Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

YAŞAR KEMAL KİMDİR?

 

Asıl adı Kemal Sadık GÖKÇELİ. Nigâr Hanım ile çiftçi Sadık Efendi’nin oğlu. Aslen Van-Erciş yolu üzerinde ve Van Gölü’ne yakın Muradiye ilçesine bağlı Ernis (bugün Günseli) köyünden olan ailesi Birinci Dünya Savaşı’ndaki işgal yüzünden uzun bir göç süreci sonunda Adana’nın Osmaniye ilçesine bağlı Hemite (bugün Gökçedam) köyüne yerleşmişti. Küçük yaşta bir kaza nedeniyle bir gözünü kaybeden Yaşar Kemal 5 yaşındayken babasının Hemite Camiinde namaz kılarken öldürülmesine tanık oldu. Burhanlı köyü ilkokulunda başladığı ilköğrenimini Kadirli Cumhuriyet İlkokulu’nda tamamladı. Adana’da ortaokula devam ederken bir yandan da çırçır fabrikasında işçilik yaptı. Ortaokulu son sınıfta terk ettikten sonra çeşitli işlerde çalıştı. Kuzucuoğlu Pamuk Üretme Çiftliği’nde ırgat kâtipliği (1941), Adana Halkevi Ramazanoğlu kitaplığında memurluk (1942), Zirai Mücadele’de ırgatbaşlığı, daha sonra Kadirli’nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği (1941-42), pamuk tarlalarında, batozlarda ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı. Yirmiye yakın işte çalıştığı bu yıllarda en uzun işi beş yıl üst üste yaptığı çeltik tarlalarında kontrolörlük oldu. Bu arada 17 yaşındayken siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı. Askerlikten sonra 1946’da gittiği İstanbul’da Fransızlara ait Havagazı Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı. 1948’de Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptıktan sonra arzuhalcilik yapmaya başladı, çeşitli güçlüklerle karşılaştığı için bu işi de sürdüremedi. 1950’de Türk Ceza Kanunu’nun 142. maddesine aykırı eylemde bulunmak savıyla tutuklandı ve bir süre Kozan Cezaevi’nde yattı. 1951’de salıverilince İstanbul’a gitti.

 

Kısa bir işsizlik döneminin ardından Cumhuriyet gazetesinde röportaj yazarlığı ile başladığı gazeteciliği fıkra yazarlığı ve kurduğu yurt haberleri serisinin yönetimi ile sürdürdü (1951-63). 1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde Genel Yönetim Kurulu üyeliği, Propaganda Komitesi başkanlığı ve Merkez Yürütme Kurulu üyeliği yaptı. 1963’te ayrıldığı gazetecilikten sonra kendini bütünüyle roman yazma uğraşına verdi. 1967’de haftalık dergi Ant’ın kurucuları arasında yer aldı. Sorumlusu olduğu bu derginin yayınları arasında çıkan Marksizmin Temel Kitabı adlı yapıttan dolayı 18 ay hüküm giydi. Bu karar Yargıtay tarafından bozuldu. Ant dergisindeki yazılarından dolayı çeşitli kovuşturmalara uğradı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-75 yıllarında ilk genel başkanlığını üstlendi. 1995’te Der Spiegel’de çıkan bir yazısı dolayısıyla İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, 20 ay hapis cezasına çarptırıldı ve cezası ertelendi. PEN Yazarlar Derneği üyesi. Halen İstanbul’da yaşamakta ve yazarlık ile yaşamını sürdürmekte olan Yaşar Kemal bir çocuk babasıdır.

 

Yazar küçük yaşlarda halk edebiyatına ilgi duydu; saz çalmaya, türkü söylemeye ve destanlar anlatmaya başladı. Yöredeki halk ozanlarıyla karşılıklı atışmalar yaptı. İlkokulda okurken şiir yazmaya başladı. Köy köy dolaşarak folklor ürünleri derledi. Bu yıllarda şiirlerini Kemal Sadık Göğceli adı ile Türksözü (1939), Yeni Adana (1939) ve Vakit (1940) gazetelerinde ve Varlık, Kovan, Ülkü, Millet, Beşpınar dergilerinde yayımladı. 1940’lı yıllarda Adana’da çıkan Çığ dergisi çevresindeki yazar ve aydınlarla ilişki kurdu ve şiirleri o dergide de yayımlanmaya başladı. Abidin Dino ve ağabeyi Arif Dino ile kurduğu yakınlık onun düşünce ve edebiyat dünyasının gelişimini etkiledi. Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalıştığı dönemde eski Yunan klasiklerinden Çukurova tarihine kadar pek çok kitapla tanışma olanağı buldu. Bu sıralarda Orhan Kemal’le de tanıştı. İlk öyküleri “Bebek”, “Dükkâncı”, “Memet ile Memet” 1950’lerde yayımlandı. İlk öyküsü “Pis Hikâye”yi ise 1944’te Kayseri’de askerliğini yaparken yazdı. Gözleme dayanan bu ilk öykülerinde konularını Çukurova ve Çukurova insanından aldı; bu yöre insanlarının ekonomik sıkıntılar ve güç doğa koşullarındaki savaşımını insan-doğa-çevre ilişkisi içerisinde ele aldı; giderek uzun öykülere yöneldi.

 

Bir folklor derlemesi olan ilk kitabı Ağıtlar (1943), o güne değin hiç derlenmemiş ya da çok az ilgi gösterilmiş tekerlemeleri ve ağıtları gün ışığına çıkardı. Bu ağıtları 16 yaşından itibaren derlemeye başlayan yazar, daha sonra Karacaoğlan’ın yayımlanmamış şiirleri üzerine çalıştı. Söz konusu derleme ve çalışmalar, yazarın ileride yazacağı romanlara önemli ölçüde malzeme sağladı.

 

Cumhuriyet gazetesine girdikten sonra Yaşar Kemal imzası ile yazmaya başladı. Bu dönemde Anadolu insanının iktisadi ve toplumsal sorunlarını dile getirdiği dizi röportajları ile tanınmaya başladı: “Yanan Ormanlarda Elli Gün” (1955), “Çukurova Yana Yana” (1955). “Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” (1955), “Peri Bacaları” (1957). 1952’de yayımlanan ilk öykü kitabı Sarı Sıcak’ta da yer alan “Bebek” öyküsünün Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmeye başlandığı dönemde yazarın imzasına olan merak giderek artmaya başladı. 1953-54’te Cumhuriyet’te tefrika edilen ilk romanı İnce Memed ise büyük ilgi uyandırdı.

 

Türkiye’de tarımdan sanayileşmeye geçiş evresi olarak nitelenebilecek 1950’li yıllarda, Çukurova’nın geniş biçimde makineleşmeye açılması ve verimli topraklar üzerindeki ağalar arası rant savaşımının kızışması, bunun yoksul Çukurova köylüsü üzerindeki sonuçları Yaşar Kemal’in romanlarının ilk evresinin ana temasını oluşturmuştur denilebilir. Ağa baskısı karşısında dağa çıkan eşkıya İnce Memed’le yazar, bir destan kahramanını anlatırken aynı zamanda toplumsal yapıdaki aksaklıkların da eleştirisini yapar. Roman, ağalara karşı Çukurova’nın yoksul halkına arka çıkan İnce Memed’in halkı için savaşımını konu alır. Roman kahramanının Toroslar’da beş köyün bütün topraklarına sahip bir ağaya karşı direnişi ve çekişmeleri uzun bir serüveni kapsar. Sonunda İnce Memed toprakları gerçek sahipleri olan köylülere dağıtır, ağayı öldürür, dağa çekilip kayıplara karışır ve bir efsane kişisi haline gelir. Yazarın kendi deyimiyle “mecbur adamın” öyküsüdür İnce Memed. Yayımlandığı dönemde büyük yankı yaratmış olan İnce Memed’de yazarın geleneksel masal, efsane tema ve motiflerinden yararlanarak çağdaş düzeyde romantik bir öykü kurduğu gözlenir. Teneke (1967), Çukurova yöresindeki çeltik ağalarına karşı mücadele eden ve köylünün yanında yer alan genç ve idealist bir kaymakamın trajik öyküsünü işler, “aydının mücadele gücü”nü dile getirir. Daha sonra bu romanı iki perdelik oyun biçiminde sahneye uyarlamıştır.

 

Psikoloji ve simgesel öğelerin yer yer ağır bastığı “Dağın Öteki Yüzü” üçlemesinin ilk kitabı olan Orta Direk’te (1960) yazar, “Torosların arka yanındaki” bir köyün insanlarının, pamuk tarlalarında ırgatlık yapmak için, Çukurova’ya doğru yola koyuluşlarını, tabiatla dövüşe dövüşe Çukurova’ya varışlarını anlatır. Roman destansı bir hava içinde ve bu havaya uygun bir Türkçe ile kaleme alınmıştır. Bu “üçleme” yazarın, Orta Direk’in önsözünde de belirttiği gibi, kendi yaşantısı ve tanıklığıdır. Dizinin ikinci kitabı Yer Demir Gök Bakır (1963) bir köy topluluğunun mit yaratması öyküsüdür. Yer Demir Gök Bakır’da, güçlükler içinde bunalan, yaşama şartlarını değiştirmek için bir umutları, bir düşünceleri olmayan köylülerin, insanoğlunun çaresiz kaldıkça başvurduğu çözüme başvurarak, bir mit yaratmalarını ve bu mite sığınışlarını anlatır. Üçlemenin son kitabı Ölmez Otu’nda ise bir yandan değişen koşullar içinde bu mitin yıkılışı anlatılırken, diğer yandan da bir kişinin bir cinayet mitini yaratışı anlatılır. Üçlemenin ilk iki kitabında korkunç sefalet koşullarında duygulanımlara kapılmadan, büyük bir serinkanlılıkla ve bir romancı gözü ile köyün ekonomik ve toplumsal gerçekliği, köylülerin yaşama ve çalışma koşullarını veren Yaşar Kemal Ölmez Otu’nda nesnel koşulları geri plana alarak doğrudan doğruya insana eğilir.

 

“Irmak Roman” niteliğindeki “Akçasazın Ağaları” adlı dizinin ilk iki kitabı Demirciler Çarşısı Cinayeti (1973) ve Yusufcuk Yusuf’ta (1975) ülkenin tarihsel gelişimi sürecinde Çukurova’daki toplumsal yapının değişimi anlatılır: Derebeyi artığı ağa tipinin çöküşünü, yok oluşunu ve bu yok oluşa koşut giden gelişmeyi; bir başka yönüyle Demokrat Parti’nin kredi yardımları ile tarımdan para kazanan ağaların sanayiye yatırım yapmalarını anlatarak eski toprak ağalarının yavaş yavaş sanayici olmaları sürecini betimler. Ne var ki Yaşar Kemal bu toplumsal değişme sürecinin üzerinde fazla durmaz; asıl göstermek istediği, bir düzenin çöküşü ve yozlaşmasıdır. Bu romanlarında Çukurova’da kapitalizmin gelişmesiyle yok olmaya yüz tutan bir yapının son çırpınışlarını, toprak ağası iki ailenin gerçeğinde verir.

 

Hüyükteki Nar Ağacı’nda, Çukurova’da tarımdaki makineleşme sonucunda ortaya çıkan işsizlik sorunu ele alınır. Çukurova’ya çalışmaya inen kırsal kesim insanının bu yeni gelişme karşısındaki dramını ve çaresizliğini işler. “Kimsecik” üçlemesinin ilk kitabı Yağmurcuk Kuşu yarı özyaşam öyküsü niteliği taşımaktadır. Van Gölü kıyısındaki bir köyden yine Çukurova’ya göçen bir ailenin karşılaştıkları sorunlar çevresinde göç serüveni yansıtılır. Bu üçlemenin ortak noktasını köy insanlarının, özellikle de bir köy çocuğunun duyguları, düşünceleri, özleyişleri oluşturmaktadır. “Korku” teması bu “üçleme”nin odağında yer almaktadır. Özellikle “üçleme”nin ikinci kitabı Kale Kapısı “korkunun romanı” olarak nitelenebilir. “Üçleme”nin son kitabı Kanın Sesi bir evdeki kişilerin, daha çok da bir çocuğun, Salman’ın öyküsüdür aynı zamanda, Salman’la birlikte bütün çocukların öyküsüdür. Kanın Sesi “korkunun sesi”, “cinayetin sesi” olduğu kadar “sevginin sesi”dir de.

 

Yaşar Kemal pek çok yapıtında Anadolu’nun efsane ve masallarından yararlanmıştır. Halk öykücülüğünden yola çıkarak, sözlü gelenekte yaşayan Köroğlu, Karacaoğlan, Alageyik öykülerini Üç Anadolu Efsanesi (1967) adıyla yeniden kaleme almıştır. Ağrıdağı Efsanesi’nde (1970) bir aşk olayından yola çıkarak ve bu simgesel tema içerisinde baskı karşısında halkın dayanışma gücünü; Binboğalar Efsanesi’nde (1971) ise Toros eteklerindeki Türkmen göçebelerin yerleşik düzene geçmeleriyle ortaya çıkan güçlükleri, düş kırıklıklarını ve geçmiş yaşamlarına duydukları özlemi anlatır. Osmanlının son dönemlerinde haksızlıklara karşı dağa çıkmış bir eşkıyanın yaşamını Çakırcalı Efe’de (1972) ele alır. Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca’da ise yine bir halk öyküsünden yola çıkar; alegorik bir üslupla sömürenlerle sömürülenler arasındaki ilişkiler anlatılır.

 

Yaşar Kemal 70’li yılların ortalarından itibaren yazarlığında yeni bir yönelimin ürünleri olarak nitelenebilecek ürünler vermeye başlar. Al Gözüm Seyreyle Salih (1976), Kuşlar da Gitti (1978) ve Deniz Küstü (1978) romanlarında yazar ilk kez Çukurova dışına çıkarak kenti ve deniz insanını konu edinir. Deniz Küstü’de büyük kentin karmaşasını, yozluğunu işler. Deniz insanının kentteki yaşam serüveninden yola çıkarak kente yabancılaşmasını, deniz doğasının yok oluşunu yansıtır. Aynı olguyu Kuşlar da Gitti’de çocukların dünyasından ele alır. Bir deniz kasabasındaki insanların sorunlarını, uğraşılarını, birbirleriyle ilişkilerini Al Gözüm Seyreyle Salih’te dile getirir.

 

“Bir Ada Hikâyesi” üçlemesinin ilk kitabı olarak kaleme aldığı Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da Ege’de mübadele hükümleri gereğince Yunanistan’a göç ettirilen Rumların boşalttığı bir ada ekseninde Balkan Savaşı’ndan Sarıkamış’a, değin yakın tarihte yaşanan acıları dile getirir. K. Şahin, romanı değerlendirirken “Romanın asıl amacı, mübadele sonrasının kıpırtısızlığında bu topraklarda yaşanan savaşlara, çoktan unutulmuş olan, kimsenin sözünü bile etmediği, etmek istemediği savaşlara dair bir şeyler anlatmak sanki” der.

 

Yazarın Anadolu insanının sözlü anlatım geleneğinin ürünleri olan destanlardan, ağıtlardan, halk öykülerinden, masallardan, türkülerden ve çağdaş roman tekniklerinden yararlanarak vardığı bireşim ve üslup onu her bakımdan özgün bir çağdaş sanatçı kimliğine ulaştırmıştır. Kurduğu imge ve mit dünyası, benzetmeler, betimlemeler, doğanın tüm yönleriyle anlatımı, kullandığı dil, yerel sözcükler ve deyimler, atasözleri, yakarışlar, sövgüler onun anlatımını canlı ve etkileyici kılan özellikler olarak görünmektedir. Anlatımındaki özgünlük “düşle gerçeği, doğayla insanı iç içe” vermedeki başarısından kaynaklanmaktadır. Yarattığı dünyanın dış görünümünü etkileyici bir biçimde çizer. Şiirsel üslubu, olağanüstü düş gücü, modern romanla epik anlatım biçimlerini başarıyla bağdaştırması onu özgün kıldığı kadar güçlü de kılan özellikleridir.

 

Yazarın İnce Memed adlı romanı yaklaşık 40 dile çevrilerek yayımlandı. Diğer romanları da çok sayıda yabancı dile çevrildi; kitaplarının yurtdışındaki baskısı 140’tan fazladır. Bu bağlamda uluslararası bir üne sahip olan Yaşar Kemal ilgili kurum ve kişilerce Nobel Edebiyat Ödülü’ne de aday gösterilmiştir.

 

Roman ve öykülerinden yapılan uyarlamalarla çağdaş Türk tiyatrosuna da katkıları oldu; Yer Demir Gök Bakır, “Uzundere” adıyla 1965’te, Teneke yazarın oyunlaştırması ile Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından 1965’te ve Ağrı Dağı Efsanesi 1974’te çeşitli tiyatrolar tarafından sahnelendi. Birçok yapıtı da sinemaya uyarlandı. Bunlardan “Beyaz Mendil”i 1955’te Lütfü Akad; “Namus Düşmanı”nı 1957’de Ziya Metin; “Alageyik”i 1959’da, “Karacaoğlan’ın Sevdası”nı 1959’da ve “Ölüm Tarlası”nı 1966’da Atıf Yılmaz; “Ağrı Dağı Efsanesi”ni 1974’te Memduh Ün; “Yılanı Öldürseler”i 1981’de Türkân Şoray, “İnce Memed”i 1984’te Peter Ustinov ve “Yer Demir Gök Bakır”ı 1987’de Zülfü Livaneli yönetti.(ALINTI)

Gönderi tarihi:

 

Yaşar Kemal’in Romanları

Raymond Williams

 

Herhangi bir şey olabilen romanla her şeyin yapılabileceği söylenir. Gerçekten de, “roman” bir biçim değil de biçimler topluluğu olduğundan, olağanüstü bir olaylar ve yaşantılar yelpazesini kapsayıp dile getirmesine olanak sağlayan bir esnekliği olduğu görülür. Bütün bunlara karşın, romanın toplumsal değişimin anlatımı için tek uygun biçim olduğuna inanmak da olanaklıdır. Ben bu inançtayım. Yıllar önce The Long Revolution (Uzun Devrim) adlı kitabımda bunu betimlemeye çalışmış, romanı “Toplumun temelde kişisel açıdan, kişilerin de, ilişkiler aracılığıyla, temelde toplumsal açıdan görüldüğü” bir yazı türü olarak tanımlamıştım. “Bütünleme denetlenicidir, ama kuşkusuz, irade yoluyla sağlanması söz konusu değildir. Eğer yapılabilmişse, bu yaratıcı bir buluş olur...” demiştim. O günden bu yana ne zaman bu türden çağdaş bir romancı örneği vermem istense, aklıma gelen ilk ad Yaşar Kemal olmuştur.

Kendisinin bu tanımı kabul edip etmeyeceğini bilmiyorum. Benim bununla anlatmak istediğim, romanları, akıllarda yer eden karakterleri için övdüğümüzde, onların sağlayabileceği başarının ancak bir bölümüne değindiğimizdir. Romanın bize, D.H. Lawrence’ın dediği gibi, “insanı canlı” verebilmesi, kuşkusuz onun özel bir niteliğidir. Ama yalnızca kişisel boyuta yer verecek olursa, neredeyse farkında bile olmadan bir öznelliğe dalabilir ki, bu öznellik gerçekten de elli yıldır Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da yazılanlarda egemen olmuştur. Aykırı görünse de, bunun sonucunda, tümüyle kişisel olan birçok şey kaçırılmıştır. Toplumsal boyut dışta bırakılacak olursa ya da yalnızca bireylerin, sanki özgürmüşlercesine birbirleriyle ilişki kurdukları ya da kuramadıkları bir çerçeveye dönüşürse, ya da bunun da ötesinde toplum olguları yalnızca bir “arka plan” oluşturursa, sonuç olarak yitirilenler insani düzeydedir. Çalışma, çatışma, yerleşme ve tedirginlik gerçeklerinin ötesinde ya da üzerinde yer alan insanlar, bir yarı-yaşam sürdürmeye başlarlar. Bunun yanında, tanımın ikinci yarısını anımsayacak olursak, “toplum” konusunda da en gerçek ve önemli olan, insanın kendisinde ya da onun aracılığıyla yaşanan, ona ya da onunla yapılandır. Çağdaş romanın bir türünde öznelliği savunan pek gözde bir eleştiri, “toplumsal çıkarlar” adıyla andığı şeyleri sosyolojiye, siyasete ya da gazeteciliğe bırakır. Ancak, bu alanlarda en genel olgular betimlenip çözümlenebilse de, bunların söylemleri içinde insanlar, yaşayan erkekler ve kadınlar olarak değil, yalnızca birer nokta olarak ele alınır. Süreçlerden herhangi birinin, yani tüm sürecin gerçeklerinin tam olarak ortaya çıkabilmesi için her zaman, en ayrıcalıklı kişilerin yaşamlarında bile hep görüldüğü gibi, en genel olanla en kişisel olanın iç içe geçmesine bağlıdır.

Bunun da en yoğun olduğu zaman derin toplumsal değişimin yaşandığı zamandır. Çünkü bu sırada bir yaşam tarzı yine değişiklik gösteren kişilikler tarafından özümsenmiş, bir başka yaşam tarzı da –dış ekonomik ya da siyasal baskılarla, ya da iç gelişmenin yarattığı sorunlarla– bunu zorlamaya başlamıştır. Bu yalnızca yaşam tarzını değil, gerçek insanların vücutlarını ve akıllarını da etkiler olmuştur. İşte bu noktada roman, karşılaştırma kabul etmeyen uzak ve yakın etki alanına, çok yoğun yerel ve genel gücüne ulaşır. İlk okuduğumdan bu yana Yaşar Kemal’in Ortadirek adlı romanındaki unutulmaz yolculuğun aynı zamanda yoğun gerçeklikler de olan yoğun imgelerini kafamda taşıdığımı biliyorum. Bu öncelikle, benim için yabancı bir ülkenin unutulmaz yaşantısı değildir. Başkalarının emri –kayıtsız ve acımasız emri– altında çalışmak için yapılacak uzun ve sıkıntılı yolculuğun istenmeyen zorunluluğunu bildirecek doğal bir işareti bekleyen, yoksul ve korunmasız insanları anlamaktadır ve yerinin olağanüstülüğü, benim için bunu daha genelleştirmektedir. Belirli bir durumdan söz edilmektedir, ama bu, çok sayıda birey ve topluluğun, korunmasız ve çoğu kez yaratılmış yoksulluktan yola çıkarak, uzak, yabancı ve başkalarının denetimindeki keyfi yaşam biçimine yaptığı yolculuktur. Bu yolculuk, şimdi bizi ayıran büyük uzaklığa karşın, özünde sevgili Galler’imin tarihidir. Akıllarda yer eden yerel ayrıntılarıyla, yoksun bırakılmış, değersizleştirilmiş kişilerin uzun ve hâlâ sonu gelmeyen yolculuğunun, dünyadaki yoksulların sırtına yüklenen zorunlu hareketliliğin –ki bu sık sık sözü edilen büyük kent hareketliliğindeki sıçramadan çok değişiktir– temel öyküsüdür.

Yaşar Kemal’in yapıtlarında benim bu uzaklıktan üzerinde yazamayacağım ama durmadan okuyabileceğim çok şey var. Ama, kısaca çalışmalarının benim için çok büyük bir anlam taşıdığını söylemek ve kendisinin uzun ve zor yazı yolculuğunu sürdürmekte gösterdiği yeteneğe duyduğum saygıyı belirtmek istiyorum. Akçasazın Ağaları’nın bütün bu değişim örüntüsünü harekete geçirme yönünde daha geniş bir girişimin başlangıcı olduğunu gördüğümde, yapıtlarını doğru kavramış olduğumu anlayıp özellikle sevindim. Görece hızlı değişim süreci içinde olan ve görece katı ve eski alışkanlıklarından uzaklaşmakta olan toplumlar, günümüzde, değişim gerçekliklerinin en güçlü örneklerinin bulunabileceği, tek değilse bile, asıl kaynaklardır. Batı Afrika’da Achebe ile bunu duyuyorum; örnekler hızla çoğalıyor. Bu değişimlerden bazılarının çok erken başlamış olsalar da hâlâ bitmediği bir toplumda, kendi geçmişimden ve bugünümden bunu biliyorum. Çoğunluğun deneyimine pek yer vermeyen bir kültür içinde, çoğunluk deneyimine kendilerini adadıkları için böyle bir kültür içinde yalıtılmış duruma gelen yazarların, aradaki uzaklık ne olursa olsun, yüzyılımızda insanlığın çoğunluğunun yaşadığı bu geniş ve çok önemli deneyim sürecinde, birbirlerini tanımaları, birbirlerini kabul etmeleri çok büyük önem taşır.

Gönderi tarihi:

“Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” adlı röportaj dizisi ile 1955 Gazeteciler Cemiyeti Başarı Armağanı

 

İnce Memed ile 1956 Varlık Roman Armağanı

 

Teneke’den aynı adla uyarlanan oyunu ile 1966 İlhan İskender Armağanı

 

“Teneke” oyunu ile 1966 Uluslararası Nancy Tiyatro Festivali Birincilik Ödülü

 

Demirciler Çarşısı Cinayeti ile 1974 Madaralı Roman Armağanı

 

Yer Demir Gök Bakır ile 1977 Fransa Eleştirmenler Sendikası En İyi Yabancı Roman Ödülü

 

Ölmez Otu ile 1978’de Fransa’da En İyi Yabancı Kitap Ödülü

 

Binboğalar Efsanesi ile 1979 Fransa “Büyük Jüri” En İyi Kitap Ödülü

 

1982 Uluslararası Cino Del Duca Ödülü

 

1984 Fransız Legion d’Honneur Ödülü Commandeur payesi

 

1984 TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü 1985 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü

 

Kale Kapısı ile 1986 Orhan Kemal Roman Ödülü

 

1988 TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü

 

1988 Fransa Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres Nişanı

 

1991 Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası

 

1992 11. TÜYAP Kitap Fuarı Onur Yazarı

 

1992 Antalya Akdeniz Üniversitesi Onur Doktorası

 

1993 Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü

 

1994 Mülkiyeliler Birliği Rüştü Koray Armağanı

 

1996 Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce Özgürlüğü Ödülü

 

Kanun Sesi ile 1996 Akdeniz Yabancı Kitap ödülü (Perpignan, Fransa)

 

1996 VIII Katalunya Uluslar arası Ödülü (Barcelona, İspanya)

 

1996 Hellman/Hammet Baskı ?????????? Cesaret Ödülü, New York

 

1997, Nonino Ödülü (?????????, İtalya)

 

1997, Kenne Vakfı Düşünce ve Söz Özgürlüğü Ödülü (Uppsda, İsveç)

 

1995 Morgenavissen Jylaand-Pösten Ödülü (Danimarka)

 

1997 Norveç Yazarlar Birliği ödülü, Wole Soyinka ile ortak

 

1997 Frankfurt Kitap Fuarı Alman Yayıncalar Birliği ödülü

 

1998 Frei Üniversitesi Berlin fahri doktora

 

1998 Bordeaux Yayıncılar Birliği Yabancı Edebiyat ödülü

 

2002 Bilken Üniversitesi fahri doktora

 

2003 Z. Homerus Şiir ödülü

 

2003 Savanos ödülü (Selanik)

 

2003 Türkiye Yayıncılar Birliği Yayıncılık Emek ödülü.

 

 

VE ALDIĞI ÖDÜLLER!

Gönderi tarihi:

nasıl anlatmalı halkın ozanı...

 

 

Cemal Süreya

 

‘‘Yusufçuk Yusuf‘‘ta Yaşar Kemal'i yeni ve büyük bir atılım içinde buluyoruz. Bu kitap yalnız Yaşar Kemal'in en önemli yapıtı değil, Türk romanının da başyapıtlarından biridir.

 

Fethi Naci

 

Türk halkının 1950 yılında, çeyrek yüzyıllık bir siyasal iktidarı niçin değiştirdiğini anlamak için bence ‘‘İnce Memed 4‘‘ü, bu, resmi tarihin dışında yazılmış romanı okumak yeter. ‘‘Ortadirek‘‘ bugüne kadar okuduğum en mükemmel Türk romanıdır.

 

John Berger

 

Yaşar Kemal, çağdaş dünyanın en büyük anlatıcılarından biridir. Onu okumak, yaşamın kendisini anlamaktır. O, korkusuz bir kahraman gibi yazıyor.

 

Jeremy Brooks

Yaşar Kemal'in imgelemi, insan ruhunun inceliklerini kavraması, anlatımının şiirsel derinlikleri üstüne titreyeceğimiz bir sanat eseri yaratıyor. Bütün dönemlerin en iyi yapıtlarından biri.

 

Raymond Williams

 

Ne zaman çağdaş bir romancı örneği vermem istense, aklıma ilk gelen isim Yaşar Kemal olmuştur.

  • 4 ay sonra...
Gönderi tarihi:

Yaşar KEMAL

 

 

 

Geçirdiğimiz 20. yüzyıl belki de insanlığın en acılı yüzyılıydı. Milyonlarca insan, çoğunluğu da genç, bu yüzyılda öldürülmüş, korkunç jenositler bu yüzyılda yaşanmıştır.

 

20. yüzyılda çıkan üç savaşın adı da dünya savaşıydı. Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, üçüncüsü de Soğuk Savaş adı verilen dünya savaşıydı. Her savaş, adı ne olursa olsun, her savaş bir yıkım, bir ölümdür. Yalnız savaşların en korkuncunu Soğuk Savaş olarak yaşadık. Ve bu savaş insanlığımızı çürüten bir savaş oldu. En azından vicdanımızı çürüttü. Toptan bir yalan dünyasına düştük, yozlaştık. Bunun tersini söyleyebilecek bir tek insan bile çıkamaz. Ama olumlu olan insanoğlunun bugüne nice belaları aşarak geldiğidir.

 

Başımızdaki yeni belalardan da kurtulabilecek miyiz? Şüpheliyim demeye dilim varmıyor. İnsanlık değerleri her gün biraz daha yıpranıyor, yitiyor, yok oluyor. Ve değerlerin yerini hiçbir biçimde dolduramıyoruz. Doldurmanın yollarını da bulamıyoruz. Bu söylediklerim bir katmerleşmiş karamsarlık sonucu değildir.

 

Birtakım rakamlar vermek istiyorum. Birkaç rakam bile dünyamızın ne durumda olduğunu göstermeye yeter de artar bile. Bu rakamları veren raporları buradaki herkes biliyor, biliyor ya gene de birkaç rakamı vereyim:

 

Dünyanın en zengin 200 kişisinin sahip olduğu toplam servet, yeryüzündeki en yoksul 2.5 milyar insanın toplam gelirinden fazla. Dünya nüfusunun 6.5 milyar olduğunu da unutmayalım. Dünyanın en yoksul ülkesine kıyasla, en zengin ülkesinde kişi başına düşen milli gelir, 228 kat daha çok. Dünya üstündeki 89 ülke son 10 yıl içinde 23 kat yoksullaştı.

 

Korkunç rakamlar

 

Hastalıklar, ölümler, çocuk ölümleri... Daha birçok acı. Yoksulluk, açlık, dünyanın güzelliğinin, mutlu yaşamın dışına atılmış insanlık. Ve biz bu insanlığı tanımaktan yoksunuz. Doğru, korkunç rakamları biliyoruz, ama bu insanlar kimdir, nedir, necidir haberimiz yok. O, aç yoksul insanların utanç verici trajedisini, onlarla birlikte yaşayabiliyor muyuz, bir lokma ekmeğe muhtaç olmanın, açlıktan ölmenin acısına, en azından ortak olabiliyor muyuz? Trajedilerini bilmeden, trajedilerini yaşamadan, onların dünyalarına katılmadan onlara nasıl yaklaşabilir, yakınlaşabiliriz.

 

Üstün insan ve ilkel insan kavramı, insanlığın gözbebeği Rönesans'ta yaratılmadı mı? O Rönesans ki insanlığın hem sanatta, hem bilimde büyük sıçramalar yaptığı bir dönem. Rönesans'ın insanları, sömürgecilerin bundan faydalanacaklarını ne bilsinler. O ilkel denen insanlara kültür, uygarlık götüreceklerini ne bilsinler.

 

Bugün elimizde uygarlığımızın temellerinden başlıcası olan çok gelişmiş bir teknoloji var. Yine de üstün insan ve ilkel insan kavramı acımasızca sürüp gidiyor.

 

Teknolojiden uygar dünya kadar değilse de ilkel denilen insanlar da yararlanıyorlar. Televizyon, radyo dünyanın en ücra köşelerine kadar gidiyor. Okuryazarlık da yayılıyor.

 

Kötü durumdaki insanlığa da bütün kapılar kapatıldı. İnsanlık doğal yollardan kendi kaderini belirlemek için, gerçek demokrasiye, özgürlüğe ulaşmak için çareler arıyor. Terörizmle kimse insanlığın yararına hiçbir yere varamaz, hiçbir sağlıklı bir sonuca varamaz. Dünyanın sağlıklı bir yere varabilmesi için, demokrasinin gelişmesi için, insanlığa bütün meşru yollar açılmalıdır.

 

Demokrat görünerek baskıcı bir düzeni sürdürenler insanlığı maceralara sürüklemişlerdir. İnsanlık istenmeyen, büyük, onarılmaz tehlikelerle karşı karşıya kalırsa bunun suçluları şimdiden bellidir. 11 Eylül'ü hiç kimse istemezdi.

 

Amerika Birleşik Devletleri'nin demokratik gelişimlerde büyük yanlışları oldu. Örneğin Şili'de Allende'nin yolunu kesmemeliydi. Çünkü o bir diktanın başlangıcı değil, seçimle gelen, seçimle gitmeyi göze alan yeni bir demokrasi anlayışının başlangıcıydı.

 

Aymazlık böyle sürüp giderse, insanlığın da sonu iyi gelmeyecek. Şimdiden bütün insanlara özgürlük kapılarını açmak için çabalar harcanmalıdır.

 

İyi sonuca varabilmek için doğal yol yalnız ve yalnız gerçek bir demokrasiden geçer. Demokrasi de değişkendir. İnsan hakları bildirgelerine durmadan haklar ekleniyor. Bu eklemeler bile daha şimdiden yetmiyor. Demokrasi gittikçe değişiyor, genişliyor. Demokrasilerde her şey gittikçe de saydamlaşacak, yeni anlamlar kazanacak.

 

Demokratik bir ülke baskıcı rejimleri destekleyemeyecektir. Ne için olursa olsun, baskıcı düzenleri destekleyen ülkeleri insanlık reddedecektir.

 

Gerçek demokrasilerde gelir dağılımı yüzyılımızdaki gibi utanç verici bir

 

durumda olmayacaktır.

 

Bütün belalardan insanoğlu er geç kurtulacaktır. Böyle bir geleceğe inanırsak, demokrasiden başka çarenin olmadığına da inanırız.

 

Çağımızın getirdiği en büyük kötülük de doğa kırımıdır. Doğa kırımı tehlikesini yeterince anlamış değiliz. Doğa sorununda birtakım insanlar duyarlık gösteriyorlar, çabalıyorlar. Kimi ülkelerde yeşiller partisi kuruluyor. Dünyamız elden giderken bu bile saygı duyulacak bir uğraştır.

 

Yazık ki parti kurmakla bu korkunç oluşumun altından kalkamayız. Partiler kendi sınırlamalarını birlikte getirirler. Oysa bütün insanlar, hangi sınıf, hangi soy, hangi renkten olurlarsa olsun, doğayı kurtarmaya gelmeli.

 

Bu dünya hepimizindir. Onun yok olması, insanlığın yok olmasıdır. İnsanlar kolay kolay benden sonra tufan diyemiyorlar. Doğanın tükenmesi, insan soyunun da tükenmesidir. Bütün bunlar anlatıldığında, kimse dünyamızın yok olmasını, soyunun tükenmesini istemez. Doğa kırımını insanlara anlatabilirsek, bu işin altından, zor da olsa kalkabiliriz.

Bozulan, tüketilen doğayla birlikte insanların da dengesi bozuluyor. Kirlenen hava, su, kirlenen, yaşanmaz hale gelmiş şehirler, tükenen ormanlar, tükenen ormanlarla birlikte tükenen oksijen. Birçok bitkinin, kuş türünün, hayvan türünün, çoğunlukla böceklerin tükenmesi, akan suların kuruması doğanın dengesini bozuyor. Böyle giderse, yaşayan bu kadar canlı yok olursa, insan soyu böylesine bozulan bir dünyada yaşamını sürdürebilir mi?

 

Bir de eğitim sorunu var. Yüzyıllardan bu yana süren bugünkü eğitim, çağımıza yakışmayan, özünü hiç yenilemeyen bir eğitim düzenidir. Ana babalara göre çocuk çocuktur. Oysa çocuklar da insandır, ama onlara insan gibi davranılmıyor. Okullar da üç aşağı beş yukarı böyle.

 

Orada da çocuklara çoğunlukla birçok bilgi ezberletiliyor. İnsanla, yaşamla yüz yüze kaldıklarında da bocalıyorlar. Oysa eğitim düzeninin adı çoktan konmuş: Üreterek, yaşayarak, yaratarak eğitim.

 

Yaşamı doğadan kopuk, eğitimi yaşamdan kopuk, yaşamını siyasi katılım yoluyla düzenleme hakkından yoksun insanlar şiddete dönebiliyorlar. Ve bu insanlar savaş çıkarıyorlar, savaşta birbirlerini öldürüyorlar, işkence yapıyorlar, birbirlerini aşağılıyorlar, birbirlerinin onurunu ayaklar altına alıyor, birbirlerini sömürüyorlar. Acıma, sevme duygularını yitiriyorlar.

 

Dünya yeniden yapılandırılmalı

 

Dünyamızın yeniden yapılanmaya gereksinmesi vardır. Bu dünya, bu biçimiyle insanların mutlu yaşayacakları bir dünya olamaz. Dünyanın yeniden yapılanmasında medyayı, daha çok da basını göz ardı edemeyiz. Basının, dünyanın yapılanmasına yardım etmeden önce kendini yeniden yapılandırması gerek. Basının ödevlerinden başlıcası da kültür sorunudur.

 

Tarih boyunca kültürler, emperyalizme kadar, hep birbirlerini etkilemiş,

 

beslemiştir. Diller de öyle.

 

Batı uygarlığının temelinde Akdeniz başı çeker. Bunun birçok sebebinin başında Akdeniz'in çokkültürlülüğü gelir. Akdeniz, Asya'dan, Kuzey Avrupa'dan, Afrika'dan birçok boyları çekmiştir. İnsanlığın bir niteliğinin de göçebelik olduğunu biliyoruz. Kavimlerin birikim yerlerinde, bu topraklar çoğunlukla verimli, ılıman topraklardır, uygarlıklar, yaratıcı kültürler buralarda boy atmıştır.

 

Emperyalizmin kalıntılarında bugün de bir kültür yozlaşması sürüp gidiyor. Çünkü o kültürsüz yerlere üstün insanların kültürleri götürülmüştür. Onların kültür sayılmayan kültürleri yerine üstün kültür yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bugün kabul edilen her kültürün özel bir kültür olduğudur. Her dil ayrı, özel bir dildir. Hiçbir kültür öbür kültürün yerini alamaz. Dünyamız, ne büyük mutluluktur ki, on binlerce çiçekli bir kültür bahçesi. Her kültürün bir rengi, bir kokusu var. Dünyamızın bir çiçeğinin koparılması, dünyamızdan bir rengin, bir kokunun yok olmasıdır.

 

Günümüzdeki küreselleşme süreci hızla tek tip bir dünyaya doğru yönlendiriyor bizi. Bu gidiş keşke bir kardeş, bir barış dünyasına gidiş olsa. Gözüken o ki, tek bir kültüre, tek bir dile doğru itiliyoruz. Böyle bir dünyanın kurulması olanak dışıdır ya, bu aymazlıktan dünyamız daha neler yitirecek kim bilir?

 

Ve özgür, yeniden yapılandırılmış bir basın, birçok kötülüğün yolunu kesmekte insanoğluna yardım edebilir. Basın, hiçbir yardım almadan salt kendi iradesiyle kendisini özgürleştirebilir.

 

Basına düşen görev

 

Küreselleşme rüzgârı önüne katılanlar, her dili, her kültürü de yıpratıyor. Buna dillerin, kültürlerin bilinçli insanları izin vermeyeceklerdir. Basın, dillerinin, kültürlerinin bozulmasını ya da yok olmasını istemeyenlerin yanında olabilir.

 

Basın, dünyamızdaki pek çok kötülüğün bilinmesini, duyulmasını sağlayarak önemli savaşımlar vermiştir. Basın, hiçbir çıkarın yanında olmamalıdır, kendi çıkarı olsa bile.

 

İşte basının özgür olması da budur.

 

Basının kendi yanlışları üstünde birçok çalışmaları var. Ve basın çağımızda kahramanlar yetiştirmiştir. Pek çok örnek verilebilir. Size buradan basını anlatacak değilim. Bugünlerde basının karşı karşıya olduğu sorunlar az değil. Önce kendi sorunları. Basın, doğası gereği, güvenilirliğinden güç alır. Ancak bugün basının güvenilirliği büyük yaralar almıştır ve basın gittikçe kan kaybediyor.

 

Basın zanaat değil, sanattır. Basının yeniden yaratıcılığına, direncine kavuşabilmesi için özgürleşme çabası vereceği anlar bellidir.

 

Örneğin dünyamızdaki yokluk, açlık, gelir dağılımı...

 

Örneğin, dünyadaki dillerin, kültürlerin yozlaşması. Örneğin, eğitim sorunu.

 

Örneğin, yitip giden, yeri doldurulamayacak değerler.

 

En önemlisi de doğa kırımı, doğa kırımıyla birlikte insanoğlunun soyunun da tükenmesi...

 

Basın önce baştan sona yeni bir yapılanmaya gitmelidir. Yeniden yapılanmış özgür bir basın bu sorunların üstesinden gelinmesine büyük katkılarda bulunabilir.

 

Türkçede bir söz vardır: Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar. Biri yiyor, milyonlar bakıyor, kıyametin kopmasını mı bekleyelim? (YK/YS)

 

(Yazarın dün Dünya Gazeteler Birliği Kongresi'nde (WAN) yaptığı konuşmanın tam metni)

  • 1 ay sonra...
Gönderi tarihi:

Üstad,keşke senin gözünde okunanları herkes anlayabilse...

 

’Sen hiç Sarıkamışı gördün mü kedi? Sarıkamış içinde Aynalı Çarşı.Sen Aynalı Çarşıda uçup da denize gömülen gemileri hiç gördün mü? İyi ki görmedin. Sen hiç parça parça olmuş, üst üste tepelerce yığılmış, siperleri, koyakları, çukurları ağzına kadar doldurmuş ölüleri gördün mü? Ovalar dolusu çürümüş, kokmuş, kokusu insanı boğan ölülerin üstünden hiç yürüyerek geçtin mi? Sarıkamış savaşını görmemiş, yaşamamış insan, hiçbir şeyi görmemiş, yaşamamış demektir. Erzurum içinde Aynalı Çarşı. Sen kedi sen hiç, uykucu, rahat, gerinen kedi, sen hiç Allahuekber dağında olup bitenleri gördün mü? İnsan boyu, iki insan boyu karın içinde yalınayak, başı kabak, pantolunu yırtılmış, kaputsuz, ceketsiz, karınları bit dolu, donmuş elleriyle kaşınamayanları, Rus topçusunun karlı dağları ateşe, zindana çeviren güllelerini, karla birlikte uçuşan kolları, bacakları, kollarla bacaklarla, gövdelerle birlikte yağan kanları, Allahuekber dağlarının doruklarından fırtınaya, boraya tutulup donan, taş kesilen, donmuş kirpikleri, kaşları, donmuş gözleriyle bakan onbinlerce askeri gördün mü hiç? Sen bunları görmediysen hiçbir şey görmedin demektir. Sen bunları görmediysen kedi, niçin bir tekneye binip de karşı kıyıda karaya çıkmıyorsun? Sen bunları görmediysen insanların yüzüne bakmaktan niçin utanasın?...’’ (s.111-112)

 

Yaşar Kemal ''FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA'' kitabında Vasili ile bunu söylüyor.Savaşı anlamak için savaşı yaşamak gerek.Savaşta ölenler değil;kalanlardır acınacaklar.Daima savaş ve daima kan.Ben Sarıkamışı görmedim ama hergün kan gölüne dönen bir IRAK,kendi içinde esareti yaşayan bir FİLİSTİN;taraflar arasındaki dengenin işe yaramaz aktörleri ile meşrulaştığı bir AFGANİSTAN!Ben Sarıkamışı görmedim ama;

 

‘’Yezidi kırımlarını anlatırken o koskocaman hüzünlü ceren gözleri kısılıyor, kapanıyor, acı içinde çırpınıyor, sesi kısılacak kadar kendinden geçerek konuşuyor, sesi kısılıp çıkmaz olunca da susuyordu. ‘’Fırat’’ diyordu, ‘’Fırat, günlerce, aylarca insan ölüleriyle doldu da taştı.Fırat suyu kan akıyor baksana. ‘’Dicle’’ diyordu, ‘’Dicle, günlerce aylarca insan ölüleriyle doldu da taştı. Dünyanın bütün kartaları çöle indiler, çölde insan etiyle doldular.’’ Birden yüzü ışıyıveriyor, gözlerine sevinç, sevgi doluyor, ağız dolusu gülüyor, sonra susuyor, ardından da patlarcasına konuşuyor.’’(s.224) Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana-Yaşar Kemal

Gönderi tarihi:

Değerli arkadaşım,kendisi ile ilgili her türlü bilgilere ulaşacağınız siteler var,benim baktığım sitede üyelik yok.Sadece takip edebiliyoruz.

 

Bu kadar yardımcı oldum,üzgünüm.

 

Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim,hayatımda dilediklerimden biri de onunla insanları konuşmak :)

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.