Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

ÜLKE KAYNAKLARI VE TOPLANAN VERGİLER, KİMLERİN HİZMETİNE VE ÇIKARINA ?


SeDatsan

Önerilen İletiler

:excl: 2006 BÜTÇESİ NASIL VE KİMİN İÇİN BİR BÜTÇE ?

 

Ülke ekonomisiyle ve yönetimiyle ilgili arkadaşların ilgi ve dikkatini çektimi bilmiyorum ama bütçenin hazırlanışı, içeriği ve bütçenin taksimatı konusu,

ekonomi-politiğin en önemli unsurudur.

Çünkü bütçe ekonominin baş aktörü, kaynak dağılımın nasıl ve hangi tercihler doğrultusunda yapılacağının göstergesidir.

Bütçe bir yıl içerisnde, o ülkede elde edilen hasılanın-gelirlerin, nerelere, kimlere nasıl dağıtılacağının, bu dağıtımdaki tercihin, hesabı-kitabı ve yasasıdır.

 

Yani devlet bütçesi, siyasi iktidarın, hükümetin bir yıllık süre içerisinde uygulayacağı ekonomik, sosyal politikaların gerçek bir göstergesi, aynasıdır.

 

Ülkemizde uzun yıllardır uygulanan ekonomik, sosyal politikalar, siyasi iktidarların bağımsız programlarından çok, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların politikalarını yansıtmaktadır. Bu çerçevede son yıllardaki bütün devlet bütçeleri gibi 2006 Bütçesi de, borç ödeme, işsizlik-yatırımsızlık, eğitimsizlik, yoksullaşma bütçesidir.

2006-2008 yıllarını kapsayacak biçimde üç yıllık hazırlanan devlet bütçesinin gerekçesinde, bütçenin 2006 yılı programı doğrultusunda hazırlandığı ifade edilmektedir.

 

2006 yılı programının temel amacı, IMF’ye söz verilen yüzde 6.5 oranındaki faiz dışı fazlayı elde etmek, mali disiplini güçlendirmek ve yıl sonu için belirlenen yüzde 5 oranındaki enflasyon hedefini sağlamak olarak açıklanmıştır.

 

Mali disiplini güçlendirmek ve faiz dışı fazla hedefini elde etmenin yolu ülke insanına, eğitim, sağılk, daha iyi bir çevrede daha insanca yaşayabileceği bir gelir, işsizlere iş vermemek ve sağlamamaktan geçmektedir. Programın amacının gerçekleşmesi, IMF Başkan Yardımcısı’nın birkaç gün önce bir kez daha belirttiği üzere yeni kemer sıkma uygulamalarından geçmektedir.

 

2006 Bütçesi’nin büyüklüğü, 174 milyar YTL olarak öngörülmüştür. Bütçenin gelir öngörüleri 156.8 milyar YTL’dir. Bütçe başlangıçta 17.5 milyar YTL bütçe açığı öngörmektedir. 2005 yılına göre başlangıç açık öngörüsü önemli ölçüde azalmış bulunmaktadır. Aynı şekilde 2005 yılında bütçenin yüzde 36.7’sine denk gelen faiz harcamaları 2006 Bütçesi’nde yüzde 26.5’e gerilemiştir. 2006 yılında 31.3 milyar YTL’si iç borç faiz ödemelerine olmak üzere 46.2 milyar YTL faiz ödemesi yapılması öngörülmektedir. Yıllar yılı devlet bütçelerinin yarısına denk gelen, bazı yıllarda vergi gelirlerinin tamamı faiz ödemelerine ayrılmış olmasına karşın devletin iç ve dış borç yükü sürekli biçimde artmaya devam etmiş bulunmaktadır. Yıllardır uygulanan, işsizlik-yoksulluk bütçe politikalarına rağmen bütçe gerekçelerinde ifade edilen kamu borç stokunun azalması sağlanmamış, borç stoku artamaya devam etmiştir. 2006 Bütçesi borçlanma ve faiz ödeme bütçesidir.

 

2006 bütçesi, işsizlik-yatırımsıklık bütçesidir. “Devletin istihdam kapısı olarak görülmesinden vazgeçilmesi” söylemi son yılların bütün bütçelerinde olduğu gibi 2006 Bütçesi’nde de egemen olmuş durumdadır. Devlet bütçesinde sermaye gideri olarak tanımlanarak yatırımlara ayrılan pay yüzde 7 civarındadır.

Milyonlarca işsize her yıl eklenen yüzbinlerce işsize devlet bütçesinden iş umudu bu yıl bütçesinde de yoktur. Nüfusun yüzde 10’unu aşan kayıtlı işsiz sayısında herhangi bir ciddi azalış olmadığı, devlet kurumlarının resmi rakamları ile ortadadır.

 

2006 Bütçesi yoksullaşma bütçesidir. Bütçeden kamu işçilerine, kamu emekçilerine ayrılan bütçe payı, enflasyon öngörüsüne göre belirlenmiştir. Enflasyon verilerine ilişkin tartışmalar bir yana, ekonomik büyümeden, emekçilere pay vermeyen bir bütçe öngörülmektedir. Bütçeden ücret-maaş alan emekçiler dışında kalan emekçi halk kesimlerine ayrılan paylar da yetersizdir. Temel mal ve hizmetlerin bedelleri artarken, bu artışların gerisinde kalan ücret-maaş artışları yoksullaşmayı artıracaktır. Emekli aylıklarının yüksekliği (!) söylemi önümüzdeki dönemde, emeklilerin yoksulluğunun artacağını göstermektedir.

 

2006 Bütçesi’nin, ülke halkının eğitim, sağlık, yaşanabilir bir çevre, daha fazla kültür, sosyal harcama beklentisini karşılamaktan uzak olduğu görülmektedir. 2006 bütçesinde, çevre koruma hizmetlerine ayrılan pay onbinde 7 oranındadır. Dinlenme, kültür ve din hizmetlerinin payı olarak görülen yüzde 1.4’lük payın, yüzde 80’i Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü harcamalarına aittir. Gerçek anlamda kültür harcamalarına ayrılan pay yüzde yarım bile değildir. Buna karşın devlet bütçesinden savunma hizmetlerine, kamu düzeni ve güvenlik hizmetlerine ayrılan pay yüzde 12.7 oranındadır. Sağlık hizmetlerine ayrılan pay, savunma-güvenlik bütçesinin üçte birinden biraz fazladır. (yüzde 4.6)

 

Son yılların bütün bütçeleri gibi 2006 Bütçesi’nin bize gösterdiği gerçek, yerli ve yabancı tekellerin hizmetindeki siyasi iktidarlardan, ülkenin halkına, üreticilerine ve değer yaratanlarına, emekçilerine hizmet için ve onlara İNSANCA BİR YAŞAMI sağlamak için bütçe ayrılmadığı dahası ayrılmayacağıdır.

Bu noktada alt gelir gruplarından tüm Halk kitlelerinin çalışanların emekçilerin, "İNSANCA BİR YAŞAM İÇİN VE HALKA HİZMET İÇİN BÜTÇE" talebi mücadelesini yükseltilmesi gerekmektedir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Türkiye toplam milli gelir açısından AB’nin en büyük dokuzuncu ekonomisi konumunda bulunuyor. Türkiye, kişi başına milli gelir ve satın alma gücü paritesi açısından ise son sırada yer alırken, nüfus artış hızı ve enflasyonda başı çekiyor.

 

İstanbul Sanayi Odası (İSO), Türkiye ve AB üyesi ülkeleri bazı temel göstergeler açısından karşılaştıran çalışmasını güncelledi. Buna göre Türkiye, geçen yıl AB ülkeleri arasında cari fiyatlarla Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) büyüklüğü bakımından bir basamak yükselerek dokuzuncu sıraya çıktı. 2004 yılında Türkiye’nin GSYİH büyüklüğü 295.3 milyar dolar ile Avusturya’yı geçti.

 

Çalışmada, Türkiye’nin ekonomisinde son üç yılda elde ettiği başarıyı sürdürebilirse birkaç yıl içerisinde yarattığı GSYİH büyüklüğü bakımından AB ülkeleri arasında yedinci sıraya yükselebileceği de bildirildi.

 

Öte yandan Türkiye, kişi başına düşen GSYİH açısından ise 4 bin 112 dolarla AB-25 ülkeleri arasında en düşük gelire sahip ülke durumunda bulunuyor. Türkiye satın alma gücü paritesine göre de en alt sırada yer aldı.

 

Türkiye, AB ülkeleri arasında nüfus büyüklüğü açısından Almanya’nın ardından ikinci sırada bulunuyor. Türkiye nüfusunun 2005 yılında AB üyesi 25 ülke nüfusunun yüzde 15.87’sini oluşturması bekleniyor

 

Öte yandan vergi yükü açısından eleştirilere konu olan Türkiye’nin vergi yükü (Vergi Gelirleri/GSYİH) İSO’ya göre AB ortalamasından daha düşük. İSO çalışmasında günümüzde işsizlik ve yeterli istihdam yaratamamanın Türkiye’nin en önemli sorunlarının başında geldiği vurgulandı.

 

 

 

 

 

GAYRİ SAFİ MİLLİ HASILANIN, ADİL BİR BÖLÜŞÜM İLE DAĞITILMASI

 

 

 

Bu veriler göstermektedir ki, ülkemizde yaratılan Gayri Safi Milli Hasıla oranı ile, kişi başına düşen gelir arasındaki dengesizlik ve çelişki, Türkiye de, gelir dağılımı sorununun “çarpıklık” derecesinde olduğunu, açıkça ortaya koymaktadır.

 

 

 

Günümüzde ise, uluslar arası sermayenin çıkarları doğrultusunda, İMF ve DB kaynaklı politikalar ile Sosyal Devletin tasfiyesi amaçlanmaktadır. Böylelikle Ülkemizde, kamu yararına hizmet üreten KİT’ lerin “kamu ekonomisinin” özelleştirme veya kapatmalar ile ortadan kaldırılmasıyla da, gelir dağılımındaki bu çarpıklık, hızla artarak daha da derinleşecektir.

 

Öte yandan, ülke halkının satın alma gücünün gitgide azalması ile de yaşam standardı daha da kötüleşmektedir. Yaklaşık 380 milyon civarında bir ücret ile “asgari ücret” yaşmaya çalışan büyük bir halk kitlesi, bu para ile ancak “açlık sınırın altında” bir yaşam sürmektedir.

 

Ülkemizde bir yıllık süreçte yaratılan GAYRİ SAFİ MİLLİ HASILA’ nın, daha adil bir bölüşüm ile dağıtılması, ASGARİ ÜCRET İLE YAŞAYAN bu halk kitlelerinin, yaşam standardının biraz daha iyileşmesini sağlayacaktır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu yönetim, ekmekten suya kadar katma değer alır, ilaçtan vergi keserken, pırlanta, elmas, yakut, incide yüzde 18 olan KDV’yi bir kalemde sıfırlamış, yani kaldırmıştı!

 

zenginin vergisini indire indire bir şey bırakmayan bu “adaletli parti” yönetiminde dolaylı vergiler yüzde 67’den yüzde 73’e çıktı.

 

Bu bir dünya rekoruydu.

 

Dolaylı vergileri kim ödüyordu?

 

Ekmeği, suyu, kalemi defteri alan halk.

 

Zenginden alınan vergiyi düşüren bu adaletli yönetim vergi konusunda başka ne yapıyordu?

 

yetmedii, attığımız her adımın bir vergisi var..

 

Bunun adı da adalet oluyor!

 

Hangi adalet?

 

Bunun adı; adaletsizlik vergisi.

 

Bunun adı; zenginin, ezenin adaleti!

 

Bunlar yamyam adaletinin temsilcileri!

 

 

objektif bir karşılaştırma yapacak olursak;

 

osmanlı devletinin 19.yy da düzenlediği tahrir( temettuat) defterlerinde bütün sayısal veriler bulunmaktadır... ne kadar malın varsa verdiğin vergi onunla doğru orantılıdır..

 

binlerce mal dökümü ile karşılaştım...( bazı meslek grupları hariç) her vatandaş malı oranında vergiye tabi tutulmuş ve bundan da taviz verilmemiş...

 

aklıma geldi bu konuyu görünce,sadece bir karşılaştırma

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu yönetim, ekmekten suya kadar katma değer alır, ilaçtan vergi keserken, pırlanta, elmas, yakut, incide yüzde 18 olan KDV’yi bir kalemde sıfırlamış, yani kaldırmıştı!

 

zenginin vergisini indire indire bir şey bırakmayan bu “adaletli parti” yönetiminde dolaylı vergiler yüzde 67’den yüzde 73’e çıktı.

 

Bu bir dünya rekoruydu.

 

Dolaylı vergileri kim ödüyordu?

 

Ekmeği, suyu, kalemi defteri alan halk.

 

Zenginden alınan vergiyi düşüren bu adaletli yönetim vergi konusunda başka ne yapıyordu?

 

yetmedii, attığımız her adımın bir vergisi var..

 

Bunun adı da adalet oluyor!

 

Hangi adalet?

 

Bunun adı; adaletsizlik vergisi.

 

Bunun adı; zenginin, ezenin adaleti!

 

Bunlar yamyam adaletinin temsilcileri!

 

 

 

Eline ve yüreğine sağlık sevgili zeyoo. Katkın için teşekkürler..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Birkaç gün önce sermayeden zar zor tahsil edilen Kurumlar Vergisini, % 30 dan %20 ye 10 puan indirerek patronlara sadakatini gösteren AKP iktidarı, kendisinin açıkladığı oran ve nihayetinde ASGARİ ÜCRETE yapılan insanlık ayıbı gülünç zam ile de, patronlara olan bu sadakatini perçinlemiş ve sınıfsal tarafını iyice netleştirmiş oldu.

 

Yaklaşık 350 YTL olan asgari ücrette 12 Kg lık bir tüm gaz parası bile etmeyen, gülünç bir zam yapılarak yaklaşık 380YTL’ye yükseltildi.

Yapılan birçok araştırmalar neticesinde, bugün bir kişinin aç kalmaması için gereken gelirin 727 YTL olduğu aşikardır.. Bu durumda 380 YTL alan bir işçinin karnının doyması mümkün değildir. Bir de Türkiye’de ortalama ailenin dört kişiden oluştuğunu düşünürseniz durum çok daha vahimdir.

AKP İKTİDARI SAFINI VE SINIFSAL TARAFINI İYİCE BELLİ ETMİŞ, BAŞTA ASGARİ ÜCRETLİLER OLMAK ÜZERE İŞÇİYE , MEMURA, KÖYLÜYE- ÇİFTÇİYE YANİ EMEKÇİ HALKA SIRTINI DÖNMÜŞTÜR.

İktidara gelirken türlü popülist söylemlerle ve kutsal değerleri istismar ederek din sömürücülüğü ile halkı kandıran, fakirin fukaranın, garibanın ve haksızlığa uğrayanın iktidarı olacağı vadinde bulunan, toplumsal kalkınmadan, hukuksal eşitlikten ve sosyal adaletten dem vuran, bu söylemler ile halkımızı kandırıp oyunu alan AKP de önceki iktidarların yürüdüğü yoldan giderek, patronların hizmetinde olup, ülke halkına ve emekçilere ise sırtını iyice dönmüştür.

KARTELCİ MEDYA VE ASGARİ ÜCRETİN YORUMU

Holding patronlarının emrindeki KARTELCİ MEDYA ise, yarı çıplak kadın resimleriyle süslü boyalı gazetelerinde ve tele-vole, tele-magazinden izlenemez hale gelen televizyonlarında, konuyu patronlarının çıkar süzgecinden geçirip, yeni belirlenen asgari ücreti, sermayeye getireceği yük üzerinden değerlendirirken, bir işçinin bir aylık çalışmasının emeğinin karşılığında alacağı 380 YTL gibi gülünç bir ücretle, bir kişinin açlık sınırının 727 YTL olduğu bir ortamda, ailesini nasıl geçindireceği üzerine, nedense pek haber veya yorum yapmadılar.

 

AÇLIK, YOKSULLUK, İŞSİZLİK KORKUSU VE ÇARESİZLİK NEDENİYLE

ASGARİ ÜCRETİN ALTINDA BİLE ÇALIŞMAYA RAZI OLANLAR VAR.

 

Türkiye’de emekçilerin içinde bulunduğu durumun vahameti bu kadarla da kalmamaktadır. Zira bugün, birçok işçi-emekçi, açlıktan, yoksulluktan çözümsüzlükten ve çaresiz kaldığından, işsiz kalmak korkusundan asgari ücretin bile altında bir ücretle çalışmaya razı bırakılmışlardır.

 

Bu koşulları bir de eğitimin, sağlığın finansmanının giderek piyasalaştığını yani, emekçilerin cepten ödemeleri ile karşılandığını düşünerek değerlendirirseniz durumun vahameti çok daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır.

Asgari ücretin gösterdiği üzerinden ortaya çıkan sonuç; Türkiye’de emekçilerin çok önemli bölümünün yoksulluk ve açlık içinde, eğitim ve sağlık olanaklarına ulaşamayacak biçimde yaşamakta olduğunu göstermektedir. AB üyeliği için tarımdaki nüfusun azaltılıp, kentlere doğru yönlendirildiğini düşündüğümüzde, bu koşullar içerisindeki emekçi sayısı giderek artmaktadır.

 

AB NİN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

İçinde bulunduğumuz süreçte, YENİ DÜNYA DÜZENİ konseptine göre ve piyasa ekonomisinin gereği de ne pahasına olursa olsun emek maliyetinin en düşük seviyeye çekilmesine dayalıdır. İşte bu nedenle AB, Katılım Ortaklığı Belgesi’nde Türkiye’den IMF, Dünya Bankası programlarına uyulması, özelleştirmelerin bir an önce gerçekleştirilmesi, tarımın payının azaltılması, eğitimin, sağlığın, sosyal güvenliğin piyasa koşullarına göre işletilmesini para ile halka satılmasını istemektedir.,

 

Türkiye’nin demokrasi, insan hakları konusunda gelişmesini sağlayacağı beklenen AB, birtakım bireysel hak ihlalleri için Türkiye’yi eleştirirken, birtakım yaptırımlar ile tehdit ederken ne hikmetse açlığın sefaletin giderek derinleşmesine yol açan uygulamalar karşısında sesini çıkartmamaktadır. Yani AB, eğitimi, sağlığı, çalışmayı ve gıda gereksinimini karşılamayı insan hakkı olarak görmemektedir.

AB’nin bu tutumunu anlamak aslında hiç de zor değildir. Bunun için AB’nin temel düşüncesini, ortaya koyan belgelerden biri olan Kopenhag Kriterlerine bakmak yeterlidir. Kopenhag Kriterleri içerisinde AB’ye aday ülkelerden demokrasi(burjuva demokrasisi), insan hakları konularındaki beklentilerin yer aldığı siyasi kriterlere karşılık, ekonomik kriterler, tümüyle piyasa ekonomisinin işleyişinin sağlanmasına yöneliktir.

 

Diğer bir söyleyiş ile asgari ücretin açlık ücreti olarak belirlenmesi ve açlığı, yoksulluğu daha da derinleştiren politikaların izlenmesi,Gerçekte Avrupa sermayesinin Birliği olan AB’nin taleplerine bütünüyle uygundur.

 

Bu nedenle AB, Pamuk ve Drink davaları gibi bireysel özgürlüğe dayalı konularda taraf olan VE görüş belirten AB; kendi ülkelerinde de “SOSYAL DEVLETİN TASVİYESİ” sürecine girdiklerinden beri, işçinin- çalışanın-emeğin haklarına yönelik başlatılan hak gasplarına paralel olarak, ülkemizde ki sömürüyü yoğunlaştıran, açlığı, yoksulluğu derinleştiren uygulamalar karşısında da sessiz kalmaktadırlar..

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Diğer başlıklarda ahkam kesen arkadaşları burada da yorum yapmaya bekliyorum.

Sola,soyalizme ve devrimci değerlere kini nefretini düşmanlığını kusan başta BOZAN rumuzlu şahıs olmak üzere, diğer liberal, kapitalist düzenci, orta yolcu ve statükocu zihniyet sahiplerini bu başlıkta ekonomiyi tartışmaya bekliyorum.

Mevcut kapitalis ekonomik yapıyı ve AKP iktidarını savunanların, ülkenin içinde bulunduğu bu trajik tablo ile ilgili söyleyecekleri birşeyler var mıdır acaba?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Vergi Adaletini Sağlamalıyız

Ülkemizde kayıt dışı ekonominin varlığı ve vergi politikamız vergi adaletinin gerçekleşmesini engelliyor. Kayıt dışında olan bir kişi milyon dolarları duvarın dibinden giderek kazanıyor, vergi idaresi ile işi yok. Üstelik ekonomiye kazanım sağlayan itibarlı kişi olarak görülüyor ve iltifata mazhar oluyor. Oysa yıllardan beri kurdan büyük zarar gören bir ihracatçı bir faturadan dolayı icabında inim inim inliyor. Çalışanlar Türk bütçesini sağlam bir şekilde finanse etmeye devam ediyorlar. Bu böyle devem etmemeli...

Türkiye bir sosyal hukuk devletidir. Vergi alınması bu yapıya uygun olmalıdır.

 

- Türkiye, anayasanın 2. maddesinde yazıldığı üzere bir ''demokratik, sosyal, hukuk devleti'' dir. Sosyal devlet: Liberalizmin ve kapitalizmin doğurduğu adaletsizlikler ve kârı en çoklaştırırken ortaya çıkan gelir dağılımındaki adaletsizlikler karşısında, refahın adil dağılımı ve istismarının önlenmesi, alt gelir gruplarının korunabilmesi amacıyla devletin çeşitli müdahale ve tanzim yollarıyla vatandaşını koruduğu anlayışın ismidir. Yani devlet vatandaşlarının sosyal ve ekonomik koşullarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı ödev bilen devlet olarak tanımlanır.

 

- Hukuk Devleti: Devlet icraatlarında hukukun egemen olması, bütün devlet faaliyetlerinin önceden belirlenmiş ve ilan edilmiş, genel eşitlikçi ve geriye yürümeyen kurallar çerçevesinde yürütülmesi ilkesi. Devletin iktidar alanının hukukla sınırlandırılması. Hukuk devleti ilkesi liberal demokrasilerin özüdür.

 

Gelir ve servet unsurları, mali gücün göstergeleridir. Vergi yükü dağılımı bakımından mali güce göre kurulan eşitliğin bozulmaması gerekir...

 

- Yasa önünde eşitlik ilkesi anayasamızın 10. maddesinde düzenlenmiştir; yasaların uygulanmasında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrılığı gözetilmeyecek ve bu nedenlerle eşitsizliğe yol açılmayacaktır. Bu eşitlik ilkesi herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olması anlamında değildir. Aynı hukusal durumların aynı, ayrı hukuksal durumların ayrı kurallara bağlı tutulması anayasada öngörülen eşitlik ilkesini zedelemez.

Vergi alımında adil olunmalıdır.

 

- Anayasanın 73. maddesine göre; herkes kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükününü adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır.

 

- Devletin vergilendirme yetkisinin sınırı, aynı zamanda kişilerin hak ve özgürlüklerinin de sınırını oluşturduğundan, bu yetkinin keyfiliğe kaçacak biçimde kullanılmasının önlenmesi hukuk devleti sayılmanın gerekleri arasında öncelikli yere sahiptir. Bu keyfiliğe karşı düşünülen ilk önlem, kuşkusuz yasallık ilkesidir. Ancak vergilerin yasayla getirilmesi, yalnız başına vergilendirme yetkisinin keyfi olarak kullanılarak adaletsiz sonucu doğurmasını engellemeyeceğinden, yasallık ilkesi yanında verginin genel ve eşit olması, idare ve kişiler yönünden duraksamaya yol açmayacak belirlilik içermesi, geçmişe yürümememesi, öngörülebilir olması ve hukuk güvenliği ilkesine de uygunluğunun sağlanması gerekir.

Vergide genellik ilkesi sağlanmalı.

 

Herhangi bir ayrım yapılmaksızın mali gücü olan herkesin vergi yüküne katılmasını ve vergi ödemesini ifade eder. Mali güce göre vergilendirme, verginin, yükümlülerin ekonomik ve kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke aynı zamanda vergide eşitlik sağlanmasının uygulama aracı olup, mali gücü fazla olanın mali gücü az olana göre daha fazla vergi ödemesini gerektirir. Vergide eşitlik ilkesi ise mali gücü aynı olanlardan aynı, farklı olanlardan farklı oranda vergi alınması esasına dayanır.

Vergi yükü nedir?

 

- Kişiler yönünden,ödedikleri vergilerin gelirlerine oranıdır.

- Gayri safi vergi yükü vergi veya vergiye benzer gelirlerin gayri safi milli hasılaya oranıdır. Bu yüke aynı zamanda toplam vergi yükü de denir..

- Safi vergi yükü: Dolaylı ve dolaysız v ergiler toplamından devletin yaptığı mali yardımlar ve transfer harcamalarının çıkarılması sonucu bulunan rakamdır. Bunun mali bakımından manası devletin ancak safi vergi yükü kadar şahısların iktisadi kaynakları üzerinde tasarruf yetkisine sahip olduğudur.

 

Değerli arkadaşlar, 2006 yılının vergi adaletini sağlamaya adım attığımız yıl olması dileği ile yeni yılınızı kutluyorum.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

2005 YILI TAHMİNİ TÜRKİYE EKONOMİSİ

 

2006 yılı dünyada önemli değişikliklere gebedir. Bunun nedeni ne dışarıda sadece Bush’tur, ne de içeride tek başına AKP iktidarıdır. Toplumsal çözümlemelerde, insanların ya da örgütlerin toplumların içsel dinamikleri ve dış faktörlerin etkileri üzerinde yükseldiği kabul edilir. Aksi halde, toplumsal değişim kurallarının bilimsel analizi yapılamazdı. 2006 yılının ne tür olaylara gebe olduğu da, siyasetçilerin ve örgütlerin dışında analiz edilmesi gereken bir olgudur. Böyle bir analizde, açıktır ki, bir dünya sistemine dönüşmüş olan kapitalizmin krizleri ve devinim koşulları odağa koyulmalıdır.

 

Dünya kapitalizmi, sermayenin teknolojik boyutu yükseldikçe, çevrede yoksulluğu derinleştiren birikim krizine sürüklenmektedir. Küreselleşme adı verilen politik akım, dünya sermayesinin krizini aşma çabasından başka bir şey değildir. Aynı şekilde, teoride arz-yanlı iktisat olarak bilinen akım da sermaye krizinin aşılma politikalarının teorik esasını oluşturmaktadır.

 

Kriz yaşayan sermaye önce emekçilere saldırarak, işsizliğe neden olurken, ücretler üzerinde de baskı oluşturur. Bir zamanlar bizden ve diğer ülkelerden göçmen emek alan Almanya’da ve Avrupa’da yüzde 10 düzeyine varan işsizliğin yaşanıyor olması olgunlaşan sermayenin emekçiler üzerinde oluşturduğu baskının doğal sonucudur. Sıkışan sermaye ikinci aşamada ise devlete saldırarak, sermaye üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesini ve kamu kesimi alanının daraltılmasını ve kamu hizmetlerinin geriletilmesini talep eder. Bununla yetinmeyen sermaye, üçüncü ve nihaî aşamada da diğer ekonomilere saldırır. İşte küreselleşme, krizdeki sermayenin çevre ekonomilere giriştiği saldırının ekonomik görüntüsüdür. Sermayenin sıkışıklığı sürdüğü sürece bu manevralar da çevre ekonomileri sıkıştıracak biçimde çeşitli görüntülerle devam edecektir. Askerî nedenler bir yana, ABD’nin Ortadoğu projesi kuşkusuz sürdürülecek ve sıradaki devletler, örneğin Suriye veya İran 2006 yılında hedefe giriyor olabilir. ABD, başlattığı programı geriletemez, hatta durduramaz da! Zira, ABD’nin atabileceği her geri adımda, ABD’ye karşı AB alan kazanır, buna ABD izin veremez.

 

İçerideki gelişmelerin ışığında 2006 yılını tahmin ettiğimizde, yüzeysel ekonomik gelişme görüntülerine rağmen, sosyal huzursuzluğun, hatta çöküşün yaşandığı da ortadadır. En ciddî TV kanallarında dahî günlük haber bültenlerinde hırsızlık, kaçakçılık ve yolsuzluk haberlerinin bültenin büyük bir bölümünü kaplamaya başlaması, derinleşen sosyal çöküş ve yozlaşmanın çok ciddî bir habercisidir.

 

Öyle anlaşılıyor ki, beş yıl boyunca uygulanmış olan IMF politikaları, fiyatlar genel düzeydeki artışları, yâni enflâsyonu baskılamıştır. Ancak, enflâsyon konusunda görülen bu yalancı başarının arkasında büyüyen işsizlik, çöken sektörler, iflâs eden işletmeler bulunmaktadır. Yâni, ekonomiyi bir dertten kurtarmanın bedeli, reel alanda çok daha büyük yük altına sokmak olmuştur. Kaldı ki, pamuk ipliğine bağlı olarak baskılanmış olan enflâsyonun yükselişe geçmesinden o denli korkuluyor ki, önümüzdeki dönemlerin ekonomik büyüme hedefleri düşük olarak saptanmıştır, ücret ve maaşlar büyük bir baskı altında tutulmaktadır, kamu harcamalarında hemen hiçbir yeni artışa gidilmemektedir.

 

2005 yılında artık netleşerek ortaya çıkmış olan ekonomik ve sosyal sonuçlara bakarak, IMF politikalarının gerçek yüzünü ve kimliğini ortaya koyabiliriz. IMF, alacakların tahsilini, kamu iktisadî teşebbüslerin satılması, devletin gördüğü kamu hizmetlerinin çökertilmesi ve emeğin baskılanması ile sağlanacak kaynaklarla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu vahşi yol o denli ekonomiyi sıkıştırmaktadır ki, altyapı yatırımları durma noktasına gelmiş, eğitim hizmetleri geriletilmiş, kamu hastaneleri çöküş halindedir.

Bu durumda IMF’nin gerçek amacı açıkça görülmektedir. IMF, Türkiye’nin borçlu olmasından yararlanarak, uluslararası kapitalizmin Türkiye’ye biçtiği rolü ülkeye dayatmaya çalışmaktadır. Türkiye’ye biçilen roller arasında güçlü kamu kuruluşlarının yabancı yatırımcılara devredilmesini sağlamak; Türkiye’de üretim kapasitesini çökerterek, ülkeyi büyük merkezlerin pazarı konumuna getirmek; ve doğal kaynaklarını ele geçirmektir.

 

Eğer IMF politikaları ülkeyi güçlü emperyalist merkezlerin baskısı altına sokuyorsa, IMF’ye değil de, bu politikalara sadık bir köle gibi sarılan kendi iktidarlarımıza ve bu iktidarı besleyen ikinci sınıf burjuvaziye bakmamız gerekmez mi! Bu borç batağında hükümetlerin IMF’ye yönelmesinden başka yapacağı bir şey olmadığını savunanlar kesinlikle haklı değildir. Borç konusunda tartışmanın odağında borçlar ve borçların ödenmesi değil, borç yükünün kimin sırtına yüklenmesi gerektiği yer almaktadır. İktidarların sorumluluğu, borçların ödenmesini kabul etmenin ötesinde, borç yükünün toplumdaki dağılımının belirlenmesinde yatmaktadır. İktidarları yönlendirmek ise, başta emekçiler olmak üzere, halkın sorumluluğundadır. Halkın siyasal bilinci yükselmedikçe, bu yükün altından kurtulması söz konusu olamaz! Emekçiler ve halk, siyasal tercihleri ile, siyasal iktidarları değil, kendi kaderlerini belirliyorlar. Halkın uyanık olması zordur, ama halkımız bu zoru başaramaz ise, sonu hazindir!

 

Prof. İzzettin ÖNDER

 

e-posta: [email protected]

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.