neye hizmettir???

 

daha bir sürü şimdi kim yazacak , Rotary külupleri ile irtibatlarını , Sarıgül'ün rüşvet belgesini kimin yolladığını , terör örgütü yandaşlarını MECLİSE sokmalarını , inançsızlığı dinsizliği diyalektiği darbeyi savunmalarını HEPSİ BİR YANA ŞU VATAN İÇİN BİR TEK ÇİVİ ÇAKMAMALARINI şimdi kim yığacak buraya...Allah akıl , düşünme yeteneği ve vicdan versin BAZILARINA..

 

acele oldu ondan böyle oldu yoksa ciddi kim yığacak buraya..

merak ettigim sey neden hep CHPdiye yazdigindir.yoksa birileri CHP nin reklaminimi veya savunuculugunumu yapiyor anlayamadim.yine anliyamadigim bu ülkede sol olarak hangi parti hükümet oldu kac sene yönetti ve ülkeyi gercek yönetenler,örnegin;Necmettin Erbakan,Tansu Ciller,Mesut Yilmaz,Turgut Özal,Adanan Menderes,Tayyip Erdogan da solcularmi.solcu olmadiklarina göre ve hemen hepsinin yolsuzluklara karistiklarina göre ve bu yönetimler zamaninda ülkenin hortumculara peskes cekildigini satildigini,ülkenin yeralti zenginliklerinin yabancilarin kontrolüne verildigini ve bu hükümetler döneminde bircok ilim adami ve gazeteci-yazarin suikaste kurban gittigini ve bu gazeteci yazarlarin ve ilim adamlarinin ülkede yanlis giden islerin pesinde olduklari icin öldürüldüklerini bile bile hala ideolojik kampanya yapmaniza sasirmamak elde degil.bu ülkenin milli deger olarak neyi vardi ise bunlar sagci yönetimler tarafindan yok edilmislerdir.hala neyin savunuculugunu yapiyorsunuz.birileri belki bir civi bile cakmamis olabilirler ama en azindan cakilmis olan civileri yerinden sökmediler veya oynatmadilar.Birazda gercekci olalim,partizan degil.

saygilarla

Gönderi tarihi:

necmettin erbakan ı, tansu çilleri savunmak değil amacımız...biz kişileri değil ülküleri savunuruz....eğer sol zihniyet başarılı olsaydı 1985 e kadar bu ülke niye geri kaldı..niye sağ iktidar dönemi olan anap döneminde yükseldi..tekrar ediyorum turgut özalı savunmuyorum..kendisinide pek sevmem zaten..ama şu da bir gerçek sol zihniyet bu ülkeyi hep geri bıraktı, ama sağ zihniyet ilerletti. açık örneği 1985 ten sonraki sağ iktidar döneminden sonra olan ilerlemeler acaba sol bir parti olsaydı şu an elinizin altında pentinium bilmem kaç bilgisayarlarınız olurmudu soruyorum...kesin Abd malı emperyalizm ürünü diye kullanmazdık...bu arada geçelerde bir tv de gördüm ...sol görüşlü bir öğrenci okulun binbir emekle aldığı bilgisayarı pencereden aşağıya attı ...işte sol zihniyet örneği..hadi bu davranışıda savunun bana..bu adam niye bilgisayarı atıyor pencereden...

Gönderi tarihi:

hımm şimdi de özal döneminde Türkiye ileriye gitmiş he :)

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Özal Döneminde İMF den alınan ve "aile fotoğrafında olanlar" tarafından hiç edilen paraların faizinin faizini ödüyor.

 

Onun için mi Sağ zihniyetin olduğu üç dönemde de memleket ihtilale gitti.

Gönderi tarihi:

aslanım siz daha hiç birşeyin farkında değilsiniz...bi kere ihtilaler masonik örgütlerin hortlatmasıyla olmuştur...tabi siz komünistler bunun farkında değilsiniz..kafayı marx la bozduğunuz için ...ab ve abd hiçbir zaman türkiyenin güçlenmesini istemiyor...işte arada bir kaos çıkarıp,ihtilal çıkarıp türkiyeyi hasta adam yapıyor dikkatini çekerse üsttede yazdım ben şahısları değil fikirleri savunurum ben sağ zihmiyeti savunuyorrum kişiler ve şahıslar umrumda değil...sol zihniyetin olduğu zaman türkiyenin neresi ilerlemiş örnek gösterirmisin...aaa tabi unuttum komünizm ilerlemeye ve çağdaşlığa karşıydı değilmi..aman bilgisayar kullanmayalım kapitalizm ürünü...bilgisayar bu ülkeye sağ iktidar dönemindemi sol iktidar dönemindemi girdi,çamaşır makinası,renkli tv..bariz örnekler çoğaltılabilir...

Gönderi tarihi:

necmettin erbakan ı, tansu çilleri savunmak değil amacımız...biz kişileri değil ülküleri savunuruz....eğer sol zihniyet başarılı olsaydı 1985 e kadar bu ülke niye geri kaldı..niye sağ iktidar dönemi olan anap döneminde yükseldi..tekrar ediyorum turgut özalı savunmuyorum..kendisinide pek sevmem zaten..ama şu da bir gerçek sol zihniyet bu ülkeyi hep geri bıraktı, ama sağ zihniyet ilerletti. açık örneği 1985 ten sonraki sağ iktidar döneminden sonra olan ilerlemeler acaba sol bir parti olsaydı şu an elinizin altında pentinium bilmem kaç bilgisayarlarınız olurmudu soruyorum...kesin Abd malı emperyalizm ürünü diye kullanmazdık...bu arada geçelerde bir tv de gördüm ...sol görüşlü bir öğrenci okulun binbir emekle aldığı bilgisayarı pencereden aşağıya attı ...işte sol zihniyet örneği..hadi bu davranışıda savunun bana..bu adam niye bilgisayarı atıyor pencereden...

bak kardesim amacim sunu bunu savunmak degil demissin fakat bal gibide savunuyorsun.ben ülkenin su i8ktidar bu iktidar kavgasini yapmadim sadece ülkenin nasil hortumlandigindan bahsettim,Cumhuriyetten sonra yönetenler genelde sagci yönetimler olduguna göre ülkeyi hortumlayan veya hortumlatanlarda sagci yönetimlerdir.Siz yüzeysel bakarak distaki altin yaldizli kaplamayi görüyorsunuz ama o kaplamani alti küflenmis cürümüs ve insanimiz maalesef o altin yaldizlarla kandirilip yönlendirilm ektedir.Bilgi sayardan bahsetmissiniz,neden kendimiz imal edemiyoruzda yabancilarin ceplerini dolduruyoruz,Atatürk ucak fabrikasi kurdurmus ve o fabrikada üretilen ucaklardan biz Danimarkaya ucak satmisiz.neden Menderes yönetimi o fabrikayi kapatmak geregini duymustur.Ülkemi dinimi ve Türk olusumu bende en az sizler kadar belkide daha fazla sevmekteyim ama ülkemi sevmem dinimi sevmem müslüman gecinen hortumculari sevmem anlamina gelemez.

saygilarla

Gönderi tarihi:

EKONOMİDE YALANLAR

Türkiye'de 1998'den bu yana ülke ekonomisinde aslında büyük değişiklik, ilerleme yok. Bu yazıyı okumayı bitirince siz de o sonuca varacaksınız. Açıklamalarımıza önce neden 1998 yılını seçerek başladığımızı yazarak devam edeceğiz. Bu yılla başladık. Çünkü bugün ekonomimizin komuta yerinde oturan Uluslararası Para Fonu, halkın daha çok IMF diye tanıdığı kuruluş, hükümetimizle Yakın İzleme Anlaşması 'nı (İngilizcesiyle ''Staff Monitoring Program'' ) bu yıl içinde imzalamıştır. Türkiye'de bu yıldan sonra ekonomi yönetimi (Hükümet politikaları ve Parlamento'ya sevkedilecek yasalar dahil) IMF'nin kayıtsız şartsız yönetimi altına geçmiştir. Hatta hükümet sevkettiği yasa önerilerini, ''Bunları IMF istiyor, yasalaşması zorunlu'' diyerek BMM'den geçirmiştir.

 

Fikir ve değerlendirmelerine önem verdiğim Sayın Erinç Yeldan ile Korkut Boratav da Cumhuriyet'te 12 Nisan 2006 günü yayımlanan yazılarında bu ayrım ve sınıflamayı yapmışlardır. 1998'de o zamanın hükümeti ile Cumhurbaşkanı, yüksek oranlı devlet borçlanmalarının kamuya ve bütün ekonomiye verdiği rahatsızlıktan bezmişti. Özellikle Cumhurbaşkanı Demirel , çoğu alacaklıları içerde olan bu iç borçlardan kurtulmak için, dışarıdan ''şöyle bir 15 - 20 milyar dolar borçlanıp bu düşük faizli borçla yüksek faizli iç borcu kapatmayı'' ekonomide sıkıntıdan kurtulmanın tek yolu olarak görüyordu. Bu amaca varmak için ülke ekonomisi hakkında IMF'nin bir ''başarılıdır'' raporunu vermesi gibi kısıtlı bir çare ile aylarca Para Fonu'ndan ricada bulunurken sonu gelmeyecek bir IMF yönetiminin ekonomi üstüne çökeceğini beklemiyorlardı.

 

 

IMF YÖNETİMİNDE TÜRKİYE EKONOMİSİ

 

 

IMF yönetimindeki dönemde alınan sonuçları daha ele gelir biçimde görelim: IMF 1998'de önce bir Yakın İzleme Programı'yla geldi ve o günden beri ekonomimizi yönetiyor. Ve birkaç yıl daha yöneteceğe benzer.

 

1) 1998 - 2005 dönemi demek olan IMF yönetimi döneminde, yani 8 yıllık dönemde ortalama büyüme oranı yüzde 2.5. Bu hız Türkiye Cumhuriyeti'nin geçirdiği çeşitli yönetim dönemlerindeki (İkinci Dünya Savaşı yılları hariç) en düşük hızdır. Sayın Korkut Boratav'ın resmi rakamlara dayanan düzenlemesine göre (Cumhuriyet 12 Nisan, Sahife 12) Cumhuriyet Türkiyesi'nin 83 yılındaki ortalama yıllık büyüme hızı yüzde 4.9, yani IMF dönemi büyüme hızının iki misline yakındır. Sağcı politikacıların ve hele R. T. Erdoğan 'ın ''hiçbir şey yapılmadı'' diye eleştirdiği 1923 - 1950 dönemi ortalaması yıllık yüzde 3.8, yani IMF dönemindeki yıllık ortalama büyüme oranının bir buçuk misli. Bu dönem Türkiye'nin büyümeyip küçüldüğü II. Dünya Savaşı yıllarını da içeriyor. Ama devletçi politikaların Türkiyesi'nde yani 1924 - 1939'da yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 6.6, yani IMF dönemindeki hızın 2.5 katı.

 

Bunları şunun için yazıyorum;

 

IMF döneminin getirdiklerini bütün kapsamıyla sermek gerekir. 1998'den bu yana Türkiye ekonomisi iki büyük göçüş geçirmiştir. Bu iki göçüş de IMF'nin yönettiği dönemlerde olmuştur. Ve bu iki göçüş yılında yıllık enflasyon oranı yüzde 100 ila 150'dir. IMF icraatını değerlendirmek için onun icraat yıllarının tamamını göz önüne almak gereklidir.

 

 

AKP İKTİDARI DÖNEMİ

 

Ama bizce Türkiye ekonomisindeki asıl çöküş, IMF politikalarının ve reçetesindeki asıl önemli olumsuz etkilerini göstermesi ve bu olumsuz etkilerini görmemekte ısrar edilip aksine övülmesi AKP iktidarı dönemine rastlar. Ve Türkiye'nin en büyük felaketi buradadır. Neden buradadır? Onu anlatalım:

 

Dış politikada en acemi bir hükümetin bile işlemeyeceği hatalar işlenmekte, Başbakan'ın en yakın danışmanının ABD'de, ''Ne olur bu adamı lağımdan aşağı süpürmeyin, onu kullanın'' diye yalvardığı yerlere kadar devlet itibarı düşürülüyor. Kamu ihaleleri AKP yetkilileri ve onlara yakın firmalar arasında yağma ediliyor. Yargı gücü her gün ayrı bir hükümet saldırısıyla gözden düşürülmeye çalışılıyor. Kapkaççılardan sokakta dolaşma güvenliği bile kalmamış. Bütün bu rezaletlerin görüldüğü hallerde bile birçok yurtsever yurttaş ''Ama bunlar ekonomiyi iyi yönetiyor'' diye olan biten bu beceriksizlik ve rezaletleri bile hoş görüyor.

 

Batı basını bile hükümetlerin istese bile enflasyon yapamayacağını, enflasyon döneminin belki de dönmemek üzere gittiğini, nedenleriyle ifade ediyorlar. Türkiye'nin bütçe açığı ve cari açığı buralara gelmişken, neden enflasyonun düştüğünü ya da bu düşüşün maliyetinin ne olduğunu kimse ciddi ciddi sormuyor?

 

 

İstatistikler gerçeği yansıtmıyor

 

Türkiye gelişme istatistikleri katiyen palavradır. Biraz iktisat bilip de ilan edilen büyüme rakamlarına şiddetle karşı çıkmayanın aklına saşıyorum. Neden?

 

 

YATIRIM VE BİRİKİM AÇISINDAN

Dünya iktisat literatüründe ''büyüme'' , ''gelişme'' ya da ''kalkınma'' deyimlerine komünist olmayan ülkelerde rastlamak için 1940'ların ikinci yarısına ulaşmak gerekmiştir. Bu yıllarda ekonomi branşının itiraz edilmez yıldızı J. M. Keynes 'in iki çömezi Harrod ve Domar adlı iki ekonomist bir formül geliştirdiler. Bu formüle göre bir ülkede gelişme, ülkenin yaptığı yatırım hacmine bağlıydı. Yapılan her sabit yatırım ülkenin koşulları ve dünyanın içinde bulunduğu konjonktüre göre değişen, bu yatırıma oranla bir gelir artışı sağlar. Peki ne kadar yatırım bir birim gelir artışı sağlar? Bunu Yatırım / Hasıla katsayısı denen bir katsayı belirler. Bazı ülkelerde bu 10/1'dir. Yani 10 birim yatırım yapılırsa 1 birim gelir artışı sağlanır. Biz de aslında yine ABD'nin öğütleriyle daha Adnan Menderes iktidardayken bir merkezi plan bürosu kurduk. Daha sonra 27 Mayıs askeri hükümeti bugün de devlet teşkilatımız içinde, rolü değişse de, yerini koruyan Devlet Planlama Örgütü'nü kurdu. Bu örgüt gerek kurulurken ve gerekse ilk çalışmalarını geliştirirken Amerikan Yardımı Teşkilatı'ndan yardım gördü. Bizim I. Kalkınma Planı'nda Yatırım Hasıla Katsayısı 2.8/1 idi. Yani her 2.8 birimlik yatırım ile bir birim gelir artışı sağlanabilir denmişti.

 

Evet bir ülkede gelir artışı o ülkede yapılan yatırımlara ve her yatırımın ek gelir yaratma oranına bağlıdır. İşte bu gerçeklere göre ben ''1998'den sonra Türkiye'de değil hızlı, orta hızda kalkınma olasılığına inanmıyorum.''

 

 

İŞSİZLİK YÜZE 11.5

Büyüme ile işsizlik arasında oldukça duyarlı bir ilişki olduğunu bütün iktisat kitapları yazarlar. Büyüme halinde, hele böylesinde işsizlik azalır. Bu büyüme oranlarında (dört yılda birikmesiz yüzde 31.3) işsizlik şöyle dursun dışardan işçi gelir ülkeye (1960'lardaki Batı Avrupa'da olduğu gibi)... 2005 yılı Aralık - Ocak işsizlik oranı TÜİK tarafından yüzde 11.5 ilan edilmiştir. Yani 4 yılda milli gelir yüzde (birikmeli olark) 35 artarken işsizlik de yüzde 1.2 artmış. Bunu ekonominin ilk bilgilerini almış bir kişiye anlatma olanağı yoktur.

 

 

KİMİN GELİRİ YÜZDE 21 ARTTI?

Hükümet kamu çalışanlarına yüzde 6 niyetine (yüzde 4.5) zam yaptı. (Yüzde 3 ilk altı ayda ve yüzde 3 ikinci altı ayda). Oysa bu zam 2005 göstergelerine göre ise hem tüketici fiyatları artışı ve hem de büyüme oranının toplamı kadar olmalıydı. Bu ikisinin toplamı yüzde 16'dır. Hükümet büyüme hızını yüzde 7.6 ve tüketici fiyat artışını yüzde 8.4 ilan etmişse (ki böyledir resmi rakamlar), her yurttaş grubunun gelirinin yüzde 16 arttığını, ya da artması gerektiğini kabul etmelidir ve bunun hesabını vermelidir.

 

2005 yılındaki büyüme yüzde 9.9 ilan edildi, tüketici fiyat artışı yüzde 11'dir. O sayılarında TÜİK ısrar ediyorsa her sınıf ve tabakanın gelirinin 2005'te yüzde 21 arttığını gösteremez ise bu hesaba inanan olmaz.

 

Evet, soruyoruz: 2005'te kimin geliri yüzde 21 artmıştır? İşçinin mi? Kamu ve özel sektör toplu sözleşmeleri meydanda. Bu düzeyin yarısına eşit zam alan yok. Köylünün mü? Taban fiyatlarında bunun dörtte biri kadar artış yok. Kamu çalışanının mı? Hesaplar meydanda, artış sadece yüzde 12 niyetine yüzde 9. Bu üç grup ülke nüfusunun zaten çok büyük kısmı, yüzde 80'i. Kalan kısmın, en yüksek nüfuslu esnafın durumu belki bunlardan da kötü. Gerçi son yıllarda emekçisi, emeklisi, çiftçisi, esnafı ile ülke halkının büyük kısmı sıkıntı çekerken bazı tuzu kuruların gelirlerinin yılda yüzde 100'ün üstünde arttığı gözlerden kaçmıyor. Ama bu yüksek büyüme oranlarını kanıtlayamaz.

 

'Yurttaşı fakirleştiren büyüme'

 

Ben TRT-3'te yayımlanan Meclis Saati'ni düzenli ve sürekli olarak izlerim. Gaziantep Milletvekili Ömer Abuşoğlu 'nun isabetli bir görüşünü de dinledim. ''Yine ekonomi kitaplarında fakirleştirici büyüme diye bir kavram var; fakirleştirici büyüme, yani bir yandan ekonomi büyür, bir kesimi fakirleşir, büyümenin nimetlerinden istifade edemez. İşte biz bu dönemde bunu yaşıyoruz, fakirleştirici büyüme yaşıyoruz. Dış ticaret hareketlerine dayalı bir büyümeyse bir ekonomi büyürken aynı zamanda dış ticaret hacmi artıyorsa.. Bakalım dış ticaret hacmi artıyor mu? Rakamları burada... Sizin bakanlığınız tarafından hazırlanan rakamlar, dış ticaret hacmi büyümüş, hem ihracat ve hem de ithalat büyümüş. İthalat ihracattan fazla büyümüş, birinci şart bu... İkinci şart, dış ticaret hacmi büyürken dış ticaret hadleri kötüye gitmiş mi? Bakıyoruz.. dış ticaret hadleri de kötüye gitmiş. İşte bu durumda ne oluyor biliyor musunuz? Bu iki faktörü bir araya getirdiğimiz zaman, ülke içerisinde gerçekleşen ekonomik büyümenin bir kısmı, nimetlerin, refahın buharlaşıp bulut olup başka ülkelere yağıyor. Ülkenin dış ticaret yaptığı ülkelere yağmur olarak yağıyor. Onun için, toplumun bazı kesimleri feryadına devam ediyor.

 

'GELİRLER BUHARLAŞIYOR'

Bir başka şart, sadece dış ticarete dayalı değil, bir başka unsur, ekonomik büyüme hızından daha büyük reel faiz gerçekleşiyorsa ekonomide, bu durumda da fakirleştiğiniz büyüme ortaya çıkıyor... Bu durumda dış finansmana dayalı, kaynağa dayalı bir büyüme gerçekleşiyor. Yani ülkeye büyük ölçüde bir yabancı sermaye girişi var, ister sıcak para hareketi şeklinde, ister portföy yatırımı şeklinde, ister doğrudan yatırım şeklinde. Böyle bir durumda, reel faizlerin yüksek olması, dış finansmanın veya dış kaynağın ülkeye girişinin artması sonucunda ekonomik büyümeden ortaya çıkan nimetlerin bir kısmı reel faiz olarak dış finansman sahiplerine, yine dışa akıyor, yani buharlaşıyor...''

 

Yukarıda özetlediğim her iki görüşe de aynen katılıyorum. Hem Somçağ'ın iddiaları doğrudur. Büyüme hızları gösterilenlerin çok altındadır. Hem de bu bir ''fakirleştiren büyümedir'' . Abuşoğlu'nun saptadığı gibi ülkeye faydası yoktur. 1998'den beri süre gelen ve AKP döneminde hızlanan olumsuz gelişmelerle Türkiye milli geliri Türklerin milli geliri olmaktan çıkmıştır.

 

 

HANGİ TÜRK LİRASI?

TÜİK'in verdiği rakamlara göre 2002'den 2005 yılı sonuna kadar Türkiye birikmesiz toplam ile yüzde 31 oranında büyümüştür. Birikmeli olarak yüzde 38. Bu, sabit fiyatlarla büyümedir. Ama bir de iktidar sözcülerinin ve onun övgücülerinin bir övünmeleri daha var. Diyorlar ki: ''İktidarımız döneminde birey başına geliri 2500 dolardan 5000 dolara çıkardık.'' Bu hesaba göre milli gelir yüzde 100'den fazla (çünkü nüfus artışını da aşarak) büyüdü demek. Türkiye'de nüfus artışı oranını yılda yüzde 2 kabul edersek büyüme 4 yılda sabit fiyatla yüzde 110'u buluyor. O zaman iktidar partisinin ekonomi programını ve icraatını övenlere soralım: Türkiye 4 yılda acaba birikmeli olarak yüzde 38 mi, yoksa yüzde 110 mu büyüdü?

 

Evet sadece büyüme de değil bir büyüklük TL ile ifade edilince sormalı: Hangi Türk Lirası'yla. İçerdeki satınalma gücüyle mi? Kambiyo değerine değerlenmiş TL ile mi? Bu soruyu hiç garip karşılamamalı. Çünkü bu iki Türk Lirası başka değerlerdedir. Örneğin 1 milyon TL'ye alabildiğiniz iplik, kambiyo değeriyle 1 milyon TL ile alacağınız iplikten çok azdır. Bu nedenle elinde 1 milyon veya 1 milyar lira olan sanayici Türkiye içinden alacağına, ipliği dışardan alıyor. Çünkü aynı parayla daha çok ithal ipliği elde ediyor.

 

Bazı hesaplara göre aynı miktarda Türk Lirası'nın dışarıdan alabileceği mallar, içerde alabileceği mallardan yüzde 28 daha fazladır. İşte bu farklılık her gün Türk ekonomisini yiyip bitirmektedir. Ekonomide gerçek durum budur. Üretim güçlerimiz ya kapı kapatıyor ya da ölü değerlerle elimizden gidiyor. Bu yöntemle daha da gidecektir.

 

Bu yazı Aslan Başer Kafaoğlu'nun Cumhuriyet Gazetesi'nin 9 Mayıs 2006 tarihli sayısında yayınlanan inceleme yazısından alıntılanmıştır

Gönderi tarihi:

işte sol zihniyet halk ekmek bulamıyor diyorsun gülüyorlar ...zaten onlar hep halka yukardan bakar güler küçümserler sonra biz halkçıyız deyip oy toplamya kalkarlar komik çok komik kendi içinde çelişki

 

canım musticiğim 2.dünya şavaşı yılları dünya yıkılıyor.Türkiye anlaşmalar gereği ürettiği buğdayın

bir bölümünü avrupaya veriyor. İsmet paşa bir çocuğun ekmek bulamıyoruz demesine.Seni ekmeksiz bıraktım ama babasız bırakmadım demiştir. Yani savaşın dışında kalmış bir ülke tabiki yanı başındaki

savaşın etkisini hissedecek. Yoksa savaşsamıydık ne? musti izmlerden uzaksın ama sana 10 tane

izm uydurabilirim :D

Gönderi tarihi:

beni mazeretler değil sonuçlar ilgillendirir...sonuçta halk açmıydı sol iktidar döneminde..mazeret arıyorsanız sağ iktidarın binlerce mazereti var...siz mazeret değil çözüm önerin...sonuç hep aynı ama

 

Ben bu başlığı senin boş boğazını doldurmak için açmadım.Daha yazacağım onlarca şey var.sen yazdıklarıma cevap düşün.Yada yaz.Burası polemik değil 55 yıllık bilançonun çetelesidir.anlaştıkmı

sevgili musti :)

Gönderi tarihi:

ya zaten yaptığınız bi tek iyi şey o ...onuda ısıtıp ısıtıp milletin önüne koyup başa kakıyosunuz..sağ zihniyet sizin yaptıklarınızın 100 katını yaptı .mesela devlet için tehlike oluşturan komünistleri asarak devleti bölünmekten kurtardı...

 

İkimizin pozisyonuna bakalım kim devleti ve milleti bölmek istiyor sence.

:)

Gönderi tarihi:

valla ben ülkücüyüm ve türkiye cumhuriyetini savunuyorum..ama siz rejimi yıkıpp komünist rejim kurmaya çalışıyorsunuz acaba hangisi bölücülük...

 

Ülkücü olunca H.Yahyayı ve F.Güleni savunmakmı geliyor içinden. :D

Ülkücü olman senin vatansever olduğun anlamına gelmez.

O mahalle esnafını haraca kesen ülkücülerden isen.Ne mutlu bizimde

sizin gibi mubarek vatanseverlerimiz var diyebiliriz.....

Hem ülkücüler senin kadar ....... olamazlar.Olsan olsan rüzgar gülü olursun sen :)

Gönderi tarihi:

ben harun yayhyayı savunmuyorum,f. güleni hiç savunmuyorum ..ama evrim teorisine karşıyım kardeşim ben maymun değilim nalatabiliyormuyum..sen istediğin kadar bağır ben maymunum de ama ben değilim...f. gülene gelince onun ne üçkağıtçı olduğunu bende biliyorum zaten hiç bir forum konusunda savunmadım onu, ama iş allah kitap konusuna gelince kim sölerse sölesin doğruyu ben doğruysa evet derim diyen velide olsa deli de....

Gönderi tarihi:

ben harun yayhyayı savunmuyorum,f. güleni hiç savunmuyorum ..ama evrim teorisine karşıyım kardeşim ben maymun değilim nalatabiliyormuyum..sen istediğin kadar bağır ben maymunum de ama ben değilim...f. gülene gelince onun ne üçkağıtçı olduğunu bende biliyorum zaten hiç bir forum konusunda savunmadım onu, ama iş allah kitap konusuna gelince kim sölerse sölesin doğruyu ben doğruysa evet derim diyen velide olsa deli de....

 

Feshupanallah nerede bağırdım maymundan geldik diye. :D Diyelimki öyle dedim,maymundan geldik.

Maymunuda allah yaratmadımı derdin ne senin kardeşim. :D

Gönderi tarihi:

UZAN İMPARATORLUĞU

 

Hilenin, dolandırıcılığın ve şantajın son imparatoru Kemal Uzan, Milliyet gazetesi'nin de belirttiği gibi "sessiz"liğin içinde yolunu bulmaktadır. Onun "sessizliği" sadece yaptığı yasadışı işlerden kaynaklanmaz; o, aynı zamanda ülkemizdeki her türden gerici ve karşı-devrimci yayınların perde arkasındaki kişidir.

Hikayesinin ayrıntıları kendisinde gizliyse de, ilk faaliyetinin müteahhitlikle başladığı bilinmektedir. Ülkemizde müteahhitlerin gerçek kazançlarının devlet ihalelerinden çaldıkları inşaat malzemelerinden geldiği gibi, Uzan'larında ilk kazançları buradan gelmiştir. Ama Kemal Uzan kazancını "en kârlı" alan olan basında değerlendirmeye karar vermesi, gelecekteki niyetlerinin açık belirtisiydi.

Basına yaptığı ilk yatırım Yeni İstanbul Gazetesi'ni satın almak şeklinde oldu. Gerici, ama aynı oranda devletçi yayınlara "özel" ilgisi olan Kemal Uzan 1980 sonrasında ise, Şevket Rado'nun Hayat ve Ses dergilerini satın aldı. Ama bunların yanında Basıntaş, Basın Sanayi Lmd., Doğan Kardeş Matbaacılık gibi şirketlerini de saymamak olmaz.

Şüphesiz tek başına "gazete-dergi" satın almak çdemokratik" bir ülkede fazla şaşırtıcı değildir! Üstelik kişi bu yayınlar aracılığıyla istediği kişiler hakkında yayınlar yapabileceği için "kamuoyunun demokratik oluşumuna" da katkıda bulunacaktır!

Ama Kemal Uzan'ı ne demokrasi, ne de kamuoyu ilgilendirir. Onun tek istediği kendisinin müteahhitlik faaliyetlerinde engeller çıkaran ya da çıkaracağını varsaydığı kişileri bu yayın organlarının "diline düşürme" tehditi ile etkisizleştirmektir.

T. Özal ailesi ile kurduğu ilişkiler sonucu basından televizyonculuğa -"çağın gereği olarak"- atlayan Uzan, oğul Uzan aracılığıyla basın dünyasında elde ettiği "deneyimini" geliştirdi. Star-1 adı ile yayına başlayan, son olarak İnterStar olan televizyonu ile kişi ve kurumlara yönelik şantaj faaliyetlerini yaygınlaştırdı. Hemen hergün Star-1 televizyonunda birileri tehdit ediliyor ya da kamuoyunda kötüleniyordu. En büyük "çıkışını" SHP'li İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen'le yapılan, ama yayınlanmayacağına söz verdikleri söyleşiyi ana haber bülteninde montajsız olarak yayınlamakla yaptı. Nurettin Sözen'in en büyük "günahı" ise, 82 Anayasası'na göre bile yasadışı olan televizyonun yol üzerine dikilmiş çanak antenine belediyenin bir çöp kamyonunun hafifce çarpmasıydı. Bu Uzanlar için bulunmaz bir fırsattı. Bunu bahane ederek İstanbul Belediyesi'nin çeşitli inşaatlarda bulduğu yolsuzlukları örtbas edebilecekti. (Tabi bunu sadece kendilerinin değil, tüm müteahhitlerin çıkarına uygun olduğunu söylemeye gerek yoktur.)

Bu olaydan sonra Star-1 televizyonu aracılığıyla Uzanların değişik kişiler hakkında hazırladıkları şantaj dosyaları günlük basına da yansıdı. Henüz tüm basını satın almamış olduğundan ve de aynı alanda rakibleri bulunduğundan bu gelişmeyi engelleyemedi.

Tam bu sırada "baba" Demirel imdadına yetişti. Star-1 televizyonunda hissi olan Ahmet Özal'ın devreden çıkartılması karşılığında "baba" ile anlaştılar.

Star-1 televizyonunun Genel Koordinatörü Yekta Okur'un bir trafik kazası geçirerek "hakkın rahmetine kavuşması" bile Uzan ailesininin yaptıklarından duydukları kokuyu, paranoyak bir biçimde açığa vurdu. Sıradan bir trafik kazasında bile "düşman parmağı" arayan paranoyak aile, çaldığı inşaat malzemeleri sonucu ilk maç sırasında çöken Ali Sami Yen kurbanlarını belki de anımsamıyordu.

Şantajda uzmanlaşan Uzanlar, diğer taraftan inşaat sektöründe gözle görülmeyen gelişmelere sahiptir. Aldığı devlet ihaleleri arasında çöken Ali Sami Yen stadyumu dışında Akdeniz olimpiyatları için İzmir Halkapınar tesislerinin inşası da bulunmaktadır.

Öte yandan 1980 sonrasında 12 Eylül askeri darbesi ile zafer kazandığını sanan oligarşinin en önde gelenlerinden Koç ve Sabancı'nın "zafer anıt"ları gibi yükselen iş merkezlerinin inşaatını da yapan Uzanlar olmuştur.

Yine Özal'ın "özelleştirme" uygulamaları sırasında devletin çimento fabrikalarının beşi Fransızlara satılırken, Uzanlar ancak iki çimento fabrikasıyla (Trabzon ve Gaziantep) yetinmek zorunda kaldılar. Ama bir kez tanrısı Uzanlara "yürü kulum" demişti ve onların bunlarla yetinmesi beklenemezdi.

1993'e girerken Uzan ailesinin en büyük vurgunu Çukurova Elektrik ile Kepez Elektrik'in devlet hisselerinin satın alınmasında yaptı. Sabancıların da talip oldukları söylentileri arasında bu iki şirketteki devlet hisseleri Uzanlara satıldı.

Gazetelerde yer aldığı gibi, Uzanların ilk yaptıkları iş Çukurova Elektrik'in hisselerini borsada "değerlendirmek" oldu.

Hisse Senetleri Borsası, daha önce ortak oldukları Ahmet Özal ve anası Semra Özal'ın "bir koyup çok aldıkları" yer olarak Uzanlara yabancı değildi. Gazetelerde yazıldığı gibi, borsada Çukurova ve Kepez Elektrik hisseleriyle oynayarak "iki günde" 75.000.000.000 T.L. kazanmadan duramadılar.

Daha Star-1'in kuruluşunda "yasal boşlukları" değerlendirmeyi T. Özal'dan öğrenen Uzanlar bu bilgilerini şimdi kendileri için kullanmayı sürdürürken, T. Özal'ı unutmuş görünmektedirler.

Ve son icraatları Çukurova Elektrik'in yönetimini ele geçirmek için çevirdikleri dolaplardır. SPK'nun Sermaye Piyasası yasasının boşluğundan yararlanmalarına söyleyebilecek sözleri olmadığını en iyi Uzanlar biliyordu.

Şimdi yaptıkları Çukurova Elektrik'in halka satılmış olan hisselerinin Genel Kurul'daki oy haklarını satın almaktan ibarettir. (Ama bu olay da, görünüşte "halka açık" bir şirketin "demokratik ve usüllere uygun" Genel Kurul'u aracılığıyla kapitalistin "baba mülkü" olarak nasıl kullanıldığını, kapitalist bir şirketin hiçbir zaman hisse senedi satışlarıyla halka ait olamıyacağını -Uzanlar sayesinde- bir kez daha göstermiş olmaktadır.)

Uzanların ellerine geçirdikleri İmar Bankası ve Adabank ile küçük esnaf ve sanayiciyi nasıl iflaslara sürüklediğini bilmeyen yoktur. Yüksek faizle topladıkları mevduatı, ülke içinde ve dışında her türlü işte kullanmaları, yine de basına duydukları "özel" ilgiyi engellememiştir. Hasan Cemal ve Osman Uluagay aracılığıyla Cumhuriyet gazetesini ele geçirme operasyonu DYP-SHP koalisyonuna verilmiş bir taviz olarak yarım kaldıysa da, Cumhuriyet gazetesi İmar Bankasının tefeci faizleriyle kapanma noktasına doğru sürüklenmesi onların sayesinde olmuştur.İşte Uzanların kısa yaşam öyküleri.

Oligarşinin 12 Mart darbesiyle palazlanan Transtürk gibi, Uzanlar da 12 Eylül darbesinin palazlandırdığı ailelerin başında gelmektedir. I. ve II. Erim hükümetlerinin yaptığını, bu kez I. ve II. Özal-ANAP hükümetleri yapmıştır. Ama bir farkla: Uzanlar 12 Eylül darbesinin doğrudan uzantısı olan ANAP'ın ve politikalarının uzantıları olmuşlardır.

Uzanlar, 12 Eylül sonrasında toplumu saran yolsuzluğun, rüşvetin, şantajın, çürümenin, yüzsüzlüğün, kısaca her türden ahlâki çürümenin simgesidirler.

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.