Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Çorum


efe doga

Önerilen İletiler

ÇORUM TARİHİ

 

Çorum Adının Kökeni

İslam Öncesi Çorum

Asur Ticaret Kolonileri Çağı

Hitit Çağı

Hitit Siyasi Tarihi

Hitit Dili

Hitit Dini

Hitit İmparatorluğu’nun Yapısı

Kadeş Savaşı ve Barış Antlaşması

Frig Çağı

Frig Sonrası

Çorum Bölgesine Oğuz Boylarının Yerleşmesi ve Türk Egemenliğine Geçiş

Danişmend Beyliği Zamanında Çorum

Anadolu Selçukluları Zamanında Çorum

Osmanlılar Dönemine Kadar Çorum

Osmanlı İdaresinde Çorum

Milli Mücadele Döneminde Çorum

 

Çorum İli, tarihin derinliklerinden günümüze dikkate değer izler taşıyan bir bölgedir. Her tarafında en eski tarihlerden bugüne kadar gelmiş değişik medeniyetlere ait kalıntılara rastlanır. Hititler Anadolu egemenliğine bu bölgeden başlamışlardır.

 

Bölgede bu uygarlık kalıntıları bitişik veya üst üste bulunmaktadır. Bir Hitit höyüğü yanında bir Frig, Roma, Bizans devri mezarı veya taban mozaikleri, diğer yanda Selçuklu Kervansarayına ait yıkıntı yerleri ve onun yanında Osmanlı eserlerine rastlamak mümkündür.

 

Çok sayıda tarih öncesi devrin en belirgin özelliğini taşıyan tabii ve yapma mağaralar mevcuttur. Yazılı tarih öncesi ve sonrası uygarlıkların kalıntıları, yapılan kazılarla gün ışığına çıkmakta ve Çorum bölgesinin uygarlık tarihinde eski bir medeniyet merkezi olduğunu göstermektedir.

 

ÇORUM ADININ KÖKENİ-

 

Çorum adının kaynakları ile ilgili muhtelif rivayetler ve bilgiler vardır.

 

a- Bizans Kaynaklarına Göre

 

Anadolu’nun Türkleşmeye başladığı 1071 Malazgirt Meydan Savaşından çok önce Türk boyları yavaş yavaş Anadolu’ya sızmaya ve yerleşmeye başlamışlardır. Bu tarihte Bizans’a bağlı olan Çorum, Nikonya (Yankoniye) adını taşımaktaydı.

 

b- Danişmendname’ ye Göre

 

Melik Ahmet Danişmend çetin savaşlardan sonra Bizans’ın elinden Çorum bölgesini alır.Halk müslüman olup bağlılık gösterir. Ancak bu tutumları, Melik Ahmed’ i ve ileri gelen komutanları bir ziyafette zehirlemek istemelerinden dolayı bir tuzaktır. Bu kötü niyetlerini ve şehrin bir depremle tamamen yıkılacağını Melik Ahmet bir gece rüyasında görür. Melik Ahmet bu rüyanın verdiği endişe ile uyanırken şehir sallanmaya başlar. Askerlerini ve arkadaşlarını derhal kaleden çıkarır.

 

Kaledeki Bizanslılar müslümanların çekilişinden memnun kalarak kaleyi tekrar kapatarak savaş hazırlığına başlarlar ve yeniden dinlerine dönerler. Fakat deprem yeniden şiddetlenerek kale ve şehir tamamen harabeye döner. Bizanslılara bu saldırılarından dolayı, suçlu anlamına gelen “Cürümlü” adı verilir, zamanla bu “Çorumlu” olur.

 

c- Evliya Çelebi Seyahatnamesine Göre

 

Evliya Çelebi Seyahatnamesinin II.Cildi 407.sahifesinde bölgenin havasının astım hastalarına iyi gelmesi nedeniyle, Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan hasta oğlu Yakup Mirza’ yı ve yüzlerce çorluyu (bakımsız, zayıf, hastaları) buraya göndermiş ve bunlar sağlıklarına kavuşmuşlardır. Bundan dolayı şehre Çorum denilmiştir.

 

d- Çorum’un çevresinin dağlarla çevrili oldukça geniş bir ova olmasından dolayı (Çevrim) denildiği, halk ağzında Çorum’a dönüştüğü söylenmektedir.

 

e- Çorum (önceleri bazen Çorumlu) Türklerin bölgeye gelmesiyle bu adı almıştır. Çorum veya Çorumlu adının Oğuz boylarından Alayunt’lu boyunun bir oymağına ait olduğu belirtilmektedir.

 

İSLAM ÖNCESİ ÇORUM-

 

Çorum bölgesi, tarihi ve kültürel açıdan günümüzden 7000 yıl öncesine kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Bölgede sırasıyla Kalkolitik (Taş), Eski Tunç Çağı, Asur Ticaret Kolonileri, Hitit, Frig, Helenistik, Galat, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserlere rastlanmaktadır.

 

Paleolitik (Yontma Taş) ve Neolitik (Cilalı Taş) Devirler

 

Çorum bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda az sayıda bulunan bazı taş aletler, bu bölgede Yontma Taş (Paleolitik) ve Cilalı Taş Devrinin (Neolitik) yaşandığına ilişkin kanaat oluşturmakla beraber, bu devirlere ait yerleşmeler konusunda kesin bir sonuç elde edilememiştir.

 

Kalkolitik Devir (Taş Çağı) M.Ö. 5000-3000

 

Çorum ve çevresinde ilk yerleşim M.Ö. 5000 yıllarına, Kalkolitik dönemin 4. aşamasına rastlar. Yörede kazısı yapılan merkezlerin hemen hepsinde, Kalkolitik çağa ait kaplar ve bakırdan yapılma malzemeler bulunmuştur. Ayrıca yörede diğer maden yataklarının bulunması, teknolojik evrimi çabuklaştırmış ve bölgede zengin etnik grupların ve krallıkların ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Bu devir eserlerine Alacahöyük, Büyük Güllücek, Boğazköy, Eskiyapar ve Kuşsaray’ da rastlanmıştır. Yerleşimler bu dönemden itibaren devamlılık göstermiştir. En önemli Kalkolitik yerleşme, Alaca’nın Büyükgüllücek köyünde yapılan kazılarda ortaya çıkmıştır.

 

Bu dönem mimarisinde Orta Anadolu için tipik 2-3-4 odalı evler, elde yapılmış siyah, gri, kırmızı renkli seramikler, bu devir için karakteristiktir. Bu dönemde damga mühür kullanımı yaygınlaşmış, idollerin (şematik insan tasvirleri) sayısı artmıştır.

 

Tunç Çağı (Maden Devri) M.Ö. 3000-1000

 

Çorum İlinin tarihinde en önemli dönem Tunç Çağıdır. Bakır ve kalayın karıştırılmasıyla elde edilen “tunç” döneme de ismini vermiştir. M.Ö. 3000-1000 yıllarına kadar süren bu dönem üçe ayrılır.

 

a) Eski Tunç Devri (M.Ö. 3000-2000)

Çorum ve çevresinde M.Ö. 3000 yıllarında etrafı surlarla çevrili pek çok şehir devletinin varlığı, yapılan arkeolojik kazılarla belirlenmiştir. Başlangıçta nadir eşyanın yapımında kullanılan Tunç, henüz yaygınlaşmamıştır. Eski Tunç I. evresine bazen Bakır Devri de denmektedir. Bu dönem 500 yıl kadar sürmüştür. Bu sürenin sonunda Tunç eşyalarının yapımı ve kullanımı yaygınlaşmaya ve halka mal olmaya başlar. Bu döneme de Eski Tunç II. Dönemi denir ve M.Ö. 2500-2300 yılları arasında yaşanmıştır. Alacahöyük, bu dönemin en zengin şehirlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Eski Tunç III. Döneminde (2300-2000) Anadolu, çok sayıda şehir devletlerinden oluşan, oldukça renkli etnik bir görünüm sunan, kavimler topluluğu halindedir. Alacahöyük beldesinde yapılan kazılar sonunda elde edilen eserler, Tunç Çağı’nın III. Dönemine aittir.

Anadolu’da bu devirde zengin şehir devletleri kuran kavim Hattiler’ dir. Hattiler Anadolu’ da ismi bilinen en eski yerli kavim olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

b ) Orta Tunç Devri

Anadolu’da Asur Ticaret Kolonilerinin ve Eski Hitit Devletinin ortaya çıktığı dönemdir. Eski Tunç çağından yazının kullanılmaya başlanmasıyla ayrılır.

 

Asur Ticaret Kolonileri Çağı (M.Ö. 1950-1850)

 

M.Ö. II. bin yılı başlarında Anadolu zengin ve bayındır bir yerleşim yeriydi. Anadolu’nun bu durumunu bilen Mezopotamyalılar Asur Devletinin önderliğinde Anadolu’yla ticaretlerini geliştirdiler. Asurlular dokuz Anadolu kentinin yanına Pazar şehri “Karum” kurdular. Boğazköy de (Boğazkale) “Hattuş-Karum” adıyla kurulan şehir, bu ticaret merkezlerinden biriydi. Asur’ a bağlı olan bu Karumlar ticaret ve yol güvenliği için yerel yöneticilere vergi veriyorlardı.

 

Bu ticaret ilişkileri Anadolu’yu kültürel, ekonomik ve politik yönden etkilemiştir. M.Ö. 2000 yıllarında Anadolu yazıyı tanımıştır.

 

Bu çağın önemli eserleri silindir ve damga, mühürler, tabletler, insan ve hayvan heykelcikleri ile hayvan biçimli içki kaplarıdır (riton). Çanak-çömlek yapımı, çarkın kullanılmasıyla büyük gelişme göstermiştir. Anadolu’da yaşamakta olan sanat, yerli gelenek ve görenekler Mezopotamya’ dan gelen etkilerle gelişmiş, yeni bir boyut kazanarak daha sonraki Hitit sanatının temelleri atılmıştır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

 

Hitit Çağı (M.Ö. 1650-1200)-

 

 

Asur Ticaret Kolonileri dönemi, sosyal ve siyasal yeni görüşlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yerel Prenslerle yönetilen Anadolu’da, Mezopotamya’daki gibi merkezi devlet fikri gelişmiş ve sonucunda iç mücadeleler başlamıştır. Hint-Avrupalı bir kavim olan Hititler, MÖ.3000 yıllarının sonunda küçük gruplar halinde Kafkaslar üzerinden Anadolu’ ya girerek yerli halk Hatti nüfusu ile karıştılar .

 

Hititler, Asurluların Anadolu’ dan çıkma zorunda kalmasıyla devlet idaresini ellerine almışlardır. Anadolu’nun yerli halkıyla kaynaşıp Hitit Devleti’ni kurmuşlardır. Bu devletin kurucusu Labarna‘dır. Başkenti ise Hattuşa’ dır. (Boğazkale)

 

Hitit tarihi M.Ö. 1650-1450 eski krallık ve M.Ö. 1450-1200 Hitit İmparatorluk Devri olmak üzere iki safhada incelenir. Hitit Devletinin kuruluşundan itibaren, sanattaki Mezopotamyalı unsurlar kaybolarak, Anadolu’nun yerli sanatıyla birleşmiştir. Sanatta, boyutları büyümüş anıtsal eserler ortaya çıkmıştır. Mabetler, saraylar, sosyal yapılar, kaya kabartmaları ve orthostatlarla (bina cephelerinde alt sırada yer alan kabartmalı taşlar) önceki sanattan ayrılır.

 

Hitit Siyasi Tarihi-

 

 

M.Ö. 1800 yılları, Anadolu tarihinin başlangıcı yerli Aglutinant dil grubuna ait Hattiler ve Hint Avrupalı Hititler hakkında ilk bilgilerin edinildiği dönemdir. Bu çağ, Hitit kültürünün başlangıç ve gelişme aşamalarının kaynağıdır. M.Ö 2500-2000 yılları arasında Kuzey Kapadokya ve Orta Karadeniz bölgesinde gelişmiş kültürün temsilcisi Hattiler’ di. Şehir devletleri tarafından yönetilen bu bölgenin müstahkem şehirleri, kral mezarları, hazineleri, Hatti kültürünün simgeleridir. M.Ö 2000 yılları sonlarında büyük savaşlar sonucunda çıkan yangınlarla sona eren bu çağı, Asur Ticaret Kolonileri dönemi izler. Yazılı kaynaklardan Hititlerin, Anadolu’ya M.Ö. 3. binin son yıllarında, 2. binin başında küçük gruplar halinde, girmeye başladıkları ihtimali çıkmaktadır. Hititlerin Anadolu’ya kuzey Karadeniz üzerinden veya kuzeydoğudan, Kafkaslar üzerinden geldikleri ve Kızılırmak kavisinin kuzey kesimine yerleşmiş oldukları değerlendirilmektedir.

 

Birbirini izleyen akınlarla Orta Anadolu içlerine yayılan Hititler, zamanla etki alanlarını genişletmişler, Hattili Prenslerin arazilerine hakim olmuşlardır.

 

Asur Ticaret Kolonilerinin geç evresinde (M.Ö 1800-1730) Kuşşara Kralı Pithana ve oğlu Anitta tarih sahnesine çıktılar. Onlar Hitit diline Naşili adını veren Kaniş/Neşa’yi zaptedip krallığın ilk merkezi yaptılar. M.Ö. 1700’lerde Kuşşara kralı Anitta, Hattuş Krali Pijusti’yi yenip şehrini tahrip ettiğini anlatmaktadır. “Geceleyin yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuş’u yeniden iskan ederse gökyüzünün Fırtına Tanrısı’nın laneti üzerinde olsun.”

 

Hattuşa M.Ö. 17. yy.’ ın ikinci yarısında, Hitit Kralı I. Hattuşili tarafından başkent olarak seçilir. Eski Hitit Devleti’nin kurucusu I. Hattuşili Kızılırmak kavisi içindeki çekirdek ülkede birliği sağladıktan sonra, Kuzey Suriye ve Yukarı Fırat Bölgesi’nde Hurri Ülkesine karşı yönettiği akınlarla, kendisini izleyecek Hitit Krallarına bir Dünya devleti olma amacının işaretini veriyordu. Murşili istilalara güneyde devam ederek ve Suriye’deki şehir devletlerini devreden çıkartarak, Mezopotamya ticaret yollarını kontrol altına aldı. Halep ele geçirildi ve ordu Babil’e kadar ilerleyerek Hammurabi hanedanlığına son verdi.

 

Ancak, Murşili’nin Hantili tarafından öldürülmesi bir karışıklık dönemi getirir. Hantili idareyi ele aldıysa da o da öldürüldü. Hantili’den sonra tahta geçen Zidanta ve I. Huzziya’da Hantili ile aynı kaderi paylaşarak öldürüldüler.

 

Bu dönemde Hitit devleti, Torosların güneyindeki ülkeleri, Güney ve Güneydoğu Anadolu’daki diğer bölgeleri yeniden Mitanni Krallığı’na kaptırdı.

 

Telipinu tahta geçince, saraydaki kan davalarını durdurmayı başardı. Önceki kralların uzak bölgelere yaptıkları seferleri durdurarak, Anadolu’yu kendi içinde tutarlı bir idari teşkilat altına almaya çalıştı. Bu amaçla eyalet sistemini kurdu. Telipinu fermanı olarak bilinen fermanı yayınlayarak, taht verasetini belli kurallara bağladı.

 

Geleneksel Hitit tarihi çağ ayrımına göre, Telipinu devrini “Orta Krallık” adı verilen dönem izler.

 

Aynı zamanda I. Tuthaliya Hititlerin amansız düşmanı Kaşkalar’ la da başetmek zorunda kalmıştır. Metinlerde Tuthaliya zamanında, Fırat’ın yukarı yatağında kalan bölgelere ve Kuzey Mezopotamya’da Hurrilere karşı yapılan askeri harekatlardan söz edilmektedir. Bu başarılarla I. Tuthaliya’nın Hatti ülkesinde krallığın gücünü yeniden sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak I. Tuthaliya’nın hükümdarlık alanı genelde Anadolu ile sınırlı kalmıştır.

I. Şuppiluliuma tahta geçince, öncelikle Anadolu’ daki hakimiyetini sağlamlaştırmıştır. Daha sonra Suriye ve Kuzey Mezopotamya’ nin bazı bölgelerini Hitit Krallığı’ na katmıştır. Kaşka’ larla savaşmış, Ugarit Kralı II. Nigmedu ile bir anlaşma yapmıştır. Şuppiluliuma Mısır’ da Tutankhamon’ un ölümünden sonra çıkan çatışmaları fırsat bilmiş, Kargamış’ ı alarak Mitanni Krallığı’ na son vermiştir.

 

II.Murşili’nin, Anadolu’nun kuzeyindeki ve batısındaki seferleri, Hitit çekirdek ülkesinde vebanın hüküm sürdüğü ve giderek artan Asur etkisiyle Suriye’de huzursuzlukların yaşandığı bir döneme rastlamıştır.

 

Babası Murşili’nin ardından fazla zorluk çekmeden tahta geçen11. Muvattalli, yirmi yıldan fazla ’’Büyük Kral’’ olarak hüküm sürmüştür. O’ nun küçük kardeşi Hattuşili, askeri birliklerin başı, saray memuru, kuzey sınırının sürekli huzursuz bölgelerinde ve Hattuşa’da Vali olarak Hükümdara birçok alanda hizmet vermiştir. Bu dönemde Muvattalli sarayını, tanrı ve atalarının heykelleri ile birlikte Hattuşa’dan Tarhuntaşşa’ya taşımıştır. Muvattalli zamanında Orta Suriye’deki Amurru bölgesi nedeniyle, Hititler’in anlaşmazlığa düştüğü ülke Mısır’dı. Bu anlaşmazlık Kadeş Savaşı’ na yol açtı. (M.Ö. 1274)

 

Günümüzde Mısır’ daki Abydos, Luksor, Abu Simbel’in duvarları ve Ramsesseum’un pylonlarının üzerindeki kabartmalarda, Yakındoğu’nun geçmişindeki en ünlü savaşlardan biri olan Kadeş Savaşı’ nın tasviri görülmektedir. Kabartmalara II.Ramses’in Hitit Kralı II. Muvattalli’yi yenerek elde ettiği zaferin kutlandığı hiyeroglif metinler eşik etmektedir. Firavun çok iyi hazırlanarak savaş alanında bizzat bulunmasına rağmen, savaşın asıl galibi Hititler olmuştur. Amurru yeniden Hitit yönetimi altına girmiş, ayrılıkçı yerel kral Benteşina ise Anadolu’ya sürülmüş, Kadeş Kalesi Hitit denetiminde kalmıştır.

 

Büyük Kral II. Muvattalli öldüğünde, eski bir kurala uyulmuş ve imparatorluğun en güçlü adamı olan kardeşi Hattuşili yerine, oğlu III. Murşili/Urhi-Teşup tahta geçmiştir. O, başkenti Tarhuntaşşa’dan, yeniden Hattuşa’ya taşımıştır.

 

Bölgede II. Muvattalli döneminden ve Kadeş Savaşı’ ndan bu yana II. Ramses hüküm sürmekteydi. Hattuşili Asur ve Babil Hükümdarları ile olduğu gibi, II. Ramses ile de hükümdarlar arasındaki olağan ilişkilerini sürdürmüştür. I. Şuppiluliuma’ dan beri süregelen savaş durumunu sona erdirmiş ve Mısır ile barış antlaşmasını imzalamıştır. Antlaşma Hattuşa’ da ortaya çıkarılan ve günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunan kil tabletten anlaşılmaktadır. Akadca yazılmıştır. Ayrıca Mısır-Karnak Ramesseum’ da da Mısır hiyeroglifi ile kaleme alınmış kopyaları görülmektedir. II. Ramses ile yapılan barış antlaşması, Hattuşili’ nin hükümdarlık döneminde ulaştığı bir zirvedir. Bu başarı kendisinin rakipleri Asur ve Babil ile Ege’ deki rakibi Ahhiyava karşısındaki konumunu güçlendirmiştir.

 

Kurallara uygun olmaksızın tahta çıkmış olmasına rağmen, III.Hattuşili önemli politik başarılar ve uluslararası takdir kazanmıştı; ancak Hattuşa’da tahtına çıkacak kişi ile ilgili düzenlemeyi yapmak da kendisi için önemliydi. Önceden seçilen varisten vazgeçilmiş ve yerine Prens IV. Tuthaliya seçilmişti. Tuthaliya tahta çıktıktan sonra, Tarhuntaşşa Kralı Kurunta ile antlaşma yapmış ve Tarhuntaşşa ülkesinin sınırları yeniden çizilmiştir. II. Muvattali’nin oğlu olarak hanedandan gelen Krala, imparatorluk hiyerarşisi içinde Karkamış Kralı ile aynı düzeyde yer verilmiştir.

 

Hitit İmparatorluğu’nun bilinen son hükümdarı IV. Tuthaliya’ nın oğlu II. Şuppiluliuma, başgösteren yiyecek sıkıntısıyla daha da gerginleşen duruma rağmen bazı askeri başarılar elde etmiştir. Hattuşa’da bugün Güneykale olarak adlandırılan kesimdeki bir yazıtta, II. Şuppiluliuma’ nın askeri birliklerinin Orta ve Güneybatı Anadolu’da başarıyla savaştığından, Tarhuntaşşa’ da da hükümdarın yeniden otorite kurduğundan söz edilir. Çivi yazılı belgeler de, Kargamış Kralı ve doğrudan Büyük Kral tarafından denetlenen Alaşiya (Kıbrıs) ülkesiyle antlaşma yapıldığı belirtilir.

 

Hitit İmparatorluğu’nun M.Ö. 1200’den kısa bir süre sonra yıkılma nedeni halen tam olarak anlaşılamamıştır. İmparatorluğun yıkılmasına çeşitli etkenlerin neden olduğu değerlendirilmektedir. Son büyük kralın hüküm sürdüğü dönemde, halk içinde huzursuzluklar ve Hitit aristokrasisinde giderek artan çatışmalar başgöstermiştir. Hitit Devletinin ayakta olduğu son yıllara tarihlenen yazılı kaynaklar, sefalet içinde olduğu belirtilen Anadolu’ya Suriye ve Mısır’dan büyük miktarlarda tahıl sevk edildiğini kanıtlamaktadır. Aynı zamanda Anadolu’daki huzursuzluklar ve Suriye üzerindeki Hitit etkisinin azalması da Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasında neden ya da sonuç olarak değerlendirilmektedir.

 

Hitit Dili

 

Arkeolojik araştırmalarda Hitit yerleşimlerinde bulunan yazılı belgeler, Anadolu’da aynı dönemde (M.Ö. 1800’ lü yıllarda) Hint-Avrupa dillerinin en eskisi Hititçe’den başka, yine aynı dil grubuna ait Luvi ve Pala dillerinin, ayrıca Hurrice, Hattice ve Akadca’ nın yazı dili olarak kullanıldığını göstermektedir. Çivi yazısı ile yazılan bu dillerde her işaret bir heceyi simgeler. Hititlerin kullandığı bir başka yazı türü de Luvi dilinde yazılan ve hiyeroglif denen resim yazısıdır. Hititlerin kullandığı ve Mısır hiyeroglifinden tamamen farklı olan bu hiyeroglifte, heceler hatta kelimeler tek bir işaretle temsil edilebiliyordu. Hiyeroglif daha çok mühürlerde ve kaya anıtları gibi büyük yazıtlarda tercih edilmekteydi. Hititlerde okur yazarlık yalnızca çok küçük bir gruba ait bir beceri olarak kabul edilirdi. Çivi yazısını kralların da (LUGAL.GAL) okuyamadıkları, aldıkları mektupların sonunda yer alan ve yazıcıya hitap ettiği anlaşılan “sesli oku” ibaresinden anlaşılır.

 

 

Hitit Dini-

 

 

Hitit dini çok tanrılı bir dindir; panteonun (tanrılar ailesi) içinde binlerce tanrı ve tanrıça vardır ve bunların pek çoğu diğer kavimlerin dinlerinden alınmıştır.

Hititler’ de tanrılar tıpkı insanlar gibidir. Fiziki şekilleri insan gibi olduğu kadar, ruhen de onlarla aynı olup, insanlar gibi yerler, içerler, kendilerine iyi bakıldığı sürece insanlara iyilik ederler; ancak ihmal edildikleri zaman hemen intikam almaya, insanları en acımasız yöntemlerle cezalandırmaya hazırdırlar. Bir Hitit metni insanlarla tanrıları birbirleriyle kıyaslamakta ve tanrı- insan ilişkilerini bey - hizmetçi ilişkilerine benzetmektedir.

 

Hitit devletinin panteonu Anadolu ve Suriye şehirlerinin çeşitli yerel panteonlarının zamanla bir araya getirilip birleştirilmesinden oluşmuştur.

 

Hitit devletinin başlangıcından itibaren baş tanrı, fırtına tanrısıdır (Teşup). Kozmik dönemi (kainatı) sağlayan, krallığı ve ülkenin düzenini koruyan fırtına tanrısıdır. Kral, efendisi adına ülkeyi yönetir.

 

 

Hitit İmparatorluğu’nun Yapısı

 

Siyasal yapısı itibariyle Hitit Devleti, Kral ve üyeleri kraliyet ailesinden gelen kişilerden oluşan politik bir kurumdu. Yönetimin politik organı Panku’dur (İmparatorluk Meclisi). Herhangi bir politik sorun olduğunda Panku Kral tarafından toplantıya çağırılmaktaydı.

 

Hitit Kraliyet ailesi, dışarıya karşı kapalı bir topluluk değildi. Krallık kalıtsaldı, ancak, Kral olabilecek birinci ve ikinci dereceden erkek olmaması durumunda, birinci dereceden bir prensesin eşi de Kral olabilirdi. Kral tarafından belirtilen veliahdın Panku’nun onayını aldıktan sonra bağlılık yemini etmesi gerekiyordu. Krallık yanında, kurumsallaşmış bir Kraliçelik de vardı. Kraliçenin politik hayatta önemli görevler üstlendiği III. Hattuşili’nin eşi Puduhepa’nın icraatlarından anlaşılmaktadır. Ancak Hitit devlet yapısında Kral, mutlak güçtü.

 

 

 

Kadeş Savaşı ve Barış Antlaşması-

 

M.Ö. 1274 tarihinde II. Ramses ile Muvattalli arasında Kadeş önünde büyük bir meydan savaşı yapılmış ve Kadeş Barış Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu antlaşmaya bağlı olarak II. Ramses savaştan önce aldığı yerleri boşaltmış, Kadeş Şehri Hititlere kalmıştır.

 

Kadeş Barış Antlaşması sırasında orduda çıkan bir isyanda, Muvattalli öldürülmüştür. Antlaşma, onun yerine geçen III. Hattuşili tarafından imzalanmıştır. (M.Ö.1269) Bu antlaşma dünya tarihinde eşitlik ilkesine dayanan en eski antlaşmadır. Antlaşma çivi yazısıyla gümüş plakalar üzerine Akadca olarak yazılmıştır. Ayrıca Kralın mührünün yanında Kraliçenin mührü de vardır.

 

Bu antlaşmanın gümüş levhalara kazınmış olan asıl metinleri kayıptır. Mısır’da tapınakların duvarlarına kazınan antlaşmanın bir nüshası da, Boğazköy (Boğazkale) kazılarında kil tablet olarak bulunmuş olup Istanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.

 

Kadeş antlaşmasının Hattuşa’da bulunan çivi yazılı tabletinin büyütülmüş kopyası New York’ta Birleşmiş Milletler Binasında asılıdır.

 

Frig Çağı

Hitit Devleti’nin yıkılışından sonra, Anadolu’da 300 yıllık bir karanlık devir yaşanmıştır. M.Ö. 800 yıllarında Asur kaynaklarında “Muşki” olarak geçen Frigler, merkezi Gordion olmak üzere Kızılırmak yayı içindeki bölgede bir devlet kurarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Frigler’ in Çorum bölgesindeki yerleşme merkezleri Pazarlı, Boğazkale, Alacahöyük ve Eskiyapar’dır. Bu çağın önemli bir özelliği de, demirin uygarlığa girmesi ve “Demir Çağına“ Frigler’ le başlanmasıdır. M.Ö. 7. yy.’ ın ilk yarısında Kimmerler tarafından yıkılan Frigler; kültür ve sanattaki etkinliklerini M.Ö. 330’da Büyük İskender’in Anadolu’yu ele geçirmesine kadar devam etmişlerdir.

 

Frig Sonrası

Kimmerlerin Frig devletini yıkmasından sonra Çorum bölgesi İran’da bir devlet kuran Med’lerin, daha sonra da Pers’lerin hakimiyetinde kalmıştır. M.Ö. 276’da Galatlar, Çorum ve çevresinde Hitit ve Frigler’ den sonra en çok iz bırakan devlettir. Roma İmparatoru Julius Cesar zamanında bölge, Romalıların eline geçmiş ve M.S. 395’te Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra Çorum ve civarı Bizans İmparatorluğu’nun yönetimine geçmiştir. Bu devirde Çorum’un adını Yankoniye olarak görmekteyiz.

 

Çorum Bölgesine Oğuz Boylarının Yerleşmesi ve Türk Egemenliğine Geçiş-

 

Büyük Selçuklu Hükümdarı Melikşah’ ın Danişmend Beyi olan Ahmet Gazi, Amasya’yı aldıktan sonra Çorum’u da (Nikonya) almak için Çavlı Beyi görevlendirdi. Çavlı Bey, emirlerinden Karatekin ve Serkes Ahmet Gazi ile Çorum’a yürüdü ancak, Çorum Tekfuru (yönetici) Nastura’ya Kastamonu’dan yardım geldiği için Çavlı Bey başarılı olamadı. Bunun üzerine Melik Ahmet Gazi 30.000 kişilik askeriyle Çorum’a geldi. Beraberinde Komutanlarından İltekin Gazi’de bulunmaktaydı.

 

Kastamonu’dan Çorum’a yardım için gelen Bizans kuvvetleri bozguna uğratılarak şehir kuşatıldı. Melik Ahmet Gazi Nastura’ya, elçisi Yahya’yı şehri teslim etmesi için gönderdi. Nastur bu teklifi reddetti. Bir haftalık kuşatmadan sonra Nikonya (Çorum) Şehri 1075 yılında alındı.

Melik Ahmet Gazi Oğuzlar’ ın Alayunt’lu boyundan Çorumlu oymağının başı bulunan İlyas Beyi Çorum’a yönetici olarak bırakmış, İltekin Gazi ile Osmancık’ı almak üzere Çorum’ dan ayrılmıştır. Çankırı yöresinin fethi için Çavlı ve Karatekin Beyleri görevlendirdi. Osmancık alındıktan sonra burasını Alayunt boyundan Osman Bey’e verdi. Osmancık adını bu beyden almıştır.

Kısa zamanda Orta Anadolu’yu Bizans’ın elinden alan Danişmend Beyliği, Çorum ve çevresini Türk boylarına açarak Anadolu’nun Türkleşmesine katkıda bulunmuştur. Bu bölgede Oğuz Türkleri yerleştikleri yerlere boylarının ve oymaklarının adlarını vermişlerdir. Köy, mahalle, dere, tepe, dağ ve ova gibi bazı yer isimleri Oğuz boylarının adlarını taşımaktadır. Bayat, Büget, Kayı, Kınık, Salur, Avşar, Bayındır, Karakeçili, Karaevli, Dodurga verilen boy ve oymak adlarından bazılarıdır.

 

Anadolu'nun Türkleşmesinde Oğuz Boylarına mensup Türkmenler'in büyük rolü olmuştur. Bu çerçevede Karadeniz Bölgesi'ne de çok sayıda Oğuz Boylarına mensup Türkmenlerin yerleştiği görülmektedir. Bu Türk boyları bölgenin hem fetihlerle, hem de iskanlarla Türkleşmesini sağlamışlardır. Prof. Dr. Faruk SÜMER'in araştırmalarından yapılan tespitlere göre; XVI. Yüzyılda, Amasya, Canik (Samsun), Çorum, Karahisar-i Şarki, Kastamonu, Kengiri (Çankırı), Sivas ve Trabzon sancaklarındaki yer adları incelendiğinde, Yirmidört Oğuz Boyunun 21’i yerleşmiştir. Bunlar; Kayı, Bayad, Kara-Evlu, Yazır, Döğer, Todurga, Afşar, Kızık, Beğ-Dili, Karkın, Bayındır, Çavundur, Çepni, Salur, Eymür, Ala-Yundlu, Yüreğir, İğdir, Büğdüz, Yıva ve Kınık boylarıdır. Bölgede bu boylara ait 268 yer adı bulunmaktadır.

 

Kıyı şeridi başta olmak üzere, Karadeniz Bölgesi'nin Türkleşmesinde özellikle ÇEPNİLER önemli roller oynamışlardır.

 

Anadolu'nun fethinden sonra bölgeye yerleşen Türklerin Çorum bölgesini yurt ve otlak olarak kullandıkları kayıtlardan anlaşılmaktadır.

 

Bölgede en çok köy ve yer adı bırakanlar Bayat, Eymir, Kargın, Yapar ve Çavuldur boylarıdır.

 

Danişmend Beyliği Zamanında Çorum

 

Danişmend Ahmet Gazi tarafından Bizans’tan alınan Çorum, Danişmend Beyliği’nin Sivas koluna bağlıydı. Sonradan merkezleri Niksar olmuştur. 1174 yılına kadar bağımsız olan Danişmend Beyliği, Anadolu Selçuklu Sultanı II.Kılıç Arslan tarafından yıkılarak toprakları Anadolu Selçuklu Devletine katılmıştır.

 

Danişmendliler zamanında Anadolu’nun büyük bir kısmı Anadolu Selçukluları tarafından ele geçirilmiştir. Ancak Haçlı ordularının Ankara’ya yürümesi üzerine, Ankara Emiri olan Fetih Han Çorum Sancağına çekilmek zorunda kalmıştır.

 

Anadolu Selçukluları Zamanında Çorum-

 

Çorum’un Anadolu Selçuklu Devleti’nin yönetimine katılması I.Kılıç Arslan zamanında olmuştur. Haçlılarla Çorum yakınlarında savaş yapılırken Çorum Beyi olan Obruna’nın Kılıç Arslan’a sığınmış olduğu ve şimdiki kalenin I.Kılıç Arslan tarafından yaptırıldığı değerlendirilmektedir.

 

Çorum’un I. Kılıç Arslan tarafından alınması Danişmendliler ile aralarının açılmasına neden olmuştur.

 

I.Kılıç Arslan’dan sonra Anadolu Selçukluları zamanında Çorum giderek gelişmiş olup, 1200 yılına ait bir tutanakta Camii Kebir (Ulu Camii) Pazar Camii, Abdi bey Camii Defterdar Camii, Burhan Kethüda Camii ayrıca Süleyman ağa Kütüphanesi’nin bulunduğu görülmektedir.

II.Gıyasettin Keyhüsrev döneminde (1237-1245) Çorum yönetim bakımından serleşkerlik (Bölge Komutanlığı) şekline dönüşmüştür.

 

Bu zamanda Baba İshak ismindeki bir dervişin, Türkmenler arasında taraftar toplayarak ayaklanması güçlükle bastırıldı. Baba İshak’ ın en yakın müridlerinden olan Baba İlyas Çorum’daki Türkmen beylerinden olup, Baba İshak’ın öldürülmesinden sonra Amasya’ ya geçerek şeyhliğine devam etmiş, yerine oğlu Aşık Paşa (Aşık Ali) geçmiş, daha sonra Aşık Ali’nin oğlu Elvan Çelebi şeyhliklerini sürdürmüşlerdir.

 

Moğollar ile Anadolu Selçukluları arasında, 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşında, Anadolu Selçuklu Devletinin yenilmesi sonucu, Anadolu’da yeni bir karışıklık dönemi başlamıştır. Bu durum Çorum’u da etkilemiştir. Karahisar Temürliye sahip olan “Hüsamettin” bu karışıklıkta Çorum ve Osmancık’a da egemen olmuştur. 1276 yılında Kunduz bey’in oğlu Emir Celalettin’in Çorum’daki Moğolları yenerek Çorum ve Amasya’yı almıştır.

 

Osmanlılar Dönemine Kadar Çorum-

İlhanlı Devletine 1308’ de bağlanan Çorum’da, Moğolların Anadolu yöneticisi olan Timurtaşın Mısır’a kaçması üzerine Eretna Bey egemenlik sağlamıştır. Eretna Bey’in ölümünden sonra yedi yaşındaki oğlu Mehmet Beyliğe getirilirken Kadı Burhanettin buna vasi olmuştur. Kadı Burhanettin Hükümdarlığını ilan ederek Şahgeldi Paşayı yenmiş, Çorum’u almış daha sonra Osmancık’ı da ele geçirmiştir. Kadı Burhanettin Osmanlılara karşı Karamanoğulları ve Kastamonu Emirleriyle üçlü anlaşma yapmıştır.

 

Anadolu’da Türk siyasi birliğini kurmak isteğiyle hareket eden Yıldırım Beyazıt, önce Kastamonu Emiri Süleymanı yenerek Kadı Burhanettin’den Osmancık’ın teslimini istedi. Bugünkü Kırkdilim yöresinde yapılan savaşı Kadı Burhanettin kazandı (1392). Bir süre sonra Yıldırım Beyazıt kendisine taraftar beylerin yardımlarıyla Çorum, İskilip ve Osmancık’ı ele geçirdi. Kadı Burhanettin Sivas’a çekilmek zorunda kaldı.

 

Osmanlı İdaresinde Çorum

 

Ankara Savaşı sonucunda (1402) Yıldırım Beyazıt’ın kurmuş olduğu siyasi birlik bozulmuştur. Timur himayesinde Amasya’da egemenliğini yürüten Çelebi Sultan Mehmet zamanında Çorum, yine Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Bu durum Cumhuriyet yönetimine kadar devam etmiştir. Çelebi Sultan Mehmet Çorum’da Subaşılık (Komutanlık) kurduğu gibi sık sık Çorum’u rahatsız eden Köpekoğlu Sülü ve kardeşi Hüseyin’i öldürtmüş, ayrıca Babaiye tarikatı taraftarlarıyla uğraşmıştır.

 

Osmanlı birliğini sağlayan Çelebi Mehmet, oğlu II.Murat’ı Amasya’ya Vali yapmıştır. II.Murat’ın Lalası Biçer oğlu Hamza Bey’in Çorum’a hizmetleri olmuştur. XVI. yy.’ dan itibaren Çorum bölgesi Karayazıcı gibi Celalilerin ayaklandığı bir yer haline gelmiştir.

 

 

Milli Mücadele Döneminde Çorum -

 

Çorum’da Milli Mücadele hareketi üç bölüm halinde açıklanabilir.

 

19 Mayıs 1919’ dan Önce Çorum

İttihat ve Terakki Partisinin kökü olan Vatan ve Hürriyet Cemiyetinin kurulmasında Çorum’lu Doktor Mustafa Cantekin’in büyük rolü olmuştur. Çorum’da İttihat ve Terakki Partisinin kurulmasında Edebiyat öğretmeni Münüf Kemal, Yüzbaşı Selahattin öncülük etmişlerdir.

 

I.Dünya Savaşından önce meydana gelen genel karışıklık Çorum’da da görülmüş Hürriyet ve İtilafçılar Avukat Kamil ve Avukat Sabit öncülüğünde faaliyete geçmişlerdir. Bu zamanda İttihat ve Terakki Partisi dağılmıştır.

 

19 Mayıs 1919’dan 23 Nisan 1920’ye Kadar Geçen Olaylar

 

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı sırada ülkenin içinde bulunduğu karışık ortam Çorum’da da yaşanmaktaydı. Bu zamanda Çorum Ankara’ya bağlı bir sancaktır. Bu sancağın yönetiminde Ankara Valisi olan Muhiddin Paşa’ya bağlı Samih Fethi bulunmaktaydı. Padişah taraftarı olan bu kişiler Milli Mücadele hareketine cephe almışlardı. Atatürk, Ali Fuat Cebesoy’u görüşmek üzere Havza’ ya davet etti. Ali Fuat Cebesoy, Sungurlu - Çorum - Merzifon yolunu uygun görerek 16-17 Haziran’ da Çorum’a gelmiş ve burada misafir olmuştur. Onu takip ederek Çorum’a gelen Ankara Valisi Muhiddin Paşa, Muhtasarrıf Samih Fethiyle görüşerek Ali Fuat Cebesoy’u tutuklamak istemiş ancak başarılı olamamıştır.

 

Atatürk Erzurum Kongresini yaptıktan sonra, kongre yapmak üzere Sivas’a geldiği sırada, Çorum’da bulunan Samih Fethi bir takım engellemeler yapmak istemişse de başarı gösterememiştir. Çorum Sancağından Sivas Kongresine katılmak üzere, Mehmet Tevfik Efendiyle Çorum Lisesi Fransızc a Öğretmeni olan Dursun Bey temsilci olarak gönderilmiştir.

 

Cumhuriyetin İlanına Kadar Çorum’da Geçen Olayların Ana Hatları

 

Gazi Mustafa Kemal’ in her sancaktan beş kişi seçilmesine dair genelgesine uyularak Çorum’dan seçilen beş kişi, ilk T.B.M.M.’ ni kurmak üzere Ankara’ya gönderildiler. Bu sırada Çorum’a Mutasarrıf Vekili olarak Haymana Kaymakamı Cemal Bey atanmış ve Çorum’a gelişinden bir gün sonra Ankara’da T.B.M.M. açılmıştır.

 

Milli Mücadele hareketinin başlangıcı ve en zor zamanında Çorum bir taraftan Çapanoğullarının, öte yandan Pontusçuların tehdidi altında bulunuyordu. Çorum halkının Milli Mücadele hareketine bağlılığı sayesinde, Çapanoğulları isyanı daha fazla genişlemeden söndürülmüştür.

 

Çorum Milli Mücadelede en çok şehit veren illerden olup, merkez ve ilçelerinden İstiklal Savaşına katılan 1510 kişi İstiklal Madalyası ile onurlandırılmıştır.

 

 

alintidir..tıkla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 ay sonra...

Anadolu'nun ortasında, Ankara'nın yaklaşık 150 km doğusunda, antik Kapadokya'nın kuzey sınırında büyük bir imparatorluğun merkez yer almaktaydı: Hititler'in başkenti Hattuşa. Büyük Krallar MÖ 1650/1600 ile 1200 arasında Anadolu'nun geniş kesimlerini ve Kuzey Suriye'yi Hattuşa'dan yönettiler. Babil'i ele geçirdiler, Troia'yı kendilerine bağladılar. Mısır ve Assur/Babil'in yanında Hititler Eski Doğu'nun üçüncü süper gücüydüler.

 

Hattuşa'nın kazılarak ortaya çıkarılmış ve restore edilmiş kalıntıları günümüzde açık hava müzesi niteliğinde olup Tarihi Milli Park'ın merkezini oluşturur. Hattuşa, Türkiye'de UNESCO Dünya Mirası Listesi 'nde yer alan 9 yerden biridir.

 

2001 yılında Hattuşa'da bulunup Ankara ve İstanbul Müzelerinde muhafaza edilen çiviyazılı tablet arşivleri UNESCO Dünya Belleği Listesi 'ne alınmıştır.

 

hattuschamauer_01g.jpg

(Restore edilen yer kırmızı ile belirtilmiştir.)

 

hattuschamauer_09g.jpg

hattuschamauer_05g.jpg

hattuschamauer_15g.jpg

hattuschamauer_02g.jpg

 

HİTİT KRALLARI

 

Tarih Kral Akrabalık/İlişki

??? Pithana (Kuşşara'lı)

??? Anitta (Kuşşara'lı) Pithana'nı oğlu

1680 - 1650 I. Labarna Bilinen ilk Hitit Kralı

1650 - 1620 II. Labarna (I. Hattuşili) Labarna'nın evlatlık oğlu/katili

1620 - 1590 I. Murşili Hattuşili'nin büyük oğlu/evlatlığı

1590 - 1560 I. Hantili I. Murşili'nin katili ve kayınbiraderi

1560 - 1550 I. Zidanta Hantili'nin damadı

1550 - 1530 Ammuna Hantili'nin oğlu

1530 - 1525 I. Huzziya Ammuna'nın oğlu

1525 - 1500 Telipinu I. Zidanta'nın oğlu?/Ammuna'nın kayınbiraderi

??? Tahurvaili ???

??? Alluvamna I. Huzziya'nın damadı

1500 - 1450 II. Hantili Alluvamna'nın oğlu

??? II. Zidanta ???

??? II. Huzzia ???

??? I. Muvatalli ???

1450 - 1420 II. Tuthaliya II. Huzziya'nın oğlu

1420 - 1400 I. Arnuvanda II. Tuthaliya'nın oğlu

1400 - 1380 III. Tuthaliya I. Arnuvanda'nın oğlu

??? II. Hattuşili ???

1380 - 1340 I. Şuppilulima III. Tudhaliya veya II. Hattuşili'nin oğlu

1340 - 1339 II. Arnuvanda I. Şuppilulima'nın oğlu

1339 - 1306 II. Murşili I. Şuppilulima'nın oğlu

1306 - 1282 II. Muvatalli II. Murşili'nin oğlu

1282 - 1275 III. Murşili II. Muvatalli'nin oğlu

1275 - 1250 III. Hattuşili II. Murşili'nin oğlu

1250 - 1222 IV. Tuthaliya III. Hattuşili'nin oğlu

??? Karunta Muvatalli'nin oğlu / IV. Tuthaliya'nın kuzeni

1220 - 1215 III. Arnuvanda IV. Tuthaliya'nın oğlu

1215 - 1200 II. Şuppilulima IV. Tuthaliya'nın oğlu

 

TARİH ÖNCESİNDEN TARİHE

 

Toplumların tarihöncesi çağları, henüz kendileriyle ilgili dolaysız bilgi veren yazılı belgelerin bulunmadığı, başka bir deyişle herhangi bir yazı sistemini dillerine uygulamaya geçmedikleri zaman kesitleridir. Bu dönemlerde toplumların yarattıkları uygarlıkların düzeyi ve yaşam biçimleriyle ilgili bilgiler, günümüze gelebilmiş maddi belgelerin arkeologlar tarafından yapılan kazılarda ortaya çıkarılması sonucu elde edilmektedir. Maddi belgelerden, günümüzde artık yaşamayan insan topluluklarından kalan her türlü eşya ile, mimarlık ve sanat eserleri anlaşılmaktadır. Bu suskun belgelerin dışında, bir de o günkü toplumların fikir ürünleri diyebileceğimiz yazılı belgeler bulunmaktadır ki, bunların okunması ile elde edilen bilgilerin ışığı altında insanlığın geçmişi hemen her yönüyle anlaşılabilir bir duruma gelir. Bu aşamaya gelen toplumlar, tarihöncesi çağlardan tarihsel çağlara geçmiş sayılırlar. Eğer, bir toplum henüz kendisiyle ilgili dolaysız bilgi sağlayan belge yaratma aşamasına gelmemişi fakat çevresinde bulunan ve yazıyı kullanmasını bilen başka toplumların belgeleri o toplumla ilgili bilgi veriyorsa, söz konusu insan topluluğu protohistorik (tarih öncesi) bir çağ yaşıyor demektir.

 

Anadolu’da yaşayan toplumlar da tarih çaplarına geçmeden önce, Ön Asya adını verdiğimiz ve yaklaşık olarak batıda Ege Adaları’ndan başlayarak Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır, Mezopotamya ve İran’ı içine alan coğrafi alanda yaşamış yazıyı kullanmaya Anadolulu insanlardan çok önce başlamış toplumların bıraktıkları yazılı belgeler yardımıyla böyle bir protohistorik çağa ulaşmıştır.

 

Anadolu, Ön Asya’nın kapsamına giren yukarıdaki alanlar içinde iki bakımdan önemli bir yere sahipti. Bu önemin birinci nedeni Anadolu’nun coğrafi konumundan kaynaklanmaktaydı; Ege dünyası ile Doğu dünyası arasında ilişkiyi sağlayan Anadolu Yarımadası idi. Ancak, bu durumu nedeniyle Anadolu’yu çoğu kez görüldüğü gibi, bir köprü olarak da nitelemek doğru değildir, çünkü köprü daha çok bir geçiş aracıdır; oysa Anadolu sadece bir yerden bir yere geçilen bir toprak parçası değil, yerleşilen, yurt edinilen, yöresindeki bütün kültürlerden etkilenen ve onları etkileyen, değerli bir yaşam alanı idi. Anadolu’nun ikinci önemli yönü ekonomikti. Anadolu, ilgili komşu toplumların yazılı belgelerinden sağlanan ilk bilgilere bakılacak olursa Ön Asya’nın, özellikle Mezopotamya’nın, inşaat ahşabı, bakır ve gümüş gereksinmesini karşılayan bir hammadde deposu durumundaydı. Anadolu toplumları henüz büyük bir devlet haline gelmemişken, Mezopotamya’da bir İmparatorluk kurmuş olan Akad Kralı Sargon (İÖ. 2340-2284), tarihsel içerikli yazıtlarında Amanus ve Toros Dağları’na, yani Anadolu’nun güneydoğu sınırlarına değin geldiğinden söz etmektedir. Kendinden sonra, fakat yine Akadlı Sargon’a atfen yazılan, daha çok efsanevi karakter taşıyan ve literatüre Savaş Kralı Efsanesi olarak geçmiş belgede ise, Sargon’un Anadolu içlerine sefer düzenlediği anlatılmaktadır. Belgeye göre, Anadolu’da bulunan ve Hitit dönemindeki Puruşhanda kenti ile eşitliği kuşkusuz olan Burşahanda kenti tüccarlarından bir kurul Dünyanın Kralı olarak niteledikleri Sargon’a başvurarak, ondan kendilerini korumasını, rica ederler; çünkü onlar asker değildirler. Sargon’un gideceği ülke çeşitli ağaçlarla dolu, ormanlık, zengin bir ülkedir; ama, Burşahanda’ya değin yol uzun ve zahmetli bir yolculuk gerektirecektir. Sargon’un bu sefere girişip, girişmediğini bu belgeden öğrenemiyoruz. Fakat, eğer Puruşhanda kenti, araştırıcıların Hitit metinlerinden çıkardıkları sonuca göre gerçekten Tuz Gölü’nün güneyinde yer alıyor idiyse, buradan Sargon’un koruması altına girmek isteyen tüccarların bulunması ilgi çekicidir. Hemen şunu söylemek gerekir ki, Tuz Gölü yöresi bugün olduğu gibi kurak değildi. Bu bölgede yapılan kazılarda ortaya çıkan hayvan ve bitki kalıntıları, buranın yağışlı bir iklime ve ormanlık bir bitki örtüsüne, doğal olarak da buna uygun hayvan varlığına sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Bu bölgedeki tüccarların Anadolu ile Mezopotamya arasındaki ticaret ilişkilerinin sıkılığını vurguladıkları açıkça belli olmaktadır. İki ülke arasındaki dağlık bölgeler düşünülecek olursa, tüccarların Sargon’a yolun zahmetinden söz ederken hangi güçlükleri anlatmak istedikleri anlaşılır. Bu güçlüklere karşın, tüccarları Anadolu’ya çeken şey, herhalde buradaki hammade zenginliği olmalıdır. Sargon’dan sonra bir başka Akad Kralı olan Naramsin (İÖ 2260-2223) de, yazıtlarında Anadolu sınırlarına değin varan Askeri Yüksek İdare Mahkemesi seferler yaptığını anlatmaktadır. Ona atfedilen efsanede ise, Naramsin’in Anadolu’ya girdiğinden, hatta kendisine karşı 17 kralın birleşmesiyle kurulan bir koalisyona karşı savaştığından söz edilmektedir. Bunlar, efsane türünde yazılı belgeler olarak tarihsel gerçeği yansıtmasalar bile, Akad krallarının Anadolu’nun tüccarlardan dinledikleri zenginlikleri karşısında kayıtsız kalmadıklarını ve burayı ele geçirmek için emeller beslediklerini göstermeye yeterlidir. Anadolu protohistorik çağında yalnız Mezopotamya ile değil, Manyas Gölü yakınındaki Dorak’ta bulunduğu söylenen (bu mezar buluntularının şimdi nerede olduğu belli değildir) kral mezarlarında ele geçirilen ince bir altın levha üzerinde bulunan 5. sülale firavunlarından Sahure’nin (İÖ 2475) adına bakılacak olursa, Mısır ile de siyasal ilişkiler kurmuştu. Ne yazık ki, bu ilişkilerin nedenleri ve yoğunluk derecesi ile ilgili fazla bilgi edinemiyoruz.

 

Anadolu’nun tarihsel çağları, Çorum’un Sungurlu İlçesi’ne 5 km. uzaklıkta bulunan ve yapılan kazılarda Hitit İmparatorluğu’nun başkenti Hattuşa olduğu anlaşılan Boğazköy’de, Yozgat’ın güneydoğusuna düşen Alişar Höyük’te ve Kayseri’nin kuzeyindeki Kültepe’de bulunan, çiviyazısı ile yazılmış ve adına tablet dediğimiz kil levhacıklar ile başlar. Sayıca Aliar ve Boğazköy’de az, Kültepe’de ise onbinleri aşan bu tabletlerin yazılmış olduğu dil, Mezopotamya’da çok geniş bir zaman kesiti içinde konuşulmuş olan ve günümüzdeki Arapça ve İbranca ile aynı dil ailesine giren Akadça’nın Eski Asur lehçesidir. Bu tabletlerin yazısı ise, İÖ 4. bin yılda Mezopotamya’da Sumerler tarafından resimyazısı olarak icat olunan ve zamanla gelişerek basitleşip, resim biçimlerini kaybederek, dış görünüşü bakımından çiviye benzedikleri için zamanımızda çiviyazısı adı takılan, hece işaretlerinden kurulu bir yazı sistemidir. Bu yazı, genellikle her bilinmeyen yazı sisteminin çözülmesinde olduğu gibi, aynı yazıtın birden fazla dilde tekrarlandığı çift-dilli ya da çok-dilli denilen yazıtlar yardımıyla, bir Alman lise öğretmeni olan Grotefend’in öncü çalışmaları sonucunda, 19. yüzyılın başında okunabilmiştir. Anadolu’da bu yazı ve Akadça yazılan tabletlerin ortaya çıkışı ise 1881 yılına rastlar, yani bu tabletler bulunduğu sırada çiviyazısının ilk okunuşu üzerinden 80 yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Tabletler, ilk önce antikacılar tarafından eski eser piyasasına sürülmüş ve önce antikacılar tarafından eski eser piyasasına sürülmüş ve bulunduğu coğrafi yerin Roma dönemindeki adı olan Kappadokya Bölgesi gösterilerek geçiştirilmiştir. Bu yüzden çeşitli dünya müzelerince satın alınan Anadolu’nun bu ilk yazı ürünler, Kapadokya Tabletleri adıyla tanınmaya başlanmıştır. Eski eser tüccarlarının bir sır olarak sakladıkları esas çıkış yerini bulmak için birçok girişimlerde bulunulmuşsa da bunlar başarısız kalmıştır. 1893-94 yıllarında E. Chantre bu tabletlerin Kültepe’de doğrlanamamış ve 1925’e değin her yıl daha çok sayıda tablet eski eser pazarlarına sunulmuştur. Sonunda Çek bilgini B.Hrozny, Kültepe’de kazılar yapmaya başladığında, tabletlerin höyükte değil de, çok yakınındaki bir tarladan çıkarıldığını köylülerden öğrenebilmiş ve gerçekten de orada başlattığı kazıda 1000 kadar tablet ele geçirmiştir. Daha sonra Hrozny bu kazıları sürdürememiş ve araya giren 2. Dünya Savaşı nedeniyle araştırmalara ara verme zorunluluğu doğmuştur.

 

Gerek Kültepe Höyüğü’nde, gerek Asurlu tüccarların oturmuş olduğu anlaşılan ve tabletlerin bulunduğu yerleşmede, 1948 yılından beri Türk Tarih Kurumu adına Prof. Dr. Tahsin Özgüç tarafından sistemli kazılar yapılmaktadır. Bu kazılar sonucunda, bir Asurlu tüccarlar kolonisi olarak niteleyebileceğimiz yerleşmenin 4 tabakası olduğu saptanmıştır. Bunlardan IV. Ve III. Tabakalar en eski yerleşmeler olup, yazılı belgeden yoksundur. II ve Ib tabakalarında bulunan tabletlerin sayısı ise onbine varmaktadır.

 

ASUR TİCARET KOLONİLERİ

 

Mezopotamya’da kurulmuş devletlerin tarihleri, ilk kuruluş evreleri dışta tutulacak olurda, Anadolu’nun tarihine göre daha iyi bilinir. Bunun nedeni, Mezopotamya’da yapılmış ve bugün de sürmekte olan yoğun arkeolojik araştırmalarda ele geçen yazılı belge sayısının fazlalığı kadar, bu yazılı belgeler arasında bulunan kral listelerinin varlığıdır. Kral listeleri, hatırlanabilen ilk krallardan, belgenin yazıldığı ana kdar başa geçmiş bütün kralları tahtta kalış süreleri ile birlikte sıralar. Aradan geçen zamanla ilk kralların tümü akılda tutulamamış olduğundan, adları bilinen krallara çok uzun egemenlik süreleri verilmiş; böylece daha iyi hatırlanan krallarla ilk başa geçenler arasında oluşan boşluk kapatılmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı, başlangıç evreleri için bu listeler fazla güvenilir tarih kaynakları değilse de, daha sonraki tarihsel gelişimin öğrenilmesinde yararları büyüktür. Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı gibi, kral listeleri sadece hangi kralın hangisinden sonra geldiğini, kaç yıl başta kaldığını gösteren ve devletleri göreli kronolojisini belirleyen kaynaklardır. Örneğin, Kral A, 10 yıl hükümdarlık etmiş, sonra başa geçen Kral B, 25 yıl tahtta kalmıştır. Listede üçüncü kral olarak görünen Kral C ile Kral A arasında 35 yıllık bir süre olduğu hesaplanabilmektedir, ancak bu 35 yıllık zaman dilimi, dünyanın yaratılışından bugüne akıp giden ve çeşitli takvim sistemleri ile kavrayabildiğimiz zaman içinde nereye oturtulmalıdır? Örneğin 1800-1835 arasına mı ya da 1210-1245 arasına mı? İşte kral listeleri bu sorulara yanıt vermez, ama dolaylı olarak bunların yanıtlanmasına da yardım eder. Göreli kronolojiyi, kesin kronoloji haline sokmak için, yukarıdaki örnekte verdiğimiz zaman dilimi içinde bir değişmez nokta bulmak gerekmektedir. Bu kesin noktayı da bize Mısır ve Mezopotamya kaynaklı olan astronomi çalışmaları ve gökyüzü cisimlerinin hareketlerine, ay ve güneş tutulmalarına ait gözlemlerin kaydedilmiş olduğu belgeler sağlar. Bu gibi olaylar bazen çok uzun aralıklarla da olsa, periyodik olarak olaylar tekrarlanmakta ve bu periyotların süresi biliniyorsa, aynı durumun ne zamanlar görülmüş olabileceği geriye doğru hesaplanmaktadır. Sözgelimi eğer Kral B döneminin 3. yılında tam bir güneş tutulması olduğu belgelenmişse, bu kralın yaşamış olduğu sanılan zaman kesiti içine rastlayan güneş tutulması hesaplanır ve diyelim ki, İÖ 1337 yılı bulunur. Bundan sonrası artık kolaydır; elde edilen bu değişmez noktadan hareketle, yalnız Kral B’nin değil, listede adı geçen bütün kralların tarihleri saptanabilir, dolayısıyla bir devletin kronolojisi anahatları ile ortaya çıkar.

 

Kültepe yanındaki Asurlu tüccarlara ait yerleşme yerinde saptanan II. Tabakada bulunan tabletlerde geçen İrişum, Sargon ve Puzuraşşur gibi Asur kral adları ve her yıl atanan ve yıllara adlarını veren yıl memurları’nın adları yardımıyla bu tabaka İÖ 19. yüzyıla, Ib tabakası ise, İÖ 18. yüzyıla tarihlenebilmektedir.

 

Buradaki tabletlerden anlaşıldığına göre, yönetim merkezi Mezopotamya’daki Asur (bugün Kalat Şergat) kenti olan Asur Devleti vatandaşları olan tüccarlar, İÖ 19. ve 18. yüzyıllarda Kültepe’de olduğu gibi, Anadolu’nun değişik Pazar ağı geliştirmişlerdi. Bu ağ, iki tür ticaret merkezinden oluşmaktaydı. Bunlardan biri, Anadolu’da o zaman varlığı yine tabletlerden anlaşılan, henüz merkezi bir devlet otoritesine bağlı olmayan kent beylikleri yakınında kurulmuş olan, Asurlu tüccarların belirli bir serbesti içinde yaşayıp mesleklerini icra ettikleri, adına karum denilen ve Asurca liman ve rıhtım anlamına gelen yerleşmeler, büyük yerleşmelerdi. Diğer bir yerleşme ise Asurca ubrum/wabrum sözcüğünden türetilmiş olan wabartum’lar (anlamı misafir) bulunmaktaydı ki, bunlar herhalde ana merkezler arasında tüccarların konakladıkları, belki mallarını geçici olarak depoladıkları, bir çeşit kervansaraylardı.

 

Ticaret kolonisi terimi, Asur’un Anadolu içine uzanan siyasal egemenliği olarak anlaşılmamalıdır. Bunlar, hem Asurlu tüccarlara, hem de koruması altına girdikleri kent beylerine karşılıklı çıkarlar sağlayan bir ticaret sisteminin parçalarıydı. Dikkat edilmesi gereken ikinci bir nokta da, bu kolonilerin uluslararası bir karakter göstermesidir. Ele geçen belgelerdeki tüccar adları incelendiğinde, burada yalnız Asurlular’ın değil, yerli Anadolu halkına ait kişilerin de ticaret şirketlerine sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Bunların yanında Kuzey Suriye ve Kuzey Mezopotamya kökenli kişiler de ticaret yapmaktaydı. Bu nedenle çoğunluğu Asurla sıkı ilişkile tüccarlardan oluşan bir topluluğu barındırmasına karşın bu yerleşmelerin, yabancı devletlerin ve hükümdarların egemenliğinde olmadığını vurgulamak gerekmektedir.

 

Sözünü ettiğimiz ticaret ağı, Kültepe karum’unun II. katı ile çağdaş belgelerde 10, Ib ile çağdaş belgelerde ise 4 adet olarak görülmektedir. Wabartum’lar ise, II. tabakaya ait belgelerde yine 10, Ib’de bulunmuş belgelerde ise 2 adet olarak belirmektedir. Bütün örgütlenme içinde, sistemli bir biçimde kazıldığı için en iyi tanınanı ve en çok yazılı belge vereni ve eski adının Kaneş olduğu anlaşılan Kültepe’deki karum’dur. Tablet veren diğer 2 karum, sonradan Hititlerin başkentini oluştaracak olan Boğazköy’deki karum Hattuş, diğeri ise, eski adını kesinlikle bilmediğimiz Alişar’daki tüccar yerleşmesidir. Bu iki karum’da da Kaneş karum’una oranla çok daha az sayıda tablet bulunmuştur.

 

Asur ile Anadolu arasındaki ticaretin temelini, Asur’dan Anadolu’ya kalay ve dokuma ürünleri dışalımı karşılında da Anadolu’dan genellikle gümüş, bazen de altın alımı yapıldığı bilinmekteyse de, bakır ticaretinin Kaneş karum’undan değil de bakır madenleri yakınında kurulmuş başka bir karum’dan yapıldığı anlaşılmaktadır; Kaneş karum’unda ele geçen belgelerde bakır yollanması ile ilgili bir şey yoktur. Büyük bir olasılıkla bakır ticaretini elinde tutan ve Fırat yakınındaki Ergani bakır madenleri ile ilişkile olan bir karum bulunmaktaydı. Asurlu tüccarların Anadolu’ya getirdikleri kalayın da Mezopotamya’dan değil, İran’da bulunan kalay kaynaklarından alındığı sanılmaktadır.Asur’dan getirilen tekstil ürünlerinin ise, Asur’a başka bölgelerden dışalımı yapılan yünün dokunması ile oluşturulduğunu ve dokumacılık işinde, genellikle kocaları Kaneş karumu’nda ticaretle uğraşan kadınların çalıştığını öğreniyoruz. Bu arada bazı tekstil ürünlerinin Asur aracılığıyla güneydeki Babil’den alındığını, işlenmiş eşya olarak bazı tunç malzemenin Asur’a dışsatımının yapıldığını yazılı belgelerden anlamaktayız. Mezopotamya ile İndus Bölgesi’nin de ticaret ilişkileri olduğuna dair ipuçlarına sahip olmamıza karşılık, buradan alınan eşyanın Asurlu tüccarlar aracılığı ile Anadolu’ya gönderilip gönderilmediğini kesinlikle bilmiyoruz.

 

Ticaret kervanlarında eşekler kullanılmaktaydı. Her tüccarın ya da firmanın Asur’dan birkaç eşeklik kervanlarla yola çıktığı, fakat bunların birleşerek konvoylar oluşturduğu kesindir. Tabletlerde

 

tepenin üstünde pusuya yatmış kara bir köpek, dağınık kervanları bekliyor; gözleri iyi insanları kolluyor biçiminde, haydutları anlatan yarı edebi türde anlatımlara rastlanır. Buna karşın, bu tehlikelerin Ortaçağ’da Akdeniz ticaretini olumsuz yönde etkileyen korsanların yarattığından daha az olduğu da söylenebilir. Kervanı korumakla yükümlü olan kişiye yapılan ödemelerden bazı belgelerde söz edilmekle beraber, büyük güvenlik güçlerinin gerekli olduğunu gösteren bir kayıt yoktur.

 

Anadolu ile yapılan ticaretin Asurlu tüccarlara büyük kazançlar sağladığı, özellikle tunç alaşımında kullanılan kalayın Anadolu’ya getirilmesinin %100’ü aşan kâr getirdiği, eldeki yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Alıcının borçlanması durumunda %30 oranında faiz elde edilmekteydi. Kolonilerin bulunduğu kentlerdeki yerel Anadolu kralları da buna karşılık dışalımı yapılan mallar üzerinden dokumalardan 1/20, kalaydan 2/65 oranın vergi almaktaydılar. Ayrıca kervan yollarının geçtiği bölgelerdeki başka beylere malın %10’u oranında yol vergisi ödemekteydiler. Kaneş gibi, karum’ların yakınında kurulu kentlerin kralları, meteorik demir ve değerli taşları doğrudan kendileri satma hakkına da sahiptiler. Bu nedenle, bazı malları yerel krallara haber vermeden kaçak olarak onların bölgelerine sokan ve vergiden kurtulma yollarına başvuran tüccarlar da yok değildi. Bir belgede ... kaçak mallar yakalandı; saray Puşu-ken adlı tüccarı hapse attı. Gardiyanlar çok uyanık. Bütün ülkelere kaçakçılık bildirildi ve nöbetçiler kondu. Dikkat! Kaçakçılık yapmayın! biçiminde tüccarları uyaran bir metin dikkati çekmektedir. Yerel kralların Asurlu tüccarları koruma yükümlülüğünden başka, soygunlar nedeniyle oluşan kayıplarını garanti etme yönünde de görevleri vardı. Tüccarlar ise, siyasal ve adli bakımdan Asur yönetimine bağlıydılar.

 

Asurlu tüccarların yerleşmelerinde yaratmış oldukları maddi kültür, Anadolulu bir karaktere sahiptir. Avluları tam merkezde olmayan, tek ya da iki katlı dikdörtgen evleri, çanak-çömlek, madeni araçları ve pişmiş toprak heykelcikleri Anadolu’nun kültür çerçevesine çok uygundur. Geometrik motiflerle bezenmiş aslan, boğa ve diğer hayvan ya da ayakkabı biçiminde yapılmış kaplar, bu yerleşmenin kendine özgü ürünleridir. Tabletler üzerinde görülen mühürler de üslup bakımından aynı dönemdeki Mezopotamya örneklerinden farklıdır.

 

Anlaşıldığına göre, Asurlu tüccarların oluşturdukları kültür, maddi belgelerde kendini belli etmemekte, Anadolu’ya yabancı kişilerin buralarda yaşadığı, sadece yazılı belgelerden öğrenilmektedir. Bu tüccarların Anadolu kültürüne etkileri de fazla olmamıştır. İlişkileri, daha çok korunması altında bulundukları saraylarla olmuş, doğal olarak kültürel bakımdan daha tutucu olan yerel halk, Asurluları’ın ne dilinden, ne de toplumsal ve dinsel görüşlerinden fazla etkilenmemiştir. İleride sözünü edeceğimiz bir mektubun gösterdiği gibi, bu kolonistlerin zamanında yerel Anadolu krallarının kendi aralarındaki yazışmalarında bile kullanmış oldukları Eski Asur dili, Asur yerleşmelerinin ortadan kalkışından sonra tamamen silinip kaybolmuştur.

 

Asur Ticaret Kolonilerinin hangi nedenlerle sona erdiğini kesinlikle bilemiyoruz. Ancak, kazılardan elde edilen verilere göre, bunlar büyük bir yıkım sonunda yok olmuşlardır. Karum II ve Ib tabakaları arasındaki yangın bunun kanıtıdır. Ib katında, ticaret ilişkilerinin az da olsa yeniden canlandığını, fakat eski canlılığına kavuşmadan, Asur ile olan bağların tümüyle kesildiğini görmekteyiz.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

HİTİTLERİN ORTAYA ÇIKIŞI

 

Asur Ticaret Kolonileri sırasında Anadolu’nun gevşek bir siyasal dokuya sahip olduğunu, yani o dönemde henüz güçlü bir merkezi otoritenin varolmadığından yukarıda sözetmiştik. Kültepe’de ele geçen ve Mama Kralı Anum-Hirbi’den, Kaneş Kralı Wrşama’ya yazılmış bir mektup, Anadolu’nun siyasal durumu ile ilgili çok ayrıntılı bilgi vermektedir. Bu belgede Anum-Hirbi, Kaneş kralına şöyle demektedir: Sen bana şöyle yazmışsın: Taişamalı benim kölemdir, ben onu sakinleştiririm. Fakat sen kölen Sibuhalı’yı yatıştırabiliyor musun? Taişamalı senin köpeğin ise, o nasıl oluyor da diğer hükümdarlara karşı bağımsız gibi davranabiliyor? Benim köpeğim Sibuhalı diğer hükümdarlara karşı istediği gibi davranıyor mu? Taşimalı aramızda nerdeyse üçüncü kral mı olacak? Benim düşmanım beni yendiğinde, Taişamalı benim ülkeme saldırdı, 12 kentimi yıkıp, sığır ve koyunları yağmaladı. Bu belge, koloni çağı Anadolu’sunda küçük bölgeleri egemenliği altında tutan ve sahip oldukları Askeri Yüksek İdare Mahkemesi güç nedeniyle başka kralları da kendilerine bağımlı kılan yerel kralların varlığını açıkça ortaya koymaktadır. Genişleme siyasetlerinin birbirine ters düşmesi nedeniyle, bunlar arasında zaman zaman sert mücadeleler olmakla beraber, zaman zaman da anlaşmalarla çıkarlarını daha iyi koruyacak ittifaklar oluşturulmaktaydı. Bu mektubun başka bir yerinde, gerçekten de Warşama’nın babası Kaneş kralı İnar döneminde, iki yerel devlet arasında bir anlaşma imzalandığı ve aralarında elçiler aracılığı ile diplomatik ilişkiler kurulmuş oldukları Asurca’nın Eski lehçesidir. Bu nokta Anadolu için çok önemlidir ve Asurca’nın siyasal yazışma dili olarak yerel hükümdarlar arasında da geçerli olduğunu ve yerini ilerde göreceğimiz gibi, Hint-Avrupa dil ailesinin bir üyesi olan Hititçe almıştır.

 

Asur Ticaret Kolonileri’nde bulunmuş yazılı belgelerde, aslında Asurca olmayan birçok teknik terim geçer. Bu terimler, köken bakımından dilbilimciler tarafından Hint_Avrupa dil ailesine bağlanmaktadır. Bu özel sözcüklerin yanında, belgelerde bulunan kişi adlarından birçoğu da, yine etimolojik açıdan Hint-Avrupa kökenli olarak analiz edilebilmekte ve Hititler’in İÖ 19. yüzyılda Anadolu’da varolduklarının kanıtı sayılmaktadır. Daha ilerideki bölümlerde göreceğimiz gibi, kendilerini Kültepe’de krallık yapmış kişilerin soyuna bağlayan Hititlerin öncülleri, Asur Ticaret Kolonileri çağında Anadolu’ya çoktan girmiş, dil ve varlıklarını duyurmaya başlamış ve hatta yerel devletlerin yönetiminde etkin bir rol oynamaya başlamışlardı. Hint_Avrupa soyundan olan Hititler’in, Anadolu’nun yerli halkı olmadıkları bilinmekte, ancak göç tarihleri ve Anadolu’ya ya da Anadolu’ya giriş yolları henüz kesinlikle saptanamamaktadır. Hititlerin ya da daha genel bir terimle Hint-Avrupalı toplulukların Anadolu’ya, Trakya ve Boğazlar üzerinden; Doğu’da Karadeniz’e olan kıyılarından deniz yoluyla Orta Karadeniz’e geldikleri yönünde varsayımlar bugün tartışma konusu olmaktadır. Arkeolojik veriler, bunlardan hangisinin daha doğru olduğunu kanıtlayacak sağlam ipuçlarını henüz ortaya koyamamıştır.

 

Bilim dünyasının Hititler ile ilk karşılaşması 1887 yılına rastlar. Orta Mısır’daki Tell el-Amarna’da yapılan kaçak kazılarda, büyük bir tablet arşivine ait ilk belgeler bu tarihte eski eser pazarlarına sürülmüştü. Bu belgeler, İÖ. 14. yüzyılda Mısır firavunları olan 3. Amenofis, 4. Amenofis ve Tutenkamon’un, Ön Asya’daki başka devletlerin kralları ile olan diplomatik yazışmalarını içermekteydi. Çiviyazısı ve Babil lehçesi ile yazılmış olan bu tabletlerin birinde, Hitit Kralı Şuppiluliuma, firavuna kardeşim diye hitap ediyor, kendisini onunla eşdeğer bir hükümdar olarak kabul ediyordu. Bazı belgelerde ise, Hititlerin Suriye üzerinde bir baskı öğesi oldukları ve buraya girdikleri kaydediliyordu. Mısır’ın Yeni İmparatorluk dönemine ait başka mektuplarda ise, Mısır-Hitit çatışmalarından söz edilmekteydi. Bütün bunlar, Martin Luther’in İncil çevirisinde, İbranca Hittim’in karşılığı olarak kullanılan Hititler ya da Het oğullarının, İÖ 2. bin yılda büyük bir siyasal güç olarak bütün Ön Asya’ya kendilerini kabul ettirdiklerinin kanıtıydı. Burada hemen şu noktayı belirtmemiz gerekir ki, İncil’de, İÖ 1. bin yılda Filistin’de yaşamış oldukları söylenen Hititler ile İÖ 2. bin yılda Anadolu’da bir devlet kurmuş Hititler aynı kişiler değillerdi; ancak, daha ileride göreceğimiz gibi, bunlar da dil ve köken bakımından aslı Hititler’in akrabası, onların bir bakıma devamı idiler. El-Amarna belgeleri arasında 2 mektup daha vardı ki, bunlar o güne kadar bilinmeyen bir dille, fakat yine de çivi yazısı ile yazılmışlardı. Bu belgeleri 1902 yılında inceleyen Norveçli bilim adamı J.A.Knudtzon, bu mektupların dilinin bir Hint-Avrupa dili olduğunu dünyaya duyurdu. Ne var ki, Knudtzon’un bu buluşu, diğer bilim adamları arasında kuşku ile karşılandı ve hemen hemen hiç yandaş bulamadı. Aradan 4 yıl geçtikten sonra, 1834 yılında Ch. Texier tarafından bulunan, Ankara’nın 150 km. kadar doğusundaki Boğazköy’de H. Winckler tarafından 1906 yılında başlatılan kazılarda, yukarıda sözünü ettiğimiz El-Amarna’da bulunmuş ve Arzawa kralına gönderildiği anlaşıldığı için, adına Arzawa mektupları denen bu 2 belgenin yazıldığı dilde kaleme alınmış olan başka tabletler de ele geçirilmeye başlandı. Winckler kazılarını 1913 yılına kadar sürdürdükten sonra ölünce, Alman Şarkiyat Cemiyeti, aslen bir Çek bilgini olan B. Hrozny’yi İstanbul’a göndererek, Boğazkyöy’den çıkan bu tabletleri incelemesini istedi. Bu sırada patlayan 1. Dünya Savaşı nedeni ile Hrozny, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki çalışmalarını kısa kesmek zorunda kaldıysa da, araştırmalarını olumlu bir yönde geliştirmeye başararak, 24 Kasım 1915 tarihinde, Berlin Ön Asya Cemiyeti’nde verdiği Hitit sorununun çözümü konulu bir konferansta bu belgelerdeki dilin geçekten bir Hint-avrupa dili olduğu tezini tekrar ortaya attı. Aynı yılın içinde yayınlanan bir kitapta Hrozny, Eski Yunanca, Latince ve Eski Hintçe ile yaptığı karşılaştırmalarla, birçok Hititçe sözcüğün anlamını saptamayı ve Hitit dilinin ilk gramer kurallarını ortaya koymayı başardı. Böylece bugün Hititoloji olarak tanınan bilim dalının doğuşu gerçekleşmiş oldu.

 

BOĞAZKÖY ARŞİVİNİN ÖĞRETTİKLERİ

 

Hititçe’nin çözülmeye başlanması ile, Boğazköy’de bulunmuş binlerce tabletin okunması ve anlaşılması yolu açılmış oldu. İlk dikkati çeken nokta, konuları bakımından bu tabletlerin çeşitliliği oldu. Arşiv denince ilk akla gelen, devlet yönetimi ile ilgili belgelerin saklandığı ber yer olmasına karşın, Boğazköy arşivinde tarih, edebiyat, mitoloji, din, sihir ve büyü, hukuk gibi hemen bütün yazın türlerini kapsayan tabletler bulunması, bu arşivin daha çok bir kitaplık niteliğini taşıdığını göstermektedir.

 

Şaşırtıcı olan bir diğer nokta da, bu kitaplıkta ele geçen belgelerin Hititçe’nin yanında, o zamana kadar bilinmeyen, daha bir çok dilin varlığını ortaya çıkarması oldu. Hititçe ile aynı zamanda ve aynı coğrafi alanda kullanılmış olduklarından, komşu diller olarak adlandırılan bu dillerin içnde en fazla belge bırakanı, doğal olarak Hititçedir. Hititler’in kendileri tarafından Neşa kentinin dili olarak nitelenen Hititçe, Anadolu’da İÖ 3. binyılda konuşulmuş olan tek Hint-Avrupa kökenli dil değildi.

 

Güneybatı Anadolu’ya lokalize edilen Luwiya ülkesinin dili Güneybatı Anadolu’ya lokalize edilen Luwiya ülkesinin dili olan Luwi dili, yine Hint-Avrupa dil ailesinin bir üyesi idi. Anlaşıldığına göre bu dil, bazı lehçe ayrıcalıkları da göstermekteydi. Bu dilin yayılma alanı da oldukça genişti ve Çukurova Bölgesi’ne değin bütün Akdeniz kıyı kesimini kapsamaktaydı. Hitit dünyasında kullanılan ikinci bir yazı sistemi olan hiyeroglif yazısının da Luwiler tarafından icad edildiği sanılmaktadır. Mısır’daki gibi bir resimyazısı olan, Hitit ya da daha doğru bir terimle Luwi hiyeroglifleri, özellikle büyük boyutlu kaya yazıtlarında ve mühürler üzerinde Hitit İmparatorluğu döneminde kullanılmış, bu imparatorluğun yaklaşık İÖ 1200 tarihlerinde çöküşten sonra güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye’de varlıklarını sürdüren ve adına Geç Hitit Devletleri dediğimiz yerel krallıklar zamanında ise, yaygın olarak stel denilen dikili taşlar ve mimarlık eserlerinde uygulama alanı bulmuştur. İÖ 700 yıllarına değin süren bu zaman dilimi içinde yaşayan toplumlar, İncil’de sözü edilen Het oğullarıdır.

 

Luwice ve dolayısıyla Hititçe ile akraba bir başka Hint-Avrupa dili, Anadolu’nun kuzeybatısında bulunan Pala ülkesinin diliydi. Bu dilde yazılmış belge sayısı az olmakla birlikte, her 3 dil arasındaki yakınlık kuşku götürmez bir biçimde kanıtlanabilmektedir.

 

Bunlarla hiçbir dilbilimsel akrabalığı bulunmayan fakat özellikle din ve sanat açısından Hititleri çok etkilemiş bir toplum olan Hurriler tarafından konuşulduğu için, Boğazköy belgelerinde de sıklıkla rastlanan bir başka dil de Hur ya da Hurri dilidir ve Hint-Avrupa dillerine göre çok değişik bir yapıya sahiptirler. Hint-Avrupa dillerinin Almanca, İngilizce, Farsça ve başkaları gibi günümüzde yaşayan üyeleri olmasına karşılık, Hur dilinin yaşanyan bir akrabası kesinlikle saptanmamıştır; sadece kendisinden sonra, İÖ 1. bin yılın ilk yarısında Van Gölü merkez olmak üzere yayılmış bir devlet olan Urartular’ın konuştukları ve yine çiviyazısı ile yazdıkları Urartuca ile akrabalık bağları açıkça görülebilmektedir. Gerek sözcük haznesindeki benzerlikler, gerekse dilbilgisi kurallarında ki uyum, her iki dilin aynı kökenden türediğini, zaman ve alan ayrıcalıkları yüzünden zamanla değişikliklere uğradığını kanıtlamaktadır. Yapı bakımından bu dile en çok benzeyen modern diller, bazı Kafkas dilleridir. Boğazköy belgelerinde, özellikle dinsen bayramların anlatıldığı metinlerde, yer yer Hurrice yazılmış bölümlere rastlanmaktadır. Anlaşıldığına göre, Kuzey Mezopotamya ve Suriye’de yerleşmiş Hurlar, Mezopotamya kültür ve sanat etkinliğinin Anadolu toplumuna aktarılmasında aracı rolü oynamışlardır. Hitit ülkesinin adı Hatti’dir. Bu ad Hint-Avrupalı Hititlerin göçünden önce de vardı. Hititler, ülkeleri için aynı adı kullanmışlar, fakat dillerine az önce değindiğimiz gibi, Neşa kentinin dili adını vermişlerdi. Onların gelişinden önce burada yaşayan dil, Hatti dili idi. Aslında Hititçe teriminin bu dil için kullanılması daha doğru olurdu. Fakat ülkenin adı ile Hititler’in konuştukları dil, ilk araştırmalarda aynı tutulmuş ve sonradan Hititlerin kendi dillerine başka bir ad verdikleri anlaşıldıktan sonra da bu yanlışlık, karışıklığa neden olmamak için düzeltilmemiştir. Hitit metinlerinde de bu dilde yazılmış bölümler bulunmaktadır. Hititlerin Anadolu’ya ilk göç ettikleri zamanda henüz canlılığını koruyan bu dilin, İÖ 2. bin yıl içinde zamanla kaybolduğu anlaşılmaktadır. Ön Asya’nın diğer dilleri ile Hattice’nin akrabalığını gösterebilecek bir kanıt, biraz da bu dildeki belge sayısının azlığı nedeniyle, henüz bulunamamıştır.

 

Bunlardan ayrı olarak, adının Hattuşa olduğu belgelerden anlaşılan Boğazköy arşivlerinde, zamanın diplomasi dili olan Akadça (Asur-Babil dili) ile yazılmış tabletler de vardır. Ancak, bu dildeki tabletler yalnız siyasal içerikli olan bazı yazışma ve devletlerarası antlaşmalardan ibaret değildir; ilk Hitit büyük kralının siyasal bir vasiyetname niteliği taşıyan metni ile yine onun yaptıklarını anlattığı belge çift-dilli olarak kaleme alındığı gibi, bazı kehanet ve fal tabletleri ile dinsel içeriğe sahip birkaç metin de Akadçadır. Diğer yönden, Hitit yazı dilinde Akadça ve Sümerce sözcükler de yer almaktadır. Anadolu’nun Hititler dönemindeki dilleri ile ilgili bilgi sahibi olabilmemizin nedeni, Hititler’in kendi kültürlerini dış etkenlere karşı kapalı tutmamış ve beraber yaşadıkları bu öğeler bir Hatti uygarlığı içinde birleşmiş, yeni bir kültür oluşumuna yol açmıştır. Bu, herhalde sadece Hititler’in büyük bir hoşgörüye sahip olmaları ile açıklanacak bir şey değildir. Hititler’in göçebe bir topluluk olarak Anadolu’ya girdikleri zaman, orada kendilerininkinden çok üstün bir uygarlık düzeyi ile karşılaşmış oldukları kesindir. Etkilendikleri pek çok maddi kültür öğesini kullanmaya zorunlu kalmışlar, topluma, Kültepe’deki Kaniş karumu belgelerinin gösterdiği biçimde her düzeyde sızmışlar, sözünü ettiğimiz gevşek siyasal dokudan yararlanarak yerel krallıkların yönetiminde söz sahibi olmaya dahi başlamışlardı. Sonuçta güç halinde tarih sahnesine çıktıklarında da, ilk zamanlardan beri alışageldikleri kültürel etkileşmeleri yine sürdürmüşlerdi.

 

GÖÇEBELİKTEN DEVLETE

 

Anadolu tarihinin kilit noktalarından biri olduğu, sürekli adının geçmesinden de belli olan Kültepe’de ele geçen ve bir çeşit noterlik belgesi niteliği taşıyan bir tablet üzerinde kral Pithana ve merdiven büyüğü Anitta adları geçmektedir. Merdiven büyüğü ya da Asurca biçimiyle rabi similtim unvanının hem veliahda, hem de saraya çıkan merdivenlerde, yani bir tür açık hava mahkemesinde hukuksal işlere bakan kişilere verildiği sanılmaktadır. Sadece bu belge üzerinde bulunsaydı, tarih açısından çok büyük önemi olduğu herhalde anlaşılamayacak bu adlar, birkaç yazılı belgede daha geçerek, Hitit tarihinin ilk evrelerinin sorunlarına ışık tutmakta ve Hitit Devleti ile Asur Ticaret Kolonileri çağı arasında köprü kurulmasını sağlamaktadır. Yukarıda adı geçen ve yapılan kazılarda eski adını bilemediğimiz bir karum’a sahip olduğu anlaşılan Alişar’da ele geçen 2 tablet üzerinde yine Anitta’nın adına rastlanmaktadır. Bunlardan birinde, kral Anitta’nın mührü yazısı vardır ki, Kültepe’de veliaht olarak tanıdığımız bu kişinin, belgenin yazıldığı zaman babası Pithana’nın yerine geçtiğini kanıtlamaktadır. İkinci belgede ise İkinci belgede ise Büyük Kral Anitta, merdiven büyüğü Beruwa adlarını bulmaktayız. Buradan da, Anitta’nın krallıkla da yetinmeyip Büyük Kral unvanını aldığını ve oğlu Beruwa’yı veliaht atadığını anlıyoruz. Diğer yönden, Anitta’nın hem Kültepe’de, hem Alişar’da belge bırakmış olması, egemenlik alanı oldukça geniş olan bir devletin varlığına işaret etmektedir. Anitta’ya ait başka bir önemli belge, yine Kültepe Höyüğü’nde elde edilmiştir. Önce hançer olduğu sanılan, sonra bir mızrak ucu olduğu anlaşılan bu belge üzerinde ise “kral Anitta’nın sarayı” yazısı vardır. Bütün bunlar bize, Koloni çağında Anadolu’da kurulmuş bir yerel devletin iki kralını ve bir prensini tanıtmaktadır. Beruwa’nın kral olup olmadığını ise bilmiyoruz.

 

Kazılar sonunda Hititlerin başkenti Hattuşa olduğu anlaşılan Boğazköy’de, önce 1906-1907 ve 1911-1912 yıllarında H. Winckler tarafından başlatılan kazılar, 1. Dünya Savaşı’nın çıkması ile kesintiye uğramış, 1931 yılında K. Bittel yönetiminde çalışmalara tekrar başlanarak, 1939’da bu kez de 2. Dünya Savaşı’nın patlamasına kadar sürdürülmüştür. Aynı bilim adamının yönetiminde bugüne değin sistemli ve sürekli olarak yapılan üçüncü dönem Boğazköy kazılarının başlangıç tarihi 1951 yılıdır. Şimdiye kadar ele geçen tablet sayısı 25.000’i aşmıştır. İlk dönemde bulunanların bir bölümü Doğu Berlin Müzelerinde, bir bölümü İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesindeki Çiviyazılı Belgeler Arş,ivinde, 2. Dünya Savaşından sonraki kazı dönemlerinde ortaya çıkarılanlar ise Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde saklanmaktadır.

 

Bu tabletler arasında bulunan 8 tanesi, 79 satırlık bir belgenin birbirlerini tamamlayan üç nüshasını oluşturur. A nüshasının Eski Hitit dilinin özelliklerini taşıdığı, diğer iki nüsha olan B ve C’nin ise, yine dil ve yazı açısından Hitit dilinin yeni evresine ait özellikler yansıttığı ve bu yüzden A nüshasının daha sonra yapılmış kopyaları olduğu anlaşılmaktadır.

 

Boğazköy’de bulunan bu belge sayesinde, Alişar ve Kültepe belgeleri üzerinde rastlanan Anitta’nın kişiliği açık seçik ortaya çıktığı gibi, Hitit başkenti ile Asur Ticaret Kolonileri çağındaki Alişar ve Kültepe ile de tarihsel köprüler kurulabilmektedir. Kısaca Anitta Metni olarak bilinen bu belge şu sözlerle başlamaktadır:

 

Anitta, Pithana’nın oğlu, Kuşşura kralı, söyle: O Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’nın sevgilisi idi. Kuşşara kralı, kentten büyük bir kudretle inip, Neşa’yı bir gecede gücü sayesinde aldı. Neşa kralına saldırdı, ama Neşa’nın halkına kötülük etmedi. Onları “analar” ve “babalar” yaptı (yani öyle davrandı). Babam Pithana’dan sonra ben bir isyanı bastırdım; hangi ülke ayaklandı ise, onu tanrı Şiu’nun yardımıyla yendim. Kral Anitta, bundan sonra giriştiği Askeri Yüksek İdare Mahkemesi seferlerden söz etmekte, bu arada Hatti ülkesiyle olan savaşımını anlatmaktadır. Daha sonra tekrar geriye dönerek, babası Pithana zamanında deniz kenarındaki Zalpa olarak adlandırılan bir kentle aralarındaki savaşlara değinerek, şöyle demektedir: Bu sözleri bir tablet üzerinde kapıma koydurdum. Gelecekte bu tableti kimse kırmasın, kim kırarsa, o Neşa’nın düşmanı olsun! Burada dikkati çeken nokta, kendini Kuşşar kralı olarak tanıtan Anitta’nın, sözlerini üzerine yazdırıp kapısına koydurduğu tableti kıranın, Neşa’nın düşmanı olacağının belirtilmesi, Anitta’nın, ileride tekrar göreceğimiz gibi, Neşa’yı kendi kenti olarak benimsediğini göstermektedir. Metin şöyle sürer: Bir zaman önce, Zalpa kralı Uhna, tanrımız Şiu’yu (yani onun yontusunu) Neşa’dan Zalpa’ya kaçırmıştı. Fakat ben, büyük kral Anitta, bizim tanrımız Şiu’yu, Zalpa’dan Neşa’ya geri getirdim. Zalpa kralı Huzziya’yı ise, canlı olarak Neşa’ya getirdim. Tabletin bundan sonraki bölümü sonradan Hitit Devleti’nin başkenti olarak tarih sahnesinde çok önemli bir rol oynayacak Hattuşa’nın adının geçmesi nedeniyle ilgi çekicidir: Hattuşa kenti açlıktan kırılınca, tanrım Şiu, onu taht tanrıçası Halmaşuit’e teslim etti; ve ben bir gecede onu güçle aldım ve kentin yerine yabani otlar ektim. Bundan sonra kim kral olur da Hattuşa’yı yeniden iskan ederse, o, Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’nın lanetine uğrasın! Bundan sonra Anitta, Neşa kentini sağlamlaştırdığını orada tanrısı Şiu, Gökyüzünün Fırtına Tanrısı ve Taht Tanrıçası Halmaşuit için tapınaklar yaptırdığını, seferlerinden elde ettiği ganimet ile bunları donattığını, ayrıca aslanlar, yabandomuzları, leoparlar ve dağ keçileri gibi 120 vahşi hayvan getirerek, bir hayvanat bahçesi kurdurduğunu anlatmaktadır. Bu bayındırlık işlerinin ardından Anitta’nın yine başka düşmanlara yöneldiğini, onları da yenip, tutsaklar, savaş arabaları ile altın ve gümüş ele geçirdiğini metinden okumaktayız. Belge şu sözlerle sona ermektedir: Ben sefere çıkınca, Puruşhandalı adam (yani kral) bana armağanlar getirdi; bunlar demirden yapılma bir tahta ile, yine demirden yapılma bir asa idi. Neşa’ya geri dönerken Puruşhandalı adamı da birlikte götürdüm. O, taht odasına (B nüshası: Zalpa’ya) girince, önümde, sağda oturacak.

 

Buradaki Puruşhanda kenti, birinci bölümde sözünü ettiğimiz, Sargon’dan yardım isteyen tüccarların oturmuş oldukları kenttir. Yine yukarıdaki bölümde adı geçen Zalpa kentinin önemine ise biraz sonra değineceğiz. Görüldüğü gibi, Anitta metninde Neşa kentinin önemi açıkça vurgulanmasına karşılık, kendisinin bir sarayı bulunduğunu az önce sözünü ettiğimiz belgeden öğrendiğimiz Kaniş’e hiç değinilmemektedir. Buna bir açıklama getirmek isteyen araştırıcılar, Kaniş’in daha Anitta’nın babası zamanında ele geçirilmiş Kaniş’in daha Anitta’nın babası zamanında ele geçirilmiş olduğu için Anitta metninde yer almadığını öne sürmekteydiler. Fakat bu pek kabul edilebilir bir varsayım olamazdı. Çünkü Anitta, babasının da başarılarını belirttiği gibi, kendi sarayı bulunan bir kentten söz etmeyi ihmal etmemiş olmalıydı. Bazı araştırıcılar ise, soruna başka bir açıdan yaklaşmayı denediler. Onlar göre Kaniş ve Neşa, aynı yerin değişik biçimlerde yazılmış adlarıydı. Gerçekten de bu kentin asıl adı Kneşa ise, bunun, hece sistemi kullanan ve dolayısıyla sessiz harfleri tek tek belirtemeyen çiviyazısı ile ancak Ka-neşa olarak yazılabileceği açıktır.

 

Durum böyle olunca, günümüzdeki bazı modern Hint-Avrupa dil ailesine ait dillerdeki, örneğin İngilizce’de başta bulunan kn- sessizlerinden k-‘nın telaffuz edilmemesi (know, knee gibi) olayına benzer bir biçimde, Kneşa’nın Neşa olarak okunması ve zamanla yazıda da k- sessizinin düşerek, kent adının Neşa biçiminde kalması olasıdır. Eğer bu kuram doğru ise, metinde sözü geçen Neşa, Kaneş’ten başka bir yer değildir. Bu sorun Anitta hançeri olarak arkeoloji literatürüne geçen mızrak ucunun bulunduğu 1957 yılından, Boğazköy’de 1970 yılında ortaya çıkarılan bir tabletin okunmasına değin, yeri geldikçe tartışıldı. Söz konusu bu tablet, efsane türünde bir anlatımı içermektedir, fakat tarihsel olaylara da ışık tutabilecek ipuçlarına sahip olması bakımından ilginçtir: Kaneş kraliçesi bir yıl inde 30 erkek çocuk doğurdu. “Ben ne biçim bir şey doğurdum!” dedi; kapları pislikle doldurdu, çocukları içine koyup, ırmağa bıraktı. Irmak onları Zalpuwa ülkesinde denize çıkarttı. Tanrılar çocukları denizden aldılar ve onları büyüttüler." Burada üzerinde durulacak bazı noktalara hemen değinmek gereklidir. Çocukların ırmağa atılması ve tanrılar tarafından büyütülmesi, Ön Asya’da pek sevilen bir motiftir. Akadlı Sargon ve Hz. Musa ile ilgili bu tür efsaneler vardır. Genellikle toplumsal köken bakımından geldikleri yüksek yere uygun görülmeyen, yani soylu sınıftan olmayan yönetici ve önderlerle ilgili bu tür efsaneler uydurularak, esas soyları gizlenilmeye çalışılmakta ya da efsaneleşmiş kişiler tanrısal bir gücün koruyuculuğunda büyütülmüş gibi gösterilmektedir. Burada, Kaniş kraliçesinin çocuklarını attığı ırmak, Kültepe yakınında bir kolu bulunan Kızılırmak olsa gerekir. Kızılırmak ise, Bafra’da Karadeniz’e dökülür. Zalpuwa ya da aynı metinde biraz aşağıda Zalpa olarak görülen ülke, bu nedenle Kızılırmak ağzı yakınlarında bir yerde olmalıdır. Metin özetle şöyle sürmektedir: Aradan yıllar geçti. Kraliçe bu sefer de 30 kız çocuk doğurdu. Onları kendisi büyüttü. Bu sırada oğullar Neşa’ya doğru yola çıktılar. Tamarmara denilen yerde konakladılar. 'Şimdiye değin nereye gittikse, orada kadınlar yılda sadece bir çocuk doğurur, bizi ise anamız bir batında doğurmuş' dediler. Kentin insanları ise, 'bizim Kaniş kraliçemiz de bir kez, bir batında 30 kız doğurdu, yine öyle doğurduğu oğlanlar ise kayboldu' dediler. Oğlanlar bütün kalpleriyle 'daha ne arıyoruz, işte anamızı da bulduk, gelin Neşa’ya gidelim!' dediler. Neşa’ya vardıklarında anaları onları tanıyamadı ve kızlarını oğullarına verdi. İlk oğullar kız kardeşlerini tanımadılar ama sonuncu oğul dedi ki kız kardeşlerimizi almayalım, günah işlemeyelim. Görüldüğü gibi metinde Kaniş ve Neşa adları birbirinin yerine sık sık kullanılmaktadır. Bu belge yardımıyla, önce sadece bir varsayım olarak tartışması yapılan Kaniş=Neşa eşitliği, kesinlikle kanıtlanmış olmaktadır. Zalpa ya da Zalpuwa olarak geçen kentin yaklaşık yerine yukarıda değindik, arkeolojik veriler henüz yetersiz olduğu için, kesin bir şey söylenememekle beraber, buranın Bafra yakınındaki İkiztepe Höyüğü olabileceği düşünülmektedir. Eğer bu doğrulanırsa, metinde geçen üç önemli yerin nerede olduğu tümüyle belirlenmiş olacaktır. (Kaniş, Hattuşa, Zalpa). Bunların dışında Kuşşar’ın lokalizasyonunu saptamak olası değildir. Ancak, kendini Kuşşar kralı olarak tanıtan Anitta’nın belgelerinden 2 tanesi de Alişar’da bulunduğuna göre, Kuşşar = Alişar eşitliği de akla yakın gelmektedir.

 

Gerek Anitta Metni’nin, gerekse yukarıda ana hatlarını verdiğimiz Zalpa Öyküsü olarak bilinen belgenin Hitit başkenti Hattuşa’da bulunması, Asur Koloni çağında kurulmuş yerel devletlerle büyük bir siyasal otorite halini almış Hitit Devleti arasındaki bağları açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu bağların sadece bu kadarla da kalmadığı, Hitit Devleti’nin ilk kralı kabul edebileceğimiz 1. Hattuşili’nin yine Boğazköy’de ele geçmiş, Akadça ve Hititçe olarak yazılmış 2 belgesinden anlaşılmaktadır. Bunlardan biri, kralın Kuşşar kentinde, hasta yatağında yazdırdığı ve kendisinden sonra Hitit tahtına oturacak veliahdı belirlediği, içinde tarihsel olayların da anlatıldığı, siyasal içerikli bir vasiyetnamedir. Metni özetlemeden önce hemen açıklamamız gereken nokta, Anitta’nın lanetlemesine karşın Hattuşa’nın Hititlerce yeniden iskan edilmesi ve bu belgeyi yazdıranın burayı devletin başkenti yaptığı için kendi adını da Hattuşalı anlamına gelen Hattuşili olarak değiştirmesidir. Asıl adının Labarna ya da Tabarna olduğu anlaşılan Hattuşili’nin vasiyetnamesini şöyle özetlemek olasıdır: Hattuşili bir tür soylular meclisi olan pankuş’un üyelerine, önce evlat edinerek veliaht edindiği ve iyiliği için her şeyi yaptığı (kendisi ile aynı adı taşıyan) Labarna adlı prensi, kötü davranışları nedeniyle şikayet etmektedir. Hattuşili’nin kız kardeşinin oğlu olan bu prens, annesi ve kardeşlerinin entrikalarına alet olmuştur. Prensle kralın arasındaki baba-oğul ilişkisi kesilince, oğlunun taht üzerindeki hakkının kalmadığını gören Hattuşili’nin kız kardeşi, bir sığır gibi böğürmeye ve yakarmaya başlar, ama bu da yarar getirmez. Kralın gözünde o da bir yılandır. Hattuşili, babasına sevgi göstermeyenin, uyruğuna karşı da sevgi göstermeyeceğini söyler. Prens öç almaya kalkarsa, ülkenin kargaşa içine düşebileceğini düşünerek, kralın barış içinde tuttuğu ülkesini başkalarının çökertmesine izin vermeyeceği vurgulanır ve Labarna, ılımlı bir biçimde “enterne” edilir. Evi, tarlası ve hayvanları olacaktır; hatta iyi davranışı görülürse kente dahi gelebilecektir. Ama kötülüğü görülürse, gözaltından kurtulamayacaktır. Kral, şimdi Murşili’yi veliaht ilan etmektedir. Murşili’nin yetiştirilmesine adamlar görevlendirilir; bunlar kralın gösterdiği biçimde davranacaklardır. Emirlere kesinlikle uyulacak, uymayan eskiden de olduğu gibi cezalandırılacaktır. Veliahdın aklını çelmek için başkaları ile ilgili suçlamalarda bulunmak ve bazı kent yaşlılarının devlet işlerine karışmaları yasaklanmıştır. Böyle davranışların iyi sonuçlar getirmediğine, Hattuşili’nin bir başka oğlu olan Huzziya örnektir; bir zamanlar o da, yöneticisi bulunduğu Tappaşanda kenti yaşlılarının kışkırtması ile babasına başkaldırmış ve bu nedenle görevinden alınmıştı. Bu isyan ülkede kargaşalıklar yaratmış, bu arada kralın kızlarından biri de kendi oğlunu tahta varis yapmak için entrikalara girişmişti. Bu isyan da bastırılmış, prenses de enterne edilmişti. Ülkenin büyükleri de düzenli yaşamalıdır, yoksa ülke karışır. Hattuşili’nin büyükbabası (adı verilmemekle beraber Puşarruma olabileceği, aşağıda değineceğimiz kurban listelerine dayanılarak ileri sürülmektedir), yine Labarna adlı bir prensi veliaht ilan etmişse de, ileri gelenler Papahdilmah’ı tahta çıkarmışlar ve ülke kötü durumlara düşmüştü. Kralın vasiyeti tutulmalı ve her ay Murşili’ye okunarak, iyice belletilmelidir. Tanrılara saygılı olunmalı, günah işlemekten kaçınılmalı, gereğinde pankuşun fikrine başvurulmalıdır. Hattuşili’nin vasiyetnamesi, karısı Haştayar’a hitaben şu sözlerle sona ermektedir: Cesedimi geleneklere uygun biçimde yıka; beni kollarına al ve kollarında toprağa ver!

 

Hattuşili’nin diğer belgesi, daha çok askeri icraatının anlatıldığı, yine çift-dilli olarak kaleme alınmış ve 1957 yılında Boğazköy kazılarında ortaya çıkarılmış bir tablettir. Bu belgenin başlangıç bölümünde Hattuşili kendisini şöyle tanıtmaktadır: Hattuşili, büyük Kral, Hattuşa kralı, Kuşşarlı adam. Bu sözler Kuşşar kralı Anitta ile Hitit kral ailesinin bağlantısın, artık kuşkuya hiç yer bırakmayacak şekilde gözler önüne sermektedir. Ne yazık ki eldeki belgeler, Anitta ile Hattuşili arasında geçen dönemde neler olup bittiğini bize daha açık anlatacak kadar fazla değildir. Ancak, Hattuşili’nin ilk metninde sözü edilen tarihsel geriye bakışlar, devletin ilk kuruluş yıllarında tahta geçmiş kişileri ve oluşan karışıklıkları, tam kronolojik bir sıra içnde olmasa da, belirtmektedir. Hitit dinsel inançlarına göre, öldükten sonra tanrı olan krallar için yapılacak kurbanları düzenleyen kurban listeleri olarak nitelediğimiz belgeler de bu konuda fazla yardımcı olmamaktadır. Bunlarda Hattuşili’ye değin Kantuzili, Tuthaliya, Puşarruma ve Pawahtelmah ile yukarıdaki belgede geçen Papahdilmah aynı olduğuna göre, Kuşşar soylu Hitit kralı sülalesini gerilere doğru götürmek ve yaklaşık olarak İÖ 1650-1620 arasına tarihlenen 1. Hattuşili ile Anitta (yak. İÖ 1750) arasındaki boşluğu kısmen doldurmak olası görülmektedir. Böylece, Anadolu’ya sonradan göç eden Hint-Avrupalı Hititlerin hangi aşamalardan geçtikten sonra bir sülale kurdukları ve yerel krallıkları yavaş yavaş kendilerine bağlayarak merkezi otoriteyi güçlendirdikleri, yazılı belgelerden sağlanan bilgilerin mozaik taşları gibi yan yana getirilmesiyle, ana çizgileriyle de olsa, gözler önüne serilmektedir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ESKİ HİTİT DEVLETİNİN KURULUŞU: 1.HATTUŞİLİ

 

Devletlerin ilk kuruldukları andaki sınırları dışına iten, başka topraklar üzerinde yayılmaya zorlayan etkenlerin başlıcası büyük imparatorluklar kurma, daha büyük alanları ve daha kalabalık toplumları egemenlik altına alma gibi tutma gibi tutkuların yanında, hiç kuşkusuz ekonomik faktörlerdir. Devlet, ekonomik, askeri, dinsel ve sosyal her alanda örgütlenme demektir. Bu örgütlemeyi yapabilmek ve yürütebilmek ise, tümüyle ekonomik güce dayanır. Tanrılara düzenli kurbanlar adanmasından, kentlerde savunma sistemleri inşa edilmesine değin her şey, devletin maddi varlığı ile orantılı olarak gerçekleştirilebilir. Bu bakımdan, Hitit Devleti de kuruluş evresini tamamlar tamamlamaz, ekonomik gücünü artırmak için zengin alanlara yönelik bir genişleme siyaseti izlemeye çift-dilli olan ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi icraatını konu alan belgesi, bu siyasetin ana ilkelerini saptamaktadır.

 

1. Hattuşili’nin bu belgesine göre ilk seferler güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye Bölgesi’ne düzenlenmiştir. Bu alandaki en büyük başarı, Alalah kentinin alınmasıdır. Bugün Hatay ilindeki Tell Açana olan Alalah, Kuzey Suriye kapılarının kilidi durumundaydı. Bu kentin düşmesi ile beraber, daha güneydeki alanlar Hitit kuvvetlerine açılmış oluyordu. Ancak, Anadolu’nun batısı ve Hitit Devleti’nin çekirdeğini oluşturan Kızılırmak kavsi içinde kalan toprakların kuzey ve güneyinde de düşman toplumlar vardı. Belgeden anlaşıldığına göre, 1. Hattuşili güneydoğuya yönelince, Anadolu Yarımadası’nın güneybatısına lokalize edilen Arzawa Hititler’e karşı gelmiş, bu kez kral o yöne yürümek zorunda kalmıştı. Bu durumda ise, güneydoğuda ele geçirdiği topraklarda kıpırdanmalar başlamış ve Hititler iki ateş arasında kalmışlardır; öyle ki, belgedeki anlatımla ülkelerin tümü Hititlerden kopmuş, geriye yalnız Hattuşa kalmıştı. Ancak Hitit kralı kısa sürede toparlanmayı başarmıştı: Güneş Tanrıçası, gözdesi Büyük Kralı dizlerine oturttu, onun elinden tuttu ve savaşa onun önünde koştu, artık kentler birbiri ardından düşüyor, Büyük Kral bir aslanın pençesiyle yaptığı gibi ülkeleri yeniyordu. Altın ve gümüşün ne başı ne sonu vardı, Hattuşa’yı ganimetle doldurdu... aldığı kentlerin tanrıların altın ve gümüş heykellerini ülkesine getirdi ve onları kendi tanrı ve tanrıçalarının tapınaklarına koydurdu. Büyük Kral, aldığı ülkelerde kadın köleleri de kendi ülkesine getiriyor ve Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın hizmetine veriyordu. Hattuşili’nin en büyük başarısı da belgede şu sözlerle anlatılmaktadır: Fırat Irmağı’nı benden öncekiler hiç geçmemişti. Ben, Büyük Kral, onu yaya geçtim, ordularım da benim ardımdan yaya geçtiler. (Akadlı) Sargon da onu geçip, Hahhu ordusunu yenmişti. Ama, Hahhu’ya kötülük yapmamıştı; kenti ateşe vermemiş, dumanını Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’na yükselttim ve Hahhu kralını bir yük arabasına koştum!

 

Bu metinden de görüldüğü gibi, Hitit genişleme siyaseti öncelikle Kuzey Suriye’ye yönelikti. Önce Alalah, sonra Hahhu ile Haşşu’nun ele geçirilmesi, Hititler’e miktarı hesaplanamayacak kadar çok altın ve gümüş ile içinde insanlar da olan çeşitli zengin ganimetler sağlamıştı. Anı metnin başka yerlerinde, Anadolu içindeki düşmanlara karşı yapılan askeri seferlerde kazanılan ganimetler, sadece koyun ve sığır olarak bildirilmektedir. Şu halde, Hitit kralının neden ısrarla güneydoğuyu topraklarına katmak istediğini anlamak güç değildir. İlgi çekici bir başka nokta yenik düşen ülkelere ait tanrı heykellerinin Anadolu’daki tapınaklara taşınmasıdır. Tanrı heykelleri sadece maddi değerleri bakımından götürülmemiştir; eğer böyle olsaydı, bunlar eritilip, başka eşyaların yapımında kullanılırdı. Bunlar, Hititlerin kendi tanrılarına ait tapınaklarda kutsanıyor ve böylelikle Hitit pantheon’u dediğimiz tanrılar topluluğunun birer üyesi oluyorlardı. Bu olay bize, ileriki bölümlerde değineceğimiz gibi, Hititler tarafından kutsanan tanrıların neden fazla olduğunu göstermektedir. Belgedeki diğer önemli bir nokta, Hattuşili’nin Fırat Irmağı’nı geçmekle övünmesidir. Hitit kralı Fırat’ı kendinden önce geçen Akadlı Sargon’dan söz etmektedir. Bu kral, birinci bölümde Savaş kralı efsanesi ile ilgili olarak anlattığımız Sargon’dur ve Hattuşili ile arasında 7 yüzyıllık bir zaman vardır. Bu, Hititler’deki tarih bilincini kanıtladığı kadar, Sargon’un bütün Ön Asya’da nasıl yaygın bir efsane kahramanı halini almış olduğunu da göstermektedir.

 

Hattuşili’nin güneydoğudaki askeri faaliyetleri başka tabletler üzerinde de anlatılmaktadır. Bunlar, gerçi küçük ve kırık parçalar olmasına karşın bu bölgeye Hititler tarafından verilen önemi belirtmeye yeterlidir.

 

Hitit genişleme siyasetinin uygulanmasının pek kolay olmadığı, toprakların genişlemesi ile birlikte, askeri ve yönetim kademelerinde görev yapanların zaman zaman ihmaller ve yanlışlar yaparak, Hitit çıkarlarına zarar vermeleri yüzünden cezalandırılmalarını konu alan metinlerden belli olmaktadır. Urşu adlı kentin sarılması ve düşmeye zorlanması sırasında görevlilerin, Hattuşili’ye ihanetleri ve bu gibilerin, düşmanların yandaşları durumunda olan Karkamış, Halpa (bugün Halep) ve Hurriler tarafından nasıl desteklendiği, bir tablette çok açık dile getirilmektedir. Yukarıda ana çizgilerini verdiğimiz ve Hattuşili’nin vasiyetnamesi niteliğini taşıyan belgede, bu kral zamanında iç siyasette de her şeyin iyi gitmediği, tahta geçmek için bazı prens ve prenseslerin daha komploların içine girdiği, belirgin biçimde ortaya konmaktadır. Ancak bütün zorlulara karşın, devletin esasları ve özellikle dış siyasetinin ilkeleri Hattuşili döneminde saptanmış oluyordu.

 

BAŞARILI BİR KRAL: 1.MURŞİLİ

 

Hattuşili’nin hasta yatağında, Kuşşar kentinde bir vasiyetname yazdırdığını bilmekle beraber, ölüm nedenini öğrenemiyoruz. Ancak kralın Kuzey Suriye seferlerinden birinde yaralanmış olması, güçlü bir olasılık olarak kabul edilmektedir. Veliaht olarak ilan edilen Murşili’nin bize kalan belgelerinden, Hattuşili’nin gerçekten iyi bir seçim yapmış olduğu ve Murşili’nin dedesi, babası ya da balığı (ikisi arasındaki akrabalık tam anlaşılamamaktadır) tarafından konmuş dış siyaset hedeflerini benimseyerek, bunların gerçekleştirilmesi yönünde hareket ettiği görülmektedir.

 

Murşili’nin askeri icraatının ağırlık noktasını 2 kentin alınması oluşturur: Halpa ve Babil. Bunlardan birincisinin, Hattuşili döneminde yayılma siyasetinin ilk hedefi olarak kabul edildiğini biliyoruz. Halep’in Hititlerin egemenliğine girmesi sonucu, Ön Asya’daki kuvvet dengesi bu devletin lehine değişimi, aynı zamanda ticaret yollarının denetimi de Hititlerin eline geçmiş oluyordu. Aynı zamanda bu kentlerden pek çok ganimet ve tutsak da alınmış, bunlar da Anadolu içlerine taşınmıştı. Kuzey Suriye’nin fethi, Murşiliye Mezopotamya kapılarını açan en büyük etken olmuştu. Halep düşünce, aynı bölgede egemen olan Hurri kökenli prensler de Hitit ordusu karşısında tutunamayınca, Murşili Fırat’ı izleyerek güneye inmiş ve Babil önlerine varmıştı. Gerçi bu seferin ayrıntıları ile ilgili fazla bilgi sahibi olamıyoruz; daha sonraki Hitit krallarından Telepinu’nun Fermanında bu olay, sadece sonra Babil’e sefere çıktı ve Babil’i yıktı sözleriyle anlatılır. Ancak bir Babil tabletinde bu olayla ilgili görünen kısa bir not sayesinde Babil seferinin tarih de saptanmaktadır. Samsuditana zamanında Hititli, Akad ülkesine (=Orta Mezopotamya) yürüdü biçimindeki bu anlatım, Murşili’nin kimin çağdaşı olduğunu örenmemize yardım etmekte ve bu koşutluktan, Babil’in İÖ 1549 yılında fethedilmiş olabileceği ortaya çıkmaktadır. Babil’in Hatti ülkesine olan uzaklığı ve her iki bölgenin birbirine bağlandığı yolların askeri yönden denetiminin güçlüğü düşünülecek olursa, aslında bu seferin Orta Mezopotamya’ya değin uzanan bütün alanların Hitit İmparatorluğu’na sürekli olarak kazandırılması amacı ile yapılmadığı anlaşılır. Bu seferler, Hatti ülkesine pek çok ganimet yanında, belki ondan da çok ün kazandırmış, Hititler’in kendilerini büyük devletler arasında Ön Asya toplumlarına kabul ettirmelerini sağlamıştır. Murşili’nin Babil seferinden herhalde en kârlı çıkan, 150 yıllık Hammurabi sülalesinin Hitit istilası sonucunda, yıkılması ile ortaya çıkan kuvvet boşluğundan yararlanarak, Babil’i ellerine geçiren ve dilleri bakımından ne Asurlular ile ne de Sumerler ile akraba olan Kasitler oldu. Orta Fırat Bölgesi’nde yaşayan Kasit beyleri, uzun bir süredir Babil’i zaten etkiliyorlardı; Hititler’in buraya kadar inmelerinde onların da yardımcı olduklarını düşünmek gerekmektedir. Hitit ordusunun kendi ana üssünden bu denli uzakta çok uzun süre dayanamamış olması doğaldır. Babil’e egemen olan Kasit krallarından 2. Agum’nın bir belgesinde, adı geçen kralın, Hititler’in Anadolu’ya götüremeden yarı yolda Hana ülkesinde bırakma zorunda kaldıkları, biri önemli tanrılardan Marduk’a ait iki yontuyu tekrar Babile’e getirdiğini okuyoruz. Bu olay, Hititlerin dönüş yolunun pek kolay olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Hitit ordusu, kendini daha güvenli kabul ettiği Anadolu topraklarına bir an önce ulaşabilmek için, ağırlıklarının bir bölümünü yolda terk etmeğe zorunlu kalmış olmalıdır.

 

Dışa dönük askeri başarılarını sürdürürken, Murşili’nin Anadolu içndeki düşmanlarının arkadan vurmasına meydan verip vermediğini bilmiyoruz, ama onun sonunu hazırlayanlar düşmanları değil, kendi yakınları olmuştur

 

KARGAŞA DÖNEMİ

 

Hattuşili’nin kendinden sonra gelenlere vasiyet ettiği birlik, özellikle yönetici sınıftan kişlerin tutkuları sonucu bozulmuş, bu tutkular, Murşili’nin askeri faaliyetler yüzünden Hattuşa’dan uzun zaman ayrı kalması ile de herhalde körüklenmişti. Askeri alandaki başarıları çekemeyenler ve onun özellikle Babil’i alarak adeta bir efsane kahramanı olacağından korkan kral ailesinin üyeleri, Murşili’nin sonunu hazırlayan komplolara girişmişlerdi. Bu komplolar sonucunda yalnız Murşili’ye kötülük edilmekle kalmamış, Hitit Devleti çok uzun süren bir kargaşanın içine itilmiş, taht kavgaları ve cinayetler birbirini izlemişti. Hattuşili’nin uyarılarına karşın, iç barışın ortadan kalkması, o güne değin silah zoru ile kazanılmış olan toprakların elden çıkmasına ve Anadolu içinde yerel devletler arasında sağlanan bağların kopmasına neden olmuştu.

 

Bu karışık dönemle ilgili bilgi edindiğimiz yazılı kayna, Murşili’den yaklaşık 70 yıl sonra İÖ 1525 yılında Hitit Devleti’nin başında bulunan Telipinu’nun ferman niteliği taşıyan belgesidir. Bu belge, adı geçen kralın kendinden önce oluşmuş olayları da özetlediği, fakat en önemlisi, tahta geçiş için belirli bir sistem çerçevesinde kurallar koyduğu bir metindir. Telipinu, Murşili’nin sonunun nasıl olduğunu şu sözlerle anlatır: Hantili ‘içki sunucu’ idi. Ve Murşili’nin kız kardeşi Harapşili ile evliydi. Hantili, Zidanta ile birlik olup, ihanet etti. Ve fena bir şey yaptılar. Murşili’yi öldürdüler, kan döktüler. Görüldüğü gibi, Murşili’yi kendi eniştesi öldürmüş ve başa geçmişti. Yaklaşık İÖ 1590 yıllarındaki bu olaydan sonra, başka tabletlerin yardımıyla anlaşıldığına göre, Hitit Devleti bir bocalama dönemine girmişti. Hantili, yeni askeri seferlerle Kuzey Suriye’deki Hitit etki alanını elde tutmaya çalışmış ise de, bunda başarı kazanamamış, Hurriler Anadolu’ya girmişler ve kendi nüfuzlarını artırarak, güçlenmişlerdi. Bu arada Halep, eskiden içinde bulunduğu kudretli durumu yeniden tam olarak kazanmasa bile, Hititler’in aleyhine bozulmuş, özellikle Karadeniz kıyılarında yaşayan yerleşik bir toplum olan Kaşkalar, Hitit Devleti’nin çekirdeğini oluşturan İç Anadolu’ya değin akınlar yaparak, devlet için çok tehlikeli durumlar yaratmaya başlamışlardı. Başka belgelerde okuduğumuz ve Hantili’nin Anadolu’nun değişik yerlerinde kaleler yaptırdığına ilişkin bir notun, Kaşka tehlikesine karşı kralın almak istediği önlemle ilgili olduğu düşünülebilir. Başka belgelerde okuduğumuz ve Hantili’nin karısı Harapşili’nin oğulları ile birlikte öldürüldüğünü, yine Telipinu fermanından öğreniyoruz. Bu bölümde tablet fazla kırık olduğundan, kesin olmamakla beraber, bu olay, yeri tam saptanamayan Şukziya kentinde geçmişti. Bu kırımdan kurtulan, Hantili’nin bir başka oğlu olan Kaşşeni idi. Hantili’nin sonu da pek parlak olmadı; Telipinu onun egemenliğinin bitişini şöyle anlatır: Hantili ihtiyarlayıp, tanrı olmaya yüz tutunca (yani ölüme yaklaşınca), Zidanta, Hantili’nin oğlu Kaşşeni’yi oğulları ile birlikte öldürdü, ileri gelen hizmetkarları da öldürdü. Ve Zidanta kral oldu. Böylece, Murşili’nin öldürülmesi sırasında Hantili’nin suç ortaklığını yapan Zidanta, bu kez de Hantili’nin tahta varis olabilecek oğlunu, ailesiyle beraber ortadan kaldırıp, Hitit tahtına oturmuştu. Ancak, onun da krallığının uzun sürmediğini yine Telipinu fermanında okuyoruz: Sonra, tanrılar Kaşşeni’nin kanını aradılar (yani öcünü aldılar). Ve tanrılar Zidanta’nın oğlu Ammuna’yı babasına düşman ettiler. Ve o, babası Zidanta’yı öldürdü. Ve Ammuna kral oldu. Fakat, tanrılar babası Zidanta’nın kanını aradılar; tahılı, bahçe ve bağları, sığırları, koyunları iyi (yani bereketli) kılmadılar ve pek çok ülke ona düşman oldu. Ordu her yere savaşa gitti ve başarısız geri döndü. Görüldüğü gibi, Hitit Devleti’nin çöküşü yaklaşık İÖ 1550 yılında başa geçen Ammuna döneminde sürmüş, siyasal başarısızlıkların yanında bir de oluşan kuraklık, tanrısal güçlerin de bu cinayetleri kınadığına, Hititler’i daha çok inandırmıştı. Fakat başlarına gelen bütün felaketler, kral ailesi içindeki başa geçme tutkularını söndürmeye yetmemişti. Bundan sonraki olayları yine elimizdeki belgede buluyoruz: Ammuna da tanrı olunca, saray muhafızlarının başı Zuru, oğlu ‘altın mızrağın adamı’ (ünvanını taşıyan) Tahurwaili’yi gizlice gönderdi ve o, Tittiya’yı ve oğullarını ailesi ile birlikte öldürdü. ‘Haberci’ (ünvanını taşıyan) Taruhşu’yu gönderdi ve o Hantili’yi oğulları ile birlikte öldürdü. Ve Huzziya kral oldu. Belgede adı geçen bu kişilerle ilgili daha ayrıntılı bilgi olmadığından, anlatılan olayları daha iyi anlayabilmek için metni okumakla yetinmemek, onu biraz yorumlamak gerekmektedir. Önce, öldürülen Tittiya ve Hantili’nin ortadan kaldırılma nedenini araştırmak gerekir. Genellikle tarih boyunca her devlette kral ailesinde cinayete kurban gidenler, tahtın mirasçıları ya da taht üzerinde hak sahibi kişiler olmuştur. Bu bakımdan adı geçen 2 kurban, olasılıkla, Ammuna’nın oğullarıydı. Bu varsayım doğru ise, onları öldürenlerin, yan,i Tahurwaili ve Taruhşu’nun tahta geçen kişinin yakınları olması gerekirdi; öyleyse, bunları Huzziya’nın kardeşleri kabul etmekte bir sakınca yoktur. Diğer yönden Telipinu okuduğumuz fermanında kendisinin Huzziya’nın ilk kız kardeşi ile evli olduğunu bildirmektedir. Aynı metnin bir başka yerinde onlar 5 kardeşti anlatımı bulunmakta, bir yerde de Tanuwa adında birinden, Taruhşu ve Tahurwaili ile birlikte söz edilmektedir. Buna dayanarak, Zuru’nun çocukları olarak Taruhşu, Tahurwaili, Tanuwa, kral olan Huzziya ve Telipinu’nun karısı Şitapariya’yı kabul etmemiz yanlış olmayacaktır. Saray muhafızlarının başı görevindeki Zuru’nun oğullarını tahta çıkarmakla kendini haklı görmesine neden, kesin olmamakla beraber, kral Ammuna’nın kız kardeşi ile evli olması ve dolayısı ile Hitit sülalesine akraba olmasıdır. Telipinu, herkesin bildiğini düşündüğü için olsa gerek, babasının kim olduğunu açıkça vermemiştir. Ancak metnin devamından, onun babasının da Ammuna olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda ortaya bir sorun çıkmaktadır: Tittiya ve Hantili, Ammuna’nın oğulları oldukları için bertaraf edilmişlerdir de, Telipinu’ya niçin dokunulmamıştır? Bu sorunun yanıtı kolaydır; Telipinu, İştapariya ile evli olması nedeniyle, tahta geçen Huzziya’nın eniştesi ve doğal olarak, cinayetleri işleten Zuru’nun da damadıdır. Ne var ki, kardeşlerinin öldürülüp, Telipinu’nun akrabalık yüzünden bağışlanması, Huzziya’nın iktidarının çabuk sona ermesini hazırlamıştı. Bunu, Telipinu’nun ağzından dinleyelim: Ve Huzziya kral oldu. Telipinu onun ilk kız kardeşi ile evliydi. Huzziya onları da öldürecekti, fakat planı anlaşılınca, Telipinu onları bertaraf etti. Onlar 5 kardeşti. Telipinu onlara evler yaptı. ‘Gitsinler, otursunlar! Yesinler, içsinler! Onlara kötülük yapmayın! Ve ben söylüyorum ki onlar bana kötülük ettiler, ben onlara kötülük etmem!’ Burada Telipinu’nun zamanında kendi canını bağışlayan bu kardeşlere vicdan borcunu ödeyerek, onları elinde olduğu halde öldürtmediğini ve sadece enterne etmekle yetindiğini görüyoruz. Huzziya sürgün edilince, doğal olarak Telipinu kral olmuş, kendi deyimiyle babasının tahtına çıkmıştır. Devletin yönetimini ele aldığında, durumun hiç de iç açıcı olmadığı bellidir. İç çekişmelerin devleti zayıf düşürmesinden sadece Kuzey Suriye’deki yerel krallar yararlanmamış, Anadolu içindeki merkeze bağlı bölgelerden de kopmalar başlamıştı. Yaklaşık olarak bugünkü Çukurova ile eşitleyebildiğimiz Kizzuwatna’nın en önemli kentlerinden olan Adaniya (bugün Adana) dahi bağımsız duruma gelmişti. Böylece Hitit egemenlik alanı daralarak, ilk kuruluş dönemlerindeki, Hattuşa ve yöresinden oluşan, ana çekirdeğinin sınırları içine çekilmişti. Diğer yandan, kendisine karşı katliam planları hazırladığı halde, Telipinu tarafından affedilen eski kral Huzziya’nın kardeşleri de tekrar komplolar düzenlemeye kalkışmışlardı. Telipinu bu sefer onları panku’nun yargılamasına izin vermiş, soylular meclisi, suçluların ölümle cezalandırılmasına karar vermişti. Fakat çok insancıl bir kişiliği olduğu anlaşılan Telipinu, onların canlarını şu sözlerle bağışlamıştı: ... Tanuwa, Taruhşu ve Tahurwaili’yi getirdiler ve panku onları ölüme mahkum etti. Ve ben, kral, söyledim ‘niçin ölsünler? Onlar yüzlerini saklarlar (yani utanırlar.) Ben, kral, onları (birbirlerinden) ayırdım, onları çiftçi yaptım. Silahlarını sağ yanlarından aldım ve onlara boyunduruk verdim!’ Bu insancıllığa karşın, cinayetler yine de durmamuştu. Telipinu yeni olayları da şöyle anlatır: Kral ailesi içnde kan döme arttı. Kraliçe İştapariya öldü, kralın oğlu Ammuna da öldü. Tanrıların insanları (yani bütün halk) diyor ki ‘bak! Hattuşa’da kan dökülmesi çoğaldı.’ Bunun üzerine ben, Telipinu, Hattuşa’da bir toplantı düzenledim. Şimdiden sonra Hattuşa’da kral ailesinin oğluna kimse kötülük yapmasın, ona hançer çekmesin! Telipinu bundan sonra taht kavgalarına son vermek üzere, tahta geçiş sırasına açıklık kazandıracak kurallarını koyar: Birinci prens kral olsun. Birinci dereceden bir prens yoksa, ikinci dereceden bir oğul kral olsun. Eğer tahta geçecek bir erkek çocuk yoksa, birinci dereceden bir prensese bir içgüveyi koca versinler ve kral olsun! Benden sonra kim kral olursa, onun kardeşleri, oğulları, akrabaları, ailesinin bireyleri ve askerleri birlik olsun! Ve sen gel, düşman ülkeleri gücünle yen! Fakat, şunu söyleme: ‘her şeyi bağışlıyorum’. Aksine hiçbir şeyi bağışlama, onlara (yani suçlulara) baskı yap. Kral ailesinden kimseyi öldürme; bu kötü sonuçlar verir. Bundan sonra kim erkek ya da kız kardeşlerine kötülük etmeyi tasarlarsa, siz onun panku üyelerisiniz, ona açıkça deyin ki kan dökme ile ilgili bu tableti oku! Hattuşa’da kan dökme arttığı zaman, tanrılar kral ailesini cezalandırdılar. Kim erkek ve kız kardeşlerine zarar verirse, kralın başını tehlikeye sokarsa, mahkemeyi çağırın. O (yani sanık), o zaman planını uygulamaya kalkarsa, kendi başı ile ödesin. Ancak, onun da evine, çocuklarına zarar vermesinler. Ceza onların evlerine, tarlalarına, bağlarına, samanlıklarına, tutsaklarına, sığır ve koyunlarına uygulanmasın! Prenslerin mallarını ve insanlarını başkasına vermek de doğru değildir. Yüksek memurlardan prensi avuçlarına almak isteyenler diyebilirler ki ‘bu kent benimdir’; ve kentin efendisine (yani yöneticisine) zarar verirler. Bundan böyle, Hattuşa’da siz (memurlar), bu olaylar hatırlayın. Tanuwa, Tahurwaili ve Taruhşu size örnek olsun! Bundan sonra kim, hangi yüksek memur olursa olsun, kötülük yaparsa, siz soylular meclisi üyeleri onu karşınıza çağırın ve onu cezalandırın!

 

Görüldüğü gibi, Telipinu’nun, serbest bir çeviri ile özetlediğimiz bu metni, gerçek bir ferman, bir kral buyruğu özetlediğimiz bu metni, gerçek bir ferman, bir kral buyruğu niteliği taşımaktadır. Telipinu burada, ilk ve esas görev olarak, taht kavgaları yüzünden devletin içine düşmüş olduğu sıkıntıları engellemek üzere yeni kurallar ve cezalandırıcı mekanizmalar koymayı kabul etmiştir. Soylular meclisine bu yönde yetki vermekte, suç işleyen kralın dahi yargılanmasını bu meclise bırakmaktadır. Buyrukta hukuk açısından göze çarpan önemli bir nokta, cezanın sadece suçu işleyene verilmesi ilkesidir. Suçlunun aile bireyleri ve mallarının korunmasını, Telipinu’nın adalet anlayışına ve insancıl karakterine de uygun düşmektedir. Tahta geçişte benimsenen ilkelere gelince, açıklanması gereken bazı yerler vardır. Bunlardan ilki, çocuklarının birinci, ikinci biçiminde derecelendirilmesidir. Bu sınıflandırmadan, yaşça en büyük ve daha küçük olanları anlamak olasıdır. Ancak, Hitit krallarının esas eşleri yanında, bir harem’e sahip oldukları bir gerçektir. Bu bakımdan, ikinci dereceden sözü ile, bir harem kadınından olma çocuğun da kasdedilmiş olabileceği hatırda tutulmalıdır. Tahta varis olabilecek hiç erkek çocuğun bulunmaması halinde, ne büyük kıza verilecek bir içgüveyi kocanın kral olması da, Telipinu açısından dikkati çekmektedir. Kralın belgesinden öğrendiğimize göre, Telipinu’nun varisi olan Ammuna, kraliçe İştapariya ile birlikte bir cinayete kurban gittiği için, devletin yönetimini kendi soyundan birine bırakma amacı ile, tahta geçişi belirleyen düzenleme içine bu kural da konulmuş olmalıdır.

 

Telipinu’nun, ülkenin iç işleriyle uğraşmayı ve iç barışı sağlamayı, dışa dönük bir yayılma siyaseti izlemeye yeğlediği anlaşılmaktadır ki, onun dönemine değin geçen karışıklıklar düşünülecek olursa, bu doğaldır. Elimizde fazla belge olmamasına karşın, Telipinu’nun bazı diplomatik girişimlerle, ülkesinin dışa karşı güvence kazanmasına çalıştığını da biliyoruz. Tabletin kendisi bulunmamış olmakla beraber, Hitit arşivlerindeki belgelerin içeriğini bildirmeye yarayan bir tablet kataloğundaki bir nottan, Hatti kralı Telipinu ile Kizzuwatna kralı İşputahşu arasında bir antlaşma yapıldığını Kizzuwatna’nın bağımsızlığını elde ettikten sonra, durumun Hitit kralı tarafından da zorunlu kabul edildiğini göstermektedir. Arkeoloji ve eski diller filolojisinin, gerek maddi, gerekse yazılı belgeleri toplayarak nasıl sentezlere varabildiğine iyi bir örnek, Tarsus’daki Gözlükule kazılarında İşputahşu’nun mührünün bulunmasıdır. Mühürde, kendini Pariyawatri oğlu İşputahşu olarak tanıtan bu kralın, bu buluntu sayesinde hem tarihsel kişiliği kanıtlanmakta, hem de Kizzuwatna’nın bugünkü Çukurova dolaylarına yerleştirilmesinin doğruluğu ortaya çıkmaktadır.

 

Telipinu’nun ölümü ile ilgili hiçbir şey bilmiyoruz. Yalnız, son yıllarda Boğazköy kazılarında bulunan bir mühür baskısı, yıllarda Boğazköy kazılarında bulunan bir mühür baskısı, Telipinu’dan sonra ülkede bazı karışıklıklar çıkmış olabileceğini düşündürmektedir. Adı geçen mühür Büyük Kral Tahurwaili’ye aittir. Mühür, üslup bakımından çok gelişkin olup, güzel bir işçilik gösterir. Kurban listelerine göre Telipinu’dan sonra kralın kızı Harapşili ile evli olan Alluwamna tahta geçmiştir. Bundan sonra ise, yine listelerde Hantili (2.), Zidanta (2.) ve Huzziya (2.) nin adları gelmektedir. Bu belgeler üzerinde Tahurwaili’nin adı hiç yoktur. Hitit Devleti’ne bu denli kötülükleri dokunmuş olan Hantili, Zidanta ve Huzziya’nın aynı sırayla başa geçen krallara verilmiş olması mantığa ters düşmektedir. Bu bakımdan sadece listelere bakarak, bu kralların varlığı kanıtlanamaz. Elimizde bulunan 2 mühür baskısı da bu soruna ışık tutmamakta, aksine daha da karmaşık duruma getirmektedir. Telipinu’dan sonra yönetimi ele alan Alluwamna’nın mühürü, üslup bakımından Tahurwaili’ninkinden daha ilkeldir. Eğer gerçekten 2 Huzziya krallık yapmış ise, hangisine ait olduğunu bilmediğimiz, hangisinin olduğu saptanamayan bir Huzziya mühürü, Tahurwaili mührüne benzerlik göstermektedir. Sadece üslup açısından değerlendirilirse, mühürleri, eskiden yenie Alluwamna, Huzziya ve Tahurwaili olarak sıralamak gerekir. Böyle yapılırsa, hem 2. Huzziya’nın varlığını kabul etmek, hem de mührü bulunan Tahurwaili ile Telipinu fermanında adı geçen Tahurwaili’yi ayrı ayrı kişiler olarak görmek, zorunlu olur. Bu nedenle ayrı ayrı kişiler olarak görmek, zorunlu olur. Bu nedenle, Huzziya mühürünü 1. Huzziya’nın saymak, Tahurwaili’yi, Telipinu’nun öldürtmediği kişi ile bir tutmak, ve Allwamna mührünün yapılış bakımından ilkel oluşunu, mühür kazıyıcının pek usta olmayışına bağlamak, tarihsel rekonstrüksiyon bakımından daha doğru olacaktır. Burada ayrıntılarına fazla inmek istemediğimiz başka kanıtlarla da desteklenebilen bu varsayıma göre, Tahurwaili, Telipinu’nun ölümünden sonra eski emellerini gerçekleştirebilmek için isyan ederek kısa, bir süre tahtı ele geçirmiş, fakat Telipinu fermanındaki kurallara sadık kalan soylular meclisince devrilerek, yerine Telipinu’nun damadı Alluwamna getirilmiş olmalıdır. Bu varsayım doru ise, kurban listelerini bu karışık dönem için güvenilmez saymak gerekecektir. Diğer yandan, Kizzuwatna kralları ile antlaşmalar yaptıkları bazı tablet parçalarından anlaşılan Zidanta, Hantili ve Hzziya’nın da yine Telipinu metninde adı geçenlerle aynı kişiler olduklarını kabul etmek gerekecektir. Ancak bu takdirde de, Alluwamna ile, aşağıda göreceğimiz 2. Tuthaliya arasında bir zaman boşluğu kalabilmektedir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BÜYÜK İMPARATORLUK DÖNEMİ

 

Telipinu sonrası ile Hitit tarihinde başlayan yeni döneme Büyük İmparatorluk ya da Yeni İmparatorluk dönemi adı verilir. Ama, İmparatorluk teriminden, Hititler’den yüzyıllar sonra kurulmuş Roma İmparatorluğu gibi, kıtalar üzerine yayılmış, geniş topraklara egemen olmuş bir devlet anlaşılmamalıdır. Öte yandan, aynı döneme yeni denmesine karşın, bu dönemle ilgili bildiklerimiz, özellikle başlangıç evreleri için daha az problemli ya da daha kesin de değildir. Hemen belirtelim ki, yaklaşık İÖ 1380 yıllarına tarihlenen Büyük Kral Şuppiluliuma’ya değin, Hitit tahtına oturmuş kralların kesin sırasını ve dönemlerinde oluşmuş olayların tam bir kronolojisini saptayamıyoruz. Bazı belgeler üzerinde rastlanan adların gerçekten krallık yapmış olup olmadıkları dahi bilinmemektedir.

 

Büyük İmparatorluk dönemine ait ilk belgelerde karşımıza Tuthaliya (2.) ve eşi Nikalmati, Arnuwanda ve kraliçe Aşmunikal adları çıkar. Kral adlarının Hititçe olmasına karşılık, kraliçe adlarının Hurri kökenli olması hemen dikkati çekmektedir. Buna neden, bu etnik zümrenin kültürel moda halini alması ya da bu dönemdeki kral sülalesinin Hurriler ile kaynaşmış olmasıdır. Diğer yandan Yeni İmparatorluk dönemindeki kral adları da, Eski Devlet zamanında başa geçenlere göre daha çok Hititli’dir. Bunlara örnek olarak Şuppiluliuma gösterilebilir. Bu adı şuppi- “saf, temiz” luli- “kaynak” ve ethnikon eki –uma biçiminde analiz ederek “saf kaynak-lı” olarak anlamlandırmak olasıdır. Hattuşa-lı anlamına gelen Hattuşili de yine bunlardan biridir; ancak bu, Hattuşa’yı başkent yaptığı için bu krala önce bir çeşit lakap gibi verilmiş, sonra özel ad olarak diğer krallara da takılmıştır. Arnuwanda da Hitit kökenli adlardandır. Yalnız hatırda tutulması gereken önemli bir nokta, bazı Hitit krallarının Hititçe adlar yanında ikinci bir Hurca ad da taşıdıklarıdır.

 

Elimizde Tuthaliya (2)’nin icraatı ile ilgili bilgi veren fazla yazılı belge yoktur. Hatta, Tuthaliya’nın hangi koşullar altında tahta geçtiğini de bilemiyoruz. Tuthaliya’dan çok sonra yaşamış olan Hitit kralı Muwatalli, Halep kralı Talmişarruma ile yaptığı bir antlaşmada Tuthaliya’dan şu sözlerle bahsetmektedir: Tuthaliya, krallığın tahtına oturduğu zaman... Bu anlatım biçimi düşündürücüdür. Bütün krallar babalarının tahtına geçtiklerini söyledikleri halde, Tuthaliya babasının değil de krallığın tahtına geçmiştir. Acaba Tuthaliya, hakkı olmadan tahtı zorla ele geçirmiş bir gasıp, bir usurpator muydu? Bu yüzden mi kendinden sonra gelen Hitit kralları ondan böyle söz etmek zorunda kalmışlardı? Belgelerin azlığı bu soruları yanıtlamamıza engel olmaktadır. Aynı antlaşma, Tuthaliya’nın siyasal eylemlerine de ancak bir parça ışık tutmaktadır. Bu belgede anlatıldığına göre, Halep kralı ile Tuthaliya arasında da önce bir antlaşma yapılmış, fakat Halep kralı sözünden dönerek Mitanni kralı ile barış imzalamıştı. Bu nedenle Tuthaliya, Halep ve Mitanni krallarını, ülkeleri ile birlikte yok etmişti. Aradan uzun zaman geçtikten sonra anlatılan bu başarı gerçek midir, yoksa, biraz abartılmış mıdır? Bunu kesinlikle saptayabilmek için Kuzey Suriye Devletleri yönünden de bu olayı doğrulayacak belgelerin bulunması zorunludur. Ancak, Tuthaliya döneminde dahi Hititler, 1. Murşili’nin fethetmiş olduğu bu kent üzerinde kısa süreli bir baskı kurmuş ve Halep kralının Mitanni ile yaptığı antlaşmayı, eski haklarına dayanarak, kendilerine yapılmış bir ihanet saymış olabilirler. Yeri gelmişken, burada biraz da adı geçen Mitanni Devletinin gelişimi ve tarihçesi üzerinde durmamız gerekmektedir.

 

Mitanni ya da başka belgelerde geçen adıyla Hanigalbat ile Hititler’in ilişkileri, Hitit yayılma siyasetinin Kuzey Suriye üzerinde yoğunlaşmaya başladığı andan itibaren ortaya çıkar. Hatırlanacağı gibi, 1. Hattuşili ve 1. Murşili döneminde bu bölgelere giren Hitit kuvvetleri, Yukarı Mezopotamya ve Kuzey Suriye’deki bazı Hurri prenslerinin askerleriyle çatışmalara girişmişlerdi. Olasıılıkla İÖ 16 yüzyılın sonlarına doğru, adı geçen coğrafi alana gelen ve indo-ari kökenli olan savaşçı ve yönetici bir sınıf, bu Hurri prensliklerinin bir devlet örgütü kurmalarını sağlamış ve ortaya çıkan devlete resmi bir ad olarak Mitanni denilmiş, ancak halkın çoğunluğuna bakarak, Hurri adı da kullanılmaya devam edilmişti. İndo-ari terimini, Hint-Avrupa dil ailesi içindeki bugünkü Hintçe ile akraba olan Doğu dillerini konuşan bir zümreye verilen ad olarak kısaca açıklamak olasıdır. Varlıkları, İndra, Varuna ve Mitra gibi Hint tanrı adlarından, kral adlarından ve özellikle at yetiştirme ile ilgili Hint kökenli sözcüklerden anlaşılan bu yönetici sınıf, dil olarak Hurrice’yi benimsemiş, hatta Mısır firavunu 3. Amenofis ile yapılan yazışmalarda bu dil kullanılmıştı. İndo-ari kökenli krallarından Mattiwaza’nın, bu adı yanında Kili-Teşup gibi Hurri kökenli ikinci bir ad daha taşıması, yönetici sınıfın Hurri halkı içinde yavaş yavaş eritildiği yönünde bir kanıt sayılabilir. Mitanni Devleti güçlü olduğu sıralarda Fırat’ın batısında etkin olmaya başlamış, Mısır ve Hitit imparatorlukları arasında üçüncü bir güç durumuna da gelmiştir. Başkentleri, henüz yeri saptanamayan, Waşşukanni olan Hurriler ile Mısır ve Hitit kralları arasında kız alıp vermeler olmuş, Mitanni zaman zaman esnek bir siyaset sürdürerek bu iki devlet arasında bir tampon bölge oluşturmuştur.

 

Hurri kültürünün Hititler üzerinde büyük etkileri olduğuna daha önce de değinmiştik. Özellikle mitoloji ve din alanındaki bu etkinlik, Mezopotamya uygarlığının Hititler’e aktarılmasında aracı olmuş, hatta daha sonra göreceğimiz bazı mitolojijk öğelerin Yunan uygarlığına geçişini hazırlamıştır. Mitanni Devleti, İÖ. 1340’lardan sonra zayıflamış ve gittikçe güçlenerek yayılan Yeni Asur İmparatorluğu’nun önce vassalı durumuna düşmüş, sonuçta İÖ 1270 yılında Asur kralı 1. Salmanassar tarafından siyaset sahnesinden atılarak, bir Asur eyaleti haline girmiştir.

 

Tuthaliya ve kraliçe Nikalmati’den sonra belgelerde rastlanan Arnuwanda ve kraliçe Aşmunikal’in kişilik ve icraatlarını daha iyi tanıyabiliyoruz. Bu kral çiftine ait hem hiyeroglif, hem de çiviyazısı ile yazılmış bir mühür üzerinde şunlar okunmaktadır: Tuthaliya’nın oğlu, büyük kral, tabarna Anuwanda’nın mührü – Tuthaliya’nın kızı, büyük kraliçe tawananna Aşmunikal’in mührü. Burada hemen hatırlatalım ki, tabarna kralların, tawananna ise kraliçelerin ünvanıdır. Her iki sözcük de Hatti kökenli olmaları bakımından, Anadolu’nun bu yerli halkının sonradan gelen Hititler’e yaptıkları kültürel etkinin diğer kanıtlarıdır. Öte yandan, kraliçe Aşmunikal’in sadece çiviyazısı ile yazılmış mühründe şu sözleri okuyoruz: Büyük kraliçe Aşmunikal, Nikalmati’nin kızı. Bu iki mühürle, kurban listelerinde geçen Tuthaliya-Nikalmati ve ondan sonra gelen Arnuwanda-Aşmunikal’in sırası doğrulanmış olmakta, fakat aynı zamanda çözülmesi çok zor bir sorun da doğmaktadır. Gerek kral Arnuwanda’nın gerek kraliçe Aşmunikal’in babaları Tuthaliya olarak verildiğine, Aşmunikal’in annesi ise Nikalmati adını taşıdığına göre, Arnuwanda ve Aşmunikal’in Tuthaliya-Nikalmati çiftinin çocukları, başka bir deyişle kardeş olmaları gerekmektedir. Bu durumda ortaya bazı varsayımlar çıkmaktadır: 1 – İki kardeş, evlenmeden, kral ve kraliçe ünvanlarını alarak, devleti birlikte yönetmişlerdi; 2- Daha sonra göreceğimiz Hitit yasalarında kardeşler arası evlilik yasaklanmış ve aksine hareket edenlere ölüm cezası konmuş olmasına karşın, iki kardeş evlenerek, kral ve kraliçe olarak hüküm sürmüşlerdi; 3- Eğer evli idiyseler ve bu evlilik kardeş evliliği değil de yasal bir evlilik ise, Aşmunikal, Tuthaliya-Nikalmati çiftinin öz kızı, Arnuwanda ise, babasının adı Tuthaliya olarak verildiğine göre, ya içgüveysi giren bir damat, yada Tuthaliya’nın evlat edindiği bir çocuktur. Bu varsayımlardan hangisinin doğru olduğuna karar verebilmek güçtür. Bunların her birini destekleyen, yada desteklediği ileriye sürülen kanıtlar vardır. Bu çiftin hükümdarlığı zamanında bir takım felaketli olayların oluştuğunu dile getiren metinler ele geçmiştir. Diğer yandan, Tanrı Telipinu (bu addaki kralla aynı adı taşıyan bir de tanrı vardır) efsanesinde, adı geçen tanrının kraliçe Aşmunikal’e kızarak ortadan kaybolup, birlikte bolluk ve bereketi de götürdüğünün anlatılması, kamu oyunda, kardeşi ile evlenmiş olduğu için, kraliçenin günahkar olduğu inancının varlığına aracılık eden bir işaret sayılabilir. Bu çiftin evli olmadığını kanıtlamak için de, Hurri dilinde yazılmış bazı belgelerden yararlanılmaktadır. Bunlar, Taşmişarri adlı birinin hem Aşmunikal, hem de Taduhepa adlı kadınlarla birlikte düzenlemiş olduğu belgelerdir. Taduhepa’nın adı kurban listelerinde Nikalmati ve Aşmunikal’den sonra geçmektedir. Bu bakımdan, Taduhepa, Tuthaliya ve Arnuwanda’dan sonra Hitit tahtına oturan Şuppiluliuma’nın ilk karısı olarak kabul edilmekteydi. Oysa Hurri metinlerinde geçen Taşmişarri, çift adlı bazı Hitit krallarında da görüldüğü gibi, Arnuwanda’nın Hruca ikinci adı yani Taşmişarri = Arnuwanda ise, Taduhepa da onun karısı olabilir. Buna göre Arnuwanda önce kız kardeşi ile evlenmeden devleti yönetirken, karısı Taduhepa da onun karısı olabilir. Buna göre Arnuwanda önce kız kardeşi ile evlenmeden devleti yönetirken, karısı Taduhepa geri planda sadece bir eş olarak kalmış, Aşmunikal öldükten sonra görümcesinin yerine kraliçe ünvanını almıştı. Kraliçe ünvanı olan tawananna makamı, Hititler’de eşlerin ölümünden sonra da bir tür ana kraliçelik olarak sürerdi. Bu bakımdan eski krallardan sonra tahta geçen prenslerin zamanında da anneleri ya da analıkları unvanlarını bırakmazlardı.

 

Arnuwanda-Aşmunikal çiftinin hükümdarlıkları zamanında Hititler için büyük sorun, VIII. Bölümde varlıklarından söz ettiğimiz Kaşkalar olmuştur. Merkezi bir otoriteye bağlı olmadan bağımsız boylar halinde yaşayan bu insanlar, Hitit Devleti’nin başında gerçek bir belaydı. Bazen başkente değin inen bu yağmacı boylar ile antlaşmalar yapılmış, fakat bir boy diğeinin Hitit kralı ile yaptığı antlaşmayla kendini bağlı saymadığı için, mutlaka bir tanesi saldırı halinde olmuştur. Kaşkalar ile kuvvet zoruyla başa çıkamayan Arnuwanda-Aşmunikal çifti, aşağıdaki metinde özetle göreceğimiz gibi tek çareyi tanrılarına yakarmakta bulmuşlardır: Majeste, Büyük Kral Arnuwanda ve Büyük Kraliçe Aşmunikal şöyle söyler ‘Yalnız Hatti ülkesi siz tanrılara karşı saf (temi) bir ülkedir. Siz tanrılara yalnız bir Hatti ülkesinde saygı gösteririz. Siz tanrılar, tanrısal içgüdünüzle bilirsiniz ki, tapınaklarınızla kimse bizim kadar ilgilenmemiştir. Ve siz tanrıların malları, gümüşü, altını, hayvan biçimli kapları (rhyton denilen kaplar) ve elbiseleri ile kimse bizim kadar ilgilenmemiştir. Ayrıca, gümüş ve altın tanrı yontuları ile tanrıların vücudunda (yontularında) ne eskimiş ise, tanrıların aletlerinden hangileri eskimiş ise, onları bizim kadar kimse yenilememiştir. Ayrıca, kimse sizin kurbanlarınızda temizliğe bu denli uymamış, günlük, aylık ve yıllık bayramlarınızı böylesine yerine getirmemiştir. (Oysa) siz tanrıların hizmetlileri ve kentleri angarya ve haraca zorlandı ve hizmetçileriniz kadın ve erkek köle durumuna getirildi. Siz tanrılara ben Büyük Kral Arnuwanda ve Büyük Kraliçe Aşmunikal her konuda saygı gösterdik. Biz, sizin ekmek ve şarap kurbanlarınızla, besili sığır ve koyunlarımızı yeniden vereceğiz. (Siz) bizim tarafımızı tutun! Düşmanın Hatti ülkesine nasıl saldırdığını, ülkeyi nasıl yağmalayıp ele geçirdiğini size söyleyip, sizin nezdinizde onlardan davacı olmak istiyoruz. Bu ülkeler, siz gökyüzü tanrılarının ekmek şarap ve diğer eşyalarınızı verirlerdi (şimdi bunlar haraca bağlandı). İşte buralardan, rahipler, tanrı anaları (yani rahibeler), kutsal rahipler çalgıcı ve ilahiciler sürüldü, tanrıların dinsel törenleri (iptal edildi) ve eşyaları oradan atıldı. Oradan Arinna kentinin Güneş Tanrıçası’na ait gümüş, altın, tunç ve bakır güneş kursları ve hilaller ile bayram elbiseleri (yani tören elbiseleri) gömlekler, kurban ekmekleri, şaraplar ve kurbanlık sığır ve koyunlar gasp edildi; bu ülkeler, Nerik, Hurşama, Kaştama, Himuwa, Zalpuwa ve diğerleridir. Sizin bu ülkelerde sahip olduğunuz tapınakları Kaşkalar yıktılar, siz tanrıların yontularını kırdılar, rhyton’ları gümüş, altın ve bronz kapları ve sizin bronz gereçlerinizi ve elbiselerinizi yağmalayıp paylaştılar. Rahipleri, çalgıcı ve ilahi okuyucuları aşçıları, fırıncıları, çiftçi ve bahçıvanları da aralarında paylaşıp, köle ettiler. Kaşkalar her şeyinize sahip oldular. Bu yüzden, bu ülkelerde kimse adınızı bile anmıyor; kimse size kurban sunmuyor ve sizin için bayram düzenlenmiyor. Buraya, Hatti ülkesine de kimse sizin için vergi getirmiyor. Sizlere hiçbir yerden rahipler, çalgıcılar gelmiyor. Kimse size güneş kursları, hilaller, altın ve gümüş ile elbiseler vermiyor; ekmek, şarap ve hayvan kurban etmiyor. Size bu ülkeleri (yani Kaşkalar’ın yağmaladığı ülkeleri) saydık. Şimdi size sürekli yalvarıyoruz. Kaşkalar buraya, Hattuşa’ya değin geldiler; Tuhaşuna ve Tahantariya kentlerini vurup, kapılara kadar indiler. Biz, tanrılara saygılı olduğumuzdan, onların bayramlarına özellikle özen gösteriyoruz. Fakat Nerik ili Kaşkalar’ın elinde olduğundan, Nerik’in Fırtına Tanrısı ve diğer Nerik tanrıları için, kurbanları Hattuşa’dan Nerik yerine, Hakmişa’ya yollamak istiyoruz. Kaşkalar’ı çağırıp, armağanlar verip, ant içirilir ‘Nerik Fırtına Tanrısı’na gönderdiğimiz kurbanlara dokunmayın, yolda onlara saldırmayın!’ Ancak, onlar armağanları alıp, ant içerler. Ama, ayrılınca andı bozar ve tanrıların sözünü küçük görürler, Fırtına Tanrısı’nın andının mührünü kırarla, Hatti’den giden kurbanlara saldırırlar. Bu duanın en ilgi çekici yönü, tanrılara Kaşkalar’dan yakınılırken Kaşka saldırılarının önlenmesinin, tanrıların da çıkarları bakımında gerekli olduğunun, yani Kaşkalar durdurulmazsa, bundan en fazla tanrıların kendilerinin zarar göreceğinin vurgulanmasıdır. Buna, tanrılara bir tür şantaj yapılması da denebilir. Hititler’in ikinci yakınma konuları da, Nerik ve yöresindeki kentlerin Kaşka’ların elinde olması yüzünden, Hitit pantheon’u içinde çok önemli bir yer tutan Nerik Fırtına Tanrısı’na armağan ve kurban yollanmaması, Nerik yerine Hakmiş kentinde kurulan Fırtına Tanrısı tapınağına gönderilmek istenen eşyanın da yine Kaşka saldırılarından kurtulamamasıdır. Hakmiş kenti, bugünkü Amasya’dır. Nerik kentinin yeri ise, henüz bilinememekle beraber, bunun da kral Hantili döneminde Kaşkalar’ın eline geçen, Karadeniz Bölgesi’nde bir yer olması gerekmektedir.

 

Kaşkalar’ın beylerine yapılan toprak bağışlarına ait belgeler de elimize geçmiştir. Toprak sahibi yapılan Kaşka boylarının Hititler’e dost bir topluluk haline dönüştürülmesi ve ekonomik açıdan Hatti ülkesine bağlanmasının amaçlandığı belli olmaktadır. Kaşka beylerinin and içmelerinde ise, Kaşkalar’ın Hitit kralına karşı ihanet girişimlerinde bulunmamaları, eğer biri kendilerine bir elçi gönderir de onları kötülüğe kışkırtırsa, onu yakalayıp majeste Hitit kralı önüne çıkarmaları istenmektedir.

 

Sözünü ettiğimiz toprak bağısı belgeleri üzerinde, kral Arnuwanda ve kraliçe Aşmunikal yanında, bir de tuhkanti unvanını taşıyan Tuthaliya adında üçüncü bir kişi bulunmaktadır. Bunun kim olabileceğine dair bazı varsayımlar ileri sürülmektedir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ŞUPPİLULİUMA'NIN ÖNCESİ VE SONRASI

 

Arnuwanda ve Aşmunikal’den sonra Hitit tahtına oturan ve Büyük İmparatorluğun ilk güçlü kralı olarak tanıdığımız Şuppiluliuma’nın egemenlik döneminin öncesi Hitit tarihinin belge açısından kısır ve bu yüzden de üzerinde hala tartışmalar olan bir kesitidir. İÖ 1380’lerde başa geçtiği anlaşılan Şuppiluliuma’nın özellikle askeri alandaki faaliyetleri, oğlu ve halefi 2. Murşili tarafından ayrıntılı bir biçimde kaleme alınmış olmasına karşın Murşili, dedesinin adını hiçbir yerde vermemiştir. Ancak, yine babasının döneminde başlayıp, 20 yıldır süregelen bir veba salgınına karşı tanrılara yakardığı bir dua metninde, Murşili, babası Şuppiluliuma’nın Hitit Krallığı’nı Genç Tuthaliya adlı bir kraldan zorla ele geçirdiğini anlatmaktadır. Diğer yandan bir başka belge üzerinde kırık bölümlerinin tamamlanması ile Şuppiluliuma’dan önce bir 2. Hattuşili’nin varlığı daha ortaya çıkmaktadır. Ancak yapılan tamamlamanın doğru olup olmadığı başka belgeler yardımıyla kontrol edilemediği için, sözünü ettiğimiz kırıklı tablet, bu kralın gerçekten varolduğu ya da yok sayılması ile ilgili yorumların çatışmasına neden olmaktadır. Bu kral gerçekten varsa, acaba 2. Tuthaliya’dan önce mi başa geçmiştir? Böylece VIII. Bölümün sonunda sözünü ettiğimiz zaman boşluğu doldurulabilir mi, bunu kesinlikle bilemiyoruz. Kesin olarak bilinen şey, Şuppiluliuma’nın 3. Tuthaliya olarak da kabul edebileceğimiz Genç Tuthaliya’dan tahtı zorla almış olmasıdır. Öyleyse, bu Tuthaliya kimdir? Acaba bu Tuthaliya ile, Arnuwanda-Aşmunikal zamanındaki toprak bağışı belgelerinde adı geçen tuhkanti unvanlı Tuthaliya aynı mıdır? Bir belgede Tuthaliya’nın oğlunun oğlu Tuthaliya biçimindeki bir anlatım bulunması, bu eşitliği doğrular görünmektedir. Bu durumda Arnuwanda’nın karısı Taduhepa’dan olma oğlu, halası Aşmunikal’in kraliçeliği sırasında tuhkanti unvanıyla devlet işlerinde rol almış, olasılıkla kendi annesinin kraliçeliği döneminde de bu görevde kalmış, sonunda babası Arnuwanda’nın ölümü ile boşalan tahtın sahibi olmuşsa da, kısa bir süre sonra Şuppiluliuma tarafından öldürülmüştür. Bu varsayım akla şu soruyu getirmektedir. Şuppiluliuma’nın taht üzerindeki iddiası nereden kaynaklanıyordu? Yakın zamanlarda, Tokat’ın Zile İlçesi yakınındaki Maşat Höyük’te yapılan kazılarda bulunan bir mühür üzerinde, Şuppiluliuma’nın babası olarak Tuthaliya verilmektedir. Bu, Genç Tuthaliya, yada diğer adıyla 3. Tuthallliya değil, kraliçe Nikalmati’nin kocası olan 2. Tuthaliya olmalıdır. Eğer bu varsayımdan hareket edilirse, Şuppiluliuma da Arnuwanda ve Aşmunikal’in en küçük kardeşidir ve yaşça onlardan küçük olduğu için babası Tuthaliya’nın ölümünden sonra yönetimi ele alamamış, tahta ağabeyi ve ablası ortaklaşa geçmiştir. Ancak ağabeyinin ölümünde boşalan krallığa yeğeni Genç Tuthaliya’nın geçmesini hoş görmemiş ve bertaraf ederek, olgun bir yaşta devletin yönetimini ele almıştır.

 

Şuppiluliuma’nın oğlu ve halefi 2. Murşili bu olayı veba dualarında şöyle anlatmaktadır: Genç Tuthaliya Hatti ülkesinde egemen iken, ona bütün prensler, memurlar ve askerler bağlılık andı içmişlerdi. Babam da ona bağlılık andı içmişti. Fakat babam Tuthaliya’yı cezalandırmaya kalkışınca, prensler, soylular, Hattuşa’daki yüksek memurların hepsi babamın tarafını tuttular... Tuthaliya’yı ve ona yardım eden kardeşlerini öldürdüler, (ailesinin diğer bireylerini ise) Alaşiya’ya yolladılar. Buna karşın siz tanrılar, efendilerim, babamı korudunuz. Hatti ülkesinin toprakları düşman eline geçtiğinde, babam onlara karşı sefere çıkıp, onları yendi, toprakları geri aldı. Düşman ülkelerinden de toprakları Hatti ülkesine kattı. Onun döneminde Hatti ülkesi iyi idi, ülkedeki insanlar, sığırlar ve koyunlar çoğalıyordu. Fakat, siz tanrılar, efendilerim, (sonradan) Genç Tuthaliya’nın öcünü babamdan aldınız; babam, Tuthaliya’nın katli yüzünden öldü. Babamın tarafını tutan prensler, beyler, memurlar ve askerler de bu yüzden öldüler. Hatti ülkesi de bu yüzden perişan oldu. Şimdi veba daha da kötüleşti. Hatti ülkesi ağır zarara uğradı. Tanrılar, şimdi ben Murşili, size babamın suçunu itiraf ettim. Babam (işlediği suçun affedilmesi için) kurbanlar yapmıştı. Ama, Hattuşa böyle kurbanlar yapmamıştı... Şimdi ben, Murşili, size efendim olan tanrılara ülke adına da kefaret ödeyeceğim. Siz tanrılar, efendilerim, Tuthaliya’nın (dökülen) kanının öcünü almak istiyorsunuz, (ama) Tuthaliya’yı öldürenler (yaptıklarını) ödediler, Hatti ülkesi de ödedi. Şimdi, (felaket) benim üzerime de gelince, ben de tüm ailemle kefaret ödeyeceğim... Ben kötü bir şey yapmadığıma ve günah işlemiş olanlardan kimse hayatta kalmadığına göre... benim yakarışlarımı duyunuz!... (herkes ölünce) size kimse kurbanlar getirmez... Vebayı kovunuz, onu düşman ülkelere gönderiniz. Hatti ülkesine karşı yine iyi olunuz! Ben sizin bir rahibiniz ve hizmetçiniz olduğuma göre, bana karşı merhametli olunuz. Kalbimdeki bu acıyı ve ruhumdaki bu korkuyu alınız! Bu duada da dikkati çeken nokta, veba salgınının ülkeden uzaklaştırılmasında tanrıların çıkarının olacağı, aksi halde tanrılara kurban sunup, dua edecek kimsenin kalmayacağı gözdağının vurgulanmasıdır. Bugünkü Kıbrıs ile eşitlenen Alaşiya’nın, sürgün yeri olarak seçilmesi de ilginçtir; bu ada daha sonraki krallar döneminde de sürgünlerin yollandığı bir yer olarak kullanılıyordu.

 

Şuppiluliuma tahtı ele geçirdiğinde siyasal durumun iyi olmadığı, Hatti topraklarının büyük bir kesiminin düşmanlara kaptırıldığı, yukarıdaki veba duasında da açıkça belli olmaktadır. Tarih boyunca görüldüğü gibi, devletlerin iç karışıklıkları düşmanların yayılma doğrultusundaki isteklerini sürekli çoğaltmış, her zayıflama, istila ve toprak kayıplarını beraberinde getirmiştir. Fakat Şuppiluliuma daha prensliğinden başlayarak, genellikle hasta olduğu anlaşılan babasını askeri faaliyetlerde temsil ettiğinden, kral olunca çok deneyimli ve yetenekli bir komutan olarak, düşman ülkelerle başa çıkmayı başarabilmiştir. Oğlu 2. Murşili tarafından anlatılan icraatına göre, Şuppiluliuma babasının Kaşkalar ile yaptığı savaşlarda büyük yararlılıklar göstermiş, ayrıca Kaşka korkusu yüzünden boşalmış olan sınır bölgelerinde kaleler ve tahkimatlar yaptırarak, kaçan halkı yeniden buralara yerleştirmiştir. Ayrıca Hatti ülkesinin doğusunda, bugünkü Kuzeydoğu Anadolu’ya yerleştirilen Hayaşa ile Anadolu’nun batı ya da güneybatısındaki Arzawa’ya karşı girişilen seferlerde de yine önemli bir rol oynamıştır. Askerlikten anladığı ve bu işi sevdiği, savaşlara hep gönüllü olarak katıldığı, bunu belirten bölümlerden anlaşılmaktadır: Büyükbabam (yani Murşili’Nin adını hiç vermediği büyükbabası, doğal olarak Şuppiluliuma’nın da babası) Kaşkalı Piyapili’nin yaklaştığını duyunca, kendisi hasta olduğundan sordu ‘Kim gidecek?’, babam dedi ki ‘Ben gideceğim!’ Böylece büyükbabam Arzawalı düşmana karşı babamı gönderdi.

 

Şuppiluliuma krallık tahtına çıktığı zaman, herhalde uzun bir süre Anadolu içindeki kargaşanın yatışması ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Krallığının ilk yıllarında Toros sıradağlarının ötesine doğru yayılma girişiminde bulunmuşsa da, anlaşıldığına göre bunda pek başarılı olamamıştı. İlk olarak, bugünkü Elazığ dolayları ile eşitlenebilen İşuwa ülkesi ile bir çatışması olmuş, arkasından Mitanni kralı ile arasında bir sürtüşme başlamıştı. Mitanni kralına gel dövüşelim diye haber göndermesine karşın, kral, başkenti Waşukanni’den çıkmamış, Hitit ordusu oraya ilerleyince, herhalde Mitanni kuvvetlerince yakılan ekinler ve kapatılan kuyular yüzünden aç ve susuz kalarak geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu sırada Mitanni kralı Tuşratta’nın eline geçen ganimetler, Mısır firavunu 3. Amenofis’e armağan edilmişti. Hatti-Mitanni çekişmesinin Şuppiluliuma aleyhine sonuçlanması üzerine, Kaşkalar tekrara saldırıya geçmişler ve kral, yayılma siyasetini bir süre için terk edip, iç düşmanlarla savaşmak için kuzeye yönelmişti. Kaşkalar yatıştırılınca, tekrar güneydoğuya ağırlık verilebilirdi, ki 2. Murşili’nin babası ile ilgili anlattıklarından böyle olduğunu anlıyoruz. Ancak yayılma siyasetini yeniden başlatmadan önce, Anadolu içindeki güvenliğin sağlama alınması gerekiyordu. Bu yüzden, öncelikle Anadolu’nun doğusundaki Azzi-Hayaşa ülkesi ile bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmayı pekiştirmek için de Şuppiluliuma, Hayaşa kralı Hukkana’ya kızını vermiş, fakat antlaşma metnine, iki ülke arasındaki gelenek göreneklerin ayrı olduğunu, bu nedenle kızının eşlik haklarının korunması için bazı koşulları kabul etmesi gerektiğini de koymuştu. Örneğin, karının kız kardeşi ya da bir başka kadın akrabası sana gelirse, ona yiyecek, içecek ver; yiyin, için ve neşelenin, ama onunla cinsel ilişkiye girmeye kalkışma. Buna izin verilemez ve bunun cezası ölümdür! sözleriyle Hukkana uyarılmıştı. Antlaşmaya göre, gerektiğinde isyan ya da savaş halinde silahla yardıma koşmak, düşmanın ihanetini haber vermek, tutsakları geri vermek gibi yükümlülükler de getirilmişti. Aynı amaçlara, yani, siyasal alanda güçlenmeye yönelik bir antlaşma da Kizzuwatna kralı Şunaşşura ile imzalanmıştı. Mitanni ülkesi nasıl Hatti ile Mısır arasında bir tampon oluşturuyor idiyse, Kizzuwatna da Mitanni ile Hatti arasında aynı rolü oynuyordu. Bu bakımdan, zamanla yine Mitanni yanında yer alan bu ülkenin tekrar Hititler’in yanına çekilmesi gerekmişti. Böylelikle, gerek Mitanniye karşı durum sağlamlaştırılmış, gerekse Suriye yolu açılmış olmaktaydı. Antlaşma yapılan Kizzuwatna kralının adının Şunaşşura gibi tam anlamıyla İndo-Ari bir kökene sahip olması dahi, Mitanni’nin yönetici sınıfının buraya da el atmış olduğunu göstermeye yeterli bir kanıttır. Şuppiluliuma bu yüzden Kizzuwatna’yı kendi yanına çekerken, çok akıllı bir dil kullanmıştı: Hurriler Şunaşşura’ya köle diyorlardı. Şimdi ise, majesteleri (yani Hitit kralı) onu gerçek bir kral yaptı... Şunaşşura majestenin huzuruna gelince, majestenin büyükleri onun önünde ayağa kalkacak, kimse oturur durumda kalmayacak. Mitanni kralının, armağanlar vererek Kizzuwatna kralını küçük düşürmesini önlemek amacıyla, antlaşmaya şöyle bir bölüm de eklenmişti: Hurlar, Şunaşşura’nın Hurri kralından ayrılıp, majeste ile anlaştığını duyar da, Hurri kralı majesteye kutlama armağanları yollarsa, ben, majeste Hurri kralından Şunaşşura dolayısıyla verilen bu armağanı kabul etmeyeceğim. Böylece Şunaşşura, alınıp-satılan bir köle durumundan çıkarılmış olacaktı. Antlaşmanın diğer maddelerinde iki devlet arasındaki sınırlar da belirleniyor, gerekli durumlarda Kizzuwatna’nın kaç piyade ve kaç arabalı asker göndereceği saptanıyordu. Herhalde, Kizzuwatna kralını ağır yükümlülükler altına sokarak ürkütmemek için, bu askerlerin beslenme işini Hitit kralı üstlenmişti. Ayrıca, suçluların geriye verilmesi de konu edilmişti. İki kral arasına arabozuculuk sokmak isteyeceklerin bulunacağını da hesaba katan Şuppiluliuma, aralarında gönderilecek elçilerin gerçek ve doğruluğuna güvenilebilir haberler taşımaları konusunda da titizlik göstermişti. Yollanan haber, bir tablette yazılı olarak sunulacak, eğer elçinin söyledikleri ile tabletteki haber birbirini tutuyorsa, elçiye güvenilecekti.

 

Kizzuwatna le antlaşma yapılıp, bu ülkenin arkadan saldırmayacağı konusunda güvenceye sahip olunca, Hitit orduları Kuzey Suriye üzerinde baskı kurmaya başlamışlardı. Hurri kuvvetlerinin bir bölümü de yenilmiş, Şuppiluliuma, Kinza (= Kadeş, bugün Humus kentinin güneybatısındaki Tell Nebî Mend) ve Amurru (bugün Trablusşam yakınlarındaki kıyı kesimi) Bölgeleri’ni ele geçirmişti. Ayrıca kıyı kesiminden doğuya doğru içerlere girip, Hurri egemenlik alanında kalan Kargamış kentini de kuşatmıştı. Kuşatma sırasında Lupakki ve Tarhuntazalma adında iki generali, bugünkü Bika Vadisi’nde bulunan Amka Ülkesine göndermişti. Bunlar, Amka’yı yağmalayıp, pek çok tutsak, sığır ve koyun getirmişlerdi. Bu hareket aslında Mısır nüfuz bölgesine saldırmak anlamına geliyordu. Ancak bu arada Mısır firavunu Tutenkamon ölmüş, devlet başsız kalmıştı. Olasılıkla kendilerini güçsüz duydukları için olacak ki, Mısır tarafından bir karşı saldırı olmamıştı. Bu sırada Mısır kraliçesinden Şuppiluliuma’ya bir elçi geldi; elçinin elindeki belgede şu yazıyordu: Benim kocam öldü. Oğlum ise yok. Senin çok oğlun olduğu söyleniyor. Sen oğullarından birini bana verecek olursan, o benim kocam olur. Ben asla kölelerimden birini seçip, kendime koca yapmam. Şuppiluliuma bu haberi dinleyince büyükleri toplantıya çağırdı ve onlara dedi ki: ‘Böyle bir şey yaşamım boyunca başıma gelmedi.’ Sonra Hattuşaziti’yi şu emri vererek Mısır’a yolladı ‘Git ve bana doğru haberi getir! Onlar belki beni aldatıyorlar, belki efendilerinin bir oğlu vardır. Sen işin doğrusunu bana bildir! Bu habercinin Mısır’a gönderilmesinden sonra Kargamış kuşatması Hititlerce başarı ile tamamlanıp, kent fethedildi. Kuşatma 7 gün sürmüş ve 8. gün kent Şuppiluliuma’nın eline geçmişti. 2. Murşili babasının bu başarısından şöyle söz etmektedir: vBabam tanrılardan korktuğundan, yukarı kentteki tapınaklara kimseyi sokmadı, kendisi de tek bir tapınağa yanaşmadı, hatta onlara saygı gösterdi. Fakat aşağı kentteki halkın gümüş, altın ve tunç eşyalarını alıp, Hattuşa’ya taşıdı. Saraya getirdiği tutsakların sayısı 3.330 idi. Hititler’in ülkelerine götürdüklerinin sayısı ise belli değildi. Sonra oğlu Şarrikuşuh’a Kargamış kenti ve ülkesinin yöneticiliğini verdi; onu kral yaptı. Şuppiluliuma’nın Ön Asya içindeki siyaseti bu bölümlerle gayet açık bir biçimde ortaya konmaktadır. Yapılan antlaşmalar, olmadığı zaman güce başvurulması, kazanılan toprakları merkezi otoriteye kesinlikle ağlı oğulların yönetimine terk etmek, bu Hitit kralının gerçekten iyi bir devlet adamı ve iyi bir asker olduğunu göstermektedir. Şarrikuşuh bir Hurri adı olduğuna göre, belki de çoğunluğu Hurri kökenli olması gereken Kargamış kenti halkına hoş görünmek için bu ikinci ad prense takılmış olabilir; tanrılara karşı saygılı davranmak da, yine aynı taktik amaca yönelik olsa gerektir. Aynı işlem Halep için de uygulanmış, Şuppiluliuma oraya da oğullarından rahip unvanı ile bilinen Telipinu’yu göndermiştir. Kargamış’ın Hitit egemenliğine girmesinden sonra, Mısır’a doğru haber getirmesi için gönderilen elçi sonunda geri dönmüştü. Yanında Mısır elçisi Hani de vardı. Bu elçinin Mısır kraliçesinden getirdiği haberde şöyle deniyordu: Sen neden ‘beni aldatıyorlar’ diyorsun? Benim oğlum olsa idi, benim ve ülkemin bu utancını yabancı bir ülkeye yazar mıydım? Ben başka ülkeye değil, yalnız sana yazdım. Senin için oğul çok diyorlar. Birini bana ver! O, bana koca, Mısır’a kral olsun! Şuppiluliuma’nın Mısır’la ilişkileri yukarıda adı geçen iki generalin Amka ülkesini yapma etmesine değin iyi gitmişti. Firavun 4. Amenofis’in tahta geçişini kutlamak için Şuppiluliuma ona armağanlar göndermişti. Fakat Amka’da Hititler’in görünmesiyle, Suriye topraklarındaki küçük krallıklar, Mısır ve Hitit güçleri arasında kalmış ve iki yanlı bir siyaset izlemeye çalışmışlardı. Şuppiluliuma bunları da kendi emri altına almayı başarmış ve yanına çekmeyi bilmişti. Şuppiluliuma’nın nüfuz alanı artık Mısır sınırına kadar dayanmıştı. Anlaşıldığına göre, Mısır ile doğrudan br çatışmaya girmeye de istekli değildi. Mısır kraliçesinden olumlu yanıt gelince, oğullarından Zannanza’yı Mısır’a firavun olmak için göndermeye karar verdi. 2. Murşili’nin anlatımı ile artık Hatti ve Mısır sürekli dost kalacaklar’dı. Ama bu istek gerçekleşemedi. Şuppiluliuma’nın, kraliçenin ilk mektubu üzerine harekete geçmeyip beklemesi, Mısır’da tahta geçme tutkusuna sahip kişilere zaman kazandırmıştı. Onlar da kendi planlarını uygulamak için hazırlanmışlardı. Saraylılardan biri, tahtı çoktan ele geçirmişti. Zannanza, Mısır’a varmadan önce yolda öldürüldü. Mısır kronolojisine göre yaklaşık İÖ 1350’lerde oluşan bu olay, Şuppiluliuma tarafından haber alınınca, kral Zananza için ağıtlar yaktı; tanrılara şöyle dedi: ‘ey tanrılar!’ Ben bir kötülük yapmadım, ama Mısır halkı bana bunu yaptı. Şimdi de sınırlarıma saldırdılar. Hititler’in reaksiyonu doğal olarak sert oldu. Şuppiluliuma sefere çıktı ve Mısır yaya ve arabalı askerlerini yendi. Yakaladığı tutsakları ülkesine getirdi. Bu galibiyetin, Mısır topraklarında olmadığı, yenilen Mısır güçlerinin Mısır ordusunun tümünü oluşturmadığı sanılmaktadır. Fakat ne olursa olsun bu çatışma, daha ileride Kadeş Antlaşması ile bitecek olan Mısır-Hitit savaşına yol açan bir olaydı.

 

Mitanni ile ilk sürtüşmesi başarısızlıkla sonuçlanan Şuppiluliuma, düşmanı olan bu ülkenin içişlerini her zaman dikkatle izlemiş ve patlak veren bazı iç çekişmeleri kendi lehine kullanmak istemişti. Fakat Mitanni kolayca çözümlenebilecek bir sorun değildi. Şuppiluliuma’nın geri çekilirken bıraktığı ganimetleri Mısır’a armağan gönderen 3. ve 4. Amenofis’e yazdığı mektuplarda kızına selam söylemesinden, kızlarından birini Mısır sarayına gelin gönderdiği anlaşılan Tuşratta’nın Ön Asya içindeki ilişkileri sağlam temellere dayanmaktaydı. Bu kralın tahta geçişi sırasında çıkan kargaşalıklarda Şuppiluliuma, kendi tarafına çekmeyi başardığı Artatama adlı birini başa geçirmeye çalışmıştı. Olasılıkla Mısır güçlerine karşı elde ettiği başarılardan sonra Hatti kralı, Mitanni üzerinde ikinci bir sefer düzenlenmiş, Waşşukanni’yi yağmalamıştı. Bu yenilgi üzerine Mitanni ülkesinde bazı soylular Tuşratta’ya karşı ayaklanmışlar ve onu öldürmüşlerdi. Ülke, güçlenmeye başlayan Asur ve Yukarı Dicle Bölgesi’nde olduğu düşünülen Alşe arasında paylaşılmıştı. Bu safvaşımlar arasına Mitanni tahtına geçmek isteyen Mattiwaza, Hitit ülkesine kaçarak, Şuppiluliuma’ya sığında. Hatti kralı ona kızını verdi ve bir antlaşma yaptı. Adı geçen antlaşmada Şuppiluliuma şöyle diyordu: Kral Tuşratta’nın oğlu Mattiwaza’yı elinden tutum; onu babasının tahtına oturtacağım. Büyük bir ülke olan Mitanni, mahva uğramasın diye, kızının hatırına büyük Hatti kralı, bu ülkeyi yeniden canlandırdı. Tuşratta’nın oğlu Mattiwaza’yı elinden tutum ve kızımı ona eş olarak verdim. Mattiwaza kralı olduğuna göre, Hatti ülkesinin kralının kızı da Mitanni ülkesinde kraliçedir. Sen, ey Mattiwaza, kızımın üzerine başka kadın alma! Ona, başka bir kadın eşdeğer duruma gelmesin, kızımı ikinci kadın derecesine indirme. Mattiwaza, gelecekte benim oğullarımın gereçk kardeşi ve eşitidir. Mattiwaza’nın çocukları da benim çocuk ve torunlarımın eşiti olacaktır. ... Hatti ve Mitanni ülkesinin halkı gelecekte birbirlerine kötülük etmeyeceklerdir... Hatti ülkesi kralı savaşa giderse Mitanni kralı da onunla gidecektir. Mitanni’nin düşmanı olan, Hatti’nin de düşmanı olacaktır. Hatt’nin dostu olan, Mitanni’nin de dostu olacaktır. Bundan önceki bölümde de değindiğimiz gibi, Hitit desteği ile ayakta duran Mitanni, özellikle Kargamış kralı olan Hitit prensi Şarrikuşuh (diğer adı Payaşili)’un çabalarına karşın, Şuppiluliuma’nın ülkede çıkan ve olasılıkla Suriye seferlerinde alınan tutsaklardan kaynaklanan bir veba salgını sonucu ölmesi ile, Asur baskısı altında çökmüştür.

 

Şuppiluliuma’nın dış siyasetinde önemli bir rol oynayan sülaleler arası evlilikler, yalnız Hitit sarayından başka ülkelere prenses gönderilmesi ile kalmamış, Şuppiluliuma da başka sülalelerden kadınlar almıştı. Belgelerde bu kralın eşlerinden biri olarak, Babilli bir prensese rastlıyoruz.. Suriye’deki krallıklardan biri olan Ugarit’te (bugün Suriye’nin Akdeniz kıyısındaki Ras Şamra), kral 2. Niqmadu ile yapılan diplomatik yazışmalardan biri üzerindeki mühürde, kocasının adı yanında, Tawananna unvanı ile bulunan bu kraliçenin adı Malnigal olarak okunmaktadır. Bu ad, aslen Babilli olan kraliçeye sonradan takılmış Hurri kökenli bir addır. Kraliçe Malnigal, kocası Şuppiluliuma’nın ölümünden sonra da 2. Murşili döneminde unvanını korumuş ve ileride göreceğimiz gibi, Hitit sarayında bazı entrikalar yapmakla suçlanmıştı.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BÜYÜK BİR TARİH YAZICISI: 2. MURŞİLİ

 

Babası Şuppiluliuma’nın icraatını da bize aktaran 2. Murşili, kendi döneminde olup bitenleri egemenlik yıllarına ayırarak, ayrıntıları ile vermektedir. Yıllık icraatlarının yazıldığı bu tür belgeler annal = yıllık olarak bilinir. 2. Murşili’nin yıllıkları Ön Asya tarih yazıcılığı içinde anlatım biçimi ve ayrıntılara girmesi açısından çok önemli bir yer tutar. Özellikle devletler arası antlaşma metinlerinin başlarına konan ve o güne değin, bu antlaşmanın yapıldığı devletle ilişkilerin nasıl geliştiğini özetleyen ve geriye bakış adını verdiğimiz bölümler, Hititler’de tarih bilincinin ne denli güçlü olduğunu kanıtlamaktadır. 2. Murşili yıllıkları, şimdiye değin Boğazköy arşivlerinde bulunmuş en geniş tarih içerikli belge topluluğunu oluşturmaktadır. Bunları birinci sınıf tarih kaynakları olarak değerlendiriyoruz. Bu bakımdan, Yeni İmparatorluk döneminin en güçlü krallarından biri olan 2. Murşili dönemi ile ilgili hemen hemen her şeyi bu kaynaktan öğrenebilmekteyiz. Elimizde bu kralın, biri ilk 10 yıllık süresini, diğeri daha ayrıntılı bir biçimde 20 ve daha ileri krallık yıllarını kapsayan belgelerinin iki ayrı versiyonu bulunmaktadır. Yalnız, bunların da tarihsel olayların kronolojisi bakımından bazı sakıncaları yok değildir. Bunun günümüze uygulayarak bir örnekle açıklamakta yarar vardır: Bir tarih kitabının cildinden ayrıldığını, içinden pek çok sayfanın yırtılıp atıldığını, geriye kalan ve üzerlerinde sayfa numarası bulunmayan diğerlerinin dağıldıktan sonra, biraraya getirildiğini varsayalım. İşte elimizdeki 2. Murşili yıllıkları çok değerli olmakla beraber, bu durumdadır ve tarihinin yorumuna gerek vardır. Diğer yandan, askeri seferlerde adları geçen çok sayıdaki kentin, dağın ve ırmağın bugünkü adlarını bilemiyoruz. Bu bakımdan, anlatılan bir askeri seferin nerede geçtiğini, orduların hangi yolları aşarak, nereye geldiklerini bazen kesinlikle anlayamıyoruz. 2. Murşili, babasının son günlerini (İÖ 1345) ve tahta gçemeden önce oluşan olayları şöyle özetlemektedir: Ben babamın tahtına oturmadan önce, yöredeki düşman ülkeler benimle savaşa girdiler. Babam tanrı olunca (yani ölünce), kardeşim Arnuwanda (2.) babasının tahtına oturdu. Fakat sonra o da hastalandı. Düşman ülkeler, kardeşim Arnuwanda’nın hasta olduğunu öğrendiklerin, gerçekten düşmanlığa başladılar. Fakat kardeşim Arnuwanda da tanrı olduğunda, henüz savaş açmamış olan düşmanlar da açıkça düşmanlığa başladılar, yöredeki düşman ülkeler şöyle diyorlardı: ‘Onun babası Hatti ülkesi kralı, kahraman bir kraldı. Ve düşman ülkeleri yenmişti. O şimdi tanrı oldu. Babasının tahtına oturan oğlu da (yani Arnuwanda 2.) eskiden bir savaş kahramanıydı. Fakat o da hastalandı ve tanrı oldu. Ama şimdi babasının tahtına oturan küçüktür. Ve o Hatti ülkesini ve Hatti ülkesine bağlı toprakları kurtaramaz. Babam uzun süre Mitanni ülkesinde kaldığından, efendim Arinna kentinin Güneş Tanrıçası’nın belirlenmiş (yani belli bir takvime göre yapılan) bayramları ile ilgilendim, onları kutladım. Ve Arinna’nın Güneş Tanrıçası’na ellerimi kaldırıp, dedim ki: ‘Efendim Arinna’nın Güneş Tanrıçası! Bana küçük diyen ve beni saymayan yöredeki düşman ülkeleri sürekli senin topraklarını almaya uğraşırlar. Bana, aşağı gel ve benimle bu ülkeleri yen!’ Arinna’nın Güneş Tanrıçası benim sözlerimi işitip, bana geldi ve ben babamın tahtına geçer geçmez, 10 yıl içinde yöredeki düşman ülkeleri yendik. Bu bölümden 2. Murşili’nin, daha babası ölmeden zorluklarla karşılaştığı, kardeşinin de hayatta fazla kalmayışı yüzünden, düşmanlarının Hatti topraklarına göz diktikleri anlaşılmaktadır. Ayrıntılı yıllıklarda bulunan şu parça da ilginçtir: ... onlar (düşmanlar), aşağı ülkenin valisi Hannuti’nin öldüğünü öğrenince bana şu sözleri yazdılar: ‘Sen daha çocuksun ve (bir şeyden) anlamazsın. Senin ülken yıkılmaya (mahkum). Piyadelerin ve arabalı askerlerin azalmış. Benim piyadelerim ve arabalı askerlerim seninkilerden çok. Babanın askeri, arabası çoktu. Sen çocuksun onunla nasıl bir olabilirsin?’ Beni böyle aşağıladılar ve uyruğumdan (olanları) geriye vermediler. 2. Murşili’nin ilk yıllarında Kaşkalar ile uğraşmak zorunda kaldığı, bu arada Kuzey Suriye’de de bazı düşmanca hareketler olduğu anlaşılmaktadır. Kargamış kralı olan amcası Şarrkuşuh, Hitit güçerinin en büyük desteğiydi. Bu bölge üzerinde Asur etkileri artınca, Kargamış kralı Asurlular ile savaşılması emrini vermiş, fakat Hititler’in burada kendilerine karşı hazırlıklarını duyan Asur komutanları savaşmaktan çekinmişlerdi. Firavun Haremheb döneminde, Mısırlılar’ın da Suriye’ye akınlar yaptıkları ve Halep’in güneyindeki Nuhaşşe’nin Hatti ülkesinden koptuğu sırada, yine Şarrikuşuh’un yardımlarıyla Mısır askerleri geri çekilmeye zorlanmıştı. Fakat Kargamış kralı, Kummanni kentinin tanrıçası Hepat’ın bir bayramını kutlamak için Hatti kralı ile Kizzuwatna’da buluştuğu sırada hastalanıp ölünce, bu bölgedeki denge, Hitit ülkesi aleyhine bozulmuştu. Bunun üzerine Nuhaşşe yeniden isyan etmişse de, 2. Murşili onları ekonomik açıdan çökertecek bir önleme başvurarak, yola getirmeyi başarmıştı: Onu piyadeler ve arabalı askerlerle Nuhaşşe’ye gönderdim. Ve ona şöyle talimat verdim: ‘Nuhaşeliler düşman oldukların, git, onların ekinlerini yak ve onları zarara sok’ O, gidip, Nuhaşşe’nin ekinlerini yaktı. Onları zarara soktu. Nuhaşşe kralları, babama ve bana ettikleri andı bozmuş olduklarından, ant tanrıları tanrısal güçlerini gösterdiler...Kinza (=Kadeş) kralı Aitakam’nın en büyük oğlu, (yandaşı olan Nuhaşşe’nin) nasıl zarara uğradığını ve ekinlerinin azaldığını görünce, babası Aitakama’yı öldürdü... Kinza (=Kadeş) ülkesi tekrar benim yanıma geçti. Fakat ben onları uyruk olarak kabul etmedim. İçtikleri andı bozdukları için, onlara şöyle söyledim: ‘Ant tanrıları öçlerini alsınlar. Oğlu babasını öldürsün, kardeş kardeşini öldürsün ve o kendi etini kendi canını bitirsin.’ O (komutanlardan biri) Kinza’ya gitti ve Kinza’yı aldı. 2. Murşili’nin acımasızca elde ettiği bu başarıdan sonra, Kargamı’ı da yeniden düzene soktuğunu ve ölen ağabeyi Şarrikuşuh yerine, onun oğlunu tahta geçirdiğini öğreniyoruz. Eskiden Halpa (Halep)kralı olan, diğer ağabeyi Telipinu yerine de yine onun oğlu Talmişarruma’yı geçirdi ve onunlar bir antlaşma yaparak kendine bağladı. Kuzey Suriye krallıklarından Amurru’nun kralı Duppi-Teşup ile de, Şuppiluliuma’nın aynı ülkenin kralı Aziru ile imzaladığı gibi, bir antlaşma yaptı. Bu belgenin geriye bakış bölümünde özetle şöyle yazılmıştır: Ey Duppi-Teşup, Aziru senin büyükbabandı. O babama başkaldırdıysa da, babam onu yola getirmişti. Sonra ise, Nuhaşşe ve Kinza kralları ona isyan ettiklerinde, Aziru onlara katılmamıştı. Babam düşmanlarıyla savaşırken, senin büyükbaban Aziru da onunla gitti. O babamı hep korumuş, hiç öfkelendirmemişti. Babam da Aziru’yı ve ülkesini korumuştu. Babamın, büyükbabandan istemiş olduğu 300 şekel (=bir ağırlık birimi) temizlenmiş, birinci kalite altını, her yıl büyükbaban ödemiş, hiç karşı gelmemiş, onu kızdırmamıştı...

 

Ugarit arşivlerinde bulunan yazılı belgelerde de, 2. Murşili döneminde bu bölgenin de Hitit nüfuz alanı içinde kaldığını belli eden anlatımlar görülmektedir. Ugarit kralı Niqmepa ile yapılan bir antlaşmaya göre Hitit kralı, Ugarit ile sınırı olan bir ülkeyle savaş halinde bulunursa, Niqmepa’nın esas görevi, onun yardımına koşmak olacaktı. Aynı antlaşma metninde, Şuppiluliuma tarafından belirlenen eski sınırlar da onaylanıyordu. Ancak, bazı ufak sınır düzeltmeleri ile, Kargamış kralının egemenlik alanı genişletilmiş ve Ugarit o güne değin işlettiği tuz yataklarından yoksun kalmıştı. 2. Murşili’nin desteği ile tahta geçtiği anlaşılan Niqmepa, buna karşı koyamıyorsa da, ödediği haracın orantılı olarak azaltılmasını istemiş ve bu istem, Hitit kralı tarafından da olumlu karşılanmıştı.

 

Anadolu içindeki duruma gelince, bu alanda Hititler’in en büyük sorununun Kaşkalar olduğunu ve 2. Murşili’nin de ilk yıllarda bunlarla uğraşmak zorunda kaldığını yukarıda belirtmiştik. Ancak bu dönemde, Kaşkaların yönetim biçiminde büyük bir değişiklik olmuş ve o zamana değin bağımsız boylar halinde yaşayan Kaşkalar, şimdi bir kişinin yönetiminde toplanmışlardı. Bu olayı 2. Murşili şöyle aktarmaktadır: Pihhuniya Kaşka tarzında hüküm sürmüyordu. Kaşka ülkesinde tek bir kişinin hükümdarlığı olağan değildi; Pihhuniya birdenbire kral gibi yönetmeye başladı. O zaman, ben majeste ona karşı çıkıp, bir elçi yollayıp şöyle yazdım ‘sürüp Kaşka’ya götürdüğün ve benim uyruğumdan olanları bana geri gönder.’ Pihhuniya ise bana şöyle yanıt verdi: ‘Sana hiçbir şeyi geri vermeyeceğim. Ve sen eğer bana karşı sefere çıkarsan, savaşı hiçbir zaman kendi topraklarımda kabul etmeyeceğim. Seninle senin ülkende savaşa gireceğim.’ Kaşka kralının bu meydan okumasına karşı, 2. Murşli’nin karşısında tutunamadığı ve yenilerek, ülkesinin bir kesiminin yakılıp yıkıldığı, Pihhuniya’nın da tutsak edilip Hattuşa’ya götürüldüğü, yine 2. Murşili tarafından anlatılmaktadır.

 

Anadolu’nun doğusundaki Azzi-Hayaşa Bölgesi de Hititler ile sürekli sürtüşme halinde kalmış bir yerdir ve 2. Murşili döneminde de savaşın sürdüğü anlaşılmaktadır. Krallığının 10. yılında 2. Murşili bu ülkeyi barışa zorlamayı başarmıştı. Kendi anlatımı şöyledir: Azzi ülkesinin insanları, tahkim edilmiş kentleri savaşta fethettiğimi görünce, kendileri de dik tutunabilen Azzi halkı korktular. O zaman, ülkenin en yaşlıları bana gelip, ayaklarıma kapandılar ve dediler ki: ‘Efendimi! Bizi mahvetme! Bizi uyruğun olarak kabul et. Biz de şimdiden sonra, sürekli olarak askerlerimizi ve arabalı savaşçılarımızı efendimizin emrine verelim. Bizde bulunan Hatti uyruklu kişileri de geriye verelim. O zaman ben majeste, onları mahvetmedim; onları uyrukluğa aldım. Yıl kısaldığı için (yani kış yaklaştığı için), Azzi ülkesini düzene sokmadım, fakat Azzi insanlarına ant içirdim. Sonra Hattuşa’ya döndüm ve kışı Hattuşa’da geçirdim... İlkbaharda, Azzi’yi düzene sokmaya gidecektim. Ama, Azzi halkı majestenin geldiğini duyunca, bana (birini) gönderip şu haberi verdiler: ‘Sen, efendimiz, bizi bir kez mahvettiğin için, ey efendimiz, tekrar gelme. Bizi uyrukluğa al!... Bana uyruğumdan 100 kişiyi geri verdiler. Ben de Azzi’ye gitmedim ve onları uyrukluğa kabul ettim. Bu yıl (yani 11. yıl içinde) başka sefere çıkmadım ve Ankuwa’ya gidip orada kışı geçirdim.

 

Ülkenin batı ve güneybatısındaki Mira, Kuwaliya, gibi ülkelerin kralları ile de kimi zaman antlaşmalar yoluyla, kimi zaman da güç kullanılarak bir denge sağlanmaya çalışılmış olduğu anlaşılmaktadır: Bazen Arzawa ülkeleri ‘bir yıldırım gibi’ gelen Hitit ordusu tarafından ezilmiş, bazen ise Sen, Maşhuiluwa, kaçıp babama sığınmıştın. Babam seni kabuk edip, kendisine damat yapmış, kızı, kız kardeşim Muwatti’yi sana eş olarak vermişti. Fakat, sonradan seninle ilgilenememiş, senin düşmanlarını yenememişti.Oysa ben seninle ilgilendim, senin düşmanlarını yendim. Ayrıca kentler kurup, onları tahkim edip, askerle donattım. Ve ben seni Mira ülkesinin beyliğine getirdim sözleri ile ülkenin batısında yandaşlar aranmıştı.

 

2. Murşili döneminde çok ilginç bir saray entrikasına şahit olmaktayız. Şuppiluliuma’nın ilk karısı Henti’den başka bir de Babilli bir eşi olduğuna yukarıda değinmiştik. Sonradan Nalnigal diye bir Hurri adı da takılan bu kraliçe, ele geçen mühürlere göre Tawananna unvanına da sahipti. Gerek Arnuwanda’nın kısa egemenlik döneminde, gerek ondan sonra başa geçen 2. Murşili’nin krallık zamanının başlarında da, Malnigal, Tawananna unvanını ve bunun kendisine verdiği hak ve yetkilerden yararlanmayı sürdürmüştü. 2. Murşili bu durumu şöyle anlatıyor: Babam tanrı olduğunda, kardeşim Arnuwanda ve ben Tawananna’ya hiç kötülük etmedik, onu görevinden indirmedik. O, babamın zamanında sarayı ve Hatti ülkesini nasıl yönettiyse, kardeşimin döneminde de öyle yönetti. Kardeşim de tanrı olunca, ben de ona kötülük etmedim, Tawananna’yı hiçbir zaman indirmedim... Siz tanrılar, onun babamın sarayını bir ‘türbe’ye çevirdiğini görmüyor musunuz? Babil’den eşya (?) getirtti, başka eşyaları ise Hattuşa’da bütün halka dağıttı; geriye hiçbir şey kalmadı. 2. Murşili bunlara karşın, Tawananna’ya iyi davranmıştı. Fakat Tawananna, gece gündüz tanrıların önünde durup 2. Murşili’nin karısını lanetlemeye başlayıp da, bu beddualar sonucu gelini ölünce, iş ciddileşmişti. Bunun üzerine sarayda bir mahkeme düzenlendi ve Malnigal’den Tawanannalık unvanı ve yetkileri alınıp, saraydan kovuldu ve kendisine bir ev ile yaşamını sağlayacak yeterli maddi olanaklar verildi. Bütün toplumlarda var olan kaynana-gelin çekişmelerine Hitit döneminden bir örnek olan bu olayın nedeni, eldeki belgelerin yetersizliği yüzünden kesinlikle anlaşılamamaktadır. Ancak ölen gelinin adının Gaşşulawiya olduğu sanılmaktadır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BÜYÜK BİR TARİH YAZICISI: 2. MURŞİLİ

 

Babası Şuppiluliuma’nın icraatını da bize aktaran 2. Murşili, kendi döneminde olup bitenleri egemenlik yıllarına ayırarak, ayrıntıları ile vermektedir. Yıllık icraatlarının yazıldığı bu tür belgeler annal = yıllık olarak bilinir. 2. Murşili’nin yıllıkları Ön Asya tarih yazıcılığı içinde anlatım biçimi ve ayrıntılara girmesi açısından çok önemli bir yer tutar. Özellikle devletler arası antlaşma metinlerinin başlarına konan ve o güne değin, bu antlaşmanın yapıldığı devletle ilişkilerin nasıl geliştiğini özetleyen ve geriye bakış adını verdiğimiz bölümler, Hititler’de tarih bilincinin ne denli güçlü olduğunu kanıtlamaktadır. 2. Murşili yıllıkları, şimdiye değin Boğazköy arşivlerinde bulunmuş en geniş tarih içerikli belge topluluğunu oluşturmaktadır. Bunları birinci sınıf tarih kaynakları olarak değerlendiriyoruz. Bu bakımdan, Yeni İmparatorluk döneminin en güçlü krallarından biri olan 2. Murşili dönemi ile ilgili hemen hemen her şeyi bu kaynaktan öğrenebilmekteyiz. Elimizde bu kralın, biri ilk 10 yıllık süresini, diğeri daha ayrıntılı bir biçimde 20 ve daha ileri krallık yıllarını kapsayan belgelerinin iki ayrı versiyonu bulunmaktadır. Yalnız, bunların da tarihsel olayların kronolojisi bakımından bazı sakıncaları yok değildir. Bunun günümüze uygulayarak bir örnekle açıklamakta yarar vardır: Bir tarih kitabının cildinden ayrıldığını, içinden pek çok sayfanın yırtılıp atıldığını, geriye kalan ve üzerlerinde sayfa numarası bulunmayan diğerlerinin dağıldıktan sonra, biraraya getirildiğini varsayalım. İşte elimizdeki 2. Murşili yıllıkları çok değerli olmakla beraber, bu durumdadır ve tarihinin yorumuna gerek vardır. Diğer yandan, askeri seferlerde adları geçen çok sayıdaki kentin, dağın ve ırmağın bugünkü adlarını bilemiyoruz. Bu bakımdan, anlatılan bir askeri seferin nerede geçtiğini, orduların hangi yolları aşarak, nereye geldiklerini bazen kesinlikle anlayamıyoruz. 2. Murşili, babasının son günlerini (İÖ 1345) ve tahta gçemeden önce oluşan olayları şöyle özetlemektedir: Ben babamın tahtına oturmadan önce, yöredeki düşman ülkeler benimle savaşa girdiler. Babam tanrı olunca (yani ölünce), kardeşim Arnuwanda (2.) babasının tahtına oturdu. Fakat sonra o da hastalandı. Düşman ülkeler, kardeşim Arnuwanda’nın hasta olduğunu öğrendiklerin, gerçekten düşmanlığa başladılar. Fakat kardeşim Arnuwanda da tanrı olduğunda, henüz savaş açmamış olan düşmanlar da açıkça düşmanlığa başladılar, yöredeki düşman ülkeler şöyle diyorlardı: ‘Onun babası Hatti ülkesi kralı, kahraman bir kraldı. Ve düşman ülkeleri yenmişti. O şimdi tanrı oldu. Babasının tahtına oturan oğlu da (yani Arnuwanda 2.) eskiden bir savaş kahramanıydı. Fakat o da hastalandı ve tanrı oldu. Ama şimdi babasının tahtına oturan küçüktür. Ve o Hatti ülkesini ve Hatti ülkesine bağlı toprakları kurtaramaz. Babam uzun süre Mitanni ülkesinde kaldığından, efendim Arinna kentinin Güneş Tanrıçası’nın belirlenmiş (yani belli bir takvime göre yapılan) bayramları ile ilgilendim, onları kutladım. Ve Arinna’nın Güneş Tanrıçası’na ellerimi kaldırıp, dedim ki: ‘Efendim Arinna’nın Güneş Tanrıçası! Bana küçük diyen ve beni saymayan yöredeki düşman ülkeleri sürekli senin topraklarını almaya uğraşırlar. Bana, aşağı gel ve benimle bu ülkeleri yen!’ Arinna’nın Güneş Tanrıçası benim sözlerimi işitip, bana geldi ve ben babamın tahtına geçer geçmez, 10 yıl içinde yöredeki düşman ülkeleri yendik. Bu bölümden 2. Murşili’nin, daha babası ölmeden zorluklarla karşılaştığı, kardeşinin de hayatta fazla kalmayışı yüzünden, düşmanlarının Hatti topraklarına göz diktikleri anlaşılmaktadır. Ayrıntılı yıllıklarda bulunan şu parça da ilginçtir: ... onlar (düşmanlar), aşağı ülkenin valisi Hannuti’nin öldüğünü öğrenince bana şu sözleri yazdılar: ‘Sen daha çocuksun ve (bir şeyden) anlamazsın. Senin ülken yıkılmaya (mahkum). Piyadelerin ve arabalı askerlerin azalmış. Benim piyadelerim ve arabalı askerlerim seninkilerden çok. Babanın askeri, arabası çoktu. Sen çocuksun onunla nasıl bir olabilirsin?’ Beni böyle aşağıladılar ve uyruğumdan (olanları) geriye vermediler. 2. Murşili’nin ilk yıllarında Kaşkalar ile uğraşmak zorunda kaldığı, bu arada Kuzey Suriye’de de bazı düşmanca hareketler olduğu anlaşılmaktadır. Kargamış kralı olan amcası Şarrkuşuh, Hitit güçerinin en büyük desteğiydi. Bu bölge üzerinde Asur etkileri artınca, Kargamış kralı Asurlular ile savaşılması emrini vermiş, fakat Hititler’in burada kendilerine karşı hazırlıklarını duyan Asur komutanları savaşmaktan çekinmişlerdi. Firavun Haremheb döneminde, Mısırlılar’ın da Suriye’ye akınlar yaptıkları ve Halep’in güneyindeki Nuhaşşe’nin Hatti ülkesinden koptuğu sırada, yine Şarrikuşuh’un yardımlarıyla Mısır askerleri geri çekilmeye zorlanmıştı. Fakat Kargamış kralı, Kummanni kentinin tanrıçası Hepat’ın bir bayramını kutlamak için Hatti kralı ile Kizzuwatna’da buluştuğu sırada hastalanıp ölünce, bu bölgedeki denge, Hitit ülkesi aleyhine bozulmuştu. Bunun üzerine Nuhaşşe yeniden isyan etmişse de, 2. Murşili onları ekonomik açıdan çökertecek bir önleme başvurarak, yola getirmeyi başarmıştı: Onu piyadeler ve arabalı askerlerle Nuhaşşe’ye gönderdim. Ve ona şöyle talimat verdim: ‘Nuhaşeliler düşman oldukların, git, onların ekinlerini yak ve onları zarara sok’ O, gidip, Nuhaşşe’nin ekinlerini yaktı. Onları zarara soktu. Nuhaşşe kralları, babama ve bana ettikleri andı bozmuş olduklarından, ant tanrıları tanrısal güçlerini gösterdiler...Kinza (=Kadeş) kralı Aitakam’nın en büyük oğlu, (yandaşı olan Nuhaşşe’nin) nasıl zarara uğradığını ve ekinlerinin azaldığını görünce, babası Aitakama’yı öldürdü... Kinza (=Kadeş) ülkesi tekrar benim yanıma geçti. Fakat ben onları uyruk olarak kabul etmedim. İçtikleri andı bozdukları için, onlara şöyle söyledim: ‘Ant tanrıları öçlerini alsınlar. Oğlu babasını öldürsün, kardeş kardeşini öldürsün ve o kendi etini kendi canını bitirsin.’ O (komutanlardan biri) Kinza’ya gitti ve Kinza’yı aldı. 2. Murşili’nin acımasızca elde ettiği bu başarıdan sonra, Kargamı’ı da yeniden düzene soktuğunu ve ölen ağabeyi Şarrikuşuh yerine, onun oğlunu tahta geçirdiğini öğreniyoruz. Eskiden Halpa (Halep)kralı olan, diğer ağabeyi Telipinu yerine de yine onun oğlu Talmişarruma’yı geçirdi ve onunlar bir antlaşma yaparak kendine bağladı. Kuzey Suriye krallıklarından Amurru’nun kralı Duppi-Teşup ile de, Şuppiluliuma’nın aynı ülkenin kralı Aziru ile imzaladığı gibi, bir antlaşma yaptı. Bu belgenin geriye bakış bölümünde özetle şöyle yazılmıştır: Ey Duppi-Teşup, Aziru senin büyükbabandı. O babama başkaldırdıysa da, babam onu yola getirmişti. Sonra ise, Nuhaşşe ve Kinza kralları ona isyan ettiklerinde, Aziru onlara katılmamıştı. Babam düşmanlarıyla savaşırken, senin büyükbaban Aziru da onunla gitti. O babamı hep korumuş, hiç öfkelendirmemişti. Babam da Aziru’yı ve ülkesini korumuştu. Babamın, büyükbabandan istemiş olduğu 300 şekel (=bir ağırlık birimi) temizlenmiş, birinci kalite altını, her yıl büyükbaban ödemiş, hiç karşı gelmemiş, onu kızdırmamıştı...

 

Ugarit arşivlerinde bulunan yazılı belgelerde de, 2. Murşili döneminde bu bölgenin de Hitit nüfuz alanı içinde kaldığını belli eden anlatımlar görülmektedir. Ugarit kralı Niqmepa ile yapılan bir antlaşmaya göre Hitit kralı, Ugarit ile sınırı olan bir ülkeyle savaş halinde bulunursa, Niqmepa’nın esas görevi, onun yardımına koşmak olacaktı. Aynı antlaşma metninde, Şuppiluliuma tarafından belirlenen eski sınırlar da onaylanıyordu. Ancak, bazı ufak sınır düzeltmeleri ile, Kargamış kralının egemenlik alanı genişletilmiş ve Ugarit o güne değin işlettiği tuz yataklarından yoksun kalmıştı. 2. Murşili’nin desteği ile tahta geçtiği anlaşılan Niqmepa, buna karşı koyamıyorsa da, ödediği haracın orantılı olarak azaltılmasını istemiş ve bu istem, Hitit kralı tarafından da olumlu karşılanmıştı.

 

Anadolu içindeki duruma gelince, bu alanda Hititler’in en büyük sorununun Kaşkalar olduğunu ve 2. Murşili’nin de ilk yıllarda bunlarla uğraşmak zorunda kaldığını yukarıda belirtmiştik. Ancak bu dönemde, Kaşkaların yönetim biçiminde büyük bir değişiklik olmuş ve o zamana değin bağımsız boylar halinde yaşayan Kaşkalar, şimdi bir kişinin yönetiminde toplanmışlardı. Bu olayı 2. Murşili şöyle aktarmaktadır: Pihhuniya Kaşka tarzında hüküm sürmüyordu. Kaşka ülkesinde tek bir kişinin hükümdarlığı olağan değildi; Pihhuniya birdenbire kral gibi yönetmeye başladı. O zaman, ben majeste ona karşı çıkıp, bir elçi yollayıp şöyle yazdım ‘sürüp Kaşka’ya götürdüğün ve benim uyruğumdan olanları bana geri gönder.’ Pihhuniya ise bana şöyle yanıt verdi: ‘Sana hiçbir şeyi geri vermeyeceğim. Ve sen eğer bana karşı sefere çıkarsan, savaşı hiçbir zaman kendi topraklarımda kabul etmeyeceğim. Seninle senin ülkende savaşa gireceğim.’ Kaşka kralının bu meydan okumasına karşı, 2. Murşli’nin karşısında tutunamadığı ve yenilerek, ülkesinin bir kesiminin yakılıp yıkıldığı, Pihhuniya’nın da tutsak edilip Hattuşa’ya götürüldüğü, yine 2. Murşili tarafından anlatılmaktadır.

 

Anadolu’nun doğusundaki Azzi-Hayaşa Bölgesi de Hititler ile sürekli sürtüşme halinde kalmış bir yerdir ve 2. Murşili döneminde de savaşın sürdüğü anlaşılmaktadır. Krallığının 10. yılında 2. Murşili bu ülkeyi barışa zorlamayı başarmıştı. Kendi anlatımı şöyledir: Azzi ülkesinin insanları, tahkim edilmiş kentleri savaşta fethettiğimi görünce, kendileri de dik tutunabilen Azzi halkı korktular. O zaman, ülkenin en yaşlıları bana gelip, ayaklarıma kapandılar ve dediler ki: ‘Efendimi! Bizi mahvetme! Bizi uyruğun olarak kabul et. Biz de şimdiden sonra, sürekli olarak askerlerimizi ve arabalı savaşçılarımızı efendimizin emrine verelim. Bizde bulunan Hatti uyruklu kişileri de geriye verelim. O zaman ben majeste, onları mahvetmedim; onları uyrukluğa aldım. Yıl kısaldığı için (yani kış yaklaştığı için), Azzi ülkesini düzene sokmadım, fakat Azzi insanlarına ant içirdim. Sonra Hattuşa’ya döndüm ve kışı Hattuşa’da geçirdim... İlkbaharda, Azzi’yi düzene sokmaya gidecektim. Ama, Azzi halkı majestenin geldiğini duyunca, bana (birini) gönderip şu haberi verdiler: ‘Sen, efendimiz, bizi bir kez mahvettiğin için, ey efendimiz, tekrar gelme. Bizi uyrukluğa al!... Bana uyruğumdan 100 kişiyi geri verdiler. Ben de Azzi’ye gitmedim ve onları uyrukluğa kabul ettim. Bu yıl (yani 11. yıl içinde) başka sefere çıkmadım ve Ankuwa’ya gidip orada kışı geçirdim.

 

Ülkenin batı ve güneybatısındaki Mira, Kuwaliya, gibi ülkelerin kralları ile de kimi zaman antlaşmalar yoluyla, kimi zaman da güç kullanılarak bir denge sağlanmaya çalışılmış olduğu anlaşılmaktadır: Bazen Arzawa ülkeleri ‘bir yıldırım gibi’ gelen Hitit ordusu tarafından ezilmiş, bazen ise Sen, Maşhuiluwa, kaçıp babama sığınmıştın. Babam seni kabuk edip, kendisine damat yapmış, kızı, kız kardeşim Muwatti’yi sana eş olarak vermişti. Fakat, sonradan seninle ilgilenememiş, senin düşmanlarını yenememişti.Oysa ben seninle ilgilendim, senin düşmanlarını yendim. Ayrıca kentler kurup, onları tahkim edip, askerle donattım. Ve ben seni Mira ülkesinin beyliğine getirdim sözleri ile ülkenin batısında yandaşlar aranmıştı.

 

2. Murşili döneminde çok ilginç bir saray entrikasına şahit olmaktayız. Şuppiluliuma’nın ilk karısı Henti’den başka bir de Babilli bir eşi olduğuna yukarıda değinmiştik. Sonradan Nalnigal diye bir Hurri adı da takılan bu kraliçe, ele geçen mühürlere göre Tawananna unvanına da sahipti. Gerek Arnuwanda’nın kısa egemenlik döneminde, gerek ondan sonra başa geçen 2. Murşili’nin krallık zamanının başlarında da, Malnigal, Tawananna unvanını ve bunun kendisine verdiği hak ve yetkilerden yararlanmayı sürdürmüştü. 2. Murşili bu durumu şöyle anlatıyor: Babam tanrı olduğunda, kardeşim Arnuwanda ve ben Tawananna’ya hiç kötülük etmedik, onu görevinden indirmedik. O, babamın zamanında sarayı ve Hatti ülkesini nasıl yönettiyse, kardeşimin döneminde de öyle yönetti. Kardeşim de tanrı olunca, ben de ona kötülük etmedim, Tawananna’yı hiçbir zaman indirmedim... Siz tanrılar, onun babamın sarayını bir ‘türbe’ye çevirdiğini görmüyor musunuz? Babil’den eşya (?) getirtti, başka eşyaları ise Hattuşa’da bütün halka dağıttı; geriye hiçbir şey kalmadı. 2. Murşili bunlara karşın, Tawananna’ya iyi davranmıştı. Fakat Tawananna, gece gündüz tanrıların önünde durup 2. Murşili’nin karısını lanetlemeye başlayıp da, bu beddualar sonucu gelini ölünce, iş ciddileşmişti. Bunun üzerine sarayda bir mahkeme düzenlendi ve Malnigal’den Tawanannalık unvanı ve yetkileri alınıp, saraydan kovuldu ve kendisine bir ev ile yaşamını sağlayacak yeterli maddi olanaklar verildi. Bütün toplumlarda var olan kaynana-gelin çekişmelerine Hitit döneminden bir örnek olan bu olayın nedeni, eldeki belgelerin yetersizliği yüzünden kesinlikle anlaşılamamaktadır. Ancak ölen gelinin adının Gaşşulawiya olduğu sanılmaktadır.

 

3. HATTUŞİLİ VE PUDUHEPA

 

2. Murşili’nin uzun yıllar süren egemenliğinin nasıl noktalandığı (İÖ 1310) hakkında bilgimiz yoktur. Ondan sonra Hitit Devleti’nin başına geçen iki kral, Muwatalli (İÖ 1310 – 1282) ve 3. Murşili (prenslik adı Urhi-Teşup, İÖ 1282 – 1275) ile ilgili en ayrıntılı bilgileri sağlayan kaynak, bu ikisi zamanında çok önemli askeri ve idari görevlerde bulunmuş ve büyük başarılar kazanmış bir prensken, yeğeni 3. Murşili’yi bertaraf ederek tahtı ele geçiren 3. Hattuşili’nin (yaklaşık İÖ 1275 – 1250) kaleme aldığı ve otobiyografi niteliğindeki metnidir. 3. Hattuşili, Hitit tarihi içinde eşi Puduhepa ile birlikte, tanıdığımız en kişilik sahibi hükümdardır. Gerek askerlikteki yeteneği, gerekse iç ve dış siyasetteki etkinliği ile, Ön Asya’da bir döneme kendi damgasını vurmuş olan bu kralın otobiyorgrafisindeki ilk bölüm şöyledir: Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Murşili’nin oğlu, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Şuppiluliuma’nın torunu, Kuşşar kralı Hattuşili’nin soyundan, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Tabarna Hattuşili’nin sözleridir: Tanrıça İştar’ın kudretinden söz edeceğim; bunu herkes duymalıdır. Ve gelecekte tanrılar içinde İştar... özellikle kutsanmalıdır. Babam murşili’nin 4 çocuğu oldu: Halpaşulupi, Muwatalli, Hattuşili ve (bir de) kız çocuk. Bu saydıklarım içinde ben en küçükleridim... Efendim İştar kardeşim Muwatalli’yi, babam Murşili’ye rüyasında gönderdi: ‘yıllar Hattuşili için kısadır (yani ömrü uzun değildir); o sağlıklı değildir. Onu bana ver; o, benim rahibim olsun. O zaman sağlıklı olur.’ Ve babam ben, küçük çocuğunu, aldı ve beni tanrıçanın hizmetine verdi... Ve İştar, benim efendim, benim elimden tuttu, bana hükmetti. Babam Murşili tanrı olduğunda, kardeşim Muwatalli babasının tahtına oturdu. Kardeşimin yanında ben de ordu komutanı oldum. Kardeşim beni saray baş muhafızı mevkiine çıkardı ve Yukarı Ülke’yi (İç Anadolu’nun kuzey kesimleri) benim yönetimime verdi. Ve ben, Yukarı Ülke’yi egemenliğim altına aldım... Efendim İştar beni esirgediği ve kardeşim Muwatalli de beni iyi tuttuğu için, efendim İştar’ın bana olan koruyuculuğunu ve kardeşimin bana iyi davrandığını görenler, beni kıskandılar. (Benden önceki vali ve diğerleri... benim kötülüğümü istediler. Ve bana karşı iftira edilmeye başlandı. Ve kardeşim Muwatalli benim için soruşturma açtı. Fakat efendim Tanrıça İştar, bana rüyada göründü ve bana rüyada dedi ki: ‘seni bir tanrıya emanet edeceğim. Korkma!’ Ven ben (bu) tanrının yardımıyla temize çıktım... Efendim Tanrıça İştar beni hiçbir zaman ihmal etmedi; beni hiç düşmanlarıma terketmedi. Beni mahkemede karşıtlarıma, beni kıskananlara karşı yalnız bırakmadı. Düşmanlardan olsun, mahkemedeki karşıtlarımdan olsun, kral sarayından olsun, bana karşı edilen sözlere karşı, İştar, beni savundu, her fırsatta beni kurtardı. Düşmanlarımı, beni çekemeyenleri benim elime teslim etti, ben onların (işini) tamamladım. Kardeşim, sorunun (aslını) anlayınca, bana hiçbir kötülük yapmadı. Ve beni tekrar (korumasına) aldı, Hatti’nin ordusunu ve arabalı savaşçılarını bana teslim etti... bütün Hatti ülkesindeki komutayı ben üstlendim. Ve beni efendim İştar’ın onurlandırması ile, hangi düşman ülkesine karşı döndüysem, düşman bana karşı gelmedi. Düşman ülkelere karşı hep ben galip geldim! Muwatalli’nin, kardeşi 2. Hattuşili’nin kişiliğinde büyük bir yardımcı ve asker bulduğuna kuşku yoktur. Hattuşili, şimdiye değin dizginlenemeyen Kaşkalar’ı sürekli olarak yenmiş ve kuzey bölgelerinin tek egemeni durumuna gelmiştir. O kadar ki, 3. Hattuşili, bugünkü Amasaya ile eşitlenen Hakmiş kentinde özerkliğe sahip bir kral olmuştur. Bu dönemde Kaşkalar üzerindeki baskısını artırarak, çok eskiden, Hantili zamanından beri Hatti toprakları dışında kalmış olan kutsal kent Nerik’i tekrar ele geçirmeyi başarmıştır. 3. Hattuşili’nin böylece ülkenin kuzeyindeki düşmanı frenlemesi ve Kaşka tehlikesini ortadan kaldırması sayesindedir ki, kral Muwatalli ülkenin batı ve güneybatısına karşı başarılı seferler düzenleyebilmiş ve özellikle Mısır’a karşı sert bir tutum takınabilmiştir. Anadolu’nun batısıyla olan ilişkileri hakkında elimizde bazı belgeler varsa da bunların hangi krallara tarihlenmesi gerektiği noktasında hala tartışmalar sürmektedir. Ancak, Muwatalli’nin batıda birtakım kendine bağlı yerel krallıkla kurarak, bu kesimi güvence altına almaya çalıştığı belli olmaktadır.

 

Hatti ülkesinin batısında ve güneybatısında yerleşmiş toplumların kralları ile yapılan antlaşmalarda geçen bazı yer ve kişi adları da çeşitli yorum ve tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin, hangi Hitit kralı zamanında yazıldığı tartışmalı olan belgelerden biri üzerinde şunlar okunmaktadır: Ahhiyalı Attarşiya, seni Madduwatta’yı ülkenden kovdu... Sen, majestenin babasına kaçtın... Seni, Madduwatta’yı, majestenin babası, karın, çocukların maiyetin, askerlerin ve arabalı savaşçılarınla birlikte, Attarşiya’nın kılıcından kurtardı. Yoksa sizi açlıktan köpekler yiyecekti. Buradaki Ahhiya ya da başka metinlerde geçen biçimiyle Ahhiyawa ile Yunan belgelerinden bilinen Akalar’ın ülkesi; Attarşiya ile, yine Yunan efsanesindeki Atreus, yukarıda verdiğimiz belgenin sonlarına doğru çok kırkı bir yerde okunabilen Mukşu adıyla, yine Yunan efsanesine göre Troia savaşlarından sonra Anadolu’nun güney kıyılarında ve Çukurova’da kent kurduğu söylenen Mopsos eşitlenmek istenmiştir. Aynı biçimde başka metinlerde rastlanan bir yer adı Apaşa ile Efesos, Milawanda adıyla Miletos ve Milyas aynı tutulmak istenmiştir. Muwatalli’nin Wiluşalı Alakşandu ile yaptığı antlaşma da aynı tartışmaların açılmasını gerektirmişti. Alakşandu ile Alaksandros, Wiluşa ile ise İllion (Troia dolayları) eşitlenmiştir. Anadolu’nun batı kesiminin kimi zaman Hitit egemenliğine girdiği, kimi zaman bağımsız kaldığı bazı dönemlerde ve vasal olarak Hattuşa’ya bağlandığı gerek yazılı belgelerden, gerekse Karabel’deki (İzmir’in doğusu) ve Niobe-Sipylos(İzmir’in doğusu)’daki Hitit hiyeroglif yazıtları ile mühür ve heykelcikler gibi bazı küçük eserlerden anlaşılmaktadır. Diğer yandan Troia, Efesos, Miletos, Kolofon ve Müsgebi gibi Batı Anadolu’nun arkeolojik merkezlerinde de Aka varlığına işaret edecek maddi belgeler ele geçirilmiştir. Bu nedenle yukarıda sözünü ettiğimiz eşitlemeleri, beraberlerinde getirdikleri bazı sorunlar da olsa, tümüyle geçersiz saymak yanlış olacaktır.

 

Muwatalli, batı sorununu çözüme kavuşturduktan sonra, kardeşinin de kuzeyde güçlü bir durumda kendisine yardımcı olması sayesinde, bir müddet Hatti’de kalıp bazı dinsel işleri tamamlamıştı. Ülkenin güneydoğu sınırları, Mısır firavunlarının toprak istekleri yüzünden tehlikedeydi. Bu yüzden Hitit kralı, seferlerini yönelteceği güneydoğu bölgelerine daha yakın bir askeri üs kurmak amacı ile başkentini Hattuşa’dan, yeri kesinlikle henüz saptanamayan Dattaşa’ya taşıdı.

1. Hattuşili zamanında başkentin Kuşşar’dan Hattuşa’ya nakledilmesinden sonra, burası Hatti Devleti’nin hiç kesintisiz yönetim merkezi olarak kalmıştı. Şimdiye değin Kuzey Suriye üzerine sefer düzenleyen pek çok Hitit kralı, başkenti, yapacakları askeri operasyon alanlarına yaklaştırmaya gereksinme duymadıkları halde, belki de Muwatalli’nin bu işe girişmesine, kardeşinin Yukarı Ülke’de fazla nüfuz sahibi olmasından korkması da rol oynamış olabileceği göz önünde tutulmalıdır. Muwatalli’nin Aşağı Ülke’ye çekilmesi, önünde tutulmalıdır. Muwatalli’nin Aşağı Ülke’ye çekilmesi, bu bakımdan, İmparatorluğun ikiye ayrıldığına bir işaret olarak da sayılabilir. Diğer yandan kralın Hattuşa’dan ayrılınca, bu bölgenin yönetimini Yazmanların Başı Mittannamuwa’ya terk etmesi de çok ilgi çekici bir olaydır. Adı geçen yazman daha sonraki dönemlerde pek çok belgede yazar olarak adı bulunan Walwaziti’nin de babasıdır ve bu, yazmanların ne denli önemli görevlerde bulunabileceklerini kanıtlamaktadır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

2. Ramses’in Mısır tahtına oturması ile (İÖ 1290), Suriye siyasetinde Hititler’in aleyhine değişiklikler oldu. Adı geçen firavun, herhalde Hititler’e karşı girişeceği büyük bir savaşa hazırlık olmak üzere daha egemenliğinin 4. yılında Suriye üzerine yürümüş ve elde ettiği başarılar sonucunda, önceki bölümde adı geçen küçük ülkelerden Amurru’nun kralı Benteşina, Hititler ile yaptığı ittifakı bozarak, Mısır’ın yanında yer almak zorunda kalmıştı. Firavunun 5. egemenlik yılında ise, Hitit-Mısır ilişkileri çok gergin bir durum gösteriyordu. Savaş kaçınılmaz olmuştu (İÖ 1285). 2. Ramses’in komutasındaki Mısır ordusu Kadeş’e yaklaştı. Ramses’in komutasındaki Mısır ordusu Kadeş’e yaklaştı. Savaşın hazırlık evresi için Hitit belgeleri fazla bilgi vermemektedir. Sadece 3. Hattuşili otobiyografisinde savaştan şöyle söz etmektedir: Kardeşim Mısır’a sefere çıktığında, benim yeniden iskan ettiğim (Hattuşili, olasılıkla Kaşka tehlikesi yüzünden terk edilmiş olan bölgelere yeniden yerleşmeler yaptığını söyler) bölgelerden aldığım askerleri ve arabalı savaşçıları Mısır ülkesine, kardeşimin seferine götürdüm... Komuta bendeydi. 2. Ramses’in zafer kitabında ise, Hitit ordusu içinde Kaşka, Maşa, Arzawa, Kizzuwatna gibi bölgelerin askerlerinin bulunduğu yazılıdır. Yine savaşın taktik hatası yapmış ve ordusunu oluşturan dört birliği, birbirinden çok uzak mesafede Kadeş üzerine sürmüştü. Ancak tutsak alınan bazı Hitit gözcülerinin anlatımından durumun farkına varıldı: Muwatalli, Mısırlılar’ın umdukları gibi Halep yakınında değil, hemen Kadeş’in gerisinde bekliyordu. Mısır orduları bu duruma göre savaş düzeni almaya başlayamadan, Hitit savaş arabaları Mısırlılar’ı yandan vurdular. Mısır kaynaklarına göre, Hitit ordusunda 3500 araba ve 1700 yaya asker bulunuyordu. Bundan sonra ne olduğunu kesinlikle bilmiyoruz. 2. Ramses, zafer kazandığından söz etmekteyse de, bu gerçeğe pek uygun görünmemektedir. Çünkü, Hitit kuvvetlerinin Şam’a kadar ülkeyi yakop yıktıları ve Amurru’nun tekrar Hitit vasallığına döndüğü bilinmektedir. Hititler’e ihanet etmiş sayılan Benteşina da krallıktan uzaklaştırılmış, yerine Şapili getirilmiştir.

 

3. Hattuşili, kardeşi Hitit kralı Muwatalli’ye Mısır’a karşı kazanılan bu savaşta yardım ettikten sonra ülkesine geri dönerken, Lawazantiya (kesin yeri belli değildir) kentine uğradığını ve orada Tanrıça Şauşga’nın (İştar’ın diğer adı) rahibi Pentipşarri’nin kızı olan ve kendisi de aynı tanrıçanın rahibesi görevinde bulunan Puduhepa ile evlendiğini yazmaktadır. Hattuşili otobiyografisinde bu evliliğe kutsal bir hava vermeyi, bu evliliğin tanrıların bir isteği olduğunu söylemeyi ihmal etmemektedir. Bu eş, kocası ile birlikte, Hitit tarihinin en etkin kraliçesi olacaktır.

 

Hattuşili’nin kardeşinin krallığı sırasında, sonraki dış siyasetini de etkileyecek bir başka icraatı da, ülkesine dönerken, Dattaşa’daki Muwatalli’ye uğrayıpi onun tahtından indirdiği Amurru kralı Benteşina’yı kurtarması ve beraberinde Hakmiş kentine götürmesidir. Hangi nedenle buna gerek duyduğunu bilemiyoruz. Ancak, Hakmiş’te ona bir ev vermiş ve kendi deyimiyle hiç kötülük yapmamıştır. Hattuşili’nin yokluğunu fırsat bilen Kaşkalar’ın ülkenin kuzey kesimlerini, Hakmiş’i de içine almak üzere yeniden ele geçirdiklerini yine onun ağzından öğreniyoruz. Fakat o, Kaşkalar’ı sürmüş ve bu kez kendisini Hakmiş kralı, Puduhepa’yı da kraliçe ilan etmiştir. Böylece, yukarıda değindiğimiz gibi, ülke onunla resmen Hitit kralı olan kardeşi değindiğimiz gibi, ülke onunla resmen Hitit kralı olan kardeşi arasında adeta paylaşılmış olur.

 

Muwatalli’nin ölümünden sonra Hitit tahtına, bir harem kadınından olan oğlu Urhi-Teşup geçmiştir. Telipinu fermanına göre, böyle ikinci dereceden oğullar, ancak birinci dereceden erkek çocuk yoksa, kral olabileceklerdi. Bu duruma göre, Muwatalli’nin bölye bir oğlu olmadığı anlaşılmaktadır. 3. Hattuşili, Urhi-Teşu’un tahta geçişinde kendisinin yardımcı olduğunu belirtmekte ise de, kendisinin onu devirerek krallığı elde etmesinde, 3. Murşili adıyla tahta çıkan Urhi-Teşup’un bir harem kadınından doğmuş olmasının rolü olmalıdır. Hattuşili’nin ona karşı isyan edişine bu da bir özür oluşturmuştur. Otobiyografisinde bu açıkça bellidir; Hattuşili kardeşine olan saygısından, onun ölümünden sonra bir şey yapmadığını belirtmektedir.

 

3. Murşili adıyla tahta oturan Urhi-Teşup’un ilk işi, başkenti tekrar Hattuşa’ya nakletmek olmuştu. Zaten yeni kralın iç siyasetinin temelini, merkezi otoritenin Yukarı Ülke’yi gittikçe daha çok etkileyecek biçimde genişletilmesi oluşturmaktaydı. Babası Muwatalli’nin Aşağı Ülke’de bulunduğu sırada Hattuşa ve yöresinin yönetimi kendisine verilmiş olan ve amcası Hattuşili ile iyi dost oldukları anlaşılan Baş Yazman Mittannamuwa’nın Urhi-Teşup tarafından görevden alınması da, yine kuvvetin tek elde toplanması yolunda atılmış bir adımdı.

 

Urhi-Teşup’un dış siyaseti ile ilgili fazla bir şey bilmiyoruz. Amcası, onu pek tecrübesiz ve yeteneksiz bir kral gibi göstermek istemektedir. Fakat elimizde, Hattuşili’nin oğlu kral 4. Tuthaliya zamanında yazılmış bir belge vardır ki, bunun yardımı ile, Urhi-Teşup’un Asur kralı ile birbirlerine karşılıklı mektup ve elçi gönderdikleri ve dost oldukları anlaşılmaktadır. Ayrıca kız kardeşini Anadolu’nun batısındaki Şeha Irmağı ülkesinin beyine eş olarak verdiğini de öğreniyoruz. Hattuşili’nin anlatımına göre Urhi-Teşup’un amcasını en öfkelendiren hareketi, onun elinden en önemli 2 kenti almak istemesi olmuştur: Ve benim elimden Hakmiş ve Nerik’i aldı. Artık dayanamadım ve ona isyan ettim. Fakat ona isyan ederken (din açısından) pis (bir şey) yapıp, ona arabada ya da evde saldırmadım. Ona (sadece) şöyle düşmanca haber ilettim: ‘Bana karşı kavgayı başlattın. Ve sen büyük kralsın, senin bana bıraktığın tek kalede, yalnız ben kralım. Haydi! Bizim hakkımızda Şamuha kenti İştar’ı ve Nerik kenti Fırtına Tanrısı karar versin.’ Ben Urhi-Teşup’a böyle yazdığımda, eğer biri deseydi ki ‘Sen onu önce krallık mevkiine çıkartıyorsun? (O zaman diyecek oydu ki) ‘Benimle kavgaya başlamasaydı! (O iyi davransaydı, tanrılar) bir küçük kralın bir büyük kralı yenmesine izin verirler miydi?’... Ben ona bu sözleri yazınca, o, Maraşşantiya (Kızılırmak) kentinden hareketle, Yukarı Ülke’ye geldi. Yanında, Armadatta’nın (yani Hattuşili’ye düşman olan kişi) oğlu Şipaziti de vardı; onu Yukarı Ülke’nin ordularına karşı asker çıkarmakla görevlendirmişti. Fakat, Şipaziti bana düşman olduğundan, bana karşı hiç başarı kazanamadı. Efendim Tanrıça İştar bana krallığı daha önce söz verdiğinden, o sırada, karımın rüyasında göründü: ‘Kocana destek olacağım. Bütün Hattuşa da kocanın yanını tutacak. Ben onu üstün tutuğum için, onu kötü bir (tanrısal) mahkemeye, bir kötü (niyetli) tanrıya, hiçbir zaman terk etmem. Onu şimdi de yükselteceğim ve Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın rahipliğine getireceğim. Sen de, bana, İştar’a güven.’ İştar, efendim, benimle ilgilendi ve bana söylediği gibi de oldu. İştar’ın kudretinde burada da mazhar oldum. Urhi Teşup’un bir zamanlar kovduğu (yani görevinden uzaklaştırdığı) beylerin rüyalarında da efendim İştar göründü ve onları (uyardı): ‘Bütün Hatti ülkelerini ben İştar tekrar Hattuşili’ye verdim.’ O (yani tanrıça) Urhi-Teşup’u hiçbir yere bırakmadı, onu Şamuha kentinde, bir domuzu ahırına hapseder gibi, hapsetti. Bana düşman olan Kaşkalar da tekrar bana döndüler, bütün Hattuşa tekrar bana döndü. Kardeşime olan saygımdan, ben ona bir şey yapmadım, Urhi-Teşup’u bir esir gibi yanıma alarak Şamuha’dan çıktım. Ona Nuhaşşe ülkesinde müstahkem kentler verdim ve orada oturdu. O yeni bir isyana kalkışıp, Babil’e kaçacaktı. Ben bunu işitince, onu yakaladım ve deniz tarafına gönderdim. Şipaziti’nin de sınırı geçmesine göz yumuldu, ama, ben onun evini aldım ve Tanrıçam İştar’a verdim... Prenstim, saray muhafızları komutanı oldum; saray muhafızları komutanı idim, Hakmiş kralı oldum; Hakmiş kralı idim, (sonunda) büyük kral oldum... Efendim Tanrıça İştar bana Hatti ülkesinin krallığını verdi, büyük kral oldum... Benden önceki krallara, öncüllerime ve dost olan (krallar) bana da dost oldular. Bana elçiler yollayıp armağanlar gönderdiler. Bana gönderdikleri armağanları benim babalarıma ve atalarıma göndermemişlerdi. Bana uyruk olmak zorunda olan krallar, uyruk oldular. Bana düşman olanları yendim. Hatti ülkelerine toprak üzerine toprak kattım... Oğlum Tuthaliya’yı da senin (Tanrıça İştar’ın) hizmetine verdim. İştar tapınağını oğlum Tuthaliya üstlenecektir. Ben nasıl tanrıçanın hizmetkarı isem, o da tanrıçanın hizmetkarı olsun. Gelecekte, Hattuşili ve Puduhepa’nın soyundan olanların elinden kim İştar’a hizmet görevini alırsa, kim Şamuha İştarı’na ait tapınağa, mala, mülke, eşya ve ambarlarına göz dikerse, o, Şamuha İştarı’nın mahkemesi önüne çıkacaktır. Kimse (onun) mallarından vergi almasın. Ve gelecekte, Hattuşili ve Puduhepa’nın çocukları, torunları ve onların soyundan olanlardan kim başa geçerse, tanrıların arasında (en fazla) Şamuha İştarı’nı kutlasın!

 

Görüldüğü gibi, Hattuşili, 3. Murşili adıyla tahta çıkmış olan yeğeni Urhi-Teşup’u sürekli Tanrıçası İştar’ın yardımlarıyla alt ettiğini vurgulamaktadır. Onu, hiçbir zaman krallık adı olan Murşili adıyla anmaması da ilginçtir ve Urhi-Teşup’un amcasının gözünde hiçbir zaman kral sayılmadığını kanıtlamaktadır. Hattuşili’nin kral olmaya niyetlendiği, karısı Puduhepa’nın da onu kral olarak görmek istediği, anlatılan rüyalardan açıkça belli olmaktadır. Puduhepa’nın rüyasında, Hattuşili’nin İştar tarafından Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın rahipliğine yükseltilmesi, bu görevin sadece büyük kralın sahip olabildiği bir dinsel unvan olması dolayısıyla, Hattuşili tarafından kendisine İştar’ın krallık vaat ettiği biçiminde yorumlanmaktadır. Görüldüğü gibi, kralın yaşamında rüyalar çok önemli bir yer tutmaktadır. İştar, yüksek mevkilerde bulunan beylerin de rüyalarına girerek, onlara, krallığı Hattuşili’ye vereceğini bildirmiştir. Öyle görülmektedir ki, Hattuşili bir rahip ve İştar’a bağlı biri olduğu için arkasına tüm rahip kitlesini almış ve onların da etkisi ile yandaşlarının sayısını artırmıştır. Ayrıca kendi tutkularını da gizleyerek, yaptıklarının tanrı isteği olduğuna, etrafını olduğu kadar, herhalde kendini de inandırmıştır. Hattuşili, yeğeni ile doğrudan bir savaştan söz etmemektedir. Büyük bir olasılıkla, kendi yanına çekmeyi başardığı beyler, Urhi-Teşup’u kaçmasına fırsat vermeden tutuklamışlardır. Urhi-Teşup’un Nuhaşşe’ye gönderilmesi, arkasında kaçış planlarının haber alınmasından sonra deniz yönüne sürgüne gönderilmesi anlatımlarından, özellikle ikincisi, biraz üstü kapalı geçiştirilmeye çalışılan bir gerçeğin anlatılması izlenimini yaratmaktadır. Deniz yönüne sözlerinden acaba ne kastedilmektedir? Eğer, sürgün yeri olarak Kıbrıs Adası seçilmiş ise, bunun açıkça belirtilmesinden kaçınılmasının nedeni olmalıdır. Belki de Hattuşili, Urhi-Teşu’un aldığı bütün önlemlere karşın, elinden kurtulduğunu söylemek istememekte ve bundan dolayı dolambaçlı anlatımlara başvurmaktadır.’ Gerçekten de Mısır firavunu 2. Ramses Anadolu’nun batı kesiminde bulunduğuna daha önce değindiğimiz, Mira ülkesi kralına yazdığı bir mektupta Urhi-Teşup’tan söz etmektedir. Anlaşıldığına göre Mira beyi, Ramses’e daha önce bir mektup yazarak, Urhi-Teşup’un durumu ile ilgili bazı bilgiler vermiş ya da ondan bilgiler istemiştir. Belki de Urhi-Teşup’u Hattuşili’ye karşı kullanmak amacını güden isteklerde bulunmuştur. Ramses ise mektubunda, durumun Mira beyinin yazdığı gibi olmadığından bahisle, kendisi ile Hatti kralı arasında bir antlaşma bulunduğunu (bu antlaşma 1270 yıllarında imzalanan ve Kadeş savaşının sonucunu belirleyen belgelerdir) ve artık barış içinde yaşamak istediklerini yazmaktadır. Ayrıca, yine firavunun anlatımına göre, Hatti kralı ondan Urhi-Teşup’un olasılıkla kaçarken beraberinde götürdüğü altın, gümüş ve bakır eşyasını ve atlarını vermesini de istemiştir. Mektubun ondan sonrası kırıktır, ancak, Ramses’in Mira kralına, bu işe bulaşmak ve Urhi-Teşup yüzünden Hatti ile arasını bozmak istemediğini yazmasının nedenini anlamak güç değildir. İşin ilginç yanı, bu mektubun Hattuşa arşivinde elimize geçmiş olmasıdır. Büyük bir olasılıkla, iyi bir diplomat olan Mısır firavunu, Urhi Teşup’u Hattuşili’ye geri vermemiş, ama onun başkaları tarafından Hitit kralına karşı bir koz olarak kullanılmasına da engel olmuştur. Herhalde iyi niyetini belirtmek için de, Mira kralına yazdığı ve onu bu işe karışmaması için uyardığı mektubun bir kopyasını Hattuşili’ye de göndermiştir. Böylece, Hatti kralına kendi sadakatini kanıtlamış olmakta, hem de ona karşı girişilen komplolardan onu haberdar etmektedir. Hattuşili ise, Urhi-Teşup’un Mısır’da kalmasının kendisi için bir tehlike yaratmayacağına emin olmalıdır ki, bildiğimiz kadarıyla bu yüzden Ramses ile aralarından yeni bir sorun çıkmamıştır.

 

3. Hattuşili’ye ait yeterli belgeye sahibiz. Ancak, bunları kronolojik bir sıraya sokmakta güçlük çekiyoruz. Buna karşın özellikle dış siyasetinin ne olduğu ana çizgileriyle belirlenebilmektedir. Kendi otobiyografisinde de anlatıldığı gibi, zorunlu olanlar zaten Hititler ile dost geçinmeye çalışmış, karşı çıkanlar ise, eğer yeteri derece güçlü değiller ise, Hattuşili tarafından yenilmişlerdi. Bu arada, iki düşmanı birbirine kırdırmak gibi taktiklere başvurulduğunu da öğrenmekteyiz.

 

3. Hattuşili, 1. Salmanasar döneminde Asur ile iyi ilişkiler içindeydi. Oysa ondan önce Adadnirari döneminde, Asur’un Hatti ülkesine pek dost olmadığı, yazarı belirlenemeyen bir Hitit kralının şu mektup müsveddesinden anlaşılmaktadır: ... Hurriler’e karşı kazandığın zaferlerden söz edip duruyorsun. Silah gücüyle kazanmışsın... büyük kral olmuşsun. Fakat neden hep kardeşlikten dem vuruyorsun? Sen ve ben sanki bir anadan mı doğduk. Bunun yazarının Muwatalli olması olasıdır. Hattuşili döneminde işlerin düzeldiği, elçilerin gidip gelmesinden ve armağanların karşılıklı gönderilmesinden bellidir. Fakat bu ilişkilerin nasıl iyi duruma gelebildiği, eğer şu mektup Asur kralına yazıldı ise (bunu kesin olarak saptayamıyoruz), kolay anlaşılır değildir: Ben krallığa geçtiğimde, sen bana elçi göndermedin. Oysa bir kralın tahta geçmesinde gelenek, kendi düzeyindeki kralların ona güzel kokulu yağlar ve bir krali elbise armağan etmesidir. Oysa sen bunların hiçbirini yapmadın! Diğer yandan, Babil kralına Hattuşili’nin yazdığı bir mektupta da şunları okuyoruz: Duydum ki, kardeşim erkek olmuş, ava çıkıyormuş! Kardeşim Kadaşman-Turgu’nun adını fırtına tanrısı yükselttiği için, çok sevinçliyim. Şimdş kardeşimie diyorum ki: ‘artık git ve düşman ülkesini yağmala! Düşman ülkesine sefer düzenle ve düşmanı yen! Bil ki sefere çıktığın ülke karşısında sayıca 3-4 kez daha üstünsün! Düşman ülkesinin adını vermemesine karşın, bunun Asur’dan başka bir ülke olamayacağı açıktır. Aynı tüm bir anlatıma da 3. Hattuşili’den sonra tahta geçen oğlu Tuthaliya’nın, Asur kralı Tukultininurta’ya yolladığı mektupta rastlanır. Bunda da, kralın kendisinden 3-4 kat daha az sayıda olan bir düşman ülkesine sefere yapması dileğinde bulunulmaktadır. Hattuşili’nin Asur ve Babil özellikle Asur’un dikkatinin Hatti sınırından uzaklaştırılması biçiminde uygulanmıştır. Dış görünüşteki dostluğa karşın, iki tarafın birbiri için iyi emeller beslemediği böylece ortaya çıkmaktadır.

 

Yukarıda, 3. Hattuşili’nin, kardeşi Muwatall’nin Amurru tahtından attığı Benteşina’yı onun elinden alıp, Hakmiş’e götürdüğüne değinilmişti. Benteşina’nın Urhi-Teşup zamanında da orada kaldığını düşünmek hatalı olmayacaktır. Hattuşili otobiyografisinde, yeğeni Urhi-Teşup’a 7 yıl sabırla dayandığını belirtmektedir. Bu kadar uzun süre Benteşina orada ne yapmıştır, bunu bilmiyoruz. Fakat hemen şunu da söylememiz gerekir ki, Hattuşili tahta geçmek için 7 yıl beklememiş de olabilir. Bu 7 sayısı, uzun süre beklediğini anlatmak için kullanılmış bir mecaz da sayılabilir. Urhi-Teşup’u krallıktan atar atmaz Hattuşili, eski dostu Benteşina’yı yeniden Amurru krallığına geçirmiş ve onunla bir antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmanın aile bağlarıyla da pekiştirildiği, şu satırlarda okunmaktadır: Büyük Kral Muwatalli ölünce, ben Hattuşili, babamın tahtına oturdum. Benteşina’ya ikinci kez Amurru (krallığını) verdim; babasının evini (yani sarayını) ve krallık tacını ona verdim. Aramızda (gerçek bir) dostluk kurduk. Benim oğlum Nerikkaili, Amurrulu Benteşina’nın kızını eş olarak aldı. Ben de kızım Gaşşulawi’yi, Amurru kralı sarayına, Benteşina’ya eş olarak verdim. O Amurru’da kraliçelik mevkiine geçecek. Amurru ülkesinde krallığın kızımın çocukları, torunları sürdürecekler... Amurru ülkesinin egemenliğini, Benteşina’nın, oğlunun, torununun, Benteşina’nın kardeşinin ve benim kızımın soyunun elinden kimse almasın... Bugünden sonra sen, efendin Büyük Kral Hattuşili’yi ve efendin Büyük Kraliçe Puduhepa’yı ve onların torununu krallık açısından kollamazsan, tanrılar önünde ettiğin bu and (ın lanetine uğra!). Böylece, Amurru ülkesinde Hititler kendilerine bağlı bir vasal kral daha yaratmışlardır.

 

Mısır’la olan ilişkilere gelince; Muwatalli ile 2. Ramses arasındaki Kadeş Savaşı’nın ardından yıllar geçmesine karşın, iki ülke arasında ne yeni bir savaş çıkmış, ne de barış antlaşması yapılmıştı. İki taraf da statükonun bozulmasını arzu etmiyor gibi davranıyor, birbirlerinden çekiniyorlardı. Savaş, Ramses’İn 5. krallık yılında olmuştu, Hatti ve Mısır arasındaki antlaşma ise Ramses’in tahta geçişinin 21. yılına rastlamaktadır. Aradaki bu 16 yıllık süre içinde, Hattuşili ile Mısır firavunu arasında elçiler ve mesajlar gidip gelmiştir. Urhi-Teşup Mısır’a kaçmış ve geri verilmemiş olmasının da antlaşmanın gecikmesinde büyük rolü olmuştur. Sonuçta imzalanan antlaşmanın Urhi-Teşup’un da geleceğni etkileyip etkilemediğini bilmiyoruz. Antlaşma metni daha önce değindiğimiz gibi, o zamanın diplomatik yazışma dili olan Akadça ve Mısır dilinde hazırlanmıştı. Bir yüzünde Hattuşili, diğer yüzünde Puduhepa’nın mühür damgaları bulunan, gümüş bir tablet üzerine kazıttırılarak yazılmış ve Mısır’a gönderilmiş olduğunu bildiğimiz Akadça nüshası, ne yaık ki şimdiye değin elimize geçmemiştir. Fakat, aynı metnin kil bir tabletteki kopyası Boğazköy arşivlerinde bulunmuştur. Mısır tapınaklarında aynı konuyu işleyen yazıtlarda ise, Kadeş Antlaşması’nın, özellikle baş bölümleri Mısır’ı daha kazançlı ve Hititler’den daha üstün göstermek amacı ile değiştirilmiştir. Oysa, antlaşma tümüyle eşitlik temeli üzerine kurulmuştur. Bunda her iki kral da birbirlerini kardeş saymakta, yapılan antlaşmayla Hitit ve Mısır ülkeleri arasında güzel kardeşlik ve güzel barışın sonsuz olacağı belirtilmektedir. Yalnız antlaşmayı yapan taraflar değil, Hattuşili ve Ramses’in çocukları da bu barış içinde kardeş olmuşlardır. Ne Büyük Kral, Mısır kralı Ramses, sonsuza değin Hatti ülkesinden bir şey almak için saldıracak, ne de Büyük Kral, Hatti Kralı, Hattuşili, sonsuza değin Mısır’dan bir şey almak için saldıracaktır. Diğer yandan, eğer bir başka düşman, Hatti ülkesine sefer düzenlerse ve Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Hattuşili, bana haber yollarsa ‘gel, bana ona karşı yardım et’, Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı Ramses savaşçılarını ve arabalarını yollayacak, Hatti ülkesinin öcünü alacaktır. Antlaşmada üstünde durulan sorunlardan biri de içteki isyanlardır: Ve eğer Hattuşili, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı, hizmetkarlarına (=uyruklarına) kızarsa ve onlar, ona karşı suç işlerse ve sen Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı Ramses’e haber yollarsan, Ramses arabalarını ve askerlerini gönderecek ve karşı gelenleri yok edecektir. Doğal olarak, Hattuşili de, kardeşi Ramses, böyle isteklerde bulunursa, aynı yükümlülükleri yerine getirecektir. Suçluların geriye verilmesi de antlaşmada yer almaktadır: Ve Hatti ülkesinden bir adam kaçarsa, ya da 2 adam ya da 3 adam, Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı, kardeşim Ramses’e gelirse, Ramses onları yakalayacak ve kardeşi Hattuşili’ye geri yollatacaktır. Bu sonsuz kardeşli ve barış antlaşması ile Hitit – Mısır ilişkileri bir daha bozulmamıştır.

 

Hattuşili’nin Puduhepa ile olan evliliği Hitit tarihi içinde başlıbaşına bir bölüm oluşturur. Çünkü, kişiliği ve kudreti ile kraliçe Puduhepa’yı Hattuşili döneminden soyutlamaya olanak yoktur.

 

Hattuşili otobiyografisinde, Puduhepa’ya rastladığı ve onunla evlendiği döneme değin, ailesi ile ilgili fazla bilgi vermez. Aslında, kardeşlerinin adlarını sayması dahi, diğer Hitit krallarının belgelerinde ana adı bile verilmediği düşünülecek olursa, Hattuşili’nin olağandan fazla aile bağlarına önem verdiğini gösterir. Kardeşlerden Muwatalli’nin, icraatını daha önce gördüğümüz Hitit kralı olduğunu biliyoruz. Adının Halpaşulupi olduğu bilinen diğer erkek kardeşten bir daha hiç söz edilmemektedir. Bunun, Muwatalli tahta geçmeden ölmüş olduğu düşünülebilir. Kız kardeş ise, Muwatalli zamanında Batı Anadolu beylerinden Şeha Irmağı Ülkesi’nin Maşturi adlı kralına gelin gitmiştir. 3. Hattuşili bu kardeşlerini saydıktan sonra, kendisinin Puduhepa’dan önce evli olup olmadığını, evlenmiş ise, çocuklarını da hiç söz konusu etmemektedir. Ancak bildiğimiz, Kadeş Savaşı’nda kardeş Muwatalli’ye yardım edip ülkesine dönerken, Lawazantiya kentine uğradığı ve oradan Pentipşarri’nin kızı Puduhepa ile tanrıların isteği üzerine evlendiğidir. Evlenme tarihi ile Kadeş Savaşı arasında bir yıl geçmiş olduğunu varsayarak İÖ 1284 tarihini elde ederiz. Gerek babası Pentipşarri, gerekse Puduhepa, Hurri kökenli adlar taşımaktadırlar. Lawazantiya kentinin yeri belli değildir. Ancak Puduhepa, bir yerde Kizzuwatna ülkesinin kızı, başka bir belgede ise Kummanni ülkesinin kızı olarak geçmektedir. Kizzuwatna, daha önce değindiğimiz gibi, bugünkü Çukurova ve dolaylarına, Kummani ise (Roma dönemindeki adı Commana) günümüzdeki Şar’a yerleştirilmektedir. Her iki yerin, Hititler döneminde aynı bölgenin sınırları içinde kabul edildiği, belgelerden anlaşılmaktadır. Hem babanın, hem kızının hizmetinde oldukları tanrı ise, Lawazantiya İştar’ı ya da Hurca adıyla Şauşga olarak bilinen tanrıcadır. Bütün bunlar, Puduhepa’nın Hurri kökenini açıkça vurgulamaktadır.

 

Hattuşili ve Puduhepa’nın, kral ve kraliçe olmadan önce rahip ve rahibe görevlerinde bulundukları düşünülecek olursa, bize kalan belgelerin de neden bu kadar dindar gözüktükleri, neden her işlerinde tanrısal güçlerin karışmasına değindikleri daha iyi anlaşılır. Kraliçenin mühürlerinden biri üzerinde daha dindarlığı belli olmaktadır: Hatti ülkesi prensesi, yeryüzünün efendisi Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın gözdesi, Tanrıçanın hizmetkarı, Kizzuwatna ülkesinin kızı Puduhepa’nın mührü. Bu anlatımın elimize geçmeyen ve Mısır’a gönderildiği söylenen, Kadeş Antlaşması’nın yazılmış olduğu gümüş tabletteki mühür üzerinde kullanıldığı, bunun başka belgelerdeki tanımından öğrenilmektedir. Puduhepa gibi, hattuşili de dinsel görevlerini Ugarit’te bulunmuş bir mühründe belirtmiştir. Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı, kahraman, Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın, Nerik kentinin Fırtına Tnarısı’nın ve Şamuha kentinin İştari’nın gözdesş, Hattuşili. Puduhepa’nın, her fırsatta tanrılara dua ettiğini, özellikle kocasının sağlığı ve uzun ömürlü olması için yakardığını, elimize geçen dua metinlerinden biliyoruz.

 

Puduhepa, pek çok resmi belgeye, kocası ile birlikte mührünü koymuştur. Bunlardan çoğu ferman niteliği taşıyan metinlerdir. Kraliçenin dış siyasette etken olduğu, Ramses ile yapılan antlaşmaya da mührünü basmasından anlaşıldığı gibi, Mısır kralından gelen mektuplardan bir bölümü doğrudan doğruya kralından gelen mektuplardan bir bölümü doğrudan doğruya kraliçeye gönderilmiştir. Ramses’in 34. krallık yılında, bir Hitit prensesinin firavuna gelin gönderildiği bilinmektedir. Mısır’daki Abu Simbel’de bulunan ve düşün steli adıyla bilinen eserde, prensesin Mısır’a gelmesi anlatılırsa da Hattuşili’nin Mısır’a gitmemek için bahaneler bulduğu ve böyle bir seyahatten kaçındığı anlaşılmaktadır. Ramses, ... kardeşim beni görmeye gelse, birbirimizin yüzünü görsek diye, Hatti kralını çağırmış, ancak Hattuşili bu çağrıya majestenin ayaklarının yanması iyi olur olmaz uyacağını yazarak, karşılık vermiştir. Ramses’in haremine ikinci bir Hitit prensesinin daha gelin olarak gönderildiği de belgelerden öğrenilmektedir. Mısır kaynakları bu olayı şu sözlerle açıklamaktadır: Hatti prensi, Ramses’e, Mısır’a ikinci kızını gönderdiğinden, Hatti ülkesinden, Kaşka ülkesinden, Arzawa ülkesinden çok ganimetler ve ayrıca pek çok at sürüleri, pek çok sığır sürüleri gönderdi. İşte bu evlenmelerle ilgili olarak, Ramses’ten doğrudan Puduhepa’ya yollanan mektup çok ilgi çekici bir anlatım ve içerik taşımaktadır: Tanrı Amon’un gözdesi, Güneşin oğlu, Mısır ülkesi kralı, Büyük Kral Ramses şöyle der: ‘Hatti ülkesinin kraliçesi, büyük kraliçe Puduhepa’ya söyle ki, işte ben, kardeşin, iyiyim. Evlerim, oğullarım, ordularım, atlarım, arabalarım iyidirler. Ülkemde çok iyilik vardır. Sen, kız kardeşim, iyi olasın! Evlerin, oğulların, orduların, atların, arabaların iyi olsunlar! Ülkende çok iyilik olsun! Kız kardeşime şöyle söyle ki, işte elçilerim, kız kardeşimin elçileri ile birlikte bana geldiler. Onlar bana, kardeşimin, Hatti ülkesinin kralı, Büyük Kralın iyiliğini bildirdiler. Kardeşimin, kız kardeşimin ve ülkelerinizin iyi haberlerini alınca çok sevindim ve şöyle dedim ‘Çok şükür, iyidirler!’ Kız kardeşimin bana gönderdiği mektubu gördüm ve Hatti ülkesinin Büyük Kraliçesi olan kız kardeşimin çok güzel bir biçimde yazdığı konuları işittim. Kız kardeşime söyle ki, kardeşim Hatti ülkesinin kralı, Büyük Kral bana şöyle yazdı: ‘Kızımın başına güzel kokulu yapı dökecek kişileri gönder; onlar onu (prensesi) Mısır kralının, Büyük Kralın evine götürsünler.’ İşte, kardeşim bana böyle yazdı. Kardeşimin bana haber verdiği karar çok ve pek güzeldir. Mısır ülkesinin tanrıları ve Hatti ülkesinin tanrıları iki büyük ülkeyi ebediyen bir ülke olarak birleştirmek için bizi bu karara yönelttiler! Söz konusu edilen gelinin başına bir tür parfüm olan iyi kokulu yağ sürme işlemi, anlaşıldığına göre nişan töreninin bir bölümüydü. Tahta çıkacak veliahtların başına da parfüm sürmenin, bu çağın geleneklerinin olduğunu bilmekteyiz. Kraliçe Puduhepa’nın başka ne gibi devlet işleriyle uğraşmış olduğunu gösteren bir başka belge de, Kuzey Suriye’nin Akdeniz kıyısında, Ras Şamra’da bulunan Ugarit’teki Hitit uyruklu tüccarlarla ilgilidir. Bu tüccarlar, klasik dönemdeki adı Olba, şimdiki adı ise Uzuncaburç olan, Ura kentinde (Mersin’in batısında) oturmakta ve Suriye limanları ile iş yapmaktaydılar. Ugarit kralı Niqmepa’ya hitaben yazılmış bu belgede şöyle denmektedir: Senin bana yazdığın ‘Ura halkından olan tüccarlar, hizmetkarlarının ülkesini yük olmaktadır’ konusunda, ben, majeste Ura ve Ugarit halkı ile ilgili olarak şu karara vardım: Ura halkı iyi mevsimlerde Ugarit’teki işlerini görsünler. Fakat kışın Ugarit’ten kendi ülkelerine dönmeye zorunlu olsunlar. Böylece Ura halkı, kışın Ugarti’te kalmaya, ev ve arazi satın almaya izinli değillerdir. Bu da Hattuşili yanında Puduhepa’nın mührünü taşımaktadır.

 

Puduhepa ve Hattuşili’nin kendi çocukları yanında, Hattuşili’nin önceki bir evliliğinden ya da harem kadınlarından da çocukları doğmuş olmalıdır. Benteşina’nın kızını alan Nerikkaili ve Benteşina’ya eş olarak verilen Gaşşulawi’nin Puduhepa’nın doğurduğu çocuklar olmaması gerekir. Çünkü, Benteşina, Hattuşili’nin, yeğeni Urhi-Teşup’u tahttan indirmesinden hemen sonra, yeniden Amurru krallığına geçirilmiş ve kendisi ile bir antlaşma imzalanmıştır. Bu tarihte Hattuşili ile Puduhepa’nın evliliği üzerinden ancak 9 ya da 10 yıl geçmiş olmalıdır ki, o zaman Nerikkaili ve Gaşşulawi’nin evlenecek yaşa gelmedikleri açıktır. Ancak, eğer, Benteşina ile yapılan antlaşma, onun tahta çıkarılışından çok sonra yazılmış ise, bu çocukların da Puduhepa’nın doğurduğu çocukları olabilmesi olasıdır. Ramses’e verilen kızların, bu Hitit çiftinin çocukları olması, yaşları açısından uygundur. Hatırlanacağı gibi, Hattuşili ile Puduhepa’nın evliliği Ramses’in 5. ya da 6. krallık yılına, bu prenseslerden birinin Ramses’e gelin gönderilmesi ise, firavunun 34. krallık yılına rastlar. Hattuşili’nin Puduhepa’dan önce evlendiğini söylememesine karşın, herhalde çocukları vardır. Zaten Puduhepa’nın kendisi de, saraya geldiğinde bulduğu çocukları bizzat büyüttüğünden söz eder. Ayrıca bir başka tablet üzerinde de, pek açık olmayan bir anlatım kullanılarak, Hattuşili’nin oğulları ve torunları ile, Puduhepa’nın soyu birbirinden ayrılmıştır.

 

Hattuşili’nin ne zaman öldüğünü kesinlikle saptayamıyoruz. Ama kendinden sonra devletin başına, Puduhepa’nın doğurmuş olduğu bir oğulun geçtiğini belgeler kanıtlıyorlar. Bu oğul ise 4. Tuthaliya’dır. (İÖ 1250).

 

Tuthalia4Yazilik.jpgtuthalia.jpg

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

PARLAK BİR DÖNEMİN VARİSİ: 4. TUTHALİYA

 

Puluhepa’nın kraliçelik unvanını ve bunun kendisine sağladığı hak ve yetkileri, kocası 3. Hattuşili’nin ölümünden sonra kral olan oğlu Tuthaliya zamanında sürdürdüğü, belgeler üzerinde bulunan mühürlerden anlaşılmaktadır. Bunlardan biri, Şahurunuwa aslı birisine verilen topraklarla ilgili bir bağış belgesidir. Toprak bağışı, kral Tuthaliya ve kraliçe Puduhepa tarafından düzenlenmiş, şahit olarak da Nerikkalili, Dattaşa kralı Ulmi-Teşup ve Kargamış kralı İni-Teşup hazır bulunmuşlardır. Bunlardan Nerikkaili, 3. Hattuşili’nin oğlu ve hatırlanacağı üzere, babası tarafından yeniden Amurru krallığına geçirilen Benteşina’nın damadıdır. İkinci şahit durumundaki kişinin Dattaşa kentinin kralı unvanını taşıması da ilgimizi çekmektedir. Kral Muwatalli devrinde bir ara başkent durumuna getirilen, fakat, Urhi-Teşup (=3. Murşili) zamanında başkentinin eskisi gibi Hattuşa’ya nakledilmesi ile, herhangi bir Hitit kenti halini alan Dattaşa’nın, buna karşın yönetim bakımından bir ayrıcalığa sahip olduğu görülmektedir. İni-Teşup ise, Şuppiluliuma’nın Kargamış’ta kral ilan ettiği oğlu Şarrikuşuh’un torunudur. Demek oluyor ki, Kargamış’ta kurulan sülale, Tuthaliya dönemine değin kesintisiz sürebilmiştir. Hatta bu dönemde belki de Asur İmparatorluğu’nun giderek büyümesi ve Hitit Devleti’nin güney sınırları için güçlü bir tehlike oluşturması nedeniyle, Kargamış’ın daha da önem kazandığı, özerkliğinin daha da artmış olduğu söylenebilir; aşağıda göreceğiniz bazı belgeler bunu doğrular biçimde, Hatti kralının yanında, Kargamış kralı tarafından da mühürlenmiştir. Bunların Ugarit ve Amurru ile ilgili konuları kapsamış olması, Kargamış’ın bu ülkelerin üstünde bir mevkide bulunduğunu kanıtlamaktadır.

 

İlgi çekici bir başka belgede sadece Puduhepa’nın mührünü görüyoruz. Kraliçenin tek başına bir belge düzenlemesi, bildiğimiz kadarıyla sık rastlanan bir olay değildir. Adı geçen belge, bir mahkeme kararı niteliği taşımaktadır: Majeste, Ugarit kralı Ammistamru’ya der ki ‘Ugaritli adam ve Şukku, majestenin huzuruna mahkeme için çıktıkları zaman, Şukku şöyle söyledi: Onun gemisi kıyıda parçalandı. Fakat, Ugaritli adam: Hayır, Şukku isteyerek gemimi parçaladı. Majeste şöyle hüküm verdi: Ugarit gemicilerinin başı ant içsin; ondan sonra Şukku onun gemisi ve içindeki malları ödeyecektir.’ Burada zarara uğrayan ve herhalde Hitit Devleti’nin uyruğunu taşıyan Şukku, ne görevle Ugarit’te bulunmaktaydı bilmiyoruz. Tazminatı alacak kişi ise, bir tüccar ya da gemi sahibi olmalıdır.

 

Asur İmparatorluğu’nun büyümesinin, Hatti ülkesi için artan bir tehlike yarattığını yukarıda belirtmiştik. Gerçekten de, Tuthaliya döneminin bütün dış siyaseti, bu tehlikeye karşı önlemler alma üzerine kurulmuştur. Asur ile olan ilişkilerin, elden geldiği kadar dostluk havası içinde yürütülmeye çalışılmış olması Asur’dan çekinildiğine işaret etmektedir. Salmanassar’ın tahta çıkışı dolayısı ile Tuthaliya’nın yolladığı bir mektup bulunmuştur. Ondan sonra, Asur kralı olan Tukultininurta’ya da aynı biçimde bir kutlama mesajı yollanmış ve bunda iki ülkenin arasında hiçbir sorun yokmuş gibi dostane bir anlatım kullanılmıştır. Hitit kralı, Asur kralına artık bir babadan ve bir anadan (doğmuş) gibi olduklarını yazmaktadır. Amaç, herhalde içten olmaktan çok, Asur kralının öfkesini Hatti ülkesinin üzerine çekmemek olsa gerekir. İki devlet adamının birbirlerini ziyaret etmesinin de iyi bir şey olacağı aynı mektupta söz konusu edilmektedir: O benim ülkeme gelse, ben onun ülkesine gitsem; birbirimizin ekmeğini yesek. Bu iyi niyet gösterilerinden sonra, Tuthaliya esas soruna değinerek, Tukultininurta’nın Papanhi Dağı’na sefer düzenlememesini, çünkü dağları kötü olduğunu yazmaktadır. Hitit kralının niyetinin, Asurlular’ı bu dağlardaki kötülüklerden korumak olmadığı, Anadolu’nun güneydoğusuna Asur ordularının yaklaşmasından korktuğu açıkça bellidir. Tuthaliya’nın bu çabalarının boşa gittiği, Asur İmparatoru’nun planlarından hiç ödün vermeden, istediği yeri yağmaladığı, Hitit ülkesi halkından 28.800 kişiyi, Fırat’ın öte yakasından sürüp götürdüğünü anlatmasından anlaşılmaktadır. Sürülüp, topraklarından edilen bu insanların sayısı, belki de abartmalı olmakla beraber, Asur’un dehşet saçan bir savaş makinesi halini aldığı artık görülmektedir; dostluk gösterileri işe yaramamış, Asur’un açıkça başlattığı bu düşmanlıklara karşı somut önlemler almak zamanı gelmiştir. Bu yüzden yapılacak iş, Asur ve Hitit toprakları arasına, Hatti Devleti’ne sadık birer krallık olan Amurru ve Ugarit’in güçlendirilerek sokulması, iki gücün doğrudan ilişkisini önleyecek bir tampon bölge yaratılmasıdır.

 

Bu bakımdan, Kuzey Suriye ilişkilerinin sıklaştığı elimizde bulunan belgelerden izlenmektedir. Önce, belki de Hatti’ye ihanet ettikleri kuşkusu ile, iki Ugarit prensi, mallarının kendilerinde kalması koşuluyla Alaşiya’ya sürülür. Bu kararı, Tuthaliya’nın yanında Kargamış kralı İni-Teşup da mühürlemiştir. Diğer yandan Amurru ve Ugarit arasındaki olası sürtüşmelere meydan vermemek amacı ile, Amurru kralı Benteşina’nın kızlarından biri ile evlenmiş olan Ugarit kralı 2. Ammistamru’nun boşanmalarına, fakat kızın çeyizini geri götürmesi ve ondan doğan oğulun veliaht kalması koşuluyla izin verilir. Sonradan kızın kardeşi, Amurru kralı Şauşgamuwa ile de bir antlaşma yapılır. Adı geçen boşanma belgesi üzerinde yine Tuthaliya’nınki ile birlikte İni-Teşup’un mührü yer almaktadır.

 

Amurru kralı Şauşgamuwa ile imzalanan antlaşmanın amacı, Asur’a karşı bir ittifak ve yine Asur’a karşı uygulanmak istenen bir ekonomik ambargonun sağlanmasıdır. Yukarıda değindiğimiz gibi Tukultininurta, Hitit topraklarına saldırmış ve açıktan düşmanlık etmeye girişmişti. Tuthaliya buna misilleme olarak kuvvetle karşılık vermekten çekinmiş olmalıydı ki, Asur’u ekonomik açıdan yıpratma yoluna gitti. Şauşgamuwa antlaşmasının ana çizgileri şöyledir: Şimdi ben, majeste, Büyük Kral seni, Şauşgamuwa’yı elinden tuttum ve seni kendime damat yaptım ve kızımı sana eş olarak verdim. Ve Amurru ülkesinde seni kral yaptım. Şimdi majesteyi hükümdarlığından ötürü koru! Sonra, majestenin oğullarını ve oğullarının oğullarını ve (onların) soylarını hükümdarlıklarından ötürü koru! Başka bir efendi isteme! Bu konuda tanrılara ant içtiğin antla bağlısın!... Mısır kralı, Babil kralı ve Asur kralı (tablette, daha önce yazılmış Ahhiyawa kralı sözleri silinmiştir) benimle eşdeğer krallardır. Mısır kralı benimle dost ise, sana da dost olacaktır! (yani sen de ona dost olacaksın) Eğer majesteye düşmansa, senin için de düşman olacaktır! Asur kralı ise, bana düşman olduğundan, senin için de düşman sayılmalıdır! Senin (uyruğundaki bir tüccar) Asur ülkesine gitmeyecektir! Oradan gelen bir tüccarı da sen ülkene bırakmayacaksın! Senin ülkene girerse, onu yakala ve majestenin (huzuruna) yolla! Bu konuda tanrıya içtiğin antla bağlı sayılacaksın! Ve ben, majeste, Asur kralı ile savaşta olduğumdan, sem de katılacak ve bir ordu ve bir arabalı savaşçı birliği kuracaksın. Sürat ve etkinlik majeste için ne anlamda (önemliyse), senin için de sürat ve etkinlik o (derecede önemli) olacaktır! Öyleyse, şimdi, sadık bir biçimde, ordu ve arabalı savaşçı birliğini kur! Bu konuda tanrıya içtiğin antla bağlı sayılacaksın! Ekonomik ilişkilerin kesilmesi ile Asur’un ticaretine sekte vurulması yanında, askeri hazırlıklara girişilmesi, durumun gerginliğini ortaya koymaktadır. Bu hazırlıklar sırasında görüldüğü gibi, Amurru’dan ordu kurması istenirken, Ugarit’ten de bu yükümlülük kaldırılmış ve yerine maddi yardım yapılması, her nedense daha uygun görülmüştür. Bu düzenlemeyi, şu belge üzerinde okumaktayız: Kargamış kralı İni-Teşup’un huzurunda, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı, Tuthaliya, Ugarit kralı Ammistamru’yu ordu birlikleri ve arabalı savaşçı birlikleri kurma yükümlülüğünden affetmiştir. Asur ile savaş hali sona erinceye değin Ugarit askerleri ve arabalı savaşçıları yardıma gelmeyecektir. Ugarit kralı majesteye 50 mina (= yarım kiloya yakın bir ağırlık birimi) altın vermiştir. Gittikçe artan bu gerginlik savaşma noktasına varmadan, kendiliğinden sona ermiştir. Tukultininurta, egemenlik döneminin ikinci yarısında Fırat sınırında yeni operasyonlara girişememiş ve oğluyla tutuştuğu iktidar kavgaları sırasında öldürülmüştür.

 

Asur tehlikesi atlatılmış, fakat Tuthaliya döneminde bu sefer de bir açlık tehlikesi baş göstermiştir. Olasılıkla büyük bir kuraklık sonucu olan bu felaketin, yalnız dar bir bölgede kalmadığı, yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Mısır ile Hattuşili döneminde kurulmuş dostluk ilişkileri, Hatti ülkesinde açlığın önlenmesinde çok işe yaramış, firavun Merneptah krallığının ilk yıllarına rastlayan bu kuraklıkta, Hatti ülkesine gemilerle tahıl yardımı yapmıştır. Bu sırada Hitit kralından Ugarit kralına gelen bir mektupta, açlıktan söz edilmekte, yukarıda adı geçen Ura kentine tahıl götürecek gemilere yer sağlanması istenmektedir. Durumun ne kadar ciddi olduğunu mektubun son cümlesi vurgulamaktadır: Bu, hayat memat sorunudur! Mısır’daki Karnak yazıtında firavun Merneptah da olayı şu sözlerle anlatmaktadır: Hatti ülkesini yaşatmak için, Asyalılar’a gemiler içinde tahıl gönderdim. Bu kuraklık döneminde ya da daha sonra Ugarit’te Hititler’in bazı sorunlarla karşılaştıklarını öğreniyoruz. Hitit Kralı, Ugarit’te krallık tahtına geçmiş birine şöyle çıkışmaktadır: Ugarit’te hükümdar olduğundan beri niçin majestenin huzuruna gelmedin? Ve neden elçilerini göndermedin? Şimdi bak, majeste bu duruma çok kızmıştır! Kargamış’tan gelen mektuplarda da bir askeri denetim dolayısıyla, bir Hitit prensinin gelişinden ve onun Ugarit’teki yeni kralın hoş karşılanmayan davranışları yüzünden, askeri önlemler alma ya da oraya askeri müdahale etme anlamlarına geldiği düşünülebilir.

 

Anadolu içindeki durumun 4. Tuthaliya döneminde de arada sırada geleneksel düşman Kaşkalar tarafından bozulduğu görülüyor. Özellikle, Hitit kralının başka yerlerdeki askeri harekatlarını fırsat bilerek, Hitit topraklarına saldırmak, harekatlarını fırsat bilerek, Hitit topraklarına saldırmak, harekatlarını fırsat bilerek, Hitit topraklarına saldırmak, alışılagelmiş bir Kaşka davranışıdır. 4. Tuthaliya zamanında Aşşuwa ülkeleri ile savaş halinde iken, kuzeyde Kaşka akınları olmuş, fakat anlaşıldığı kadarıyla bunlar fazla zarar vermeden defedilmiştir. Bu arada kesintiye uğrayan Aşşuwa seferinde Kikkuli adlı biri, vasal kral olarak adı geçen bölgenin yöneticiliğine getirilmişti. Hatti kralı Kaşkalar ile uğraşırken yeni bir isyan daha çıkmıştı, bunun sonucunu kesin olarak saptayamıyoruz. Fakat, batıda yapılan ilk savaşa Hititler’in 10.000 asker ve 600 araba ile katıldıkları belirtilmektedir. Bu rakamlar savaşın ufak bir çatışma olmadığını kanıtlamaktadır. Şauşagamuwa adlı Amurru kralı ile yapılmış olan ve yukarıda metnini özetlediğimiz antlaşmada, Hatti kralının kendiyle eşdeğer kralları sayarken Ahhiyawa kralının adını da bunlar arasına önce kattığını, fakat sonradan sildirdiği göz önüne alınacak olursa, Tuthaliya döneminde ülkenin batısındaki devletlerin çok güçlenmiş oldukları sonucuna varılmaktadır.

 

Hiç kuşkusuz, Tuthaliya kendisine bırakılan güçlü bir mirasın bilincinde idi. Hattuşili ve Puduhepa ‘nın kudretli ordu ve akıllı bir siyasetle yarattıkları, Ön Asya dünyasında saygın bir yer tutan Hitit İmparatorluğu, onun krallık döneminde oraya çıkan güneydoğudaki Asur ve batıdaki Ahhiyawa gibi yeni güçlerin yarattığı sorunların üstesinden, böyle sağlam bir zemine dayandığı için gelebilmişti.

 

4. Tuthaliya yönetim örgütünün ve dinsel işlerin yeniden düzenlenmesi ile çok ilgilenmiş bir kraldır. Tapınakların durumu, rahip ve görevlilerin sayısı ve tapınak eşyasının ayrıntılı envanterleri çıkarılmıştır. Arşivlerin içeriği için de aynı işlem uygulanmıştır. Önemli dinsel metinlerden çok sayıda kopyalar çıkarılarak çoğaltılmış, özellikle dinsel bayramlarda yapılan törenlerin anlatıldığı metinler, tahta tabletlerden kil tabletlere aktarılmıştır. Yeri gelmişken burada Hitit yazıcılığının malzemesine değinmekte yarar vardır. Daha önce de sözünü ettiğimi gibi metinlerin, kilden yapılmış levhalar üzerine yazıldığını, ele geçen binlerce tablet göstermektedir. Ancak elimize geçmemiş olmakla beraber, belgelerden öğrendiğimize göre, önemli bazı metinler, tunç, demir, ya da Kadeş Antlaşması’nda olduğu gibi gümüş tabletlere de yazdırılıyordu. Madeni tabletlerden hiçbiri günümüze kadar gelmemiştir. Diğer tahta tablet ve tahta tablet yazmanı terimlerine de belgelerde rastlıyoruz. Anadolu’nun iklim koşulları, bunların da toprak altında çürümeden kalabilmesine engel olmuştur. Fakat Hattuşa-Boğazköy kazılarından çıkan, üzerlerinde mühür baskıları bulunan çok sayıdaki kil topakçıklarının bunlarla ilgili olduğun kuşkusuzdur. Tahta tabletlere yazılan belgelere, mühür basılmış bu topraklar bir iple bağlanıyor ve böylece belgenin imzalanması sağlanıyordu. Bu tahta tabletlere kilden olanlara yapıldığı gibi, sivri bir araçla bastırılarak, çiviyazısı işaretlerinin kazınmasına olanak yoktu. Belki de, tahta tabletlerde kullanılan yazı sistemi, bir tür resimyazısı olan Luwi ya da daha eskiden denildiği gibi Hitit Hiyeroglifleri idi. Hiyeroglif yazısı, genellikle mühürler ve anıtsal kaya yazıtlarında kullanılmış olmakla beraber, kazınmak suretiyle kurşun levhalar üzerine de yazılmıştı. Bu tür levhalar, daha doğrusu uzun kurşun şeritler, Asur’da ve yakın zamanlarda da Kayseri – Sivas arasındaki Kululu adlı yerde bulunmuştur. Bu bakımdan, tahta tabletlere de herhalde boya ile hiyeroglif yazısı uygulanmış olabilir. Diğer yandan, Asur’da üzerleri balmumu bir tabaka kaplanmış, tahta ya da fildişi tabletlerin varlığını biliyoruz. Balmumu tabakasının eriyip akmaması için tahta tablet biraz oyularak, kenarları çerçeve halinde yüksek bırakılıyordu. Balmumunun tahta yüzeyine iyi yapışması için de, tahtanın yüzeyi pürüzlü hale sokuluyordu. Anadolu’da böyle tabletler yapıldığını ve üzerlerinde çiviyazısı ile metinler yazdırıldığını varsaymak herhalde yanlış olmayacaktır. Bu tür tabletlerin kullanılış açısından iyi bir tarafı da, balmumunun ısıtılıp yumuşatılarak, yazıların silinmesi ve tabletin yeniden yazıya hazır duruma getirilebilmesidir. Bu olanak, mahkeme tutanakları, dikte ettirilen mektuplar ya da yazman yetiştiren okullardaki öğrencilerin alıştırmaları için kolaylık sağlıyordu. Önce bunlara yazılan karalamalar, gerektiğinde, kitaplıklara konulmak üzere, kil tabletler üzerine temize çekiliyordu.

 

4. Tuthaliya hukuk alanında düzenlemeler yapmış ve yasa maddelerini kapsayan tabletler onun zamanında yeniden kopya ettirilmiştir. Bu kralın bayındırlığa dönük icraatını da Boğazköy kazıları kanıtlamıştır.

 

SONUN BAŞLANGICI

 

4. Tuthaliya’nın hangi koşullar altında öldüğünü bilmiyoruz. Kendisinden sonra oğlu 3. Arnuwanda Hitit devletinin başına geçmişti (İÖ 1220 dolayları). Bu kral, Hitit sülalesi arasında bu adı taşıyan üçüncü kişi idi. Ne yazık ki, 3. Arnuwanda’nın döneminde oluşmuş olayları anlatan pek az belge bulunmuştur. Elimizdeki tabletlerden, bu kralın döneminde de, ülkenin kuzeyindeki Kaşkalar ile savaşın yapıldığını, Anadolu’nun güneydoğusunda ise, buraya göçmüş (?) bir toplumun başı olan Mita’nın, Hitit Devleti’nin çekirdeğini oluşturan topraklara değin sokulduğunu öğrenebiliyoruz. 8. yüzyıl Asur kral yıllıklarında, Muşki adlı bir ulusun kralı olan Mita’dan söz edilmektedir. Bu 2. Mita ise Fryg kralı Midas ile eşitlenmektedir. Bunlar arasındaki ad benzerliklerini, Arnuwanda döneminde başlamış bir uluslar göçü ya da yer değiştirmesi olarak yorumlamak olası görünmektedir. Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasına, birazdan göreceğimiz gibi, deniz ve kara yoluyla gelen ve adlarına Deniz Kavimleri denen ulusların katkıda bulundukları anlaşılmaktadır.

 

Elimizde bir mühründen başka bir belgesi olmayan bu Hitit kralı öldüğünde, krallık tahtına kardeşi 2. Şuppiluliuma geçmişti. Bu kral adının yazılışında, aynı adı taşıyan atasınınkine göre de küçük göze çarpmaktadır. Bu kral, belgelerde Şuppiluliyama olarak geçmektedir. Arnuwanda’nın tahta geçebilecek hiçbir çocuk bırakmadığı, hatta harem kadınları arasında da, ölümünü izleyen günlerde hamile bir kadın bulunmadığı, bu nedenle tahta kardeşinin geçmesinin zorunlu olduğu, şu belgeden anlaşılmaktadır: Efendim, başka kimseyi değil, beni kabul etti... beni küçük bir köpek gibi... büyüttü. Majestenin kardeşi kral olduğu zaman, ben (artık) büyük bir memurdum ve hep onu korudum; ona karşı hiçbir ihmalim olmadı. Ona, efendime temiz kalple... hizmet ettim... Sonradan Hatti halkı (başka) zorluklar çıkardıklarında, seni hiç ortada bırakmadım... Hatti halkı ona (=krala) karşı günah işlediklerinde, ben (yine) sadık kaldım. Eğer onun çocukları olsaydı, onları da sayar ve onları da korurdum. Onun çocukları olmadığı için, hamile bir kadın olup olmadığını soruşturdum; hamile bir kadın yoktu... Arnuwanda geride çocuk bırakmadı diye, günah işleyip... başka birisini efendi yapabilir miyim? Anlaşılacağı gibi, adı geçen son krallara karşı Hatti ülkesinde bazı ayaklanmalar olmuştu. Arnuwanda’nın çocuğu olmamasını fırsat bilenler de herhalde vardı. Ama, sadık memurlar yardımıyla ölen kralın yerine kardeşi Şuppiluliyama geçirilebilmişti. Ancak, iç kargaşanın ne boyutlara ulaşabileceği şu sözlerle açığa vurulmaktadır: Ordu krala isyan edebilir, kralın askerleri ve ülkeleri ayaklanabilir ya da düşmanın silahı kralın en yakınlarını tutsak alabilir ya da bunları öldürebilir ya da yüksek memurları krala isyan eder ya da kral hastalanır ya da kral uzak bir sefere çıkar ya da daha kötü durumlar ortaya çıkabilir; işte sen (o zaman) isyana kalkma, (bir) kenara çekilme ve ülkene ihanet etme; sadakatinin sonunu sadece ölüm getirebilsin! Sadakat konuşu şu metinde de işlenmiştir. Vücudunda bir elbiseyi nasıl taşıyorsan, bu andı da öyle taşıyacaksın... Gökyüzünün güneşi altında Şuppiluliyama’ya ya da Şuppiluliyama’nın oğluna bir kötülük etmeye kalkarsan, o zaman seni bin ant tanrısı ve güneşin ateşi yok etsin! Eğer bunu gece yarasan, seni karın, çocukların ve ülken ile birlikte... ay... yok etsin! Sadık kalmaları için kişilere içirilen antları, aslında sadakatsizlik ve ihanetin çok sık rastlanan olaylar haline geldiğinin kanıtları saymak gerekir. Bu antlarda, ülke ve devleti kötülüklerden sakınmak olduğu kadar, kral soyunun tahtta kalması da amaçlanmaktadır: Ben, sadece efendim Şuppiluliyama’nın soyundan olanları koruyacağım. Birinci Şuppiluliuma’nın soyundan, Murşili’nin soyundan, Muwatalli’nin soyundan, Tuthaliya’nın soyundan olan bir kimsenin tarafına geçmeyeceğim!

 

HİTİTLERİN SONU

 

Sözünü ettiğimiz bu bağlılık antlarının tutulmasına dahi zaman kalmadığını artık biliyoruz: Şuppiluliyama tanıdığımız son Hitit kralıdır ve onun soyundan kimse başa geçemeden, devlet çökmüştür. (yaklaşık İÖ 1200) Devletlerin siyaset sahnesinden göçüşlerinin kuşkusuz tek bir nedeni olamaz. Yıkılışı, bir çok öğenin bir araya gelmesi yaratır. Devletin içindeki kargaşa, ekonomik güçlükler ve kurulu dengeleri değiştiren uluslararası kaynaşmalar, bir diğerinin aleyhine yayılan ve kuvvetlenen yeni devletler, doğan yeni koşullara uymayan ya da kendilerini kurtaracak yeni dengeler kuramayan toplulukları silerler. Hitit İmparatorluğu’nun çöküşünde de bütün bunların rolü vardır.

 

Asur kralı Tukultininurta’nın taht kavgaları sonunda oğlu tarafından öldürülmüş olduğuna yukarıda değinmiştik. Ancak, Hitit İmparatorluğu’nun bu son döneminde Asur yeniden güçlenmiş, yeniden büyüme emellerinin peşine düşmüştü. Yıllardan baeri bana karşı gelen, sonra beklemeye (başlayan) şu Asur’daki düşman, silahla güçlenir ya da benim ülkeme gelirse... sözlerinden Asur’un yeniden çekinilecek bir devlet durumuna geldiği anlaşılmaktadır.

 

Kuzey Suriye’de Kargamış hala Hititler’in yanındadır. Şuppiluliyama, önceki bölümlerde sözü edilen İni-Teşup’un oğlu Talmi-Teşup ile bir antlaşma yapmıştı. Bu kralın adına Ugarit belgelerinde de rastlanmaktadır. Ugarit’te onunla çağdaş olan kralın adı Ammurapi’dir. Bu Ugarit kralına, Alaşiya (=Kıbrıs) kralının gönderdiği mektup, Kuzey Suriye’deki durumu aydınlatmakta ve ondan silahlanmasını, asker ve arabalarını savaşa hazır tutmasını istemektedir. Halbuki, Ugarit’in yaklaşan düşmana yapacak bir şeyi yoktur; Ammurapi, Ugarit kralın şöyle yanıt yazar: Babam bilmiyor mu ki, benim bütün askerlerim Hatti ülkesinde üslenmiştir ve bütün gemilerim Lukka (=Lykia Bölgesi, güneybatı Anadolu kıyıları) ülkesindedir. Bundan anlaşıldığına göre, Hitit kralının isteğiyle Ugarit donanması ve ordusu yaklaşan düşmana karşı, Anadolu’nun batı ve güneybatısına gitmiştir. Değil Kıbrıs’a yardım etmek, kendini savunacak gücü bile yoktur. Şuppiluliyama’nın bir belgesinden, zaten gelen düşmanların Kıbrıs’ı ele geçirdikleri belli olmaktadır: ... çabucak denize ulaştım, ben, Büyük Kral Şuppiluliyama. Ve benimle Alaşiya gemileri (=Kıbrıs’ı alan düşmanların) denizin ortasında üç kez savaşa tutuştular. Gemileri yakalayıp, denizin ortasında ateşe vererek, onları yok ettim. Fakat, ben kıyıya dönünce, Alaşiya düşmanları sürüler halinde benimle savaşa geldiler ve ben onları yendim... Donanması yakılan düşmanın Anadolu kıyılarına nasıl gelebildiği anlaşılmaz bir olaydır ve Hitit kralı pek doğruyu yansıtmamaktadır. Böylece, aynı metnin kırık olan baş bölümlerinin yorumuna göre (ki bu pek kesin değildir), babası zamanında ele geçirilen ve haraca bağlanan Alaşiya, denizden gelen düşmanın eline geçmiştir. Artık düşmanın Ugarit kıyılarına varabilmesi için önünde engel kalmamıştır. Ugarit’te yapılan kazılarda, tabletlerin pişirilerek sertleştirildiği tablet fırını içinde yaklaşık 100 kadar tablet bulunmuştur. Arkeologların bulgularına göre, bu tabletler fırından alınmaya fırsat bulunmadan, Ugarit Sarayı yıkıma uğramıştır. Tabletlerin çoğu Ugarit’in kendi iç yönetimi ile ilgili konuları içermektedir. Yalnız içlerinden 2 tanesi, Hitit Devleti’nin sonu ile ilgili bilgi verir. Birincisi, adı tam okunamayan bir kişiden Ugarit kralına gelen ve açlık tehlikesine karşı yiyecek yardımı isteyen bir mektuptur. İkincisi ise, Hitit kralı tarafından gönderilmiştir ve Ammurapi’nin 2 yıldır geciken ziyareti dolayısıyla majestenin yakınması iletilmekte, ayrıca yiyecek gönderilmesi istenmektedir. Bu mektubun yazılışı ile, Ugarit’in düşmanı istilasına uğraması arasında ne kadar zaman geçmiştir bilmiyoruz ama, Hitit kralının son belgesi bu olmalıdır. Bundan sonra, Hattuşa ve Ugarit arşivlerinin ikisi de susar; neler olup bittiği sadece Mısır firavunu 3. Ramses’in şu sözlerinden öğrenilebilir: ... birdenbire devletler yıkılıp dağıldılar. Hiçbir ülke onların silahları karşısında dayanamadı: Hatti, Kizzuwatna, Kargamış, Arzawa, Alaşiya… Yine Ramses’e göre, bir tek o, denizden ve öküz arabalarıyla karadan gelen bu sürülere karşı güçlükle direnebilmişti.

 

Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yapılan kazılar, bu dönemde, Hattuşa’da içinde olmak üzere, pek çok kentin yangınlarla yıkıntı haline geldiğini göstermektedir. İlk gelen düşman dalgaları sonucunda Hitit İmparatorluğu hemen çökmüş müdür, yoksa bir süre daha başka başkentlere çekilerek tutunmaya çalışmış mıdır? Bunu bilemiyoruz. Şuppiluliyama, devletinin çöküşünü görebilmiş midir? Bunu da yanıtlayamıyoruz. Ancak bildiğimiz, Ön Asya’nın görkemli bir İmparatorluğu olan Hatti’nin artık devlet olarak yaşamadığıdır.

 

Devletlerin yıkılması ile uluslar hemen kaybolmaz. Hititler de akraba olan Luwiler de, yeni gelenlerin baskısı sonunda Kuzey Suriye’ye çekilmişler, orada Sami ırktan olan Aramiler ile kaynaşmışlar ve İÖ 1200 yıllarından sonra da küçük yerel devletler halinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Kendilerini kültürel bağlarla Hitit İmparatorluğu’na bağlı saydıkları, kullanmış oldukları hiyeroglif yazısından ve krallarına koydukları eski Hitit adlarından bellidir. İşte Geç Hitit Devletleri dönemini başlatanlar ve Tevrat’ta Het oğulları olarak anılanlar bunlardır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.