Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

ŞEYTAN DÜNYAYI NASIL YÖNETIYOR!

 

Şeytan Ilimli İslam peşinde?

 

Şeytan dünyayı nasıl yönetiyor 5800795_80x80.jpg

Şeytan dünyayı nasıl yönetiyor

Ben özet bir cevap vereceğim. Ayrıntıları merak edenler, benim ‘Kur’an Açısından Şeytancılık’ kitabıma bakabilirler. Orada dehşet verici tablolarla karşılaşacaklarından eminim.

 

Bugünkü dünya şeytanın cenderesinde kıvranıyor. Şeytan, şerrin sembolü. Bu demektir ki, bugünkü dünya şerrin cenderesinde kıvranıyor.

 

 

Bugünkü dünyayı şeytan yönetiyor.

 

 

Sebep, elbette ki insanın tembellikleri, şehvetleri, suçları, gafletleri, dalaletleri, hıyanetleri, nankörlükleridir. Şimdi, Tanrı, insanlığın ne yapıp nasıl bir tavır sergileyeceğine bakıyor. Sergilenecek tavra göre, yarınlar ya daha kahırlı olacak yahut da mutlu. Ama bu şekilde asla devam etmeyecek.

 

 

 

Evet, yeni yüzyıl iki ihtimalden birine gebe: Ya daha kahırlı bir dünya yahut da mutluluk, rahmet ve berekete açılmış bir dünya. Üçüncü ihtimal yok.

 

 

 

Şeytan, dünyayı kitlelerin başına geçirdiği piyonlarıyla yönetir. Şeytanın dostluğunda ileri derecelerde olmak, Rahman’a ve insana düşmanlıkta yükselmiş olmakla eşanlamlıdır. Şeytanın piyonları arasına girmiş olmanın belgesel göstergesi ise şöyle veya böyle düşünmekten çok ikiyüzlü olmaktır. Yani riyakâr ve takıyyeci.

 

 

 

Riya ve takıyye, düşündüğünüz ve iddialarınız ne olursa olsun, sizi doğrudan doğruya şeytanın piyonları çukuruna atar. O çukurdan çıkmanın tek şartı vardır: Riyakârlığı, takıyyeciliği bırakmak.

 

 

İBLİSLER PARLAMENTOSU

 

 

 

Büyük düşünür Muhammed İkbal (ölm.1938), Avrupalı sömürgecilerin oluşturduğu kuvvetler birliğine ‘İblisler Parlamentosu’ diyordu.

 

 

İkbal, insanlığın kahır kaynaklarından biri olarak ‘fî sebîlillah fesat’ (Allah yolunda fesat) üreten ikinci bir şeytanî kuvvet odağından da söz etmiştir: Hurafe ve aldatma dininin baronlarınca oluşturulan saltanat. Onun deyimiyle, Allah ile aldatanlar saltanatı.

 

 

İşte, dünyayı bugün bu iki şeytanî güç polaritesi (karşı kutuplu güçler sistemi) yönetmektedir. Farkları şu: Birisi Haçlı, birisi takkeli. Takke burada sembol. Kafasının dışı veya içi takkeli. Ortak yanları da şu: İkisi de şeytanın taşeronu, ikisi de insanın mutluluğuna musallat.

 

 

Türkiye’yi de Haçlı ve takkeli gücün ‘tam teslimiyet alanı’na sokmak istiyorlar. Şu anda, Türkiye’deki mücadelenin hararet kaynağı bu.

 

 

 

Bugün bu iki güç odağı, İkbal’in zamanından çok daha kuvvetli durumda. Bunu, İkbal’in günündeki gibi Avrupa ile sınırlamak yanlıştır. Bugün buna, bir kutupta ABD ve peykleri, öteki kutupta ise koca bir Arap dünyası eklenmiş bulunuyor.

 

 

 

Son zamanlarda, Papalık ve ABD’ye bîat ederek güçlerini şeytanın emrine veren ve bir ‘fesat mollası imparatorluğu’ halinde bu yönetim kadrosuna ‘hizmet eri’ olarak katılmış üçüncü bir unsur var. Ne ilginçtir ki o unsur şeytanın tasallutuna maruz bulunan Türkiye’den çıktı. Veya çıkarıldı.

 

 

Şeytanın dünyayı yönetme icraatında gücün başını süper etki noktalarında oturan şeytanî kurmaylar çekiyor. Bunlar, tarihin amansız ve büyük zalimleri, şeytanın unutulmaz işbirlikçileridir.

 

 

Bir de bunlara bağlı, bunların piyonu ve hizmetçisi olarak iş gören ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf taşeron şeytancılar var. Taşeron şeytancıların en yamanları, İslam coğrafyalarında mekân tutmuş despot veya (Türkiye’de olduğu gibi) yarı despot riyakârlardır. Bu şeytan yamakları, gücü, parayı, bazen de oyu Müslüman kitlelerden almakta, ama hizmet ve sadakatlerini Haçlı kurmaylara arz etmektedirler.

 

 

Bunlar için İslam, Haçlı kurmayların onayladığı kadarıyla dindir.

 

 

 

Bunların dini, Haçlı kurmayların onayı varsa var, yoksa yoktur. Çünkü bunların her türlü eksiklerini (güç, para, eğitim, siyaset, strateji, propaganda, barınma, siperlenme ve gerekirse silah) Haçlı efendileri ikmal etmektedir. Korumalarını da onlar sağlamaktadır.

 

 

Bunların din adına en becerikli oldukları şey, İslam’ın, Haçlı kabulleri dışında kalan kısmının ‘o kadar da önemli olmadığı’ yolunda delil hazırlamaktır. Nitekim bunlar, Şeytanın yeni Ortadoğu dini olan Ilımlı İslam’a destek için, İslam’ın temel iman şartı olan Kelimei Şehadet’in yarısını devreden çıkarıp ‘Muhammed Allah’ın Elçisidir’ kısmını dışta bırakmışlardır.

 

 

 

Bunlar, iki rekât namazı, üç gün orucu eksik olanları vicdanları hiç sızlamadan ‘kâfir’ ilan edebilirken, İslam’ın iman formulünden Hz. Muhammed’in ismini çıkarmakta hiçbir sakınca görmeyecek kadar imansızlaşabilmektedirler.

 

 

Bunlar; Müslümanı kandırma döneminde, Haçlı dünyanın temsil ettiği ve ürettiği tüm değerlere saldırmak suretiyle duygusal Müslüman kitleleri kandırıp avlamakta, Haçlıların güç ve imkânlarıyla su başlarına geldikten sonra ise Müslümanı hor görmekteler.

 

 

 

Son yıllarda Türkiye, bu taşeron şeytancılar alanına girmekle kalmadı, bu alanın en önde giden coğrafyalarından biri oluverdi. Çünkü Türkiye, son çeyrek yüzyılda, tarihte eşi az görülebilecek bir riya saltanatının kucağına oturtulmuş bulunuyor.

 

 

 

Türkiye bir riya yurdu haline getirildi. Ekonomiden dine, tarımdan ticarete, diplomasiden medyaya her şey sanal, her şey yalan ve her şey maskeli...

 

 

Türkiye’yi âdeta riya (ikiyüzlülük, takıyyecilik, namertlik) güdüyor.

 

Müslüman kitle, öz diniyle vuruluyor.

 

 

 

İslam ülkelerinde, o arada Türkiye’de, mâbet, Allah’a ibadetin yeri olmaktan çok, Allah ile aldatmanın dokunulmazlık verilmiş beyin yıkama laboratuvarı gibi iş görmektedir. Haçlılar bunu sağladıkları için, tüm Müslüman ülkelerin birer din devleti yapılmasını en hayatî mesele biliyorlar. Müslümanları mahvetmek için bundan daha ucuz, daha etkili bir silah olamayacağını anlamış bulunuyorlar.

 

 

 

Ilımlı İslam sayesinde, Müslümanların camilerini onları bloke etmek için hapishaneye çevirmenin gayreti içindedir. Bu tür camilerin en bol olduğu yer ise Türkiye’dir.

 

 

 

Resmi rakamla 84 bin, gerçekte ise yüz küsur bin caminin BOP ve Ilımlı İslam hapishanesine döndürüldüğünü düşünebiliyor musunuz?

 

 

AKP işte bunu yapsın, bu işi tamamlasın diye can ve kan pahasına Türkiye’nin başında tutulmak isteniyor.

 

 

 

İSTİSNAYI ORTADAN KALDIRMAK İSTİYORLAR

 

 

 

Şeytan, bütün Müslüman coğrafyaları, muhteşem kaynakları da dahil, egemenliği altına almıştır. Yakın zamana kadar tek istisna, Atatürk Cumhuriyetinin Türkiyesi idi.

 

 

 

Şimdi o Türkiye’yi bir istisna olmaktan çıkarmanın gayreti içindeler. “Sizi İslam dünyasına model yapacağız” lafı vicdansız bir yalandır. Bu söylemin gerçeği şudur: “Sizi İslam dünyasında farklı bir model olmaktan çıkaracağız.”

 

 

Bunu böyle anlamayanlar ya akıl yahut da vicdan zaafı içindedirler.

 

 

 

Haçlı Batı, işte bu ‘Türkiye Cumhuriyeti istisnası’yı yarattığı için Atatürk’ü asla affetmiyor, ona duyduğu kin ve nefreti bir türlü dizginleyemiyor.

 

 

Özetleyelim:

 

Dünya, şeytanın cenderesinden çıkabilecek mi?

 

 

Bunun hesabını yapmak bize düşmüyor. Bize düşen, şu soruyu sormak:

 

Türkiye şeytanın cenderesinden çıkabilecek mi?

 

 

 

“Bekleyelim ve görelim” diyenler olacaktır. Biz, şöyle diyoruz:

 

 

 

“Beklemeyelim, çocuklarımıza bırakacağımız ülkedeki dışarıdan güdümlü şer tasallutunu aşmak için eylem yapalım.”

 

 

 

Eylem bugün için bilgili, dirayetli ve ilkeli siyasettir.

 

 

 

Bu siyaseti yapacak imkânlara ve kadrolara Türkiye hem de birkaç katıyla sahiptir. Elverir ki, şeytan yamağı siyasetlerin tatlı yalanlarına artık aldanmayacağını kendi vicdanında taahhüt altına alsın.

Gönderi tarihi:

şeytanlığın belgeleri

 

VAKİT Gazetesi şeytanın bile aklına gelmeyecek planlarla...

 

"Hakaretleri yağdır / Tazminat davalarından sıyır" şeklinde özetleyebileceğimiz...

 

Bir yöntemle tazminat cezalardan kurtulmanın yolunu bulmuş...

 

Sözde "dini bütün" şeytanların, buldukları yöntem şudur:

 

Gazetelerinde hedef aldıkları kişiye çirkin hakaretler yağdırıyorlar...

 

Hedef alınan kişi, bu hakaretlerin hesabını sormak için mahkemeye gidiyor...

 

Mahkeme cezayı kesiyor, tazminata hükmediyor...

 

Ve sıra geliyor alacaklının parasını almasına...

 

Ama o da ne?

 

Vakit Gazetesi, gelmiş geçmiş bütün ilan gelirini Adana'da bulunan "Arslan Güneydoğu Gazetecilik, Matbaacılık ve Kağıtçılık AŞ" adlı bir şirkete devir ve temlik ettirmemiş mi?

 

Bu durumda alacaklıya düşen, "alacaklı sırası"na yazılmaktan başka bir değildir...

 

Yani bir nevi "yaz tahtaya" hesabı...

 

İşte bu sahtekarca oyun nedeniyle...

 

Gazete, kaybettiği tazminat davalarını ödemekten sıyrılmış oluyor...

 

Nasıl ama? Hakka riayet sıfır... Mahkeme kararına saygı sıfır... Hukuka inanç sıfır...

 

Meğer "inananların yüz akı" diye hava basan gazete "şeytanın gururu" imiş...

 

Helal olsun vallaha!

 

Helal olsun ama işi de burada bırakmayalım...

 

Ben şimdi buradan Maliye Bakanlığı yetkililerine açıkça soruyorum:

 

BİR: Adana'da "İstiklal Caddesi No: 44" adresinde "Arslan Güneydoğu Gazetecilik, Matbaacılık ve Kağıtçılık" adlı bir şirket bulunuyor mu?

 

İKİ: Böyle bir şirket varsa bu şirket ile Vakit Gazetesi arasında nasıl bir ticari ilişki vardır...

 

ÜÇ: Gazete gelmiş geçmiş bütün gelirlerini bu şirkete ne karşılığında bağışlamıştır?

 

DÖRT: Gazete borçlarından kurtulmak için bu şirketle muvazaalı bir ilişki mi kurmuştur?

 

Maliye Bakanlığı yetkililerinden bu soruların yanıtını bekliyorum...

 

İKİNCİ BELGE: Şark kurnazlığı

 

DUYDUNUZ mu?

 

Vakit Gazetesi'nin en önemli ismi olarak gazetelere röportajlar veren, yazdığı her yazıda sağa sola terbiyesizce bulaşan Hasan Karakaya adlı şahıs hiçbir ücret ya da maaş almadan çalışıyormuş...

 

Yani Hasan adlı şahıs, meccanen ya da Allah rızası için çalışıyormuş...

 

Nereden mi çıkarıyorum bunu? Yine bir hukuki metinden... Yine bir alacak davasından...

 

Olay şöyle gelişiyor: Hasan sağa sola hakaretler yağdırıyor... Bu nedenle mahkeme tarafından tazminat cezasına çarptırılıyor...

 

Ama sıkıysa Hasan'dan parayı al...

 

İstiyorsun vermiyor... Gazetesine müracaat ediyorsun, oradan gelen cevap şu: "Hasan bizden para almaz... Hasan bize para almadan yazı yazar... Yıllardır bu böyledir."

 

Peki Hasan, sigortasız mı çalışmaktadır? Bilinmez...

 

Peki Hasan, ailesini nasıl geçinmektedir? Geceleri taksicilik mi yapmaktadır? Bilinmez...

 

Ama bildiğimiz bir şey var: Hasan kurnaz... Herkesi aptal, bir tek kendisini akıllı sanacak kadar kurnazdır...

 

Sadece Hasan mı? Ali İhsan diye bir yazar var Vakit Gazetesi'nde...

 

Meğer o da beş kuruş para almıyormuş... O da hobi olarak takılıyormuş...

 

Geçimini nasıl sağlar, çocuklarının okul parası nereden gelir, kira parası nasıl denkleştirilir?

 

Bunlar meçhul...

 

Çünkü o da kurnaz...

 

Hem de şark kurnazı...

 

* * *

 

Ne diyeyim bilmiyorum ki?

 

Vallahi helal olsun sana Hasan...

 

Helal olsun sana Ali İhsan...

 

Siz şeytana bile pabucunu ters giydirecek yöntemlerinizle...

 

Bu Allah'tan korkmaz, kuldan utanmaz tavırlarınızla...

 

Yağdırın kardeşim hakaretlerinizi, yağdırın...

 

Nasıl olsa sıyırmanın yolunu bulmuşsunuz...Ahmet Hakan

Gönderi tarihi:

Yazılanları bilmem ama şeytanlar dünyayı güzel yönetiyor bu gerçek,hemde uzun yıllardır... O kadar başarılılar ki akıl şaşıyor,ama hileleri elbet zayıftır Allahın kulları karşısında.. ılımını da bilmem,İslam İslamdır.Ya İslam vardır ,ya da İslam olmayan vardır. Birinin zaten ılıma ihtiyacı yoktur...

Gönderi tarihi:

YORUMA GEREK YOK İşte kafa,, şeytanlığın belgeleri

 

 

 

Eğitim camiası bununla çalkalanıyor sadece eğitimciler bilmesin herkes öğrensin

 

 

 

Geçtiğimiz hafta (Mart 2008 sonu) Ankara Gazi Üniversitesi' nde 1.Ulusal Sınıf Öğretmenliği Kongresi yapıldı. Türkiye'nin değişik illerinden çok sayıda sınıf öğretmeni toplantıya ilgi göstererek Ankara'ya gitti. Kongrede bir çok tebliğ sunuldu.

 

Toplantı'nın ikinci günü 'Sınıf Öğretmeninin Özellikleri' başlıklı oturum yapılırken kürsüye BUCA EĞİTİM FAKÜLTESİ DEKANI Prof.Dr. Enver Tahir Rıza geliyor. ilköğretimin beş yılında tek ögretmenin 1.sınıftan 5. sınıfa kadar değişmeden görevini sürdürmesi etrafında tartışmalar yapılıyor. Prof. Dr. Enver Tahir Rıza sözlerine başlarken

 

 

 

''beş yılda tek öğretmenin aynı öğrencilerle birlikte olması, olumlu değil'' diyor.

 

 

 

Sonra, ''bir de'' diyerek devam ediyor:

 

 

 

''-Cinsiyet sorunu var.''

 

 

 

Herkes Enver Hoca'nın sözlerinin devamını nasıl getireceğini merakediyor. Hoca ''biliyorsunuz, ülkemizde karma eğitim modeli uygulanıyor''

 

vurgusunu yaptıktan sonra, salonu dolduran yüzlerce kadın öğretmenin gözlerinin içine bakarak aynen şu cümleyi sarfediyor:

 

 

 

''-Hanım öğetmenler erkeklere iyi örnek olamazlar! ''

 

 

 

Meslekte 35 yılını geride bırakmış olan hanım öğretmen Yücel Demirhan

 

''Artık bu kadarına dayanamam''

 

diyerek yerinden kalkıp salonun çıkış kapısına doğru yöneliyor. Arka sıralarda oturan kongrenin organizasyonunu yapan hocalara dönerek

 

''bu toplantıyı protesto ediyorum'' diyor, arkasından ekliyor:

 

''-Ben ona örnek olamazsam, o da bana örnek olamaz! ''

 

 

 

Demirhan'ın ardından toplantıya katılan istanbul Doğuş Lisesi öğretmenleri, Bahçeşehir öğretmenleri ve Alev Okulları öğretmenleri salonu terk ediyor.

 

 

 

Cumhuriyet'in ilanından 83 yıl sonra BAĞDAT ÜNİVERSİTESİ ÇIKIŞLI BİR AKADEMİSYEN eğitimci, kadın öğretmenler ile erkek öğrenciler arasına derin bir kama sokmak cesaretini gösteriyor. Üstelik bunu kadın öğretmenleri aşağılalayarak yapabiliyor.

Bu skandal, kapalı kapılar ardında sessizlikle geçiştiriliyor.

Gönderi tarihi:

Şeytanı yeğleyenler

5965871.jpg

Şeytanı yeğleyenler

Başlığımız, Kur'an'ın Zühruf Suresi 36-38. ayetlerinden esinlenerek atılmıştır.

 

Şöy­le de­ni­yor o ayet­ler­de:

 

 

 

"Kim Rah­man'ın zik­ri­ni/Kur'an'ı gör­mez­lik­ten ge­lip on­dan uzak­la­şır­sa biz ona bir şey­tan mu­sal­lat ede­riz, o ona can yol­da­şı olur. Bu şey­tan­lar on­la­rı yol­dan sap­tı­rır­lar. On­lar­sa ken­di­le­ri­nin hâlâ hi­da­yet üze­re ol­duk­la­rı­nı sa­nır­lar. So­nun­da bi­ze gel­di­ğin­de şey­tan yol­da­şı­na şöy­le der: 'Keş­ke ara­mız­da iki do­ğu ara­sı ka­dar uzak­lık ol­say­dı! Ne kö­tü yol­daş­mış­sın sen!"

 

 

 

Rah­man'a kar­şı şey­tan söz ko­nu­su­dur bu­ra­da. Zi­kir, Kur'an'ın ad­la­rın­dan bi­ri ol­du­ğu­na gö­re, kar­şı kar­şı­ya ge­len de­ğer­ler, Kur'an de­ğer­le­riy­le şey­ta­nın de­ğer­le­ri­dir.

 

 

 

Bu­ra­da gö­z ar­dı edil­me­me­si ge­re­ken en önem­li nok­ta, şey­ta­nı yeğ­le­ye­rek Kur'an'a sırt dö­nen­le­rin, ken­di­le­ri­ni ışık ve aydınlık üze­re gö­ren ki­şi­ler ol­ma­sı­dır. Ya­ni bu ‘şey­tan yeğ­le­yi­ci­ler’, öy­le din­siz-iman­sız inkârcılar de­ğil, hi­da­yet id­di­a­sın­da ken­di­le­ri­ni öne çı­ka­ran ki­şi­ler­dir. Allah adına avukatlık yapmakta olan din yaygaracıları, şeriat isterükçüler, din baronları bu cümledendir.

 

 

 

Kur'an bun­la­rı ne­den, ‘hi­da­yet id­di­a­sı için­de sap­mış­lar’ ola­rak gös­te­ri­yor? Ce­vap, me­sa­jın esa­sı­dır: Kur'an dı­şın­da hi­da­yet ara­mış­lar­dır, bu­nun do­ğal so­nu­cu ola­rak şey­ta­nın dos­tu ol­ma ka­de­ri­ni yük­len­mek zo­run­da kal­mış­lar­dır.

 

 

 

Me­sa­jı tek­rar­la­ya­lım:

 

 

 

Hem Müslümanım deyip hem de Kur'an dı­şın­da hi­da­yet ara­yan­la­rın dos­tu şey­tan, na­sip­le­ri ise sa­pık­lık ve hüs­ran­dır. Ür­kü­tü­cü olan şu ki, bu hüs­ran, hi­da­yet yaf­ta ve id­di­a­sıy­la sah­ne­len­mek­te­dir. Tah­ri­bin bü­yük­lü­ğü iş­te bu­ra­dan kay­nak­lan­mak­ta­dır. Ayet, ‘di­ne-İs­lam'a, mu­kad­de­sa­ta’ vs. gi­bi siyasal ifa­de­ler ye­ri­ne, vahye dayanan bir tâbiri, ‘Kur'an'a ters düş­mek’ tâbirini kul­lan­mış­tır. Ya­ni, Kur'an'dan onay al­ma­yan bir hi­da­yet id­di­a­sı ve bu id­di­a­ya bağ­lı din söy­le­mi, per­de­nin ar­ka­sı­nı gö­re­bi­len­ler için, ka­tık­sız bir sa­pık­lık­tır. Ka­tık­sız ve kat­mer­li.

 

 

Zaten Türkiye’de en yıkıcı sapıklıklar, en ********* ahlaksızlıklar; ‘din, mukaddesat’ perdesi altında milleti soyanlar tarafından sergilenmektedir. Çün­kü inkârcı sa­pık­lı­ğın ak­si­ne, Kur'an dı­şı din­ci­lik şek­linde be­li­ren sa­pık­lık, Al­lah'ın saf ve iyi ni­yet­li kul­la­rı­na mu­sal­lat olur ve on­la­rı din-iman di­ye di­ye pe­ri­şan eder. Bu­gün­kü İs­lam dün­ya­sı­nı et­ti­ği gi­bi. İs­lam dün­ya­sı ve o ara­da ül­ke­miz iş­te bu pe­ri­şan­lı­ğın kah­rı al­tın­da in­le­mek­te­dir.

 

 

 

Olay açık ve inkâr edi­le­mez bir bi­çim­de or­ta­da­dır: Ken­di­si­ne ‘İs­lam dün­ya­sı’ adı­nı ve­ren câmia, id­dia ve söy­lem­le­rin­de ıs­rar eder­se, akıl bi­zi iki şey­den bi­ri­ni ka­bu­le zor­la­ya­cak­tır:

 

 

 

1. Bu câmia al­da­tı­lı­yor ve­ya ken­di­ni al­da­tı­yor, ya­şa­dı­ğı­nı id­dia et­ti­ği din, Kur'an'ın ge­tir­di­ği ve adı­nı ‘İs­lam’ koy­du­ğu din de­ğil­dir,

 

 

 

2. İs­lam dün­ya­sı doğ­ru söz­lü ve dü­rüst öz­lü­dür, bo­zuk­luk ve tu­tar­sız­lık (hâşa) Kur'an'da­dır.

 

 

 

Bu iki şık­tan bi­ri­ni seç­mek zo­run­da­sı­nız. İs­lam dün­ya­sının pe­ri­şan­lı­ğı tar­tış­ma­sız ol­du­ğu­na gö­re, "Hem bu câmia sağ­lam­dır hem de Kur'an" de­me­ye kalk­mak ak­lın apa­çık­lık il­ke­si­ne zıt olur.

 

 

 

Biz, yu­kar­ki iki şık­tan bi­rin­ci­nin doğ­ru ol­du­ğu inan­cı­nı ta­şı­yo­ruz. Se­be­bi de, hiç kuş­ku­ya düş­me­den be­lir­le­miş bu­lu­nu­yo­ruz. Bir kez da­ha söy­le­ye­lim:

 

 

‘İs­lam dün­ya­sı’ de­nen câmianın ya­şa­dı­ğı din, Kur'an'ın ge­tir­di­ği ve Hz. Mu­ham­med'in gösterdiği din olmaktan çıkmıştır. İçin­de o din­den bir­ şey­ler el­bet­te var­dır ama ta­ma­mı o din de­ğil­dir. Kur'an'ı ‘an­la­mak’ için oku­yan­lar, bu ger­çe­ği he­men­ce­cik gö­rü­ve­rir­ler.

 

 

 

Ül­ke­mizde de, po­li­tik ve eko­no­mik sal­ta­nat çı­kar­la­rı uğ­ru­na Kur'an'ın sa­de­ce adı kul­la­nıl­mak su­re­tiy­le ser­gi­le­nen bu ‘Kur'an dı­şı din’, men­fa­at ve­ya al­dat­may­la sus­tu­rul­muş kit­le­ler ha­riç, ak­lı ve id­ra­ki sağ­lam hiç­bir in­sa­nı ik­na ede­mez. Bu apa­çık ol­du­ğu için­dir ki, Kur'an dı­şı din­ci­li­ğin sa­vu­nu­cu­la­rı, sü­rek­li bir bi­çim­de afo­ro­za, tek­fi­re, teh­di­de, şid­de­te ve­ya ulûfe da­ğıt­ma yo­lu­na baş­vur­mak­ta­lar. Çün­kü idrâk ve ak­lı tat­min ede­cek hiç­bir şe­ye sa­hip de­ğil­lerdir.

 

 

Daha da vahimi, ahlaka sahip değillerdir. Ülkenin en büyük soygun ve talanlarında, en yıkıcı yalanlarında onların imzası vardır.

 

 

Kur'an'a sırt dö­nen din­ci sö­mü­rü­yü ta­nı­tıp bel­le­te­mez­sek, kör­pe ku­şak­la­rın şu üç be­la­dan bi­ri­ne tes­lim oluşunu sey­re­de­riz:

 

 

1. "Din bu ise ol­maz ol­sun" di­ye­rek din­siz­li­ğe ge­çiş,

 

 

 

2. "Din­siz ya­şan­maz ama kılı ve kumaşı tanrılaştırmış bir dine de kat­la­na­mam" di­ye­rek baş­ka bir di­ne ge­çiş,

 

 

3. Bil­gi­siz­lik, duy­gu­sal­lık yü­zün­den ve­ya eko­no­mik-po­li­tik se­bep­le­rin iti­şi­y­le Kur'an dı­şı dine bağ­lı­lı­ğı­nı de­vam et­ti­re­rek ruh ve ki­şi­lik den­ge­lerini yitirmek.

 

 

 

Sah­te di­nin, bu üç ih­ti­mal dı­şın­da va­at ede­ce­ği hiç­bir şey yok­tur. Dün­ya ve âhiret mut­lu­lu­ğu­na ya­tı­rım yap­mak is­te­yen­le­re, aklın egemenliğini esas alan Kur'an'daki İslam’ı öneriyoruz.

Gönderi tarihi:

Temel sorun: Dürüst olmamak

5800795_80x80.jpg

Temel sorun: Dürüst olmamak

Bu düşüncemi bazen çok sert ve ağır şekilde ifade ediyorum. Mesela, bazen şöyle diyorum:

 

“Türkiye’nin temel sorunu namussuzluk veya namussuzlar sorunudur. Bu sorunu çözün, Türkiye’nin başka sorunu kalmaz. Bu sorunun çözümü ardından öteki sorunlar kendiliğinden çözülecektir. Çünkü tümü namussuzluk sorununun yan ürünüdür.”

 

 

 

Ahlakın esası dürüstlüktür. Yani olduğun gibi görünmek veya göründüğün gibi olmak...

 

 

 

Zaafların bulunması insanı ahlaksız yapmaz, hatalı yapar, günahkâr yapar. Hatalar tamir edilir, günahlar ise tanrısal rahmet tarafından affedilir.

 

 

 

Ahlaksızlık yani dürüst olmamak farklı bir şeydir. Hatalı olmak bir zaaftır, sürçmedir. Ahlaksızlık ise bir temel çürümedir, kötü niyet ürünüdür.

 

 

 

Türkiye’deki akıl almaz çarpıklıkların başında din-ahlak ilişkisindeki çelişki gelmektedir.

 

 

 

Türkiye, görülmedik bir hızla dincileşirken, görülmedik bir hızla da ahlaksızlaşmaktadır. Yalancılık, dolandırıcılık, yolsuzluk, düzenbazlık... gibi temel bozukluklar listesinde her gün biraz daha yukarılara çıkışımız, dünyanın izlediği ve bizim de önümüze koyduğu bir gerçektir.

 

 

 

Ne yazık ki, Türkiye, yalandan hırsızlığa, kamu kaynaklarını talandan mafya zulümlerine kadar her türlü suç ve rezilliğin, her türlü ahlaksızlık ve düşüklüğün doruğa tırmandığı bir ülke haline gelmiş bulunuyor.

 

 

 

Bir yanda, temeli ve amacı ahlak olan İslam adına yüz bine ulaşan cami, (sağlık ocaklarının toplam sayısı 7500, okulların toplam sayısı 67 bin), gökleri tırmalayan on binler minare, öte yanda zirveye tırmanmış ahlaksızlıklar...

 

 

 

Bundan ilginci, ahlaksızlığın en zehirlisi olan riyakârlık, iftira, kamu kaynaklarının talanı gibi temel çürümelerde öne çıkmış isimlerin önemli bir kısmı dincilikleriyle de ünlü kişiler...

 

 

 

Böyle bir çarpıklık tarihte az görülmüştür.

 

 

 

Dinselleşme arttıkça ahlaksızlık, vurgunculuk ve ikiyüzlülük de artıyor.

 

 

 

Bu nasıl iştir, nasıl bir garabettir?!

 

 

 

Dinin gerçeğinin uygulanmasına bile, ‘ibadette azalma yaratılıyor’ gerekçesiyle karşı çıkan insanların, orman yağmalamasına, kamu mallarının talanına, insan haklarının çiğnenmesine, kadının horlanıp ezilmesine karşı çıktıklarına tanık olamıyoruz.

 

 

 

Kısacası, İslam, birileri aracılığıyla âdeta ahlaksızlık, akıl dışılık, düzenbazlık üreten bir din olarak algılanır oldu.

 

 

 

Siyaseti çürüten temel olumsuzluk da dürüstlüğün göçürülmesidir. Siyaset, ne yazık ki, büyük çoğunluğu itibariyle, olduğu gibi görünmeyenlerle göründüğü gibi olmayanların kümelendiği bir mesleğe dönüştürüldü.

 

 

 

Her gün, her yerde şunu duyabilmekteyiz: “Falanca mı? Yok canım, o siyaset yapamaz, imkânsız. Çünkü o adam düzgün adam; yalan-dolan bilmiyor, haram lokmaya karşı. Başarılı olamaz....”

 

 

 

Siyaset dendi mi ilk söylenen bu. Bu zehirli söylem, kamu vicdanı haline getirilmiş. Bunun anlamı acaba şu mu?

 

 

 

“Ne yapalım, ülkeyi kirliliğe teslim etmekten gayrı çaremiz yok!”

 

 

 

Siyasetimizin duayenlerinden birine yıllar önce, “Efendim, falancanın ahlaksal tarafı çok bozuk çıktı; onu yanımızdan uzaklaştırsak!” dediklerinde cevabı şu olmuştur: “Ben, iyi ahlak derneği kurmadım, parti kurdum; siyaset yapıyorum.”

 

 

 

Ahlakı bir meslek gibi algılayan bu bakış açısı, ne yazık ki, Türk siyasetinde yıllardır egemen olan anlayıştır. Türk siyasetini çürüten ve oy kullanma durumundaki insanların % 32’sinin sandığa gitmesine engel olan olumsuzluk işte bu anlayışın yarattığı güvensizliktir.

 

 

 

Siyasete güvensizliğin faturası çok ağır olmuştur. Kullanılan oyların % 24 ile parlamentodaki sandalyelerin % 67’sini bir partiye veren korkunç çarpıklık ortada dururken siyasete güvenden söz etmek mümkün olabilir mi? Ne demektir bu? Şu demektir:

 

 

 

Türkiye’yi bugün siyasete güvenin oluşturduğu bir iktidar değil, güvensizliğin ürettiği bir iktidar yönetiyor. Başka türlü ifade edelim:

 

 

 

Ülkemizde, demokrasi adı altında karmaşa egemendir. Gerçek demokrasi yerine Türkiye’ye özgü bir ‘kapkaç demokrasisi’ sahnededir. Siyasal Partiler Kanunu ile Seçim Kanunu’nun yaşatmakta olduğu sistem, iliklerine kadar antidemokratiktir; insan haklarına aykırıdır. Bunu bilen yok mu? Bilen var, ama gereğini yapan yok! Eğer demokrasi diye bir şey varsa, Türkiye’deki tablonun anlamı budur.

 

 

 

% 65’nın iradesi nedir ve nerededir?

 

 

 

Şimdi ne oluyor? % 92’lik bir çoğunlukla kabul edilmiş bir anayasa, yüzde 45’lik bir oyla değiştiriliyor. Buna ‘demokrasinin sonucu’ denebilir mi?

 

 

 

Hayır! Bu, demokrasinin sonucu değil, antidemokratik siyasetin yol açtığı sistem yozlaşmasının sonucudur. Eğer demokratik bir halk seferberliği ile ülkenin önünü açmak üzere insan merkezli yeni bir oluşumla halkın ümitleri tazelenmezse Türkiye’nin sonu hüsrandan başka bir şey olmayacaktır.

 

 

 

Ötekilerin tümü denenmiş, bugünkü perişanlığı yaratmıştır. Diriliş ve kurtuluş, ötekilerin devamı olmayan yenide, gerçek yenidedir.

 

 

 

Milletimizin bu kutlu ve mutlu reçeteyi layıkıyla değerlendirmesi niyazıyla tüm halkımıza güzel yarınlar diliyorum.

Gönderi tarihi:

Yaşar Nuri Öztürk

 

 

İnsan parayı nerelere harcar?

 

 

Para son ve en büyük güç değildir ama büyük bir güçtür. Tüm güçler gibi para da yapıcı ve yıkıcı roller oynayabilir.

 

Para denen gücün işler hale gelmesi ‘harcama’ dediğimiz eylemle gerçekleşir. Harcama, paranın kişiliği, kaynağı, ne idüğü hakkında da bilgiler verir. Hatta Türk tasavvuf geleneğinde şöyle bir deyiş vardır:

 

 

 

“Sen, paranın nereden geldiğine dikkat et, nereye gideceğini o bilir.”

 

 

 

Helalden, alın terinden gelmişse iyiliğe, hayra gider; aksi yerlerden gelmişse şerre hizmet eder. Türk kamu vicdanı bunu da çok güzel formüllendirmiştir:

 

 

 

“Haydan gelen huya gider.”

 

 

 

Bunun açık anlamı şudur:

 

 

 

Paranın kaynağı temiz ise onun harcama şekli ve gidiş yerleri de temiz ve hayırlı olur. Kaynağı temiz olmayan paranın ‘bir habbesinin hayra yaramayacağı’ da Müslüman Türk geleneğinde sık sık söylenir.

 

 

 

Durmadan yığan, ha bire depolayan, kendi ihtiyaçları için bile harcamayanların ahmak ve beyinsiz tutumları da şöyle ifade edilir halk arasında:

 

 

 

“Başkaları biraz daha bol harcasın diye ha bire yığıyor!”

 

 

 

Kısacası, harcama, paranın şeceresini, sosyolojik ve hatta kozmik kimliğini ortaya koyar. Usta bir göz tarafından iyi bakılıp değerlendirildiğinde, harcama şekli, paranın sahibinin de şeceresini ve hatta kozmik kimliğini ortaya koyar.

 

 

 

Harcama şeklinin temel başlıkları nelerdir?

 

 

 

Başka bir ifadeyle, insan neler için para harcar? Benim tespitlerime göre, şu başlıklar, özellikle Türk halkının para harcama alanları, parasının kimliği açısından belirleyicidir. Türk halkı, önem sırasıyla, şu beş şey için para harcamaktadır:

 

 

 

1. Şehvet,

 

2. Âhiret,

 

3. Haysiyet (ülke, özgürlük, insanlık).

 

 

 

Haysiyet için harcama, en zor ve en az harcamadır. Bu harcamada para, sahibinden âdeta penseyle sökülüp alınmaktadır. Bunun içindir ki, Türk halkı haysiyet için harcadığı parayı, genellikle büyük musibetlerin cenderesine düşüp anyayı konyayı gördükten, başını taştan taşa vurduktan, anası dini ağladıktan sonra yapmaktadır. Ve çoğu kez, bu beklemeler sırasında iş işten geçmekte, geri dönülmez yollara girilmiş, telafisi imkânsız belaların girdabına dalınmış olmaktadır.

 

 

 

Yarınki yazımız, ‘âhiret’ gerekçesiyle harcama yapmanın Türkiye’ye özgü çok şaşırtıcı bir türüne dikkat çekeceğiz.

Gönderi tarihi:

Bir ayetin tahlili veya gerçek aydının kimliği üstüne

 

Kur’an Hûd Suresi 117. ayete göre, halkı iyilik ve barış için gayret gösteren bir toplum ve uygarlık batmaz, çökmez.

 

Bu ayeti ilişkili bulunduğu diğer ayetlerle birlikte değerlendirdiğimizde şu dört sonuç çıkıyor:

 

 

 

1. Hiçbir toplum veya medeniyet, zulme sapmadan yani yaratılış gerçeğine yabancılaşıp yozlaşmadan batmaz.

 

 

 

Oluş ve yükseliş birtakım varoluş kanunlarına, evrensel ilkelere bağlı olduğu gibi, çöküş ve bitiş de bu türden varoluş ilkelerine bağlıdır. Toplum ve uygarlıklar bu ilkelere işlerlik kazandırdıklarında sonuç kesinlikle doğar.

 

 

 

Kur’an bu noktada Yaratıcı Kudret’i, Allah’ı, âdeta ilkeler bütününden ibaret göstermektedir. Gerçekten de Allah’ın gücü-kudreti, bizim için, varlığa koyduğu ve değişmez olarak nitelediği ilkelerden ibarettir denebilir. En azından, Kur’an’ın tanıttığı Allah böyledir. Kur’an’ın, “Allah böyle yapar, Allah’ın hükmü değişmez, Allah şu toplumu şöyle yaptığı için cezalandırdı veya ödüllendirdi” dediği her yerde, “Bu konuda varlık kanunları böyle gerektirir, bunu kimse değiştiremez” denmiş olmaktadır.

 

 

 

Kur’an’ın tanıttığı Allah’ın hüküm ve tasarrufu O’nun varlığa egemen kıldığı ilkelerin işlemesinden ibarettir.

 

 

 

2. Çöküşün durdurulması için toplumda barışsever-iyi kimselerin olması yeterli değildir. Barış ve iyilik uğrunda savaşım sergileyecek hamleci, eylemci kadrolar gerekir.

 

 

 

Kur’an, burada, kendine özgü söz harikalarından biriyle muhteşem bir ders vermiştir. Birçok ayetinde, barış ve iyilik anlamındaki sulh kökünden salih (barış ve iyilik sever, iyi insan) sözcüğünü kullandığı halde burada, yine sulh kökünden muslih sözcüğünün çoğulu olan muslihûn kelimesini kullanıyor. Demek ki, bir tek muslih de yetmez. Çöküşün durdurulması için bir ‘muslihler kadrosu’ lazımdır.

 

 

 

Muslih, Arapça’da, eylem ve hamle ifade eden if’al kalıbından bir kullanımdır. Sulh (barış ve hayır) için eylem yapan, gayret sergileyen kişi demektir. Hûd Suresi 117. ayet, Hûd ve benzeri peygamberlerin toplumlarında çöküşün durdurulamamasına sebep olarak muslihlerin yokluğunu göstermektedir. Müfessir (Kur’an yorumcusu) Elmalılı Hamdi Yazır üstadımız da bu noktayı irdelerken şöyle diyor:

 

 

 

“Salih olmak yetmez, muslih olmak da şarttır.”

 

 

 

Salih olmanın yeterli olacağı süreç, pisliğin egemen olma noktasına gelmediği süreçtir. Pislik başını alıp gitmiş ve çöküş zilleri çalmaya başlamışsa salihler artık yeterli olmaz.

 

 

 

Hz. Peygamber’e sordular:

 

“İçimizde salih insanlar varken helâk olur muyuz?”

 

Cenabı Peygamber cevap verdi:

 

“Evet, olursunuz. Eğer pislik yoğunlaşmışsa helâk olursunuz.”

 

 

 

Başka bir deyişle, böyle dönemlerde, şerde pasif olan salihler derde deva olmaz; hayırda aktif olacak muslihler lazımdır. Yani işe el koyacak, barış, adalet ve paylaşımı eylemleriyle yaygınlaştırıp topluma egemen kılacak hamleci, imanlı, gözü pek erler, toplumu örgütleyip siyaset yaptırmalıdırlar.

 

 

 

3. Toplum ve uygarlıkların çöküşünde en büyük pay, servet ve refahla şımarmış zümrenindir. Kur’an’ın bu zümreyle kavgası gerçekten zorludur. Özellikle, üzerinde konuştuğumuz Hûd 116-117 ile İsra 16.ayet bu konuda matematik bir kesinlikle konuşmakta ve şunu söylemektedir:

 

 

 

Toplumların çöküşünde birinci derecede pay sahibi olanlar, servet ve refahı elinde bulunduran ve bunu barış ve hayır yerine gününü gün etmek ve başkalarını küçümsemek ve tahrik etmek uğrunda kullanan şımarık, haram yiyici takımdır.

 

 

 

Bu servet ve refah şımarıkları, eğer bir de uyarılmaz ve engellenmezlerse çöküş mutlak ve muhakkaktır. Müfessir Elmalılı tam bu noktada şu satırları yazıyor:

 

 

 

“Önceki toplumların helâk olmalarına sebep şu iki olumsuzluktur: Birincisi, içlerinde bozgun ve çürüyüşe karşı çıkacak erdemli bir zümrenin bulunmaması, bulunsa da yeterli olmaması, ikincisi, refahı elinde bulunduranların zevk ve safa düşkünlüğü ve bu suretle halkın baştan çıkmalarına sebep olmaları.” (Elmalılı, Tefsir, 4/2836)

 

 

 

Kur’an, servet ve refah şımarıklarının bu halini ‘cürüm’ (ağır suç) olarak nitelemekte, bu noktaya gelmiş servet ve refah erbabını ‘mücrimler’ olarak anmaktadır.

 

 

 

4. Toplum ve uygarlıkların çöküşünde ikinci kötülük payı, uyarı yapma yetenek ve ehliyetine sahip olup da bunu yapmayanlardır. Kur’an bu zümre için sadece bilginler veya aydınlar gibi bir sıfat kullanmamakta, daha genel ve kavrayıcı bir niteliği öne çıkarmaktadır:

 

 

 

 

 

‘BİRİKİM SAHİPLERİ’

 

 

 

Kur’an’ın birinci dereceden sorumlu tuttuğu insanları ifade için kullandığı tâbir (ulû bakıyye), birikim sahipleri anlamındadır. Maddî, manevî, kültürel birikimlerin tümünü ifade eder. O halde, bu birikimlerden birine sahip olup da gerekeni yapmayanlar, toplum ve uygarlığın çöküşüne sebep olan zalimler arasına gireceklerdir.

 

 

 

Hûd 116-117 ölçütleriyle bugünkü Türkiye’ye baktığımızda ne görüyoruz?

 

 

 

Türk halkı, yarım asrı aşkın bir zamandan beri, bizzat kendi aydınları tarafından yalana, kendi siyasetçileri tarafından da talana mâruz bırakılmıştır. Türkiye, siyaset ve basındaki bu yozlaşmayı aşmadan rahat nefes alamaz. Çözülmesi gereken temel sorun, işte budur.

Haçlı tasallutunun ensemizde ateş yakmasının esas sebebi de budur.Yaşar Nuri Öztürk

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.