Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

KÜRESELLEŞEN SORUNLAR KARŞISINDA KANT ETİĞİ


wherthus

Önerilen İletiler

KÜRESELLEŞEN SORUNLAR KARŞISINDA KANT ETİĞİ

 

Ölümünün üzerinden 200 yıl geçmiş olmasına karşın Kant felsefede bugün de güncelliğini koruyor. Düşünceleri, ona ilişkin söylenenler, ona yöneltilen eleştiriler ve karşı eleştiriler bugün de felsefe tartışmalarının odağında yer alıyor. Onun felsefe tarihindeki yeri konusunda felsefeciler arasında bir görüş birliği olduğu bile söylenebilir. Ama bundan, günümüz felsefesinin Kant’ın yolunu izlediği sonucu çıkarmak yanlış olur. Neredeyse bunun tam aksini söylemek bile mümkün:

 

Bugün Kantçı olmak ya da onun çizgisinden giderek felsefe yapmak neredeyse yadırganan bir durum. Kantçılar ya da onun çizgisinde felsefe yapanlar onu eleştirerek ya da ona karşı çıkarak felsefe yapanlardan çok daha az. gibi filozoflara dayanılarak ya da dayanıldığı düşünülerek yapılan Kant eleştirileri, Kant anlatımlarından çok daha fazla ve etkili. Kant’a yönelik eleştirilerin, onu çağımızın yaşadığı kimi siyasal, teknolojik ve etik sorunlardan sorumlu tutmaya kadar varabildiğini de görüyoruz. Özellikle postmodern denilen düşünürler Kant’ı ve onunla özdeşleştirdikleri “modernizm”i ya da “aydınlanmadüşüncesi”ni bugün yaşanan kimi olumsuzlukların ana sorumlusu olarak görüyorlar. Bu düşünürler, teknolojinin yol açtığı çevre sorunlarından, çağımızda yaşanan soy kırımlara ve diktatörlüklere kadar birçok sorunun “modernizm”in ya da onun temelinde yatan ussallığın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu düşünüyorlar.

 

Tüm bu eleştirilere karşın, Kant’ı yine de önemli veya vaz geçilmez kılan şey, onun teorik ve pratik felsefeye ilişkin söylediklerinin felsefede bir dönüm noktası ya da “Kopernikosçu bir devrim” oluşturmuş olması. Bu nedenle hem onu sert bir biçimde eleştirenler hem de onun yolunda yürüyenler onun düşüncelerini görmemezlikten gelemiyorlar.

 

Onun teorik ve pratik akla ilişkin düşünceleriyle hesaplaşma, yeni yollar açmanın, yeni düşünceler geliştirmenin bir önkoşulu gibi. İşte bu nedenle Kant’ın düşüncelerinin felsefede önemli bir dönüm noktası olduğunu söylemek mümkün. Onun söylediklerini benimseyerek veya eleştirerek ama onun çizgisinde felsefe yapanlarla, ona köktenci bir biçimde karşı çıkanların üzerinde uylaştıkları tek nokta da bu belki.

 

Immanuel Kant’ın felsefesine ilişkin bu genel saptamalar onun etiği içinde geçerli. Üzerinde yoğun tartışmaların bugün de sürdüğü bir görüş Kant etiği. Farklı anlama biçimlerinin yan yana varolduğu, ezbere ve toptancı değerlendirmelerin ciddi değerlendirme ve eleştirilerden çok daha fazla olduğu, bu nedenle de övgülerden ziyade eleştiri oklarının kendisine yöneldiği bir etik görüşü bu. Öte yandan ona şu ya da biçimde göndermede bulunmayan, onu yürüttüğü tartışmada hiç hesaba katmayan bir etik yazısına rastlamak da oldukça zor. Ona en karşıt konumu oluşturan ya da oluşturduğu düşünülen Yararcılık ve Analitik Etik gibi etik görüşler bile onunla ilgi kurarak ve onda gördükleri yanlışlardan yola çıkarak, ondan farklılıklarında kendilerine bir temel, bir varlık dayanağı bulmaya çalışıyorlar.

 

Tartışım (Diskurs) Etiği (Karl Otto Apel ve Jürgen Habermas) ve Değerler Etiği (Max Scheler ve Nicolai Hartmann) gibi Kant etiğine nispeten daha yakın duran etik görüşler ise onda önemli buldukları yanlar kadar ona yönelttikleri eleştirilerle ya da onda buldukları yanlışlıkları dile getirerek kendi yollarına gidiyorlar.

 

Bugün yaygın etik tartışmalarının bir tarafinda hep Kant etiği var. “Kant mı, Aristoteles mi?”, “Kant mı, Hegel mi?” sorusu, etikte bugün de yaygın bir biçimde soruluyor. Hegel’in Kant etiğine eleştirileri dile getirilerek ya da Hegel’e ve Aristoteles’e dayandırılan bakış açılarıyla Kant etiği eleştiriliyor. Max Weber’in zihniyet (niyet) etiği ile sorumluluk etiği arasında yaptığı ayrıma dayanarak, Kant etiği ve benzeri etiklerin salt bir zihniyet (niyet) etiği olduğu söyleniyor. Onun eylemin sonucunu hiç dikkate almadığı, bu nedenle de bir sorumluluk etiği olmadığı iddia ediliyor. Deontolojik etik sayılan Kant etiği teleolojik etiklerin karşısına konuyor. Doğanın ya da canlılığın da bir yeni bir etik sorumluluk kategorisi sayılmasıyla, etiğin Kant’ta olduğu gibi insan varlığıyla sınırlandırıp sınırlandırılmayacağı sorgulanıyor.

 

Bugün etikte insanmerkezcilik ya da etiğin insanmerkezci mi yoksa canlımerkezci mi olacağı sorusu, önemli tartışma konuları arasında yer alıyor. Kısaca yaygın etik tartışmaların bir ucunda hep Kant etiğiyle ya da Kantçı etik düşüncelerle karşılaşıyoruz. Bu nedenle Kant’ın düşüncelerinin şu ya da bu biçim de yer almadığı bir etik tartışmaya rastlamak biraz zor’.

 

1. Kant Etiğine Yöneltilen Eleştiriler

Bu yerine karşın bugün Kant etiği aynı zamanda çok ciddi eleştirilerle de karşı karşıyadır. Onun taşıdığı “metafizik” yanları nedeniyle köklü bir dönüşüme gereksinimi olduğunu söyleyenler (K. O. Apel ve J. Habermas) olduğu gibi, günümüzün küreselleşen etik sorunlarının Kantçı bakışla çözülemeyeceğini, bu sorunların tümüyle yeni bir etik oluşturulmasını gerektirdiğini söyleyenler (H. Jonas) de vardır. Bu eleştiriler onun kimi —metafizik sayılan— dayanaklarına yöneldiği gibi, onun nitelik değiştiren çağın etik sorunlarına karşı çaresiz kaldığı noktasına da dayanabilmektedir. Kimi zamansa bu ikisi birlikte eleştiri konusu olabilmektedir.

 

Ama bugün de Kant, gerek onu eleştirenlerince gerekse onun etiğini etik tarihinin dönüm noktalarından biri olarak görenlerce, bir başvuru noktası olmayı sürdürmekte. Her iki karşıt etik doğrultusu da onun görüşlerinde kendileri için önemli ipuçları bulmakta. Günümüzün Normatif Etik denilen görüşlerin ilke olarak benimsedikleriyle Kant etiği arasında kimi örtüşmelerin olduğu söylenmekte. Faydacı etik ve (Hare ve Singer gibi) evrenselleştirme ilkesi savunucularının, Rawls ve Kohlberg’in, Apel ve Habermas’ın, Erlangen Okulu ’nun yaptığı gibi, Kant etiği de etikte göreceliğe, kuşkuculuğa ve dogmatizme karşı çıkmakta. Kant da ahlaksal yargı vermenin ve eylemde bulunmanın kişisel duygu veya rastgele karar verme meselesi olmadığını, ayrıca toplumsal-kül türel uylaşımlarla da ilgili olmadığını düşünmekte. Tam tersine ona göre, ahlaksal eylem alanı yükümlülükler alanıdır. Kant en yüksek ahlak ilkesi temelinde tartışmayı sürdürür. İşte bu noktada çağdaş etik büyük oranda Kant etiğinden ayrılır: çünkü onlar ahlak ilkesinin tam olarak belirlenmesi konusun da Kant’ın görüşünü paylaşmazlar. Kant’ın tezlerine karşı kendi tezlerini ortaya koymaya girişirler. sonuçta Kant etiği ona karşı çıkan etik görüşlerinin de çıkış noktasını oluşturmuş olur.

 

Kant etiği çoğu zaman filozoflar tarafından bile bütünlüğünden koparılarak anlaşılmaya çalışılmış, bu bütünlüğünden kopuk okumalar da ona kimi haksız eleştirilerin yöneltilmesine yol açmıştır. Örneğin Schiller ve Benjamin Constant, Kant etiğinin çok sert ya da kuralcı bir etik olduğunu söylemişler; Hegel’den bu yana ise onun —Aristoteles etiğinde olduğu gibi— bir praksis kavramına sahip olmadığı; Kant’ın pratik aklının sadece pratik niyetlerin hizmetine sunulmuş teorik akıl olduğu; Kant etiğinin tartışmalı iki dünya öğretisine dayandığı, bu nedenle eylemin birliğini kavrayamayacağı söylenegelmiştir. Yine Hegel’den bu yana onun öznel olduğu, tarihselliği bir yana bırakan bir salt “gereklilik etiği” olduğu ileri sürülmüş;

 

Max Scheler ise Kant etiğini zihniyet (niyet) etiği (Gesinnungsethik) olarak niteleyerek Nietzsche ve Husserl’den hareketle onun formalist olduğunu savlamıştır— onun bu tezleri Nicolai Hartmann tarafından daha da ileriye götürülmüştür. Hatta Kant’ın ödev etiğinin “Prusya tarzı itaat” düşüncesinin sorumlularından birisi olduğu da söylenmiştir.

 

II. Eleştiriler Karşısında Ana Çizgileriyle Kant Etiği

İnsandaki otonomiyi (özerkliği) ve özgürlüğü etiğinin temeline koyan bir etik görüşün, “itaat”in filozofu olarak nitelenebilmesi, Kant etiğinin ne kadar farklı ve sorunlu an-lamalara maruz kalabildiğinin açık bir göstergesidir. Kant’ın etiğinde yapmak istediğiyse, etik alanında

aklın nasıl pratik olabileceğini, kendi adlandırmasıyla bir “ahlak metafiziğinin” “bilim olarak

metafiziğin” nasıl olanaklı olduğunu göstermektır.

 

Etik alanında aprio ri, yani genelgeçer ve zorunlu bir yargının, doğa yasası benzeri bir yasanın varlığına işaret eder. Ahlak alanında yasalılığı olanaklı kılan bu yasa, onun “ahlak yasası” adını verdığı yasadır “Iyi”nin ya da “iyi ısteme”nin ne olduğunu belirleyen de bu yasadır. Başka bir deyişle, neyın iyi olduğuna ancak bu yasaya göre karar verilebilir, —daha önceki filozofların hep yapmaya çalıştıkları gibi— yasadan önce neyin iyi neyin kötü olduğu söylenemez. Kant bır anlamda bu bağlantıyı tersine çevirir. Bir isteme “iyi” olduğu için yasaya uygun değil, yasaya uygun olduğu için “iyi”dır. Etik bu yasayı, özgürlüğün yasalarını konu edinen bilgi dalıdır, Kant’a göre. ‘Ahlak yasası, gerçekte, özgürlük aracılığıyla nedenselliğin yasasıdır, dolayısıyla duyularüstü bir doğanın olanağının yasasıdır” (Kant 1994:54) ve bu yasa “herkese, hem de tam olarak kendi kendine uymayı buyurur... [ ahlaklılığın kesin buyruğunu yerine getirmek, her zaman herkesin elindedir.” (Kant 1994:42). Herkes kendinde taşıdığı bu olanağı gerçekleştirebiilir, eylemlerinin temelinde yatan istemelerinin belirleyicisi, kişinin kendi arzu ve eğilimleri yerine, ahlak yasası olabilir; istemeyi, istenen şey yerine bu yasa, yasanın biçimi belirleyebilir. Başka bir deyişle, kişi her defasında, kendi istemesinin temelinde yatan öznel ilkenin(maksimin), genelgeçer bir yasa olmaya elverişli olup olmadığını sınayabilir, “herkes bu maksime göre hareket ederse bu maksim ayakta kalabilir mi?” diye sorabilir.

 

Akıl sahibi bir varlık olarak insan istemenin öz yani istemesinın kendisinin yasa koya bilme olanağını kendisinde taşır. Bu ise istemenin öznel ilkesinin saf akıl tarafından ya da ahlak yasasının sırf biçimi tarafından belirlenebilmesini olanaklı kılar. İşte bireylemi ahlaklı kılan da budur, yani eylemin temelinde yatan istemenin, herhangi bır içerik tarafindan değil de, ahlak yasasının sırf biçimi tarafından belırlenmesidir. İsteminin bu ilkeye uygun olmasıdır: “Öyle eyle ki, senin istemenin öznel ilkesı aynı zamanda hep genel bir yasa koymanın ilkesi olarak geçerli ola— bilsin”. Kant, pratık aklın temel ya sası dediği ahlak yasasını böyle dilegetirir. “Burada kendi başına pratik olan saf akıl doğrudan doğruya yasa koyucudur. İsteme, deneysel koşullardan bağımsız, dolayısıyla saf isteme olarak, yasanın sırf biçımi tarafından belirlenmiş olarak düşünülmektedir ve bu belirleme nedeni bütün maksimlerin en üs tün koşulu olarak görülmektedir.” (Kant 1994: 35). Ahlak yasasını kesin buyruk olarak da şu biçimde ifade eder: ‘Ancak aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin öznel ilkeye göre eylemde bulun!” Kişinin —eyleminin arkasında yatan— istemesinın öznel ilkesi ancak bu nitelikte ise o eylem ahlaklı, özgür bir eylemdir.

 

Kısaca Kant etiği istemeyi merkeze alan, bir eylemin ahlaklı olup olmamasını, o eylemin arkasındaki istemeye, daha yerinde bir deyişle, istemenin maksıminde (öznel il kesinde) gören bir etik görüşüdür. Eğer eylemin temelinde yer alan istemenin maksımı —yani isteme nin dayandığı öznel ilke— genel- geçer bir yasa olabilecek nitelikte ise o eylem ahlaklı bir eylemdir. Bu da ancak istemeyi belirleyen şeyin ıstenen şey değil de, yasanın biçimi olması durumunda, yani istemeyi ahlak yasasının —“öyle eyle ki, senin ıstemenin öznel ilkesi hep aynı zamanda genel bir yasa koymanın ilkesi olarak geçerli olabilsın”— belirlemesi durumunda gerçekleşir. Başka bir deyişle, eylemlerimizin arkasında yatan istemelerimiz bu nitelikte ise o eylemlerimiz özgür ve ahlaklıdır. Böylece Kant bize ahlaklılığın bir ölçütünü sunar; ama bu ölçüt eyleme değil, eylemin arkasında yatan istemeye ilişkindir. Bu nedenle bize ne yapacağımızı söylemez, buna karar vermek her zaman tek tek kişilerin işidir; bu etiğin bize söylediği ah laklı bir eylemin temelinde yatan

istemenin öznel ilkesinin nasıl olacağıdır. Kısaca hakkında konuşulan şey eylem değil, istemedir; söz edilen şey de eylem ilkesi değil, isteme ilkesidir.

 

III. Kant Etiğine Yönelik Eleştirilere Karşı Eleştiriler

Bu nokta Kant etiğinin yanlış anlaşılmasına yol açan yanların başında gelmektedir. Birçokları “Öyle eyle ki” diye başlayan ahlak yasasının eyleme ilişkin bir belirlenimde bulunduğunu düşün müşler; “senin istemenin öznel ilkesi...” diye başlayan ikinci kısmı dikkate almamışlardır. Hatta kimi başka dillere çevirilerinde ahlak ya sası “öyle eyle ki eyleminin insanlık için genelgeçer bir yasa olmasını isteyebilesin” biçiminde çevrilmiş ya da anlaşılmıştır. “Önce sol ayak kabı bağını bağla”, “yalnızsan, ka ranlıkta ıslık çal” gibi buyrukların, kategorik buyruğa göre bakıldı ğında, bir ahlaksal ödev olduğunu söyleyen W. K Frankena’nın Ethics adlı kitabında yaptığı gibi, ahlak yasası alaya alınmıştır. Kimileri kesin buyruğu, eylemin ahlaklılığı yerine ödeve uygunluğunun, yani legalitenin sınanma ölçütü olarak görürken; kimileri Kant’ı ödeve uygun eylemlerde eyleme katılan ların mutluluğunu tümüyle ihmal etmekle, yani insanın iyiliğini göz ardı etmekle suçlamıştır. Bunlann dışında, kimileri (Hoerster) ise ke sin buyruğun saf bir akıl buyruğu olduğunu yadsıyarak, onun yal nızca deneysel-pragmatik bir ilke olduğunu savlamışlardır. (Höffe1983: 181).

 

Eylem ilkelerinin genelgeçer olamayacağı saptamasından hare ketle de Kant’ın “yalan söyleme”ye ve “intihara” ilişkin söyledikle rinin yanlışlığını göstermeye ça lışmışlardır. “Hiçbir koşulda yalan söyleme” maksiminin Kant’ın katı ahlakçılığının bir göstergesi olduğu iddia edilmiştir. Gerçekten de Fran sız yazar ve siyaset adamı Benjamin Constant’la giriştiği tartışmada Kant, suçsuz bir kişiyi yakalamaya çalışan kişilere dahi yalan söyleme hakkı diye bir hakkın olamayacağını söy lemektedir (Über cin vermeintes Recht aus Menschenliebe zu lü gen, 1797). Böyle bir hakkın kabul edilmesinin her türlü toplumsal ilişkiyi ya da sözleşmeyi olanaksız kılacağını, çünkü her sözleşmenin temelinde güvenilirlik veya içtenli ğifl yattığını düşünür. Ama burada daha bu ifadenin yer aldığı yazının başlığının da gösterdiği gibi, konu bir hukuk sorunuduı ahlak soru nu değildir. Ahlak sorunu ise bu tartışmada ayraca alınmıştır. Kant hukukta da bazı ayrıksı durumla rın olabileceğini, bu tür durumlar da bu ilkeye aykırı hareket etmenin ceza dışı (cezadan muaf) olmasa da, ceza vermeyi gerektirmediğini ileri sürer.

 

IV. Çağın Etik Sorunları Karşısında Kant Etiği

 

Hans Jonas ve Karl-Otto Apel’in Kant ve benzeri etik bakışlara yö nelttikleri eleştirilerinin başında ise Kant etiği türünden etiklerin çağın etik sorunlarıyla başa çıkamayacağı sayı gelmektedir. Insan eyleminin yapısının değişmiş olması, bunun sonucu olarak doğanın da yeni bir sorumluluk kategorisi olarak gö rülmesi, onları zihniyet ya da niyet etiğine dayanan ve eylemin sonuç larını hiç hesaba katmayan Kant etiği türünden etilderin, bugünkü dünya sorunları karşısında çaresiz kalacağı düşüncesine götürmüş- tür. Zihniyeti ya da iyi niyeti esasalan, kişinin yakın çevresiyle sınırlı kalan bir “mikro- ya da meso-etiğin” çağın küreselleşen sorunlan karşısında başarısız kalacağı düşü nülmüştür. Küreselleşen sorunlar etiğin de küreselleşmesini, yani bir küresel ya da makro etiğin ge liştirilmesini gerektirmektedir. Bu makro etikse yalnızca “komşunu sev sev!” olarak genelleştiren, küçük gruplar ara sındaki ilişkileri —aile ve komşuluk ilişkilerini— düzenleyen geleneksel dinsel ve etik normlara dayanan bir etik değil, tartışımla ulaşılan ve bir görüş birliğine dayanan daha genel normları temele alan bir etik olmak durumundadır.

 

 

Apel’i böyle bir etik düşüncesine götüren şeylerin başında ise bugün toplumsal ve siyasal ilişkilerde etik bakış yoksunluğuna ilişkin saptaması gelmektedir Günümüzde gerek ülke içi siyasal ve toplumsal sorunlara ilişkin tartışmalarda, gerekse uluslararası ilişkilerde te mel belirleyici, etik duyarlılık değil çıkarlar olmaktadır. Herkesin ya da her devletin kendi çıkarlarını korumaya çalışması; sonuçta etik sorunların olması, etik bakışın bu sorunlara yöneltilmemesi de doğal karşılanmaktadır.Apel’in bugün yaşanan sorunları ele alışta etik bakış eksikliğine ilişkin bu saptaması sorunlarla baş etmede çıkış noktası oluşturmak tadır. Sorununun saptanmasının çözüme giden ilk adımın atılması anlamına geldiği düşünülürse, çağın etik sorunlarını konu edinenlerin öncelikle farkına varmaları gereken şeyin bu olduğu görülür. Tartışılması gerekense, Kant etiğinin ya da bu türden bir etiğin bu etik sorunları gidermedekı yeridir. Kişiye seslenen, kişinin eyleminin ahlaklı olması için bir ölçüt getiren Kant etiği toplumsalya da siyasal sorunlar söz konusu olduğunda neden yetersiz kalmak- ta ya da kaldığı düşünülmektedir? Sorunların çözümünün uzmanlık gerektirmesi ve tek kişinin kendi başına başa çıkamayacağı kadar kapsamlı ve karmaşık olması, Kant etiği ve benzeri etikleri bu sorunlar karşısında neden çaresiz bıraksın?

 

Bir kişinin ya da bir grup insanın siyasal kararlar verme konumunda olması ve kararların sonuçlarından gelecek nesillerin de etkilenmesi, onların eylemlerinin ahlaksallık ölçütüne vurulmasını neden engellesin? Kendi başlarına ya da danışma veya tartışımla insanlığın —hatta tüm canlı cansız doğanın- geleceğini etkileyen kararları ve renler de sonuçta tek tek kişilerdir. Bugün küresel ısınmayı yavaşlat maya yönelik Kyoto Antlaşması’nı imzalamayanlar da ülkeler değil, o ülkeleri yöneten tek tek kişilerdir. Sıradan insanın komşusunu ya da yakın çevresini etkileyen eylemi nasıl ahlaklı bir eylem olabiliyorsa, aynı şekilde bir ülkeyi ya da dün yayı —dünyadaki süper güçleri— yö neten insanların siyasal kararları ve eylemleri de ahlaksallık ölçütüne göre değerlendirilebilir. Hem de eylemin sonucuna değil, bu tür eylemde bulunurken yöneticilerin dayandıkları öznel ilkelerin nite liklerinden hareketle bu yapılabi lir. İstemeyi çıkarların belirlediği, eylemde bulunanın kendisinin ya da içinde bulunduğu grubun çıkarlarını korumayı isteyen bir eylemin ahlaklı bir eylem olaca ğından, insanın değerine zarar vermeyeceğinden kim söz edebilir.

Bu tür eylemler değil midir Apel ve Jonas’ın şikayetçi oldukları eylem ler? Dünyayı günden güne daha yaşanılmaz yer haline getiren, tüm canlıların yaşamını tehlikeye atan gelişmeler, çıkara ya da ben sevgi sine dayalı kararların ve eylemlerin sonucu değil midir? Bu tür eylemlerin, Jonas ve Apel’in dediği gibi etkilerinin uzun erimli ve küreselhale gelmesinin bir sonucu değil midir bugün yaşadığımız çevresel sorunlar? Apel’in çıkış noktasını oluşturan sınıflar ve uluslararası ilişkilerde etik bakış eksikliği, 15u ilişkileri belirleyen şeyin “çıkar” olması değil midir? Bu nedenle eylemin ahlaklılığına ilişkin aşıl ması güç bir ölçüt getiren Kant etiğine bugün, yeryüzündeki canlı yaşamının olası sonundan söz edildiği, bunun da insanın eylem olanaklarının çok gelişmiş olmasına bağlandığı bir dünyada her zamankinden çok daha fazla gereksinim vardır.

 

Kant etiği her tek durumda doğru değerlendirme yapmayı sağlayamasa da her tek durumu ya da eylemi değerlendirmede aşılamayacak bir ölçüt sunmakta dır bizlere: Eylemin iyi istemeye dayanması, yani kişinin kendine ve başkalarına insan olarak davran mayı amaçlaması. Kendisi amaç olarak var olan insan —çünkü “akıl sahibi doğa, kendisi amaç olarak vardır”—, kendine ve başkalarına karşı eylemlerinde amaç olmayı korumak durumundadır. Kant bunu pratik buyrukta şöyle dilegetirir: “her defasında insanlığa,

kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun.”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

YÖNTEME HAYIR-ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ

 

Burada Feyerabend 'ın görüşlerini özetlemeyeceğim; çevirdiğim yapıtı, onun başyapıtı, anlatımı yer yer çetrefilleşse de, yeterince açık yazıyor, okur kitabın tümünü okuduğunda, Feyerabend 'ı tanıyabilir. Çağdaş felsefedeki yeri konusunda da konuşmak istemiyorum; okur, Feyerabend'ın hesaplaştığı görüşlerden, felsefecilerden bunu çıkarabilir.

 

Karl Paul Feyerabend , 1924'de Viyana'da doğmuş. Felsefeye geçmeden önce, matematik, fizik, astronomi, tiyatro ve opera çalışmış. Şimdi, Kaliforniya (Üniversitesi, Berkeley ve Zürih'teki Federal Teknoloji Enstitü'sünde bilim felsefesi profesörü. Son kitabı (1987), 'Elveda Akıl', (Farewell to Reason) kültür farklılıkları ve değişimleri üstüne yazdığı yazıları içeriyor. Kitabı niçin çevirdim; kitabın dünya ve Türk kültüründe etkileri ne olabilir? Bilimin sınırları, etkileri, siyasal, kültürel yaşamımızdaki yeri konusunda, doğa bilimleriyle, Avrupa kültürüyle, sanatla, toplumbilimiyle sıkı ilişkiler içinde olan Feyerabend, Popper 'in etkisinde yaşayıp onu aştıktan sonra, sonuca varıyor: Ne olsa gider!. Bilimin diğer kültür yapıları, insan yaratımları, düşünceleri içinde ayrıcalıklı yapısı yoktur. Bilimi gereksiz yere abartmak, bizi katı görüşlülüğe, bilim bağnazlığına götürebilir. Bilim değişik kültürel etkinliklerle birarada işlevini sürdürmelidir. Bu görüşler, Amerikan-İngiliz felsefesinin 1950'lerin sonlarına dek etkilemiş mantıkçı pozitivist okulu sarsmış; Gadamer, Wittgenstein, Austin, Searle, Kuhn, Derrida, Rorty ile gelen çoğulcu anlayışın ortaya çıkışına katkıda bulunmuştur. Batı felsefesi, 'görecelik' ve 'nesnellik' arasındaki çatışmayı aşmaya çalışan tartışmalar geliştirmektedir. Bu anlamda Batı Felsefesi, tarihinde çok önemli bir geçişi daha yaşamaktadır. Nesnelliğin mutlaklaştırılıp dondurulmasından kurtulmak, ama göreceliğin belirsizliğine düşmemek istemektedir. Özellikle bilimin, dilin yapısının incelenmesi, Batı insanını böylesi zor bir sorunla karşı karşıya getirmiştir.

 

Feyerabend 'ın anarşizmi oldukça eleştirilmiş, aşılmaya çalışılmıştır. Burada, Feyerabend'ın bilime yönelttiği eleştiriyi anlamak gerek. Kültürün dondurulması, tek yönlü, birörnek biçime sokulmasına karşı çıkıyor, Feyerabend. Söyledikleri yeni değil, bir bakıma, daha 1920'lerde Whitehead; Science and Modern World (Bilim ve Modern Dünya) adlı yapıtının son bölümünde, sahip olduğumuz değerlerin korunması için, yaratıcılığın zorunlu oluşunu vurgulamıştı. Tutucu biri bile, değerlerini elinde tutabilmek için değişmek zorundadır. Yaratıcılık, kokuşmamak, ortadan kalkmamak için, kültürümüzü sürdürebilmek için gereklidir. Bu da, yaratıcılığa olanak sağlayan eleştiri ruhuyla, eleştiri ortamının zenginliğiyle, dıştan müdahelelerle zedelenip, yıpratılmamasıyla olanaklıdır.

 

Bugün kültürümüzde, değişik nedenlerden dolayı, çok sesliliğin sağlanamadığını, özgün çalışmalarla gelişen bir ortamın henüz yeterince oluşamadığını görüyoruz. Eldeki kitap, bu açıdan, Türk aydınının ufkunu genişletmekte önemli olabilir: Üstünkörü, irdelenmemiş, önyargılarla yanlış anlaşılabilir bu kitap: Bilim düşmanlığı savunulmuyor burada: Bilimin sınırlan, yeri yurdu, ortaya konuyor, tartışılıyor. Bilimde yaratıcı olabilmiş, bilime katkıda bulunmuş Batılı insan için anarşizmin bir anlamı var: Zincirlerinden kurtulmaya çalışıyor. Kör bilimciliğin tehlikelerini görüyor. Feyerabend, deyim yerindeyse, bilimi 'ti'ye alıyor, yer yer bir kara mizah yapıyor bilim üstüne. Buna hakkı var: Bilimi tanıyor, bilim tarihi üstünde ayrıntılı, kapsamlı çalışmalar yapmış, son gelişmeleri üstüne yabana atılmayacak görüşler ileri sürmüş: Ukalalığım bağışlansın: Bilimin bir yığın canalıcı, teknik ayrıntılarına girmeden, onlar üstünde kafa patlatmadan, tez elden, tepkisel olarak, kimbilir hangi kaygılarla, bilim düşmanlığı yapmak, Türk kültüründe tehlikelidir derim. (Bilim şakşakcılığı da onun kadar tehlikelidir!) Türk aydını, Tanzimattan bu yana, Batıyla olan hesaplaşmalarında, kalıpçı düşüncelerden taklitçilikten, papağanlıktan kurtulmalıdır. Unutmamalı ki, bilim düşmanlığı da Batıdan devşirdiği bir görüş olur, eğer kendine Özgü tartışmalarla, yaratıcı ürünlerle, kendi görüşünü pekiştiremezse!

 

Feyerabend 'dan öğreneceğimiz çok şey var: İlki, onu körü körüne taklit etmemeli, düşüncelerinin kaynaklarına gitmeden (Çağdaş bilime, bilim tarihine, bilim felsefesine), 'demek, bilimin herhangi bir kültürel yaratıma göre ayrıcalığı yokmuş' deyivermek, kültürümüzde, bir kokuşmayı, durgunluğu başlatabilir.

 

Kültür anarşizminin bir kargaşaya yol açabileceği tehlikesine karşı, Feyerabend , insanın sinir sisteminin buna dayanıklı olduğunu söylüyor. (Giriş bölümü sonu) Ona göre, öyle bir an gelecektir ki, akıl yine yardıma çağrılacaktır; ama henüz o an gelmemiştir. Şimdi soru: Türk kültürü öyle bir tutumu kaldırabilecek midir? Üstelik, 'anarşizm' sözü, Feyerabend 'ın düşüncelerini enine boyuna anlama zahmetine girmeyen birçok sözde aydının tüylerini diken diken edecektir. Bir çevirmen ukalalılığı daha: anarşizm, sayıpta erk yokluğu, yöneten, iktidar yokluğu demek, Feyerabend'ın gözünde: Kişinin kendi kendisinin efendisi olması, kültürün hiçbir diliminin diğerine egemen olmaması demek; böyle bir düzen demek. Türk toplumu, son zamanlarda geçirdiği acı deneylerden dolayı 'anarşizm' sözünden ürkmektedir. Sorun bence şurada: Anarşizmin ne olduğunun anlaşılması, bu kavramın üzerine korkusuzca yürümekle olanaklıdır. Bir anarşist olarak Feyerabend, zamanı gelince akla başvurabileceğimizi kabul ediyor. Ben diyorum ki, aklın yardımıyla, aklın sınırlarının üstüne üstüne gidelim. Deyim yerindeyse, 'aklın akıncıları' olmayı başarabilelim. Yoksa, farklı görüşlere kapalılık , kültürümüzü kokuşmaya götürür. Neye inanırsak inanalım, inandığımızın dışında olanın farkına varalım: Kendi gözlerimizle, ufkumuzu açık tutarak, sınırımızı görelim. Bu anlamda, anarşist bilim anlayışı, iyice anlaşılır, dayandığı kaynaklar tarih içinde değerlendirilirse, onun korkulan anlamıyla, insanların birbirlerini boğazladığı bir anarşizm olmadığı görülür. Yunusların, Mevlânâların hoşgörüsüne sahip Türk insanına yakışır bir kültürün oluşturulmasına katkıda bulunabilecektir. Türk insanı, Batının Feyerabend ile ulaştığı bu aşamada, kendi Öz değerlerini ararken, kendini farklı düşüncelerin sağlayabileceği ufuk zenginliyle donatıp, hızla değişen çağımızda, nasıl bir dünyada yaşaması gerektiğini sürekli sorgulamalıdır. Feyerabend 'ı Türk okurlarına bu önemli kitabıyla tanıştırdığım için sevinçliyim: Çılgınlığı hak etmiş bir çılgındır o: Uçlarda dolanmanın ne büyük bir emek gerektirdiğini görsünler, akıllı olmayan insanların, farklı düşünceleri, enine boyuna incelemeden kolaya kaçan insanların, uçta görünen düşüncelerine saygı duyulamayacağını anlasınlar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 ay sonra...
  • 1 ay sonra...

BİR FELSEFE YA DOĞRUDUR YA DA YANLIŞ

( SÖZDE MODERN FELSEFELER: YENİ MİSTİZM )

 

Felsefe tarihi bu iki uçta yeralmış filozofların tartışmalarından ibarettir.

Doğru felsefenin en önemli üç filozofu: Aristo (M.Ö. 384-322), St.Thomas Aquinas (1225-1274) ve Ayn Rand'dır (1905-1982).

Yanlış felsefenin en önemli filozofları ise: Plato (M.Ö. 428-348), Saint Augustine (354-430) ve Immanuel Kant'dır (1724-1804).

Başta, " Hegel'cilik, Nietzche'cilik, Egzistansiyelizm (Varoluşculuk), Mantık Pozitivizmi, Pragmatizm ve Marksizm " olmak üzere, sözde modern felsefelerin hepsi doğrudan veya dolaylı olarak Immanuel Kant'dan kaynaklanmıştır.

 

Felsefe tarihi bu iki uçta yeralmış filozofların tartışmalarından ibarettir. Bu uçlarda yer almış filozofları birer mihver olarak düşünürsek; rasyonel mihverin -yirminci yüzyıl öncesine kadarki- en önemli iki filozofu, Aristo (M.Ö. 384-322) ve St.Thomas Aquinas'tır (1225-1274); irrasyonel mihverin en önemli bazı filozofları ise, Plato (M.Ö. 428-348), Saint Augustine (354-430), Immanuel Kant'tır (1724-1804). Plato ve öğrencisi Aristo'nun felsefeleri arasındaki savaş, mistisizmle akıl arasındaki savaş olarak kabul edilir.

 

Fakat; irrasyonelliğin, kötülük olduğu ölçüde, en irrasyonel filozof -genellikle önerildiği gibi- Plato değil, Kant'tır.

 

Plato, hiç değilse, "iyi bir hayat"ın nasıl olacağı üzerinde kafa yormuş, felsefenin çoğu temel meselesini -bu arada bazı yanlışları da- formüle etmiştir. Kant ise bütün ömrünü, insanın akla olan güvenini yıkmayı amaç edinmiş bir felsefenin inşaına hasretmiştir. Bu kitapta sıkça geçen "Modern Felsefe"nin kurucu atası, Kant'tır. Bugünün felsefesine egemen olan eğilimlerin hemen hepsi -başta Hegel'cilik, Marx'cılık, Nietzche'cilik, Egzistansiyelizm (Varoluşculuk), Mantık Pozitivizmi, Pragmatizm- doğrudan veya dolaylı olarak Kant'tan kaynaklanmıştır ve "Modern Felsefe" olarak anılacaktır.

 

Başta Kant olmak üzere modern filozofların hepsinin, insan zihnine yaptıkları saldırının ağırlık merkezi, metafiziken-verili olan ile insan-yapısı arasındaki farkı bulanıklaştırmak doğrultusunda olmuştur.

 

Bu fark üzerindeki zihin karışıklığı, çok eskilere dayanır (Aristo dahi, Plato'nun etkisini yok edemediği bazı görüşlerinde buna katkıda bulunmuştur); fakat, bugün bu karışıklık, insan bilincini inanılmaz ölçülerde köreltmektedir ve geçmişteki hiç bir mazeret, bu günün insanları için söz konusu değildir.

 

Bu karışıklığı yaratmak için tipik bir yaklaşım, bugünün felsefe kürsülerinde şöyle dile gelir: evrende "gereklilik" diye birşeyin olmadığını isbat etmek için, felsefe profesörü şu örneği verir: nasıl ki, Türkiye altmışyedi vilayete sahip olmak zorunda değildi, altmışbeş veya altmışdokuz da olabilirdi; aynı şekilde, güneş sistemi de dokuz gezegene sahip olmak zorunda değildi, yedi veya onbir de olabilirdi.

 

İnsan zihnini felç etmenin temel tekniği, bir yandan insan-yapısı şeyleri metafiziken-veriliymiş gibi sunmak, öte yandan tabiata (yani, metafiziken-verili olana) insani bir kimlik vermekten ibarettir. Bu tekniğin hilesi, insanın bilgi eksikliğinden başka bir şeye işaret etmeyen "şans" veya "probabilite" gibi kavramlarla yüklü bir bağlam kurarak, tabiata belirsizlik atfetmektir. "İnsan davranışları kestirilemez; dolayısiyle, tabiat kestirilemez" gibi örtülü bir yanılgıdan, "Tabiatın iradesi vardır, insanın yoktur; tabiat özgürdür, insan bilinmez kuvvetlerce yönetilir; tabiat fethedilmez, insan fethedilir" gibi açıkca vahim yanılgılara kısa bir mesafe vardır.

 

Metafiziken-verili olan ile insan-yapısı ayrımının tam bilincinde olmamak, insanların çoğunun içinde bulundukları belirsizlik duygusunun, ümitsizliğin, karamsarlığın, içebakıştaki başarısızlıklarının temel sebeplerinden biridir.

 

İnsan bilinci, en az bilinen ve en çok suistimal edilen; dolayısiyle, üzerindeki kontrolun en sık kaybedildiği hayati organdır. Bir insanın, bilinci üzerindeki kontrolu kaybetmesi, insani tecrübelerin en korkuncudur: kendi etkinliğinden şüphe eden bir bilinç, dayanılmaz bir rahatsızlık duyar. Fakat; çoğu insan, bilincini felç etmek için herşeyi yapar; saçlarına, ayak tırnaklarına, midesine gösterdiği itinayı, bilincine göstermez. Bilir ki, bu şeylerin spesifik kimlikleri ve spesifik ihtiyaçları vardır; saçları muhafaza etmek için taramak, ayak tırnaklarını muhafaza etmek için kesmek, mideyi muhafaza etmek için asit içmekten geri durmak gereklidir. Fakat, sıra insan bilincine gelince... Onlara göre, bilinç, hiçbir şeye ihtiyacı duymaz ve her şeyi mideye indirebilir; psikiyatrist karşısına vardıklarında, hala, hiçbir sebep yokken kronik bir korku ve sıkıntı içinde olduklarını söylemektedirler.

 

Bir çok insanın, insan bilincinin tabiatı (işleyiş tarzı) üzerinde hiçbir bilgiye sahip olmaması, kendileriyle dış dünya arasındaki bağı kopartır: kendilerine neyin mümkün olup, neyin olmadığı, kendilerinden ve başkalarından neyi talep edip, neyi edemeyeceklerini, neyin kendi hataları olduğu, neyin olmadığı konusunda hiçbir fikirleri kalmaz. Bilincin hiçbir kimliği olmadığı zımni öncülünü kabul etmiş oldukları için; bir uçta, bilinçleri üzerinde sonsuz bir güce sahip olduklarını ve onu her türlü riskten uzak, istedikleri gibi suistimal edebileceklerini zannederken ("Farketmez; bu sadece benim zihnimdeki bir şey" veya "Boşver, benden başka bilen yok" nosyonlarındaki gibi); diğer uçta, bilinçleri hakkında hiçbir şey yapamayacaklarını zannederler: bilinçleri üzerinde, seçeneklerinin ve kontrollarının olduğunu bilmezler; bilinçlerinin içeriğinin, tabiatca belirlenmiş olduğunu zannederler; kendilerini, kafatasları içindeki erişilmez bir gizin kurbanı olarak görürler; bilinmez bir düşmanın esiri gibi hissederler; rasyonel izahı bulunmayan bir takım duygularca yönetilen çaresiz bir otomaton olmayı kabullenirler ("Ne yapayım, ben böyleyim" nosyonundaki gibi).

 

Bu belirsizlik insanı sakatlar. Böyle bir insanın, bir amaç veya arzu hakkında düşünürken, sorduğu ilk soru "Bunu yapmak ne gerektirir?" olmak yerine, "Ben bunu yapabilirmiyim?" olur. Sorusunun anlamı şudur: "Ben doğuştan bunu yapma yeteneğine sahip miyim?" Mesela, "Hayatta en büyük isteğim, bestekar olmak; fakat, bunun nasıl yapılacağına dair hiç fikrim yok. Bana bu işi her nasılsa yaptıracak o esrarengiz istidat bende var mı?" Bu insan, bilincin önceliği gibi bir öncülü hiç duymamış olabilir; fakat, bilincinin karanlık labirentlerinde giriştiği bu araştırmaya onu sevk eden bu öncüldür; araştırmasının ona bir şey bulduracağı yoktur; çünkü, mevcudiyete (realiteye) başvurmadan kendi bilinci hakkında hiçbir şey öğrenmesi mümkün değildir.

 

 

Böyle bir arzuyu hemen terk etmezse, bunu gerçekleştirmek için belirsizlik içinde gezinip durur. Herhangi bir küçük başarı, huzursuzluğunu artırır; çünkü, neyin buna sebep olduğunu ve bu başarıyı bir daha nasıl tekrarlayacağını bilmez. Herhangi bir küçük başarısızlık, ezici bir darbe olur; çünkü, bu başarısızlığı, kendisinin o esrarengiz ihsandan yoksunluğunun delili olarak alır. Bir hata yaptığında "Ne öğrenmem gerekir?" diye sormaz, "Bende yanlış olan nedir?" diye sorar. Otomatik ve herşeye muktedir bir ilham bekler; tabii, bu ilham hiçbir zaman gelmez. Neşesiz bir mücadele içinde yıllar geçirir; karşısındaki realite bütün gücüyle kendini gösterirken, zihni, onu görmemekte kararlı olarak hep bilincinin içinde doğup büyüyen o kendine-saygısızlık-ve-güvensizlik canavarına korkuyla bakar. Sonuçta, arzusunu terkeder.

 

Bestekar yerine herhangi bir işi -bilim adamı, işadamı, yazar olmak, zenginleşmek, arkadaş bulmak, kilo vermek- koyun, şema aynıdır.

 

 

Neyi değiştirip, neyi değiştiremeyeceklerini belirlemekten aciz bazıları, "realiteyi yeniden yazmağa," yani metafiziken-verili olanın tabiatını değiştirmeğe teşebbüs eder.

 

Bazıları, insanın mutluluktan başka hiçbir şey hissetmeyeceği, hiçbir acının, hüzünün, hastalığın olmadığı bir evren -bir "ütopya"- hayaline dalar ve neden yeryüzündeki hayatlarını iyileştirmek için bütün arzusunu kaybettiğini merak eder. Bazıları, herkes öyle olsa, kendisinin de cesur, dürüst, hırslı olabileceğini; fakat bugünkü dünyada böyle olmasının mümkün olmadığını zanneder. Bazıları, birgün mutlaka gelecek olan ölümün, düşüncesinden korkmaktan, yaşama işine hiç girişmez. Bazıları, zamanın geçişine herşeye kaadirlik atfeder ve geleneği (yani insan-yapısı olan bir şeyi) hakikate (yani metafiziken-verili olana) eşdeğer görür: "İnsanlar bir fikre yüzyıllarca inanmışlarsa, o fikir doğru olmalıdır" der. Bazıları, insanların fikirlerine bile değil, hislerine herşeye kaadirlik ve metafiziken-verili olma statüsü bahş edip; onların irrasyoneliklerini, önyargılarını, batıllıklarını, kıskançlıklarını okşar. Bazıları, kendi eylemlerinin kabahatini, hiç rolü olmayan başkalarına yükler; bazıları, hiçbir rolleri olmadığı halde, başkalarının eylemlerinin kabahatini yüklenir. Bazıları, bilmeye hiç imkanlarının olmadığı bir şeyi bilmemekten suçluluk duyar. Bazıları, bugün öğrendiklerini dün bilmedikleri için suçluluk duyar. Bazıları, bütün dünyayı bir gecede ve zahmetsiz olarak kendi fikirlerine çekemedikleri için suçluluk duyar.

 

Tabiatla nasıl etkileşileceği meselesi, hiç değilse bazı insanlar tarafından kısmen anlaşılmıştır. Fakat, insanlarla nasıl etkileşileceği, onlarla ilgili yargıların nasıl verileceği konusu, hala tarih öncesi bir karanlık içindedir. İnsanı, diğer canlılardan ayrı kılan husus; insana, kendisini ve başkalarını anlaşılamaz, bilinemez, Kimlik Kanunundan muaf zannettiren şey: insanın irade yeteneğidir.

 

Oysa, hiçbir şey Kimlik Kanunundan muaf değildir. İnsan-yapısı bir ürün, varolmak zorunda değildir; fakat, bir kere yapıldığında, artık mevcuttur. Bir insanın eylemleri, yapılmak zorunda değildir; fakat, bir kere yapıldığında, onlar artık realitenin olgularıdır. Aynı şey insan karakteri için de doğrudur; bir insan, belirli seçimleri yapmak zorunda değildir; fakat, yaptığı bu seçimlerle karakterini oluşturmuş olduktan sonra, bu karakter bir olgudur; ve bu karakter onun kimliğidir.

 

Metafiziken-verili olgulardan farklı olarak; insan kökenli şeyler (ister fiziki, isterse psikolojik olsun) "insan-yapısı olgular" olarak nitelenebilir. Bir gökdelen, insan-yapısı bir olgudur; bir dağ, metafizik bir olgudur. Bir dağı olduğu gibi, bir gökdeleni de insan değiştirebilir veya havaya uçurabilir; fakat, varolduğu sürece o gökdeleni yok sayamaz veya onun ne olduğunu inkar edemez. Aynı prensip, insan eylemlerine ve karakterine de tatbik edilebilir. Bir insan, değersiz bir alçak olmak zorunda değildir; fakat, öyle olmayı seçtiği süre boyunca, değersiz bir alçaktır ve kendisine bu gerçeğe uygun olarak muamele edilmelidir; kendisine karşı bunun aksine davranmak, bir olgu ile çelişkiye düşmek, bir olguyu yok saymak demektir. İnsanlar bir gökdeleni inşa etmek zorunda değildir; fakat, bir kere inşa edildiğinde, onu bir dağ gibi metafiziken- verili bir olgu olarak görmek, onun ortaya konmasındaki insani görkemi yok saymak, realiteye karşı olmaktır.

 

İrade yeteneği, insana iki hayati açıdan özel bir statü verir: birincisi, metafiziken-verili olandan farklı olarak, insan ürünleri, ister maddi olsun, ister entellektüel, asla tartışmasız olarak kabul edilmemelidir; ikincisi, metafiziken-verili olan tabiatı yüzünden, bir insanın iradesi, başka insanların, gücü dışındadır. Evrensel Çekim Kanunu gibi değişmez ögeleri, evren için ne demekse; iradi bir bilince sahip olma özelliği, "insan" denen varlık için o demektir. Hiçbir şey, bir insanı düşünmeye zorlayamaz. Başkaları; düşünmesine teşvik veya engel koyabilir, mükafat veya ceza verebilir; beynini, ilaçlarla veya sopayla dağıtabilir; fakat, zihninin işlemesini sağlayamaz; zihni çalıştırmak, insanın sadece kendi hükümranlığında olan, sadece kendi iradesiyle harekete geçebilecek bir güçtür. Bu yüzden, insana, ne itaat etmeli (boyun eğilmeli), ne de kumanda etmelidir.

 

Tabiattaki diğer şeyler gibi; insan konusunda da "İtaat" edilmesi gereken şey, insanın metafiziken-verili tabiatıdır. Tabiatta, kimlikleri tesbit edildikten sonra, bir istisna ile herşeye kumanda etmek mümkündür; tabiatın içinde olmakla birlikte hiçbir şekilde dışarıdan kumanda edilemeyecek bu şey, insanın metafiziken-verili tabiatının (kimliğinin) bir ögesi olan insan zihnidir. Tabii nesneler, insan amaçlarına uygun olarak, yeni şekillere sokulabilir ve insan amaçları için araçlar olarak görülebilir; fakat, insanlar, yeni şekillere sokulamaz ve başka insanların amaçları için araçlar olarak görülemez.

 

Tabiatla ilgili olarak; "değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek" metafiziken-verili olanı kabul etmektir; "değiştirebileceklerimi değiştirmek" bilim yoluyla bilgi edinerek verili olan şeyleri insani amaçlara uygun olarak değiştirmeye çabalamak demektir; "ikisi arasındaki farkı bilmek" tabiata isyan edilemeyeceğini bilmek ve karşısında hiçbir eylem mümkün değilse, tabiatın ortaya koyduğu şeyi huzurla kabul etmek demektir.

 

 

İnsanla ilgili olarak ise; "kabul etmek" hemfikir olmak demek değildir; "değiştirmek" de zorlamak demek değildir.

 

Kabul edilmesi gereken, başkalarının zihninin işleyişine senin gücünün, senin zihninin işleyişine de başkalarının gücünün kapalı olduğu gerçeğidir; yani, başkalarının kendi seçimlerini yapma hakkına sahip olduklarını kabul etmek ve senin, başkalarıyla çelişme veya hemfikir olma, onları kabul veya reddetme, onlara katılma veya karşı durma konusunda, sadece kendi zihninin dikte ettiği tarzda davranman demektir. "Değiştirmek" konusunda anlaşılması gereken tek şey, tabiat konusunda olduğu gibidir: bilgi verme yoluyla ikna etmek; ki, bu, karşıdaki insanların aktif bir zihne sahip olduğunu varsayar; aktif bir zihne sahip olmayanlar, dinlemek istemeyenler, kendi hatalarının sonuçlarıyla başbaşa kalmak üzere rahat bırakılmalıdır. "İkisi arasındaki farkı bilmek" insan-yapısı kötülükleri (esasen kötülükleri zaten sadece insanlar yapabilir) asla tevekkülle karşılamamak, onlara asla gönüllü olarak teslim olmamak demektir. Karşısında direnmek için hiçbir eylemin yapılamadığı, en zorba bir diktatörlüğe esir düşülmüş olunsa bile; böyle bir diktatörlüğün zindanlarında işkence altında olunsa bile; bu diktatörlüğün kötülüğünü görmenin ve bu kötülüğü kabul etmiyor olmanın bilgisi; o şartlarda dahi duyulabilecek bir "huzur"un kaynağıdır.

 

İnsanlarla zor yoluyla etkileşimde bulunmak, tabiatla ikna yoluyla etkileşimde bulunmak kadar imkansızdır. Bu yol, insanları zor yoluyla yönetirken; tabiata; dualarla, büyülerle, rüşvetlerle (kurbanlarla) yalvaran vahşi insanların siyasetidir. Bu siyaset işlemez ve tarih boyunca hiçbir insan toplumu için işlememiştir. Ne var ki, modern filozoflar; kendileri, bilincin önceliği nosyonuna geri dönerken, bütün insanlığı da böyle bir siyasete sevk etmektedirler. Modern filozofların bir gurubu; tabiata; pasif, mistik, "ekolojik" bir boyun eğiş önerirken; müttefikleri bir başka gurup, insanların kaba kuvvetle yönetilmesini tavsiye etmektedir. Kimlik Kanunu'nu insana tatbik etmemek, insanın kimliğini belirsiz bırakır; böyle olunca, insanın insan-olarak hayatta kalmasının zorunlu kıldığı maddi ve entellektüel ihtiyaçlar tam keşfedilemez.

 

Felsefi bir çok yanılgının kökeninde, "Mevcudiyetin Önceliği" aksiyomunun zımnen veya açıkca reddedilmesi yatar. Bu reddiye, "Mevcudiyetin Önceliği" aksiyomunun zıddı olan "Bilincin Önceliği" nosyonunun açıkca kabul edilmesinden ziyade, "Mevcudiyetin Önceliği" aksiyomunun kabulünün mantıki sonuçları olan Kimlik Kanunu'nu ve bu kanunun eyleme tatbikatından başka bir şey olmayan Nedensellik Kanunu'nu inkar etmek halinde ortaya çıkar. Bu bölümde, hem bu yanılgılardan bazıları sergilenecek, hem de bilinç-mevcudiyet ilişkisi üzerindeki bazı tatbikatlar yapılacaktır.

 

 

Realitenin olgularından kaçmak mümkün değildir.

 

Bir realite olgusu olan insan tabiatından veya bu tabiatça belirlenen insana-özgü hayatta kalma tarzından da hiçbir kaçış mümkün değildir. Haberdarlık yeteneği olan her canlı varlık, sadece bilincinin rehberliğinde hayatta kalabilir; canlı bir varlıkta, bilincin rolü ve fonksiyonu, budur. Bir insan, insanın sahip olduğu özel tip bilincin şeklini kabul etmezse; mesela, düşünmenin, aşırı gayret gerektirdiğine karar verirse; mesela, faaliyetlerini yönlendirecek değerlerin seçiminin çok ürkütücü bir sorumluluk olduğuna karar verirse; o zaman, eğer hala hayatta kalmak istiyorsa, bu işi, ancak başkalarının bilinci aracıyla yapabilir: başkalarının anlayışları, başkalarının yargıları, başkalarının değerleri; yani, bu insan, kendinin değil başkalarının algılamakta olduğu bir dünyada yaşar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...
Misafir hakanbaranyildirim

Aristotales ve Kant için baş kaynak denilebilir ama Augustinus sadece bir figürdür.

Bilim felsefesi üç ana kısımdan oluşur:

1-Matematik.....Antik çağdaki matematik tartışmalarını ve Platon'un Academia'daki sözlerini hatırlayın

2-fizik...........DEscartes ile doruğa ulaşmıştır,ki kartezyen felsefesinin ana kaynağıdır...

3-Tarih......19.yy filozaflarını hatırlayın.Hegel,Marx ki marx ile doruğa ulaşan bir bilim

Peki bu durm da bilim ne demek:Var olan bilgi birikimlerinin sıçrama yaparak-yapısal nedensellik- öncekinden çok farklı kesin bilgiye ulaşma -Kaynak:kuhn-althusser........

Bir felsefenin yanlış olduğunu anlatmadan karar veremezsin.Önce rüştünü ispat etmen gerekiyor.Yazıyı nerden aldın bilmiyorum ama "zımni" kelimesinden hareketle bir islamcı vatandaş tarafından kaleme alınmış,biraz dah nitelikli yazıalr okuman dileğiyle...Doğan Özlem'den başlayabilirsin........

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...
...Bir felsefenin yanlış olduğunu anlatmadan karar veremezsin.Önce rüştünü ispat etmen gerekiyor.Yazıyı nerden aldın bilmiyorum ama "zımni" kelimesinden hareketle bir islamcı vatandaş tarafından kaleme alınmış,biraz dah nitelikli yazıalr okuman dileğiyle...Doğan Özlem'den başlayabilirsin........

8362[/snapback]

 

KAYNAK ESER: Rasyonel İnsanın Felsefesi - S.SAKMAN

KAYNAĞIN WEB ADRESİ:OBJEKTİF IŞIK

Bu adresten eserin tamamını indirmeniz de mümkün...

(Bu arada ne islamcısı..? Biz objektivistler,ateist kampta yer alıyoruz..!!)

Rüştümüzü de her zaman ve de her platformda ispatlamaya hazırız.

Yukarıdaki dileklerinizi de,aynen size de tavsiye eder,saygılar sunarım...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Avrupa'nin en büyük üstadlarindan biri olan Immanuell Kant, 1724 yilinda dogdu. Ve hayatinin ilk yillarini, yalandan uzak olan, vazife ve din duygulariyla dolu bulunan bir ortamda geçirdi. Ilk aciyi ise 13 yasinda iken annesini kaybetmesiyle tatti. Ona göre izdirap çekmeyenler, hayatinin esrarini anlayamazdi. 1770'de "Duyular ve Kavranabilir Âlemin Sekil ve esaslari" adli eserini, 1781'de ise "Saf Aklin Tenkidi"'ni tamamladi. Seksen yasinda ölürken son sözü "DAS IST GUT"-"HAYIRLISI BUDUR" olmustur.

Kant, fakültedeki talebeleri tarafindan topraga verilmis ve mezarinin üzerine vasiyetine uygun olarak "Üzerimde yildizli göl ve içinde ahlâk kanunu" yazilmistir. Kant'in eserleri üzerinde yapilan incelemelerde, O'nun Islâm Âlimlerinden Imam-i Gazâli ve Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin tesirinde kaldigi, bâriz bir sekilde görülmektedir.

 

Yorumsuz.....

 

Saygılar..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Misafir hakanbaranyildirim

KAYNAK ESER: Rasyonel İnsanın Felsefesi - S.SAKMAN

KAYNAĞIN WEB ADRESİ:OBJEKTİF IŞIK

Bu adresten eserin tamamını indirmeniz de mümkün...

(Bu arada ne islamcısı..? Biz objektivistler,ateist kampta yer alıyoruz..!!)

Rüştümüzü de her zaman ve de her platformda ispatlamaya hazırız.

Yukarıdaki dileklerinizi de,aynen size de tavsiye eder,saygılar sunarım...

11415[/snapback]

 

Sayın Bilimin sadece tek bir özelliğinden feyz alan ve diğerlerini tanımayan ve tanıyamayan OBJEKTİVİST ve de NUR'lu olan Bencil...Bilimin diğer özelliklerini sayayım:

1-İlerleyici (progressive)

2-Birikmiş,artmış (cumulative)

3-Toplumsal,herkese açık (Public)

4-Dinamik

5-Tutarlı

6-Öndeyilerde bulunma (prediction)

7-Mutlak olmama ve de

8-Nesnellik (objektivity)

Şimdi sadece bir özelliğe dayanan bir kişi hakkında acaba sen ne düşünürsün?Çoğul olarak konuştuğuna göre sana "siz" desem daha doğru olur kanısındayım.Bilim,felsefi olarak epistemolojik bir sorundur.Ama den Öyle bir ATEİST'iz demişsiniz ki epistemolojik sorundan çıkıp bir anda ontolojiye girmişsin.Tanrı'nın varlığı epistemolojik değil ontolojik bir sorundur.Sizin bilim ile ilgilenmeniz ateist olmanı gerektirmiyor,bunu belirtmek istedim,hele hele övünmeyi hiç gerektirmiyor...

Tasviyelerinize uyup S.Sakman adlı vatandaşı da okuyacağım.Ama merak ettiğim siz bir bilim kurulu musunuz yoksa başka dallardan bir araya gelmiş bir arkadaş topluluğu musunuz?Eğer buna net bir cevap alabilirsem daha yararlı bir süreç olur kanaatindeyim...

 

Kralx ise Kant'ın islam filozoflarından -halbuki bu iki isim MOLLA'dır- kopya çektiğini iddia ediyor.Bir insanın hayatının bir kısmını okuyup da konuşmak ne kadar sağlıklıdır acaba?Kant'ın bir kitabını okumuş mudur acaba ? Okuca böyle konuşmayacağına da eminim...Kant etkilenmişse de daha çok bu kişi Farabi ve İbn_i Sina olabilir,ama bu kötü bir şey de değildir.Bilimsel gelişmenin basit bir cilvesinden başka bir şey değildir bu.Artık her şeyi Müslümanlar buldu,Batılılar çaldı takıntısından da kurtulun,ona bakarsanız Çinlilerin herkesi susturması gerekmez miydi?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

O iki isim mollla değildir bir, ikincisi Kant'ı sizden iyi tanıyorum ve bir çok kitabını da okudum

Kant değerli bir felsefecinin değerbilir bir ekinde duyabileceği mutluluğu duyarak öldü . Ve dünya için tam yanıtlar bırakmamış olsa da, bir yanıta olan inancı bozmamaya özen gösterdi, giderek Eytişimi modern Avrupa bilincinde yeniden dirilterek felsefi çabayı bir kez daha o çok umutsuz olduğu Gerçekliğe yaklaştırdı. Onunki insan ussallığına ve dolayısıyla özgürlüğüne duyduğu güvenin önüne geçemeyen zoraki, giderek yapay bir kuşkuculuktu, çünkü varoluşun anlamına sıkı sıkıya sarılmıştı, çünkü onun için varoluşa sürekli hayranlık ve saygının iki sonsuz kaynağı vardı: 'Üstümdeki yıldızlı gökler ve içimdeki ahlaksal yasa. Herkezi kendin bilme, bilirsende kendin gibi bilme..

 

 

Saygılar...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...
Misafir hakanbaranyildirim

O iki isim mollla değildir bir, ikincisi Kant'ı sizden iyi tanıyorum ve bir çok kitabını da okudum

Kant değerli bir felsefecinin değerbilir bir ekinde duyabileceği mutluluğu duyarak öldü . Ve dünya için tam yanıtlar bırakmamış olsa da, bir yanıta olan inancı bozmamaya özen gösterdi, giderek Eytişimi modern Avrupa bilincinde yeniden dirilterek felsefi çabayı bir kez daha o çok umutsuz olduğu Gerçekliğe yaklaştırdı. Onunki insan ussallığına ve dolayısıyla özgürlüğüne duyduğu güvenin önüne geçemeyen zoraki, giderek yapay bir kuşkuculuktu, çünkü varoluşun anlamına sıkı sıkıya sarılmıştı, çünkü onun için varoluşa sürekli hayranlık ve saygının iki sonsuz kaynağı vardı: 'Üstümdeki yıldızlı gökler ve içimdeki ahlaksal yasa. Herkezi kendin bilme, bilirsende kendin gibi bilme..

Saygılar...

Bu açıklamadan bir şey anlayan varsa bana da bilahare açıklasın..."AVRUPA BİLİNCİNDE YENİDEN DİRİLTEREK FELSEFİ ÇABAYI BİR KEZ DAHA O ÇOK UMUTSUZ OLDUĞU GERÇEKLİĞE YAKLAŞTIRDI.ONUNKİ İNSAN USSALLIĞA VE DOLAYISIYLA ÖZGÜRLÜĞÜNE DUYDUĞU GÜVENİN ÖNÜNE GEÇEMEYEN ZORAKİ,GİDEREK YAPAY BİR KUŞKUCULUKTU, ÇÜNKÜ VAROLUŞUN ANLAMINA SIKI SIKI SARILMIŞTI,ÇÜNKÜ ONUN İÇİN VAROLUŞA SÜREKLİ HAYRANLIK VE SAYGININ SONSUZ KAYNAĞI VARDI..."

 

Böyle bir cümleden ne anlaşılabilir,en azından ben hiçbir şey anlamadım.Daha çok AZİZ YARDIMLI(çevirmendir kendisi,ama çevirdiği anlamlı bir cümleye henüz raslanılmamıştır)'nın cümlesine benziyor ki kanaatimce bu cümle onun kitabından bir alıntıdan başka bir şey olamaz.Aynı şekilde cümle kuran birinin varolabileceğine inanamam,bu kabullenmek benim için çok zor olacaktır...

 

Biraz çaba harca,bir felsefe tarihi kitabını al ve ağırdan,hazmederek oku ki anlayabilesin.Kant'a geldiğinde hala yaşıyorsan ve ben de yaşıyorsam, bana sor yardım ederim...Süreç bana uzun sürecek gibi geliyor,bayağı uzun............

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.