Zıplanacak içerik

instantkarma

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

instantkarma tarafından postalanan herşey

  1. Sayın Demirefe, olayın özü dediğiniz cümle bir temenniden ibaret. Oysa yazıda bir çok konuya değinilmişti. O zaman ben de yazıdaki bazı cümleleri makaslayıp alt alta sıralayayım. Bakalım olayın özü nedir ?
  2. Aman Sevgili Dayı ben teşekkür ederim, gönüllerimiz bir Mesele, bir çocuk saflığıyla yaşamak ve görmek, görebilmek, bu zor bir şey gibi görünüyor ama... bir gün batımı, toplanan karga sürülerindeki sonsuzluk hissini ve ZEVK'i deneyimlemek...bunu paylaşabilmek gibi olabilir. Belki de fazla saçmalıyorum ha ne dersin ?
  3. Hint – islam kültürü içinde filizlenen, son dönemin büyük sufîlerinden Hazret İnayet Han yoga konusunda bakınız neler söylüyor: “...sıkıntılarımız, hayal kırıklıklarımız, zaaflarımız ve beğenmediğimiz yanlarımız aslında kendi gerçek benliğimizi yeterince kavrayamamış olmamızdan kaynaklanıyor. Biz yalnızca sahte benliğimizin bilincindeyiz, gerçek benliğimizin değil. Yapılması gereken gerçek benliğimizi ortaya çıkarmaktır... Tüm yoga uygulamaları, onların meditasyon ve zihinsel yoğunlaşmaları işte bu gerçek benliği ortaya çıkarmak içindir.”
  4. Sevgili Dayı, Uçmadan yükseğe konmak mümkün mü ? Şu halde, Evrensel bilinç ( mutlak bilinç ), hepimizin Öz'ü. Varoluş ise, herkesin kendi özünden yola çıkarak, Birliğe ulaşma aşkı ile çabalamaları sonucu yaşantıların, deneyimlerin toplamı/bileşkesi olmalı...Paylaşmak, bir arada olmak, sohbet bunun için var değil mi
  5. Asıl tehlike Budizm değil Kapitalizm! Yogayla ilgili tartışmalara getirdiği ‘açılım’la dikkat çeken Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Salih Akdemir’le yoga-İslam ilişkisini, referans gösterdiği Kıraç şarkısını, hatta ‘Pretty Woman’ filmini konuştuk BAHAR ÇUHADAR ( RADİKAL ) İSTANBUL - Malezya Fetva Konseyi Başkanı Abdülşükür Hüseyin, yoganın sadece fiziksel bir egzersiz olmadığını, Hinduizme ait tinsel öğeler taşıdığını söyleyip Müslümanların yoga yapmamalarını isteyince tartışma da başladı. Malezya Başbakanı Abdullah Ahmed Bedevi, Hindu ilahileri söylenmeden yapılan yoganın zararsız olduğunu söylediyse de ertesi gün Endonezya Ulema Konseyi girdi topa. Tartışma bize de uğradı, Diyanet İşleri Başkanlığı önce yoganın İslam’la örtüşmediğini açıkladı. Bu sırada başka şeyler söyleyen, kulak vereni umutlandıran biri belirdi; Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Salih Akdemir. Beş yıldır yoga yaptığını, yoganın İslam öğretileriyle çok noktada örtüştüğünü söyleyen Akdemir anlatıyor... ‘Yoga İslamla örtüşür mü’ tartışması bizde de gündeme geldi. Siz beş yıldır yoga yaptığını açıklayan bir ilahiyat profesörüsünüz. Yogayla tanışmanız nasıl oldu? Gurum, tıp doktoru Muammer Karakaş’tır. Yogayı koruyucu hekimlik olarak da uyguluyor. MS, kanser gibi hastalıklarda önemli sonuçlar alıyor. Bir öğrencim kendisinden ders alıyordu, onun vasıtasıyla tanıştım. Önce karşıydım. Sistemi bilmiyordum. Yoga adı altında sahtekârlık yapan bir sürü insan var. Fikriniz nasıl değişti? Sistemi inceledim. Yoga ayrı bir felsefi bir sistem. Sekiz bölümden oluşuyor. Yoga, meditasyon dediğimiz bu bölümün yedinci aşaması. Yediye kadar olumsuz düşüncelerden arınma vardır. En son meditasyon, yoga dediğimiz, kişinin tek başına varlıkla bağlantı kurduğu aşama gelir. Yoga yedi bilinç düzeyidir. Birincisi uyanıklık, şimdiki halimiz, uyku ve rüya. Dördüncü aşama sakin farkındalık olarak gündeme getirdiğimiz aşama. Meditasyon buradan itibaren başlar. Bu, Yunus’un ‘Bir ben vardır bende, benden içeru’ dediği aşama. İlk üç boyutta kişi yaşamı bir zevk, doyum olarak algılıyor. Dördüncüden itibaren kişi Allah’la bağlantısını kuruyor. Kur’an’ın dediği zaten bu. Peygamberimiz bir hadiste diyor ki; “Kendini tanıyan, Rabbini tanır.” Dördüncü aşamadan sonra kozmik bilinç aşaması gelir; Yunus’un ‘Ne yokluğa yerinirim, ne varlığa sevinirim. Bana seni gerek seni’ dediği aşama... Kur’an-ı Kerim’de de aynı gerçekler, Hadis suresinin 22.-23. ayetlerinde vurgulanıyor. Altıncı aşamada Tanrı’yla insan arasındaki mesafe daralıyor. Ve diyor ki Allah, “Öyle bir an gelir ki, ben kulumun gören gözü, işiten kulağı, eden eli olurum.” Son aşama birlik bilinci. Küçük ‘ben’in, gerçek ‘ben’de eridiği, sonsuz mutluluğun gerçekleştiği an. Tamamen Kur’an öğretisi. Bu, Hint’ten de gelebilir, eski bir vahyin ürünü de olabilir. Bunlar bilgeliktir. Peygamberimiz, “Bilgelik müminin, inananın yitik malıdır. Nerede bulursa bulsun, o, ona herkesten daha layıktır” diyor. Asıl, bir Çinli, Hintli söyledi diye, bunlara bigâne kalmamız dinen yasaktır. Zaten Malezya da vazgeçti, Diyanet de. Diyanet İşleri Başkanlığı, ‘İslam’da yogaya yer yok’ demişti. Hayır. Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal öğrencim, çok değerli hocam Prof. Dr. Süleyman Ateş, NTV canlı yayında “Yasak değil” dediler. O sözlerin içinde, çoktanrıcılığı önerirsen, dinimiz için bu uygun olmaz. Kişi çoktanrıcılığı esas alıyorsa, buna da saygı duymak gerekir. Yasak denmesinin nedeni şu olabilir. Ataerkil yapıdan geliyoruz. Görüntülerde kadın-erkek karışık, bayanlar biraz açık gibi. Bunu erkek yapsa ses çıkarmazlar. Bu toplumun kadınlar konusunda zaafları olduğu için... Budist, Hıristiyan, Yahudi, hepimiz aynı Tanrı’nın çocuklarıyız. Ama ataerkil yapının değişmesi lazım. Malezya için tehlike Budizm mi, bugünkü acıları yaşadığımız, krizin müsebbibi Amerikan kapitalizmi mi? Diyanet İşleri’nde yogayla ilgili bu bilinç var mı? Bir konu gündeme geliyor, bilim adamlarına değil Alo Fetva Hattı’na soruluyor. Orada klasik görüşler var, Ortaçağ anlayışı. Bu soruları Din İşleri Yüksek Kurulu’na sormak gerekir. Sizin gibi ilahiyatçı var mı? Herkes böyle düşünüyor. Diyanet İşleri Başkanı da, Din İşleri Kurul üyeleri de. Kur’an birliği, Allah’a yakınlaşmayı öneriyor. Hangi Diyanet İşleri üyesi, Allah’a yaklaşmak için özel çabayı engelleyebilir? ‘Yoga, Hinduizm ve Budizm kaynaklı olduğu için bize uymaz’ gibi bir görüş var mı? Kur’an-ı Kerim de bilgelikten söz eder, bu ortak değerdir. Kur’an’a göre gerçek din, insan doğası, dış dünyadaki kurumsallaşmış din değil. Fetvayı Diyanet’ten değil, bilenden alacaksınız. Diyanet İşleri devlete bağlı. Böyle saçma şey olur mu, laik ülkeyiz, kaldırılması gerektiğini yazdım. Alevi kardeşlerimiz temsil edilmiyor. Ama şu anki başkan çok değerli, Diyanet çok sağlıklı bir politika izliyor. Ne sıklıkta yoga yapıyorsunuz? Günde iki kere yapmaya çalışıyorum. Yunus Emre, Mevlana, İbn-i Arabi; tasavvufu incelediğinizde öğretilerin Veda’lardan alındığını, bilen biri olarak, rahatlıkla söyleyebilirim. Çevrenizde ilahiyatla uğraşanlar arasında yoga yapan başka tanıdıklarınız da var mı? Tabii var. Van’da İlahiyat Fakültesi’nde yoga anlattım, meditasyon yaptık. Burada öğrencilerimle yaptım. Bir Kıraç şarkısını da bu felsefeye yakın buluyorsunuz. Mutlaka dinleyin, ‘Bir Tanrım var, bir gitarım’ diyor. ‘Pretty Woman’ filmi vardır bir de. Kapitalist bir adam, değerleri ve sevgiyi bir fahişeden öğreniyor. Ahlakı öğreneceğiniz kişiler, üst makamda olmayan kişiler olabilir. Kıraç’ın o şarkısına hayran kaldım. ‘Bir Tanrım, bir de gitarım, istersen gel’ diyor. Asıl dindar o. Kıraç’ın şova ihtiyacı var mı? Ama ne güzel, aşkla Tanrı arasında bağ kuruyor. Kıraç: Çok güzel bir ülke burası! Prof. Salih Akdemir’in referans gösterdiği ‘Bir Tanrım var, bir gitarım’ sözlerini haiz ‘Razıysan Gel Benimle’ adlı şarkıyı seslendiren Kıraç, yoga değil ama bir dönem transandantal meditasyon yapmış: “2000’de ilgilendim, çok bırakmış sayılmam ama bunlar düzenli olması gereken şeyler, ilaç gibi, günde iki defa. Şarkı benim değil, Selahattin Sarıkaya’nın çok eskilerden alaturka, arabesk gibi bir şarkısı ama benimle tanındı. Ruh halime çok uyuyor, o ayrı. Bana çok büyük samimiyet hissettiriyor. İnsanlar kendilerine bile samimi değil ya, öyle olunca yerini buluyor sözler. Profesörün dinlemesinden gurur duydum. Tefsirci olduğunu öğrenince iki kez sevindim. Çünkü Türkçe konusunda çok hassasım ve dinle ilgili tefsirin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bilimi de, dini de kendi dilimize tefsir edemediğimiz için bu alanı çok ciddiye alırım. Sonuçta Tanrı düşünüldüğünde hiçbir şeyin sakıncası olamaz, yeter ki Tanrı’yı analım. Ama çok güzel bir ülke burası!” Altınmeşe:Bizimki yoga değil ‘Yo-Ka’ Uzun yıllardır yoga yapan türkücü İzzet Altınmeşe de yogayla ilgili tartışmaları anlamsız bulanlardan: “Tamam, özünde Hint felsefesi var ama yoganın da çok türü var. Mesela bizim yaptığımız da yoga değil, ‘Yo-Ka’ çünkü hocamız Yogi Kazım’la çalışıyoruz. Hocamızın kendi metodu var ama Müslüman’dır, Türk’tür kendisi. O hareketleri yaparken sen gene Allah’ını düşün istersen, ne zarar gelir! Bizimki tamamen bedensel, spor gibi. Siyatik, kireçlenme için doktora gitmiyoruz da hocamızın metotlarını uyguluyoruz. Bizde meditasyon yok. Müslüman camide, Hıristiyan kilisede, Budist de kendi tapınağında inanır. Özü yaradana tapmak değil mi? O adamın da kendi ibadeti olsa ne olur yani?”
  6. İSLAM VE MEDİTASYON A.Ü İlahiyat Fakültesi Profesörü Dr. Salih Akdemir, fakültede yoga yapmasıyla alışılmadık bir ilahiyatçı portresi çizdi. Yoga ve meditasyonu 'gurum' dediği, Dr. Muammer Karakaş'tan öğrendiğini söyleyen Salih Akdemir ve Muammer Karakaş'la meditasyon ve İslam'ı konuştuk Şehriban Oğan imzalı haber gündeme bomba gibi düştü. A.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, Tefsir Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Salih Akdemir okulda yoga yaparken poz vermişti. Röportajda Kuran'ın birçok yerinde 'zikir' sözcüğünün geçtiğini belirten Akdemir herkesi yogaya çağırıyordu. 3 yıl önce 'gurum' dediği Dr. Muammer Karakaş'la tanışıpa yoga ve meditasyona başlamıştı. Bir ilahiyatçının yoga yapması ilginçti. Prof. Dr. Salih Akdemir ve Dr. Muammer Karakaş'ı buluşup ayrıntıları konuştuk. * Salih Akdemir'le nasıl tanıştınız? Dr. Muammer Karakaş: Menekşe Öztürk adlı milli tekvandocu bir hanım yoga öğrenmek için geldi. Bir gün 'hocam seveceğiniz, çok şey öğreneceğiniz bir hocamla tanıştıracağım sizi' dedi. Böyle tanıştık. Ben hocaya meditasyon o bana İbranice öğretti. Salih Hoca'nın Kuran-ı Kerim tercümesinden çok etkilendim, özellikle de 'Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım' cümlesiyle ilgili yorumundan. Hoca ibadet kelimesinin 'abede' kökeninden geldiğini ve bunun 'bir şeyi yapmak, oluşturmak, yaratmak' anlamı olduğunu yorumluyordu. Yani insanın, hamlıktan kemale erişmesi gerektiğini söylüyordu. Kemale ermemiş, aciz insanın aslında çekirdeğinde ilahiliği, mükemmelliği taşıdığını söylüyordu. Oysa biz basit bir şekilde o ayeti ibadet etmek diye anlıyorduk. Bütün dinlerde insanın kemale, en mükemmele doğru gidişi vardır. Mükemmel olan nedir: O'dur Prof Dr. Salih Akdemir: Meditasyondan gayemiz Nietzsche'nin dediği üstün insanı oluşturmak; tasavvufta buna 'insan-ı kamil' diyoruz. Toplum içinde yabancılaşmamış, kendini gerçekleştiren insanı istiyoruz. O insan, bütün bilgeliklerin hepsini içinde barındıracak. O yorumun anlamı içimize tanrısal modeli yerleştiriyor. İnsan, kurumların, ideolojilerin, yöneticilerin etkisinde kalır ve kendi olma sürecine giremezse yabancılaşma başlar. Ben meditasyonu ruhsal akışa bırakma olarak algılıyorum. İLAHİ AKIŞA DAHİL OLALIM * Hasan Dağı'na tırmanış hikayeniz var bir de... Prof. Dr. Salih Akdemir: Tırmanışın amacı varlıkla bütünleşmekti. Yaşam vakit geçirmek için değil, ilahi akışa dahil olarak bir şeyler yapmak içindir. Biz dördüncü aşamaya, meditasyonun sağladığı sakin bilinçlilik haline giremezsek olamayız. Yunus'un 'bir ben vardır bende benden içeru' dediği durumun bilincinde olmazsak, bizi diğer varlıklardan ayıran tanrısal boyutumuz ortaya çıkmaz. Dr. Muammer Karakaş: Dördüncü bilinç yani sakin uyanıklık hali, günlük yaşantımızda sürerse, zihin birlik bilinci dediğimiz hale erişir. Budistlerin başvuru kitaplarından Bhagavatgita'da, buna 'kayıpta ve kazançta eşitlik' denir. Kuran'da ise bu 'hayır ve şerrin hepsinin hayır olduğu, kayıp ve kazancın hepsinin Allah'tan geldiği' şeklinde ifade edilir. Buna beşinci bilinç deriz. Altıncı bilinç, Tanrı bilincidir, yedinci bilinç birlik bilincidir. Birlikte yerleş, birlikten eylemin çıksın, oradan hareket et. Çelişkiden, ikilikten, tereddütten yola çıkma. Hareketlerin birlikten gelsin. O zaman yaptığın her şey O'dur, sen değilsin. Başka bir şey olma, O'nun eli ol. Prof. Dr. Salih Akdemir: Yunus'un 'bir ben vardır bende benden içeru' dediği yer aslında dördüncü boyutun başladığı yerdir. Kozmik bilinç dediğimiz düzeyde, kişi artık varlıkla bütünleşiyor ve kendini ilahi bir akışa bırakıyor. Bu noktada Yunus 'ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim' der. Kuran'da 'kim kendini tanırsa Rabbini bilir' denen budur. Mantrayı söylüyoruz, o büyük ben'in bizde açılımını, varlığın bizi kapsamasını istiyoruz. İnsan genelde yitirmekten korkar ve kazanmak ister. Kazanınca şımarır, yitirince üzülür. En önemli korku yitirme korkusudur, hastalıkların oluşmasına neden de bu korkudur. Yunus'un dediği, kozmik bilinçte, ilahi akışın içine girdiğimizde hiçbir şey insanı üzemez. Kuran'da söylüyor; 'Oku atarken, atan sen değildin, Allah'tı' diyor. Peygamber efendimiz, bir hadisinde diyor ki 'öyle bir an gelir ki ben bana yaklaşan insanın gören gözü, işiten kulağı, yapan eli olurum'. Allah eylemlerimizi sahipleniyor ve mesafe kalkıyor. Geçenlerde bununla ilgili ilginç bir durum oldu. Bir öğrencim trafik kazası geçirdi, komadan çıkamıyor. Mescide girdim, yogaya başladım, öbür tarafa geçtim, kızın bilinçaltına gireyim dedim. O anda olağanüstü bir sürece girdim. Kız dünyaya geri gelmek, hayata dönmek istemiyor. 'Seni çok seviyoruz, gel, aramıza katıl, bekliyoruz' dedim, bayağı uğraştım, sonra da elimle dokundum 'Ya Şafi, Ya Kafi, Ya Allah' dedim. O gün biraz toparlandı, bilinci açıldı. Dünyaya geri gelmek istememesinin psikolojik nedenleri vardı, çünkü gerçeklerle yüzleşmek istemiyordu. * Bir ilahiyatçının yoga yapması ilginç bir durum. Diyanet de olumlu bakmıyor. Tepki aldınız mı? Prof. Dr. Salih Akdemir: Bir canlı yayında dedim ki, Allah'ın gitmeyeceği tek yer bir Diyanet bir de İlahiyat Fakülteleri'dir. Siz dindarlığı şekilde ararsanız bitti. Hazreti İsa'nın en büyük düşmanları din adamları oldu. Ben ruhsallık üzerinde duruyorum. Muharrem Bey'i fakültemize davet ettim, konferans verdi. İnsanların katılımıyla meditasyon yaptık. Van'a gittim, orada üniversite öğrencilerine, burada kendi öğrencilerime meditasyon yaptırdım. Herkes olumluydu. Soruyu şöyle soruyorsanız; 'yoga namaz yerine geçer mi?' Cevap veriyorum: Geçmez. ALLAH-İNSAN İLİŞKİSİ SEVGİDİR * Hayır böyle sormuyorum Prof. Dr. Salih Akdemir: Toplumu aydınlatma görevim var. 1995'de laiklik konusunu gündeme getirdim. Erbakan Hoca o zaman beni dinleseydi, 28 Şubat olmazdı. 'İslam ve Laiklik' kitabı yazdım. Türkiye'de laiklik olmadığını 'laikçilik' olduğunu söyledim askerlere. Devletin ideolojisi olur mu? Atatürk'ü seviyoruz ama devletin ideolojisi olamaz. İslam da bir ideoloji olarak olamaz, devlet herkese karşı eşit olmalı. O projeye girerken, öldürülmeyi göze aldım. Bir dini satmadığımız kaldı. O zamanlar RP geleneği laiklik düşüncesini benimsemiyordu. Şimdi hepsi aynı noktaya geldi. Bilim adamına düşen, insanları ayrımsız uyarmaktır. Geçenlerde Japonya'daydım, sevgiyi anlattım orada. Bilmiyorlar sevgiyi * Biz biliyor muyuz sevgiyi? Prof. Dr. Salih Akdemir: Bilmiyoruz. Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı'da yaşar, Tanrı'da yaşayan sevgide yaşar. Sevgi özgürleştirici bir eylemdir. Mesela benim çevirimdeki 'Besmele' diğer çevirilerden farklıdır. Ben semantik yöntem uyguladım. 'Çok seven, çok müşfik olan Allah'ın adıyla' diye çevirdim. Allah-insan ilişkisi, sevgi ilişkisidir, köle-efendi ilişkisi değildir Takvayı, 'Allah bilinci' olarak açıkladım. İçimizde Allah'ın egemen olması, dördüncü aşamaya gelmemiz. İçimizde sevgi egemen olursa korku kalmaz. İnsanlaşma sürecimiz başlar. * Veda bilgisi konusunda ne diyorsunuz? Prof. Dr. Salih Akdemir: Hadis Suresi'nin 22. ayetinde 'gerek kendinizde gerek yeryüzünde meydana gelecek hiçbir şey yoktur ki biz bunları yaratmadan önce bunlar bir kitapta yazılı olmasın, bunlar Allah için kolaydır' deniyor. 'Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim' noktasına gelemezsek, intihara varan süreç başlar. Bu bilince gelen kişi, hastaysa iyileşir, Muharrem Bey de birçok kişiye kanser konusunda meditasyonu önerdi. Öğrencimin annesi kanserdi, meditasyon önerdim, iyileşti. Bunlar vahiy değil ama hikmettir, bilgeliktir. Kuran-ı Kerim'de vahiyden sonra bilgelik, hikmet gelir, insanlığın evrensel kültürüdür. Kuran-ı Kerim cennete girecek insanları betimliyor ve diyor ki: 'Onlar tüm sözleri dinlerler sonra da en güzel olanına uyarlar.' Görüşleri dinleyeceğiz. İslam'ın yapısı indirgeyici değil kuşatıcıdır. Dr. Muammer Karakaş: Zihnin gücü sınırsız. Kuvveden tohuma çıkabilir. Tohumdan ağaca dönüşebilir. Bütün dinlerin uygulamalarında meditasyon, İslamiyet'te de zikir var. 'Allah'ı zikrediniz' deniyor. Prof. Dr. Salih Akdemir: Asla namaza alternatif bir ibadet biçimi değil. Mevleviler, mantra yerine dönerek, egoyu silmeye çalışıyor. Ben'i silip, Allah sevgisini ön plana çıkarmaya çalışıyor. 1995'ten beri, 'Benötesi psikoloji' bilim dalı oldu. Mantra yerine, kontrollü LSD verip, egoyu kaldırıp benle buluşmayı gerçekleştiriyorlar. Zikir önemli. Kuran-ı Kerim'de şu ayet vardır; 'Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle huzura kavuşur'. Bu bilgileri bilgelik olarak algılayalım, geçmişteki ilahi bir mesaj olarak algılayalım, önemli olan bu mesajın bizi Allah sevgisine götürmesi ve içimizde Allah sevgisinin egemen olmasının sağlanması. Prof. Dr. Salih Akdemir 1950 Elazığ doğumlu. Doktorasını Paris Hukuk Fakültesi'nde yapan Akdemir Arapça, Akadça, İbranice, Aramice, Latince, klasik Yunanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, İngilizce, Almanca, Boşnakça (Sırpça-Hırvatça) biliyor. Salih Akdemir'in yayınlanmış eserleri arasında 'Kur'an ve Laiklik', 'Cumhuriyet Dönemi Kur'an Çevirileri', 'Ku'ran'ın Anlaşılmasına Doğru', 'İslam'ın Vadettikleri', 'Son Çağrı Kur'an' gibi kitapları bulunuyor. Dr. Muammer Karakaş 1954 Elazığ doğumlu olan Dr. Muammer Karakaş tıp eğitimini Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde tamamladı. 1984'te Bursa Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı'nda uzmanlık aldı. 1986'dan bu yana Ankara Ayrancı Polikliniği'ni işleten Dr. Muammer Karakaş, 1993'ten bugüne önce kendi kalp rahatsızlığı nedeniyle dünyanın en eski sağlıklı yaşam bilgileri olan 'Veda'larla ilgilendi. 'Ayurveda' bilgi ve deneyimlerini artırmak için Hollanda Maharishi Uluslararası Üniversitesi ve Özbekistan Taşkent Üniversitesi`nde 'Ayurveda' kursları, Hindistan Maharishi Nagar'da 'İnsan ve Veda' kursu ve Mısır Kahire'de 'Ayurveda' seminerlerine katıldı. Meditasyon dördüncü bilinç durumudur Medİtasyon aslında 'derin düşünmek' demek, Fransızca'dan geliyor ama gerçek anlamını yitirmiş, o nedenle meditasyon demeyi doğru bulmuyorum. Sanskritçe karşılığı 'Turyaçetan'ı Türkçeye çevirdiğimde 'SU' yani 'Sakin Uyanıklık' olarak telaffuz etmeyi tercih ediyorum. İlk mesaj SU'nun somut, fiziksel durumu. SU bir dördüncü bilinç durumudur. Tıpkı maddenin hali gibi, nasıl su buhar halinde başka, buz halinde başka ama yine öz olarak su ise, bilincin de halleri var. İlk üç bilinç hali, uyku, rüya ve uyanıklık halleri. Rüya ile uyanıklık arasında çok farklı bilinç hali var, rüyada da gerçeklikle ilgimiz yok; fizik kurallarına uygun olmayan bir bilinç durumundayız. Meditasyon bilincin dördüncü halini yaşatıyor bize. Uyku dinlendirir, rüyada psikolojik yönden stresler çözülür. Meditasyonun yarattığı dördüncü bilinç durumu da uyku ve rüyanın çözemediği fiziksel ve ruhsal stresleri çözer. Mantralı meditasyon tekniğinden bahsediyoruz. Bu teknikle insanın sakin bir yerde oturup, gözlerini kapatarak giderek daha sakin duruma gelmesini amaçlıyoruz. İnsan tamamen sakin ve çabasız bir hale geliyor. Mantra bu yöntemin araçlarından biri. Mantra anlamsız olmalı; tınısı, ses değeri, müzikal niteliği zihni sakinleştiren bir etki taşımalı. Meditasyon yapan kişinin vücudunda bağışıklık sistemi kuvvetleniyor, deri direnci artıyor. Meditasyon öğrenmeye ikinci doğum deniyor. Çünkü normal insan, üç bilinç haliyle dünyaya geliyor. Ama meditasyonla dördüncü bilinci deniyor. AYCAN SAROĞLU-AKŞAM
  7. Veni, Vidi, Vici - Geldim, Gördüm, Yendim. No Woman No Cry- Hayır Kadın ( yada Kadınım ) Ağlamak Yok.
  8. Peki, 'Öz', 'Varoluş'tan önce midir, sonra mı ? Yada ikisi de birbirinden mi ? Öncelik-Sonralık diye bir şey yok mu ? Yani, hem 'Öz' hem de 'Varoluş' aynı mı ? İkisi de 'Zahir' mi ?
  9. 'Herşey Bir'e döner. Peki öyleyse Bir nereye döner?' Sevgiler, Dayı
  10. Türk Üniversiteleri Artık Dünya Sıralamasında Yer Alıyor Yazar: turk.internet.com Haber Merkezi 19-02-2008 Tavsiye Et Yazdırılabilir Sayfa Önceki yıllarda ilk 500'e hiç Türk Üniversitesi giremiyor tartışmaları yapıyorduk ama bu yıl ki sıralamalarda ilk 500'e biri vakıf üniversitesi olmak üzere 4, ilk 1000'e ise bir tanesi vakıf üniversitesi olmak üzere 9 üniversitemiz girdi. İTÜ 390, ODTÜ 438, İÜ 472 ve Bilkent 479.cı sıradalar. Dünyanın 15 bin üniversitesi arasında yapılan değerlendirmeye ve 4000 üniversitenin listelendiği araştırmaya göre, daha önce hiçbir Türk Üniversitesinin sıralanmadığı listeye bu yıl 15’i vakıf üniversitesi olmak üzere toplam 58 üniversitemiz girdi. Sıralama tüm dünyadaki üniversitelerin araştırma ve akademik alanda performansının karşılaştırmalı olarak görülmesini sağlıyor. Sıralamada, Nobel’li öğretim görevlileri, farklı dallarda ödüller, araştırmacılar, bilim ve fen dalında yayınlar dikkate alınıyor. Bu yılın sonuçlarında en yüksek sırayı 390.cı sıraya yerleşen İTÜ (İstanbul Teknik Üniversitesi) alırken, ODTÜ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi) 438 ve İstanbul Üniversitesi 472.sıraya yerleştiler. Vakıf Üniversitelerinden Bilkent Üniversitesi de 479.cı sırada yer alıyor. Dünya sıralamasında ilk 10’a MIT, Stanford, Harvard, Berkeley, Cambridge, Cal Tech, Columbia, Princeton, Chicago ve Oxford üniversiteleri girdi. Türk Üniversiteleri daha önceki yıllarda bu sıralamada yer almadığı için eleştirilmişti. Anlaşılan bu yıl araştırmaya katılmak için emek sarfetmişler ve Türkiye’deki eğitimin sanıldığı ya da geçen yıl konuşulduğu kadar kötü olmadığını göstermişler. Hatırlanacağı üzere YÖK – Hükümet zıtlaşmalarında geçen yıllarda Türk Üniversitelerinin sıralamaya giremedikleri epeyce söz ve polemik konusu olmuştu. 4 bin üniversitenin bulunduğu listede Türk üniversitelerinin sıralaması şöyle: Devlet Üniversiteleri 390 - İstanbul Teknik Üniversitesi 438 - Ortadoğu Teknik Üniversitesi 472 - İstanbul Üniversitesi 508 - Boğaziçi Üniversitesi 720 - Yıldız Teknik Üniversitesi 798 - Ankara Üniversitesi 818 - Hacettepe Üniversitesi 939 - Ege Üniversitesi 1067 - Anadolu Üniversitesi 1082 - Gazi Üniversitesi 1231 - Çukurova Üniversitesi 1342 - Selçuk Üniversitesi 1398 - Dokuz Eylül Üniversitesi 1410 - İnönü Üniversitesi 1535 - Uludağ Üniversitesi 1710 - Süleyman Demirel Üniversitesi 1787 - Marmara Üniversitesi 1802 - Akdeniz Üniversitesi 1846 - Erciyes Üniversitesi 2120 - Trakya Üniversitesi 2195 - Dicle Üniversitesi 2232 - Karadeniz Teknik Üniversitesi 2414 - Gaziantep Üniversitesi 2439 - Adnan Menderes Üniversitesi 2493 - Sakarya Üniversitesi 2501 - Çanakkale 18 Mart Üniversitesi 2503 - Afyon Kocatepe Üniversitesi 2687 - Sütçü İmam Üniversitesi 2713 - Ondokuz Mayıs Üniversitesi 2838 - Cumhuriyet Üniversitesi 2972 - Galatasaray Üniversitesi 3176 - Balıkesir Üniversitesi 3178 - Mersin Üniversitesi 3294 - Yüzüncü Yıl Üniversitesi 3311 - Karaelmas Üniversitesi 3314 - Pamukkale Üniversitesi 3429 - Atatürk Üniversitesi 3484 - İzzet Baysal Üniversitesi 3491 - Celal Bayar Üniversitesi 3607 - Osman Gazi Üniversitesi 3766 - Fırat Üniversitesi 3897 - Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü 3939 - Harran Üniversitesi Vakıf Üniversiteleri 479 - Bilkent Üniversitesi 1246 - Sabancı Üniversitesi 1277 - Doğu Akdeniz Üniversitesi 1436 - Başkent Üniversitesi 1523 - İstanbul Bilgi Üniversitesi 1564 - Koç Üniversitesi 2223 - Çankaya Üniversitesi 2250 - İzmir Ekonomi Üniversitesi 2451 - Doğuş Üniversitesi 2740 - Kültür Üniversitesi 2957 - Yeditepe Üniversitesi 3171 - Fatih Üniversitesi 3236 - TOBB Üniversitesi 3274 - Beykent Üniversitesi 3650 - Bahçeşehir Üniversitesi
  11. Yanıtlardan anlaşıldığına göre bazı arkadaşlar meditasyon ile uğraşmış. Sn.Sedelina ve Sn. Gloria ifade etmişler. Güzel pekela sizce meditasyon sadece rahatlamak için yapılan bir metotmudur? Bir de meditasyon deneyimi olanların duygularını paylaşmak istiyroum. Nasıl yapıyorlar neler hissediyorlar? Sorum meditasyon deneyimi olanlara, sevgiyle
  12. instantkarma şurada bir başlık gönderdi: Dini Konular - Din - Dinler
    Mevlana ve Zen Mevlânâ'nın hayatını az çok herkes bilir. Mevlânâ yaklaşık 50 yaşına kadar sıradan bir sufi gibi yaşamış. Daha sonra Tebrizli Şemseddin dediği gezgin bir zat ile tanışmış ve hayatındaki herşey değişmiş. Semâ uygulaması, ney vs.gibi değişikliklerin yanında her ne kadar Tebrizli Şemseddin Mevlânâ'yı hocası olarak kabul etmiş olsa da Mevlânâ'nın bu gizemli kişinin etkisiyle çok büyük değişime girdiği açıktır. Meşhur Mesnevi'de Tebrizli Şems ile tanışmasından sonra yazılmıştır. Hatta halktan bazı kesimler Mevlânâ'daki bu değişikliği endişe ile karşılayıp Tebrizli Şems'i öldürmüştür. Tebrizli Şemseddin hakkında Tebrizli olması ve gezgin bir derviş olması dışında çok az bilgi vardır. Kendisi hiçbir şey yazmamıştır, bilgimiz dolaylı olarak Mevlânâ'nın şiirleridir. Çin'deki Shao-lin (sanırım doğru yazdım) tapınağındaki kayıtlarda ise Dünya'nın pek çok yerinden hatta Şam gibi uzak şehirlerden öğrencilerin olduğuna dair bir bilgi okumuştum. Bu tapınak, Çin'deki en eski ve bugün de hala aktif olan, Bodhidharma'nın da yakınlarındaki bir mağarada uygulama yaptığı bilinen bir yer. İşin bana ilginç gelen yanı ise Mevlânâ'nın aşağıdakiler ve diğer birkaç şiirini okuduktan sonra ortaya çıktı. Birliğe ulaş ... Şu beş duyudan, altı yönden varını yoğunu birliğe çek, birliğe. Kendine gel, benlikten çık, uzak dur, insanlara karış, insanlara, insanlarla bir ol. İnsanlarla bir oldun mu bir madensin, bir ulu deniz. Kendine kaldın mı bir damlasın, bir dane. ... (Mevlânâ Celâleddin, Say Yayınları, Çev.A.Kadir) Ben neyim? Olduğum gibi kim görebilir beni, ne rengim var benim, ne nişanım. Benim de bildiğim sırlar var, diyeceksin ama, hem o sırlarım ben, hem o sırları saklayanım. Bu gönül ne vakit durulacak, bilmem. Ama şu anda hiç kımıldamadan duran da benim, yürüyüp giden de ben. Ben bir denizim, kendi varlığı içinde taşan, uçsuz bucaksız, alabildiğine geniş, kıyısız, hür bir deniz. İki dünya da yok oldu gitti bende. Artık ne bu dünyadan sorsunlar beni, ne o dünyadan. Sen bizim tıpkımızsın, dedim, ey can! Amma yaptın, dedi, o da ne demek? Şu gördüklerin hep ben'im. Yoksa, dedim, sen o musun? Hey, kendine gel, sus, dedi, benim ne olduğum, dedi, dile gelmez. Öyleyse, dedim, işte sana dilsiz, dudaksız konuşan biri, yoklukta ayaksız yürümedeyim, gökteki ay gibi, işte sana elsiz ayaksız durmadan koşan biri. Böyle koşup durmak, dedi bir ses, senin nene gerek. Bak bana, apaçık ortadayım da gene gizliyim. Sen beni gör asıl, beni! Eşi bulunmaz bir gizli maden olmuşum; eşi bulunmaz bir deniz olmuşum ben, Tebriz'li Şems'i gördüm göreli. (Mevlânâ Celâleddin, Say Yayınları, Çev.A.Kadir) Buradan hiçbir sonuca varılamayacağı açık olsa da yine de Tebrizli Şemseddin'in doğu bilgeliğinden etkilenmiş olduğunu düşünmeden edemiyor insan.
  13. İnsan hayatının anlamı nedir? Bu sorunun cevabını, herkes er veya geç, kararlılıkla ve ısrarla aramaya başlar. Doğu insanları için hayata anlam veren ölümdür. Batı dünyasında ise ölümü anlamlı kılan hayattır diye düşünülür. Her iki yaklaşım da bir noktada kesişir. Hayatsız ölüm olmadığı gibi ölümsüz hayat da mevcut değildir. Hayatımızın bütün boyutlarını kavramaya ve dünyaya niçin geldiğimizi sorgulamaya yöneldiğimiz zaman yeni bir dönem başlar. Asyalı insanlar, temel problemin insanda var olan "öteki şeyi" kavramak olduğuna inanırlar. Bu öteki şey herkeste mevcuttur. Fakat çok az insan doğuşundan sonra bu öteki şeyi çıplak olarak görme şansını elde edebilir. Yaşamak, günlük hayatta en sıradan eylemde veya en soylu davranışta bu öteki şeye ulaşmak imkanını elde etmektir. Öteki şey hepimizdedir. Benliklerimizin derinliklerinde mevcuttur ve ona ulaşmak imkanı bize verilmiştir. Ancak ona ulaşmak için ölmeden önce ölmek gerekir. ( Tarık Araslı )
  14. Dogmatizm, Determinizm ve Olasılık ” Üzerine İnsan düşüncesi toplumsal gelişmeye bağlı olarak ilerleme gösteriyor. İnsan, varlığını maddenin evrimleşmesi sonucu toplumsallaşarak sağladığı için, ilk başta kendisini doğanın bir parçası olarak görür. Çevresindeki her şeyi kendisi gibi canlı olduğunu düşünür. Bunun için ilk düşünce biçimine animizm denir. İnsan her ne kadar ilk başta ilkel bir düşünceye sahip olsa da; ilk insanın doğayı iyi hissedip algıladığını görüyoruz. Şamanizm ve totemcilikte bu düşüncenin bir biçimi olarak gelişim gösterir. İlkle avcı toplumların “buffalo dansı” mitosu ile ilkel tarımcı toplumların “yılan-bakire” mitosundaki “tohumun dönüşüm” olayı doğa algılanışlarında bir ifadesidir. Ancak Sümer rahipleri, kendilerinden önceki mitosları dönüşüme uğratarak günümüz insanının yada uygarlık tarihi boyunca insanın zihniyet yapısını ve mantık ölçülerini belirlerler. Statik-değişmeyen her şeyi dışta gören dogmatik zihniyet yapısı Sümer rahiplerinin icatlarıdır. Sümer rahipleri insanları doğa tanrılarından uzaklaştırarak, onları önce doğadan soyutluyorlar. Tanrısallık adı altında toplumu mutlak olarak egemen kılıyorlar. Buna göre, yerde gökyüzü düzeni gibidir. Her şeyin yeri ve hareket durumu bellidir. Tanrısallığın hükmü altında bir yaprak dahi kendiliğinden kımıldayamaz. Her şey bizim dışımızdaki Tanrı’dan gelir. Buda beraberinde kadercilik ve mutlakçılık bir zihniyet yapısını doğurur. Sümer rahiplerin yaratmış olduğu dogmatik zihniyet öylesine güçlüdür ki; günümüzde dahi aşılmış değildir. Sonrasında doğan felsefe ve bilimsel düşünce kendisini bundan dahi kurtaramamıştır. İnsanlığın, Sümer zihniyet yapısını ve mantık ölçülerini aşmak için şimdiye kadar tarihte yaptığı üç büyük tarihsel sıçrama dönemi vardır. Birinci sıçrama aşaması M.Ö. 6-5. yüzyıllarda Antik Yunan’da ortaya çıkar. İlk defa Thales, Sümer kozmolojisinin dışına çıkarak Tanrı’yı işe katmadan olay ve olguları açıklamaya çalışır. “Su, tüm şeylerin kök nedeni olan maddedir.” diyerek yeni bir düşünce tarzını yani felsefenin temelini de atar. Antik Yunan’da ortaya çıkan bu Felsefi düşünce kendini fazla ilerletemez. Zamanla Sümer dogmatik zihniyetin etkisinin altına girerler. Aslında bu dönemin büyük filozofları olan Platon ve Aristo bile Sümer zihniyet yapısını aşacak bir atılımları olmuyor. Yaptıkları bir nevi Sümer zihniyet yapısının farklı açılımlarıdır. Platon dünyayı matematikselliğe büründürüyor. Aristo ise, her şeyi ak-kara ikilemiyle ele alan formel mantığını ortaya çıkarıyor. Her ikisi de Sümer zihniyet yapısının ve mantığının ölçüleridir. Tarihte ikinci büyük sıçrama aşaması ise, M.S 12-13 yüzyıllardan itibaren Avrupa’da gelişen Rönesans dönemidir. Bu dönemin sonucu olarak bilimsel düşünce doğup gelişir. Üçüncü büyük aşamada 20.yüzyılın başından itibaren yaşanan gelişmelerdir. Özellikle Einstein’ın izafiyet teorisi ve kuantum fiziği insanın zihniyet yapısını köklü değişikliklere uğratmıştır. Bilimsel düşünce Avrupa Rönesans’ı ile birlikte gelişir. Düşünsel temelini dışa dayalı gözleme ve deneye dayandırır. Akıl yürütmeyle olay ve olguları açıklamaya çalışır. Başka bir ifadeyle “bilim gözlem ve gözleme dayalı uslama (akıl yürütme) yoluyla önce dünyaya ilişkin olguları,sonra bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır.”(Bertrand Russell). Bilimsel düşünme belli bir dünya görüşüne dayanır. Bu görüş rasyoneldir; her türlü mistik ve doğa üstü görüşlerin karşısında yer alır. Bilim sadece gözlenebilir olguları dile getirir. Bilimde hiçbir hipotez veya teori gözlem yada deney sonuçlarına dayanılarak kanıtlanmadıkça doğru kabul edilemez. Bilim aynı zamanda mantıksal, nesnel (objektif), eleştirici, genelleyici ve seçici gibi temel özelliklere sahiptir. Belirttiğimiz tüm bu noktalar; 13. yüzyılda başlayan 17.yüzyılda şekillenen ve 20. yüzyıllın başlarına kadar süren bilimsel düşüncenin temel özellikleridir. En belirgin özelliği de determinizme (gerekircilik) yeni nedensellik ilkesine dayanmasıdır. Determinizmi, evren ve onun içindeki her şeyin zamanla nasıl bir gelişim gösterdiğini yöneten iyi tanımlanmış yasalar olarak tanımlana bilinir. Yani nedensellik, etkilerin onların nedenlerinden önce gelemeyeceği şeklindeki düşüncedir. Bir vakayı önceden güvenilir biçimde tahmin edebiliyorsak, o vaka nedensellik ilişkisiyle koşullanmıştır. Daha basit bir ifadeyle nedensellik, onların daha önce ki olaylardan, onların ise daha önceki olaylardan kaynaklandığı fikrine dayanır. İşte geçmişe doğru uzanan bu nedensellik zincirine ve bunu tanımlayan yasalara determinizm diyoruz. 20.yüzyıla kadar ki bilimsel düşünceye de “bilimsel determinizm” dönemi denebilir. Pozitivizm, materyalist determinist felsefede bunun Felsefi yönünün oluştururlar. “Bir sistemin başlangıç durumunda ki şartları hakkında yaklaşık olarak bir bilgiye sahip olan ve doğa yasalarını anlayabilen bir insanın sistemin yaklaşık davranış biçimini hesaplaması mümkündür.” Bu varsayım bilimsel determinizmin felsefi temelini teşkil eder. Kapitalizm nasıl ki Sümer sınıflı toplum uygarlığının son biçim ise; onun düşünce yapısı olan (buna Batı düşüncesi de deniliyor) bilimsel determinizm de Sümer zihniyet yapısının son dönüşüm geçirmiş biçimidir. Bilimsel determinizm her ne kadar dogmatik düşünceye karşı geliştiğini söylese de onu özde aşamaz. Kendisini birçok noktada dogmatizmden kurtaramaz. Baştan itibaren, her şeyi matematiksel bir ifadeye büründürmeye çalışması ve kesinlik araması bilimsel düşüncenin dogmatik yanını oluşturur. Doğa yasalarını matematiksel denklemlere büründürürken; sosyal bilimlerde her şeyi tek bir kaynağa bağlama oldukça yaygındır. Freud, insan davranışlarını incelerken “cinsellik” olgusuna bağlaması; Marx kapitalist sistemi çözümlerken “artı değeri” salt esas alması gibi durumlar bu yaklaşımın bir sonucudur. Bu tür çözümlemeler her ne kadar yanlış olmasa da sadece gerçekliğin bir kesitini oluşturur. Gerekliği tek bir kök nedene dayandırmak istemek, Sümer rahiplerin her şeyi tanrısallığa bağlaması tarzına çarpıcı bir benzerlik gösteriyor. Yada felsefecilerin evrensel bir tarz aramasına veya birleştirici bir birlik ilkesi bulup çıkarma uğraşına benziyor. Burada aslında temel mantık aynıdır; sadece kavramların yerleri değişiyor. Sümer zihniyet yapısı insanlıkta öylesine yer edinmişti ki, aslında bu yeni yeni aşılmaya başlanıyor. Örneğin, Sümerlerin statik değişmeyen evren modeli 20 yüzyılın ilk yarısında ancak aşılabiliyor. Newton ve Einstein buldukları yasalara dayanarak evrenin statik olmadığını ve sürekli genişlemekte olduğunu rahatlıkla bulabilirlerdi. Ancak Sümerlerin yarattıkları statik - değişmeyen evren modeli öylesine zihinlere yerleşmiş ki, bunu bile akıllarına dahi getirmezler. Hatta Einstein, kendi genel görelilik teorisi evrenin genişlediğini öngördüğü için evrenin statik dengesini koruyacak bir evren bilimsel sabitti geliştirir. 1929’da Amerikan gök bilimcisi Hubble evrenin genişlemekte olduğunu keşfederek 20. yüzyılın en büyük düşünsel devrimlerinden birini gerçekleştirir. Bu aynı zamanda Sümerlerden beri devam eden statik - değişmeyen evren modeline de öldürücü bir darbe demektir. 20. yüzyılın ilk büyük bilimsel devrimi Einstein’ın 1905 ve 1915’de ortaya koyduğu özel ve genel görelik kuramlarıdır. Bu kuramlar uzay- zaman kavramlarını köklü olarak değiştirir. Daha önce zaman hiç bir şeyden etkilenmeyen herkes için aynı olan bir olgu olarak ele alınıyordu. Ancak özel görelik kuramına göre, mutlak zaman yoktur! Bunun yerine herkesin nerede olduğuna ve nasıl devindiğine bağlı olarak işleyen kendi özel zaman ölçüsü vardır. Genel görelik ise, uzay- zamanı oluşturmak üzere, zaman boyutunu uzayın üç boyutuyla birleştirir. Bu kuram, uzaydaki madde ve enerji dağılımının, uzay- zamanı büktüğü ve bozundurduğunu, bu yüzden de uzay-zamanın düz olmadığını söyleyerek kütle çekim etkisini kapsar. Söz konusu uzay-zaman içindeki nesneler düz doğrularda hareket etmeye çalışırlar; ancak, uzay- zaman eğri olduğu için izledikleri yollar bükülmüş olarak görünür. Bir yerçekimi alanında etkileniyorlarmış gibi hareket ederler. Bu kuramların ortaya koydukları, insanlık için düşünsel devrim niteliğindeydi. Uzay-zaman kavramları köklü değişikliğe uğraması, bilimde eski paradigmanın yıkılışı ve yeni bir paradigmanın oluşması anlamına geliyordu. 1930’lu yıllardan itibaren yeni bir teori olan kuantum mekanik teorisi geliştirilir. Kuantum kelime olarak “tanecik” anlamına gelir. Kuantum mekanik teori maddeyi mikroskobik bir yaklaşımla ele almaktadır. Yani atom altı dünyasındaki parçacıkların davranışlarını inceler. Kuantum teorisi, geçmişteki bilimsel evrimlerin bir devamı olarak gelişmiyor; tam tersine doğa bilimlerin yapısında bir kopukluğu ve ters düşmesi söz konusu oluyor. Genel olarak kuantum mekaniği, bir gözlem için tek ve kesin bir sonuç öngörmez. Bunun yerine bir takım olası sonuçları öngörür ve her birinin ne kadar olası olduğunu söyler. Yani, başlangıç durumları aynı bir sürü benzeri sistem için aynı ölçüm yapıldığında, ölçümün sonucu bir bölüm için A, başka bir bölüm için B, vb. bulunur. Sonucun yaklaşık kaçta kaçının A yada B olacağı hesaplanabilir. Ama her hangi bir ölçümün kendine özgü sonucu önceden bilinemez. Dolayısıyla kuantum mekaniğinde kesinlik yada determinizm yoktur; sadece olasılık durumları vardır. Kuantum mekaniği böylece bilime kaçınılmaz bir bilinemezlik yada gelişi güzellik öğesi sokmaktadır. Einstein buna şiddetle karşı çıkar: “Tanrı zar atmaz” diyerek tepkisini gösterir. Oysa kuantum mekanik teorisinin ortaya koyduğu “belirsizlik ilkesi” doğanın temel bir özelliğidir; ve bizlerde doğada olup-biten her şeyi ancak belirsizlik ilkesinin izin verdiği çerçevede bilebiliriz. Böylece makro-dünyada karşımıza çıkan klasik determinizm, atom altı dünya (yada mikro dünyaya) indiğimizde yok olur. Bizim içinde yaşadığımız makro dünya yada günlük yaşamımızda çıplak gözle gözlemlediğimiz olaylar, klasik mekaniğin yasları olan determinizme uyarlar. Yani her koordinat bir etki karşısında bir ve yalnız tek davranış gösterir. Ancak mikro cisimler dünyasında bu klasik mekanik yasaları geçerliğini yitirir. Kuantum mekaniği teorisi bize son derece farklı renkli ve şaşırtıcı bir doğa gerçekliğini gösterir. Klasik mekanik teorilerle ortaya konan doğa yasalarının; aslında doğanın iç yapısını hiç yansıtmadığını, sadece bize dıştan ve kaba geometrisini göstermekten öteye gitmiyor. Doğanın gerçek dili kuantum mekanik teorileriyle doğru bir ifadeye kavuşuyor. Kuanta teorisi, Bohr’un ifade ettiği gibi, yaşamda ahengi yani uyum birliğini, uyumdaşlığı ararken, aynı zamanda hem seyirci hem de oyuncu olduğumuzu unutmamayı bize hatırlatmış oluyor. Kuantum mekaniği, “ya o - yada bu” mantığına karşı “hem o - hem de bu” olgusal gerçekliğini gösteriyor. Örneğin, “ışık ya parçacık yada dalgadır.” mantığını yıkarak ışığın aslında her ikisi olduğunu, yani “hem parçacıktır hem de dalgadır.” Kuantum mekaniğinde olguların hepsi derece meselesidir. Olgular her zaman bir ölçüde saçaklı veya muğlaktı, asla kesin değildir. Yine Bohr’dan örnek verirsek; “basit bir doğrunun tersi yanlıştır;örneğin iki kere ikinin dört ettiği doğru; beş ettiği yanlıştır. Buna karşı derin bir doğrunun terside derin bir anlamda doğru olabilir.” Kuantum teorisinin ortaya koyduğu bu doğa gerçekliğini anlamak ve yorumlamak artık “pozitifçilik” ve “materyalist determinist felsefeyle” mümkün olmuyordu. Bazı fizikçiler bunu “akılcılık” adı altında gelişen Batı düşünce diyalektiğinin iflası olarak değerlendirdiler. Onlara göre makro-fizik kuramları, en daha kâr matematik inceliklerine rağmen, Archimedes ve Aristotales’den Einstein’a varıncaya dek hep aynı <<kaba mantıkla>> oluşturulmuştur. Yaratılan makro-fizik kuramları, işte bu mantığın çerçevesinde kalmış, doğayla ancak mantığın yine aynı kabalıkla kurulan ölçü aletleriyle temas etme alışkanlığı içinde ve de dünyayı habire idealize etmekten öteye gidememiştir. Batı düşüncesinin makro fiziği yada bilimsel determinizm olayların hep o <<dıştan>> ve kaba geometrisini irdelemiş <<olay>> ın içindeki <<potansiyel iç geometri>> yi yada genel bir ifadeyle <<iç yapısını>> keşfedememiştir. Bu fizikçiler, bu durumu; Batı uygarlığın iki bin yıldır <<kendisini dışa şartlayan>> mantığın sıfırı tüketmesi olarak değerlendirirler. Buna göre; artık Doğu’nun çok daha eski ve köklü diyalektiğinin yeniden canlanmaktadır. Eski Hint ve Çin diyalektiği artık Batı’nın o içeriğini yitirmiş telaşlı biçimliğini, olayları dıştan ve olay sanki “salt-biçimsel bir hareket” imiş gibi bakışını silip geçecektir. Temel iddiaları budur. Bu bir yönüyle doğrudur. Bunu Sümer sınıflı uygarlığının oluşturduğu insandaki zihniyet yapısının ve mantık ölçülerinin son dönüşüm biçimi olan bilimsel determinizm adı altında aşılması olarak değerlendirmek en doğrusu olur. Eski Hint Çin diyalektiği olarak ifade edilen Doğu düşüncesinde Sümer uygarlığının başka bir versiyondur. Yani Doğu ve Batı uygarlıkları Sümer sınıflı toplumundan çıkma ve ana gövdede ayrılmış iki koludur. Batı düşüncesinin “kendini dışa şartlaya” mantığının kökeni, Batı mitosundaki ve Kitabı Mukaddeste anlatılan Tanrı ile insanın başlangıçtan beri farklı varlıklar olduğunu, anlatılan mitoslara dayanır; insan, Tanrı’nın suretinden yaratılmıştır ve burnuna gerçekten tanrı soluğu üflemiştir. Fakat varlığı, kendi yapısı Tanrı’nın ki, değildir; evrenin ki ile de aynı değildir. Adem’in yaratılması, kutsal varlık içsel değil dışsaldır. Doğayı ve Tanrı’yı kendi varlığının dışında gören anlayış Batı uygarlık düşüncesinin temel düşünsel formasyonudur. Bu düşünsel formasyon, her ne kadar felsefe ve bilimi yaratmışsa da kaba ve yüzeyselliği aşamamıştır. Çünkü bir olayı gözlemlerken kendisini hep olayın dışında tutmuştur. Oysa Doğu mitosunda Tanrı-insan ayrışması yoktur. Tüm yaratılış haline gelen Tanrı’nın kendisidir. Dolayısıyla her şey tek kutsal varlığın ifadesidir; başka hiçbir şey yoktur. Doğu’nun bu bütünsel diyalektiği, kuantum mekaniğine daha yakın düşüyor. Çünkü kuantum mekaniğinde olay ve gözlemci ayrışması yoktur. Bir sistemi gözlemlerken, gözlemcinin de o sistem üzerinde (veya olası sonuçlar üzerinde) etkisi oluyor. Yani Batı düşüncesindeki gibi gözlemciyi olayın dışında tutamayız. Onunda işin içine katmalıyız. Her gözlemcinin de sistem üzerinde yol açtığı etkileri farklıdır. Bu “objektif olasılık” durumu kuantum mekaniğin temel bir özelliğidir. Kuantum mekaniği, Doğu’nun diyalektik düşüncesini doğruluyor mu? Bu artık ayrı bir tartışma konusudur. Aslında Sümer sınıflı toplum uygarlığı öncesi ilkel avcı ve tarımcı toplumların mitosları günümüz kuantum mekaniği ile yani doğayı algılayışı açısından çarpıcı benzerlikleri var. Kuantum teorisi ile ifade edilen atom altı temel parçacıkların hareket ve davranışları ilkel avcıların mitolojisindeki “buffalo dansını” hatırlatıyor. O zamanlar ki şamanlar bir takım ritüel hareketlerle doğadaki olay ve olguları etkilemeye çalışırlar. İlk başta şamanın bir takım ritüel hareketlerle (buffalo dansı ile) doğayı etkileyebileceğini sanması bize saçma ve imkansız görünebilir. Ancak bugün çok iyi biliyoruz ki doğa, maddeyi oluşturan temel taneciklerin davranışlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bir nevi evren temel taneciklerin “kozmik dansı”nın bir sonucu olarak oluşur. Bu açıdan bakarsak, ilk insanın doğayı iyi hissedip algıladığını görüyoruz. Buffalo dansının temelsiz olmadığını aksine ilkelde olsa doğanın ilk algılanışının ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Doğanın kuantum yapısının dışında, doğada henüz bilimin açıklık getiremediği olaylarda ani ve niteliksel gelişmeler yaşanabiliyor. Fizikçiler, açıklık getirmediği bu ani ve niteliksel gelişmeleri yaşandığı kesite “kaos aralığı” diyorlar. Materyalist determinist felsefenin ifade ettiği; “bir niteliksel gelişmenin yaşanması için niceliksel birikimin oluşmasına” gerek yoktur. Hiç beklenilmeyen bir zaman da kaos aralığında yaşanacak bir durum niteliksel gelişimlere yol açabilir. Dolayısıyla niteliksel sıçramalar büyük oranda kaos aralığından kaynaklanıyor. Kaos adeta her yerden ortaya çıkmaktadır. Sigara dumanları bir takım helezonlar şeklinde dönerek yükselir. Musluktan damlayan su önce düzenli aralıklarla düşerken sonra düzeni bozulur. Havanın davranışlarında, oto yolunda birbiri peşi sıra giden arabaların davranışlarında, kaos ortaya çıkar. İçinde bulunulan ortam ne olursa olsun, davranış biçimi yeni keşfedilmiş bulunan bu yasalara uyar. Bu anlamda kimi fizikçilere göre, kaos bir durumun bilimi değil; bir sürecin bilimi, bir varoluşun bilimi değil, bir oluşumun bilimidir. Onun için bu fizikçiler de bilimsel determinizmin geleneğinden koparak yeni bir bilimin temelinin atmaya koyuluyorlar. Bunlara göre kaos sadece bir teori olmaktan öteye aynı zamanda yöntemdir; sadece bir düşünce sistemi olmakla kalmayıp bilim yapmanın yolu haline de gelmiştir. Kaos araştırmacıları kendi bilimlerini geliştirirken laboratuar deneylerine başvurmuyorlar; onun yerine bilgisayarları kullanıyorlar. Onlara göre artık matematik deneysel bir bilim haline gelmiş ve grafik çizgileri de bunun kilit unsurunu oluşturuyor. Bu fizikçiler, doğadaki kaos durumlarına ilişkin öngörülerde bulunabilmek içinde Eucleides ( oklid ) geometrisinin dışında yeni bir geometri tasarlıyorlar. Mandelbrot’un ifadesiyle; bulutlar küre değildir; dağlar koni değildir; şimşek doğru bir hat üzerinde yol almaz. Bu yeni geometrinin yansıttığı evren yuvarlak veya dümdüz olmayan, pütürlü, pürüzlü bir evrendir. Bu geometri girintili, çıkıntılı, kırık bükük, birbirine karışmış, düğümlenmiş şekillerin geometrisidir. Bu geometri için; kesir boyut, boyutsuzluk ve Fraktal geometri gibi adlandırmalarla yeni kavramları geliştirirler. Doğadaki düzensizlik durumunu ve gelişi güzelleşmiş hareketleri çözümlemek için ise, “türbülans” kavramını geliştirirler.Türbülans eşiği laboratuar deneylerinden görülüp ölçülebilen bir olaydır. Örneğin sigara dumanı sigaranın bırakıldığı küllükten düzgünce yükselmekte, gittikçe hızlanarak kritik bir hızla aşmakta ve dağılarak şekil bozuk burgaçlar oluşturmaktadır. Küçük değişliklerin yada etkilerin doğada büyük sorunlar haline getiren kriz noktaları olarak tanımlayabileceğimiz kaos aralıkları her yerde bulunuyorlar. Bu kaosun sadece doğada değil, diğer alanlarda da görülebilecek bir ilerleme yasasıdır. Örneğin bilim tarihçisi Thomas S. Kuhn (1962); bilimin ilerlemesi için bilginin birikmesi her buluşun kendisinden önce yapılmış buluşların en sonuncusuna ilave edilmesi ve yeni teorilerin doğması içinde deneylerden çıkan yeni olguların teorileri gerekir kılması şeklindeki geleneksel anlayışı reddeder. Aksine paradigmaların yıkılışı, en hayati keşifler, çoğunlukla kendi uzmanlık alanının normal sınırları dışına çıkıp dolaşırken kaybolan kimselerin eseridir. Bu özellikle toplumsal mücadeleleri içinde geçerlidir. “Tarihte umut arayışları hep hakim sistemlerin kıyılarında, dağların ve çöllerin kuytularına sığınmış topluluklarda aranır” Doğanın kuantum yapısı ve kaos aralığı acaba toplumu çözümlemede bize ne kadar yardımcı olabilir? Toplum bilimleri doğa bilimlerine göre şimdiye kadar fazla bir gelişme sağlamamıştır. Toplumu çözümlerken daha çok o zamana kadar bulunan doğa yasalarını topluma uyarlamak olmuştur. Bu yöntem ve yaklaşım sağlıklı bir sonuç vermemiştir. Varolan klasik mekanik yasaları bile doğayı çözümlemekten ve onun iç yapısını açığa çıkarmaktan oldukça uzaktır. Doğayı çözümlemekten uzak olan bu yasların, toplumu çözümlemekte başarılı olamayacağı da ortadadır. Şimdiye kadar ortaya konulan toplum teorileri de; toplumun iç yapısını yansıtmaktan oldukça uzak, kaba, şekilci ve statik teorilerdir. Toplum bilimlerinde en çok tartışılan konu determinizm ile özgür irade arasındaki çelişkidir. Determinizm, şayet zorunlu yasarlın bir ifadesi ise, iradenin özgürlüğünü nereye yerleştirmemiz gerekir? Toplum yasaları ele alınırken deterministtik anlayış büyük oranda egemen olduğu ve buda çağdaş kaderciliğe yol açtığı biliniyor. Hem Marx’ın hem de diğer bilim adamlarının toplum kuramları toplum gerçekliğine fazla cevap olmadığı artık açığa çıkmıştır. 20.yüzyıl öncesi doğruya yakın toplum kuramlarını bulmakta hemen hemen imkansız bir şeydi. Örneğin Marx sınıflar kuramını ve sınıf mücadelesinin özünü şöyle açıklamaktadır. “Sınıfların varlığını üretimin gelişimdeki belli başlı aşamalara bağlı olduğu, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatöryasına ulaştırdığı ve bu diktatöryanın bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir topluma varan geçişten başka bir şey olmadığını” belirtmektedir. Marx’ın sosyalizmin geleceğini nesnel yasaların zorunlu bir sonucu olarak görmesi determinist anlayışından kaynaklanıyor. Oysa artık kuantum mekaniği ile birlikte doğada bile determinizm ortadan kalkmıştır; olasılık vardır. Doğadaki olayları belirsizlik ilkesinin çizdiği çerçevede bilebiliriz. Tanrı bile belirsizlik ilkesiyle kısıtlanmıştır. İnsan toplumunun geleceğini çizen, toplumun determine edilmiş nesnel yasaları değil; “… insan zihniyet gücüyle belirlenir. İnsan toplumu akıl yasalarının yaratıcı ve gelişimsel rollerinin en geniş ve hızlı olduğu olgudur. Fizik yasalarıyla, bitkisel ve diğer hayvansal canlılar dünyasının yasalarıyla niteliksel farklılıklar içerir. Önemli olan, toplumun dönüşüm yasalarının gücüne ve bilincine ulaşmak, toplumun yeniden yapılanmasını ve oluşmuş bilim gücüyle yaratmaktır.” Toplumun ilerleme yasaları da sadece emek araçlarının gelişme düzeyine bağlanamaz. Yada her şeyi üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki ilişkiyle açıklanamaz. Doğa da nasıl kaos aralıkları var ise; toplumda da buna benzer olaylar vardır. Toplumda bazen küçük hataların büyük felaketlere yol açtığı bilinir. Toplumda devrimsel olayların yaşanması için üretim ilişkilerinin üretici güçlerin önünde engel olmasını beklemeye gerek yoktur. Toplusal ilerleme yasaları da kaotik bir yapıya sahiptirler. Önceden her şeyi kestirmek zordur. Marx toplumu tanımlarken ekonomik temel üzerinde toplumu sınıflara ayrıştır. Üretim araçlarına sahip olan ve üretim araçlarından yoksun olan kesim diye toplumu iki temel sınıfa ayrıştıran kuram toplumun iç yapısını çözmekten uzaktır. Diğer yandan Marx toplum kuramı sadece sınıflı uygarlık toplumu çözümlüyor. Uygarlık dışında kalmış halk topluluklarına yer vermiyor. Çünkü Marx’da “üretim” olgusu her şeyin merkezindedir. Toplum kesimlerine ürettiği oranda değer biçiyor ve ona göre yer veriyor. Tarih boyunca köle, serf ve proletarya asıl üretici oldukları için değer biçiyor. Köle-Serf- işçi yüceltmesi de buradan kaynağını alıyor. Bu anlayış beraberinde diğer toplum katmanlarını, uygarlık dışında kalmış halk topluluklarını gözardı etmesini getiriyor. Oysa “… binlerce yıllık dağ başında, çöllerde, orman kuytularındaki etnisite de, ailenin ezilen cinsi kadında yaşanan muazzam direnmeler, köleliğin, serf ve işçiliğin direnmelerinde katbekat daha eski, derinlikli ve yücelikli olgulardır. Yeni toplum, felsefe ve uygulamalarımızı bu esaslara dayandırmalıyız.” Geliştirilecek bir toplum kuramında bu olguları da içinde barındıracak ve toplumun kaotik yapısını da açıklayacak kapsamlı bir tarih toplum çözümlemesi gerekir. Bu yeni toplum kuramı “ Demokratik- Ekolojik Toplum” olarak isimlendiriliyor. TANRI ZAR ATAR MI? "Newton Fiziği dorukta iken, 20.yüzyıl içinde onun eksiğini tamamlamak için yapılan çalışmalarda iki yeni teori ortaya çıktı: Kuantum Mekaniği ve Görelilik Kuramı. Görelilik Kuramı, bu yazının kapsamı dışındadır. Kaos’un olasılığa dayalı yanıyla yakın ilişkisi nedeniyle, Kuantum Mekaniğine bir kaç tümce ayırmakta yarar vardır: Atomun yapısını açıklamak için, atom altı parçacıkların hareketlerinin belirlenmesi gerekiyordu. Bu parçacıklara determinizm ilkesini uygulayabilmek için belli bir andaki konumlarının, hızlarının ve yönlerinin bilinmesi gerekiyordu. Ama aynı anda konumlarını ve hızlarını ölçebilme olanağı yoktu; hız bilinirse konum bilinmiyor, konum bilinirse hız bilinmiyordu. Buna çare olarak “olasılık” kuramı kullanıldı. Parçacıkların hızları ya da konumları belli olasılıklarla belirlendi. Dönemin en renkli kişilerinden Albert Einstein bu görüşe karşı durup “Tanrının zar attığına inanamam!” diyecektir. Ama, olayın çok inandırıcı yanı vardır. Yapılan tahmin bir parçacık için değil, milyonlarcası içindir. Bir para atıp tura geleceğini tahmin ederseniz, ya yüzde yüz tutturur ya da yüzde yüz yanılmış olursunuz. Ama 1.000.000 milyon para atıp 500.000 tanesinin tura geleceğini söylerseniz yanılma payınız çok azalır. Olasılığın kullanılışı, determinizmden bir sapıştır. Ancak, Kuantum Fiziği’nin görkemli doğuşu bile determinizmin önemini yok edemedi. Ama “Ölçümlemede belirsizlik” (Uncertainty of Measurements) olgusunu gündemin başına yerleştirdi." ( Alıntı- Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi )
  15. En yüce gerçek dipsiz bir kuyudur, öyle lafla tartışmayla, kutsal yazıları okumakla da oraya ulaşamazsınız. Bir kez kendi öz benliğinizi, öz yapınızı tanıdınız mı okumanız, yazmanız olmasa, hiç bir şey bilmeseniz de gerçeği buldunuz demektir. Başka birinin düşüncelerini izlemeyin, içinizdeki sesi dinlemeyi öğrenin. Kitaplar ve sözcükler arasındaki arayışınız sizi idrak dünyasının derinlerine götürebilir, fakat bu kendi gerçek özünüzün yansımasını bulma yolu değildir. Her şey geçicidir, üzüntünüz kadar mutluluğunuz da ve ikici düşünceler size ıstıraptan başka bir şey vermez. Kavrayış üzerine çok konuşanlar genellikle onun kapılarının dışında dolaşıyorlardır. Filozoflar mantık yolunun sonuna kadar giderek gerçekliği var sayabilirler, fakat hiçbiri buna ulaşmayı başaramaz. Mantığı izlemek ve bir şeyin olması gerektiğine inanmak bir şeydir, fakat bunu deneyimlemek başka bir şeydir. Bir insan içinde acı çektiği kendi cehennemini kendisi yaratır ve onu kendisinden başka kimse kurtaramaz. ( D.T. Suzuki )
  16. En yüce gerçek dipsiz bir kuyudur, öyle lafla tartışmayla, kutsal yazıları okumakla da oraya ulaşamazsınız. Bir kez kendi öz benliğinizi, öz yapınızı tanıdınız mı okumanız, yazmanız olmasa, hiç bir şey bilmeseniz de gerçeği buldunuz demektir. Başka birinin düşüncelerini izlemeyin, içinizdeki sesi dinlemeyi öğrenin. Kitaplar ve sözcükler arasındaki arayışınız sizi idrak dünyasının derinlerine götürebilir, fakat bu kendi gerçek özünüzün yansımasını bulma yolu değildir. Her şey geçicidir, üzüntünüz kadar mutluluğunuz da ve ikici düşünceler size ıstıraptan başka bir şey vermez. Kavrayış üzerine çok konuşanlar genellikle onun kapılarının dışında dolaşıyorlardır. Filozoflar mantık yolunun sonuna kadar giderek gerçekliği var sayabilirler, fakat hiçbiri buna ulaşmayı başaramaz. Mantığı izlemek ve bir şeyin olması gerektiğine inanmak bir şeydir, fakat bunu deneyimlemek başka bir şeydir. Bir insan içinde acı çektiği kendi cehennemini kendisi yaratır ve onu kendisinden başka kimse kurtaramaz.( D.T.Suzuki )
  17. Yazının devamı: "Kapitalizmin başlangıcı bu değişimin ön koşuludur.Birey artık yalnız ve kendi çabasına bağımlıdır.Orta çağdaki feodal ekonomik sistem işbirliği ilkesine dayanırken,kapitalist sistemde bireysel girişimcilik,sermaye birikimi önem kazanır,birey bu ekonomik düzene hizmet edecek bir araca dönüşür.İnsanın kaderi; sermayeyi daha çok arttırmaktır.Bunun getireceği sonuçlar;kişisel değerlerin kaybı,benliğin zedelenmesidir.Birey toplumda,iş yaşamında artan beklentileri karşılamakta güçlük çeker,bireysel özün kaybı giderek artan mekanik davranımla,robotlaşmayla sonuçlanır. Fromm kapitalizmin diğer bir yüzüne de vurgu yapar.Bu;insanın bireyleşme süreci içinde çevreyle olan bağlarını koparması,eleştirel bir yön kazanmasıdır.Ne var ki;birey yalıtılmışlık duygusunu yaşamaktan kurtulamaz. Fromm’a göre yeni dinsel öğretiler(Reform süreci içinde Luther ve Calvin’in öğretileri) Orta Çağ toplumsal sisteminin çöküşü ve kapitalizmin başlangıcı tarafından yaratılan ruhsal ihtiyaçlara bir yanıt niteliğindedir. Fromm bireyleşme sürecinin sonuçlanmasından önce var olan ve insana güvenlik veren bağları asal bağlar olarak adlandırır.Birey bu bağlardan kurtulduğunda kendini birtakım yükümlülüklerle karşı karşıya bulur:Güvenlik bulmak ve kendini dünyada yönlendirmek.Asal bağların koparılması,bebeğin dünyaya geldiği anda göbek kordonunun kesilmesine benzetilir. Çocuk büyüdükçe asal bağlar koparıldığı ölçüde özgürlük,bağımsızlık gelişir.Bu sürecin 2 yönü vardır: Çocuğun;zihinsel,çoskusal ve fiziksel olarak güç kazanması ve bu alanların bütünleşerek “öz”ü oluşturması Artan yalnızlık duygusu (Kişi birey durumuna geldikçe tehlikeli olan dış dünyanın koşullarını tek başına yüklenmek durumunda kalır-çağdaş sanayi sistemleri ve ekonomik koşullar bireyde güçsüzlük duygularına yol açar) Birey artık anne karnının güvenilir,korunaklı ortamına geri dönemez(yani bireyleşme süreci geri çevrilemez)O halde dış dünyada güvenlik duyguları arayışına girer.Bu arayış 2 türlü sonuçlanabilir: Bireyselliğin terk edilmesi ve boyun eğme.Bütün nevrotik olgularda görülen bir çözümdür,kaygıyı dindirir,panikten kaçınarak yaşamı olası kılar. Kendiliğinden etkinlik.Bireysel özden vazgeçmeksizin doğayla ve kendisiyle tekrar birlik olma Yalıtılmış bireyin güvensizliğinden kaynaklanan kaçış mekanizmaları: 1.Otoritecilik: Kişinin kendi bireyselliğinden ve bağımsızlığından vazgeçerek özünü başka bir insanla kaynaştırma eğilimidir.Fromm bireyin asal bağlar yerine koyabileceği ikinci bir bağ(tali bağ) aradığını söyler.Bu mekanizmanın belirgin biçimleri mazoşizm ve sadizm çabalarında görülür. Mazoşist sapmalar gösteren birey duyduğu aşağılık,güçsüzlük duygularından ötürü kendi dışındaki güçlere,insanlara,teorilere belirgin bir bağımlılık gösterir.Birey kendisini dünyaya karşı yalnız hisseder ve bu olumsuz özgürlüğün yükünden kurtulmak için çeşitli güvenli yollar arar. Sadist kişi ise aradığı güvenlik duygusunu bir başkasının üzerinde erk sahibi olmakta bulur.Fromm erk tutkusunun güçlülükte değil zayıflıktan doğduğunu söyler çünkü birey kendi başına ayakta durma yetisinden yoksundur.Sadizmin özü;başkalarına acı çektirme değil,başka bir insan üzerindeki egemenlikten alınan hazdır Sadizm ve mazoşizmde bireysel öz yitirilir ve başkasıyla sembiyotik bir ilişki geliştirilir.Bu duygular bireyin yalnızlıktan kaçması için bir araçtır. Otoriter kişilik özünü,sadizm ve mazoşizm itkilerinin bütünlüğünden alır. 2.Yıkıcılık:Birey;hayati çıkarlarına yönelik bir tehdit ve bireysel özünün engellenmesi durumlarında bireysel güçsüzlüğünden dolayı kaygı duyar.Yıkıcılığın ölçüsü yaşamın taşkınlık ve gelişme yetilerinin kısılmasıyla doğru orantılıdır.Yıkıcılık;yaşanmamış bir yaşamın sonucudur. 3.Robotsu uydumculuk:Bireyin kendi özünü terk ederek,kültürel yapının kendisine sunduğu kişilik tipine uymasıdır.Birey gerçek özünün niteliklerini yitirir,başkalarının beklentilerine uygun davranan sahte bir öz geliştirir.Amaç yine aynıdır,bilinç düzeyindeki güçsüzlük ve yalnızlık duygularından kurtulmak. Fromm bireydeki bu robotsu uydumculuğu kültürün beslediğini söyler.Bu;ilk eğitimle başlar.Eğitimle amaçlanan,kendiliğindenliğin devre dışı bırakılması ve bireyin özgün edimlerinin yerine sahte duygu ve düşüncelerin konmasıdır.Böylece toplumda coşkular yıldırılır çünkü coşkusallıkla dengesiz olmak aynı anlama gelir.Bu olay yaratıcılığı da engeller,birey sığlaşır ve kendi özünü yitirdiği için uydumculuk ihtiyacı artar ve güvenlik aramaya başlar. Fromm her nevrozun çekirdeğinde özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi olduğunu söyler.Bireyin nevrotik eğilimleri bağımlılıkla özgürlük arayışı arasındaki çatışmayı çözmeye yönelik başarısız bir girişim olarak anlaşılmalıdır. Fromm bireyin olumsuz özgürlükten kaçarak güvenlik arayışı içinde olmasının oluşturduğu tehlikeyi şu şekilde açıklar:Kişi yaşamına anlam vereceğini düşündüğü siyasal bir yapı,öğreti veya bir lideri kabul etmeye hazır olur.Robotlaşan insanın çaresizliği faşizmin siyasal amaçları için verimli bir topraktır.Otoriter rejimlerin insanlara çekici gelmesinin nedeni insanın tarih boyunca giderek artan özgürlüğünün sonucunda ortaya çıkan yalnızlaşma duygusundan kaçıştır,bir anlamda olumsuz özgürlükten kaçıştır(bir şeyden kurtularak özgür olmak) Birey olumsuz özgürlükten,yalnızlığın getirdiği kaygılardan ve bunların sonucu olan boyun eğmeden nasıl kurtulur? Fromm’un buna verdiği yanıt kendiliğinden etkinliktir.Özgürlük doğası gereği bir çelişkiye sahiptir:Bireyselliğin doğuşu ve yalnızlığın verdiği acı. Olumsuz özgürlük;bireyin doğayla olan ilişkisini güvensiz,uzak kılarken,birşeye ulaşarak özgür olma anlamına gelen olumlu özgürlük ise bireysel özün gerçekleşmesini sağlayarak insanı dünyayla yeniden birleştirir.Bu gerçek anlamını sevgi,çalışma(üretkenlik) ve toplumsal sürece aktif katılımda bulur.Birey bu yollarla yaşamına anlam katarak,yaşamın anlamına ilişkin gerçeği keşfeder:Yaşama ediminin kendisi Fromm yaratıcı,üretken olmayan bireylerde ortaya çıkabilecek 4 yönelim biçimini tanımlamıştır: Alıcı yöneliş:Bu yönelime sahip kişiler dışarıya bağımlıdır,kendi başlarına çaba göstermektense ihtiyaçlarını başkaları yoluyla karşılarlar,bu yüzden yalnız kalmak dayanılmazdır çünkü bu durumda kaygılanır,panik yaşarlar.Her koşulda herkese evet dediklerinden bağımlılıkları gitgide artar.Freud’un oral karakteriyle paralellik gösterir.Sıkıntılarını yemek gibi faaliyetlerle giderme çabaları vardır.Egemen olan duygular güven ve iyimserliktir. Sömürücü yöneliş:Sürekli bir şekilde başkalarının sahip oldukları bir düşünceye,maddi objeye veya tanıdıkları insanlara göz koyma veya zorla alma,çalma eğilimi gösterirler.Bir şeyler elde edebilecekleri herkesi ve her şeyi kullanır,sömürürler.Davranışlarında düşmanlık ve başkalarını kullanma eğilimi gözlenir.Herkese sömürülecek bir obje gözüyle bakar,sömürü objesi durumundaki kişiyi sever,ondan faydalanırlar.Şüphe,alaycılık,kıskançlık duyguları egemendir. Biriktirici yöneliş iğer iki eğilimden farklı olarak bu insanlarda dış dünyaya yönelmek yerine,dış dünyadan kaçış gözlenir.Duygusallık veya maddiyat anlamında olsun her şeyi biriktirme özellikleri vardır,bu bağlamda kendilerini güven içinde hisseder,harcamayı ve dış dünyaya bir şeyler vermeyi tehdit olarak algılarlar.Geçmişe ve anılarına bağlıdır.Düşünsel anlamda biriktirdiklerini ortaya koymadığından üretken,yaratıcı olamaz.Titizlik ve düzenliliğin kendisi için anlamı dış dünyayla ilgili her şeyi yerinde tutarak egemen olmaktır.Kuşkucudur. Pazarlama yönelişi:Çağdaş toplum ve birey anlayışının ve değişen ekonomik yapıların bir sonucudur.Bireyin insancıl nitelikleri önemini kaybeder,önemli olan bireyin ne kadar sattığı,aldığı,piyasadaki yeridir.Dolayısıyla bireyin ilişkilerindeki derinlik yiter.Sevgi,birlik duygularının yerini doyumsuzluk,anlamsızlık,güvensizlik duyguları alır. Yaratıcı yöneliş:Birey yaratıcılık süreci içinde bireysel özü ve sahip olduğu güçlerini bütünleştirir,bu esnada onu denetleyen kimse olamaz,üretici yönünü ortaya çıkarması için özgür olmalıdır. Fromm’a göre mizaç tepki biçimi ile ilgilidir,doğuştandır ve değişmez.Karakter ise özellikle ilk çocukluk yıllarındaki yaşantılar sonucu oluşmuştur.Temel yapısında insanın çevresiyle ilişkili özel yaşantıları vardır.İnsan çevresiyle ilişki kurarken ya nesneleri kendine mal eder ya da sosyalleşme süreci yaşar.Sosyalleşme sembiyotik ilişkilere,yıkıcılığa,içe çekilmeye,sevgi ilişkilerine dönüşebilir.İnsanın karakterinin çekirdeğini de dış dünyaya yönelik kurduğu bu ilişkiler oluşturur. Çocuğun karakterinin şekillendiricisi ise anne-babadır,ailede çocuğun yetiştirilme yöntemleri bulundukları kültürün sosyal yapısı tarafından belirlenir.Çocuğun sahip olacağı bu karakter gelecekteki yükümlülüklerini isteklilik şekline dönüşmesini sağlar.Bu,toplumdaki diğer insanlar içinde geçerlidir.Böylece o toplumun üyelerinin ortak paylaşımları,sahip oldukları değerler bu topluma ait insanlar için bir temel oluşturur.Bu da sosyal karakteri şekillendirir.Fromm buna ek olarak bireysel karakterden söz eder.Bireysel karakter;bireyin doğuştan getirdiği mizaç olarak adlandırılan özellikler,yaşadığı çevre,anne-baba tutumları tarafından belirlenir." Kaynak: genbilim
  18. Selam arkadaşlar, Konu başlığıyla doğrudan alakalı bir yazı okudum, biraz uzun ama sabredilip okunursa bir çok soruya yanıt olur kanaatindeyim: "Erich Fromm (1900-1980) Fromm’un kuramı temellerini Freud’un görüşlerinden alır.Buna karşın Fromm;Horney,Sullivan gibi bilim adamlarıyla birlikte sosyolojik ekole dahildir.Bu ekolde Freud’un aksine toplumun insan kişiliğini şekillendirdiğine inanılır. Freud;insanı içgüdülerinin şekillendirdiği biyolojik bir varlık olarak görür.Bireyin toplumla olan ilişkisi; varolan içgüdülerini tatmin için topluma yönelme ve toplumdan bunları bastırması için gördüğü baskı nedeniyle onla yaşadığı çatışma şeklindedir. Bir yandan da uygarlaşmanın bedeli bu içgüdülerin yeterli derecede bastırılması,diğer adıyla nevrozlardır. Freud’un insan doğasına bakışı karamsardır,insan doğası değişemez,hep kötü kalmaya mahkumdur.Uygarlık,kültür gibi etmenler bu gerçeği bozamaz. Fromm ise insanın kültürel,toplumsal bir varlık olduğunu savunur,temel fizyolojik ihtiyaçları olduğunu kabul eder ama bunların doyumu yine toplum tarafından belirlenir. Fromm insan davranışına yön veren en önemli etkenin sevgi olduğunu savunur,dolayısıyla insan doğası hakkında Freud gibi olumsuz düşünmez,hümanisttir.Fromm’un önem verdiği nokta insanın toplumla kurduğu ilişkidir çünkü birey ve toplumun karşılıklı ilişkisi bir takım değişikliklere yön verir.Bu açıdan bakıldığında ikisi arasında dinamik bir ilişkiden söz edilir(Freud’da statikti)çağdaş insanın yaşadığı sorunlar,çatışmalar tarihsel şartlar ve bunların oluşturduğu toplumsal düzenden kaynaklanır.Ama çağdaş insan bu problemleri çözebilir,bunu yapma yetisi onda mevcuttur. Fromm aşağıdaki önermelerin geçerliliğini kabul eder: İnsanın doğuştan gelen temel bir tabiatı vardır Toplum insan tabiatının ihtiyaçlarını tatmin için yaratılmıştır. Şimdiye kadar yaratılmış olan sosyal düzenler insan varlığının ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde düzenlenememiştir.Ama Fromm böyle bir toplum yaratma imkanın varlığından söz eder.Bu toplumsal yapı içinde insan varlığının bütün güçlerini gerçekleştirerek yalnızlık ve umutsuzluk duygularından kurtulabilecektir. Fromm’a göre insan doğası; ne biyolojik olarak belirlenen ve doğuştan gelen itkilerin bir toplamı ne de kültürel yapının bir yansımasıdır.İnsan doğası,insanın tarih süreci içinde geçirdiği evrimin bir ürünüdür.Bununla beraber fizyolojik itkilerini doyurmak ve yalıtılmışlıktan,yalnızlıktan kaçma zorunluluğu gibi değişmez gerçeklere sahiptir. Fromm asal güdüler olarak nitelendirdiği açlık,susuzluk gibi fizyolojik ihtiyaçların öz korumaya yönelik olduklarını dolayısıyla her an doyum aradıklarını belirtir. Doğuştan varolan birincil ve temel güdü yaşamı sürdürme eğilimidir.Birey yaşamını sürdürmek için çalışmak ve üretmek zorundadır.Bireyin çalıştığı,içinde bulunduğu ekonomik sistem onun için farklı yaşam tarzları belirler(köle veya patron olma durumu vb.)Böylece bir insanın kişiliği toplumun ona sunduğu imkanlar çerçevesinde şekillenir.Sahip olduğumuz bir diğer gerçek de yalnızlıktan kaçmaktır,bu amaçla dünyayla ilgilenme ihtiyacı duyarız.Fromm aksi takdirde bunun ruhsal parçalanmayla sonuçlanabileceğini ifade eder. Yalnızlık ve hiçlik duyguları insanın normal sorunudur.İnsan evren içindeki konumuyla yüzleştiğinde varoluşunun önemsizliğini kavrar.Bireyin bu durumda yapması gereken gerçekle yüzleşerek kendisinde bulunan güçleri doğru kullanıp yaşamına anlam vermektir. Bireyde yalıtım korkusunun bu kadar güçlü olmasının 2 sebebi vardır: İnsanların başkalarıyla işbirliği kurmaksızın yaşayamayacağı İnsanın bir yere ait olmadığı,yaşamının bir anlam,yönelime sahip olmadığı sürece bireysel önemsizliğinin altında ezilmesi. Fromm bireyin bu duygulardan kaçabilmek için,ne kadar saçma olursa olsun bir inanç,gelenek hatta milliyetçiliğe sığınabileceğini ifade eder. Fromm’a göre insanın toplumsal tarihi ;onun doğayla birlik durumundan çıkıp,kendini doğa ve insanlardan ayrı bir bütünlük olarak görmesiyle başlar.Bu bireyleşme süreci Rönesans’la başlar.Rönesans öncesi Orta Çağ döneminde bireysel özgürlük yoktur.İnsan kendini toplumla bir,toplumun bir parçası olarak algılar.Bu dönemin sonlarına doğru bu birlik,bütünlük duygusu zayıflamaya başlar,Artık ait olma duygusunun yerini özgürlük,bağımsızlık alır.Birey orta çağın boyunduruğundan kurtulur ama başlayan bu değişim onu yeni boyun eğmelere sürükler,elde edilen özgürlük aynı zamanda yalnızlığı,yalıtılmışlığı beraberinde getirir."
  19. MR: MİRAS : ( Ölen kisiye ait mal varligidir. muris, olmeden once vasiyetname veya miras sozlesmesi duzenleyerek kimlere hangi oranda miras birakacagina karar verebilir. bu durumda kanunda sayilan kisilerin mahfuz hissesi korunur, kalan miktar vasiyetname geregi paylastirilir, kanuni mirascilar kendilerine dusen orandaki mahfuz hisse kadar mirastan pay alir. murisin, kendi iradesiyle mirasci tayin etmemesi durumunda kanuni mirascilar, mirasi kanunda gosterilen oranlarda paylasir. ) V: VASİYET( Emretmek, bir işi birisine ısmarlamak, bir malı ölümden sonra bağışlama anlamında bir fıkıh terimi ) Br:BORÇ M: MAL P:PARA GERİYE BIRAKTIĞI : Borçtan ve vasiyetten sonraki Mal-Mülkün parasal değeri ve kalan Para toplamı, yani; GB= M+P…………….......................................……………………………….…........……..(1) MR=V+Br+M+P= V+GB………………………………………………………………………..........…..(2) EÇ: Ölen erkeğin erkek çocuğunun alacağı pay KÇ: Ölen erkeğin kız( kadın ) çocuğunun alacağı pay KÇS: Ölen erkeğin kız çocuk sayısı EÇS: Ölen erkeğin erkek çocuğunun sayısı ZEÇS: Ölen kadının erkek çocuk sayısı ZKÇS: Ölen kadının kız çocuk sayısı A: Ölen Erkeğin annesinin alacağı pay B: Ölen Erkeğin babasının alacağı pay EKRS: Ölen erkeğin erkek kardeş sayısı KKRS: Ölen erkeğin kadın kardeş sayısı EES: Erkek eş sayısı ( aslında 1 ama kuracağımız denklemler gereği böyle ) KES: Kadın eş sayısı EE: Erkek eşin alacağı pay KE: Kadın eşin alacağı pay AS: Ölen Erkeğin anne sayısı ( aslında 1 ama kuracağımız denklemler gereği böyle ) BS: Ölen Erkeğin baba sayısı ( aslında 1 ama kuracağımız denklemler gereği böyle ) ZAS: Zevcenin anne sayısı ( aslında 1 ama kuracağımız denklemler gereği böyle ) ZBS: Zevcenin baba sayısı ( aslında 1 ama kuracağımız denklemler gereği böyle ) EKR: Ölen erkeğin erkek kardeş sayısı KKR: Ölen erkeğin kadın kardeş sayısı Şimdi, ayetlerde geçen cümleleri sırayla inceleyelim, “Erkek için, iki dişinin payı kadar.” Yani; EÇ=2KÇ…………………………………………………………………………………………………………………….…………(3) “İkiden fazla kadın iseler ölenin bıraktığının üçte ikisi onlarındır.” Yani; KÇS > 2 => KÇ=(MR*2/3)/KÇS.……………………………………………………..……………………………….(4) KÇS = 2 => KÇ=EÇ/2…………………………………………………………………………………………….………….(5) “Eğer çocuk sadece bir kadınsa, mirasın yarısı onundur.” Yani; KÇS = 1 ve EÇ=0=> KÇS=MR/2…………………….……………………………………….……...………………(6) “Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığından ana-babanın her biri için altıda bir hisse olacaktır.” Yani; EÇS+KÇS >0 => A=MR/6, B=MR /6.......................................................................(7) “Ölenin çocuğu yoksa ve kendisine ana-babası mirasçı olmuşsa bu durumda anasına üçte bir düşer.” Yani; EÇS+KÇS = 0 => A=MR/3, B=MR/3.…………………………………………………..…….…..………………..(8) “Eğer kardeşleri varsa, anasının payı, yapacağı vasiyetten ve borcundan arta kalanın altıda biridir.” Yani; EKRS+KKRS >0 => A=(GB)/6=(M+P)/6, B=(GB)/6=(M+P)/6…….…………………...…………….(9) “Babalarınız var, oğullarınız var. Siz bunlardan hangisinin yarar bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Allah'tan gelen bir buyruğu önemseyin. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir, tüm hikmetlerin sahibidir.” “Zevcelerinizin geriye bıraktığının yarısı sizindir, eğer onların çocuğu yoksa.” Yani; ZEÇS+ZKÇS =0 => EE=MR/2………………………………………………………………………....…………………(10) “Eğer onların çocuğu varsa, vasiyet ettikleri ve borçları ödendikten sonra geriye bıraktıklarının dörtte biri sizindir.” Yani; ZEÇS+ZKÇS >0 => EE=GB/4…………………………………………………………………………...……………...(11) “Eğer sizin çocuğunuz yoksa bıraktığınızın dörtte biri zevcelerinizindir.” Yani; EÇS+KÇS =0 => KE=MR/4……………………………………………………………………………....……..…….….(12) “Eğer sizin çocuğunuz varsa bu durumda, yaptığınız vasiyet ve borcunuz ödendikten sonra geriye kalanın sekizde biri zevcelerinizindir.” Yani; EÇS+KÇS >0 => KE=GB/8=(M+P)/8……..……………………………………………………….................(13) “Eğer miras bırakan erkek veya kadının ana-babası ve çocuğu yok da erkek kardeşi veya kız kardeşi varsa, bu kardeşlerden herbirine altıda bir düşer.” Yani; AS+BS+EÇS+KÇS=0 ve EKRS+KKRS =1 => EKR=GB/6=(M+P)/6, KKR=GB/6=(M+P)/6………………......……………….(14) Veya ZAS+ZBS+ZEÇS+ZKÇS=0 ve ZEKRS+ZKKRS =1 => ZEKR=GB/6=(M+P)/6, ZKKR= GB/6=(M+P)/6……....………………….(15) “Kardeşler bundan fazla ise bu takdirde onlar, yapılmış bulunan vasiyet ve borç ödendikten sonra üçte bire ortaktırlar.” Yani; EKRS+KKRS >1 => EKR=GB/3=(M+P)/3, KKR=GB/3 (M+P)/3……….……………….....………….(16) ZEKRS+ZKKRS >1 => ZEKR=GB/3=(M+P)/3, ZKKR=GB/3= (M+P)/3……..….....…………….(17) ÖRNEK SORU: Adam ölmüş,.ana ve babası, 3 kız çocuğu ve bir de karısı var. Ölen erkek için, 17000 YTL para ve bir otomobil var ortada, otomobil 3000 YTL değerinde, yani toplam 20000 YTL’lik bir miras. Vasiyete bakılıyor, V=2000 YTL ile köyüne çeşme yapılmasını istiyor. Br=8000 YTL sağa sola borcu kalmış. M=3000 YTLlik araba var. P=7000 YTL para var. (2)=>MR=V+Br+M+P=20000 YTL (1)=>GB=M+P=3000+7000=10000 YTL AS=1, BS=1 KKRS=0, EKRS=0 EÇS=0, KÇS=3, EES=0, KES=1 Bu durumda, A=?, B=?, KÇ=?, KE=? ÇÖZÜM: (7) nolu denklemden, A=MR/6= 20000/6=3333,34 YTL B= MR/6= 20000/6=3333,34 YTL (4) nolu denklemden; KÇ=(MR*2/3)/KÇS=((20000)*2/3)/3=(20000*2/3)*3=4000/9=4444,4…YTL (4devirli)= 4444,45 YTL(yaklaşık) (13) nolu denklemden; KE=(M+P)/8=(3000+7000)/8=10000/8=1250 YTL Şimdi hepsini toplayalım:(2) nolu denklemden; MR=V+Br+A+B+3*KÇ+KE =2000+8000+2*3333,34 +3*4444,45+1250 =30000 YTL olmalı, Oysa, Miras (2) nolu denklemden: MR=V+Br+M+P=20000 YTL idi. Şimdi, 30000=20000 doğru mu? Elbette yanlış! Oysa, Geriye Bıraktığı: (1) nolu denklemden; GB=M+P=10000 YTL idi, burada geriye bırakılan; GB=MR-V-Br=30000–(2000+8000)= 20000 20000=10000 doğru mu? Elbette yanlış! Olmadı, Sayın Patates Soğancı, Yaşar Nuri de sizi kurtaramadı, yani öyle değil. Başka bir açıdan incelersek, eğer kızlar, mirasın 2/3’ünü alıyorlarsa, geri kalan 1/3 ise hem ana-babaya, hem de eşe verilecek hem devasiyet ve borcu karşılayacak. Yani, KÇ=(MR*2/3)/KÇS 3*KÇ=3*(MR*2/3)/3=MR*2/3 olduğuna göre, (1/3)*MR=2*GB/6+GB/8+V+B yazılabilir. (1/3)*MR=(11/24)*GB+(MR-GB) (1/3)*MR-MR=(11/24)*GB-GB KO=MR/GB=(13/24)/(2/3)=0,81 KO: Kuran Oranı-Altın Oran(!) Yani, eğer ölen adamın mirasının, vasiyeti ve borcu hariç mal ve para toplam değerine oranı 0,81 olmalıdır ki herkes Kur’andaki oranlara göre pay alabilsin, kimse açıkta kalmasın. Bu durumda garip bir şey oluyor yani vasiyeti ve borcu hariç mal ve para toplam değeri, mirastan fazla olması lazım. Bu da mantık dışı bir durum. Buradan anlaşılıyor ki, demek ki, GB dediğimiz geride bıraktıkları, MR dediğimiz mirasla aynı. Dolayısıyla, vasiyet ve borç dışında geriye bıraktıklarının mirasa eşit olduğu yorumu doğrudur ve Kur’anda verilen oranlar özel bir durum dışında hep yanlış olur. Peki ne zaman doğru olur ? O özel durum nedir ? MR=GB ve MR=y=(8/9)x dersek 2*(8/9)x /6+ (8/9) x /8+(8/9)x *(2/3)=y 9/8*((8/9)x)=y x=y olur. Bu da şu anlama gelir: Bırakılan miras değeri, 8/9 ( yaklaşık 0,89 )’un katları ( yani, 1,7, 2,4, 3,2,….n*(0,89) ) olmak zorunda. Ancak ve ancak, eğer 8/9’un katı bir sayı ise Kuran oranlarına göre miras paylaşımında sorun çıkmaz. İşte bu durumlara da zaten adil paylaşım deniyor. Belki Sayın Şanslı Kurabiyenin dedikleri olayı kurtarabilir. Nisa / 13-14 İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve onun resulüne itaat ederse Allah onu, altından nehirler akan cennetlere, orada sürekli kalıcılar halinde, sokar. İşte bu, en büyük başarıdır. Kim de Allah'a ve onun resulüne isyan eder, Allah'ın sınırlarını da aşarsa, Allah onu, içinde sürekli kalıcı olarak ateşe sokar. Artık onun için yere batırıcı bir azap vardır.
  20. Ey iman edenler! Size açıklandığı takdirde sizi üzecek olan şeylere dair soru sormayın.(Diyanet) Ey iman sahipleri! Size açıklandığında canınızı sıkacak şeylerle ilgili soru sormayın.(Y.N.Öztürk) Kime sormayın ? Peygambere mi ? Başkasına mı ? Allaha mı ? Eğer Kur'an indirilirken bunlara dair soru sorarsanız size açıklanır. (Diyanet) Kur'an indirilmekte iken onları sorarsanız size açıklanır.(Y.N.Öztürk) Kim tarafından açıklanacak ? Peygamber mi ? Kuran mı ? Allah mı ? (Halbuki) Allah onları bağışlamıştır. (Diyanet) Kimleri ? Soru soranları mı bağışlamıştır ? Allah onlardan vazgeçmiştir.(Y.N.Öztürk) Kimlerden, nelerden vazgeçmiştir. Sizden önceki bir millet o tür şeyleri sordu da sonra o yüzden kafir oldu. (Diyanet) Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu; sonra tutup hepsini inkâr ettiler.(Y.N.Öztürk) Ne tür şeyleri, kime sormuşlar ? Neyi inkar etmişler ? Hepsi Ne? Sordukları soru mu ? Kuran mı ? Yani, Patates Soğancı, bu kadar kıvırma ancak Arap dansözlerde olur. Önce, 'inkar edenler soru sorduklarını inkar etmişler' diyin.Sonra ağız değiştirip, 'Kuran'dan başka yerlerde cevaplamaya çalıştıkları için doğruya ulaşamamışlar ve pişman olmuşlar.Yoksa benim anlatmak istediğimden farklı, yanlış sonuçlar alırsınız diyor.' diyin. En sonunda da bilgiç bir tavırla akıl verin. Üstelik, sizin anlattıklarınız Yaşar Nuri yorumu dahi değil sadece sizin yorumunuz, öyle değil yani. Benim bu ayetlerden anladığım da şu: İman edenlere deniyor ki, sakın ha Kuran tamamen indirildikten sonra ondaki bazı konular hakkında kafanızda sorular üretmeyin Peygambere de sormayın ama indirilirken sorabilirsiniz çünkü o sorulara göre çelişkiler fark edilip yeni ayetler yazılabilir. Kuran tamamlandıktan sonra sorarsanız ayet yazılamayacağından soru yanıtsız kalır ve bu sizi inkara götürür, çünkü daha önce soran, eleştiren toplumlarda de böyle olmuştur. Onun için, Kuran tamamlandıktan sonra zinhar, ne peygambere, ne başkasına ne de kendi kendinize bu tür eleştirel sorular sormayın, kaldı ki; peygamber açıklasa bile bu sizi üzecek külfetler, ek yaptırımlar getirir. Bu seferlik sizi affettim ama bir daha sorarsanız ahirette cezası büyük olur diyor, tehdit ediyor.
  21. Yöntem konusunda bilmediğimiz başka bir öneriniz var mı ? Merak ettim. Bu sizin iddianız. Şeriat Sınır Tanımaz başlığı altında bu iddiayı her yönüyle incelemiş ve böyle bir kesinlik olmadığını ortaya koymuştum. Öyle kanıtlanmış bir şey yok ortada. Bu da sizin yorumunuz. Saygı duyarım. Tartışanlar kimmiş bilimsel çevrelerde, lütfen bana kanıt gösterebilirmisiniz. Keza bu da size ait bir yorum. Hangi bilim adamının, fizikçinin böyle bir açıklaması var, bana gösterebilirmisiniz *
  22. Psikanaliz ve Din (Eric Fromm) “Freud, psikanaliz ve din sorununu, parlak yapıtlarından biri olan ‘Die Zukunft Einer Illusion’ da inceler. Mitosların ve dinsel ideallerin insan üzerinde derin etkileri olduğunu ilk farkedenlerden biri olan Jung ise, aynı konuyu Yale Universitesi’nde verdiği Terry Vakfı Konferanslarında işlemiştir. 1937yılında verilen bu konferanslar ‘Die Psychologie und Religion’ adı ile 1940 yılında kitap olarak yayınlanmıştır. ( www.genbilim.com ) Şimdi ben, bu iki psikanalizcinin tavırları konusunda kısa bir özet yapmak istiyorum. Önce bu davranışımın üç nedenini açıklıyayım : 1- Sorunun tartışılmasının günümüzde hangi aşamada olduğunu ve benim çözümlerimin çıkış noktasını göstermek, 2- Freud ve Jung’un bazı temel yaklaşımlarının açıklamalarını yapmak ve önümüzdeki bölümün ana hatlarını ortaya koyabilmek, 3- Çok yaygınlık kazanmış olan bir yanlış inancı, Freud’un dine karşı, Jung’un ise din yanlısı olduğu inancını düzeltmek. Böylelikle, bu denli geniş kapsamlı konulardaki aşırı basitleştirmelerin yanlışlığını ve psikanaliz ile dinin çift anlamlıklarını incelemek imkanını da bulabiliriz. Freud’un ‘Die Zukunft einer Illusion’ da din konusunda ortaya koyduğu tavır nedir ? Freud’a göre din, insanın kendi dışındaki doğa güçlerine ve kendi içindeki güçlere ( içgüdülere ) karşı çaresizliğinden kaynaklanmıştır. Ve insanlığın gelişme sürecinin ilk dönemlerinin bir ürünüdür. Bu dönemlerde akıllarını iç ve dış güçlere karşı kendilerini koruyacak bir biçimde kullanmayı beceremeyen insanlar, bunları bazı karşı güçlerle dengelemeye çalışmışlardır. Yani akıl aracılığı ile kavranamayan güçlere egemen olmayı sağlayacak ya da onları bastırmaya yarayacak bir takım duygusal yöntemler ve mekanizmalar geliştirmişleridir. Freud bunun kaynağının çocukluk dönemi izlenimleri olduğunu öne sürer. Tehlikeli, kontrol edilemeyen ve anlaşılması mümkün olmayan güçler karşısında insan, anılarında bir geriye kaçış yapar ve çocukluktaki, babasınca korunma duygusuna sığınır. Baba çocuğun gözünde bilgeliğin düşüncenin ve gücün simgesidir. Sevgisini ve korumasını sağlayabilmek için de, emir ve yasaklarına itaat gereklidir. Bu biçimiyle din Freud’a göre bir çocukluk deneyinin yinelenmesidir. İnsan kendini tehdir eden tehlikelere çocukluğunda yaptığı gibi aynı yöntemle karşı koyar. Kendi güvensizliğini yenebilmek için, kendini şaşırtan ve korkutan ama aynı zamanda da koruyan babasına teslim olur. Freud dini, çocuklardaki takip edilme fobisine benzeyen nevrozlarla karşılaştırmaktadır. Ona göre din, çocukluk nevrozlarına benzer nedenlerden doğan kollektif bir nevrozdur. Freud’un dinin psikolojik kökenlerini incelemesi, insanların bir Tanrı’nın varlığı düşüncesine nasıl ulaştıklarını göstermek içindir. Bu sonucun ortaya koyulması, yani bazı psikolojik köklere inilmesi ile iş bitmez. Freud dinsel düşüncelerin bazı illüzyonlara dayandığını ve böylelikle de bunların gerçek dışı olduklarını kanıtladığı iddiasındadır. ( Freud kendi araştırmalarının sonucunda görmüştür ki, bir fikrin bir arzuya karşılık olması ve onu tatmine yaraması, bu fikrin yanlış olduğunu kanıtlamaz. Psikiyatristlerin günümüzde hep aynı hataya düşmeleri, Freud’un bu düşüncesini özellikle belirtmeme yol açtı. Birçok gerçek ve bir o kadar da yanlış fikrin varolması doğaldır. Bu fikirlere insanlar, onların doğru olmasını arzuladıkları için sarılmışlardır. Ama unutmamak gerekir ki, birçok büyük buluşa yol açan da, yine bir takım fikirlerdir. Kimi insanlar tüm güçleriyle bunların doğruluğuna inanıp, bunu ortaya çıkartmaya çalışırken, bir sürü yeni gerçeğe ulaşmışlardır. Böyle büyük bir ilginin varlığı olayı, dıştan izleyene garip ve hastalıklı bile gelse, bu hiç bir zaman herhangi bir yargının ve de yorumun yanlışlığının kanıtı olamaz. Geçerliliğin ölçütü, kişiyi o ilgiye iten ( motive eden ) nedenlerin psikolojik analizi ile belirlenemez. Burada önemli olan, getirilen kanıtların mantıklı bir düşüncenin temel kavramlarıyla çelişip çelişmediğidir. ) Freud daha sonra dinin illüzyoncu ( hayale dayanan ) karakterini gösterme çabasını da aşarak, dini bir tehlike olarak açıklamaya yönelir. Freud için din bir tehlikedir, çünkü, tarih boyunca kendine bağladığı bir takım olumsuz kurumlarıntoplum içinde yerleşmesini sağlamıştır. Sonra insanlara bir hayale inanmayı öğretir. Daha da önemlisi, eleştirici düşüncenin engellenmesine, böylelikle de zekanın köreltilmesine yol açar. Bu eleştiriler aydınlanma çağının tüm düşünürlerince de kiliseye karşı yöneltilmişti. Ama Freud’un düşünce sistemi içinde bu eleştiri, onsekizinci yüzyıl filozoflarınınkinden çok farklı bir biçim kazanmıştır. Freud’un analitik çalışmasında ortaya koymak istediği, eleştirici düşüncenin yasaklanmasının beliri bir noktada diğer alanlardaki eleştirel yeteneklerin de zayıflamasına yol açtığıdır. Böylelikle bu yasaklamanın, aklın gücünü engelleyeceğini de ileri sürer. Freud’un dine karşı yönelttiği üçüncü eleştiri, ahlakı çok şüpheli bir temele oturtmasıdır. Eğer ahlaki kuralların geçerliliği , bunların Tanrı’nın buyrukları oluşuna bağlıysa, ahlakın gelecekteki varlığı ya da yokluğu Tanrı’ya olan inanca bağlı olarak değişecektir. Ve Freud dinin bir yıkım, bir çöküntü, gerileme içinde olduğunu görüyordu. Eğer din ile ahlakın birbirlerine olan bağlılığı koparılmazsa, gelecekte insanların tüm değer yargıları tehlikeye düşecekti. Freud’un dinin tehlikeye düşüreceğinden korktuğu idealleri ve değer yargıları da böylelikle gün ışığına çıkmış oluyordu. Akıl, insanlığın acılarının azaltılması ve geleneksel ahlak. Freud’un eleştirilerine katılmayabiliriz. Çünkü o, inandığı idealin ne olduğunu apaçık söylemiştir. İnsan sevgisi, gerçek özgürlük. Önemli olan Freud’un bu temel inaçlarını kavramak ve bunlara katılmaktır. Özgürlük ve akıl, freud’a göre, değişmeli olarak birbirleriyle bağımlıdırlar. İnsan babasal bir Tanrı illüzyonundan vaz geçtiği anda, evrendeki yalnızlığının ve anlamsızlığının bilincine varır. Babaevini terketmiş bir çocuk gibi, mahzun ve şaşkın kalıverir öyle orta yerde. İşte bu hastalıklı ve basit fikrin aşılması, insancıl evrimin en önemli amacıdır. İnsan kendini, acı da olsa gerçeği tam olarak görebilecek ve kabul edecek biçimde geliştirmek zorundadır. Kendi gücünden başka güvenecek hiçbir şeyi olmadığına inanırsa, o güçlerini doğru ve yerinde kullanmayı öğrenecektir. Kendini tehdit eden ve koruyan bir otoritenin bilinçaltı baskısından kurtarabilen özgür insan, aklının gücünü kullanıp, dünyayı ve onun üzerindeki kendi yerini, görevini kavrayabilir. Kendi başımıza düşünmeye cesaret edebilmenin tek yolu, kendimizi yetişkin olarak almak ve belirli bir otoriteden korkan, ona bağlı bir çocuk gibi davranmaktan vazgeçmektir. Bunun tersi de, aynı şekilde doğrudur. Ancak kendi başımıza düşünebilmesini becerdiğimiz zaman, o otoritenin egemenliğinden kendimizi kurtarabiliriz. Freud’un çaresizlik duygusunu, dinsel yaşantının karşıtı olarak belirtmesi çok anlamlıdır. Çünkü bir çok teologlar ve bir ölçüye kadar Jung bağımlılık ve güçsüzlük duygularını, dinsel olgunun özü olarak saymak eğilimindedirler. Freud ise, dolaylı yoldan olmakla beraber, dinsel yaşantının temelini, bağımsızlık duygusu ve insanın kendi gücünün bilincine varması olarak açıklamaktadır. Daha sonra bu temel ayrımın din psikolojisinde ne denli önemli sorunlara yol açtığını da göstermeye çalışacağım. Şimdi Jung’a dönecek olursak, onun hemen her noktada Freud’la çeliştiğini görürüz. Jung, çıkış noktasının genel ilkelerini açıklamakla işe girişir. Freud, William James Dewey ve Macmurray gibi mesleği filozofluk olmasa da, olaya psikolojik ve felsefi açılardan yaklaşırken, Jung kitabının başında şu açıklamayı yapar : ‘Kendimi yalnızca olguların gözlemi ile sınırlamak ve her türlü metafizik ya da filozofik tutumdan kaçınmak istiyorum. sonra da psikoloji ile dini, filozofik düşünce biçimlerinden kaçınarak nasıl analiz edeceğini gösterir. Kendi bakış açısını ‘olguculuk’ olarak niteler. Yani ilgilendiği konular, olaylar, deneyler, ve yaşanmış anılar, kısaca olgulardır. Sözkonusu edilen olgunun gerçekliği ise bir olaydır, bir yargı değil. Örneğini psikolojik ilmi bakirelik bozulmadan doğum yapma motifini ele aldığında, yalnızca bu olgunun varlığı ile ilgilenir. Bu düşüncenin doğru ya da yanlış oluşu, onun araştırma alanına girmez. bir düşünce var olduğu anda psikolojik açıdan doğrudur. Eğer yalnızca bir bireyin düşüncesi olma özelliğindeyse psikolojik varlığı özneldir. Bir düşüncenin nesnel olabilmesi için, büyük insan gruplarınca ortak olarak kabul edilmesi gerekir. Jung’un dini nasıl analiz ettiğini açıklamadan önce, yeri gelmişken metodolojik varsayımlarını iyice bir eleştirmekte yarar görüyorum. Jung’un gerçeği yorumlama tekniği tutarsızdır. Gerçeğin bir yargı olmayıp, bir olay olduğunu ileri sürüyor. Yani, bir fil varolduğu için gerçektir. Ama gerçeğin her zaman ve zorunlu olarak bir yargıya dayanması gerektiğini unutuyor bu arada. Gerçek yalnızca bizim duyu organlarımızla algılayıp belirli sözcüklerle adlandırdığımız görüntü ve belirtilerin bir tanımlaması değildir. Jung bir düşüncenin var olduğu anda, psikolojik olarak doğru olduğu sonucuna varıyor. Fakat, bir düşüncenin varlığı, onun bir yanılma ya da bir gerçeğe karşılık oluşuna bağlı değildir. Yine bir düşüncenin varolması, onun hiçbir zaman salt bu varoluşu ile doğru olması sonucunu da doğurmaz. Bir psikiyatrist bile, bir düşüncenin doğruluğu ile ilgilenmeden, yani onu salt bir olgu olarak alıp çalışamaz. Başka bir deyişle, hastanın yeniden yaşamaya çalıştığı olaya olan ilgisini bilmeden, o düşüncenin kişisel bir aldanma veya paranoyik bir yaklaşım olduğuna karar verilemez. Jung’un varsayımları yalnızca psikiyatrik bakış açısından değil, temsilcisi olduğu rölativizm yönünden de tutarsızdır. Freud’dan farklı olarak din yanlısı gibi gözükse de, temelde Jung, Yahudilik, Hristiyanlık ve Budhizm’in özüne tam ters düşmektedir. Çünkü bu dinler gerçeğe ulaşma çabasını insanın en önemli erdemi ve görevi olarak görmektedirler. Jung, aldığı tavrın getirdiği zorlukların farkındadır ama bunları çözmek için seçtiği yöntem tutarlı değildir. Öznellik ve nesnellik kavramlarının ne denli esnek ve değişken oldukları açıktır. Buna rağmen Jung, bu iki varoluş biçimini birbirinden ayırmaya çalışır. Ona göre nesnel olan birşey, öznel olan bir diğerinden daha doğru ve daha geçerlidir. Nesnel ile öznel arasındaki ayırımın temeli, bir düşüncenin yalnızca bir kişiye ait olması ya da bir toplulukça paylaşılması olgularında yatar. Peki bizler 2. Dünya Savaşında milyonlarca kişinin ortak olduğu, kitlesel bir çılgınlığa tanık olmadık mı ? Milyonlarca insanın akıl dışı ihtiraslarının kölesi olarak aldatıcı ve sapık düşüncelere kapıldıklarını, bunların peşinden koştuklarını yaşamadık mı ? Onların bu yanlış düşünceleri bireylerin tek başlarına yarattıkları saçmalıklardan daha mı tutarlıydılar ? Bunları nesnel olarak açıklamanın ne anlamı, ne yararı var ?Kısaca büyük insan kitlelerince paylaşılması, bir düşüncenin doğruluğunu kanıtlamaz. Jung’un nesnel ve özneli birbirlerinden ayırmakta kullandığı yöntem, az önce açıkladığım, rölativizm konusundaki yaklaşımın aynasıdır. Buradaki rölativizm bir düşüncenin toplumca kabul edilmesini, onun geçerliliği gerçekliği ve nesnelliği için bir ölçü olarak alan sosyolojik bir rölativizmdir. Bu metodik varsayımlarını ortaya koyduktan sonra Jung, din nedir, konusundaki temel görüşlerini açıklamaya girişir. Dinsel yaşantının doğası nedir ? Bu konuda Jung, birçok teologla aynı düşünceyi paylaşır. Kısaca şöyle özetleyebiliriz bu yaklaşımı : Dinsel yaşantının ( dinin ) kaynağı insanların kendilerini, kendilerinden üsütn olan bazı güçlere tevekkülle teslim etmeleridir. Jung dinin, Rudolf Otto’nun ‘Numinosum’ diye tanımladığı ve insancıl bir isteğe bağlı olmadan var olan dinamik bir varlığın ya da etkinin dikkatli ve titice izlenmesi olduğunu ileri sürer. Bu varlık, insanı denetler ve yönetir. İnsanlık bu gücün ( varlığın ) yaratıcısı değil yalnızca kuludur. Dinin bu tanımlasından, yani insanın bir dış güç tarafından belirlenmesinden hareketle Jung, yeni açıklamalara girişir. Ona göre bilinçdışının dinsel bir doğası vardır. Bilinçdışı, insan ruhunun bireysel yaşantısının bir bölümü olarak açıklanamaz. Bu daha çok bizden bağımsız bir gücün, varlığımız üzerindeki etkileri ve yansımasıdır. İnsanın rüyasında kendi bilinçdışından bazı sesler ve izlenimler algıladığını ileri sürmesi hiçbir şeyi kanıtlamaz. Sokaktan gelen sesleri de, kendi iç sesiymiş sanabilir insan. Yani bu yanıltıcıdır ve güvenilemez. Tek bir durumda, bu seslerin gerekten kendi dışbilinçlerinden gelen sesler olarak kabul edilmesi mümkündür. Bu da, bilinçli kişiliğin bir bütünlüğün bir parçası veya büyük bir daire içinde küçük bir daire olması halinde geçerlilik kazanır. Küçük bir banka memurunun arkadaşına çalıştığı bankayı gösterip ‘işte benim bankam’ demesi gibidir bu. Dinin ve bilinçdışının böyle tanımlanmasının doğal bir sonucu olarak Jung, bilinçdışının bizim üzerimizdeki etkilerinin ‘temel dinsel olgular’ olarak belirlediğini savunur. Yani dinsel dogmalar ve rüyalar dinsel olgulardır, çünkü bizim dışımızdaki bir gücün bizi yönetişinin yansımasıdır. Jung’un mantığı gereği, ruh hastalıklarını da dinsel olgular olarak açıkladığını ise eklemeye gerek yoktur. Freud ve Jung’un dine yaklaşımlarını ve onun kaynağını açıklama çabalarını kısaca inceledik. Acaba yaygın olan şu kanı ‘Freud dine karşı, Jung dinden yanadır’ hala geçerli mi ? Yaptığımız inceleme ve karşılaştırma, bu basitleştirici görüşün tamamen yanlış bir aşırılık taşıdığını sanırım ortaya koymuştur. Freud, insancıl evrimin hedefinin şu amaçlara ulaşmak olduğuna inanır : Bilgi, ( akıl, gerçeklik, mantık ) insan sevgisi, acıların azaltılması, özgürlük ve sorumluluk taşıyacak güce erişmek. Bu idealler ise tüm büyük dinlerin aklaki temelini oluşturur. Batı ve Doğu kültürleri, bu temeller üzerine kurulmuştur. Konfüçyus’ün, Lao-Tse’nin Budha’nın, diğer peygamberlerin ve İsa’nınnöğretileri hep bu idealleri savunur. Bu dinler ve öğretiler arasında ( yer ve zamana, hitap edilen topluluğa göre değişen ) deyiş farklılıkarının olması doğaldır. Örneğin, Buddha ağırlığı acıların azaltılıp yok edilmesine verirken, peygamberler adalet ve anlayışlı olmaya önem vermişler, İsa ise insan sevgisini öne almıştır. Görünürdeki farklılıklara rağmen tüm bu dinsel önderlerin, insanlığın gelişmesindeki amaçlar ve biçimler konusunda tam bir uyuşum içinde olmaları ilginçtir. Freud, dinin bu ahlaki temellerini savunmakata ve bu amaçların gerçekleşmesini önleyici oldukları sürece, dinin doğa üstü ve biçimci yanlarını eleştirmektedir. Doğa üstü güçlere ve insanı aşan şeylere tapınmayı, insanlığın gelişimindeki aşamalardan biri olarak gören Freud, bunların o çağlarda gerekli ve zorunlu olduğunu, ama gereğinden fazla gündemde kaldıklarında insanlığın ruhsal gelişimini engellemekten öteye gidemeyeceklerini savunmaktadır. Bu nedenle, Freud’un dine karşı olduğu yolundaki inanç, yanıltıcıdır. Böyle bir yargıya varmadan önce, onun dinin dinin hangi yanlarına karşı olup eleştirdiğini, hangi yanlarına ise taraftar olduğunu araştırmak gerekir. Jung içinse dinsel yaşantı, özel duygusal bir süreçtir ve insanın kendisini bilemediği yüksek bir güce teslim etmesi olarak belirir. Bu gücü ister Tanrı, ister bilinçdışı diye niteleyelim, sonuç değişmez. Yukarıdaki tanımlama, Hristiyanlık içinde Luther ve Calvin’in öğretilerinin temeli olan belirli bir dinsel yaşantı biçimini tam karakterize ederken, öte yandan dinsel deneyin bir başka tipiyle çelişmektedir. Gerçeğe bu göreceli yaklaşımı ile Jung’un din anlayışı, Buddhizm, Yahudilik ve İsa öğretileriyle çatışmaktadır. Adı geçen dinlerde insanın görevi, gerçeği araştırmaktır ve bu kaçınılamaz olan bir zorunluktur. Pilatus’un gerçek nedir, diye sorması bile yukarıdakiler dışında kalan tüm büyük dinlerde, dinsiz bir tavır sayılır. Yani bu açıdan bakınca, araştırmak ve ileri gitmek çabası, günahla eş anlamlı olur. Freud’la Jung’un yaklaşımlarını özetleyecek olursak, Freud dini ahlaki açıdan eleştirirken, asıl özünü savunmakta ve bu değerleri koruma endişesi ile hareket etmektedir. Bu nedenle yaklaşımını kuşkusuzca ‘dindar’ olarak niteleyebiliriz. Jung ise, dini kısıtlayıcı bir biçimde psikolojik bir olguya indirgeyip, bu yolla açıklamaya çalışırken, bir yandan da bilinçdışına dinsel bir anlam kazandırmak istemektedir. “
  23. Sayın Sarıgöl, Bu şekilde bir yere varamayız. Yazılarımın tümünü dikkate alırsanız ben determinizm eleştrisi yapıyorum zaten kaosu anlatıyorum ama üzerine basa basa da bilimin yönteminden bahsediyorum, bilimin yöntemi olan Determinizmden yani YÖNTEMDEN. Siz bana Melekler Takyondur, olasılık, yaklaşıklık Külli iradedir, kelebek etkisi mucizedir diyorsunuz, kesin bir dille, ben ise olabilir ama bilimin yöntemi budur, bilim açısından bakıldığında böyle kesin bir yargıya varılamaz diyorum. Yani, öyledir-değildir tartışmasına girmek istemiyorum çünkü anlamsız, bunun sonu yok. Saygılarımla.
  24. Sayın Sarıgöl, bütün olabilecek yorumları yapmaya çalıştığımı anlamış olmanız gerekir. Zariat-47'deki geçen göğü hem evren hem de atmosfer olabilir mi diye incelediğimi görmeniz gerekir. Atmosfer dediğimiz zaman da uyabilir mi ona baktım, zoraki bir yorum getirmiş olduğumu da zaten ifade ettim. Bunu bana gösterip çelişki diye sunmanız anlamsız. Sizce ilkel insanlar, uzayı mı biliyorlardı yoksa gökyüzüne asılı kandilleri mi ? Ayette söz edilen yer sizce Jupiter mi, yoksa dünya mı ? Yere Dünya demek Evreni yok etmek demektir demişsiniz. Ayette Yer hiç karıştırılmayıp doğrudan sadece Evren denilseydi Bigbang anlamı oturacaktı, halbuki Evren ve Yer denmiş, biraz düşünün olmuyor, uymuyor. Big Crunch ( Büyük Çöküş )'ı aratırsanız, en basitinden Wikipedide bulmuş olmanız gerekir. İsterseniz ingilizcesini de vereyim: http://en.wikipedia.org/w/index.php?title=...oldid=221969308 Türkçesi de bu : http://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%B...B6k%C3%BC%C5%9F BİG CRUNCH In physical cosmology, the big crunch is one possible scenario for the ultimate fate of the universe, in which the metric expansion of space eventually reverses and the universe recollapses, ultimately ending as a black hole singularity. Contents [hide] * 1 Overview * 2 See also * 3 References * 4 External links Overview If the gravitational attraction of all the matter within the observable horizon is high enough, the expansion of the universe eventually reverses. In the absence of a cosmological constant, this happens when the matter density exceeds the critical density. Because entropy continues to increase in the contracting phase, the contraction looks very different from the time reversal of the expansion. While the early universe was highly uniform, a contracting universe would become increasingly clumped. Eventually all matter would collapse into black holes, which would then coalesce with each other; the unified black hole singularity is the big crunch singularity Recent experimental evidence (namely the observation of distant supernovae as standard candles, and the well-resolved mapping of the cosmic microwave background) have shown that the expansion of the universe is not being slowed down by gravity but rather accelerating. However, since the nature of the dark energy that drives the acceleration is unknown, it is still possible that it might eventually reverse sign and cause a rapid collapse.[1] See also * Big Bounce * Big Rip * Heat death of the universe * Oscillatory universe * Cyclic model * Ultimate fate of the universe * Arrow of time * Entropy (arrow of time) References 1. ^ Y Wang, J M Kratochvil, A Linde, and M Shmakova, Current Observational Constraints on Cosmic Doomsday. JCAP 0412 (2004) 006, astro-ph/0409264 External links Sayın Sarıgöl, Kur'anı bilime uydurmak zorunda değilsiniz. Bu yaklaşım doğru değildir. Kesin iddialar ortaya koymak tehlikelidir. Çünkü, bunlar teoridir, bir gün değişir ve o zaman Kur'an bilime uydurulamayabilinir. İnancınıza zarar vermiş olursunuz. İnanıyorsanız, inanırsınız. Buna kimse karışamaz. Bu bir inanç, iman meselesidir. Eğer açık kanıtlar olsa inanmanın değeri kalır mı sizce ? Ha bu arada, ilgilenirsiniz yada ilgilenmezsiniz, bunu sadece ben söylemiyorum. Mesela Süleyman Ateş de dahil bir çok din profesörü, alimi de bu görüşte. Saygılarımla.
  25. O her zaman övündüğümüz Birunileri, Farabileri neden müslümanlar okuyup da yararlanıp geliştirmemişler ? Neden çünkü asırlarca Kuranı, hadisleri, sünneti yorumlamaya, ordan içtimai hayata kurallar çıkartmaya, her hareketlerini dini bir kurala bağlamakla, Risale-i Nurlarla harcamışlar vakitlerini ve enerjilerini. Ondan sonra vakit mi kalır, hal mi kalır Biruni okumaya, Algebra çalışmaya, düşünmeye, çalışmaya. Sonuç ortada; Sünnet-i Seniye yolunun getirdiği nokta, Batılılara tabi bir bilim ve teknoloji.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.