Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

SAVAŞ VE BARIŞ...


mavi olmayan gökyüzü

Önerilen İletiler

Savaş Ve Barış..

 

Bir tek çocuğun hayatını kurtarabileceğimi bilsem vatanımdan, bayrağımdan, dinimden, ırkımdan vazgeçerim.

Bir Kürt çocuğunu bir Türk çocuğundan, bir Yahudi çocuğunu bir Arap çocuğundan, bir Amerikalı çocuğu bir Iraklı çocuktan ayırt etmem

onların hepsi çocuk.

 

Vurulup yıkıldıklarında, sönmekte olan gözleriyle son kez hayata bakıp başları toprağa düştüğünde, onlar sadece ölü çocuk oluyorlar.

 

Hep merak ederim, eğer "savaş ilan edenlerin ve savaş kışkırtıcılığı yapanların çocukları cephenin en ön mevzilerindeki ilk birlikte yer alacaklar" diyen bir kural olsaydı, tarih bu kadar çok savaşa şahit olur muydu?

 

Yarın sabah yapılacak ilk saldırıda ölecek ilk askerin kendi oğlu olduğunu bilerek kaç siyasetçi, kaç general savaş kararı verecek, kaç gazeteci "hadi çocukları cepheye gönderelim" diye bağıracaktı.

 

Savaş isteyecekler miydi o zaman?

 

Savaşa gönderecekler miydi çocukları?

 

Ve eğer aralarından biri, ilk ölecek askerin kendi çocuğu olacağını bilerek savaşa karar verecek olsaydı onu "bir kahraman" olarak mı yoksa "oğlunun ölümüne kayıtsız kalan taş kalpli bir canavar olarak mı" görecektik?

 

Soracak mıydık kendimize, "yeryüzünde insanın evladından daha kıymetli bir toprak parçası var mı?" diye.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • Cevaplar 53
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Her savaşta ilk ölen bir çocuk var.

 

O "başkasının" çocuğu olduğu zaman mı savaştan rahatça sözediliyor?

 

Siz bir insanın savaşta nasıl öldüğünü hiç düşündünüz mü?

 

Önce bir vınıltı duyulur, uğursuz, ürkütücü bir vınıltı, başını kaldırıp gökyüzüne bakarsın, o vınıltı ani bir homurtuya dönüşür sonra, bir karaltı süratle yaklaşır ve dehşetli bir patlamayla etrafındaki hava boşalır, kolların, bacakların patlamanın olduğu yerden uzaklaşan havanın korkunç çekim gücüyle yerlerinden koparılır, alevler içinde yanan bedenin dağılır.

 

Böyle ölüyor çocuklar.

 

Bazen bir mayına basıyorlar, son duydukları madeni bir mekanizmanın sesi oluyor ve bütün etleri, kasları, damarları parçalanarak havaya uçuyor.

 

Gözlerine giren mermiler, ciğerlerine saplanan kurşunlar.

 

Kan gırtlaklarına doluyor.

 

Niye ister bazı insanlar çocukların böyle ölmesini?

 

Vatan için mi, din için mi, bayrak için mi?

 

Aynı tanrıya ayrı dillerde yakaran insanların, "Allah için" birbirlerini öldürmesi çok mu uygun dine?

 

İlk ölecek asker kendi çocuğu olduğunda kaç dindar böylesine büyük bir istekle destekleyecek savaşı?

 

Her biri çocuğunu kurban eden bir Hazreti İbrahim mi olacak?

 

Dünya peygamberlerle mi dolu?

 

Eğer öyleyse bu zulüm, bu kan, bu korkunç düşmanlık bunca peygambere rağmen nasıl var oluyor?

 

Sonsuz kainatın en uzak, en ücra, en ıssız köşelerindeki küçücük mavi bir gezegenin üstündeki canlılar neden yaratıldıklarından beri birbirlerini öldürüyorlar?

 

Niye içimizde tükenmeyen bir öldürme isteği var?

 

Ve, niye her toplum "öldürenleri ve öldürtenleri" alkışlıyor?

 

Ahmet Altan'dan güzel bir yazıdan alıntıydı tüm bu yazılanlar;İLK ÖLÜM KADAR CAN ACITIR İLK ÇOÇUKLUK VE İLK ÇOÇUKLUKTA ARDI SIRA GELEN ÖLÜMLER...Başka ölümlere sessiz kalanlar;ölüm bile acemidir ölüme sessiz kalanlara...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Ben ne diyeyim bu ifadelere??? :huh: çıks hiçbirşey bulamadım :unsure: ahh ahhh sevgili MAVİ OLMIYAN GÖKYÜZÜ nerden buluysun böyle gereksis konuları bilmemki :glare: neyse pekta farklı sayılmayıs aramızdaki fark ben sadece cop yapabilen kendi düşüncelerini kendine saklıyan hababam konu açan biriyim :crying: Olsun ama zamanla büyüdükçe ögyeniyim dimi :(:hug: ehh bende gene cop yapıyım dur:)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Savaşa gitme oğlum/Neşe Yaşın

 

 

Savaşa gitme oğlum. Vatanı seviyorsan onun için ölmeye ve öldürmeye değil yaşamaya ve yaşatmaya git. Vatana hizmet etmek istiyorsan bahçıvan ol; bahçelerini çiçekleridir. Evsizler için evler, gençler için kültür siteleri yap. Bir fedakârlık yapmak istiyorsan yaşlıların bakım programlarına katıl, engelli çocuklar için festivaller, ayrımcılığa uğrayanlar için gösteriler düzenle ama savaşa gitme. Gençleri başka gençlerin katili ya da ölü olmaya gönderiyorlar. Onlara inanma oğlum.

 

Söylenen her şeye inanma . Onların "vatan haini" dedikleri vatanı en çok sevenlerdir. Onlar, yalnızca kendi vatanlarını değil başkalarının vatanını da sevenlerdir. Onlar, yalnızca kendi oğullarını değil başkalarının oğullarını da sevenlerdir. Onlar, farklı düşünme ve bunu dillendirme cesaretini gösterenlerdir. Vatan, üzerinde yaşayan insanlar olmadan nedir ki? Bu insanların çeşitliliği bir zenginliktir; farklı diller, farklı kültürler, farklı düşünceler bir arada ve armoni içinde en güzel ülkeleri yaratırlar. Kimseyi senden değişik diye, senden daha az eğitimli, senden daha yoksul, senden daha farklı düşüncelere sahip, senden farklı bir yaşam biçimi içinde diye hor görme. Bir insan hayatından daha değerli hiçbir şey yoktur ve her insan bir vatandır bunu unutma oğlum.

 

Belki sana okullarda çok şey anlattılar. Televizyonlarla düşüncelerine girdiler ve kafanı ka-rıştırdılar."Düşman" dediklerinden nefret etmeni sağladılar. Ama "düşman" da bir insandır ve onun evinde senin adın da "düşman"dır bunu unutma oğlum. Bu "düşman" denilen ve öldürmen emredilen genç kimbilir sana ne çok benzemektedir. Farklı bir dil konuşsa da belki senin düşlerine sahiptir. Belki sen de onun yerinde olsan onun heyecanlarına kapılır onun yaptığı yanlışları yapardın. Başka bir ortamda tanışsa-nız belki de çok iyi arkadaş olurdunuz.

 

Sen hiç savaştan çıkmış bir ülke gördün mü oğlum? Bir savaş belki üç gün sürer. Ama onun açtığı yaraların iyileşmesi yüz yıl sürer. Bu dünyada savaşı destekleyen, savaşa yardımcı olan herşeye karşı çık, hayata sahip çık oğlum. Derler ki bir dava uğruna canını verenler kahramandır.

 

Şunu bil ki canını vermeye hazır olan can almaya da hazırdır. Canını verme oğlum. Onu ve başkalarının canını beraber koru. En büyük kahramanlar canı koruyanlardır... Sana diyeceklerdir ki "Sen onu öldürmezsen o seni öldürecek; aileni öldürecek. Ateş et!". Hayatta asla bunu yaşama oğlum. Bir şey için savaşacaksan dünyadan savaşı yok etmek için savaş. Barışın yollarını döşemek için çalış. Ülkeni seviyorsan savaşa gitme.

 

Kolay olan savaştır ama zor olan barıştır oğlum. Sen bir barış yapıcısı ol. Bir kahraman olacaksan savaşın değil barışın kahramanı ol. Ölmenin ve öldürmenin değil yaşamanın ve yaşatmanın kahramanı ol. Gücünü silahlardan değil sözcüklerden al. Öyle konuşmalar yap ki kötülerin bile kalbi erisin. Öyle projeler yap ki dünya değişsin. Savaş ölüm ve yıkım demektir. Sen yaşamı ve onu gönendirmeyi seç.

 

Asla ve asla savaşa gitme oğlum. Silahları değil aklını kullan. İnsan, her sorunu çözebilecek kadar zekidir bunu unutma. Dünya, dizi dizi mezarlarla dolu. Üzerlerinde genç insanların isimleri yazılı. Hepsi de savaşlarda öldüler. Birbirlerini öldürdüler. Bunların çoğu yoksul insanlardı. Bir kısmı parlak sözlere kanmış gençlerdi. Bu insanlığın bir utancıdır ve bunu durdurmanın bir yolu vardır. Ben, seninle en çok savaşa gitmediğin için gurur duyarım. Bunu göğsüme şeref madalyası diye takarım. Savaşa gitme oğlum.

 

birgun

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BIRAKIN ÇOCUKLARI

 

 

Bugünlerde dört yanımdan çığlıklara boğuldum. Batman’dan İstanbul’dan Avusturya’dan, Amerika’dan, Hindistan’dan, … dünyanın dört bir yanından“yapma” diye bağırıyor çocuklar. Yeni değil çok eski bir yara bütün vücudumu acı içinde bırakıyor. Vücudumun bütün zarları parçalanıyor ve acılar içinde kalıyorum. Kusuyorum.

 

Elimi, ayağımı, beynimi, yüreğimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Haber başlıklarını okuyamıyorum. Başlıklar yüreğimi tekmeliyor. Korkunç bir çaresizlik içinde boğuluyorum. Vücudum titremelerle irkiliyor. Azrail teğet geçiyor yaşamımdan. Beynimin seslerini susturamıyorum. Her yanımdan ne olduğunu bilemediğim kanlar boşalıyor. Korkuyorum. Ürkütücü bir savaş alanında kalıyorum.

 

Yoksa ölüm dedikleri bu mu? İnsanlık ölüyor mu? Çocuklar tecavüze uğruyor, minicik yaşamlar aç gözlülerin penisinin ucunda sallanıp duruyor. Hangi taraf ateş etse vurulan onlar oluyor.

 

Odamda oturmaya dayanamıyorum. Sokağa atıyorum kendimi. Ne ölüm ne cezaevi, iğdiş kelimesi takılıyor dilime. Tek tek cezalandırıyorum onları… Çocuklar ağlıyor. Parmaklarımla boğazımı kanatıyorum. Gözlerim yaşarıyor. Anlamsız bakışlarla etrafıma bakınıyorum… Kim bilir, belki de ruh hastası gibi görünüyorumdur.

 

“Çocuk, çocuk bırakılmalı. Saf ve temiz. Yumuşacık taze bedenine ruhu satılmış eller dokunmamalı. Onlar kirli bedenlerde dürtüleri giderecek fantezi değiller. Biriktirilen pisliklerin boşaltılacağı alan hiç değiller. Nasıl bir çocuğun bedenine kusulabilinir. Nasıl bir çocuğun bedenine bu kadar kirli gözlerle bakılabilinir. Yeterince kirli olan dünyada en temiz olanı kirletmekte nedir? Cinsellik dünyayı kirliliğinizde boğmak için değildir.”

 

Beynimin dişleri gıcırdıyor. Kafamı avuçlarımın arasına alıyorum. Cümleler parçalanıp, bütün ağırlığıyla üzerime düşüyor. Orta yerde çocuklar ölüyor. Hangi taraf ateş etse vurulan hep onlar oluyor.

 

 

“Yeter artık! En kutsal saydığınız şey aşkına bırakın çocukları.”

 

Helin ANTER....

 

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

SAVAŞ, BARIŞ'ın abisidir. SAVAŞ hep yanlış işlere kalkar.BARIŞ onu uyarır.SAVAŞ onu dinlemez ne de olsa SAVAŞ, BARIŞ'tan büyüktür ve BARIŞ'ın sözünü dinlemez.Dinlese de iş işten geçmiş olacaktır.

 

 

 

 

Büyüklerinde hata yaptıgını bildigimizden ve sessiz kalmadıgımızdan BARIŞ küçükte olsa sözünü SAVAŞA geçirecek sesini duyuracaktır!!!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...
SAVAŞ, BARIŞ'ın abisidir. SAVAŞ hep yanlış işlere kalkar.BARIŞ onu uyarır.SAVAŞ onu dinlemez ne de olsa SAVAŞ, BARIŞ'tan büyüktür ve BARIŞ'ın sözünü dinlemez.Dinlese de iş işten geçmiş olacaktır.

 

Siyah ve beyaz gibidir;SAVAŞ ve BARIŞ.Don Kişot gibi deli ve cesur olmayı;Samsa gibi vurdumduymazlığı barındırır kendinde...Herşeye rağmen BARIŞ!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

‘’Sen hiç Sarıkamışı gördün mü kedi? Sarıkamış içinde Aynalı Çarşı.Sen Aynalı Çarşıda uçup da denize gömülen gemileri hiç gördün mü? İyi ki görmedin. Sen hiç parça parça olmuş, üst üste tepelerce yığılmış, siperleri, koyakları, çukurları ağzına kadar doldurmuş ölüleri gördün mü? Ovalar dolusu çürümüş, kokmuş, kokusu insanı boğan ölülerin üstünden hiç yürüyerek geçtin mi? Sarıkamış savaşını görmemiş, yaşamamış insan, hiçbir şeyi görmemiş, yaşamamış demektir. Erzurum içinde Aynalı Çarşı. Sen kedi sen hiç, uykucu, rahat, gerinen kedi, sen hiç Allahuekber dağında olup bitenleri gördün mü? İnsan boyu, iki insan boyu karın içinde yalınayak, başı kabak, pantolunu yırtılmış, kaputsuz, ceketsiz, karınları bit dolu, donmuş elleriyle kaşınamayanları, Rus topçusunun karlı dağları ateşe, zindana çeviren güllelerini, karla birlikte uçuşan kolları, bacakları, kollarla bacaklarla, gövdelerle birlikte yağan kanları, Allahuekber dağlarının doruklarından fırtınaya, boraya tutulup donan, taş kesilen, donmuş kirpikleri, kaşları, donmuş gözleriyle bakan onbinlerce askeri gördün mü hiç? Sen bunları görmediysen hiçbir şey görmedin demektir. Sen bunları görmediysen kedi, niçin bir tekneye binip de karşı kıyıda karaya çıkmıyorsun? Sen bunları görmediysen insanların yüzüne bakmaktan niçin utanasın?...’’ (s.111-112)

 

Yaşar Kemal ''FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA'' kitabında Vasili ile bunu söylüyor.Savaşı anlamak için savaşı yaşamak gerek.Savaşta ölenler değil;kalanlardır acınacaklar.Daima savaş ve daima kan.Ben Sarıkamışı görmedim ama hergün kan gölüne dönen bir IRAK,kendi içinde esareti yaşayan bir FİLİSTİN;taraflar arasındaki dengenin işe yaramaz aktörleri ile meşrulaştığı bir AFGANİSTAN!Ben Sarıkamışı görmedim ama;

 

‘’Yezidi kırımlarını anlatırken o koskocaman hüzünlü ceren gözleri kısılıyor, kapanıyor, acı içinde çırpınıyor, sesi kısılacak kadar kendinden geçerek konuşuyor, sesi kısılıp çıkmaz olunca da susuyordu. ‘’Fırat’’ diyordu, ‘’Fırat, günlerce, aylarca insan ölüleriyle doldu da taştı.Fırat suyu kan akıyor baksana. ‘’Dicle’’ diyordu, ‘’Dicle, günlerce aylarca insan ölüleriyle doldu da taştı. Dünyanın bütün kartaları çöle indiler, çölde insan etiyle doldular.’’ Birden yüzü ışıyıveriyor, gözlerine sevinç, sevgi doluyor, ağız dolusu gülüyor, sonra susuyor, ardından da patlarcasına konuşuyor.’’(s.224) Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana-Yaşar Kemal

 

Acıyı ve savaşı yaşayan bir insanın gözünde kutsallaştırılan ölümleri gördüm;ve sen hiç utanma kedi!İnsanların yüzüne bakamayacak olan bizleriz,sen değil!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Her savaşta ilk ölen bir çocuk var.

 

O "başkasının" çocuğu olduğu zaman mı savaştan rahatça sözediliyor?

 

Siz bir insanın savaşta nasıl öldüğünü hiç düşündünüz mü?

 

Önce bir vınıltı duyulur, uğursuz, ürkütücü bir vınıltı, başını kaldırıp gökyüzüne bakarsın, o vınıltı ani bir homurtuya dönüşür sonra, bir karaltı süratle yaklaşır ve dehşetli bir patlamayla etrafındaki hava boşalır, kolların, bacakların patlamanın olduğu yerden uzaklaşan havanın korkunç çekim gücüyle yerlerinden koparılır, alevler içinde yanan bedenin dağılır.

 

Böyle ölüyor çocuklar.

 

Bazen bir mayına basıyorlar, son duydukları madeni bir mekanizmanın sesi oluyor ve bütün etleri, kasları, damarları parçalanarak havaya uçuyor.

 

Gözlerine giren mermiler, ciğerlerine saplanan kurşunlar.

 

Kan gırtlaklarına doluyor.

 

Niye ister bazı insanlar çocukların böyle ölmesini?

 

Vatan için mi, din için mi, bayrak için mi?

 

Aynı tanrıya ayrı dillerde yakaran insanların, "Allah için" birbirlerini öldürmesi çok mu uygun dine?

 

İlk ölecek asker kendi çocuğu olduğunda kaç dindar böylesine büyük bir istekle destekleyecek savaşı?

 

Her biri çocuğunu kurban eden bir Hazreti İbrahim mi olacak?

 

Dünya peygamberlerle mi dolu?

 

Eğer öyleyse bu zulüm, bu kan, bu korkunç düşmanlık bunca peygambere rağmen nasıl var oluyor?

 

Sonsuz kainatın en uzak, en ücra, en ıssız köşelerindeki küçücük mavi bir gezegenin üstündeki canlılar neden yaratıldıklarından beri birbirlerini öldürüyorlar?

 

Niye içimizde tükenmeyen bir öldürme isteği var?

 

Ve, niye her toplum "öldürenleri ve öldürtenleri" alkışlıyor?

 

Ahmet Altan'dan güzel bir yazıdan alıntıydı tüm bu yazılanlar;İLK ÖLÜM KADAR CAN ACITIR İLK ÇOÇUKLUK VE İLK ÇOÇUKLUKTA ARDI SIRA GELEN ÖLÜMLER...Başka ölümlere sessiz kalanlar;ölüm bile acemidir ölüme sessiz kalanlara...

 

İlk silah eline alışıydı; o bir askerdi.Görevi öldürmekti.Karşısında ki çocuk ondan değildi.Iraklıydık üstelik.Gözleri donuk,bakışları şaşkındı.İlk cinayeti SAVAŞTI.Görevi öldürmek ama onunda bir çocuğu vardı;o ondandı.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

'Karanlık Sular'ın Askerleri

 

Irak'ın işgalinden beklediğini bulamayan birçok sektörün aksine, paralı asker sektörü işgalle birlikte en hızlı yükselen sanayi dallarından biri. Iraklılara karşı işlenen suçlardan dolayı tek bir paralı asker yargılanmış değil

 

 

2003'ün Mart ayında, Amerikan ordusuyla birlikte modern çağın en büyük özel ordusu da Bağdat'a giriyordu. 2006'nın sonunda Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld görevden ayrılırken bu askerlerin sayısı 100 bini aşmıştı. Bugün Irak'ta Amerikan ordusu üniforması taşıyan asker kadar paralı asker var. Gölge bir ordu gibiler. Hatta bu işi yapan şirketlerden en önemlisinin ismi de manidar: Blackwater. Yaptıkları işler bağlamında Türkçe'ye "Karanlık sular" olarak çevirmekte beis yok.

Aslında "karanlıklar ordusu" kayıt dışı, sorumluğu olmayan, yasalardan muaf bir yapılanma. Her biri yılda 100-150 bin dolar kazanıyor. Çok özel görevler için günde 1,000 ile 5,000 dolar alanlar var. İsimleri kayıtlı değil, ölüm ya da yaralı istatistiklerinde de yer almıyorlar. Oysa Irak'ta şimdiye kadar 700'e yakın ölü, 8 bin de yaralı bırakmış durumdalar. Sahipleri gibi çoğu eski asker, sorunlu, psikolojik açıdan tehlikeli "kas yığınları". Siyah gözlükleri, çelik yelekleri ve otomatik silahları ile korumadan çok korkutma görevini üstlenmiş gibiler; çoğu eski asker.

Bağdat'ta Amerikalıların sıkıştığı Green Zone içindeki tüm görevlerden onlar sorumlu. Rajiv Chandarasakaran'ın Imperial Life in the Emerald City adlı kitabında Yeşil Bölge içinde Blackwater'a çalışan paralı askerlerin nasıl korku saldıklarını anlatıyor. Gerektiğinde ağır silahlar, helikopterlerle de donatılan bu paralı askerler Amerikan ordusunun bazı birlikleri ile yarışacak düzeydeler. Ebu Garib gibi türlü vahşetin ayyuka çıktığı uygulamalarda payları var. Rotaları dünyanın özellikle şaibeli savaş ve çatışma bölgeleri; Sudan, Kongo, Bosna, Afganistan ve son olarak da Irak'ta "istihdam" ediliyorlar.

 

Savaşın zenginleri

Irak savaşı ile özel güvenlik şirketi adı altında çalışan, paramiliter asker şirketleri modern çağın özel ordularını oluşturmuş durumda. Irak'ın işgalinden beklediklerini bulamayan birçok sektörün aksine, paralı asker sektörü Irak işgali ile birlikte en hızlı yükselen sanayi dallarından birisi. Kapitalizmin hemen her şeyi paraya tahvil etme becerisi üzerinden yürüyen şirket sahipleri 50 ülkedeki operasyonda yıllık gelirlerini 120 milyar dolar yükseltmişler. İşgal sonrası Irak pastasından pay kapma rüyasındaki büyük Amerikan şirketleri, direniş ve kaos karşısında ülkeyi terk edince, iş "güvenlik şirketlerine" düştü. Titan, DynCorp, Blackwater, Custer Battles önde gelen savaş müteahhidi firmalarından. En çok parayı bu şirketler kazanıyor.

Sektörün böylesine büyümesinde Irak savaşının mimarlarından aşırı sağcı, evangelist Rumsfeld'in payı yadsınamaz. Zaten 1996'da kurulan Blackwater'ın sahibi eski deniz komandosu Erik Prince de bir evangelist muhafazakâr.

Eski Savunma Bakanı 2002 yılında Foreign Affairs Dergisi'ndeki Askeri Değişim başlıklı yazısında bakın ne demiş: "Gizli operasyonlar, sofistike silah sistemleri ve daha fazla paralı asker kullanılmalı. Bürokrat ya da iş bekleyen kapitalist yerine daha çok girişimci gibi davrananları teşvik etmeliyiz."

 

 

"Cumhuriyetçilerin" muhafızları

İşgalin başında sanki sıradan bir işmiş gibi göstermek amacıyla

"contractor" yani müteahhit olarak adlandırılan bu kişiler, ihale ile iş alıyorlar. Koruma, kollama, öldürme vb. işler bunlar.

Gerçekte paralı asker olan bu kişiler, geçtiğimiz haftalarda Yeşil Bölge dışında 11 Iraklıyı öldürünce yeniden gündeme geldiler. Irak hükümeti ültimatom vererek çalışma izinlerini askıya aldı. Ama ülkede hükümetin değil de işgal edenin sözü geçtiğinden Blackwater'ın adamları dar kapsamlı da olsa yeniden çalışmaya başladı. Aslında 2004 yılında dört "müteahhit" Felluce'de yakılarak öldürüldükten sonra varlıkları tartışılır olmuştu. Felluce Katliamı'nın başlangıcı da bu olaya dayanır.

İşgalin başından bu yana yasal muafiyetleri bulunan paralı asker ordusu onlarca ölüm ve yaralamadan sorumlu. 11 Eylül'den sonra Rumsfeld Doktrini olarak bilinen savaşların özelleştirilmesi kapitalizm açısından atıl bir alanın değerlendirilmesi gibi. Amerikan savaş makinesinin üzerinde yükselen şirket ise Blackwater. Irak'taki şirket bir anlamda Cumhuriyetçi Bush yönetiminin muhafız ordusu gibi. Büyükelçileri, senatörleri koruyor. Ve dünyanın diğer bölgelerinde görev almak için lobi faaliyetlerini hızlandırıyorlar. Darfur'da barış gücünün paralı askerlerden oluşan özelleştirilmiş bir güç olmasını için çaba harcıyorlar. Amerika'da da örneğin California sahillerini kontrol etmek için lisans bekliyor.

11 Eylül sonrasının terör paranoyasından yararlanan bu şirketler, misyonlarını güvenli ve demokratik bir dünyaya hizmet olarak açıklıyor. Tabii böyle bir dünyaya kavuşmak için önce savaşmak, işgal etmek, para kazanmak, öldürmek gerekiyor. Zaten bu şirketlerin sadece özel koruma yapmadığı biliniyor. CIA dahil olmak üzere bu karanlık insanları örtülü operasyonlar benzeri pis işlerde kullanıyorlar. Çünkü Soğuk Savaş sonrası istihbarat servisleri de eskisi gibi risk almıyor ve ellerini kirletmiyor. Ayrıca ölümleri Amerikan kamuoyunu asker ölümleri kadar ilgilendirmiyor, tepki toplamıyor. Çünkü bilinmiyorlar. Black Hawk Down/Kara Şahin Düştü (Ridley Scott) filmine konu olan, Mogadişu'daki asker ölümlerinin benzeri Felluce'de paralı askerlerin başına gelmesine rağmen Amerika'da benzer bir tepki oluşmaması da bunun bir kanıtı.

 

 

Nefret orduları

Paralı askerlerin önüne geleni öldürmesi ya da öldürme potansiyeli taşıması nedensiz değil. Çünkü askeri yargıdan muaf olan bu kişiler yargılanamıyor. Cenevre Anlaşması da onları bağlamıyor. Çünkü ne asker ne de siviller. Yani ne Amerikan, ne Irak ne de uluslararası yasalara tabiler. 2003'ten bu yana da karıştıkları olaylar bini aşıyor. Bunlardan sadece ikisi yargı karşısına çıkmış durumda. Birisi iş arkadaşını öldürmekten, Ebu Garib'de görevli olan bir diğeri de çocuk po*nosu indirmekten. Ancak Iraklılara karşı işlenen suçlardan dolayı tek bir paralı asker yargılanmış değil.

Seymour Hersh Emir Komuta Zinciri (Agora Kitaplığı) adlı kitabında şunları yazıyor: "CACI ve Titan gibi özel şirketler, o sırada Irak'ta yaptıkları tehlikeli işler için elemanlarına 100 bin dolar gibi ordunun ödeyemeceği meblağlar ödüyordu ve ABD askeri tarihinde ilk kez hassas işlere girmelerine izin verilmişti. Cezaevindeki sivil personel askeri yasalara bağlı değildi, ancak kendilerine Amerika'nın mı yoksa Irak'ın mı yasalarının uygulanacağı kesin değildi".

Hersh'ün yazdığı gibi ortaya çıkmaması kaydıyla silah kullanma, öldürme ve işkence yapma yetkileri var. Herhangi bir sorumluluk yüklenmiyorlar. Askeri birliklere lojistik destek sağlayan, konvoylara koruma sağlayan, yüksek düzey görevlileri koruyan, sorguculuk yapan, işkence yapan hepsi bu paralı gruptan çıkıyor. Iraklılardan nefret ediyorlar. Zaten konvoy halindeyken yaklaşan öldürülüyor. Iraklılar da onlardan nefret ediyor, Iraklılar arasında "kuduz köpekler" olarak anılıyorlar. Zaten onlar için Amerikan askerleriyle paralı askerler arasında hiçbir fark yok. Hepsi işgalci.

Paralı asker şirketinin web sitesinde ise şunlar yazıyor: "Biz hukuku gözeten, profesyonel, askeri, barış gücü görevi yapan bir şirketiz. Bunun maliyeti ise güvenlik, barış, özgürlük ve demokrasiyi etkili hale getirmektir".

Ortadoğu'yu bu hale getirenlerin ortak yanının "özgürlük ve demokrasi" şiarı olması tesadüf mü acaba?

 

 

 

Yazı: Mete Çubukçu, Radikal2, 30.09.2007

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Barış

 

 

 

Siri Pada, Sri Lanka / Özcan Yüksek

 

 

Sabahın tek taşı, ufkun yüzüğünde birden parıldadı, sonra ışığın kanatları göğün her iki yanına özenle gerildi.

O sırada Budistler, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Hindular, Taoistler, başka Tanrıya inananlar, hiçbir Tanrıya inanmayanlar; dar uçurumun eşiğinde, karanlıkta ve soğukta, birbirine iyice sokulmuş bir kalabalık halinde, heyecanla önce karşı tarafa yani doğuya baktı. Sonra yüzlerini batıya döndürdü.

Zirvesinde bulundukları karanlık dağın üçgen gölgesi, bir bulut denizinin üzerine vurmuştu. Bu dağ, Adem'in yeryüzüne indiğinde ilk ayak bastığı yerdi. Veya Buda'nın Lanka Adası'nı terk ederken son ayak izini bıraktığı yeryüzü parçası. Bir ayak izi şeklindeki Sri Pada'nın zirvesinde, dev parmakların uçlarına iyice sıkışmışlar, yukarıya sığmayanlar ise dik basamakların aşağılarında kalmışlardı. İnsanlar, gece yarısı tırmanmaya başlamış, tam tamına 4 bin 600 dik basamağı soluk soluğa çıkmış ve gökle yer arasındaki bu kutsal noktaya güneş doğmadan önce ulaşmışlardı. Kimileri de hâlâ ulaşmaya çalışıyordu.

İnsanlık ilk zamanlarından itibaren gök, yer ve cennet arasında bir merdiven, bir merkez, bir demir kazık, bir kutup yıldızı, bir yurt bacası, göksel bir ağaç aramış ve bulmuşlardır.

Ben de bir eski zaman kalenderi gibi, palası-pare rindi berduş oradaydım.

Biliyordum ki geri döndüğümde, dünyanın geri kalanında pek çok yerde, hatta kendi ülkemde, bu ortak huşu yine olmayacaktı.

Kutsal sözler, siyasilerin dudaklarında kirlenir. İlahi sözcükler sarf eden kişi aynı zamanda hükmeden kişiyse eğer; iyi bakın, bir elinde üç çatallı mızrak tutmaktadır. Neredeyse bütün dinlerde aynı şekilde tarif edilir bu tehdit silahı.

Ve bir de şunu biliyordum ki, bir masal yorumcusu, imge örücü, bir simge çözücüsü olarak biliyordum ki, ilahi sözcüklerle birlikte dile getirilen cümlelerin içinde, ölümü anlatan metaforlar varsa eğer, bunlar aslında size yöneltilmiş niyetlerdir.

Meclis, kışla, hükümet konağı, karakol, açılış töreni, seçim meydanı, ilahi yerler değildir. Buraların üyeleri, yöneticileri de ilahi bir amaç güdemezler. İlahi yerler bellidir. İlahi olan siyasi olduğunda, barış tehlikeye girer. Coğrafya da toplum da tehlikeye girer. Yurtta ve dünyada barış tehlikeye girer. Barış, sevgi, iyi niyet ve güzellik sunan kimi ilahi sözcükler de siyasi bir kimliğe büründüğünde tam tersi manalar yüklenir.

Oysa şu söz ne güzeldir:

 

Selamünaleyküm.

Anladığımız dilden söyleyeyim:

Barış sizin üzerinize olsun.

İki kavis arasında söyleyeyim:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Son Dakika!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

 

haberlerinde pervasızca veriliyor ölüm haberleri;adı savaş kendisi işgal...

 

 

Irak'ta bombalı saldırı: 4 ölü

Irak'ın Felluce kentinde düzenlenen bombalı saldırıda 3'ü polis, biri sivil 4 kişinin öldüğü bildirildi.

Reklam

Polis, başkent Bağdat'ın batısındaki Felluce kentinde bir bankanın dışında düzenlenen saldırıda 15 kişinin de yaralandığını belirtti.

 

Polis, sabah erken saatlerde bankanın olduğu yerde bir patlama olduğunu, bölgeye polisin gelmesi ve insanların toplanmasıyla birlikte bombalı saldırının düzenlendiğini, kayıpların da bu ikinci patlamada meydana geldiğini belirtti.

 

Bir zamanlar Sünni direnişinin kalesi olan Felluce'deki saldırıda yarananlardan birinin Irak televizyonu kameramanı olduğunu da bildirildi.

 

derken aklıma nedense birden bire Filistin geliyor.İsrail vuruyor,dünya susuyor;Filistin yanıyor,savaşın çocukları hayır işgalin çocukları anlatılıyor birkaç kelime ile böyle...

 

Çocuk olmak...

 

Gazze'de her savaş çocuğunun öyküsü vardır. Kimi babasını, kimi ağabeyini, kimi kendisine oyuncak almaya söz verip de bir daha gelmeyen yakın akrabasını kaybetmiş. Filistin'de çocuk olmak, şimdilerde Lübnan'da olmak yetiyor savaş çocuğu olmaya.

 

Oyuncuklar da burada değişiyor. Ne bebek Sindy'ler, ne de çizgi film kahramanlarının oyuncak bebeklerine erişebilirsiniz burada. Plastik silahlar, mermi kovanları ya da savaştan artakalan zırhlı paletler, şarapnel parçaları oluyor burada çocukların oyuncakları. Ve çok ilginçtir, bu oyunların hiçbirinde çocuklar, 'düşman kuvvet' İsrailliyi seçmiyor. Bir taraf Kitabul Kassam, bir taraf ya El Fetih ya da HAMAS oluyor.

 

Yaşamın yükü savaş çocuklarının omzuna tüm ağırlığıyla çöküyor. BM'in ya da yerel hayır kurumu olan Cemiyet ül Vataniye (Vatan Cephesi) tankerlerinin getirdiği sulardan bir veya iki pet şişe kapabilmek için verilen amansız mücadelenin içinde buluyor kendini Filistin'deki savaş çocuğu. Tank mermilerinin ya da tankların arkasına takılan pullukların açtıkları derin çukurların içerisinde bata çıka iki üç litre su kapabilen savaş çocuğu, anın, belki de günün en mutlu insanı oluyor.

 

Uzun gurbet yolculuğunda görüyorum kendimi..

 

yargılanıyorum sokakların derinsizliğinde,

 

yargısız,mahkemesiz..

 

vedalaşmak geliyor içimden tanıdığım-tanımadığım insanlarla..

 

hıçkırık tutan tüfeğimin çifte namlusuydu beynimde öten..

 

sokakların derinsizliğinde yargılanıyorum sorgusuz,sualsiz..

 

gediklerde ıslık çalan bendim,

 

oysa mermi sesleriydi bir zamanlar..

 

korkulu bir duygunun prangalı esiriydim halepçe meydanında..

 

yargılanıyordum yargısız,

 

sorgusuz,

 

mahkemesiz

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İSRAİL'İN YAPTIĞI KATLİAMLAR!

 

Kral Davut Katliamı (22 Temmuz 1946):

İsrail terör örgütü Irgun’un Kral Davud Oteli’ne düzenlediği saldırıda, aralarında İngilizler, Araplar ve Yahudilerin bulunduğu 96 kişi hayatını kaybetti.

Deir Yasin Katliamı(9 Nisan 1948):

Irgun terör örgütüne bağlı militanlar tarafından Deir Yasin Köyü’nde gerçekleştirilen katliamda 254 Filistinli sivil hayatını kaybetti. Lida Katliamı (9-18 Temmuz 1948)

İzak Rabin’in açık emirleriyle gerçekleştirilen Lida Katliamı’nda, 10 gün içerinde 60.000 kişi evlerinden atılırken, bunu takip eden El Tira, Tantoura ve Hayfa katliamları ile yüzlerce Filistinli sivil katledildi. Safsaf Köyü Katliamı(29 Ekim 1948):

İsrail ordusunun Safsaf Köyü’ne düzenlediği saldırı sırasında köylülerin üzerine rastgele açılan ateş 70 kişinin ölümüne neden oldu.

Davayima Köyü Katliamı (29 Ekim 1948)İsrail işgal ordusuna bağlı üç ayrı bölük El-Halil’deki Davayima Köyü’ne girmiş ve „çatışma olmaksızın“ kadın ve çocuklar da dahil olmak üzere 80-100 arasında Filistinliyi öldürmüştür.

Kibya Köyü Katliamı(12 Ekim 1953):

Ariel Şaron liderliğindeki bir grup İsrail askeri tarafından, Batı Şeria’da bulunan Kibya Köyü’ne düzenlenen saldırıda 67 kişi hayatını kaybetti, 75 kişi de yaralandı.

Kufr Kasem Katliamı (29 Ekim 1956):İsrail’in Mısır’ı işgali arifesinde, bölgedeki bir Filistin köyüne saldıran işgal askerleri, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 49 Filistinli sivili acımasızca katletti.

Samu Katliamı (Kasım 1956):

Batı Şeria’ya bağlı Samu köyüne saldıran işgalci askerler, köyü yerle bir ederken, imha operasyonunda 18 Filistinli hayatını kaybetti. Onlarcası yaralandı.

Ürdün Katliamları (15 Şubat, 4 Haziran 1968):

İsrail uçakları Ürdün nehri boyunca 15’ten fazla Filistin köyüne havadan napalm bombası yağdırdı. Saldırıda resmi rakamlarla 56 kişi feci şekilde can verdi. Haziran ayında İrbid şehrini bombalayan İsrail uçakları 30 Filistinlinin ölümüne neden oldu.

Abu Za’abel Katliamı (12 Şubat 1970):

İsrail uçakları Mısır sınırındaki Abu Za’abel’i havadan bombaladılar. Saldırıda hedef seçilen bir fabrikadaki 70 işçi öldü.

Sha’a Katliamı (8 Nisan 1970):

Mısır’ın başkenti Kahire’ye 80 kilometre mesafedeki Sha’a eyaletinde bir okulu bombalayan İsrail uçakları 46 çocuğu katletti.

Suriye Katliamı (8 Eylül 1972):

Suriye hava sahasını ihlal eden İsrail jetleri yedi köyü bombaladı. Saldırıda en az 200 kişi hayatını kaybetti.

Libya Katliamı (19 Şubat 1973):

Libya Havayolları’na ait bir yolcu uçağı İsrail tarafından düşürüldü. İçindeki 107 yolcu ve mürettebat hayatını kaybetti.

Beyrut Katliamı (20 Temmuz 1981):

Lübnan’ın başkenti Beyrut’a hava saldırısı düzenleyen İsrail jetleri, 300 sivili öldürdü. Yüzlerce sivil aynı saldırıda yaralandı ya da sakat kaldı.

Sabra ve Şatilla Katliamları (15-16 Eylül 1982):

1982'de Lübnan'ı işgal eden İsrail kuvvetlerinin başkomutanı Ariel Şaron'un gözetimi ve koruması altında Lübnanlı Hıristiyan Falanjist milisler tarafından gerçekleştirilen katliamda 991 kişi öldürüldü. sadece 328 kişinin kimliği tespit edilebildi. Saldırganlar öldürdükleri kişilerin cesetlerini tanınmaz hale getirdiklerinden çoğunun kimliği tespit edilemedi.

Kudüs Katliamı (8 Ekim 1990):

Mescid-i Aksa’yı yıkarak yerine Süleyman Mabedi yapmak isteyen Yahudilerle Filistinliler arasında çıkan çatışmada, İsrail askerlerinin açtığı ateş sonucu 30 Filistinli hayatını kaybetti, 800 kişi de yaralandı.

Hz. İbrahim Camii Katliamı (25 Şubat 1994) :

Batı Şeria’nın El Halil kentinde bulunan Hz. İbrahim Camii’ne sabah namazı esnasında bir Yahudi tarafından gerçekleştirilen saldırıda, aralarında çocukların da bulunduğu 50’nin üzerinde kişi hayatını kaybetti, yaklaşık 300 kişi de yaralandı.

Kana Katliamı (18 Nisan 1996):

İsrail’in Lübnan’da bulunan Kana mülteci kampına düzenlediği saldırı sonucunda çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 109 Filistinli hayatını kaybetti.

Cenin Katliamı (3-15 Nisan 2002):

Batı Şeria’daki Cenin Mülteci Kampı’na zırhlı birliklerle saldıran İsrail ordusu yaklaşık 1.300 sivili katletti.

Nuseyrat Katliamı ( Mart 2004):

Gazze’deki Nuseyrat ve Bureyc mülteci kamplarına giren İsrail askerleri araslarında dört çocuğun da bulunduğu 14 sivili öldürdü...ve sonrası adı konulamayanlar!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

bir yerden olum haberi geldigi zaman uzulmuyoruz artik.o kadar siradan hale geldiki yinemi diyip geciyoruz.ve uzulmek yerine once sorguluyoruz. bu olen kim acaba.sunni mi sii mi el fetih mi hamas mi veye su nu bu mu diye..eger bizdense uzuluyoruz yok bizden degilse uzulmeye bile gerek duymuyoruz.ayrimcilik kadar kotu birsey yoktur.ve malesef turkiyede bunun altyapisini hazirliyorlar.yarin bir turk kurtu vurdugu zaman kurtlerden baska kimse uzulmesin diye.veya bir ermeni oldugu zaman bu bizden degil deyip uzulmedigimiz gibi.boluculuk ve ayrimcilik burda basliyor malesef..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

bir yerden olum haberi geldigi zaman uzulmuyoruz artik.o kadar siradan hale geldiki yinemi diyip geciyoruz.ve uzulmek yerine once sorguluyoruz. bu olen kim acaba.sunni mi sii mi el fetih mi hamas mi veye su nu bu mu diye..eger bizdense uzuluyoruz yok bizden degilse uzulmeye bile gerek duymuyoruz.ayrimcilik kadar kotu birsey yoktur.ve malesef turkiyede bunun altyapisini hazirliyorlar.yarin bir turk kurtu vurdugu zaman kurtlerden baska kimse uzulmesin diye.veya bir ermeni oldugu zaman bu bizden degil deyip uzulmedigimiz gibi.boluculuk ve ayrimcilik burda basliyor malesef..

 

Değerli arkadaşım aslında dediğiniz bu ölümleri sıralaştırma ne kadar da insani olan değerlere yabancılaştığımızı gösteriyor.Düşün ki ölüm kendisiyle acı verir;bu doğal olması gereken ölümü geçtim de biz artık öldürülmeyi o kadar olağan görüyoruz ki!

 

Murathan Mungan'nın bir kitabında ölüme şahit olmak yitirme,öldürme ise intihar olarak tanımlanır.Bizler hergün gelen ölümlere o kadar alışığız ki yitirlen tarafımız hep titrerken bile farkında değiliz yitirdiklerimizin.Öldürmek intihardır;ölen aslında canı alınan değil bizleriz.Ne kadar doğru kelimeler;önce ölüm haberlerine alışıyoruz sonra ölenin kimliği ile sorgulamaya.Ee ölen bizden değilse ne yapalım değil mi?

 

Şunun farkına varılmalı ki;Türk öldüğünde Kürt,Kürt öldüğünde Türk olmanın hiçbir önemi yoktur.İnsan basit bir varlık değildir;yaşamak herkesin hakkıdır,bu kadar özelken yaşamak, öldürmek asla basit değildir.Ne kadar ilginç geliyor bana;1-2 kişinin ölümü üzerine ağıtlar yakan toplumlar nedense yığınlara susarlar.1 hayat ağlanması gerekendir ölümü yaşadığında;yığınların ölümü ise ağlamanın yanında haykırmayı,hesap sormayı gerektirir.

 

Ne anlamı var tüm bu yazılanların.Biriler hesap yaparken savaşlar,açlıklar,töreler,ince hesaplar can almaya devam ediyor.Bizler ise seyretmeye...Ah şu an Irakta acıyı yaşamak,sokaklarda açlıkla uyanmak ve tüm bunlarla ölümün nefesini hissetmek!Affedin bizi demiyeceğim; tutun insanlığımızın yasını!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Cesur Yürekli Barışım // Düşüncenin Güncesi

 

İçimin karanlık tünellerine doğru çıktığım bu yolculukta,

sık sık kafamı tosladığım benlik duvarlarıma bakıyorum.

Bu duvarların oluşumu ve aşılamayacakmış hissi veren yükselişinin,

oldukça uzun bir zamana yayıldığını anlıyorum.

 

İnsan yaşarken fark edemiyor ne yazık ki,

hayatı kolaylaştırmak adına kendine koyduğu sınırları.

 

Bilse ki o sınırlar gün gelip aşılayamayacak duvarlar olarak karşısına çıkacak.

Bilse ki toplumla mücadelesinde, kendini en çok zorlayanın yine kendisi olacağını.

Bunca duvarı örerek kendini, kendi hapishanesinin içine hapseder miydi?

 

Şimdi içime tuttuğum aynaya baktığımda;

mücadele alanımın öncelik sınırlarını çizmem gerektiğini fark ediyorum.

Bu aşamada durup dinleniyorum. İç sesimi dinliyorum.

Zor bir tünele girmiştim ve çok dikkatli olmam gerektiğini biliyorum.

 

Bir ışık yalayıp geçiyor gözlerimi belli belirsiz.

İnsanın kendini keşfe çıkmasının, kendini sorgulamasının

zor olduğu kadar güzel yanını da farkediyorum o anda.

 

Zor ve tehlikeli olanı seçtiğimin bilincindeyim elbette.

Ama bunu başarırsam, dışla yapacağım mücadelemin yüzde seksenini de

kazanmış olarak yoluma devam edeceğim. Güzel ve anlamlı olan tarafı bu.

 

Öncelikle kendimle, olumlu-olumsuz yönlerimi de kabullenerek bir ateşkes imzalamalıyım.

Bu; yıllardır korkularımın etkisiyle,

devekuşu misali başımı kuma gömerek yaptığım barışa hiç mi hiç benzemiyor.

 

Tartışmasız cesur yürekli bir barış olmalı bunun adı.

Başkalarını suçlamadan ya da bir takım savunma mekanizmalarına başvurmadan, yalın ve net.

Korkak devekuşunun yıllar yılı yaptığı hataların üzerine kendisiyle birlikte ölü

toprağı serpiyorum hiç mi hiç düşünmeden.

 

Çırıl çıplak soyunduğum benliğimle baş başayım şuan.

Ona;

seni olduğun gibi seviyorum hem de riyasız, karşılıksız diyorum.

Yapacağın tüm deliliklerde, atacağın tüm sıra dışı adımlarda

seninle birlikte var olacağım güvencesiyle sonsuz desteğimi veriyorum.

 

Bunu yapabilecek potansiyelimi analiz ediyorum bir süre.

Yapabilirdim. İyi bir eğitim almıştım.

Bir çok şeyi bizzat yaşayarak olmasa da;

kitaplardan okuyup kendi mantığımın süzgecinden geçirerek güçlendirmiştim kişiliğimi.

 

Yaşadığım birçok olumsuzluktan pes etmeyip

tersine alabileceğim dersleri kazanç haneme yazmıştım bile çoktan.

Bir o kadar da deneyimlerimden çok, deneyimsizliklerimden edindiğim tecrübelerim var.

 

Bunlar benim irademin güçlenmesinde,

bilinçaltı egomun zayıflamasında önemli rolü üstlenecek araçlar oluyor.

Ve bana her birini aktifleyecek eylem planları hazırlamak kalıyor sadece.

 

Bunun farkında olmak bilinci aynı zamanda;

aynadaki varlığıma iki yüzlülük yapmadan

en duru halimle haklı mücadele yolunu açıyor bana.

 

Şimdi biliyorum ki kendi hapishanemden çıkabilmek için girdiğim karanlık tünelimde,

ışığı çoktan yakalamış olmanın içten gülümsemesi egemen gözbebeklerimde.

 

Bu gülümseme ile dışa bakıyorum penceremden.

Onca fırtınadan sonra deniz ne kadar sakin,

ne kadar dingin diyorum mavi sularına dalıp giderken.

 

Gülümsüyorum, gökyüzü de tüm muhteşemliğiyle gülümsüyor,

güneşi bana gönderiyor el sallıyorum göz kırparak tüm sevecenliğim ve şefkatimle.

Ve ne kadar sıcak, sımsıcaksın, iyi ki varsın diyorum.

Ufuk çizgisi artık o kadar uzak gelmiyor gözüme.

Elimi uzatınca tutacakmışım gibi yakın hissediyorum ellerime.

 

Kendimi öyle hafiflemiş buluyorum ki,

onca ağırlığı taşıyan omuzlarımın dikleştiğini görüyorum.

 

İçimdeki kadının dışa yansıyan şuhluğuyla,

bulutların üzerinde yürümek hiç de zor değilmiş diyen

anlamlı kıkırdamalarımı duyuyorum kulaklarımda.

 

Mutlu olmak dedikleri böyle bir şey olsa gerek diyorum.

İnsan kendini tanıdıkça nasıl mutlu olunacağını da öğreniyor zaman içinde.

 

Martılar çığlık çığlığa ‘’Özgürlük’’ şarkıları söylüyor.

Ve bir serçe takılıyor en heybetli olanının kanatlarına, rüya gibi bin bir renk tonuyla.

Henüz ürkek gibi görünse de içinde güçlü ve özgür bir cesur yürek var kabına sığmayan.

 

Fısıldıyor şarkısını şimdilik , en küçük sesiyle:

‘’Ey özgürlük, sen ne güzelsin’’ diye.

 

Işıl Aksoy

 

Barışı'ı anlamak için önce kendinizle barış yapmalısın diyor savaş;barışa bir kurban daha sunarken!!!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

asma ve dutun hikayesi..

 

Kimi güney bahçelerinin ulu dut ağaçları olur;

 

zamanında bir orduya yeter...

 

Ne toplayan,

ne yiyen,

 

ne de kaynatan vardır.

 

Bununla birlikte kesmezler, ilişmezler.

 

Bu ulu ağaçlar,

 

asmalara çardak olarak,

 

diledikleri gibi büyürler;

 

boy verir, dal verir, gölge verirler.

 

Dut ağacında üzüm yiyebilirsiniz...

 

“Duta asma çubuğu aşılanmış” diyebilirsiniz.

 

 

Ağaçlara su yürüdüğü mevsim,

 

ikisinin de yaralarından damlayan sular bazen yerde,

 

bazen yere düşmeden birbirine karışmış;

 

asmayla dut kan kardeşi olmuştur.

 

Hangisinin yemişi dut,

 

hangisinin üzüm...

 

Bilemezsiniz...

 

Ve kuşların gagasında iki tat birbirine karışır, bir tat olur.

 

Sonbahar gelince yerde yapraklar,

 

birlikte sararırlar;

 

birlikte doğanlar birlikte ölmenin zevkine de ererler.

 

Dut,

gövdesine sımsıkı sarılan asmadan memnundur ve asma bir canlı çardağa sarıldığını bilir;

 

mesuttur.

 

Böylece yaşarlar...

 

Dut bahtiyar, asma bahtiyar...

 

Ne birinde büyüklük,

 

ne ötekinde asalet iddiası vardır.

 

Bir uyuşma,

 

bir anlaşma örneği olarak kalacaklardır.

 

Asma,

 

kolları kesilmedikçe duttan ayrılmaz...

 

Ve duttan kesilecek bir dal, asmadan parçalar götürür.

 

 

 

 

 

 

Biz aynı toprağın,

 

aynı köklerin çocukları,

 

bir dutla bir asma kadar olamaz mıyız?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

DÜNYAYI VERELİM ÇOCUKLARA

 

 

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne

allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar

oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında

dünyayı çocuklara verelim

kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi

hiç değilse bir günlüğüne doysunlar

bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı

çocuklar dünyayı alacak elimizden

ölümsüz ağaçlar dikecekler

 

Sevgili Jön;bu güzel ileti için çok teşekkür ederim.Yüreğinden geçenleri okuyabiliyorum.Güzel bir ülke istiyorsun;insanın insan için olduğu,barış dolu bir ülke...Nazımdan bu şiir sana ve tüm savaş çocuklarına gelsin...Ağıdımız yine de umut olsun...Yüreğine sağlık!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Savaşın çocukları

 

Olenka Frenkiel

BBC muhabiri / Freetown

 

 

Ivan, rahatsız edici bir soğukkanlılıkla ilk kez birini nasıl öldürdüğünü anlatıyor.

 

 

 

“Beş adam yakaladık. Komutan silahı çıkarıp bana verdi, ‘Ivan vur şunları’ dedi. ‘Ben de vurdum.’

 

Ivan'la Sierra Leone’nin başkenti Freetown’da, Lumley Beach’te bir barda oturuyoruz. Gülümseyerek anlatmaya devam ediyor:

 

“O zaman 12 yaşındaydım”...

 

Şimdi 20’li yaşlarının başında. Uzun boylu ve yakışıklı. Amerika’da hukuk öğrenimi için üç yıl geçirdikten sonra Amerikalılar gibi konuşmaya başladığını söylüyor.

 

Başarılı olmaya kararlı olduğunu anlatıyor ve çocuk askerken yaşadıklarını anlatmaya devam ediyor.

 

Ona inanmamak için hiçbir nedenim yok.

 

Söylediği hiçbirşey yanlış görünmüyor.

 

Anlattıkları, Sierra Leone’de yaşanan iç savaşın vahşetiyle örtüşüyor.

 

Onu dinlerken cümlelerini biraz, hayırsever, paralı Batılıların kulağına hoş gelecek şekilde süslediğini düşünüyorsunuz.

 

“Bir kitap yazıyorum da” diyor Ivan. “İşmail gibi... Ama daha iyisi..."

 

İşmael Beah’nın adı herkesin dilinde. Sierra Leone’deki iç savaşta çocuk asker olarak yaşam öyküsününü anlattığı kitap, çok satanlar listesine girmişti.

 

“Kıdemli bir askeri istihbarat görevlisiydim” dedi. “Bir casus. Hoş olmayan şeyler yaptım. Gençtim, çocuktum. Bunun casusluk görevi olduğunu kavrayacak durumda değildim. Heyecan vericiydi o kadar. Ama iyi birşeydi. Bir asker olarak yetişkinlerin, komutanların saygısını kazandım. Hepsi beni biliyordu."

 

Onu anlıyorum. Her eski savaşçı gibi, cesaretinin başarılarının takdir edilmesini istiyor. Çocuk olduğu için mi buna hakkı yok.

 

Şimdi o günler geride kaldı ve onun bir umutsuzluk hali içinde olduğunu görüyorum. Artık hiçbir şey ona bu kadar iyi gelmeyecek. ‘ O zamanlar önemliydim” diyor.

 

Peki ya şimdi?

 

Eski çocuk askerler için çok fazla seçenek yok şimdi. Çok azı eğitim için para yardımı veya burs alabilmeyi başardı. Çoğu, sokaklarda boş boş, eğitimsiz olarak – savaş sanatı dışında – dolaşıyor.

 

Kono, Kaballa, Freetown. Hepsi nerelerde savaştıklarını bir çırpıda sayacaklardır. Hepsi korkunç şeyler yaptıklarını ya da tanık olduklarını söyleyecektir. Birinin dişlerini sökme, kolunu, bacağını kesme, öldürme, tecavüz ve işkence... Ve hepsi, emirlerin böyle olduğunu söyleyecekler... Başka seçenekleri olmadığını...

 

 

Birçoğu, bugün Lahey’de yargılanan eski Liberya Cumhurbaşkanı Charles Taylor’la karşılaştığını da söyleyecektir. “Hepsinin “Patron” dedikleri Charles Taylor... Hepsi İşmail gibi kitap yazıyor.

 

Neden yazmasınlar ki?

 

Dünyanın en yoksul ülkelerinden birinde yaşayan bu insanlar, çocukken; daha ne yaptıklarının tam farkında bile değilken yaptıklarını paraya çevirmek istedikleri için neden suçlansınlar ki?

 

Bu genç insanların sivil hayata geçişlerine yardımcı olmaya çalışan İtalyan rahip Barton, “Bu teşvik edilmemeli” diyor:

 

“Sorun çocukların en iyi savaşçılar olmasında. Onları asker yapmak çok kolay. Cesur ve istekliler. Ramboculuk oynamayı seviyorlar. Kaybedecek hiçbirşeyleri yok. Öleceklerinin farkında değiller. Şimdi onların normal insanlar olarak büyümelerini, yaşadıklarını unutmalarını sağlamalıyız. Onları yazara ne bileyim başka şeylere dönüştürmek doğru değil.”

 

Ve rahip, Ivan’ın zeki bakışlarının gizleyemediği şeyi söylüyor:

 

“Onlara inanamazsınız. Gözlerinizde okudukları, onların size söylemesini istediğiniz şeyleri anlatırlar. Gerçeği öğrenmeniz asla mümkün olmaz.”

 

Aslında, gerçek, onlardan gizlenen şeydi. Hollywood karakterleri Rambo, Rocky ve Superman gibi adları olan liderleri vardı.

 

Saçları örülüydü. Onlara asi oldukları söylenmişti. Onları yedirdiler, giydirdiler.. Silah ve uyuşturucu verdiler. Şiddet, ergenlik çağı kültürü ve tüm Afrika kıtasında duyulan devrim sloganlarıyla örülü kargaşa ortamında tecavüze, kol bacak kesmeye, kadın çocuk öldürmeye gönderildiler.

 

Başkaları Sierra Leone’nin elmaslarını yağmalayabilsin diye...

 

Birkaç gün sonra tekrar Ivan’ı aradım. Onunla biraz daha konuşmak istiyordum.

 

Onu bulamadım ama kardeşini buldum. Dolandırıcılıktan hapse girmiş.

 

Ve kardeşinin dediğine göre, Amerika’da hiç hukuk öğrenimi görmemiş. Amerika’dan döndükten sonra, şimdi barışın sağlandığı Sierra Leone’ye uyum sağlayamamış.

 

 

Sevgili Jön ben teşekkür ederim;ilginiz ve barış dediğiniz için...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Beyazsaray'daki Büyük Beyaz Reis,

 

Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç. Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının pırıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, ak kumsallı kıyılar, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu, halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerinin bir parçasıdır. Ormanların, ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımın anılarını taşır. Biz buna inanırız. Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz ölüp, yıldızlar evrenine göçtüğü zaman doğduğu toprakları unutur. Bizim ölülerimizse, doğduğu toprakları unutmaz. Çünkü Kızılderili, gerçek anasının toprak olduğunu bilir.

 

Washington'daki Büyük Beyaz Reis bizden toprak almak istediğini yazıyor. Bu bizim için çok büyük bir özveri olur. Büyük Beyaz Reis, bize, rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerinse, onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz ama; yine de önerinizi kabul etmemizin kolay olmayacağını itiraf etmek zorundayım. Çünkü, bu topraklar bizler için kutsaldır. Derelerin ve ırmakların suyu, bizim için yalnızca akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak; bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarımıza öğretmemiz gerekecek. Biz, dereleri ve ırmakları, kardeşimiz gibi severiz. Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize?

 

Biliyorum; beyazlar bizim gibi düşünmezler. Beyazlar için bir parça toprağın, ötekinden ayrımı yoktur. Beyaz adam, topraktan almak istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak, beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istediğini alınca, ba serüvenlere atılır. Beyaz adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki; toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir.

 

Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı sesler, bir kelebeğin uçarken çıkardığı kanat sesleri duyulmaz. Belki vahşi olduğum için anlayamıyorum; ben ve halkım için önemli olan şeyler oldukça ba. İnsan; bir su birikintisinin çevresinde toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne anlamı, ne değeri olur?

 

Biz Kızılderiliyiz ve anlamıyoruz. Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgârın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanlarının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp gelmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizler için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı solur. Beyaz adam için, bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak; havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmemiz gerekecek. Çocuklarınıza havanın kutsal bir şey olduğunu; havanın temizliğine önem vermek gerektiğini öğretmelisiniz. Hem nasıl kutsal olmasın hava? Atalarımız doğdukları gün ilk soluklarını, ölürken de son soluklarını bu havayla solumuşlardır.

 

Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğim. Eğer önerinizi kabul edecek olursak; bizim de bir koşulumuz olacak. Beyaz adam, bu topraklar üstünde yaşayan tüm canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve ba düşünemiyorum... Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo (yaban sığırı) gördüm. Beyaz adam, trenle geçerken vurup vurup öldürüyordu. Dumanlar püskürten demir atın bir buffalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz Kızılderililer yalnızca yaşayabilmek için öldürürüz hayvanları... Tüm hayvanları öldürecek olursanız, nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada, insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın; bugün canlıların başına gelen, yarın insanın başına gelecektir. Çünkü, bunlar arasında bir bağ vardır. Şu gerçeği iyi biliyorum: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey; bir ailenin bireylerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de; dünyanın başına gelen her felaket, insanoğlunun da başına gelmiş demektir.

 

Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrınız, bizimkinden ba bir Tanrı değil. Aynı Tanrı'nın yarattıklarıyız. Beyaz adam, bir gün belki bu gerçeği anlayacak ve kardeş olduğumuzun ayrımına varacaktır. Siz, Tanrımızın ba olduğunu düşünmekte özgürsünüz. Ama Tanrı, hepimizi yaratan tanrı için, Kızılderili ile Beyazın arasında fark yoktur. Ve Kızılderililer gibi Tanrı da, toprağa değer verir. Toprağa saygısızlık, Tanrı'nın kendine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve ona, Kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücü veren Tanrı'nın kaderini anlamıyorum. Tıpkı buffaloların öldürülüşünü, ormanların yakılışını, toprağın kirletilişini anlamadığım gibi...

 

Bir gün bakacaksınız; gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş; yaban atları evcilleştirilmiş ve her yer, insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün, insanoğlu için, yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacak...

 

1854, Seattle

Kızılderili Reisi

 

__________________

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Beyazsaray'daki Büyük Beyaz Reis,

 

Gökyüzünü, toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç. Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır.

.

.

 

işte bunu eklemeni bekliyordum.eline sağlık.binlerce kez okunmaya değer.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ailem 1948’de İsrail’in kurulmasından sonra göç edenlerdendir. Hayfa’dan Güney Lübnan’a, Tayır kentine göç ettik. Ailemin altıncı çocuğuyum. Biz 12 kardeşiz. Lübnan’da çok sefil bir yaşamımız vardı. Babamın çalışma olanağı yoktu. Hayatımızı sürdürmek için UNRWA’ya (BM’nin Filistinli mülteciler için kurduğu örgüt) dayanmak zorundaydık. Ailede bizim için herşey yasaklanmıştı. Bu yasakların nedeni yoksul olmamızdı. Sadece UNRWA’dan aldığımız yiyecek ve giyecekle yetinmek durumundaydık. Hayatımın bu döneminde, yanlış giden bir şeylerin olduğunu anlamıştım. Ne zaman annemden bir şeyler istesek, “Filistinli olduğumuz için size bunları veremeyiz, ne zaman Filistin’e dönersek, bunları o zaman alırsınız” derdi. Dolayısıyla o, çocuk zihinlerimize, Filistin’de bizim için daha iyi bir ev olduğu fikrini yerleştirdi. Böylece biz de ne zaman Filistin’e döneceğimizi düşünmeye başladık.

 

1952’de Mısır’da devrim oldu ve Nasır iktidara geldi. Biz de dahil herkes yüzünü Nasır’a döndü. Belki Nasır bizi ülkemize geri gönderecekti! Böylece ulusal duygular büyümeye başladı.

 

O zaman ben okula başlamıştım. Dört sınıf, büyük bir çadırın altında yere oturarak eğitim görüyorduk. Bir gün o çadır tepemize çöktü. Ve ben anneme gidip, “ben bir daha oraya gitmeyeceğim, orası bir okul değil” dedim. Aslında gerçek bir okulun neye benzediğini bile bilmiyordum. 1958’de Lübnan’da orduyla Lübnan ulusal hareketi arasında çatışmalar baş gösterdi. Kızkardeşlerim ve ağabeylerim Arap Ulusal Hareketi (ANM) içinde yer alıyorlardı. Tabii, fikirleriyle beni de etkilediler. Annem duygularımızı etkilemiş ve ülkeye geri dönmemiz gerektiğini bize öğretmişti. Ama “nasıl” sorusuna yanıt vermemişti. İşte şimdi, Arap Ulusal Hareketi, “Filistin’in kurtuluşu için” mücadele ettiğini söyleyerek bu soruya yanıt veriyordu. Böylece ben de ANM’nin bazı etkinliklerine katılmaya başladım. 1958-1967 arasında, ANM’de çalıştım. Gösteriler, toplantılar, yazılamalar... Ve o zaman tüm bunlar yasaktı, yeraltı faaliyetiydi.

 

Okulu bitirince üniversiteye gitmek istedim. Babam o zamanlarda hastaydı ve sonuçta felç oldu. Üniversite sınavına girdim ve birinci oldum. Ama annem, “üniversiteye gidemezsin, çünkü gerekli parayı bulamayız” dedi. Ağabeyim de aynı sınava girdi, başarılı olamadı ama onu okumak için Mısır’a gönderdiler. Çok kızmıştım. Yaptığımız sert tartışmanın sonunda annem son sözünü söyledi: “O bir erkek, sense bir kadınsın! Onun önceliği var.”

 

Evden ayrılıp, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin Dekanlığı’na gittim. Dekanlık’taki memura, “ben sınavda birinci oldum, buraya kayıt olmak istiyorum ama param yok, bu sorunu çözün” dedim. “Paran yoksa kayıt etmeyiz” dediler. Ben de, “o zaman, siz bu sorunu çözene kadar terk etmiyorum bu ofisi” dedim ve oturdum. Sonuçta ağabeyim Kuveyt’ten üniversiteyi aradı, benim paramı ödeyeceğini söyledi ve böylece üniversiteye kayıt olabildim.

 

Tüm bunları anneme anlattığımda öfkeden köpürdü. “Kim ödeyecek senin paranı?” dedi, “Ağabeyim” dedim. “Nasıl cesaret edersin bunları yapmaya, utanman lazım” dedi. Bence ortada utanılacak bir şey yoktu. Babam felçli oturduğu koltuğundan başını sallayarak, benim üniversiteye gidişimi onayladı. Böylece evden de izin çıkmış oldu.

 

Ne var ki, yılın sonuna doğru, Kuveyt’teki ağabeyim arayarak, artık eğitimim için para veremeyeceğini, durumunun sıkışık olduğunu söyledi. Bu, benim için berbat bir andı.

 

Annemin yanına döndüm ve ona: “Bak, üniversiteye gidemedim. Şimdi Kuveyt’e öğretmenlik yapmaya gidiyorum. Bundan sonra Lübnan’a ya mezarda yatmaya ya da politika yapmaya dönerim” dedim.

 

Kuveyt’e gittim ve öğretmen olarak çalışmaya başladım. 1967’de savaş patlak verdi ve İsrail tüm Filistin’i işgal etti. Aynı yılın sonunda Filistin Halkı Kurtuluş Cephesi (FHKC) kuruldu. ANM’yi kuran kadrolar, Dr. George Habbaş, Dr. Wadi Haddad, FHKC’yi de kuran insanlardı. Böylece ben de hemen FHKC’ye katıldım.

 

1968’de Lübnan’a gittim, Dr. Wadi Haddad’ı buldum ve ona Filistin’e veya askeri eğitim kampına gitmek istediğimi, Kuveyt’e dönmeyeceğimi söyledim. Ama Wadi Haddad “Hayır” dedi, “Kuveyt’e geri dönüp FHKC için hücreler kuracaksın” dedi. İçim kaynıyordu, ama “Hayır” diyemedim, Kuveyt’e döndüm. Haddad bana “10 kişiyi örgütlediğinde seni oradan alıp askeri kampa göndereceğiz” demişti. 10’dan fazla insan örgütledim, hatta 20’den de fazlaydı. Ve yıl sonunda Lübnan’a döndüm. Annemin yanına gittim. “Sana Lübnan’a ancak savaşmak için dönerim demiştim, işte şimdi o zaman geldi” dedim. Annem “Tamam” dedi, “Ama sen genç bir kadınsın, önce oğlanlar gitsin, sen onların arkasından gidersin”. Ama ben öyle yapmadım, askeri kampa giderken erkek kardeşlerimi de peşimden götürdüm. Ama sonradan onları geri gönderdim çünkü hala okulda okuyorlardı.

 

1969’da sizin de bildiğiniz uçak kaçırma eylemini gerçekleştirdim. Bir anda herkesin tanıdığı birisi haline geldim. O zamandan bu yana da sürekli ne yaptığı bilinen, izlenen bir kişi oldum. Bu biçimde bir ‘ödül’ü hak etmediğimi düşünüyorum, tabii eğer buna ödül denebilirse.

 

“Medyadan korkuyordum”

 

Dr. Wadi Haddad bana, “eğer bu eylemde başarılı olursan, başka bir eylem için görevlendirileceksin” demişti. Dolayısıyla tanınmamam gerekiyordu. Ve ben aslında ortaya çıkmamaya çalıştım. El Hedef gazetesinin (FHKC’nin sürgünde yayımladığı gazete, bn) o zamanki editörü Ghassan Khanafani benimle görüşmesi için İtalya’dan bir TV muhabirleri grubu ayarlamış. Bunlara benim kaldığım yeri söyleyip Lübnan’dan Ürdün’e yollamış. Bunlar bölgedeki FHKC ofisine gelmişler, ben orda olmadığım için bizimkiler evimi tarif etmişler. Bir gün kapı çalındı, baktım kameralar. “Leyla Halid burada mı?” dediler, “Yok”, dedim, “Askeri kampa gitti”. Böylece medyayı atlattım ve evden ayrıldım. Bunlar beni hiçbir yerde bulamayınca Beyrut’a dönmüşler. Khanafani bu duruma çok kızıyor tabii, nasıl bulunamaz, bulun onu ve gerekirse tutuklayıp yine medya önüne çıkarın diyor. Muhabirleri de geri gönderiyor. Muhabirler George Habbaş (o zamanki FHKC Genel Sekreteri) ile karşılaşıyorlar ve durumu ona da anlatıyorlar. Habbaş beni buldu. “Sen uçağı Filistinli tutsak erkeklerin ve kadınların özgürlüğü için kaçırdın. Sen onların sesisin. Çıkıp orada bu sesi taşıman gerekir” dedi. Ona Wadi Haddad’ın verdiği talimattan söz etmedim. “Ne olur beni televizyona çıkartmayın” dedim. Ve ağladım. Bu detayları anlatıyorum, çünkü benim için gerçekten korkutucu bir andı. Ya devrimi iyi anlatamazsam, bir zarar verirsem diye düşünüyordum.

 

Ama sonra televizyoncuların karşısına çıktım. Beni gördüklerinde şok oldular. “Leyla Halid sen miydin? Bize niye ‘evde yok’ dedin?” diye sordular. “Çünkü sizden korkuyordum” diye yanıtladım. Meğer o anda kamera açıkmış. Ve bu sözlerim tüm dünyaya yayınlandı. Muhabirlerden biri, “Sen tüm dünyayı korkuttun, ama bizden korkuyorsun öyle mi?” dedi. Bu medyayla olan ilişkimin başlangıcıydı.

 

Oradan Beyrut’a döndüm. Başka bir operasyona gitmem gerekiyordu. Ve bu operasyonun Tel Aviv’de olması öngörülüyordu. Oraya gitmek için yüzümü değiştirmem gerekiyordu. Bu altı ayımı aldı. Ama neticede bildiğiniz gibi, tüm bu değişiklikler işe yaramadı ve yakalandım. Sonra başka bir uçak kaçırma eylemi sayesinde serbest kaldım.

 

-Bu ikinci uçak kaçırma eyleminden sonra bildiğimiz kadarıyla mülteci kamplarında çalışmalar yürüttünüz?

 

Sürekli göz önünde olmak, sürekli medyada yer almak, bunlar beni korkutmaya başlamıştı. Kendi halkımdan, yoldaşlarımdan daha yukarıda görüleceğim korkusunu yaşıyordum. Ve karar verdim, artık mülteci kampına gidip halkımın arasında yaşayacağım, medyada görünecek işler yapmayacağım dedim. Bu 1970’lerin başlarındaydı.

 

Lübnan direnişinde

 

1973’te kampımız Lübnan ordusu tarafından kuşatıldı. 1974’te İsrail Beyrut’u bombalamaya başladı. O yıl, Filistin Kadınları Genel Birliği’nin Yürütme Komitesi’ne seçildim. 1980’e kadar bu görevi sürdürdüm.

 

Bu arada, 1975 ve 1976 boyunca Lübnan’da iç savaş şiddetlendi. 1978’de İsrail, Güney Lübnan’ı işgal etti. İnsanlar Güney Lübnan’dan Beyrut’a doğru göç ettiler. Yürütme Komitesi’nde olduğum Filistin Kadınları Genel Birliği’nin ofisi Beyrut’ta olduğu için ben de Beyrut’ta bulunuyordum.

 

1978 Mayısı’nda bir konferansa katılmak üzere Sovyetler Birliği’ne gittim. Burada Sovyet Kadın Komitesi’yle tanıştık. Komitenin başı, Valentina Trişkova’ydı. Bana “Eğer sana eğitimini sürdürme şansı verirsek, SSCB’ye gelir misin?” diye sordu. Ben de memnuniyetle kabul ettim.

 

Böylece Moskova’da üniversiteye başladım. İlk yılı bitirmiştim ki, 1980 Moskova Olimpiyatları gelip çattı. ABD bu olimpiyatların boykot edilmesine çalışıyordu. SSCB de en geniş uluslararası katılımı sağlamaya çalışıyordu. Bu koşullarda, KGB benim Moskova Üniversitesi’nin koridorlarında görünmemin “rahatsız edici” olduğu şeklinde bir rapor vermiş. Bu nedenle beni Rostov’a gönderdiler. Rostov’da bir yıl Tarih okudum. Ancak o yıl, FKÖ, yurtdışında okuyan tüm Filistinlileri devrimi desteklemek üzere Lübnan’a gelmeye çağırdı. Dolayısıyla ben de Lübnan’a geçtim. 1981’de İsrail Lübnan’a savaş açtı. 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal etti ve Filistinli örgütler bu ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Biz Suriye’ye geçtik.

 

Bu arada ben de Suriye’deki SSCB Büyükelçiliği’ne gittim. Eğitimime devam etmek istediğimi belirttim. Ama reddedildi. Bunun dışında, 1975’ten bu yana, FHKC ve kadın örgütlenmesi adına uluslararası konferanslara katılmak, üniversitelerde ders vermek gibi görevleri yerine getiriyorum.

 

İntifada, halkın yenilgilere yanıtıdır

 

-1960’lardan bu yana bölgemizde mücadelenin koşullarında meydana gelen temel değişimler nelerdir?

 

Başlangıçta, bütün Arap ülkeleri bizim devrimimizi destekliyorlardı. Bizden hoşlandıkları için değil, İsrail karşısında büyük bir yenilgi aldıkları için. Tabii, Arap ülkeleri bizi “desteklediklerini” beyan ederken, ilk büyük kitle katliamı 1970 Eylül’ünde Ürdün’de oldu. Filistinli örgütler Ürdün’den Lübnan’a sürüldü. Bu, mücadelenin koşullarında büyük bir değişimdi. Ürdün’ün Filistin’le 650 kilometrelik sınır şeridi var. Ürdün’deyken, Filistin’e gizlice girme olanağımız vardı. Lübnan’da geçirdiğimiz tüm yıllar boyunca, direniş yalnızca kendisini savundu. Direniş, 1973’te Lübnan ordusunun saldırılarına, 1975-76’da iç savaşta Falanjistlerin, 1978-1982’de İsrail’in saldırılarına karşı kendini savunmak durumunda kaldı. 1982’de ise, tüm Lübnan İsrail işgali altına girdi. Ve Filistinli örgütler Lübnan’dan birçok Arap ülkesine dağıldı.

 

1979’da Mısır, İsrail’le Camp David Anlaşması’nı imzaladı. Bundan önce Nasır öldürüldü ve Sedat iktidara geldi. Mısır’daki herhangi bir değişiklik, tüm Arap ülkelerini etkiler. Ve Mısır İsrail’le anlaşma imzaladığında, çatışmanın dışına çıktı. Bunun sonuçları bizim için ağır oldu.

 

Devrim, sürekli savunma pozisyonunda kaldıkça, düşman üzerindeki etkisi az olur. Adım adım, giderek, saldırı pozisyonuna geçmeniz gerekir. Ama o zamana kadar isyanın ağırlık merkezi Filistin’in dışındaydı ve sürekli savunmadaydı.

 

1982’den sonra, FKÖ Arap ülkelerine dağıtıldı ve direniş zayıflatıldı. Bu andan sonra, Arap ülkelerinin bize yönelik tavırları da değişmeye başladı. Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler bizi sürekli desteklediler. Politik bakış açımızda farklılıklar olmasına karşın bizi desteklediler. Silah verdiler, burslar, para, eğitim, yaralılarımızın bakımı... İhtiyacımız olan ne varsa verdiler.

 

Lübnan’dan çıkarılışımız büyük bir yenilgi oldu. Şimdi artık tek bir ülkede toplanmış halde değildik, dağılmıştık. Arap ülkeleri iki gruba bölündü. Bir grup Mısır’dan, diğeri Suriye’den yana taraf oldu. Suriye, Irak ve Cezayir, İsrail’le anlaşma yaptığı için Mısır’ı boykot ettiler. Bu bölünme de mücadelemizi olumsuz etkiledi. 1990’da Irak’ta Körfez Savaşı başladı. Ve, Sovyetler Birliği’nin çöküşü... Amerikalılar Soğuk Savaş’ı kazandılar. İsrail güç kazandı. SSCB’nin çöküşüyle, uluslararası düzeyde bir desteğimiz kalmadı.

 

Fakat, SSCB’nin çökmesinden ve Irak’taki savaştan önce, 1987’de İntifada patlak verdi. İntifada, yaşadığımız tüm yenilgilere bir yanıttı. Ve bir dönüm noktası oldu. Çünkü bu bir halk isyanıydı. Bundan önce, silahlı mücadele Filistin halkına ulusal kimliğini kazandırmıştı. Dünya, Filistin ulusunu ve davasını tanımıştı. Bu, devrimin temel kazanımıydı. Ve Filistinlilerin temsilcisi olarak FKÖ’yü yaratmıştık. İntifada, mücadelemizin yeni bir aşamasıydı. Tüm halk, işgalcilere karşı mücadeleye, sokaklarda katıldı.

İntifada, İsrail’in vahşi yüzünü gösterdi. İsrail kendisini hep, faşist rejimler ve diktatörlüklerle çevrili bir “demokratik devlet” olarak tanımladı. Ama Birinci İntifada bunun bir yalan olduğunu gösterdi. FKÖ liderliği, İntifada’nın yarattığı politik olanakları güç dengesini değiştirecek biçimde değerlendiremedi.

 

İntifada, 1987’den 1991’e kadar sürdü. 1990-91’de SSCB’nin yıkılışı ve ABD’nin Irak’a saldırması, İntifada’nın durmasına yol açtı.

 

1993’te Oslo Anlaşması ilan edildi. O anda, biz Filistinliler, bölündük. Sadece tepede, partiler arasında değil, tabanda, halk arasında da bölünme oldu. Biz, bu anlaşmayı bir sapma olarak tanımladık. Onlar, Filistin halkının davasını ve temel taleplerini rotasından saptırdılar.

 

Oslo Anlaşması’ndan sonra, liderlik Filistin’in içine döndü. Filistin Otoritesi kuruldu. Bu yapısal bir değişimdi. Artık Filistin’in yegane temsilcisi olarak FKÖ fiilen işlevsizleşmiş, ortadan kalkmıştı. Onun yerini Otorite ve başındaki Arafat aldı.

 

Halk, FKÖ’nün şemsiyesi altında birleşmişti, çünkü FKÖ’nün programı, halkın ihtiyaçlarını yanıtlıyordu. Bu program, “mültecilerin dönüş hakkı, Filistin’in kendi kaderini tayin hakkı ve başkenti Kudüs olan bağımsız bir devlet”ten oluşuyordu. Ancak Oslo, halkımızın bu taleplerini karşılamadığı için halk bölündü. Neticede 2001’de intifada yeniden patlak verdi.

 

Adaletsizliğe karşı çıkın!(alıntı-Leyla Halid-Filistin efsanesi)

 

Savaşın adaleti yoktur.Mültecilik,mazlumiyet öfke getirir.Bir filistinli dilinden insanların nasıl bir intihar bombasına dönüştüğünü iyi okuyun!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

işte bunu eklemeni bekliyordum.eline sağlık.binlerce kez okunmaya değer.

 

Teşekkür ederim yürekli arkadaşım...binlerce kez okunmak için yazıldı...anlamak için,anlatmak için...yüreğine sağlık!

 

Ay Karanlık

 

Maviye,

Maviye çalar gözlerin,

Yangın mavisine.

Rüzgarda asi,

Körsem,

Senden gayrısına yoksam,

Bozuksam,

Can benim, düş benim,

Ellere nesi?

Hadi gel,

Ay karanlık...

..........(Ahmed Arif)

 

diyorsak da ay karanlık,aydınlık olan yarınlarda buluşmak dileği ile...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.