Φ MiRZaBeY25 Gönderi tarihi: 7 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 7 Haziran , 2006 bak senin adında , benimkide said. bu yüzden sana bediüzzaman said diyelim...)) diye bir tarih ( geyik ) ile üstad bu adı almamıştır. Bediüzzaman Said Nursi ( R.Anh) asrın müçtehididir. Yani Müctehid : İctihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî... gibi Selam ve dua ile... Zalimler İçin Yaşasın CeHeNNeM... Alıntı
Φ Terapi Gönderi tarihi: 8 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 8 Haziran , 2006 Arkadaşlar bence bir karar verelim bu bölümde risale-i nur paylasımları yapıp sözler ile ilgili yorumlar mı yapacagız yoksa dua mı? Yoksa sadece sözleri mi paylaşacagız? Bence bir noktaya varsak , bu topic adına daha güzel olacak... Selam ve dua ile... Sevgili berceste sanırım Risalelerden paylaşımlar yaparak aralarda da dualaşarak buradaki paylaşımımızı artırabiliriz diye düşünüyorum... Ama genel temayül nasılsa o şekilde hareket edelim derim... Sevgiler. Alıntı
Φ Panteidar Gönderi tarihi: 8 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 8 Haziran , 2006 "bak senin adında , benimkide said. bu yüzden sana bediüzzaman said diyelim...)) diye bir tarih ( geyik ) ile üstad bu adı almamıştır. Bediüzzaman Said Nursi ( R.Anh) asrın müçtehididir." Evet. Çok haklısın. Ona hocaları bir isim vermemiş. Bediüzzamanı da, Kürdi yerine Nursi'yi de, Hazretleri nide, Radiyallahü anh'ı da kendisi takmış. Bir de mühür yaptırmış, kartvizit gibi. Hepsini bir güzel döşenmiş. Sanki peygamber mübarek. Alıntı
Φ ahirzaman Gönderi tarihi: 8 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 8 Haziran , 2006 panteidar kardeşim öncelikle hoş geldin bakıyorumda turan dursunun oralardan kopup buralara gelmişin önemi yok hoş gelmişin inşallah hayırlı olur. yazdığın bu mesaja ise yalan dolan silsilesinden bir parça diyorum görüşmek üzere Alıntı
Φ Terapi Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz sensin! Çünki biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin!.. Hem sensin Hâlık! Çünki biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzak sensin! Çünki biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin. Hem sensin Mâlik! Çünki biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz sensin. Hem sen Aziz'sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz. Hem sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünki biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gına veriliyor. Demek gani sensin, veren sensin. Hem sen Hayy-ı Bâki'sin! Çünki biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. Hem sen Bâki'sin! Çünki biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekanı görüyoruz. Hem cevab veren, atiyye veren sensin! Çünki biz umum mevcudat, kalî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevab veren sensin. 20. Mektup'tan..... Alıntı
Φ Terapi Gönderi tarihi: 15 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 15 Haziran , 2006 DÖRDÜNCÜ KATRE: Kur'anın felsefî mesail-i kevniyenin bir kısmında ihmal ile, bir kısmında ibham ile, öteki kısmında icmal ile işaret ettiği derece-i i'cazı “Altı Nükte” zımnında izah ediyoruz. Birinci Nükte: S: Ne için Kur'an da, hikmet ve felsefe gibi kâinattan bahsetmiyor? C: Felsefe hakikattan udûl etmiş, kâinata mana-yı ismiyle bakarak, kâinatı kâinat hesabına istihdam ediyor. Kur'an ise, Haktan hak ile nâzil olmuş, hakikata gidiyor. Mevcudata mana-yı harfiyle bakarak Hâlıkının hesabına istihdam ediyor. S: Ulvî ve süflî ecramın mahiyetleri, şekilleri, hareketleri hakkında fennin verdiği beyanat gibi beyan lâzım iken, mübhem bırakılmıştır? C: Bu gibi mes'elelerde ibham daha mühimdir. Ve icmal daha cemil ve güzeldir. Çünki Kur'an, istitradî ve tebeî olarak Cenab-ı Hakk'ın zâtına, sıfatına istidlâl için kâinattan bahsediyor. İstidlâlin birinci şartı, delilin neticeden daha zâhir ve malûm olması lâzımdır. Eğer fencilerin iştihası gibi “Şemsin sükûnuna, arzın hareketine bakmakla Allah'ın azametini anlayınız.” demiş olsaydı, delil müddeadan daha hafî olurdu. Ve insanların ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi. Halbuki, irşad ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-i fehimleri nazara alınarak ona göre söz söylemek îcabeder. Maahaza ekseriyete yapılan müraattan, ekalliyette kalanın mahrumiyeti neş'et etmez. Çünki onlar da istifade ediyorlar. Amma mes'ele makûse olursa, ekseriyet mahrum kalır, istifade edemez. Çünki fehimleri kasırdır. Ve sâniyen: Belâgat-ı irşadiyenin şe'nindendir ki, avamın nazarına, âmmenin hissine, cumhurun fehmine göre hareket yapılsın ki; nazarları tevahhuş, fikirleri kabulden imtina' etmesin. Binaenaleyh cumhura olan hitabın en belîği zâhir, basit, sehl olmasıdır ki âciz olmasınlar. Muhtasar olsun ki, melûl olmasınlar. Mücmel olsun ki, lüzumlu olmayan tafsilden nefret etmesinler. Ve sâlisen: Kur'an mevcudatın ahvalinden ancak Hâlıkları için bahseder. Mevcudatın zâtlarına ait değildir. Bu itibarla Kur'anca en mühim, kâinatın Hâlık'a nâzır olan ahvalidir. Fen ise, Hâlık'ı işe katmıyor. Kâinatın ahvalinden bizâtiha bahsediyor. Ve keza Kur'an bütün insanlara hitab eder. Ve ekseriyetin fehmini müraat eder ki, tahkiki bir marifet sahibi olsunlar. Fen ise, yalnız fenciler ile konuşur. Avamı nazara almıyor. Avam taklidde kalıyor. Bu itibarla fennin tafsilâtını ihmal veya ibham, maslahat-ı âmme ve menfaat-i umumiyeye nazaran, ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Ve râbian: Kur'an bütün zamanları tenvir ve bütün insanları irşad eden bir kitabdır. Bu itibarla irşadın belâgatı îcabınca, ekseriyeti, nazarlarında bedihî olan mes'elelere karşı mükâbereye, mugalataya îka' ve icbar etmemek lâzımdır. Ve onlarca mahsus, meşhud, maruf olan bir şeyi lüzumsuz yerde tağrir etmemek lâzımdır. Ve keza vazife-i asliyece ekseriyete lâzım olmayan şeyin ihmal veya icmali lâzımdır. Mes'ele, şemsin zâtından, mahiyetinden bahsetmek değildir. Ancak, âlemi tenvir etmekle, hilkatin nizam merkezi ve âleme mihver olması gibi hârika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlıkın azamet-i kudretini efkâr-ı âmmeye ibraz etmektir. İkinci Nükte: وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا S: Ne için şems “sirac”la tavsif edilmiştir. Halbuki ehl-i fence, şems arza tâbi değildir ki ona sirac olsun. Belki arz ile seyyarat kendisine tâbi olan bir merkezdir? C: “Sirac” tabiri şöyle bir tasvire işarettir ki: Âlem bir saray gibidir. Mevcudatı, o sarayın müştemilâtı, tezyinatı makamında olduğu gibi, şems de, o saray halkını tenvir eden İlahî bir lüküstür. Ve keza “sirac” tabiri Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyetinden doğan vüs'at-ı rahmetine ve o rahmet içinde derece-i in'am ve ihsanına bir ihtar ve azamet-i saltanatı içinde vahdaniyetine bir ilândır ki, müşriklerin mabud ittihaz ettikleri kocaman şems, âlem sarayında lüküs vazifesiyle muvazzaf müsahhar bir memur ve bir hizmetkârdır. Malûmdur ki, lâmba hizmetini gören camid bir şeyin ibadete, yani mabud olmaya hiç liyakatı var mıdır? Üçüncü Nükte: Kur'an'ın takib ettiği makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye: Ubudiyetle tevhid, risalet, haşir, adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği mes'eleler ancak bu maksadlara vesilelerdir. Bu itibarla vesilelerde yapılacak tafsilât, ol babdaki kavaide muhaliftir. Çünki malayani ile iştigal, maksadı geri bırakıyor. Bunun içindir ki, bazı mesail-i kevniyede Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan ihmal veya ibham veya icmal yapmıştır. Ve keza Kur'anın muhatablarından kısm-ı ekseri avâmdır. Avâm sınıfının hakaik-i İlahiyenin ince ve müşkil kısmına fehimleri kadir değildir. Ancak temsil ve icmaller ile fehimlerine yakınlaştırmak lâzımdır. Bunun içindir ki Kur'an, kesret ile temsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keşfedilecek bazı mesailde de icmal yapıyor. Dördüncü Nükte: Bu Nükte mütercim tarafından tayyedilmiştir. Beşinci Nükte: Müellif-i muhteremi tarafından tayyedilmiştir. ALTINCI KATRE: Kur'an başka kelâmlar ile mukayese edilmez. Aralarında münasebet yoktur. Evet kelâmın ulviyetine, kuvvetine, hüsnüne, cemaline kuvvet veren mütekellim, muhatab, maksad, makam olmak üzere dört şeydir. Ediblerin zannettikleri gibi yalnız makam değildir. Demek, bir kelâmın derece-i kuvvetini anlamak istediğin zaman; fâiline, muhatabına, gayesine, mevzuuna bak. Bunların dereceleri nisbetinde kelâmın derecesi anlaşılır. Evet meselâ: O kelâm emir veya nehiy olursa, irade ve kudreti tazammun ettiğinden derecesine göre tezauf ediyor. Meselâ: Kur'anın يَا اَرْض ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى âyetiyle, sema ve arza verdiği emrin tazammun ettiği yüksek ve kat'î irade ve kudret ile derhal semaî sehab çekilir, arz da suyunu yutar. Ve keza arz ve semaya اِئْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا âyetiyle verilen emri itaatla kabul etmelerinden, o emirdeki irade ve kudretin derece-i kuvveti ve dolayısıyla kelâmın derece-i ulviyeti tebarüz eder. Fakat, insanların camidata verdikleri emirler, mütekellimindeki irâde ve kudretin za'fiyeti nisbetinde ruhsuz, hayalî hezeyanlardan farkları yoktur. İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenâb-ı Hakk'ın “A'lem, Ekber, Erham, Ahsen” gibi esmâ ve sıfât ve ef'alinde kullanılan ism-i tafdil tevhide naks değildir. Çünki maksad, bizzât ve hakikî bir mevsufu gayr-ı hakikî veya aklî bir imkânla veya vehmî bir mevsufla tafdil etmektir. Ve keza izzet-i İlâhiyeye de münafî değildir. Çünki maksad, sıfat ve ahval-i İlahiye ile mahlukatın sıfat ve ef'ali arasında bir müvazene yapmak değildir. Yani, ikisini bir seviyede tuttuktan sonra, bunu ona tafdil etmek değildir ki, sıfat-ı İlâhiyeye bir naks olsun. Evet masnuattaki kemalât, Cenab-ı Hakk'ın kemalinden in'ikas eden bir gölge olduğuna nazaran, masnuat, sıfât-ı İlâhiye ile müvazene hakkına mâlik değildir. Alıntı
Φ Terapi Gönderi tarihi: 27 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 27 Haziran , 2006 ONDÖRDÜNCÜ NOTA: Tevhide dair dört küçük remizdir. Birinci Remiz: Ey esbabperest insan! Acaba garib cevherlerden yapılmış bir acib kasrı görsen ki, yapılıyor. Onun binasında sarfedilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin'de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı Sibirya'dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında aynı günde şark, şimal, garb, cenubdan o cevherli taşlar kolaylıkla celbolup yapıldığını görsen; hiç şübhen kalır mı ki, o kasrı yapan usta, bütün Küre-i Arz'a hükmeden bir hâkim-i mu'cizekârdır. İşte herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlâhîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acîbidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri; bir kısmı âlem-i ervâhtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz'dan, ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anâsır âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış, emelleri semavat ve arzın aktarında intişar etmiş, râbıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvârında dağılmış bir saray-ı acib ve bir kasr-ı garibdir. İşte ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o zat olabilir ki: Dünya ve âhiret birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve ebed dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir zat olabilir. Öyle ise insanın mâbudu ve melcei ve halâskârı o olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine mâliktir. İkinci Remiz: Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; Güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tâbidir. Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil.. belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl'in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir. "Ya Bâki Ente-l Bâki" de. Yâni Madem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!.. Üçüncü Remiz: Ey insan! Fâtır-ı Hakîm'in senin mahiyetine koyduğu en garib bir hâlet şudur ki: Bazen dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi "of, of" deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hâtıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemiyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun. Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yâni gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hatta bazen söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlariyle beraber içine girip garkoluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahâif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder. Dördüncü Remiz: Ey dünya perest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in'ikâs edip gâyet kısa ve dar olan hazır zamanın kanadlarını açarlar. Hakikat hayale karışır, mâdum bir dünyayı mevcud zannedersin. Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-ı vücûdu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musîbetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki: O geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar. Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, Marifetullah ve Vahdaniyet sırlarını ifade eden "Lâ İlâhe İllâllah" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir. Alıntı
Φ Terapi Gönderi tarihi: 28 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 28 Haziran , 2006 ALTINCI SÖZ "Allah, inananlardan, mallarını ve canlarını, Cennet karşılığında satın almıştır" mealindeki âyetin bir açıklaması. Yetenek ve organlarımızın Allah için nasıl kullanılabileceğine dair pratik örnekler.” "Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." (Tevbe Sûresi, 9:111.) NEFİS VE MALINI Cenâb-ı Hakk’a satmak ve O’na abd (kul) olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle: Bir zaman bir padişah, raiyetinden (halkından) iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder (degişir), gider. Padişah, o iki nefere, kemal-i merhametinden, bir yaver-i ekremini (yüksek rütbeli bir memurunu) gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: "Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude (boşuna) zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını (giderlerini) tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı (lazım olan şeyleri) , ben deruhte ederim (üzerime alırım). Bütün varidatı (gelirleri) ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr! "Eğer bana satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude (boşa) gidecek; hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nazik, kıymettar aletler, mizanlar, istimal edilecek (işlenecek) şahane madenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasâret (zarar) içinde hasâret (zarar)! "Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âli bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri (gözde bir askeri) olursunuz." Onlar şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi: "Baş üstüne! Ben maaliftihar (memnuniyetle) satarım, hem bin teşekkür ederim." Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi dünya zelzelelerinden, dağdağalarından (karışıklıklarından) haberi yok, dedi: "Yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam." Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lûtfuna mazhar olmuş; has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri öyle bir hale giriftar olmuş ki (yakalanmış ki), hem herkes ona acıyor, hem de "Müstehak!" diyor. Çünkü hatasının neticesi olarak, hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azap çekiyor. İşte, ey nefs-i pürheves (heveslerinin peşinde koşan nefis)! Şu misalin dürbünüyle hakikatin yüzüne bak. Amma o padişah ise, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbin, Hâlıkındır. Ve o çiftlikler, makineler, aletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin (sahip olduğun şeyler) ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve batınî (görünmeyen) hasselerindir (organlarındır). Ve o yaver-i ekrem ise, Resul-i Kerîmdir. Ve o ferman-ı ahkem (sağlam esaslar içeren buyruk) ise, Kur'ân-ı Hakîmdir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi (büyük ticareti) şu âyetle ilân ediyor: "Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." (Tevbe Sûresi, 9:111.) Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki, durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: "Madem her şey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip (çevirip) ibka etmek (bakileştirmek) çaresi yok mu?" deyip düşünürken, birden semavî sada-yı Kur'ân işitiliyor. Der: "Evet, var. Hem beş mertebe kârlı bir surette, güzel ve rahat bir çaresi var." Sual: Nedir? El cevap: Emaneti sahib-i hakikîsine (hakiki sahibine) satmak. İşte o satışta beş derece kâr içinde kâr var. Birinci kâr: Fânî mal beka bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî (her şeyi her an ayakta tutan Zat) olan Zat-ı Zülcelâle verilen ve O’nun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil (geçici ömür) , bâkîye inkılâb eder (dönüşür), bâkî meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, adeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zahiren fena bulur, çürür; fakat âlem-i bekada saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler ve âlem-i berzahta (kabir aleminde) ziyadar (parlak), munis (sevimli) birer manzara olurlar. İkinci kâr: Cennet gibi bir fiyat veriliyor. Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin (duyuların) kıymeti birden bine çıkar. Meselâ akıl bir alettir. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um (kötü) ve müz'iç (bunaltan) ve muacciz (rahatsız edici) bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini (hüzün veren acılarını) ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini (dehşetli korkularını) senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz (bereketsiz) ve muzır (zararlı) bir alet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'aç (sıkıntı) ve tacizinden kurtulmak için, galiben (çoğunlukla) ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsi’ne satılsa ve O’nun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden (hazırlayan) bir mürşid-i Rabbanî (Allah’a yönelten yol gösterici) derecesine çıkar. Meselâ göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye (nefsin yasak arzu ve isteklerine) bir kavvad (çirkin işler için yol gösterici) derekesinde (aşağı derecesinde) bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîr’ine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın (büyük kainat kitabının) bir mütalâacısı (tefekkür edicisi) ve şu âlemdeki mucizat-ı san'at-ı Rabbaniyenin (Allah’ın sanat mucizelerinin) bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı (lezzet alan kuvveti) Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri (becerikli gözlemcisi) ve kudret-i Samedâniye matbahlarının (Rızıkların Vericisi’nin mutfağının) bir müfettiş-i şâkiri (şükreden denetleyicisi) rütbesine çıkar. İşte, ey akıl, dikkat et! Meş'um (kötü) bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin (alim) bir nâzırı (gözlemcisi) nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı (Allah’ın özel hazinelerinin gözlemcisi) nerede? Ve daha bunlar gibi başka aletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü'min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık (layık) bir mahiyet kesb eder (özellik kazanır). Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü'min imanıyla Hâlık’ın emanetini O’nun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir (sarf etmesidir). Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre (kötülügü emreden nefis) hesabına çalıştırmasıdır. Dördüncü kâr: İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâl’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler (neticesiz zorluklar), elemler, teessüfler (üzüntüler) onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder. Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif (imanın zevkine varan) ve ehl-i ihtisas ve müşahede (tefekkür ehli) ittifak etmişler. İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret (zarar) içinde hasârete (zarara) düşeceksin. Birinci hasâret: O kadar sevdiğin mal ve evlât ve perestiş ettiğin (aşırı bağlandığın) nefis ve heva ve meftun olduğun (aşık olduğun) gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler. İkinci hasâret: Emanete hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymettar aletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin. Üçüncü hasâret: Bütün o kıymettar cihazât-ı insaniyeyi (duyu ve organlarını) hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp (indirip) hikmet-i İlâhiyeye iftira ve zulmettin. Dördüncü hasâret: Acz ve fakrınla (güçsüz ve fakir olmanla) beraber, o pek ağır hayat yükünü zayıf beline yükleyip zeval ve firak sillesi (geçici ve ayrılacak olma tokatı) altında daim vâveylâ (feryad) edeceksin. Beşinci hasâret: Hayat-ı ebediye esasatını (baki hayatın temellerini) ve saadet-i uhreviye levazımatını (ahiret hayatındaki mutluluk için gerekli olanları) tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmâniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir. Şimdi satmaya bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar? Yok, kat'a ve asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye (farzlar) ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli. "Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek (almak) zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin" demeli ve O’na yalvarmalı. Alıntı
Φ berceste Gönderi tarihi: 29 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 29 Haziran , 2006 Yedinci Söz ŞU KÂİNATIN tılsım-ı muğlâkını açan “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir” ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkülküşâ olduğunu; ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzâkından sual ve dua ne kadar nâfi ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur’ân’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebâiri terk etmek ebedü’l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnaktar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle: Bir zaman, bir asker, meydan-ı harp ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki: Sağ ve sol iki tarafından dehşetli, derin iki yara ile yaralı; ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu hali ile beraber uzun bir yolculuğu var; nefyediliyor. O biçare, şu dehşet içinde Meyusane düşünürken, sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nuranî bir zât peyda olur, ona der: “Meyus olma. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istimal etsen, o arslan, sana musahhar bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner. Hem sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istimal etsen, o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu gül-ü Muhammedî (a.s.m.) denilen latîf çiçeğe inkılâb ederler. Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi, bir senelik bir yolu bir günde kesersin. İşte, eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et; ta doğru olduğunu anlayasın.” hakikaten bir parça tecrübe etti, doğru olduğunu tasdik etti. Evet, ben, yani şu biçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm. Bundan sonra birden gördü ki, sol cihetinden şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam, çok ziynetler, süslü suretler, fantaziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi, karşısında durdu. Ona dedi: “Hey, arkadaş! Gel, gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.” Sual: “Ha, ha, nedir ağzında gizli okuyorsun?” Cevap: “Bir tılsım.” “Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım.” S: “Ha, şu ellerindeki nedir?” C: “Bir ilâç.” “At şunu. Sağlamsın. Neyin var? Alkış zamanıdır.” S: “Ha, şu beş nişanlı kâğıt nedir?” C: “Bir bilet. Bir tayınat senedi.” “Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım?” der. Herbir desise ile onu iknaa çalışır. Hattâ o biçare, ona biraz meyleder. Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım. Birden, sağ cihetinden ra’d gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessasa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def edip, peşimdeki yolculuğu men edecek bir çare sende varsa, bulursan, haydi yap, göster, görelim. Sonra de, ‘Gel, keyfedelim.’ Yoksa sus, hey sersem! Ta Hızır gibi bu zat-ı semâvî dediğini desin.” İşte, ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim! Bil: O bîçâre asker ise, sensin ve insandır. Ve o arslan ise eceldir. Ve o darağacı ise ölüm ve zevâl ve firaktır ki, gece-gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur. Ve o iki yara ise, birisi müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir. Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-i mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır. Ve o iki tılsım ise, Cenâb-ı Hakka iman ve âhirete imandır. Evet, şu kudsî tılsım ile ölüm, insan-ı mü’mini zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna, huzur-u Rahmân’a götüren bir musahhar at ve burâk suretini alır. Onun içindir ki, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmek istemişler. Hem zevâl ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o iman tılsımı ile, Sâni-i Zülcelâlin taze taze, renk renk, çeşit çeşit mu’cizât-ı nakşını, havârık-ı kudretini, tecelliyât-ı rahmetini kemâl-i lezzetle seyir ve temâşaya vasıta suretini alır. Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder. Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür; Hâlıkının kudretine istinad, hikmetine itimaddır. Öyle mi? Evet, emr-i كُنْ فَيَكُونُ ’a mâlik bir Sultan-ı Cihana acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira en müthiş bir musibet karşısında اِنَّا ِللهِ وَاِنَّاۤ اِلَيْهِ رَاجِعُون َdeyip itminân-ı kalble Rabb-i Rahîmine itimad eder. Evet, ârif-i billâh aczden, mehâfetullahtan telezzüz eder. Evet, havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse, “En leziz ve en tatlı haletin nedir?” Belki diyecek: “aczimi, zaafımı anlayıp validemin tatlı tokatından korkarak yine validemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.” Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecellî-i rahmettir. Onun içindir ki, kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî edip Allah’a acz ile sığınmışlar; aczi ve havfı kendilerine şefaatçi yapmışlar. Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzâk-ı Rahîmin rahmetine itimaddır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir. Ve o bilet, senet ise, başta namaz olarak, edâ-i ferâiz ve terk-i kebairdir. Öyle mi? Evet, bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla, o uzun ve karanlıklı ebedü’l-âbâd yolunda zad ve zahîre, ışık ve burâk, ancak Kur’ân’ın evâmirini imtisal ve nevâhîsinden içtinab ile elde edilebilir. Yoksa, fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları kabrin kapısına kadardır. İşte, ey tembel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâiri terk etmek, ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi, meyvesi, faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu, aklın varsa, bozulmamışsa anlarsın. Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp zevâli dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa, sus! kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Haktan gelip Hak diyen ve Hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur. Alıntı
Φ ahirzaman Gönderi tarihi: 30 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 30 Haziran , 2006 Bence Hayatın özeti ve manası Sekizinci Söz بِسْمِ الَلّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ اَلَلّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ اْلحَىُّ الْقَيُّومُ اِنَّ الدِينَ عِنْدَ اللّهِ اْلاِسْلاَمُ Şu dünya ve dünya içindeki ruh-i insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer Din-i Hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahlûk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, Ruh-i beşerîyî zulümattan kurtaran يَآاَللّه ve لآَاِلهَاِلاَّاللّهُ olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: "Hangi yol iyidir?" O dahi onlara dedi ki: Sağ yolda kanun ve nizâma tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise, serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihabdaki ihtiyar sizdedir. Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola تَوَكَّلْتُعَلَىاللّهِ deyip gitti ve nizâm ve intizâma tebaiyeti kabûl etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zâhiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayâlen tâkib ediyoruz: İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide tâ hâli bir sahraya girdi. Birden müdhiş bir sadâ işitti. Baktı ki: Dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rastgeldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp, elleri bir ağaca rastgeldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke Mûsallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı gördü ki: Arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı gördü ki: Dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına Takarrüb etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı gördü ki: Isırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı gördü ki: Bir incir ağacıdır. Fakat hârika olarak muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişleri var. İşte şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu âdi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acib işler içinde garib esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryad u figan ettikleri halde; nefs-i emmaresi, güya bir şey yokmuş gibi tecâhül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeğe başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: اَنَاعِنْدَظَنِّعَبْدِىبِى Yâni "Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." İşte bu bedbaht adam, sû'-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü, âdi ve ayn-ı hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek! Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor, böylece azab çekiyor. Biz de şu meş'umu, bu azabda bırakıp döneceğiz. Tâ, öteki kardeşin hâlini anlayacağız. İşte şu mübarek akıllı zât gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünki güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyâlar eder. Kendi kendine ünsiyet eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünki nizâmı bilir, tebaiyet eder, teshilat görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor. İşte bir bahçeye rastgeldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var. Hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, mîdesini bulandırmış. Hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, "Her şeyin iyisine bak" kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor. Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-yi azîmeye girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat biraderi kadar korkmadı. Çünki hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; "Şu sahranın bir Hâkimi var. Ve bu arslan, o Hâkim taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var" diye düşünüp teselli buldu. Fakat yine kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rastgeldi, kendini içine attı. Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı; havada muallak kaldı. Baktı iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi bir acib vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünki güzel ahlâkı, ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor. İşte bu sebebden şöyle düşündü ki: Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise, bu işlerde bir tılsım vardır. Evet bunlar, bir gizli Hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli Hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksad için beni bir yere sevkedip dâvet ediyor. Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş'et eder ki: Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevkeden kimdir? Sonra, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş'et etti ve o arzudan, tılsım sahibini râzı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında, binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünki kat'î anladı ki bu incir ağacı, bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî Hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mu'cize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et'imeye birer işaret Sûretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez. Sonra niyaza başladı. Tâ, tılsımın anahtarı ona ilhâm oldu. Bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum." Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şâhâne, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki ejderha ağzı, o kapıya inkılâp etti ve arslan ve ejderha, iki hizmetkâr Sûretini giydiler ve onu içeriye dâvet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine musahhar bir at şekline girdi. İşte ey tenbel nefsim! Ve ey hayâlî arkadaşım! Geliniz! Bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene edelim. Tâ, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık, nasıl fenalık getirir; görelim, bilelim. Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır; titriyor ve şu bahtiyar ise, meyvedâr ve revnakdar bir bahçeye dâvet edilir. Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor ve şu bahtiyar ise lezîz bir ibret, tatlı bir havf, mahbub bir mârifet içinde garib şeyleri seyir ve temâşâ ediyor. Hem o bedbaht, vahşet ve me'yusiyet ve kimsesizlik içinde azab çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet ve ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, kendini vahşi canavarların hücumuna mâruz bir mahpus hükmünde görüyor ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu Mihmandar-ı Kerim'in acib hizmetkârları ile ünsiyet edip eğleniyor. Hem o bedbaht zâhiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azâbını ta'cil ediyor. Zira o meyveler, nümunelerdir. Tatmaya izin var, tâ asıllarına tâlib olup müşteri olsun. Yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise tadar, işi anlar. Yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder. Hem o bedbaht, kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikatı ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği ile kendisine muzlüm ve zulümatlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvaya hakkı vardır. Meselâ: Bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip; kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor. Dostlarını canavar görüp, tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir ve şu bahtiyar ise, hakikatı görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatın hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemaline hürmet eder. Rahmetine müstehak olur. İşte "Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" olan hükm-i kur'anînin sırrı zahir oluyor. Daha bunlar gibi sâir farkları müvâzene etsen anlayacaksın ki: Evvelkisinin nefs-i emmâresi, ona bir mânevî cehennem ihzar etmiş. Ve ötekisinin hüsn-i niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-i hasleti ve hüsn-i fikir, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş. Ey nefsim ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam! Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur'an'ı dinle ve hükmüne muti ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et. Şu hikâye-i temsiliyyede olan hakikatları eğer fehmettin ise; hakikat-i din ve dünyayı ve insanı ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim. İncelerini sen kendin istihraç et. İşte bak! O iki kardeş ise, biri ruh-i mü'min ve kalb-i salihtir. Diğeri, ruh-i kâfir ve kalb-i fâsıktır ve o iki tarîkten sağ ise, tarîk-i kur'an ve iman'dır. Sol ise, tarîk-i isyan ve küfrandır. Ve o yoldaki bahçe ise, cemiyet-i beşeriyye ve medeniyet-i insaniyye içinde muvakkat hayat-ı içtimaiyyedir ki; hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki: خُذْمَاصَفَادَعْمَاكَدَرْ kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalb ile gider. Ve o sahra ise, şu Arz ve Dünyadır ve o arslan ise, ölüm ve eceldir ve o kuyu ise, bedeni insan ve zaman-ı hayattır ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-i vasatî ve ömr-i gâlibî olan altmış seneye işarettir ve o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır. Ve o siyah ve beyaz iki hayvan ise, gece ve gündüzdür ve o ejderha ise, ağzı kabir olan tarîk-i berzahiyye ve revak-ı uhrevîdir. Fakat o ağız, mü'min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır ve o haşerat-ı muzırra ise, musibat-ı dünyeviyedir. Fakat mü'min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazat-ı ilâhiye ve iltifatat-ı rahmaniyye hükmündedir ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki; Cenab-ı Kerim-i mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, hem müşabihleri, hem Cennet meyvelerine müşterileri dâvet eden nümuneler Sûretinde yapmış. Ve o ağacın birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i samedaniyyenin sikkesine ve rububiyet-i ilâhiyyenin hâtemine ve saltanat-ı ulûhiyetin turrasına işarettir. Çünki "Bir tek şeyden her şeyi yapmak" yâni bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak; hem bir sudan bütün hayvanâtı halk etmek; hem basit bir yemekten bütün cihazat-ı hayvaniyyeyi icad etmek; bununla beraber "Her şeyi bir tek şey yapmak" Yâni zîhayatın yediği gâyet muhtelifü'l-cins taamlardan o zîhayata bir lamh-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san'atlar; zât-ı ehad ü samed olan sultan-ı ezel ve ebed'in sikke-i hâssasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklid edilmez bir turrasıdır. Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin Hâlıkına has ve Kâdir-i Külli şey'e mahsus bir nişandır, bir âyettir. Ve o tılsım ise, sırrı-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir ve o miftah ise, يَا اَللّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ اللّهْ اَللّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ اْلحَىُّ الْقَيُّومُ dur. Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılâb etmesi ise, işarettir ki: Kabir ehl-i dalâlet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, Ehl-i Kur'an ve iman için Zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-yi cinâna ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahmân'a açılan bir kapıdır ve o vahşî arslanın dahi mûnis bir hizmetkâra dönmesi ve müsahhar bir at olması ise, işarettir ki: mevt, ehl-i dalâlet için bütün mahbûbâtından elîm bir firak-ı ebedî. Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezar idhal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur'an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna bir dâvettir. Hem Rahmân-ı Rahîm'in fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazifey-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet ve imtihanın tâlim ve tâlimatından bir paydostur. Elhâsıl: Her kim hayat-ı faniyeyi esâs maksad yapsa, zâhiren bir Cennet içinde olsa da mânen cehennemdedir ve her kim hayat-ı bâkiyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyasını, Cennet'in intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder... اَللّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَ السَّلاَمَةِ وَ الْقُرْاَنِ وَ اْلاِيمَانِ آمِينْ اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ بِعَدَدِ جَمِيعِ الْحُرُوفَاتِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى جَمِيعِ الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَآءِ عِنْدَ قِرَآئَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاَنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى اَخِرِ الزَّمَانِ وَ ارْحَمْنَا وَ وَالِدَيْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِعَدَدِهَا بِرَحْمَتِكَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Alıntı
Φ haksöz Gönderi tarihi: 13 Temmuz , 2006 Gönderi tarihi: 13 Temmuz , 2006 RiSALE-i NUR Nedir ve Nasıl Bir Tefsirdir? . . . Buna rağmen Said-i Nursi yetersiz ARAPCA bilgisi nedeniyle Kuran'daki bütün sureleri yorumlayamamıştır. Risale ve sure sayılarının uyumu yukarıda açıklanan sözde yeni din ve yeni Kuran yaratma çabasından kaynaklanmaktadır. Kaynaklar: 1-Nurculuk Nedir.. 2-RiSALE-i NUR Hakkında.. Evet haklısın gecekuşu,Saidi kürdi nurcuların ilahıdır..Her şey apaçık ortada. Alıntı
Φ enkas Gönderi tarihi: 25 Ağustos , 2006 Gönderi tarihi: 25 Ağustos , 2006 gece kuşu verecek çook cvp var ama sadece şunu söyleyim kimse kimsenin günahından mes'ul değildir yani mesela o katliamları yapanlarda kafir sende kafirsin ama kimse seni kalkıp suçlayamaz değil mi?samimi olduğunu bilsem sana birşeyler söylerdim,ama gerçekten bir iki arkadaş mukni cevaplar verdiği halde bir ısrarı inadın varki, ya anlamıyorsun yada (ki öyle olması muhtemel)bilerek saptırıyorsun. ve "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz"diyor,incilden bir ayet ekliyorum "kötü ve iyi ağaçları meyvelerinden tanıyın" ve mevzuyu 'ci''cu'ya dökmeniz tartışmanın olmayan seviyesini bir kat daha düşürüyor mesela bizde size toplu olarak "inkarcı"diyebilirmiyiz? aslında senin gibi seküler kafalara laf anlatılmaz,ama suç senin değil asır sekülerleşmiş,bütünlükten yoksun bu ülkeyi kimin kime ne zaman sattığı öyle aşikarki bunu sizde bildiğiniz halde niçin bilerek masum bir hakk dostunu karalıyorsunuz anlamıyorum ben nurcu değilim zaten olsaydım konuşmazdım demi nurculuk yasalarındanya ayrıca hatırlatırım hristiyanlar kafir değildir,kur'an tevrat ve incili kaldırmamış tır tekmil için gelmiştir,birde asırlara göre şeriatler değişir bütün kutsal msj ların özü birdir elbisesi farklıdır aklı ve kalbi selim olanlar bilirler ayrıca said nursinin 114 risalesi varsa bu hoş bir tevafuk olur allahın onun tefsirini okeylediğine işarettir benim bildiğim vede çoğu kimseni,n bildiği kadarıyla said nursinin hayatı zorluklar içinde geçmiş yememiş ,içmememiş,evlenmemiş, ve bununla birlikte dünyevi iktidar için yapmadğını bırakmamış güldürmeyin allah aşkına said nursiyi azıcık tanıyan biri bile bu söylediklerinizin saçmalığını anlıyor ve gülüyordur size cuma namazı meselesine gelince fıkhen sabittirki bir ülkede dinsizlik hakimse devlet dini değerlerle yönetilmiyorsa o devletin cumasına gidilmez bu said nursinin uydurduğu birşey değil ki alın bir islam fıkhı okuyun ülkenin %50 si kafir diğer %50 si potansiyel kafirken buyrun cuma kılalım öylemi bırakın allah aşkına ama hangi allah demi tabii siz vahye inanmadığınız için vahyin nasıl birşey olduğunu bilmediğiniz için said nursi vahy aldığını iddia ediyor diyorsunuzkaldıki böyle bir iddia olsa ne olacak vahyin hakikatini bilmedikten sonra kimi,n vahy alıp almadığı niye ilgilendiriyorki sizi kendine mübarek dermiş said nursi eee bunda ne var insan zaten mübarek bir varlıktır biraz sizin üslubunuzla konuşmak istedim yani gözünü kapayıp saldırma üslubu ama sizin kadar beceremedim nede olsa mü'minim saldırmak imanın değil küfrün bir karakteri aslında gerekte yoktu bu millet kimin ne olduğunu biliyor keşke sizde bilseniz.. keşke Alıntı
Φ Cengizhan212 Gönderi tarihi: 27 Ağustos , 2006 Gönderi tarihi: 27 Ağustos , 2006 Risaleler ve Gülen'in tek amacı Arz'ı mevuta hizmettir. Alıntı
Φ 34bekir34 Gönderi tarihi: 27 Ağustos , 2006 Gönderi tarihi: 27 Ağustos , 2006 cengizhan a kesinlikle katılıyorum Alıntı
Φ enkas Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 cengizhan a kesinlikle katılıyorum cengiz han arzı mevuta hizmettir derken ölmüş insanları dirltmekten bahsediyor galiba,ama sen zıttı birşey söylerken ona nasıl katılmış olduğunu anlamadım,yada ben mi yanlış anladım.rica etsem aydınlatabilirmisiniz? Alıntı
Φ frozen Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 İnsanları tek taraflı kaynaklarla yanıltılarak, Atlara binip üsküdara geçmeye çalışmamalı... Bu yapılan ve yapılacak katkılarda siz isteseniz de istemeseniz de Sizin anlatmaya çalıştıklarınızın ne olduğunu ifade eden ve aydınlatacak bilgilerdir. Sizlerin dile getirmektan buralara yazmaktan özellikle kaçındığınız bazı gerçekleri anlatmaktadır. Bu iddia ettiğiniz gibi kişilikler saldırı değil... Var olan ve gizlemeye çalıştığınız kişiliklerin ne olduğunun ortaya konması ve arkasında yatan gerçeklerin açığa çıkarılmasıdır... Bu güne kadar bu gerçekler bir çok kişi tarafından bilinmesine karşın, hiç gereği olmadığı için açıklanmamış. Ama Sizin yavaş yavaş ve sinsice yürüdüğünüz forum içersindeki yolda vardığınız bu nokta da ve artık yapmak istedikleriniz tamamen açığa çıkınca bütün bu gerçekleri de açıklamak gereği doğmuştur. Eğer siz istediğiniz gibi bazı şeyleri yapmak ve anlatmak gibi bir hakkı kendinizde görüyorsanız. Başkalarının da bunların ne olduğunu anlatmak ve açıklamak gibi hakları vardır. Bazı şeylerin açığa ve ortaya çıkmasından korkarak yaptığınız bu açıklama ve yaklaşımlar... Bir işe yaramaz...Sizin katkılarınız ve insanları kandırma çalışmalarınız devam ettikçe ... O istediğiniz katkıların da (her türlü tehdit, yalan, iftira ve küfre karşın) yapıldığını da göreceksiniz.. Söylediğiniz gibi bunlar dogma değil bilinen ama gizlenmeye çalışılan gerçeklerdir... Dogma sizin kafalarınızın içindeki değişmez tutucu fikirlerdir. "Senin doğmalarına inanacak değiliz.. Biz kimin ne olduğunu biliyoruz." diyorsunuz... Zaten bunlar size değil sizin yanıltmaya çalıştığınız insanlara anlatılmaktadır. Dediğiniz gibi siz kimin ne olduğunu ve ne yapmak istediğinizi çok iyi biliyorsunuz... HİÇ KUŞKUNUZ OLMASIN KATKILARIMIZ DEVAM EDECEKTİR... O ÜSTÜNE BİNİPTE üSKÜDARI GEÇTİ DEDİĞİNİZ ATLARLA NEREYE GİTTİĞİNİZİ HERKES GÖRMÜŞ VE ÖĞRENMİŞ OLACAK... son kelimesine kadar katılıyorum, teşekkürler gece kuşu Alıntı
Φ enkas Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 son kelimesine kadar katılıyorum, teşekkürler gece kuşu amaç=karalamak yapılan=büyük bir iftira iftira olduğuna delil=risale-i nur'un kendisidir varsa diyecek bir şeyiniz risale-i nur!a bakın önyargısız bir inceleyinde sonra konuşalım zira bu tarz iftiralarla tartışmanın seviyesi düşüyor "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz"eserlerine bakın,vazgeçin garibane yaşamış ve hiçbirşeyi olmamış bir adamla uğraşmaktan,insaf edin,iftira kötü birşeydir,altından kalkamazsınız.helede ömrünü insanlık için adamış bir alim,bir veli ve ehli hakikat şahsiyet için olursa dahada kötü tepetaklak olursunuz Alıntı
Φ frozen Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 amaç=karalamak yapılan=büyük bir iftira iftira olduğuna delil=risale-i nur'un kendisidir varsa diyecek bir şeyiniz risale-i nur!a bakın önyargısız bir inceleyinde sonra konuşalım zira bu tarz iftiralarla tartışmanın seviyesi düşüyor "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz"eserlerine bakın,vazgeçin garibane yaşamış ve hiçbirşeyi olmamış bir adamla uğraşmaktan,insaf edin,iftira kötü birşeydir,altından kalkamazsınız.helede ömrünü insanlık için adamış bir alim,bir veli ve ehli hakikat şahsiyet için olursa dahada kötü tepetaklak olursunuz sayın enkas karşıt görüşlere bu kadar tahammülsüz olmayın lütfen.risale-i nur a bakmadığımı nerden biliyorsunuz,hem ayrıca bakmasakta yukarda görüldüğü gibi paylaşımlarınızla katkınız görülmeyecek gibi değil. benim kuran-ı kerim 'i anlamak için ,sizin tabirinizle ömrünü insanlık için adamış bir ehli hakikat'in yazdığı bir kitaba bakmama gerek yoktur.ayrıca canım hikayelerden ders almak isterse mesneviyede başvurabilirim. tutturmuşsunuz bir iftiradır gidiyor,sizin gözünüz bizim gibi görmüyorsa gerçekleri bu iftira değildir.ayrıca kimin tepetaklak olucağıda belli olmaz ki hayat bu öyle değil mi... sizi nurlu kitabınız ve seviyeli tartışmalarınızla başbaşa bırakıyorum... Alıntı
Φ politika Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 sayın enkas karşıt görüşlere bu kadar tahammülsüz olmayın lütfen.risale-i nur a bakmadığımı nerden biliyorsunuz,hem ayrıca bakmasakta yukarda görüldüğü gibi paylaşımlarınızla katkınız görülmeyecek gibi değil. benim kuran-ı kerim 'i anlamak için ,sizin tabirinizle ömrünü insanlık için adamış bir ehli hakikat'in yazdığı bir kitaba bakmama gerek yoktur.ayrıca canım hikayelerden ders almak isterse mesneviyede başvurabilirim. tutturmuşsunuz bir iftiradır gidiyor,sizin gözünüz bizim gibi görmüyorsa gerçekleri bu iftira değildir.ayrıca kimin tepetaklak olucağıda belli olmaz ki hayat bu öyle değil mi... sizi nurlu kitabınız ve seviyeli tartışmalarınızla başbaşa bırakıyorum... Sayin Frozen,nekadar ilginc degilmi,Allah ve peygamber bir kenara birakilmis,ve gecmisi karanlik ve saibeli birtakim hocaefendilere ragbetki ragbet var.Kuran okunmaz Peygamberin gösterdigi yol takip edilmez ama seyhlere neredyse tapilir.bu kisilerin kim ve ne olduklarini bilenler zaten biliyor bilmeyenler ögreniyor ama ögrenmeyen veya ögrenmek istemeyenler inatla bu adamlari savunuyorlar.Ben böylelerine dinden bihaber insanlar gözü ile bakiyorum.Onlarin iftira demeleri kendilerine duyamadiklari güvendendir.Kurani Kerim en büyük rehberdir,peygamber Allahin elcisi ve dini anlatandir.Hal böyle iken birtakim seyhlerin peslerinden gidenlere onlardan medet umanlara sadece uyanin artik diyebiliyorum.Allah nurunu tamamliyacaktir bunun icin ne Said-i Kürdiye nede F.Gülene ihtiyaci vardir.Okendi nurunu tamamliyacak güctedir,amenna ve ... saygilarla Alıntı
Φ frozen Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 Sayin Frozen,nekadar ilginc degilmi,Allah ve peygamber bir kenara birakilmis,ve gecmisi karanlik ve saibeli birtakim hocaefendilere ragbetki ragbet var.Kuran okunmaz Peygamberin gösterdigi yol takip edilmez ama seyhlere neredyse tapilir.bu kisilerin kim ve ne olduklarini bilenler zaten biliyor bilmeyenler ögreniyor ama ögrenmeyen veya ögrenmek istemeyenler inatla bu adamlari savunuyorlar.Ben böylelerine dinden bihaber insanlar gözü ile bakiyorum.Onlarin iftira demeleri kendilerine duyamadiklari güvendendir.Kurani Kerim en büyük rehberdir,peygamber Allahin elcisi ve dini anlatandir.Hal böyle iken birtakim seyhlerin peslerinden gidenlere onlardan medet umanlara sadece uyanin artik diyebiliyorum.Allah nurunu tamamliyacaktir bunun icin ne Said-i Kürdiye nede F.Gülene ihtiyaci vardir.Okendi nurunu tamamliyacak güctedir,amenna ve ... saygilarla teşekkürler sayın politika güzel ifade etmişsin,bendende saygılar. Alıntı
Φ enkas Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 Gönderi tarihi: 23 Eylül , 2006 inanın öyle komiksiniz ki, sayın politika bediüzzaman hz.bize allahı göğün bir köşesinde değil kur-anda çok bariz olan ama bu asırda materyalistleşmiş olduğu için anlamayan kafamıza şöyle anlatmıştır,bilimlede ilmi hakikatlerlede kur-anın nasıl uyuştuğunu göstererek ilim=işin plan ve projesi,nereye baksanız ilmi görürsünüz ,atomun planlı ve proğramlı işlemesi ,karışmaması,karıştırmaması ilimdir kudret=işin enerji boyutu,her bir varlığın maddesi kudreti gösterir,mesela masadaki kereste,ağaç herneyse,yada atomun enerji boyutu irade=ise harekettir,atomların değişim dönüşümlerine hatta atom altı parçacıklarda(kuantum)ki sürekli faaliyete bakar,kainatta durgun ve durağan hiç birşey yoktur işte ALLAH'ın ilim kudret ve iradesi eşyayı kuşatmıştır sevgili frozen mesnevi okurum demişsin,oku kardeşim bizde okuruz mesneviyi,ben bir tarafı yüceltmek için diğer tarafı küçümseyenlerden değilim,mevlanayı abdulkadieri geylaniden,şahı nakşibendden ,ibni arabiyi bediüzzman said nursiden ayırmam ben HAKK için hakk dostlarının hepsini seven adi ve belkide tepetaklak bir kulum,ben senin şahsına değil yaptığın çirkin davranışi çin söyledim,şahsına duacıyım kaldıki ben bir nur talebeside değilim sadece merak edip said-i nursinin eserlerini okuyan biriyim,ne ilme nede dine aykırı birşey göremedim şimdiye dek hatta b.s.nursi diyorki"ben mevlana zamanında gelseydim mesneviyi yazardım oda bu zamanda gelseydi risale-i nuru yazardı" hadistede vardır"her yüz senede bir müceddid gelecek "diye,yani dinin özünü değiştirmemekle birlikte bazı şartlara uyum sağlamak için çünkü hz.peygamber biliyorduki sosyologlarcada sabittir her yüz senede bir kurulu düzen bozulur yerine yenisi gelir ama manalar öz aynıdır sadece teferruata ait mevzuatta birde yine hz.peygamberin çok ilginç bir hadisi var"ASRINI BİLMEYEN CAHİLİYET ÖLÜMÜ ÜZRE ÖLÜR"asır iman-küfür savaşının en yoğun olduğu asırken ve gizli ve açık bir anarjizm baş gösterirken siz kalkmışsınız ömrünü hizmeti diniyeye adamış dünyaya perestiş etmemiş yeri gelince ukbayıda ayakları altına alıp arşı marifetullahta zirvelere tırmanmış bir hak dostuyla uğraşıyorsunuz biz asla b.s.nursi ve f.güleni şeyh olarak görmedik,görenler olduysa onların hatası ama b.s.nursi"asır tarikat asrı değil i,man kurtarma asrıdır"diyor,siz şeyhlikten bahsediyorsunuz. selametle.. Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.