Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

TANİA HAYDE

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    701
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    1

TANİA HAYDE tarafından postalanan herşey

  1. İMZA
  2. kredi kartı yasası meclisten geçti. fakat yasa genel anlamda olumlu gözükmesine karşın şu anda icra ve ihtarnameye konu olan borçlarla ilgili düzenlemeler yapılmış. ya sürekli ödeme güçlüğü içinde olup kredi kartı borçlarının asgarisini ödeyenler...... bunlarda heralde bunalımı ve cinneti sürekli erteleyen tüketiciler.
  3. BU YANGIN YERİNDE Yaşamak bu yangın yerinde Her gün yeniden ölerek Zalimin elinde tutsak Cahile kurban olarak Yalanla kirli havada Güçlükle soluk alarak Savunmak gerçeği, çoğu kez Yalnızlığını bilerek Korkağı, döneği, suskunu Görüp de öfkeyle dolarak Toplanıyor ölü arkadaşlar Her biri bir yerden gelerek Kiminin boynunda ilmeği Kimi kanını silerek Kucaklıyor beni Metin Altıok "Aldırma" diyor gülerek "Yaşamak görevdir bu yangın yerinde Yaşamak, insan kalarak" Ataol Behramoğlu |
  4. (www.haberola.com) HABERİN TAMAMI Vatan haini nasıl olunur? Yada şöyle soralım; Vatan hainlerine nasıl davranılmalı? Yada daha net olarak şöyle soralım; 30 bin insanın ölümünden sorumlu terör örgütü lideri Abdullah Öcalan mı daha tehlikeli bir vatan hanidir yoksa firar eden bir asker mi? Sanırız bu sorulardan çok daha fazlasını bu röportajı okuduktan sonra siz de soracaksınız. "Burada Allah’ın bile sözü geçmez" psikolojisiyle davranan cezaevi yetkililerinin çeşitli sebeplerden cezaevine girmiş askerlere uygun gördükleri muameleleri, mahkum askerle konuştuk. İşte ilk röportaj… (Not: Dikkati, kişiler üzerine odaklamaktan çok belli bir zihniyete çekmek istediğimiz için hem bizde saklı olan mahkum askerlerin hem de cezaevi personelin isimlerini açık olarak yazmadık. Çünkü kanaatimizce sorun, kişilerden ziyade zihniyet ile ilgilidir. İlerleyen röportajlarda da görüleceği gibi, cezaevleri farklı olsa da uygulamalar değişmiyor. ) Cezaevine giriş öykünü anlatır mısın? 30 Ekim 2003’te askerden firar ettim. Sonra yakalandım ve İzmir Şirinyer Birinci Sınıf Askeri Cezaevi’ne gönderildim. İşlediğim suçun cezasını çekmeye gidiyordum ama nasıl bir yere gittiğim hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim. Uzman çavuş beni cezaevinden içeriye teslim ettiğinde nizamiyede duran askere bir mahkum getirdik dedi. Yüzüme tuhaf bir ifadeyle bakıp “Sen buraya gelmekle hayatının en büyük hatasını yaptın” dedi. Ne hissettin o an? Bu ifadesi, benim üzerimde herhangi bir duygu değişikliği yaratmadı. Çünkü hala nereye gittiğimi bilmiyordum. Daha sonra etrafı surlarla kaplı başka bir nizamiyeden giriş yaptık. Burası cezaevinin girişiydi. Merdivenlerden yukarı çıktık ve soyunmam için bana emir verdiler ve ben soyundum. Vücudumda herhangi bir yara var mı diye baktılar. O anda iki kişi başımı zorla eğdi. Ve o andan sonra hiç kimsenin yüzünü göremedim. SIRTINDA BEŞ PARMAK İZİ VAR, NOT EDİN… Neden? Başım hep eğikti. Beni teslim aldıktan sonra başımı hep eğdiler. Beni almak için iki gardiyan geldi ve “Buna her şeyi öğrettiniz mi? Uyması gereken bütün komutları ezberlettiniz mi” diye sordu muhafızlara. Muhafızlar fazla uğraşmadık dediler. Gardiyanlar da “biz uğraşırız” dedikten sonra koluma girdiler ve cezaevinin içerisine doğru götürmeye başladılar. Cezaevinin içinde daha sonra isminin B Masası olduğunu öğrendiğim bir yer vardı. Burada da vücudumda iz olup olmadığına bakıyorlar ve kayda geçiriyorlardı. Bir gardiyan “sırtında beşparmak izi var” dedi. Daha beşparmak izinin ne olduğunu algılayamamıştım. Tam ne olduğunu anlamaya çalışırken sırtımda yumruk patladı. Refleksle başımı kaldırınca hemen başka birisi cop indirdi. O cop darbesi, benim hayatımda aldığım ilk cop darbesiydi. Copu neden vurmuşlardı? Başımı kaldırmaya yeltendiğim için. Sırtıma yumruk vuran kim diye bakacaktım ama fırsat vermediler. Bunun dışında hiçbir nedeni yok. Copu nerene vurmuşlardı? Tam enseme doğru. Sonra ne oldu? Yere düşmüştüm. Bağırarak kaldırdılar beni. Üzerimde sadece iç çamaşırım vardı ve bunu da çıkarttılar. Bu şekilde her tarafıma baktılar. Cop darbesinden sonra sinirlenmiştim ve sorulara ters cevaplar veriyordum. Benim bu tavrım onları sinirlendirmişti ve gardiyan “bunun işlemi uzun sürer” dedi, defteri kapattı ve başka bir tarafa aldılar. Tabii giderken yine başım eğikti ve nereye gittiğimi bilmiyordum. Küçük bir odaya aldılar ve odanın içerisinde bana bağırmaya başladılar. Burasının cezaevi olduğunu, burada Allah’ın bile olmadığını, kimsenin yardım edemeyeceğini, komutlara uymazsam her gün dayak yiyeceğimi söylediler. Komutlardan kasıt neydi? Söylenen her şeye “emredersin komutanım”, “anlaşıldı komutanım” gibi cevaplar vermek. Bu komutanım ifadesi erlere söylenecekti. Orada rütbeli personel çavuşa kadar. Tüm uygulamaları erler yapıyor. Ancak tüm uygulamalar tamamen cezaevi iç kısım içerisinde ve iç kısım müdürü Başçavuş N. Ö. Bilgisi dahilinde oluyordu. Bunu neye dayanarak söylüyorsun? Çünkü iç kısım amirinin odası bu yaşananların olduğu yere çok yakındı ve sesleri duymaması mümkün değildi. Odanın içerisinde konuşurken ben başımı kaldırdım ve benimle konuşan adamın yüzüne baktım. Yaptıklarının kanun dışı olduğunu, ne yapmaya çalıştıklarını, gerekçem olduğu için firar edip suç işlediğimi ve suçumu kabul ettiğimi, zaten cezamın infazı için burada olduğumu ama vatan haini olmadığımı söyledim. Bu daha girişti. Eğer giriş böyleyse Allah bilir içeride ne var dedim. HAYATIMDA YEMEDİĞİM KADAR DAYAK YEDİM… Aldığın cevap neydi buna karşı? Bu arada kapıdan başka biri girdi ve diğer gardiyana “bu ne anlatmaya çalışıyor” dedi. Diğer gardiyan bana bağırarak “sana konuşmamanı söylemedik mi?” dedi. O anda kafamın ortasına bir cop daha vurdular. Kafamı tuttum ve adamı itmek için hamle yaptım. Derken kapıdan iki üç kişi daha girdi. Ve hepsi ayaklarıyla üstüme çıkıp tepelediler. Daha sonra da içeriye girenler oldu ve 2 ye 3 metrelik odada en az 10 kişi birden beni tekme ve yumruklarla tepelediler. Artık nefes bile alamıyordum. Orada hayatım boyunca yemediğim kadar dayak yedim. Sonra beni başka bir odaya sokup elbise verdiler ve sürükleyerek cezaevinin betonları üstünden aşağı kata kadar götürdüler. Ve beni içeri attılar. Koğuşa atıldıktan sonra karşımda çok değişik insanlar buldum. Nasıl değişik?Saçları kazınmış, üzerlerinde yırtık elbiseler, kiminin yüzünde yaralar vardı, kiminin kaşı patlamıştı. “Nereye düştüm, siz kimsiniz” diye bağırmaya başladım. Biz de senin gibi mahkumuz, panik yapmana gerek yok dediler. Epey bir zaman geçti, sakinleştim. Ardından bir tekme darbesiyle kapı açıldı ve birisi avazının çıktığı kadar “dikkat” diye bağırdı ve bütün herkesi safa geçirdi. Herkes başını eğmişti. Bir tanesi beni de kolumdan tutarak sürükledi safa geçirdi ve başımı eğdi. Herkes hazırolda ve saftaydı. Kollar vücuda yapışmıştı. İki kişi içeri girdi ve sorular sormaya başladılar. Bu yeni gelene her şeyi öğreteceksiniz. Olması gereken olacak dediler. Neydi olması gerekenler? Gardiyanlar gittikten sonra mümessil yanıma geldi oturdu ve hiçbir şekilde hiçbir şeye itiraz etmememi, hiçbir şey için yorum yapmamamı,düşünmemi, ne görürsem gereyim, işkence bana bile yapılsa karşılık vermememi söyledi. 9 sayımından sonra kapıyı kilitlediler. Herkes uyudu. Ama kafam çok fazla allak bullak olduğu için ben uyuyamamıştım. Mahkumlar ikişer saatlik koğuş nöbeti tutuyordu. Herkesin yatmasına ve kapıların kilitlenmiş olmasına rağmen gardiyanlar gelip mazgalın içine yumruklarını sokuyor, çağırdıkları nöbetçilerin kafasına kafasına vuruyorlardı. Daha sonra copu çıkarıp copla dövüyorlardı. YATMA SAATİNDE COPLU, SULU, YOĞURTLU İŞKENCELER… Neden vuruyorlardı? Belli bir sebebi yoktu. Ağrılı bir mahkum vardı. Türkçe’si çok zayıftı. Bu çocuk tekmil verirken kelimeleri yanlış telaffuz ediyordu. Ve sırf bunun için çok fena dövüyorlardı. Biz koğuş içerisinde arkadaşımızın bu sorununu espriyle karşılıyorduk ama bu adamlar için bu yanlış çok büyük bir sorundu. Nöbet saatinde beş kiloluk yoğurt getiriyorlardı. Bir kaşık veriyorlardı. Ve belli bir süre veriyorlar ve o süre içerisinde o yoğurdun bitirilmesini istiyorlardı. Yada 10 litre su getiriyorlardı ve bu suyu nöbetçinin 20 dakikada içmesi gerekiyordu. Yiyemez ve içemezlerse ne oluyordu? Kapının kilitli olmasına rağmen mazgaldan cop uzatıp dövüyorlardı. Peki, bu su içilebiliyor muydu? Oradaki mahkum öyle bir baskı altında ki, aya çıkmasını istese gardiyan yürüyerek çıkar. Dolayısıyla su içiliyordu. İlk nasıl geçti? Benim girdiğim koğuş toplanma koğuşuydu ve temizliği bu koğuş yapıyordu. Birer ikişer temizlik için dışarı atılıyorduk ve ben de kendime gelemememe rağmen temizlik için dışarı atıldım. Gardiyanların kahvaltı yaptıkları masaları temizliyorduk. Masanın üstünde zeytin çekirdeği vardı. Masayı temizlerken elim zeytin çekirdeğine değdi ve çekirdek başka bir tarafa doğru gitti. O çekirdeği almamı söylediler bana. Ben koşarak zeytini aldım. Başka bir gardiyan “o zeytini bırak” diye bağırdı.aynı zamanda diğer gardiyan da getir diye bağırıyor. Ben zeytini bir bırakıyorum bir alıyorum. Sonunda kararsız kaldım ve birini tercih etmem gerektiğini düşünerek çekirdeği getirdim. Bana zeytini bırak diyen gardiyan geldi ve var gücüyle ayaklarıma tekme vurdu, düşmedim. İki kez daha vurdu, yine düşmedim. Diğer gardiyanlara “bakın burada ısrarla düşmek istemeyen birisi var. Gelin düşürelim” dedi. 3-4 kişi başıma toplandılar. Bir tanesi yüzümü yumrukladı, birisi mideme vurdu. Ve hepsi vurmaya başladı.Bedenimin darbe almadığı yeri kalmadı. En sonunda yere yıktılar beni ve bir tanesi dalga geçer gibi, çünkü bu durum onlar için sadece espriydi, ayaklarını benim göbeğimin üzerine koyarak “Ben kazandım. Şampiyon benim. Gelin benim elimi kaldırın” diye bağırmaya başladı. Ben ayağa kalktım daha sonra. Bana masayı silmemi söylediler. Ben daha “Emredersiniz komutanım”a alışmamıştım. Hemen masanın yanına koştum temizlemek için.Bir gardiyan önümü kesti. Yüzüme tokat attı. “Senin unuttuğun bir şey yok mu?” dedi. Ne diyeceğimi bilmediğim için konuşmadım. Yine vurmaya başladı. Tekrar bir şey diyemedim ve yine üstüme gelip vurmaya başladılar. Ve ayaklarımdan ve ellerimden sürüyerek koğuşa attılar. Ve koğuş mümessiline sen buna bir şey öretmemişsin diyerek dışarıya aldılar.koğuş mümessilini kapıda dövdüler. Sesi bizi bile içeride deli ediyordu. Koğuşta kimi kulaklarını kapatıyor, kimi ağlıyordu. DAYAK ONLAR İÇİN OYUNCAK OLMUŞTU İkinci gün de aynı mı oldu? İkinci gün tekrar mıntıkaya çıktık. Dayak yemeden aşağı ineceğimizi sanıyordum. Çünkü bütün temizliği bitirmiştik. Gardiyan geldi. Bana nereli olduğumu sordu ve ben de söyledim. Ve bana yumruk vurdu. Tekrar sordu, tekrar cevap verdim ve yine yumruk attı. Ben kendi açımdan eksik bir şey söylemediğimi düşünüyordum. Ama gardiyan tekmil bekliyormuş. Bu sefer copla vurdu ve “kimsin?” dedi. Ben tekmil verdim. Bu kez üzerimdeki elbiseye baktı ve “gömleğin neden siyah” dedi. Ben de “komutanım bana bu elbiseyi verdiler” dedim. Bana hem konuşmayacaksın diyor hem de tekrar gömleğimin neden siyah olduğunu soruyordu. Bilmediğimi söyledim ve neden bilmediğimi sorup tekrar vurmaya başladı. Dayak için mazeretleri yoktu. Dayak onlar için bir oyuncak olmuştu. Bunlar sadece benim birkaç günde başımdan geçenler. Gece yarısı dışarı çıkarıp dövmeler, gündüz içeri koğuşa girip herkesi coplamalar sıradan olaylardı. Koğuşu dinliyorlar ve birisinin ağzından gardiyanlar kelimesi çıktı mı yine koğuşa girip herkesi dövüyorlardı. Bu arada başınız hep önde miydi? Evet, başlar sürekli önde. Sana kimin vurduğunu bilmiyorsun. Ve temizlik yaparken sadece bir elin çalışıyor. Diğer elin sürekli esas duruşta. Elin karnına yapışık bekliyor. Başını hiçbir şekilde kaldıramazsın. Kaldırdığın anda başına gelmedik kalmaz. Bu tür işkencelerle epey bir zaman geçti. Oruç ayına yaklaşmıştık. Oruç tutmak isteyen var mı diye sordular. Koğuşun içerisinde benimle birlikte oruç tutmak isteyen üç kişi çıktı. Bizi başka koğuşa aldılar. Orada yaklaşık 13-14 kişi olduk. Oruç ayının bitimine kadar o koğuşta kalacaktık. Birkaç gün oruç tuttuk. Ama işkenceler etraftan bağırtılar eksik olmuyordu. İşkenceler çok fazla artmıştı. Bizim yaşadıklarımız bir tarafa diğerlerini duymak ayrı bir işkenceydi. Düşünün, sıradaydık, hepsi de benim koğuşun içinde yemek paylaştığım, sigara paylaştığım arkadaşımdı. Bu kadar yakın arkadaşlarımla birlikte sıradaydık ve dayak yiyorduk. Dayak yeme sırası bana geldiğinde sadece dayağın ne zaman biteceğini düşünüyordum. Başka hiçbir şey yoktu kafamda. Yeter ki bir an önce dayak bitsin. Girdiğimden itibaren yaklaşık 35 gün geçmişti ve dayak yemekten vücudum dayağa alışmıştı. Ve yediğim dayak bana acı vermiyordu. Ama o dayağın bir an önce bitmesini, sıranın benden geçmesini bekliyordum. Sıra benden arkadaşıma geçtiğnce tebessüm ediyordum. Düşünsenize, arkadaşım, dostum ama o dayak yediğinde ben mutlu oluyordum. Çünkü dayak yemek sırası benden çoktan geçmişti. Ben değil başkaları dayak yiyordu. Bu bile beni mutlu ediyordu. Böyle bir psikolojik durum içindeydik. KOMUTANLAR DA İŞİN İÇİNDEYDİ Kimse karşı çıkmıyor muydu peki? İşte, bu işkenceler arttıkça arttı ve sonunda oruç ayının 9. gününde bu böyle gitmeyecek diyerek isyan çıkartma kararı verdik. İsyan çıkartalım ve belli yerlere bu olanları duyuralım istedik. Ama ne olduysa iki gün sonra koğuşu dağıttılar. Orada görmediğim tek şey elektrikti. Ama belki bana elektrik vermediler ama belki başkalarına onu da yaptılar. Bu işkenceleri erler yapıyor diyorsunuz. Hiç rütbeli gelmiyor mu? İletmiyor musunuz rütbelilere? Sayım almaya akşamları sadece Başçavuş N. gelirdi. Ama başçavuşun da her şeyden haberi vardı. Onun dışında cezaevi 24 saat o gardiyanların elindeydi. İsyan çıkartmaya karar vermek yerine rütbelilere durumu iletmeyi denediniz mi? Hem başçavuşun da bu işin içinde olduğunu nereden biliyordunuz? Bir keresinde baş çavuş içeri girdi ve sordu herhangi bir sorunu olan var mı diye. Biz o zaman başçavuşun da bu işin içinde olduğunu bilmiyorduk. Aramızdan bir kişi kalkıp “komutanım bize işkence yapıyorlar” dedi. Başçavuş bu doğru mu dedi. Kimse başını kaldırıp bir şey demedi. Orada acemi olan İ., ben ve birkaç kişi vardık. Ben de “doğrudur komutanım” dedim. “Tamam ben gereğini yaparım” dedi ve dışarı çıktı. Beş dakika sonra gardiyanlar içeri girip tüm koğuşu copladılar sonra koğuş mümessilini dövdüler. Koğuş içerisinde coplanma çok uzun sürdü. Her yirmi coptan sonra elimizi suya sokuyorlardı. Ve bunları neden bilmiyorum ama onlar istiyorlardı. Ama sadece elimize değil, her tarafımıza vuruyorlardı. Bu dayak bittikten sonra beni ve İ.yi aldılar. Bizi cezaevi iç kısım amirinin yanına, yani bize bir sorununuz var mı diye soran başçavuş N.Ö. nün yanına çıkardılar. N.Ö. “Buradan hiç kimsenin haberi olmaz. Siz vatan hainisiniz. Bizim size yaptığımız az bile” dedi. Bize vatan haini yakıştırmasını bile yaptı ama konuşma hakkı dahi vermedi. Bizi gardiyanlara verdi ve “alın bu ikisini iyi dövememişsiniz. Sizi şikayet etti bana” dedi. İkimizi aldılar ve boş bir koridora götürdüler. Başlarımız eğik olduğu için tam göremiyorduk ama birkaç gardiyan ellerinde ıslak havlularla bekliyordu. Havluları soğuk suya batırıyorlardı. Daha sonra üzerimizi çıkarmamızı istediler. Islak havlularla bize vurmaya başladılar. Islak havlunun verdiği acı cop darbesinden kat be kat üstündü. Havluların vücudumuza her vurunda sanki derimizi kaldırıyor gibi bir acı veriyordu. Yaklaşık yarım saat ıslak havluyla dövdüler. Bizi koğuşa aldıklarında vücudumuz kıpkırmızı olmuştu. İki gün sonra vücudumuz yaralanmaya başladı. CEZAEVİNDE İSYAN… Ve siz son çare olarak isyan çıkartmaya karar verdiniz… Evet… Sonra ne oldu? İsyan çıkartma düşüncesinden iki gün sonra bizi dağıttılar ve iki kişiyi tecrite attılar. İki gün sonra iki kişi daha attılar. Tecritte dört kişi oldu. Biz ramazanın 9. gününde sayım bekliyorduk. Sayım çok fazla gecikti. Saat sekize doğru kapıya çok şiddetli darbeler geldi. Uzun zaman kapıya vurdular, kilit patladı ve kapı açıldı. Birisi içeriye girdi ve başımızı kaldırmamızı istedi ve kaldırdık. Gelenler mahkum arkadaşlarımızdı. Üst tecritte kalanlar isyan çıkarmışlardı, bizim kapıyı patlattılar biz de katılınca altı kişi olduk. Bazı mahkumlar infazımız yanar korkusuyla isyana katılmak istemediler. Diğer katılanlarla birlikte sayımız dokuz oldu. Biz bu 9 kişiyle bütün koğuşları patlattık. Bütün koğuşları açtıktan sonra sayımız epey kalabalık olmuştu. Bir karşı direnişle karşılaşmadınız mı? Gardiyanlar cezaevinin dışarısına kaçtılar. Kapıları kilitlediler. Cezaevi tamamen bize kalmıştı.Sadece biz ve isyan çıkarmak istemeyen mahkumlar vardı. Onlar başka bir yerde durdu. Ama ne olursa olsun bu işkenceyi artık çekmeye devam etmeyelim,sesimizi dışarıya duyuralım diyen insanlar çoğunluktaydı. Başlangıçta 9 kişiydik ama daha sonra 47 kişiye çıktık. Diğerlerini de sorun olmaması için bir yere kapattık. Ne kadar sürdü isyan? İsyan tam 4 saat boyunca devam etti.Ege Ordu Komutanlığı’ndan savcılar geldi. Cezaevi müdürü albay O. Ö., iç kısım amiri geldi. Bu olaylar saat kaç gibi oluyor? İsyan saat 21.00 gibi başladı. 24.00-01 gibi yetkililer geldi. Kapıda bizimle pazarlık yapmaya başladılar. Biz bu olayı gazetecilere duyurmak için cep telefonu istedik. Cezaevi müdürü “isterseniz rehineleri öldürün ama biz bunu dışarıya yansıtmayız” dedi. Rehineleriniz mahkum muydu? Hayır, rehin aldığımız gardiyanlar vardı. Gardiyanlara nasıl davrandınız? Onların bize davranmadığı bir iyilikte. Sizin taleplerinize nasıl cevap verdiler?Önce pazarlığı kabul etmediler. İsyanı sona erdireceğimizi, rehineleri bırakacağımızı ama şartlarımızı kabul etmelerini söyledik. Ne istediniz siz? Copun kaldırılmasını, cezaevi içerisinde dayak istemediğimizi falan söyledik. O an için bunları kabul ettiler. Cezaevi müdürü bundan sonra cop taşınmayacağını, kimseye dayak atılmayacağını, işkence türü şeyler olmayacağını söyledi. Ege Ordu’dan bir savcı bize işkenceden kastımızı sordu. Bir arkadaşımız üstünü çıkarıp vücudunu göstererek “işkence dediğimiz budur” diye bağırmaya başladı. O arkadaşın vücudunda çok fazla morlaşma ve yara vardı. Bunun üzerine savcı bir şey demedi. Ve sonra isyanı sona erdirdik. İSYAN BİTİYOR AMA DAYAKLARA DEVAM Sonrasında ne oldu? Sonra büyük bir sessizlik oldu. Üç gün boyunca koğuşlar açılmadı. Her tarafa sessizlik hakimdi. Sonra cezaevi müdürü O. Ö. bütün mahkumları topladı, “Bundan sonra dayak yerseniz bana geleceksiniz” dedi. Toplantı sona erdi. Bir kaç gün yine sessizlikle geçti ve tekrar cop ve bağırma sesleri gelmeye başladı. Ve dört gün sonra bizim koğuşa da girdiler ve “artık rahatlık bitti” diyerek herkesi coptan geçirdiler. Artık kimse eliyle yemek bile yiyemiyordu. Ayaklar balon gibi olmuş, dizler şişmişti. Dizleri tekmelediler, copla kafaya vurdular. Bu durum sonraki günlerde devam etmeye başladı. Benim 20 günüm kalmıştı. Bana artık dayak atmıyorlardı. Çünkü çıkacaktım ve vücudumdaki dayak izi onları ele verirdi. Bana artık vücudumda iz bırakmayacak işkenceler yapıyorlardı. Bunlar; uzun süre süründürme, çok uzun süre ayakta tutma, koşturma gibi işkencelerdi. En fazla ellerime cop vuruyorlardı. O da iz çıkmadığı için. El şişiyor ve beş günde şişlik iniyor. Bu arada başınız hala eğik değil mi? Evet, çıkmaya 4-5 günüm varken gardiyan başımı kaldırmamı ve yüzüne bakmamı söyledi. Hayır dedim. Biz sizin yüzünüze bakamayız dedim. Tekrarladı ve ben yine reddettim. Eğer yüzünüze bakarsam dünyanın neresinde olursam olayım size bana yaşattıklarınızın hepsini bir dakika içerisinde çıkartırım dedim. Onun için yüzünüzü görmek istemiyorum dedim. Birkaç günüm kaldığı için dayak atamayacaklarını bildiğim için cesaretle söyleyebiliyordum bunları. Ve ben cezaevinden çıkıp bölüğe geldim. BÖLÜK KOMUTANI BENİ TERMİNALE GÖTÜRÜP HADİ FİRAR ET DİYORDU Bölükte nasıl karşılandın? Bölüğe geldiğimde, bölük komutanım Üsteğmen T.B.’nin davranışları bana karşı çok tuhaflaştı. Bölükte hiçbir etkinliğe katılmamamı istiyor, beni görünce küfür edip, bağırıyordu. Kendi arabasıyla terminale götürüp “hadi firar et” diyordu. Ben, üç aylık işkenceden sonra kimseyle konuşmak istemiyordum. Benim cezamın yatarı üç aydı ve 45 günüm daha vardı geri kalan. Benim kendimi toparlamam için zamana ihtiyacım vardı. Bunu bölük komutanına söylediğim zaman bana seçenek sunuyordu. Ya katılmamı yada firar etmemi söylüyordu. Hatta kendisi beni bile bile firara gönderdi. Ama ben gitmedim. 9 Mayıs 2005 tarihinde cezamın kalan bölümünün infazı için tekrar geri çağırdılar. İŞKENCELER İKİ KATINA ÇIKMIŞTI Aradan geçen zamanda değişen bir şey var mıydı uygulamalarda? Eskiden yapılıyorsa aynıları devam ediyordu. İşkenceler aynen devam ediyordu ama ben alışmıştım ve o kadar rahatsız olmadım. Ama her şey aynıydı. Geçen seneden bir arkadaşım hala oradaydı. S. D. Ona sordum. Geçen seneden değişen bir şey var mı diye. İşkencenin iki katına çıktığını söyledi. Yeni tanıştığım S. A. çok fazla işkence görmüştü. Önceki sene isyan çıkaran 9 kişiden biri olduğum için bana daha çok baskı daha çok işkence yaptıları. Yediğimiz dayaklardan sonra yürüyemez hale geliyorduk. Tutup bizi duvara vuruyorlardı ve o kadar bitkin hale geliyorduk ki bizi attıkları yerde kalıyorduk. Şu an etkileri neler senin üzerinde? Oradan çıkan adamın şuurunun yerinde olduğunu düşünmüyorum. Oradan çıkan dışarıda benim arkadaşlarımdan hepsi şuurunu yitirmiş durumda. CANIMI YAKAN DAYAK DEĞİL BAŞIMI SÜREKLİ EĞMEK ZORUNDA OLMAMDI Sen de bu kadar yattın. Bu kadar işkence gördüğünü söylüyorsun. Son derece normal gözüküyorsun. Senin şuurun neden bozulmadı? Ben bunu düşünmeye bağlıyorum. Her yediğim dayağın son olduğunu düşündüm. Bir gün gelip kurtulacağımı düşündüm. Ve bir yerden sonra dayaklar acıtmıyordu. Beni canımı acıtan başımı sürekli eğmemdi. Haklarımın olmamasıydı. Telefon görüşmesi esnasında bir arkadaşımıza ailesi sadece sen mi varsın orada diye soruyorlar ve o da yok, yaklaşık yüz kişi varız dediği için yarım saat işkence yaptılar. Geldiğinde ayakları patlamıştı. Kırık camda yürütmüşlerdi. İçeriye geldiğinde iki gün kendine gelemedi ve revire çıktığında 20 gün istirahat aldı. Sen firar ettiğin için vatan haini olarak nitelendin ve karlaştığın şeyler ortada. Ama diğer yandan vatan hainliği tartışma götürmeyecek kişilerin hapishane koşullarını da biliyoruz. Vatan hainlerine öyle davranılırken askeri mahkum olarak bu tür muamelelere maruz kalman vatana karşı bakışını nasıl değiştirdi? Ben askere gelmeden önce askeriyeyi son derece seven, askerliğe son derece önem veren bir kişiydim. Devletini ve toprağını son derece seven bir insandım. Askerliğe verdiğim değeri kendi öz benliğime vermeyen birisiydim. Ama şu anda bana sorarsanız bütün rütbeli olan insanlardan nefret ediyorum. Çünkü hiçbiri bana bir insan gözüyle bakmadı. Hepsi, “bu bir eşektir ona ne söylersek onu yapar” gözüyle baktı. Rütbelilerin gözünde asker bir eşektir. Ona emir verilir o da gider bu emri yapar. Emirleri altında olan insanların bir evlat olduğunu unutuyorlar. Hiçbir rütbeli insana saygım kalmadı. Sonuçta bir suç işlemiştin ve cezanı çekecektin. Çektiklerini bu çerçevede düşündün mü? 10 ay boyunca firarda kaldım. Ama onun karşılığı olarak hapis yattım. Geç çıktım. Askerden çıktığım zaman 33 aylık bir askerlik yapmış olacağım. Yani bu firar bana cezalar hariç artı olarak 10 aya mal oldu. Bu kadarını mı hak etmiştim? O kadar işkence yaptılar içeride. Bunu da hak ettiğimi düşünelim. Cezaevinden geri döndüğümde bölük komutanının muamelesini hak etmedim. Beni tekrar ısrarla firara göndermeye çalışmasını hak etmedim Açıkça sorayım. Vatan haini misin? Artık vatanımı yöneten kişileri sevmiyorum. Onlara bakış açım değişti. Ben artık milleti seviyorum, halkı seviyorum, üzerinde yaşadığım toprakları seviyorum. İŞKENCE İNSANLIK AYIBIDIR
  5. MİKAİL ASLAN____ ZERE_Mİ ahhhhhhhh
  6. Asker, MİT ve polis yetkililerinin adının karıştığı Ankara’daki çete operasyonu, günlerdir medyanın gündeminde. Susurluk dönemindeki yayınlarında “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyen medyanın “İkinci Susurluk” olarak bile adlandırılan çeteye fazla ilgi göstermediği görülüyor. Birçok gazete çete operasyonunu manşetinden duyurmaya çalışıyor. Özellikle Zaman ve Hürriyet, bu haberleri en yakından takip eden gazeteler arasında dikkat çekiyor. Ancak haberlerde “saunadaki gizli kamera”, “İbrahim Tatlıses’in rakı masası” gibi ayrıntılar, “derin” ilişkileri gölgeliyor. Üstelik, bu gazeteler benzer bir ilgiyi devam eden Şemdinli soruşturmasından esirgiyor. Son olarak Meclis Şemdinli komisyonuna ifade veren Şemdinli Savcısı ile Hakkari emniyet yetkilileri jandarmayı “istihbaratı paylaşmamakla” suçlamış, alay komutanı ise olayda adı geçen uzman çavuşları savunmuştu. HÜKÜMETE KOMPLODAN KUŞKULANANLAR İlginç bir eğilim de, Susurluk’un devamı olan çeteden “darbeci”, “Marksist Leninist” bağlantılar yakalayıp hükümeti korumaya alan gazetelerde görüldü: “Sauna çetesi ‘darbeci’ çıktı / Çetenin eylemlerini değerlendiren bir savcıdan şok iddia: Sanık ifadeleri ve CD’ler, şebekenin şantajla hükümeti devirmeyi amaçladığını gösteriyor.” (Bugün, 22 Şubat, manşet) “Derin devletim diyen çeteden Marksist Leninist bildiri çıktı / ‘Yurtsever halkımıza’ başlığını taşıyan bildirilerde iktidara yükleniliyor ve IMF politikaları eleştiriliyor” (Zaman, 23 Şubat, manşet) KARIŞIK BAĞLANTILARIN İZİNDEN Kimi gazeteler ise birçok ismin geçtiği bağlantılara yenilerini eklemeyi sürdürüyor. Giderek kafa karıştırıcı hale gelen “bilgi yığını” haberleri manşetlerinden düşürmeyen gazeteler şunlar: “Ruhsat ricası AKP’li vekilden / Ankara’daki 2. Susurluk operasyonunda gözaltına alınanlardan ayakkabıcı Yaşar Kaplan’ın silah ruhsatını, AKP Milletvekili Uğur Çetin’in aldığı ortaya çıktı” (Hürriyet, 23 Şubat, manşet) “Üçüncü tesadüf / İbrahim Tatlıses’in ‘İlişkim yok’ dediği ‘Sauna Çetesi’ ile yollarının 3’üncü kez kesiştiğini gösteren fotoğraf ortaya çıktı” (Vatan, 22 Şubat, manşet) “Masanın sicili / Çete üyelerini 4’ünü yine bir fotoğraf deşifre etti” (Hürriyet, 22 Şubat, manşet) TATLISES’LE KALANLAR Birçok gazete haberlerini İbrahim Tatlıses üzerinden kurarak “televole” türü bir çete haberciliği yaptı. Dünkü bazı gazete başlıkları şöyleydi: “Bu sauna İbo’yu fena terletecek” (Akşam) “Kimse benden haraç alamaz / Tatlıses ... tepki gösterdi” (Bugün) “Kralı benden haraç alamaz” (Güneş)
  7. mademki kolomboculuk oynamayı seviyon biraz daha araştır benden sana ev ödevi dediğin yerden değil PKK li DEĞİLEM DÜZCELİYEM
  8. yaaa arman gerçekten çok hoşsun yaaa askeriyede olmuş bir olayı nasıl da öcalan ve kürdistanla bağdaştırabiliyorsun anlamış değilim. güncele yazılan her konunun altına öcalan ve kürtlerle ilgili yazılar yazarak asılında senin amacının ne olduğu belli. sürekli şovenistlik öteye gidemeyen yazılarından belli. yaaa 10 kere mi söyleyeceğim ben kürt değilim-kürdistan kurmaya filan da niyetim yok.derim sana PKK ile ilgili başlıklarda yazdıklarımı oku ilk önce ondan sonra benim yazdığım yazıların altına bişeyler yaz.okuyorsanda eğer okuduklarını anlamıyorsun derim ben sana.... bu ülkede yapılan yanlışlıkları gözler önüne sermek TERÖRİSTLİK oluyorsa eğer bu ülkedeki yolsuzlukları bu ülkedeki işkenceleri bu ülkedeki sağlık politikalarını bu ülkedeki eğitim politikalarını bu ülkedeki para politikalarını bu ülkedeki işten çıkarmaları bu ülkedeki yapılan onca faili meçhulu anmak, gözler önüne sermek ve emperyalizmin karşısında durmak........... sana göre öyleyse eğer............. varsın öyle de beee bazıları gibi vatan millet sakarya edebiyatı yaparak anılacağıma........(samimi olmadıklarına inanarak)
  9. Askeriye’den firar eden A.A, yakalandıktan sonra alındığı 4’üncü Kolordu Komutanlığı Disiplin Ceza ve Tutukevi’nde inanılmaz işkencelere maruz kaldı. A.A, önce çırılçıplak havalandırmaya çıkarılıp buza yatırıldı, ardından bir gardiyanın jopla tecavüzüne ve cinsel tacizine maruz kaldı. Gardiyanlar hakkında dava açıldı... Başta ABD ve İngiliz orduları olmak üzere birçok ülkenin silahlı kuvvetlerinde ardı ardına patlak veren işkence skandalları, Türkiye ordusunda da tüyler ürperten bir olayla gündeme geldi. Dördüncü Kolordu Komutanlığı bünyesinde meydana gelen olay, firar eden bir erin kapatıldığı Askeri Disiplin Ceza ve Tutukevi’nde ortaya çıktı. Başlangıçta askeri birimler içerisinde sır gibi saklanan olay, askeri yargıya intikal edince yargılama konusu haline geldi. Dördüncü Kolordu Komutanlığı Disiplin Ceza ve Tutukevi’ndeki skandal nedeniyle, görevli askerler aleyhine Türk Ceza Kanunu’nun “efrada kötü muamele”yi düzenleyen 245’inci maddesi gereğince dava açıldı. Ancak dava daha sonra temyiz edilerek Askeri Yargıtay’a gönderildi. Askeri Yargıtay 1. Daire ise kararı bozarak 186’ıncı maddeden ceza verilmesi hükmüyle yeniden yerel mahkemeye gönderdi. Bunun üzerine yargılama halen devam ediyor. Davaya konu dosya kayıtlarına giren ifadedeki iddialara göre olaylar şu şekilde gerçekleşti. AA isimli genç, bir süre önce askerliğini yaptığı 4’üncü Kolordu Komutanlığı’ndaki biriminden firar etti. Daha sonra yakalanarak birliğine teslim edilen er AA, Disiplin Ceza ve Tutukevi’nde inanılmaz işkencelere maruz kaldı. A.A, önce çırılçıplak havalandırmaya çıkarılıp buza yatırıldı.BUNDAN SONRA YAPILANLARI YAZMAYA İSE DİLİM VARMIYOR. Gardiyanlar hakkında Türk Ceza Yasası’nın “efrada kötü muamele” suçunu düzenleyen 245’ini maddesi uyarınca dava devam ediyor. İNSANLIKLARINDAN UTANMALARI GEREKİYOR BUNU YAPANLARIN
  10. Almanya’ya işçi olarak gidecek Kırşehirliyi sınava almışlar. İstiklal Marşı’nın şairi kim diye sormuşlar. Kırşehirli düşünmüş düşünmüş; Hacı Taşan desem, değil. Ali Çekiç değil. Bunu yazsa yazsa Muharrem Ertaş usta yazmıştır demiş. Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş ustanın oğlu olarak, bu ozanlar diyarında dünyaya geldi. Onlar ne medya maymunu oldular, ne reklam peşinde koştular, ne olmadık işlere ve pis ilişkilere bulandılar, ne de pop star seçildiler. Sadece halkın duygu ve düşüncelerini, acılarını, tasalarını, tertemiz sevgilerini, özlemlerini, hasretliklerini o muhteşem türkülere döktüler. Dün “star” olanlardan kaçı hatırlanıyor bugün? Ama halkın ozanları türkülerle yaşıyor, halkın dilinde onların melodileri dolanıyorsa eğer, bir kez daha düşünmek gerekmez mi? Kimdir büyük olan? Nedir bir sanatçıyı kalıcı yapan? Neşet Ertaş bunun yanıtını bir cümlede veriyor aslında: “İnsan yaşamadığı, sıkıntısını çekmediği, yüreğinde acısını duymadığı bir şeyi nasıl söyler?” Öyleyse sanatçının yer edebilmesi için halkın yüreğinde, dolanabilmesi için eserleri, şiirleri, türküleri dilden dile, halkın bir parçası ve sözcüsü olmalıdır. Halk, sanatçısını bol paraya, şatafatlı bir yaşama boğamaz, kendinde olmayan şeyleri elbette veremez, ama yüreğini verir. Zenginliklerin en büyüğünü: Ölümsüzlüğü. Medya ve sermaye bol para, şan, şöhret verir. Ama bir şeye gücü yetmez: Halkın kalbine yerleştiremez. Ölümsüzlük iksirini içiremez. Sermayenin pisliğinde doğan, o pislikte ölmüştür. Bu yüzden de gidenler geri dönmemiştir. İki dünya arasındaki farkı anlamak için Neşet Ertaş’ın şu sözleri ne büyük bir örnektir: “Hiçbir türkünün içinde adımı soyadımı söylemedim. Bu duygu babadan geçmiştir, belli ki benlik girer kelimenin içine diye.” Bir tarafta kimin ismi daha önde olacak diye birbirlerinin gözünü oyanlar, ismini duyurmak için yapmadığı şerefsizliği bırakmayanlar, öbür tarafta kendi eserine bile, bencillik olur diye ismini koymayan bir halk ozanı. Her şeyi halktan aldım, her şeyim halkındır diyen bir yücelik. Bir tarafta parlak ışıklar, şişirilmiş kofluk… diğer tarafta o muhteşem, insanın yüreğini titreten türkülerin ardındaki o büyük sadelik. Doğru dürüst okuma yazma yok. Fakirlik ve sıkıntılar içinde geçen bir yaşam. O yaşamın içinden çağıldayan, su gibi duru melodiler, sonsuzluğu zapt eden türküler. Gurbet ellerinde esirim esir Zahide kurbanım hep bende kısır Eğer anan seni bana verirse Nemize yetmiyor bu ev kadar hasır Nereden alır bu gücü, nasıl üretir insanı titreten bu türküleri? “Düzen, teknik bilmem. İçimden nasıl geliyorsa parmağım öyle basıyor. Çünkü parmağım yüreğime bağlı, içimden ne geliyorsa öyle çalıyorum” derken Neşet Ertaş, yanıtı vermektedir iki satırla. Parmağı yüreğine bağlıdır. Çünkü o yürek, halkın yüreğidir. Tertemiz sevdalar. Çıkarsız aşklar. Hilesiz, dolansız tutkular. Ne mal hırsı, ne mülk sevdası. Seni seven oğlan neylesin malı Yumdukça gözünden döker mercanı Burnu fındık ağzı kahve fincanı Şeker mi şerbet mi bal acem kızı. Türküler yüreğimizi ısıtıyor, bizi anlatıyor. Ozanlarımızın sazı, sözü, dili, türkülerde yaşıyor, yaşatıyor. Türküler bizim. Ozanlarımız bizim. Onların türkülerinde halk var. Halkın yüreğinde onlar. Çok yaşa sen Neşet Ertaş usta.
  11. DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN NİCE MUTLU YILLARA
  12. TANİA HAYDE

    turkish-media FM

    BRİLYANT DADASHOVA_____VOKALİZ BİZ den arkadaşımız , dostumuz , çok sevdiğimiz abimiz asterix'e ab da duba da daba da dubada daba rdeririaradaram dariraririririaraam daridaridaridadaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaam daririrararirirararirriaraaaammm
  13. TANİA HAYDE

    TEKEL İŞÇİLERİ

    TEKEL Adana Sigara Fabrikası işçileri, fabrikalarının kapatılması kararına ve kendilerinin de 657 sayılı Yasa’nın 4-C maddesi uyarınca diğer kamu kurum ve kuruluşlarında geçici personel statüsünde istihdam edilmek istenmelerine karşı işyerini terk etmeme eylemi yapmışlardı. İşçilerin direnişi, Adana’nın yerelinde olduğu kadar ülke genelinde de yankı uyandırmaya ve dayanışma büyümeye başlayınca AKP Hükümeti, geri adım atarak, fabrikanın üretime devam edeceğini açıklamıştı. Bu açıklamayı sevinçle karşılayan işçiler, üretim kararı ellerine yazılı olarak ulaştıktan sonra direnişi sona erdirmişlerdi. Çok geçmeden hükümetin gerçek niyeti ortaya çıktı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Fabrikayı kapatmayacağız ama özelleştirme uygulaması devam edecek” açıklamasında bulundu. Bu arada fabrikada “sert paket” üretimi yapılacağı duyuruldu, ama bu, “yumuşak paket” üretimine uygun olan makinelerle mümkün değildi. Üretim konusundaki belirsizlik devam ederken, TEKEL Genel Müdürlüğü’nün 4-C uygulaması ile ilgili yazısı asıldı. Kapatma kararının geri çekilmesinin ardından yumuşak paket üreten Malatya ve Adana TEKEL fabrikalarına “sert paket” üretimi verildi. “TEKEL işçisinin vermiş olduğu mücadeleyi boşa çıkarmak için böyle bir yola başvuruldu. Fabrikadaki makineler sert paket üretimi için tadilattan geçirildi ve şu an deneme üretimi yapılıyor. Ancak yumuşak pakette 40-45 ton üretirken sert pakete geçince üretim oldukça düşüyor. Henüz kapatma tehlikesi ve özelleştirme süreci devam ederken işçilerin çok uyanık olması gerekiyor. 4-C kölelik yasasıdır. Hiçbir hak ve kuralı yoktur.” -------------------------------------------------------------------------------- Mehmet Çuhadar: Hükümetin umut diye ektiği fidan meyvesini verdi; eski bir yemek gibi ısıtıp ısıtıp önümüze koymaktan hiç bıkmadıkları 4-C denilen kölelik yasası. Onlar mı anlamıyor, yoksa 45 günlük direnişimize rağmen biz mi anlatamadık? Biz 45 gün boyunca “TEKEL vatandır, vatan satılmaz, TEKEL halkındır halkın kalacak, Bizim buradan ölümüz çıkar” dedik. Sesimizi dağlar, taşlar duydu, anladı. Bir tek bunlar anlamadı. Anlamış olsalardı 4-C maddesini bize bir lütufmuş gibi sunup buraların içini boşlatmaya kalkışmazlardı. Direnişimizi 4-C yasasına teslim olmak, fabrikalarımızı bırakıp başka yerlere yerleşmek için mi gerçekleştirdik sanıyorlar? Öyle sanıyorlarsa çok yanılıyorlar. Bakın tekrar söylüyoruz; biz halkımızın kazanımı olan bu fabrikaların peşkeş çekilmemesi için direndik. İlerde büyük sosyal yaralara sebep vermesin, tütün ekicisini tütününü Corc’a Tom’a Hans’a kaptırıp açlığa mahkum edilmesin diye direndik. Ama biz anlayacağımızı anladık. Demek ki sermaye sahibi değilsen, sana hiçbir şey altın tepside sunulmuyor. Babalar gibi satarız diyorlar, ama bir şeyi hesaba katmıyorlar, bizler de artık gücümüzü fark ettik. Edibe Koç: Mücadelemiz 4-C için değildi. Aylardır gecemizi gündüzümüze katarak büyük bir mücadele verdik. Sebep? İşyerimiz kapatılmasın, ekmek kapımıza kilit vurulmasın. Bir fabrika daha kapatılmasın işsizler ordusuna bir ordu daha katılmasın diye soğuk hava şartlarına aldırmadan, çoluk çocuğumuzla büyük bir mücadele verdik. Sesimizi Türkiye çapında duyurduğumuza inanıyoruz. Sayın başbakanımız fabrikanız kapatılmayacak, üretime geçilecek diye müjde verdi. Peki üretime geçecek olan bir fabrikaya neden 4-C’yi sunuyorlar? Bizler 4-C’nin adını bile duymak istemiyoruz. 4-C’ye mahkum edilmiş çalışanlara soruyoruz; açlık sınırının neresindesiniz? Soruyoruz; SEKA işçileri, fabrikalarınız kapatıldı, şu anki halinizden ne kadar memnunsunuz? -------------------------------------------------------------------------------- 4-C NEDİR? 4-C uygulaması özelleştirmeler nedeniyle işsiz kalacak işçilerle ile ilgili olarak, sus payı olarak, gündeme getirildi. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4’üncü maddesinin © fıkrası ile 03.05.2004 tarihinde yürürlüğe konulan “Özelleştirme Uygulamaları Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan İşçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine İlişkin Esaslar”a göre, Bakanlar Kurulu tarafından 14.02.2005 tarihinde kararlaştırıldı. Bu karara göre, istihdam edilecek geçici personele, tahsil dereceleri dikkate alınarak belirlenecek brüt aylık ücretler ödenecek. Bu ücret dışında herhangi bir ad altında ücret ödenmez ve sözleşmelerine bu yönde hüküm konulamaz. Ayrıca bu ücretler kanunda üst sınır olarak belirlenmiştir, asıl ücret gidecekleri kurumlarca ayrıca belirlenir. *Çalışma saatlerinde devlet memurları için tespit edilen çalışma saat ve süreleri dikkate alınır, ancak, geçici personel kendisine verilen görevleri çalışma saatlerine bağlı kalmaksızın sonuçlandırmak zorundadır. Normal çalışma saatleri dışında veya tatil günlerinde yapacağı çalışmalar karşılığında herhangi bir ek ücret ödenmez. *Geçici personel, istihdam edildiği sürece dışarıda kazanç getirici başka bir iş yapamaz. *Çalıştıkları her ay için azami 1 gün ücretli izin verilebilir. *Geçici personelin hizmet sözleşmesinin feshinde, ihbar, kıdem veya sair adlar altında herhangi bir tazminat ödenmez. *Geçici personelin tip sözleşme örneklerinin Maliye Bakanlığı’na vize ettirilmesi zorunludur. *Vize işlemi yapılmadan sözleşme yapılamaz ve herhangi bir ödemede bulunulamaz.
  14. KURTLAT VADİSİ GİBİ Emniyet yetkilileri, gözaltına alınan zanlıların 'kendilerine devlet görevlisi süsü vererek, haksız menfaat temin ettikleri ve çıkar amaçlı suç örgütü kurarak örgüt adına faaliyette bulunduklarının tespit edildiği'ni açıklamıştı. Yakalananların üzerinden çıkan bir adet uzun namlulu otomatik silah ve şarjör, üç adet çeşitli çap ve modellerde tabanca ve şarjörler, 1 adet ses ve gaz tabancası, bu silahlara ait çeşitli çaplarda 73 adet mermi, 4 adet sahte kimlik, 3 gram hintkeneviri ile muhtelif sayıda evrak, CD ve disket ele geçirildiği belirtilerek bunlar basına da gösterilmişti. Gözaltına alınanların üzerinden çıkan sahte TEDAŞ kimliğinin Kurtlar Vadisi dizisinin başrol kahramanı "Polat Alemdar" ve Alacakaranlık dizisinde Uğur Yücel'in canlandırdığı "Komiser Tahir Kemal' adına düzenlendiği ortaya çıkmıştı. TATLISES İFADE VERDİSoruşturmayı sürdüren savcı Mustafa Kelkit, 15 Şubat'ta, sanatçı İbrahim Tatlıses'in de ifadesine başvurmuştu. Tatlıses'in bu olayda çete liderliğiyle suçlanan Zengin'le yakın ilişki içinde olduğu öne sürülmüştü. Soruşturmadaki en ilginç gelişme ise bir dönem Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı yapan ve kısa bir dönemde genel müdürlüğe vekâlet eden Ertuğrul Çakır'ın da operasyon kapsamında yapılan telefon dinlemesine takılması olmuştu. Savcı, önceki gün de Çakır'ın ifadesine başvurmuştu. Ek gözaltılarla birlikte sayıları 14'e yükselen zanlılar, savcılığa sevk edilmişti. Savcılık, bu kişilerden 4'ünü serbest bırakırken 10 kişiyi tutuklanmaları istemiyle nöbetçi hâkimliğe sevk etmişti. Savcının 'çete adına faaliyette bulunma' suçundan tutuklanmasını istediği zanlılar arasında Çakır da yer almıştı. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi yedek hâkimliği, kendisine sevk edilen 10 kişinin ifade alma işlemlerini dün tamamladı. Aralarında eski Emniyet Müdür Yardımcısı Çakır ile çete reisi olmakla suçlanan Kasım Zengin'ın da bulunduğu sekiz kişiyi tutukladı, iki kişiyi ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktı. Çetenin Saliha Tüfekçi'nin Çankaya'da işlettiği sauna ve masaj salonuna gizli kamera yerleştirdikleri ve aralarında bakan, milletvekili ve belediye başkanlarının da bulunduğu çok sayıda siyasiyi gizli kameralarla görüntüledikleri öğrenildi. TANTAN AZLETTİ YÜCELEN YÜKSELTTİ Kendi ayağıyla gittiği mahkemede 'çeteye yardım' suçundan tutuklanan Ertuğrul Çakır, dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan tarafından görevinden alınmıştı. Ancak, Çakır daha sonra mahkeme kararıyla geri dönmüştü. Tantan bunun üzerine de Çakır'ı Sivil Savunma dışında daire bağlamayarak yetki tırpanı yapmıştı. Tantan bakanlıktan istifa edince, yerine Rüştü Kazım Yücelen bakan olmuş, dönemin Emniyet Genel Müdürü Turan Genç görevden alınmış, yerine de Ertuğrul Çakır vekâleten genel müdür yapılmıştı. Çakır, ANAP'ın Kemal Önal'ı Emniyet Genel Müdürlüğü'ne ataması üzerine de emekliye ayrılmıştı.
  15. TANİA HAYDE

    turkish-media FM

    KARDEŞ TÜRKÜLER ___ DENİZE YAKILAN TÜRKÜ Gün gelir sevda koyarsa Soluksuz seni Gün Olur yolun Düşerse Gurbet ellere Al bu dertten yüreğimi Dalgalara sal... Kederin büyüyorsa kuytuluklarda Gidecek deniz yoksa, bulamadınsa Al bu dertten yüreğimi Yağmurlara ser... BEN ve SEN için yani BİZ için gelsin
  16. TANİA HAYDE

    BAYRAK

    Bayrak, basit bir bez parçası değildir. Bayrak, bir ulusun, onurudur, bağımsızlığının ve egemenliğinin sembolüdür. Her ülkenin bayrağı, o ülkede yaşayan halkın gözünde ve gönlünde çok önemli bir yere sahiptir. Bizim bayrağımız ise, emperyalizme karşı verdiğimiz savaşla kutsanmış bir bayraktır. Bu yüzden daha özel bir öneme sahiptir. Bizler bayrak sevgisini, yüreğimizin derinliklerine nakşederek büyüdük. Çünkü bayrak sevgisini, yurt sevgisi, halk sevgisi olarak bildik,bizlerede öyle öğretildi. Fakat ülkemizde yaşanan bayrak provokasyonları, toplumu fazlasıyla geriyor. Anlaşılıyor ki; birileri bu ve benzeri provokasyonları ileriki günlerde de devam ettireceklerdir. Çünkü ülkemiz emperyalist çıkar çatışmalarının kilit noktasında yer almaktadır. Soros’un sözünü unutmamak gerekiyor. “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur” demişti. Soros’un el attığı her ülkede, önce bir kargaşa, sonra da ABD’ci bir iktidar çıkmaktadır. Soros’un ülkemizde de uzun süredir birilerini fonladığı bilinen bir gerçektir. Öyle veya böyle, ülkemizin emperyalist işgal ve saldırılarda, işgalci güçlerin maşası olmasına yönelik olarak çaba harcandığını görmemek her halde en büyük aymazlık olur. Türkiye’nin bu doğrultuda kullanılabilmesi ise ancak ülke içerisindeki birlik ve bütünlük duygularının yok edilmesiyle mümkündür. Bunlar sinsice ve kurnazca bir planlardır. Böylece Türk ve Kürt milliyetçilerini harekete geçirerek, Türkiye’yi bir kaos ortamına sürüklemek istemişlerdir. Fakat bir takım çevreler, bayrak pravokasyonlarından siyasal çıkar sağlamak uğruna, Kürt düşmanlığı yapmaya başlamışlardır. Bir kez daha yinelemekte yarar var. Bu bayrak bu ülkede yaşayan bütün yurttaşların ortak bayrağıdır. Bayrak, kimsenin tekelinde değildir. Bayrağı günlük veya dönemsel siyasi çıkarlara alet etmek, ancak emperyalistlerin işine yaramaktadır. Bu tür siyasal faydacı davranış, hem bayrağa hem de bayrağın anlamına yapılan bir saygısızlık olur. Bayrağın sahiplenilmesi; bayrağın anlamının sahiplenilmesiyle mümkündür. Bayrak; bağımsızlığı ve vatanı temsil ediyorsa, vatanın emperyalistlerce talan edilmesine karşı çıkılmadan, bayrak savunulmaz. Bugün geldiğimiz noktada, emperyalist kurumlara danışılmadan neredeyse tuvalete bile gidemeyecek durumda olanların bayrak edebiyatı ise, hiç inandırıcı değildir. ama hala yaptıklarında ısrarlı olanlar varsa bırakın provakasyonlara devam etsin.TÜRK'Ü ve KÜRDÜ birbirine düşürsün.
  17. TANİA HAYDE

    KÜRE OPERASYONU

    Ankara’da düzenlenen ve “Küre” adı verilen operasyonda da devlet-mafya-çete ilişkisi ortaya çıktı. İşi, bakanları fişlemeye kadar vardırınca deşifre edilen çetenin, yargısız infazlardan haraç toplamaya kadar birçok olaya karıştığı tespit edildi. Ankara’daki operasyonda, eski Emniyet Genel Müdür Vekili Ertuğrul Çakır, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Özel Harp Dairesi’nde görevli Yüzbaşı Nuri Bozkır, Özel Harp Dairesi’nden emekli binbaşı Duran Balkaya, Güvenlik şirketi sahibi Nuri Aksoy, çete lideri olduğu öne sürülen ve “sahte” MİT kimliği taşıyan Kasım Zengin, İbrahim Tatlıses’in eski koruması Gökhan Kazancı’nın da aralarında bulunduğu 11 kişi tutuklandı. Cesetler araştırılacak Tutuklanan zanlılardan Serdar Yük’ün ifadesi, çetenin çok sayıda yargısız infaz gerçekleştirdiğini ortaya koydu. Yük, ifadesinde şunları söyledi: “Yüzbaşı Bozkır, Kasım’la beni Yenikent’te eğitim yaptıkları tünele (Ayaş Tüneli) götürdü. Bize orada ‘Onlar TNT parçalarıdır’ dedi. Bol miktarda şırınga ve ameliyat eldivenleri vardı. Büyük boş kovanlardan vardı. Taşın arasından fitil çıkardı. ‘Biz gizli infazı burada yapıyoruz, Düzce civarına götürüp bir yere atıyoruz’ dedi.” Soruşturmayı yürüten Savcı Mustafa Kelkit, bu ifade üzerine, Düzce’ye gidip bölgede bulunan kimliği belirsiz cesetlerle ilgili araştırma yapma kararı aldı.Bozkır’ın telefon görüşmelerinde de geçen “Ayaş Tüneli’nde infaz yapıp, Düzce’de kırsala atıyorduk” sözleri nedeniyle, Düzce-Yığılca yolu üzerindeki Hasanlar Barajı mevkiinde de inceleme yapılacağı öğrenildi. Kontrgerilla eğitimi Özel Harp Dairesi’nde görevli Yüzbaşı Nuri Bozkır’ın, çete üyelerine Ayaş Tüneli’nde kontrgerilla eğitimi verdiği ifadelere de yansıdı. Polisin Ayaş Tüneli’nde yaptığı incelemede, TNT ve C-4 parçaları bulundu. Bozkır’ın, tünelin girişi ve içini patlayıcılarla ilgili eğitim alanı olarak kullandığı belirlendi. Tutuklu Kasım Zengin, ifadesinde, Yüzbaşı Bozkır’ın kendisine verdiği MİT kimliği ve 68 CD’yi operasyondan önce geri istediğini, bu CD’lerden ikisi haricinde diğerlerini verdiğini belirtti. Zengin’in geri vermediğini ifade ettiği CD’lerde Adalet Bakanı Cemil Çiçek ile Devlet Bakanı Ali Babacan’a ilişkin istihbarat notları çıktığı öğrenildi. Zengin’in iade ettiği CD’lerde ise istihbarat ve kontgerilla eğitimi ile ilgili bilgiler olduğu öne sürüldü. Çetenin elinde ayrıca, bazı milletvekillerini zor durumda bırakacak olan ve Geyşan adlı bir saunada çekilen görüntüler olduğu iddia edildi. -------------------------------------------------------------------------------- GENELKURMAY DEVREDE Operasyonun Özel Kuvvetler Komutanlığı’na doğru genişlediği aşamada Genelkurmay Başkanlığı devreye girdi. Edinilen bilgilere göre, Genelkurmay Askeri Başsavcısı, soruşturmayı yürüten savcı Mustafa Kelkit ile önceki gün yaklaşık 4 saatlik bir görüşme yaptı. Tutuklu Yüzbaşı Bozkır’ın da sorgusunda, sorulan bazı isimlere “subay arkadaşlarım” yanıtını vermesi, çete içinde başka subayların da olduğu yorumlarına neden oldu. Öte yandan savcılık 6 kişi hakkında arama kararı çıkarttı. -------------------------------------------------------------------------------- SUSURLUK DÜZENİ KÖKTEN TEMİZLENMELİ Ankara’daki operasyon, çete düzeni ve kontrgerillanın üzerine gidilmemesi durumunda, çeteleşmenin önlenemeyeceğini gösterdi. Yaşananları Susurluk düzeninin devamı olarak nitelendiren Eski TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu üyesi Fikri Sağlar, “Türkiye hukuk devleti olmaktan çıkarıldı” dedi. Çeteye ilişkin yapılan diğer yorumlarda da, “Susurluk’un gerçek sahiplerinin üstüne gidilmedi. Bu durum çeteleşme eğilimindeki çevreleri yürüklendirdi” görüşü dile getirildi. Susurluk davasının hakimi Sedat Karagül ise Susurluk gibi bu olayın da aydınlatılmayacağını söyledi. Ankara’daki olayın MİT, emniyet ve asker bağlantıları nedeniyle çok önemli olduğunu vurgulayan Karagül, “Susurluk davasında sona gelinmesine rağman ortaya somut bilgiler çıkarılamadı. Davaya baktığım halde Susurluk olayını ben bile anlayamadım” diye konuştu. -------------------------------------------------------------------------------- DAL’da GÖREV ALDI Tutuklanan isimler, çetenin istihbarat bakımından son derece güçlü olduğunu ortaya koydu. Yüzbaşı Bozkır’ın Şemdin Sakık’ın Kuzey Irak’tan Türkiye’ye getirilmesi operasyonuna katıldığı iddia edildi. Eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Çakır ise 12 Eylül 1980 öncesi Ankara Emniyeti’nde yaptıkları işkencelerle bilinen ve DAL grubu olarak adlandırılan birimde operasyonlara katıldı. 2002’de emekli olan Çakır’ın bir grup emekli general ve bürokratla “Müdafaai Hukuk Vakfı” oluşumuna katıldığı öğrenildi. Vakfın başkanlığını emekli Orgeneral Necati Özgen yürütüyor.
  18. arman %65 i ben chp li mi yapmış oldum hemen . çok hoş yaaa. bende senden ne demek istediğimi anlamanı beklerdim doğrusu. burda bir kişinin yazdığı fıkraya dayanarak herkese cevap verme bence.kimsenin kimseye hakaret ettiği filan da yok. sadece verilen oyların sahipleri görsünler kime oy vermişler daha doğrsu kimlere oy vermişler. BAKANLAR(unakıtan ve türevleri) ve BAKMAYANLAR(gariban halk)
  19. KESİNLİKLE KENDİ TEŞHİSİN RIZACILIK-ŞÜKÜRCÜLÜK . yok bööle bişey yaa. geri kalan %65 ne peki.
  20. TANİA HAYDE

    Günün Türküsü

    KARDEŞ TÜRKÜLER__DENİZE YAKILAN TÜRKÜ
  21. Kavuşma Günü En güzel gülüşünle karşıla beni İşte geldim yanına yorgun ve yitik Yılmışım, yıkılmışım, kahrolmuşum İçimde tarifsiz bir gariplik Anlamaya çalış bir şey sormadan Yaklaş yanıma, gözlerime bak Dağıt saçlarını çocuklar gibi Sonra başını omuzlarıma bırak Dertliyim, kahırlıyım, efkarlıyım Ağır, çaresiz hüzünlerle geldim sana Birlikte ömür boyu yaşayacağımız Perişan gecelerle, günlerle geldim sana Paramparça hayallerim, umutlarım Ne kalmışsa içimde kırık dökük Al, yeniden yarat beni, ayıkla arıt Baksana, bütün ışıklarım sönük Pelte pelte karanlığım koyu, zifir Göklerin üstüme abandığı gecelerdeyim Dinle, sana bir şarkı söyleyeceğim özlem dolu Dinle, bütün çalgıların sustuğu yerdeyim Oysa ki sen aradığım, bulduğumsun benim Oysa ki bu en güzeli kavuşmaların Bakma şimdi böyle kahırlı olduğuma En mutlu şiirleri söyleyeceğim sana yarın Yeter ki mahşere dek beni özle beni sev Zamanların en ölümsüzünde yaşat beni İşte geldim yanına alev, alev dopdolu Al dilediğin gibi yeniden yarat beni Ümit Yaşar Oğuzcan
  22. dowjones dikkatini çekerim sağlıkta dönüşüm programı ve genel sağlık sigortası ile getirilmek istenilen sadece emeklilik yaşı ile sınırlı kalsa iyi. o zaman en azında sadece yaş kaç olsun tartışmaları olur ve dersin muz cumhuriyeti diye. ilk önce ülkenin şartlarını dünya realitesine getirmek lazım ki ondan sonra diyelim 68 yaşında emeklilik diye. bu düşün 68 yaşına kadar çalışacaksın ve sana sonra 30-40 yıllık hizmetine karşın devlet emeklilik ikramiyesi bile ödemeyecek. zaten alınan maaşlar belli o maaşla ne ev alınır ne de başka bişey. sadece karnını doyurma pahasına çalışşacaksın yani 30-40 yıl.maaşlarda yapılacağı söylenen iyileştirmeler de tamamiyle uydurmaca. sözde yapılan kesintiler azalacak ve bu azalma maaşlara yansıyacakmış.külliyen yalan. ayrıca işçilerde ödediğin prim kadar sağlık hizmetlerinden yararlanacaksın. yani sana diyecek ki ne kadar prim ödüyorsun diyeceksin 100 YTL , iyi ozaman seç denecek sana listeden hangi hastalıklardan tedavi amacıyla yaralanmak istersin. sen dersin kanser yakalanırsan başka bir hastalığa yandın , yandında değil öldün. paran varsa eğer tedavi olacaksın yoksa öleceksin. üst düzey memur denilen kesim artık kimse onlar ve neye göre belirlenir hiç anlamış değilim ne ayrıcalıklaı vardır diğerlerinden onların neden hakları saklı kalacakki. yani kısacası PARAN KADAR SAĞLIK!!!
  23. YİNE DE GÜLÜMSEYEREK Ne sağnaklar görmüşüz, yarılan gökyüzünden alnımız yıldırımlarla ağmış, ne rüzgarlar çınlamış bağrımızda, coşkusundan kırılmış kaburgamız, dişlenip kayaları ne ateşler yakmışız, aşmışız ne zifir uçurumlar, yine de ürkütmeden öpmüşüz bir ceylanı gözlerinin yaşından incitmeden tutmuşuz ağzımızda yorulan kelebeği; şimdi asmalardan korukların tadı silinmiş, sesimizde sendeleyen bir keder, uykusuzluk serin serin sızıyor acıyan tenimizden; ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzde aşkın yeri çok derin. Ne azgın canavarlar üstüne yürümüşüz bir demet çiçek için, neyimiz var neyimiz yok vermişiz bir narin dilek için, yıllarını taş duvara örmüşüz ömrümüzün bir hırçın yürek için; şimdi çevremizde yosunlaşmış sessizlik, yabanıyız gittiğimiz her şehrin, çiğdemsiz, kükremesiz, kimsecikler sezmiyor boynumuzdan didişen örümceğin zehrini; ziyanı yok, nasıl olsa nabzımızda durulanır yaşamanın iksiri. Ne güzel sevmişiz, ağzımızda mavi bir tat kekremiş, ne sızılar sarmışız yumuşacık öpüşlerin çığlığını kuşanıp, şafaklar tutuşkunu şarkılar yuvalanıp ne mintanlar yırtmışız, şimdi usulcacık ürpersek kara gece uykumuz kaçacak kadar delik üstümüz çimensiz tepeler gibi bereketsiz, örtüsüz, serin; ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün çayırları ipekten, bakışımız lekesiz. Ne masalar düzmüşüz kıvrımları gümüş, kakmaları sedeften, ne milyonlar yanından başeğmeden geçmişiz, huyumuz değişmemiş, hayatımız günbegün çarpışarak yaşanılan sırların ürünüdür; şimdi kar altında avcumuz, avurdumuz ilaçsız, ıssızlaşmış sabahlar, yoksunluk arsızlaşmış, kaçışır yolumuzdan gölgesini de alıp o şaklabanlar inildesek açlıktan; ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün dağı taşı altından. Ne devlerle dalaşmış kanımızı göstermeden silmişiz. ne kudurgan günlerde elimizi dost eline titremeden vermişiz, bir ömür seğirtmişiz bir nefes beklemeden; şimdi nice anışların dudağı üşüyen bir çocuk kadar uçuk, nicesi elsıkışların sahtekar çıkmış. NİHAT BEHRAM
  24. genel sağlık sigortası sağlıkta mevcut hakları tamamıyle geriye götüren bir çalışmadır.sağlıkta dönüşüm programının finansmanını sağlamak amacıyla hazırlanan bir program olduğundan dolayı buna karşı çıkmalıyız. aile hekimliği hastanelerin ticarethaneye dönüştürülmesini amaçlamaktadır. tamamıyle özelleştirmeye yönelik bu çalışma geri eğerki kabul edildiği takdirde geriye dönüşü imkansızdır.sistemdeki araç ve kurumları ortadan kaldıracaktır. nedir bu yasalaştırılmaya çalışılan sistem: Emeklilikle ilgili olarak ; * Emeklilik yaşı 68'e çıkacaktır. * Emeklilik için, "çalışarak ölmek" anlamına gelecek, 9 bin işgünü prim ödenmesi zorunluluğu, getirilecektir. * Esnek çalışanlar, belirli süreli çalışanlar, mevsimlik işlerde çalışanlar, sözleşmeli olarak çalışanlar, çalıştıkları sürece prim ödemelerine karşın emeklilik haklarını elde edemeyeceklerdir. * Emekli aylıklarının hesaplanma yöntemi değiştirilerek, emekli maaşları, dörtte bir ila üçte bir arasında değişen oranlarda azalacaktır. * Kamu görevlilerinin prim yükü artırılarak ücretleri düşecektir. * Emeklilerin ulusal gelir artışından pay almaları önlendiğinden, bugün geçinmeye yetmeyen aylıklar sefalet ücretine dönüşecektir. * Tüm çalışanlar arasında norm ve standart birliği sağlanması, bir aldatmaca olmayı sürdürecek; başta milletvekilleri olmak üzere ayrıcalıklı kesimlerin korunmasına devam edilecek, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı uygulamalar hayata geçirilecektir. * Kapsam dışında bıraktığı kesimler nedeniyle, sosyal sigortalar toplumun tümü için güvence sağlamayacaktır. Sağlıkla ilgili olarak; * Sağlık temel hak niteliğinden uzaklaştırılarak, devletçe ödediğimiz vergilerle karşılanan sosyal bir hak olmaktan çıkarılacaktır. * Aylık geliri, 127 YTL'nin üzerinde olan herkesten, gelirine göre her ay için 64-431 lira arasında değişen miktarlarda sağlık sigortası primi alınacağı gibi, tedavi için başvuranlardan ayrıca kurumca belirlenecek miktarda katkı payı da alınacaktır. * Genel sağlık sigortası primlerini ödemeyen esnaf ve sanatkarlar ile çiftçiler sağlık hizmetinden yararlanamayacaktır. * Prim ödeyemeyeceklerin sayısı, işsizler, kayıt dışı ekonominin büyüklüğü ve kayıt dışı istihdamın yaygınlığı nedeniyle herkesi kapsayacak bir genel sağlık sigortası için yeterli kaynak gösterilmemektedir. Sistem, kayıtlı olarak çalışan bir grubun ödeyeceği primler, vergiler ve katkı payları ile oluşacak bir kaynağın kullanımına dayalıdır. Bu kaynağın yetersiz kalacağı açıktır. SSK hastanelerinin devri sonucunda, SSK'nın sağlık hizmeti satın almaya başlaması ile ortaya çıkan kaynak sorunu bu durumun en güçlü kanıtıdır. Bu nedenle verilecek sağlık hizmetlerinin süresini miktarını belirleme yetkisi kuruma verilerek sigortalıların sağlık hakkı kurum yönetiminin takdirine bırakılmaktadır. * Sağlık hakkı, sadece belirli hizmetlerin karşılanması ile sınırlandırılabilecektir. Tedavi için gerekli olan yöntem ve hizmetlere ulaşmak parası olanların "hakkı" olacaktır. * Sistemin bu şekilde tasarlanması ile özel sağlık sigortalarına yönelme teşvik edilecek, sosyal güvenlik kurumundan kaçış hızlanacaktır. Bu durumda kurum, en düşük ve en sınırlı hizmeti sağlayan yoksulluk yönetimi kurumuna dönüşecektir.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.