Zıplanacak içerik

instantkarma

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

instantkarma tarafından postalanan herşey

  1. Prof. Dr. Tolga YARMAN Bilim Teknik, Cumhuriyet 10 Haziran 1995 SARTRE’IN VAROLUŞÇULUĞU VE İRADE Prof. Dr. Tolga Yarman, BILTES Temmuz 1992 Klasik felsefeye göre, her şeyin bir “mimarı” vardır, koltuk koltuk olmadan evvel, marangozun kafasında canlanmıştır.. Evler, okullar, yollar da, böyle değil midir?. Herhangi bir şey yapılmadan evvel, birilerinin kafasında tasarlanmaktadır. Dolayısıyla “varoluş”, “tasarım” demek olan “öz” den (essence), sonra gelmektedir. Başka bir deyişle, önce “öz”, “tasarı” halinde kimlik kazanmakta.. Sonra da “hayata” geçmekte.. Yani “varoluşa”, yol açmaktadır. Neticede “evrensel bir özneye” dayanan “nedensellik” de, (dolaylı sayılabilecek olmakla birlikte) aynı varsayımda bulunmaktadır. Eğer “Tanrı” varsa, tüm sonuçların “nedeni” odur.. Tasarımcısı, mimarı odur... Ünlü Alman düşünür Schiller: - Herkesin bir “mikrokosmosu”, yani küçük bir dünyası vardır; eğer makrokosmos”, yani, evren müşahassa, yani o da bir öznenin dünyası olacaksa, bu özne işte, Tanrı’dan başkası değildir, der. Klasik Felsefeye göre... Klasik felsefeye göre demek ki, önce, bir varlığın özü.. Bu eğer canlı ise bir bakıma “ruhu”, yani “kimliği” olmaktadır.. Ancak bundan sonra, bu “öz” ya da “kimlik”, bir “yaşamsallık” kazanabilmekte.. Yani, “varlık” edinmektedir. Böyleyse; her şey, daha “öz” halindeyken tasarlanmış olacaktır. Varoluşun hiçbir “serbestisi” yoktur.. Her şey mimarın, ya da başmimar Tanrı’nın tasarladığı gibi, cereyan edecektir. Bu, yalnızca “madde” için böyle değildir.. Aynı zamanda her karmaşa düzeyindeki “canlı” için.. En nihayet “üst mükemmellik” düzeyindeki “insan” için de, böyledir. Buğday tohumunu toprağa ektiğimizde, bundan çam ağacı çıkmayacağı bellidir. Daha tohumun kurgusunda, ondan, nasıl bir buğday başağı çıkacağı, yazılıdır. Yerin, yağmurun, güneşin, gündüzün, gecenin kurguları da bellidir. O halde bugün toprağa bıraktığımız buğday tohumunun, klasik felsefeye göre nasıl bir başak vereceği, daha kurgu aşamasında, bilinebilmektedir. Önce “tohum”, sonra “başak” vardır. Yani önce “kurgu”, “tasarım” ya da “öz”.. Sonra ise, “varoluş” gelmektedir. Bu, (klasik felsefeye göre) en üst, mükemmel, canlı yapısındaki insan içinde böyle olmalıdır. Tohum olmadan.. Döl-sperm-yumurta olmadan, hiç, cenin oluşabilir mi? Cenin, madem nasıl oluşuyor, bellidir.. O takdirde ceninin, nasıl gelişeceği de bellidir. Cenini bebekleştirecek vasat.. Keza, bebeğin içinde büyüyeceği ortamın koşulları, (klasik yaklaşım itibariyle) önceden kestirilebileceğine göre.. Ceninden, yıllar sonra, nasıl bir insan olacağı, bilinebilecektir!.. Demek ki burada da, pratik açıdan bakarsak; “önce öz, sonra varoluş” olmalıdır. Varoluşçuluk İşte Sartre bu noktada “hayır”, demekte ve “varoluşu” “özün” önüne çekerek, “Existencialiste” felsefeyi, Türkçe deyişle “Varoluşçuluğu” kurmaktadır. Sartre’a göre birçok şeyin gerçekten de mimarı vardır. Evet koltuğun mimarı, marangozdur. Barajların, köprülerin, gemilerin mimarları, gerçekten vardır. Bu yapıtların her biri daha vücut bulmadan, mimarın zihninde, önce bir “öz” edinmektedir. Ama insanın mimarı olarak, neden bir “üst özneyi” gözetmek zorunda olalım ki?.. Başka bir deyişle, katilin katil, caninin cani, aptalın aptal, fakirin fakir, zenginin zengin olacakları, daha bunların hiç biri cenin halinde bile değilken, üst öznenin çetelesinde, neden kaydedilmiş bulunsun ki?.. İnsan, önce doğar.. Yani var olur.. Sonraysa içini, benliğini, kafasını doldurur.. Yani kendine, bir “öz”, oluşturur. Sartre’ın felsefesi kısaca, işte budur. Sartre’a göre.. “Önce öz sonra varoluş “değil, “önce varoluş sonra öz”, gelmektedir Sartre’ın esas söylediği: - Manasız bir kaderciliğe boyun eğmemek.. Hepsinden önemlisi, inisiyatif ve irade kullanmak.. Özgürlük genişletmek.. Pısırık bir edilgenlikten, tabiyet ve teslimiyetçilikten çıkıp.. Alabildiğine, sürükleyici ve etkin olmak.. Kendi yaşamının, kendi koşullarının, kendi geleceğinin efendisi olmaktır.. Sartre aslında; çoğumuzun davranışına güncelde zaten egemen olan, bir yaklaşımın, adını koymuş olmaktadır. Bu sözlerimizle Sartre’a tam katıldığımız sonucu, çıkartılmamalıdır. Görüşümüzü birazdan açacağız. “Varoluşçuluk” felsefesinin, Sartre’in bir çok romanından kaynaklanarak, özellikle 1960 gençliği üzerinde önemli etkiler ve izdüşümler meydana getirmiş bulunduğu, bu arada kaydedilmelidir. Sartre’in, genelde, düşüncesinin “yeni” olduğu iddia edilemez.. Ama düşünceyi kendinden önceki bir çok dev filozofa rağmen, kavramsallaştırıp, çarpıcı bir öğreti haline getiren.. Bu anlamda, taa asırlar öncesinden kökler alan, söz konusu düşünceyi geliştirip, bir bakıma bütünselleştiren Sartre, olmaktadır. Kanımızca Sartre’in ve onun öğretisine kökler veren önceki düşünürlerin bize göre doğruları da vardır, yanlışları da.. Bunları çağdaş bilgilerin ışığında tartışmak istiyoruz. Varoluşçuluğun Eleştirisi Sartre’a önce, iki temel eleştiri yöneltelim: Birincisi.. Sartre’ın varoluşçuluğu, doğrudan, insana dönüktür. Bu tabii saygındır. Hümanist bir filozofun, insanı konu edinmesi, doğaldır. Şu var ki, bizim bildiğimizce Sartre, “existencialisme” yani “önce varoluş sonra öz” kavramını, insandan başka hiçbir şeye, hatta hiçbir canlıya izdüşürmemiştir. Örneğin varoluşçuluk, maymunlar için söz konusu değil midir?. Ya hamam böcekleri için? Ya denizanaları, istiridyeler, amipler için?.. Aslında Sartre’in demek istediği, temelde, özgürlük ve irade kullanımı yönünde gayret sarf edilmesi, gereğidir. Sıra sıra tüm canlıların, öyle ya da böyle, az ya da çok, sınırlı bir algılama, algıladığını işleme, bir anlamda karar verme ve harekete geçme, yeteneklerinin hiç bulunmadığını, ileriye sürmek mümkün müdür?. Bu açıdan bakılınca “varoluşçuluk” öğretisi, “genelleştirmeye” muhtaç görünmektedir. İnsana eğer; “özü”, kromozomlarla tohum kurgusunun iyice ötesine çekecek kadar bir “irade” ve “davranış özgürlüğü” atfedebiliyorsak.. Bunu, öteki, daha az mükemmel canlılar için neden yapmamalıyız ki.. Az veya çok mükemmel her canlı, var oluşundan itibaren nitekim, bir deneyim sürecinden geçmekte.. Birikim edinmekte.. Öyle ya da böyle, bir ehliyet, kimlik ve “öz” kazanmaktadır. Buradan yola çıkarak.. Çeşitli etkileri, işaretleri, mesajları değerlendirme donanımı uzantısında, “öğrenme yeteneğine” sahip seyir halinde bulunan, söz gelişi otomatik pilottaki bir uzay aracının da acaba kimliğinden ve varoluş sonrası edinegideceği, bir “öz” den bahsetmek, neden mümkün olmamalıdır?.. Kısaca Sartre’a yönelttiğimiz ilk eleştiri işte, “varoluşçuluğun”, yalnızca insana raptedilmiş bulunmasıdır. Varoluşçuluk” felsefesini, bu açıdan tüm canlılara, hatta bir anlamda maddeye dönük açılımlarla, “sorgulama konusu” yapmamız, Sartre’in eksikliğini giderebilecektir. Aslına Sartre sanırız, özenle, insan dışındaki canlı dünyasına, “bulaşmak” istememiştir. Oysa buğday tohumuyla, ana rahminde yeni tohumlanmış cenin arasında, konu açısından aslında, ne fark vardır ki?. İlkinin sonraki yıl nasıl bir buğday başağına can vereceği bilinmekteyse.. Ceninin de nihayette; cani ruhlu mu olacağı, yoksa ağırbaşlı bir aile babası tipi mi, ya da başka bir tip mi çizeceği, pekala bilinebilecektir. Diğer bir deyişle.. Özü, varoluştan koparırcasına soyutlamak, gerçekte, mümkün değildir. Peşinen, her şeyin “belirli” olduğunu ileri sürerek, “özgür iradeye” adeta hiçbir serbesti alanı tanımamak, ne kadar abesse.. Özün, özgür iradeyle oluşmasına beşik olan, bir bakıma vasat oluşturan tohumun niteliği, kurgunun özellikleri, yani, başlangıç koşullarını, yekten göz ardı etmenin, aynı ölçüde yanlış olacağı, kabul edilecektir. Öz, böyle bir anlamda varoluşun bir miktar da olsa, sonucu sayılacaktır. İşte bu da Sartre’a yöneltilecek, ikinci önemli eleştiri olsa gerektir. Konuya eğer böyle yaklaşırsak.. O zaman “varoluşçuluğu” yalnızca insanla sınırlayıp, öteki canlılara, hatta cansız eşyaya dönük olarak genişletmeme, sıkışıklığından kurtulabiliriz. “Varoluş” sırasında, tabii, bir “öz” de vardır.. Ama varoluşla birlikte her nesne, özellikle canlı, artık belli bir “ortamda” bulunuyordur. Varoluş sonrası, her varlık, içinde bulunduğu ortamla etkileşe etkileşe, kendine özgü bir kimlik geliştirecektir. İnsan ya da herhangi bir canlı, varoluş sırasında küçük ya da büyük bir “inisiyatife”, sahiptir. İnisiyatifi öyle ya da böyle kullanmak, özü bir türlü yahut öteki türlü, etkileyecektir. Dolayısıyla.. Bilhassa canlılar aleminde, hele insan için, varoluştan sonra “kişisel” olarak bir “özün” geliştirileceği tabii ki, doğrudur. Ama özle varoluşu birbirlerinden tam soyutlayarak ayırmak ve özü varoluşun iyice gölgesine çekmek ya da varoluşta adeta hiçbir öz bulunmadığını savunmak, gerçeği burkmaktır. “Varoluşla” beraber bir “öz” de vardır. O özdür ki, varlığa varoluştan sonra, özellikle insan düzeyinde, bir “irade” kazandırmaktadır. Sartre’in asıl vurguyu koymak istediği nokta “iradenin, sorumlulukla ve özgürce kullanılması” fiilinin, önemidir. Sartre’dan önce benzer düşünceyi geliştirmiş filozofların da.. Düşüncesini öğretileştirememiş, fakat aynı eğilime sahip tüm düşünür ve insanların da.. O arada, örneğin “Ben Tanrıyım”, diyen Hallacı Mansur’un da.. Demek istedikleri, işte, nihayette bundan başkası olmasa gerektir.
  2. instantkarma şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Bilim Felsefesi
    Bunun o yandan, bu yandan bakma ile alakası yoktur. Tartışma, felsefenin temel önermelerinin bilinmesi ile mümkün olur. İndeterminizmin savlarının, determinizmin savlarının neler olduğunu, ve bu savlar üzerindeki akıl yürütmelerin, mekanizmaların açıklanması yoluyla tartışma yapılabilir. Daha önce de söylediğim gibi, inançla dogma, inanç karşıtı ile dogma karşıtı farklı kavramlardır. O nedenle, size, Klasik determinizmin ( sizin felsefeye ekeldiğiniz terim olan ) filozofu olan Spinoza’nın ne demiş olduğunu araştırmanızı ve tartışmamızı bu yönde geliştirmemiz gerektiğini tavsiye ediyorum. İndeterministler ne demiş ? Kimler dir ? Hepsi dogmacı mıydılar ? Bunları bilmeden, kafadan tartışmak abes görünüyor. Bugünkü determinizm diye adlandırdığınız olayları , bugün determinizm diye adlandıran var mı ? Bana önce bunu kanıtlamanız gerekir. Determinizmin gelişiminin kesikli mi, sürekli mi olduğu konusunun tartışmamızın konusu ile uzaktan yakından bir alakası olmadığını siz de biliyorsunuz. Atılış anında belirleyen bir sistem yapmak olanaksız olduğu gibi, bunun tam ve kesin olarak belirlenmesinin de olanaksız olduğunu bize matematik söylüyor. İrrasyonel ve transandan sayılar konusunda biraz bilgi sahibi olmak yeter.Sorun, deterministik süreçlerde, bu belirlenemezliğin etkisinin ihmal edilebilecek kadar az olması. Oysa, kaotik süreçlerde bu ihmalin yapılamayacağı… Evrenin ilk saniyelerine kadar kuram geliştirilmiyor. Evrenin ilk saniyelerine kadar kuramların geçerli olduğu kanıtlanıyor. Tabii, bu kuramlar sizin anladığınız gibi, süreçlerle ilgili değil, yasalarla ilgili… Kaosun nano yada piko düzeylerle ilgisi de yok. Kaos, matematiksel bir olgu. Zaten, o nedenle, konuyu ilk ortaya atan bir matematikçi olan Poincare! Daha önce de anlatmaya çalıştığım gibi, Analitik olmayan süreçlerde, bazı varsayım, kabul ve ihmallerin yapılabildiği durumlar, yani süreçlerin analitik incelenebildiği haller, Kaos teorisinin özel durumlarına tekabül eder. Dolayısıyla, Kaos, determinizmi içerir ve kapsar. Onu demeyen, şu an, Modern bilimin ortaya koydukları yani Kaos ve Kuantum kuramları. İnsan beyninin çalışma süreçlerinin kaotik olması, zaten bizzatihi, Özgür iradenin var olduğunu kanıtlayan bir olay. Özgür irade, felsefenin ana sorularından biridir ve bir felsefe olan determinizmin öncelikle tartışacağı bir konudur. Tartışmadan kaçmanın yolu yok saymaktan geçmemeli. Kaos, çözüldü zaten. Burada, temel sorun, tersinirliğin yani, ABD’deki fırtınanın Çindeki hangi kelebek tarafından çıkarıldığını çözmek, yada sayısal bilgisayarlarla fraktal geometri kullanılarak çizilen bir grafiğin hangi bilgisayar tarafından çizildiğini bulabilmek. Bunlar çözülmediği müddetçe, Kaos determinizme eklemlenmeyecektir. Burada sorun fotonların boyutu değil, bilakis dalga –parçacık ikilemini doğuran çift-aralık deneyleri, daha sonra elektronlarla yapılmıştır. Daha sonra çok daha küçük parçacıklar ile de yinelenmiştir.Kuantum kuramının dayandığı ikilem (dalga –parçacık ikilemi) budur. Ulaşılan temel büyüklük de Plank sabitidir.Bundan sonrasına, Feynman ustadan bir alıntı ile devam edelim :
  3. Yazarın burada vurgulamaya çalıştığı, her şeyi değil de, deterministik süreçlerde, bu hesapları yapabilen insanoğlunun bir nevi Tanrısal konumda olduğudur. Bu Spinoza’nın ortaya koyduğu Tanrı kavramı ile aynıdır. Bu durumlarda, Laplace şeytanı her şeyi önceden hesaplayabilir.Kesinlik, çıkan sonucunda, hesaplamaya konu olan sınır ve başlangıç koşullarının da bir epsilon aralığında olması durumdur. Spinoza, başlangıca, bir Tanrı koyar ve her şeyi hesaplayıp, şu Japonların domino taşları ile yaptığı düzenekler gibi, kaderi belirlediğini, ve sonrasında olaylara karışmadığını, çünkü, kendi koyduğu kurallara kendisinin de uymak zorunda olduğunu savlar. Deistler de böyle düşünür. Yazar, öncelikle, bunu sorguluyor ve determinizmin evrenden bağımsız bir Tanrı anlayışına götürmesi gerektiğini ortaya koyuyor : Aslında, çıkış noktası, determinizmin varsaydığı Tanrı anlayışını sorgulamak : Güzel bir soru! İyi bir noktayı yakalamışsınız. Ben TV’den izlemekle eşdeğer algılamıştım. Onun söylediği ise, Ama, yazarın, üzerinde durduğu konu bu değil. Yazar, ‘ kestirilebilirlik ’ açısından konuya yaklaşmış.Çünkü, determinstik hesaplar hesabı yapanın kendi etkisinden bağımsız olduğu varsayımına göre yapılır. Ama, Kuantum fiziğinde ve Kaost teorisinde bu mümkün değildir. Seyirci, burada, bir Tanrı gibi maçın sonucunu tezahüratla yönlendirip kesin olarak da hesaplayabilir mi ? Sorumuz bu. Yazar, burada, oyuncudan ve onun oyunu yönlendirme şansından ve oyunun sonucunda belirleyen olmasından söz etmesi, elbette, tek bir oyuncuyu kastettiği anlamına gelmez. Tek bir seyirciyi kastetmediği gibi. Burada, benim anladığım, bütün oyuncuların kendi iradeleri ile ortaya çıkan sonucun, tek bir oyuncu tarafından tam olarak belirlenebilirliği değil, ancak, bir katkısı olduğu gerçeğidir. Zaten, bir katkısı varsa, olayın sonucunu belirlemesi olanaksızlaşır. Çünkü, kendisi müdahale ettiği oranda belirleyiciliği azalmaktadır. Zayıf takımın herhangi bir oyuncusu, müdahale etmezse, sonuç güçlü takım lehinedir, fark artar. Hiçbir zayıf takım oyuncusu müdahil olmazsa, sonuç çok belirlidir. ( -bir dakikanın, ortadan kaleye gelme süresi olduğunu varsaysak -dakikada bir gol, 90-0 )Müdahale ettikçe, farkı belirleme şansı azalır. Yani, burada söz konusu olan kimin yeneceği değil, kaç-kaç yeneceği... Eğer, seyirci, oyuncuların hepsinin hangi durumlarda ne yapacağını, nasıl davranacağını tamamen biliyor ( hile dahil )ve diğer faktörleri ( rüzgar, zeminin etkisi vs. ) tam bir kesinlikle hesaplayabilecek biri ise tabii ki oyunun sonucunu hesaplayabilir ve Lotoda büyük ikramiyeyi kazanabilir.Determinizmin savı buydu ve böyle bir varlık varsa determinizm, ovarlığın refeans çerçevesinde geçerli olacağı doğrudur.Zaten, seyirci açısından bütün bunlar belirlenebilir ve müdahale ile yönlendirilebilir ise, Tanrının belirlediği Kader anlayışı da geçerlidir. Yani, seyirci açısından determinizm, Teist anlamda Tanrı inancının kader anlayışı ile çelişmez. Peki, bu mümkün mü ? Ne demiş üstad : Öyle ise, demiş ve açmış : “öz mü önce gelir, yoksa varoluş mu?” Sorusu Felsefenin en önemli sorusudur. Bu soruya üstadın verdiği yanıt : demiş. Öz ve varoluş, kuvvet ve eyleme benzer.Yerçekimi yasasını göz önüne alırsak, yerçekimi kuvvetini neye göre anlarız, yüksek bir yere çıkıp atladığımızda oluşan eyleme göre değil mi ? O halde, önce eylem sonra kuvvet diyebilir miyiz ? Yada, yerçekimi kuvveti olduğu için düşme eylemi var diyebilir miyiz.Eğer, yerçekimi kuvveti olduğu için düşme eylemi var diyorsak, olaya düşen biz değilmişiz gibi bakıyoruz demektir. Tam tersi olarak, bizzat düşme eylemini yapan özne biz iken,düştüğümüz için kuvvet var diyorsak yani kuvveti bizim düşme eylemimiz ortaya çıkarıyor diyorsak, bu durumda dış gözlemcinin kestirebilirliği havada kalır. O halde, Öz ve Varoluştan Hiçbiri Dış Gözlemciye Göre Öncelikli Değildir ! ’ demek daha uygun gibi görünüyor.Yani, benim anladığım, yazar, Tanrı varsa, pratikte bizim irademize etkisi bulunamayacağı ve bizim irademizin de Tanrının iradesine etkisinin olamayacağını söylemiş.Yani, kaderi oluşturanın hepimizin toplam iradesi olduğunu anlatmaya çalışmış.Bu nedenle determinizm görecelidir demiş.
  4. Sayın Demirefe, bu yazının, Einstein'ın Görecelik yada Görelik yada Görelilik yada İzafiyet teorisi ile uzaktan yakından ilgisi yok. Bir şeyin, izafi, göreli, göreceli olduğunun söylenmesi, o konunun, Einstein'ın İzafiyet teorisi ile ilişkilendirildiği anlamına gelmez.
  5. Tabii, ben de belirtmeyi unutmuşum. Benim, Tolga Yarmanı referans olarak göstermem, ' Şeyhimiz, Dervişimizdir, biz ondan daha iyi mi bileceğiz, biat edelim ' anlamında değildi tabii... Bu cümlem tamamen, yazdıklarının ' sığ ' olduğu yargısı ile ilgiliydi. Yani, yazdıkları yanlış bile olsa, 'sığ ' demek biraz haksızlık olur. Her neyi savunurlarsa savunsunlar, bilim adamı ve felsefecilere biraz olsun saygı duymak gerekir. Bu saygıyı bilimi önemseyen bizler göstermezsek, sokaktaki adamı suçlamaya da hakkımız olmaz değil mi ? Anlatılmaya çalışılanları anlamaya çalışmak yerine anlamadan reddedip etiketlemek, tartışma etiği açısından da sorun oluşturuyor. Bu konuda, hem fikir olduğumuzu da tahmin ediyorum.
  6. instantkarma şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Bilim Felsefesi
    Poincare, Kaos terimini kullanan ilk bilim adamıdır. Zemin hazırlayanlar ise Hadamard ve Duhem oldu. Sayın demirefe, Literatürde, Modern determinizm-Klasik determiniz ayrımı yoktur demiştim.Buna kaynak da istemiştim. Sizin kaygınızı anlıyorum. Sizin isimlendirme üzerinde durmanız, determinizmin geçerli olmamasının, bilime güveni sarsacağını, dogmalara prim vereceğini düşünmeniz. ( ki böyleleri de var ) Benim anlatmaya ve yapmaya çalıştığım ise, isimlere takılmadan, Kaos ve Kuantum kuramlarının sonuçları üzerinden bir evren betimlemesini yapmak. Çok hızlı görüntü alan bir kameralar sistemi ve görüntüleri çok hızlı işleyebilen bir bilgisayar yapılsa, havaya atılan bir paranın çok kısa sürede yazı mı tura mı geleceğini önceden bilen bir sistem yapılamaz. Çünkü, sizin aldığınız başlangıç koşulları ile ilgili görüntüler, digital olarak işlendiğinde, analog veriler, bit sayısı ne kadar artarsa artsın veri kaybına uğrar. Başlangıç koşullarına hassas bağlılık nedeniyle de ön görülemez, kestirilemez sonuçları hesaplamak mümkün olmaz. Sizin verdiğiniz bu yazı-tura örneği genellikle Kuantumun istatistik metodunu açıklamak için kullanılır. Bu benzetme, Shrödinger denkleminin çözümü olan dalga fonksiyonlarının, tüm uzayda( - sonsuz, artı sonsuz ) integralinin alınmasıyla, yer veya konum için elde edilen ‘ BEKLENEN DEĞER ‘leri içindir. Yani, bir parayı bir kere değil, örneğin yüz kere atıp çıkan sonuçları istatistiksel olarak değerlendirme metodunun,determinizmle, belirlenimcilikle örtüşüp örtüşmediği konusunda verilen bir örnektir. Çünkü, parayı bir kere atmakla, yüz kere atmanın istatistiksel olarak vereceği sonuçlar farklıdır. Burada, bulunan sonuçlar ‘ Beklenen değerler ’dir. Belirlenemezcilik ya da İndeterminizm, felsefede, insanın özgür iradesi olduğunu ve bütün eylemlerinin önceden belirlenmiş bir dizi kurala bağlı olmadığını kabul eden görüş ( Vikipedi ) Yani, bu akım, Laplace’çı Tanrı veEvren betimlemesine karşı bir duruş. Çünkü, Klasik determinizm ( sizin bulduğunuz terimle ), insanın kaderinin taa en baştan belirlenmiş olduğunu çıkarsar. Evren betimlemesi deterministiktir. İndeterminizm, bunu reddeder. İnsanın kaderini kendi ellerine verir. Determinist ilke, bilimin belirleyici olabildiği konularda, özellikle mühendislikte geçerli bir ilkedir.Bugün Kaos, bir bilim ilkesi olma yolundadır. Düzensizliğin düzeni olan Kaosun, deterministik süreçleri kapsayan bir yanı vardır. Yani, özel durumlar, soyutlamalar, idealleştirmelerin yapılabildiği alanlar, yani determinizin geçerli olduğu alanlar, Kaosun özel durumlarıdır. Bu nedenle, Determinizm Kaosu kapsamaz. Tam tersine Kaos, determinizmi kapsar. Bugün Kaos, ekonomiden tutun, tarih ve siyaset felsefesine bir çok konuyu etkilemiştir. Post-Modernist felsefe Kaos ve Kuantum gibi gelişmeler nedeniyle ortaya atılmıştır. Evet, çok az şey bildiğimiz doğrudur. Elektromagnetik Teori ( Optik de bunun içindedir ), bu güne kadar tam anlaşılmış tek kuramdır. Ancak, daha önce de ifade ettiğim gibi, CERN de bulunacak şey, Higgs parçacığının bulunması ile STANDART MODELin doğrulanması ve Her şeyin teorisinin bulunmasının Kaotik süreçlerle ilgisi yoktur. Çünkü, yasalar ve süreçler farklıdır. Biz yer çekimi yasasını kullanarak, mekanik bir süreci modellemeye kalkarsak, örneğin, otobanda ilerleyen bir arabanın maruz kaldığı kuvvetlerle bir denklem kurup bunun 100 km sonraki bulunacağı yeri tayin etmeye kalkarsak, başarısızlığa uğrama ihtimalimiz fazladır.Eğer, idealleştirme yapıp, pürüzsüz bir yol, sabit rüzgar hızı, dişlilerin aşınmasız ve ısınmasız olduğunu iddia edersek, ne kadar gaza basarsam o kadar hızlı giderim diye bir deterministik süreci varsayabilirim. Fakat, gerçek hayatın böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Yani, 100 km sonraki hızını yaklaşık bile olsa, tam bir kesinlikle söyleyemiyorsak, bu yer çekimi, adhesif kuvvetlerin oluşturduğu sürtünme, elektromagnetik kuvvetlerin neden olduğu etki-tepki yasalarını yok saymamız sonucunu vermez. Kaos, süreçlerle ilgilidir. Evrim de Kaotik bir süreçtir. Bir olayın, Kaotik bir süreç olduğunu öne sürmek, onun matematiksel olarak çözümü olamayacağını söylemek, bunun Tanrı iradesi ile olduğunu söylemekle çok farklıdır.
  7. Arkadaşlar, bu kadar ön yargı ve refleksif davranış neden ? Okuduğunuzu bile anlamaya engel bu şartlanmışlığın kökeni ne ? Okuduğunuz her kitabı böyle anlıyorsanız, okumanın bir anlamı kalır mı ? Tolga Yarman, dünyaca tanınmış bir Fizikçi ve Nükleer mühendisdir. Adamın yazısında, '' Kader vardır '' diye bir ibare var mı ? Tam tersine, Modern bilimin ışığında Kaderin olmadığını, bir üst iradenin kaderi belirlemesinin olanaksızlığını, kaderin tayininde insanın belirleyiciliğini vurgulamış. Bence, tekrar tekrar okunmasında yarar var.
  8. AKIL, EVREN BİLİNCİNİN GERİSİNDEDİR! Prof. Dr. Tolga YARMAN BİLTES Bilim Teknik, Cumhuriyet 20 Haziran 1992 Kaç milyar ışık yıllık hacimleri tutan şu evrende; ne olduğumuz, nereden gelip nereye gittiğimiz; yeryüzünde ayaklarının üzerinde doğrulmasıyla birlikte, “ insan aklının” en ürpertili, en gizemli sorununu oluşturmuştur. Bu sorunun yanıtını; tam doyumlu olarak gelecek yüzyıllarda da veremeyecek olsak bile; insan aklıyla, onun ürünü bilimle, o arada matematik, fizik, yıldız fiziği (astrofizik) ve evrenbilimle (kozmoloji), ne kadar övünsek, azdır. Önceki yazılarımda; galaksimiz, güneş sistemimiz, gezegenimiz ve hayatiyetimizin; “kargaşanın”, “evrensel kaosun”, ürünleri olduğunu açıkladığım, okurun hatrındadır. 1,2,3,4 Bizler “tabiat anadan” evvel, “kaos ananın” çocuklarıyız. Tabiat ana, özellikle de “Dünya Doğası”; milyarlarca yıllık süreçlerin uzantısında kaosun, kaos ananın bir yapıtı olduğuna göre; kendimize, “kaos ananın torunları” diyebiliriz. Evrensel kaos, büyük patlamadan (bigbang-den) sonra, milyarlarca yıllık bir uğraşla, galaksileri, o arada milyarlarca galaksiden biri olan bizim galaksimiz Samanyolu’nu, burada da, yuvarlak ikiyüz milyar yıldızdan biri olan güneşimizi var etmiş. Güneşimizin etrafında gezegenleri, dünyamızı, bu sırada “tabiat ana”yı oluşturmuş. “Tabiat ana” ise, birkaç milyar yıllık uğraşla bizi doğurmuş. İşte, onun için, yeryüzündeki insanı, kendimizi, “kaos ananın torunu” sayabileceğimizi, belirtiyorum. Bulaşık, Yemek Soframıza Dönüşüyor!.. Bir tüp gaz sözgelişi, patlarsa ne olur? Gaz, çevresine, gitgide daha büyük hacimleri tutarak, yayılır. Büyük patlama sonrasında oysa, evren, tam böyle davranmıyor. Madde gitgide daha büyük hacimleri işgalede yazmışken; madde-madde arasındaki gök mekaniksel çekim kuvvetinden dolayı, galaktik topaklanmalar, bunun da uzantısında, gökadalar (galaksiler) oluşuyor. Başka bir deyişle, kaos gelişirken, kaosun sürüklediği unsurlar arasındaki iç özelliklerden, bilhassa da çeşitli kuvvetlerden dolayı, bu unsurlar bünyesinde, “düzenlilik” gelişebiliyor. Günlük yaşamımızda, düzenin kaosa yönelmesine, çok alışığız. Yemek yediğimiz zaman örneğin, güzelim sofra, bulaşığa dönüşüveriyor. Ama kaostan düzen oluşması ilk bakışta, bize, ters geliyor. “Yani, bulaşıktan; kendiliğinden; yemek soframızın; enva-i cins yemeğin; sağlık yansıtan renkle, tatla, kokuyla oluştuğuna” hiç tanık olmuyoruz. Oysa bakın, biz buyuz. Bunun da üstelik, mertebelerce ötesindeyiz. Kaosun, kaç aşmadan, milyarlarca yıllık uğraşılarla süzülmüş, görkemli yapıtlarıyız. “Evreni tek başına, bir madde ve enerji yığınağı olarak görmek”, fevkalade abestir. Maddenin gizemli iç özelliklerini, kurgularını ıskalarsanız; tek başına, “ enerjinin korunduğuna” ya da “ madde-enerji eşdeğerliğine” ilişkin ilkelerle, hiç bir yere varamazsınız. Evren Bilinci, Kaostan Geçerek, Yaradılışa Kavuşuyor... Kısaca, önceki yazılarımda kaydettiğim gibi, “ enerjinin korunması” ya da “madde-enerji eşdeğerliğinin” yanısıra, maddenin özünde “düzenlilik geliştirme hassası” vardır. Madde maddeyle nasıl bütünleşeceğini, nasıl daha üst bir örgütlülüğü yakalayacağını, geliştireceğini, nasıl bir “mimari” izleyeceğini bilmektedir. İnanır mısınız, bunun bir kadının bir erkeği, ya da bir erkeğin bir kadını istemesinden, ya da istemeyi bilmesinden, karakter olarak hiç bir farkı yoktur. Sanırım, kadınla erkeğin birbirlerini istemesi ve istemeyi bilmesi; madde örgütlülüğünün, bugün için yeryüzündeki nihai ve en müthiş bir aşamasını, oluşturmaktadır. Canlı bir alemin doruğunda, biri erkek öteki kadın, iki akıl birleşiyor; buradan yepyeni, cıvıl cıvıl bir başka akıl doğuyor. Evrende bu açıdan, “kendini” bilsin ya da bilmesin, “neyi, nasıl ne yapacağını bilen” bir “bilinç” olduğu; kaostan da düzenin işte böylesi bir “bilinçle” üretildiği, zahmetsizce onaylanabilir. Gerçekte kaos da düzenlilik de, aynı bilincin ürünleridir. “Kaosla” “düzenliligin”, günümüz yaşamı itibariyle, “iyilik” ve “kötülüğe” kadar açılan boyutları olduğunu tartışmıştım. 4 O nedenle “kaos” ve “düzenlilik” aynı bir bilincin ürünleri olsa da, aralarında “ölümcüllük” ve “yaşamsallık” kadar, keskin bir fark bulunmaktadır. Milyarlarca yıllık gelişmeler, sanki bize bir bakıma “evren bilincinin”, yani düzen oluşturma yönündeki kurguların, kaotik ölümcüllüklerle savaştığını, telkin ediyor... “Evrendeki egemen eğilim”; herşeyin mutlak ve sonsuz bir ıssızlığa, karanlığa ve ölümcüllüğe yöneldiğini, işaret ediyor.Yani, enerji korunsa da, “madde” gitgide dağılıyor ve “örgütlenme yeteneğini” yitiriyor!.. “Evrenin, maddenin örgütlenmesine ilişkin bilinci” ise, sanki “evrensel kaotik gelişmeyi” yavaşlatıyor, geriletmeye uğraşıyor. İşte, bu süreçte; galaksiler oluşuyor; yıldızlar oluşuyor; güneşimiz oluşuyor; böcek, kurt, kuzu oluşuyor; biz oluşuyor; aklımız oluşuyor. “Evren bilinci”; herşey evrensel kaosa doğru yuvarlanmakta iken; kaostan düzen oluşturma çabalarının, “en üst bir ödülü” olarak, canlının ve insanın, kaostan “yaradılışına” kavuşuyor. Ne uğraş, ne sevinç!.. “Evrenin bilinci”; gökmekaniksel galaktik sonsuz büyüklüklerde, ya da atomistik sonsuz küçüklüklerde, maddeyi, maddesel iç kurgu ve kuvvet özellikleri çerçevesinde olarak, düzenliyor. Bu güzelliği “evren kaos-düzenlilik” temalı yazılarımda, bundan önce dikkate getirdiydim. Yirmi milyar yıllık bir veren geçmişini, birkaç satırda özetlemeye “haddimiz” olursa, şöyle diyebiliriz: Evren bilinci, kaostan maddesel iç kurgular ve kuvetler aracılığıyla, sonsuz büyük galaktik boyutta da, sonsuz küçük atomistik boyutta da, düzen doğurmuştur. Milyarlarca yıllık süreçte madde, evren bilinciyle, gitgide daha üst örgütlülük düzeylerinde örülmüş, buradan dünya, doğamız, canlı, insan ve insan aklı oluşmuştur. Ne kadar çarpıcı, ne kadar coşkulu!.. İnsan Aklı Evren Bilincinin Gerisindedir!.. Şu var ki insan aklı, aklımız, hala daha genelde, evren bilincinin gerisinde görünmektedir.Bu, işte sanırım, acıdır. Akıl, aklımız, buna can veren evren bilincinin, içinde olduğumuz tarih kesitinde, bir çok özne itibariyle hayli gerisinde oluşunca; aklımız istisnai hallerde ne kadar dahiyane görünürse görünsün, son toplamda bugün için, milyarlarca yıllık düzen ürünlerini, hem de dahiyane biçimde “kaos uçurumlarına” savurabilecekmiş gibi durmaktadır. Bu savımızın temel iki örneği, “silahlanma yarışı” ve “sanayileşme süreçleri” olmaktadır. Silahlanma yarışı şimdi “duaksama” göstermektedir. Ama unutulmamalıdır ki, dünyamızı defalarca yok edebilecek kadar çok, onbinlerce “nükleer başlık” karada, denizde, havada hala daha, mevzilenmiş durumdadır. Nükleer başlıklar ateşlense, milyarlarca yıllık uğraşın ürünü olan dünyamız ve yaşamımız bir çırpıda, son bulabilecektir. Yeryüzündeki “sanayileşme” de, benzer bir çizgi sergilemektedir ve çok çarpıktır.. Bakteri, bitki, hayvan ve insana can veren doğal süreçlerle, uyumsuzdur. İşte neticede, sular atmosfer ve havamız “doğayla bağdaşmaz sanayileşme” yüzünden kirlenmekte, sağlıksızlaşmakta ve tanınmaz hale gelmektedir.. Ozon tabakası delinmektedir.3 “İnsan aklı”, henüz, kendisini var eden evrensel doğrultuları, kaostan düzen üretme mekanizmalarını, tam sezinleyememekte, idrak edememekte ve yaşama, bir türlü geçirememektedir. İnsan aklı, henüz, doğanın “kusurlu bir mahsulü” gibidir. O kadar böyledir ki, insanın dokusu kendisini kaostan var eden süreçlere rağmen, doğa dokusunu kaosa dönüştürmenin hababam tetiğini çekme dramını sergilemekten, sanki kendini alamamaktadır!.. Böyle bir dram, zaten yüzyıllardır, çok çeşitli boyutlarda yaşanagelmiştir. Harpler, taammüden cinayetler, her cins kötülük; silahlanma yarışının ve çevre kirliliğinin berisinde, anımsanası, temel olumsuz gelişmelerdir. Milyarlarca yıllık evren uğraşının, o arada insanlık tarihinin genel eğilimi; “iyiden” ve “düzen üretiminden” yana görünse dahi; insan aklının olumsuz eğilim ve icatlarının, insanı sonuçta, kaotik uçurumların kenarına, adeta, bir daha var olmamacasına getirdiğini, anlamamız gerekiyor. Üst Akıl Evren bilinci; ya da, ister sonsuz büyüklüklerdeki gök mekaniksel kuvvetler, ister sonsuz küçüklüklerdeki elektriksel ve nükleer kuvvetler, enerji ve maddenin kurgusal iç özellikleri olarak; birçok aşamada, maddenin düzenlemesi, örgütlenmesi sonucunu, doğuruyor. Örgütlü madde unsurları, maddenin, daha üst örgütlülük hallerini yakalıyor, dokuyorlar. Evren bilinci sonuçta, atom aklını, molekül aklını, hücre aklını, bitkiler ve hayvanlar aleminin nice cins aklını, nihayet insan aklını, doğuruyor. Bu noktada dikkate getirmeğe çalıştığım savı vurgulamak istiyorum. Sözünü ettiğim oluşum, belli bir doğrultuyu işaret ediyor. Nedir ki, özellikle “insan aklı” aşamasında (düzenlilik oluşumundan yana egemen doğrultu, hala daha geçerli olsa bile); “kaos-düzenlilik” doğrultusu, “düzenlilik-kaos” doğrultusu olarak, ters yönlü ve hayatiyetimiz açısından fevkalade tehlikeli biçimde gündeme gelebiliyor. İşte bu nedenledir ki, insan aklının, milyarlarca yıllık “kozmik uğraş” uzantısında, daha hala evren bilincinin gerisinde bulunduğuna dair kaygımı dile getirmek istedim. Ama, bu olguyu saptamak ve onu gidermek üzere önlemler düşünmek, kaostan düzenlilik yaratan evren bilincinin, zorlu doğrultusuyla özdeşleşmek, anlamını taşıyor. Aklın kendisini, kendi yeteneği ile iyileştirip güçlendirmesi, onu, gitgide daha donanımlı mertebelere taşıyabiliyor.5 İnsan aklının, gelecek yüzyıllardaki aşaması; evren bilincinin, “birbirinden mutlu şiirselliklerin” kaynağı, “kaos-düzenlilik doğrultusunda” gelişecek “üst akıl”, olabilecek gibi durmaktadır.. Eğer insan bu süreçte, kendi kendini mahvedebilecek “dahiyaneçılgınlıkların”önünü, “yok etme” ve “yok olma” isterisinden kurtulup, alabilirse, tabii... Evren bilinci kaostan; galaktik, atomistik, moleküler boyutlarda “maddesel düzenlemeler” uzantısında, “eğilimleri” ve “güdüleriyle” bitkileri ve hayvanları var etmiştir. Daha sonra insanı ve insan aklını yoğurmuştur. “Biz, evren bilincinin; insan aklından, insan aklıyla “üst aklı” ördüğü, bir süreçte yaşıyoruz. İşte böyle.. Dehşetli, değil mi?.. 1.“İnsan kendi Özü kaosa Geri mi Dönüyor?”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Aralık 1990. 2. “Temel Parçacıklardan Canlıya, Düşünceye, Duyguya, Maddenin Halleri”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Haziran 1991. 3. Çevre Kirliliği Kaçınılmazlık Değildir!”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 11 Ocak 1992. 4.“Uzaysal Düzen, İyilik, Kötülük”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Şubat 1992
  9. instantkarma şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Bilim Felsefesi
    Sayın Demirefe, Modern ve Klasik determinizm ayrımını nerden çıkarıyorsunuz ? Buna kaynak verebilecek misiniz ? Zira, Literatürde böyle bir sınıflama yok. Poincare, 1900 yılında, o zamana kadar güneş sisteminin kararlı olup olmadığının belirlenemeyeceğini gösterdi. Modern determinizmin değil, modern matematiksel astronominin babası olarak tarihe geçti. Kaos’u matematik literatürüne sokan Poincaredir. Okuduğunuzu söylediğiniz Science et Methode adlı yapıtında bunu anlatıyor zaten. Dolayısıyla, o dönem Determinizm’e sarsılmaz inanç yaralanmıştır. Kararlılık, kontrol teorisinde önemli bir konudur. Bugün kullandığımız bir çok otomatik makine, Lineer kontrol ( digital ve Analog ) kuramına göre yapılır. Bu sistemlerde, kararlılık, çok önemlidir. Geri beslemeli lineer sistemlerde, kontrol edilebilirlilik yani belirlenebilirlik, hayati önem taşır. Bunun için matematiksel kararlılık kriterleri (Routh, Hurwitz ve Liapunov vs. ),oluşturulmuştur. Sistemin kararsız olduğu nokta ve bölgeler, non-lineerleştiği ( analog olmayan ) yani sistemin lineer kaldığı gerek ve yeter şartların dışına çıkılan durumlardır. Bu da gerçek hayattır. Mühendislik, lineer durumlarla ilgilenir. Çünkü, analitik çözüm bulunan aralık lineerlik aralığıdır. Kontrol edilemeyen durum belirlenebilen bir durum değildir. Siz başlangıç koşullarını, süper ölçüm aletleriyle nereye kadar bir hassasiyetle belirlemiş olursanız olun, sonucu epsilon aralığında %100 belirlenim mümkün olmamaktadır. Bu bizim deney aletlerimizle ilgili bir kusur değil, bizatihi, Laplace şeytanı gibi bir dış gözlemci açısından da belirlenebilen bir olgu değildir. Bu matematiksel bir olgudur. Yani, Kaosda insanlar açısından bir belirlenimcilik olmadığı gibi, evrenden soyutlanmış ( mümkünse ) bir varlık açısından da mümkün görünmemektedir. Kuantum için aynı şeyi söyleyemem. Ordaki durum, bizim açımızdan bir belirlenemezlik içeriyorsa da, dış gözlemci bir varlığa göre ( mümkünse tabii ) belirlenebilirlik olası.
  10. Konuyu burada tartışmamaya karar verdiğimize göre, bu söylediklerinize cevabım, aşağıdaki linkte, BİLİM FELSEFESİ konusu içindeki, BİLİMSEL DETERMİNİZM başlığı altında verilmiştir. Bu konudaki tartışmamız aşağıdaki linkteki başlıkta devam edecektir. -BİLİMSEL DETERMİNİZM-
  11. instantkarma şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Bilim Felsefesi
    ... Burdan itibaren yazdıklarımızın okunup da bağlantı kurulabilmesi için, sayın Demirefe ile 'Din olmadan önce de Ahlak vardı ' başlığındaki determinizm tartışmamızın başlangıcı aşağıdaki linktedir ; Başlangıç Ve bu başlığa atlamadan önceki son mesajlarımız : Son
  12. Yani, siz, Etik bilimdir derken, Aristo’ya kadar ki süreçten mi söz ediyordunuz. ? Demek ki, şu anda Etik’in Felsefe konusu olduğunu kabul ediyorsunuz, tebrikler! Ama şimdi, tartışmamızın konusu, bilim mi felsefeyi döver, felsefe mi bilimi döver miydi ? Hem konu dışına çıkıyorsunuz, hem de farklı alanlar olduğunu daha önce sizin de onayladığınız kurumları aynı kulvarda gösterip yarıştırmaya kalkıyorsunuz.
  13. instantkarma şurada bir başlık gönderdi: Dini Konular - Din - Dinler
    KADER VAR MI: DETERMİNİZMA GÖRECELİİR!.. Prof. Dr. Tolga Yarman, BİLTES Temmuz 1992 “Seyretmekte bulunan” bir olayın, “dışarıdan” nasıl bir gelişme göstereceğini “kestirmekle”... Bu olayın, bizzat içinde bulunarak muhtemel gelişmeler karşısında, ona çeşitli derecelerde “yön vermek” arasındaki, “karakter farklılığına”, dikkat etmeliyiz. Aslında “determinizma” başka bir deyişle, “kestirebilirlilik”, şablonun kökeninde, seyir halindeki bir olaya, “bunun dışından bakıyor olma”, kabulü vardır. Belli bir hızda ve belli bir eğimde olarak atılan taşın veya top mermisinin nereye düşeceğini kestirirken, “olaya bunun dışından bir gözlemci olarak bakmakta olduğumuzu”, vurgulamalıyız. Tanrısallık, Evrene Dışarıdan Bakılabilirlikle Eşdeğerdedir !.. “Evrensel nedensellik”, olayların bağlı olduğu yasalarla başlangıç koşullarının bilinmesi halinde, evrenin geleceğinin, herhangi bir anda kestirilebileceğini öngörür. Burada, sanki gerçekten olabilirmiş gibi, tüm evrene bunun dışına çıkarak bakabilecek olduğumuz, varsayımına, yüklenilmesi esastır. Zaten Tanrı kavramı, “evrenin bir parçası” olarak, düşünülemez... “Tanrılık”ta, yaratma görevi bulunacağına göre, “yaratmadan öncesi” de, bulunmak durumundadır. Yaratmadan öncesi ise, evrenin öncesi, yani “evrenin dışında” olmaklıktır. İşte bu nedenle “evrensel nedenselliğe” bağlı determinizma, yani “belirlilik”te, herşeyi dışarıdan seyredebilecek yaratıcı bir özne, yani bir “Tanrı” çıkmaktadır, karşımıza. Eğer ancak böyle ise, yani gerçekten evrendeki olayların tabi olduğu yasalarla başlangıç koşullarını, dışarıdan bilebilecek bir özne mevcutsa, klasik anlayışa göre, gelecek her an kestirilebilecek... Yani “determine” olacaktır. Burada vurgulamaya çalıştığımız ana fikir, “determinizma” yani “kestirilebilirliliğin”; herşeyden önce, olayların dışarıdan ve eksiksiz bir algılamayla izlenebileceğine dair, varsayım üzerine, kurulmak durumunda olduğudur. Ya bu olanaklı değilse?.. Yani bir maçta tribünlerde, herşeyi tahmin edebilecek deneyimli, bilgili, akıllı bir “seyirci” değil de... Sahada “oyuncu” isek, acaba durum, aynı mıdır?.. Seyirci ve Oyuncu Sahadaki oyuncu, tribündeki seyirciden çok farklı olarak, iki şeyi birden yapar... Birincisi, “gelişmeyi takip eder”... İkincisi, “gelişmeye müdahale” eder, ona dahil olur... Adı üzerinde “oyuncu”dur... Topu izler... Topun, ulaşacağını kestirdiği yere koşar... Topu yakalar... Şut çeker... Topa hakimiyette, “belirlemecilik” üstlenir. Oyun içinde, oyunu yalnız takip eden değil... Oyun kuran... Oyun geliştiren... Karşılık veren, bir “müdahildir”, o... Oyunu tribünlerden izleyen “seyirci” ise, tüm oyun ve oyuncularla birlikte oyunun nasıl gelişeceğini, belki kestirebilir... Ama hiç bir şekilde (doğrudan) “müdahil”, değildir. Bu anlamda oyuncu ve oyun, tribündeki seyirciye göre, belki “kestirilebilir”, “belirli” ya da “determine” olabilir... Ancak “oyun içinden” bakıldığında; “oyuncu” bir oyun öznesi, bir müdahil olarak, “kestirebilir” değil... Oynayan, yani “belirleyen”, yani “determinan” veya geleceği bizzat inşa eden, kuran biri olmaktadır. Konuya böyle bir değerlendirmeyle yaklaşınca... Sahadaki oyuna, tribünden seyirci olarak bakılmasıyla... Oyun içinden müdahil olunması arasında, çarpıcı bir karakter farklılığı olduğu, ortaya çıkmaktadır. Yineleyelim... Oyun ve oyuncuların akibeti, tribündeki seyirciye göre “belirlenmiş”, yani “determine” olabilir... Ancak oyuncular açısından bakıldığında, oyun “oynanmak” durumundadır ve oyuncular “determine”, yani “belirlenmiş” değil, “determinan” yani “belirleyici”dirler. O halde “belirli olmaklık”, söz konusu olayın dışında ya da içinde olmakla, değişmektedir. Başka bir deyişle “kestirebilirlilik”, ancak olayın dışında ve onun “müdahili olmamakla” mümkündür. Öteki türlü, “oyun içinde” olunmakta... Bu açıdan bakılınca da, “belirlenebilir” değil, “belirleyen” konumunda bulunulmaktadır. Demek ki “determinizma” yani “belirlilik” görecelidir. “Determinizma”, teknik bir deyişle söyleyecek olursak; olayın dışında, seyirciye- ilişkin-referans-sisteminde geçerli olmakta... Oyun içinde, oyuncuya-ilişkin-referans- sisteminde ise, bu sistemde ”oyuncunun” belirlenmiş değil, “belirleyen” olmaklılığından dolayı, geçerliliğini, yitirmektedir. Bu nedenledir ki “determinizma göreceli” olmaktadır. Böyle bir bağlamda, önceki bir yazımızda dikkate getirdiğimiz “öz mü önce gelir, yoksa varoluş mu?” türünden, bir soruyu sormak, gereksiz olmaktadır 1,2 ... Nihayet, neden “öz” ya da “varoluştan”, birini, ötekinin mutlakta önüne çekmeliyizdir. 1 T. Yarman, “Sartre’ın Varoluşçuluğu ve İrade”, Cumhuriyet Bilim Teknik, Ağustos 1992 2 T. Yarman,”Determiznizma Görecelidir: Evrensel Bilince Karşı Özgür İstenç – Özgür iradeli Kişi ya da Toplumlar, Geleceklerinin Tutsağı Değil, Efendisidirler!”, Rapor, BİLTES, 1989. Öz ve Varoluştan Hiçbiri Dış Gözlemciye Göre Öncelikli Değildir ! Gerçekte, “öz” ve “varoluş” birlikte olmaktadırlar. “Varoluşla” beraber, “özün” mevcut bulunmadığına hükmetmek uygun değildir. “Varoluştan” sonra, onun için “özün”, var olan tarafından doldurulmadığını, iddia etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla, sorunumuz “öz” ile “varoluşu”, kronolojik açıdan tasnif etmek, olmamalıdır. “Öz varoluştan önce gelir” diyorsak... Var olana, dışarıdan gizlice, “kestirimi şaşmaz” bir seyirci olarak, bakıyoruzdur. “Önce varoluş, sonra öz” diyorsak... O takdirde... İçinde “müdahil” olarak bulunduğumuz bir olayın - olabilirse- dışımızdan kestirilebilirliğin; olay zarfında, “irademizin hükmünü icra etmesine”, pratikte bir etkisi bulunmayacağını, varsayıyoruzdur. Sorunumuz, o halde “determinizmanın”, yani “iradenin kestirilebilirliliğinin”, hangi referans sisteminde bulunup, hangi referans sisteminde bulunmayacağını, saptamaktır. İşte böyle bir çerçevede: -Determinizma görecelidir, savını geliştirmekteyiz. Karşılıklı İradeler Cuzi (yani küçük) irade hükmünü, icra etmekteyken, külli (yani büyük ya da Tanrısal) iradeden, bahis, o halde abestir. “Büyük” ya da “daha az büyük bir irade” yoktur, demek istiyor değiliz. Onun karşısında, “küçük irade” yenilmez , demek istiyor da değiliz. “Küçük irade” başka bir yandan, hükmünü icra ederken, “daha büyük bir iradenin” etkisi altında bulunduğunu göremez, bilemez, demek istiyor da, değiliz. Nedir ki “küçük irade” açısından söz konusu tüm olumsuzluklar geçerli olsa bile... O “hükmünü” yine, herşeye, büyük iradenin olabilecek “azametine” rağmen, icra etme özelliğine, işlevine ve –ne kadar sınırlı olursa olsun- yetisine sahiptir, demek istiyoruz. Böyle bir bağlamda işte “külli”, yani “Tanrısal iradenin”, hükmünü icra etmekte bulunan, “küçük irade” üzerinde “tam ve kesin hakimiyetinden” bahis de, abes olmaktadır, diyoruz. Ayrıca, oyun dışındaki “mükemmel-bir-kahinin” oyunun seyrini; gerek “modern atom kuramı”, hatta gerekse kesin belirlilik çerçevesinde olmakla beraber kaotik gelişmeler öngören “kaos kuramı” itibariyle, hiç bir zaman “tam” kestiremeyeceği, burada belirtilmelidir. Demek ki, olsa olsa “karşılıklı iradeler” olmaktadır ve herhangi bir “yaptırım doğrultusu”, bunların bileşkesi olarak, meydana gelmektedir. Her irade bir “hüküm” icra edebilme yeteneğindedir. Her irade bir “oyuncu”, bir aktör, bir özne, bu anlamda kudreti az ya da çok sınırlı bir tanrıdır. Bir irade, belki başka bir irade tarafından, bir ölçüde kıstırılabilir... Akibeti itibariyle, bir ölçüde kestirilebilir... Ancak küçük irade açısından bakıldığında, o, hükmünü icra edecek olan... Yazgısını, geleceğini, ne kadar sınırlı ölçekte olursa olsun, belirleyecek olandır. Küçük irade hükmünü, icra etmekteyken... Özellikle de onun açısından bakıldığında “genel bir determinizmadan” söz etmek, anlamsiz olmaktadır. Çünkü kendi konumunda belirleyici yani “determinan” olan, bizatihi odur. “Benim yazgım belli”, deyip hareketini durdurarak duraksamaya koyulan bir öznenin akibetiyle... Koşullar ne kadar olumsuz olursa olsun, “oyununu” kişilikle oynamaya devam eden, öteki aynı yapıdaki bir öznenin akibeti, hiç aynı değildir. Yani hangi olumsuz koşullarda olursa olsun ve “inisiyatif” elden ne kadar kaymış bulunursa bulunsun, “teslim olan” bir özneyle... Teslimiyeti sonuna kadar reddeden, ilkiyle aynı yapıdaki ikinci bir öznenin alacakları sonuç, çok farklı... Bazen de birbirine, taban tabana zıttır. Dışarıdan bakıldığında belli bir öznenin davranışlarının “kestirilebilecek” olmasının, bu öznenin davranış sisteminde hiç bir önemi kalmamaktadır. Özne, dışarıdan bakıldığında “belirlenmiş” olabilir. Ama o, kendi sisteminde oyuncu, müdahil yani (belirlenmiş değil), “belirleyen” olmaktadır. O halde: - Determinizma görecelidir!.
  14. Dogmanın ne olduğunu bir kez daha hatırlarsak, ‘Genelde deneyle kanıtlanamayacak olgulara bağlı olarak değişmez kabul edilen mutlak gerçeklerdir.’ Bu durumda, güvercinlerin yada maymunların merdivene çıktıkları zaman, elektrik şokuna maruz kalmaları veya maymunların diğer maymunlardan dayak yemeleri, doğrudan sebep-sonuç ilişkisine dayanan bir durum. Yani, ben de dayak yesem ben de çıkmam merdivene. Bu direk koşullanmadır. Deneyle doğrudan kanıtlanabilecek bir olgudur. Günlük hayattan örnek verirsem, diyelim evdeki eşyaların yerini değiştirdiğimizde, mesela, bir kömür sobamız var, hep sıcak ve her dokunduğumuz da elimiz yanmış. Ama sobanın yerini değiştirdiğimizde, ilk birkaç gün, sanki soba hala oradaymış gibi o taraftan geçerken çekiniriz. Bu koşullanmadır.Sebep-sonuç ilişkisine göre, beyinciğimize yerleşmiş, otomatik bir davranıştır. Bir hafta sonra yeni duruma göre, bu davranışımız sönümlenir. Çünkü, artık ordan geçerken yanmıyoruzdur. Yani, deneyle doğrulanabilir bir durum vardır ortada. Dogma olabilmesi için ise, hiçbir zaman deneyle doğrulanamaması gerekir. İyi insanların eli sobaya dokununca yanmaz gibi… Öncelikle, Felsefe, hangi fikir bilime daha çok faydalıdır diye bir soru sorup cevap aramaz. Felsefe, en genel anlamda, değerlerle ve bu değerlerin kaynakları ile ilgilenir. Epistomoloji de Bilgiyi sorgular. Hangi bilgi, doğrudur, gerçektir, kökeni nedir gibi.. Ve en temel soru da ‘ dogma yada bilimsel bilgi mi geçerlidir ’ değil, ‘ akılla elde edilen mi ( Rasyonalizm ) yoksa deneyle elde edilen ( Amprisizm ) bilgi mi doğrudur ‘ sorusudur. Bu okullardan seleksiyona uğrayıp da halen devam etmeyen yoktur.
  15. Sayın Demirefe, 2 K’yı bilmiyorsunuz ve bilime muhtaçsınız laflarını ortaya söyledim diye sıyrılmaya çalışan sizsiniz. Evet, ben lafımı direk size söyledim, bunda alınacak bir şey yok…Biliyorsanız , bildiğinizi anlatmaya çalışırsınız. Ayrıca, sizin kaos’un dört kuvveti birleştireceğini dediğinizi de söylemedim. Söylediğim, 4 kuvvet birleşse ve kuantumun doğası çözülse de, determinizmi kurtarmaya yetmeyeceği, çünkü, determinizmi ihlal eden, Kaosun yasalarla değil, süreçlerle ilgili olduğunu ortaya koydum. Yani, Kaosun yada Kuantumun, temel yasalarla bir alıp veremediği olmadığını, sorunun bir süreci betimleyen sistemlerle ilgili olduğunu söylemeye çalıştım. Bu süreçlerin, belirlenimciliğe, gerekirciliğe, nedenselliğe darbe vurduğunu anlatmaya çalıştım. Daha Türkçesi, bir olayın sonucunu hesaplayamıyorsak, yada sonuçtan giderek nedeni budur diyemiyorsak, determinizmin geçerli olduğunu iddia etmemizin gerekçesinin kalmadığını söylüyorum. İyi ama, bunları okuduysanız, determinizm konusunda diretmemeniz gerekir. Zira, Hadamard, Duhem, Poincare, dinamik sistemlerin kararlı olup olmadığının belirlenemeyeceğini yani öngörülemezliğini ispatlayan ( determinizmin belirlenimciliğinin ihlali ) adamlar. Hatta, bunu ispatladığı için ödül alan Poincare! Neyse, bu tartışmayı ilgili başlıkta sürdürsek daha iyi olacak Orada da, daha önce cevap vermiştim size , sanırım görmediniz.
  16. Doğunun tanrısız dini: Budizm Barış ve huzur arayanların dini öğretisi Budizm, Tibet'ten Myanmar'a kadar Asya'nın otoriter rejimlerinin tehdidi altında. Budha kendisinin sadece bir insan olduğunu söylüyor ve hiçbir zaman ilahlık iddisında bulunmuyordu. Fakat öldükten sonra talebeleri onu tanrılaştırarak onun adına tapınaklar kurmuşlar; heykellerini yaparak tapmaya başlamışlardır. Asya’da milyonlarca insan, Nirvana’ya ulaşmak amacıyla her türlü dünyevi isteklerin yok edilmesini öngören Budha’nın yolunu takip etmektedir. Peki gerçek adı Siddharta Gotama olan Budha’nın 250 yıllık öğretisinin özü nedir? 2500 yıl önce Hindistan’da hüküm süren bir hükümdarın oğlu tarafından oluşturulan “Budizm”, günümüzde binlerce insanı peşinden sürüklüyor. Bu din “yaratan”ı kabul etmiyor, dünyanın bir başı ve sonu olduğuna inanmıyor ancak her tür canlıya sonsuz saygı duyulması gerektiğini belirtiyor. Bugün Batı dünyasında Budizm’i bu denli ilginç kılan en önemli özelliği, felsefi ve barışçıl yanının çok güçlü bir vurguya sahip olması. Kral Suddhodana ile kraliçe Maya’nın oğlu olarak Hindistan’ın kuzeyinde doğdu. Asıl adı Siddharta Gotama olup sonradan one verilen Budha adı, münevver (aydın), ilhama kavuşan anlamına gelmektedir. Oğlunun kendisi gibi bir kral olmasını isteyen Suddhodana da onu dine yöneltebilecek her şeyden uak tutmaya çalışır. Hükümdar, onun hayatın acı yönlerini görmesini engellemeye ve zevk içinde yaşatmaya çabalar. Gotama hayattan bekleyebileceği her şeye sahiptir. Hazineler, en iyi eğitim, cariyeler, her türlü eğlence... 16 yaşındayken evlenen Gotama, 29 yaşına gelene dek bu zevk ve sefa içerisinde, saraylar dışındaki hayattan habersiz olarak yaşar. GERÇEK YAŞAMI FARKETME Rivayete göre günlerden bir gün, Gotama hizmetçisi ile birlikte bir saraydan diğerine giderken karşısına çok yaşlı, iki büklüm olmuş bir ihtiyar çıkar. Bir süre sonra da hastalıktan eriyip tükenmiş bir adama rastlar. Daha sonra da bir cenazeye şahit olur. Ve son olarak da gezgin bir derviş görür. Gotama, bu yolculukta hayatın zevk ve eğlenceden ibaret olmadığını anlar. Artık hayatın üç acı yanını tanımıştır: yaşlılık, hastalık ve ölüm. Bir de tüm bunlardan uzakta gibi görünen ermiş... Yeni doğmuş çocuğunu, karısını ve tüm zenginlik ve eğlenceyi geride bırakarak bir gece gizlice saraydan ayrılır. YENİ BİR DİNİN OLUŞUMU İlk olarak Meditasyonu ve Atman öğretisini öğrenir. Daha sonraları tanıştığı beş çileci ile beraber uzun müddet çileci bir yaşam yaşar. Çilecilikte ölümün eşiğine gelene dek kendisini zorlar. Buna rağmen aradığı gerçeği bulmaktan çok uzak olduğunu görünce hayal kırıklığına uğrar ve çileciliği bırakır. Ona göre ne aşırı haz düşkünlüğü, ne de aşırı çilecilik insanoğlunu saf gerçeğe eriştiremezdi. Ama bir yol olmalıydı. Nihayet 35 yaşındayken Nerancara Nehri kenarında bir incir ağacı altında oturup meditasyon yaptığı sırada zihninin aydınlandığını, ilhama kavuştuğunu söylemiştir. Çok sıkı bir mücadelenin ardından aydınlanmaya ulaşır ve Budha (aydınlanmış kişi) olur. Bundan sonra öğretisini insanlara anlatmak ve kurtuluş yolunu göstermek üzere vaazlar vermeye başlar. Kendisine mürit olan kişilerce bir dervişlik örgütü kurulur ve böylelikle Budizm doğmuş olur. 80 yaşında ölünceye kadar fikir ve düşüncelerini yaymaya çalışır. Budha’ya göre, Brahman inanışı bozulmuş ve simgesel bir putperestliğe dönüşmüştü. Onu dinleyenler, bu yeni düşüncelere hayran olup ve arkasından gittiler. Böylece Budizm adı verilen yeni bir din meydana geldi. Budha kendisinin sadece bir insan olduğunu söylüyor ve hiçbir zaman ilahlık iddisında bulunmuyordu. Fakat öldükten sonra talebeleri onu tanrılaştırarak onun adına tapınaklar kurmuşlar; heykellerini yaparak tapmaya başlamışlardır. Böylece, Budizmin putperestleştirildiği söylenebilir. Budizm konusundaki yanlış anlaşılmaların nedeni ise daha çok tarihsel olaylara dayanır. 19. Yüzyıl’da Doğuda Hristiyanlığı yaymaya çalışan misyonerler buradaki yerel dinleri de incelediler. Ancak bu inanç sistemlerini Batı’ya tanıtırken kendi dinlerine ve mantık anlayışlarına göre yorumlamaya kalktıkları için bir takım önyargı ve yanlışlıkların yayılmasına da neden oldular. YENİ DİNİN İÇERİĞİ Budizmde evrensel bir tanrı inancı yoktur. Budistler ise Budha’nın kendisini bir nevi tanrı yerine koymaktadırlar ki politesit Hindu inancından dolayı bunu yaptıkları düşünülebilir. Budizme inanmış bir kişinin başka canlılara zarar vermekten, hırsızlık yapmaktan, yalan söylemekten, alkol ve uyuşturucu madde almaktan kesinlikle kaçınması gerekir. Budist rahiplerin saçlarını tıraş etmeleri gerekiyor. Rahiplerin bir kadınla cinsel ilişkiye girmeleri, eğelence amaçlı gösterilerde (tiyatro, sinema vb) bulunmaları kesinlikle yasak. Rahiplerin ayrıca vejeteryan olmaları da şart. NİRVANA'YA ULAŞMA Nirvananın kelime anlamı “ateşin sönmesi”dir. Kastedilen ateş ise nefret ve tutku ateşidir. Budha, ateşin kendi yakıtını yakıp tüketmesi gibi tutkuların da insanı yakıp tükettiği üzerine sürekli vurgu yapmıştır. Bu nedenle, isteklerinden arınmış ve karmanın bağlarını koparmış bir kişinin yaşantısına bu ad verilmiştir. Nirvana Budizm’in en üst noktasıdır. Oraya ancak iyi insanlar varabilir. Ruh orada huzur ve mutluluk bulur. Budizm’de ruhların bir bedenden başka bir bedene geçiş yaparak dünya hayatına devam etmeleri inancı esastır. Olgunlaşma ve ruhun yükselmesi için tekrar tekrar dünya gelerek yeni bedenlerde can bulan insan; nirvanaya ulaştıktan sonra artık evrensel bütünlüğe eriştiği için tekrar dünyaya gelmek “yükünden” kurtulmuş olur. Nirvanaya varmak için Budha’nın önerdiği “Sekiz Basamaklı Yüce Yol” şöyle tanımlanır: 1. samyag-drişti: tam görüş 2. samyag-samkalpa: tam anlayış 3. samyag-vak: doğru konuşma 4. samyag-karmanta: tam davranış 5. samyag-ajiva: doğru yaşam tarzı 6. samyag-uyayama: tam uygulama 7. samyag-smriti: tam bilinçlilik 8. samyag-samadhi: tam uyanıklılık Budizmdeki dört esas düşünce: 1. Hayat, ıstırap ile doludur. Zevk ve sefa, bir hayal, bir aldatıcı rüyadır. Doğum, ihtiyarlık, hastalık ve ölüm de acı bir ıstıraptır. 2. Bu ıstıraplardan kurtuluşa mani olan şey, bilgisizlik yüzünden kapıldığımız hevesler ve ne olursa olsun ‘yaşamak’ arzumuzdur. 3. Istırabı yenmek için, bütün geçici heveslere birlikte ‘muhakkak yaşamak’ arzusunu da terk etmek gerekir. 4. Yaşama hevesinin sönmesi ile, insan rahata kavuşur. Bu hale “Nirvana” ismi verilmektedir. Nirvana hiçbir hevesi ve ihtirası olmayan bir insanın, dünya zevklerinden elini çekerek kutsal istirahata kavuşması demektir. Budha, Brahman (Hindu) inanışındaki bütün sınıfları reddeder. Brahman sınıfının otoritesini tanımaz ve onlara ayrı bir üstünlük vermez. Bütün insanları eşit sayar ve onlara aynı hakları verir. Brahmanlardaki paryaları bağrına basar. Ancak insanların çok kusurları olduğunu ve ancak aza kanaat ederek, kimseye fenalık yapmayarak, oruç tutarak bu günahlardan kurtulacaklarını telkin eder. Alıntı: -www.guncel.net-
  17. Sayın Demirefe, herşeyi bilmek mümkün mü ? Benim bilmediğim çok şey var. Bunu kabul etmek erdemdir. Bilim adamı tavrı zaten tevazüyu gerektirir. Aşağıda, beni bilim karşıtlığı ile aşağılayarak suçlayan siz değilmiydiniz ? Lütfen, bütün formülleri yazın. Bundan çok memnun olurum. Üzerinde tartışmak daha anlamlı olur gerçekten. Yalnız, seviyeyi korumak şartıyla Saygılarımla.
  18. Demirefe arkadaşımızın verdiği kaynaktan ( Anadolu Üniversitesi resmi sitesi, -akillisinif.anadolu.edu.tr-) bilerek alıntılamadığı son kısmı da ben buraya alıntılayayım: Etik bir bilimse, demekki tarih boyunca Etik'e katkısı olan aşağıdaki filozoflar aslında Bilim adamlarıymış. Söz ettikleri şeyler, hep 'nasıl olmalı' ile ilgili konular olduğu halde ETİK TARİHİ, BAŞLICA FİLOZOFLAR VE DÜŞÜNCE AKIMLARI Antik çağ veya eski Yunan filozoflarına göre Etik kuramlarının ilk kez SOFİSTLER tarafından tartışılmaya başlandığını biliyoruz. Pozitif taraftan konuyu ele aldığımızda ilk kez PROTOGORAS (Abdera, M.Ö. 480): İyinin öznel (subjektif) olduğunu ifade eden şu sözleri belki etik tarihinin de ilk önermesi olmuştur; İNSAN HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜDÜR (yani bütün davranışlarımıza esas aldığımız bireysel “iyi” pozitif anlamda insan beyninin ürünüdür ve bir grup insan bir araya gelerek sosyal bir yapı oluştuğunda ortaya konan ahlaki kurallar da bundan türemektedir). Negatif taraftan ise; GORGIAS (Leontini, M.Ö.483) (“iyi” ve “doğru” insanın aklındaki öznel değerler olduğundan, bunlar sadece sınırlı bazı duygulardan ibarettir) BAŞKA BİRİNİN “İYİ”LİĞİ BENİM DAVRANIŞLARIMIN SONUCUNU BAĞLAMAZ (Şüphecilik ve egoizm) Sofistlerden sonra bireyi etik davranışın temel öznesi olarak algılayan filozoflar ortaya çıktı. Bunların başında Sokrates sayılmalıdır. SOKRATES (Atina, M.Ö. 469-399): Protogoras’ı negatif algılayan Gorgias ve buna bağlı egoist felsefecilere karşı olan SOKRATES Etik biliminin de kurucusudur. Aşağıdaki görüşler halen de geçerliliği olan temel görüşlerdir: ERDEM BİLGİDİR (dolayısı ile öğrenilir ve öğretilebilir); BİLGİLİ OLAN ONA GÖRE DAVRANIR; KİMSE GÖNÜLLÜ OLARAK KÖTÜNÜN İZİNDEN GİTMEZ; ERDEMSİZLİK SADECE İHMALDEN DOĞAR; İNSAN SADECE KENDİNİ TANIYARAK ÖZGÜRLÜĞE ULAŞABİLİR; KENDİ RUHUNDAKİ TUTKULARI ÖĞREN VE ONLARI DENETİM ALTINA AL Kİ AKIL YOLUNA ULAŞABİLESİN Sokrates felsefe okulunun çok sayıda öğrencisi ve izleyicisi olmuştur. Bunları iki ana grupta incelemek yerinde olmaktadır; Kinikler (Sinikler) Sirenaikler ANTISTENES ARISTIPPUS Yaşamın en üstün “nihai sonu” ERDEM’dir Tek somut “iyi” keyiftir. O halde ACI Çekmek ERDEM’e ulaşmanın en iyi yoludur akıllı bir kişi yaşamdan ne yapıp etmeli ve en büyük keyfi almalıdır. SOKRATES’in öğrencileri, Sokratik düşünce okulları PLATO (M.Ö. 427-347) Bireysel ve sosyal “iyi”yi ve aralarındaki ilyişkiyi tanımladı. “Devlet- Republic adlı ünlü kitabında kent ve devlet önetim düzeninde toplumsal katmanlarını ele aldı. Plato’ya göre; Devletlere ait dört ana erdem; Akıl, güç/cesaret, duygusal akıl, adalet kavramlarıdır. Bunlar arasında adalet en üstün erdem olup diğerlerini de içine alır. Aynı zamanda birey de “adil” olmak zorundadır. Plato, SOSYAL VE BİREYSEL “İYİ”Yİ TANIMLAMIŞTIR. İDEAL BİR DEVLETTE HÜKÜMDARLARIN TANIMINI YAPMIŞ, ONLARIN HEM FİLOZOF, HEM AKLA ÇOK ÖNEM VEREN VE ONU ENTELLEKTÜEL ÖNGÖRÜ İLE BİRLEŞTİREBİLEN, PRATİK ZEKASI YÜKSEK KİŞİLER OLMASININ GEREKTİĞİNİ BELİRTMİŞTİR. YÖNETİCİNİN EDEBİYAT, SANAT, JİMNASTİK, MATEMATİK (bu genellemeler ve ayrıntılar arasında doğruyu bulma yeteneği verir) KONULARINDA EĞİTİLMİŞ, CESARET İÇİN İSE SINANMIŞ KİŞİLER OLMASI GEREKTİĞİNİ İFADE ETMİŞTİR. ÜST DÜZEY YÖNETİCİNİN İLETİŞİM ESASINA GÖRE YAPILAN AKIL TESTLERİNDEN GEÇİRİLMESİ VE BU TESTLERDE EN BAŞARILI OLANLARIN SEÇİLMESİ GEREKTİĞİNİ SÖYLEMEKTEDİR. PLATO’YA GÖRE EN YÜKSEK “İYİ” ; FİKİRLER, İDEALLER VE EVRENİ ANLAMAYA ÇALIŞAN AKILDAN OLUŞAN MUTLAK İYİDİR. ÖLÜMLÜ BEDEN VE ÖLÜMSÜZ RUHU TANIMLAMIŞ; “İYİ” BİREYİ BİLGİ, DUYGU VE ARZU ÖGELERİ UYUM İÇERİSİNDE ÇALIŞAN, RUHUNUN HİÇ BİR BİLEŞENİ DİĞERLERİNİ ÇALIŞMAZ HALE GETİRMEYE ÇALIŞMAYAN, HER RUHSAL BİLEŞENİ GÖREVİNİ TAM OLARAK YAPAN KİŞİ OLARAK ORTAYA KOYMUŞTUR. ARISTO (Stagira, Trakya, M.Ö. 384-322) (bilimlerin ayrımı) POLİTİK BİLİMLERİ BÜTÜN BİLİMLERİN EN ÜST DÜZEYDE OLANI OLARAK TANIMLAR. ÇÜNKÜ SOSYAL İYİLİK BİREYSEL İYİLİĞİN ÜSTÜNDE YER ALIR. ARİSTO’YA GÖRE HER ŞEY DEVLETİN “İYİLİĞİ”Nİ AMAÇLAR. SADECE BİREYLER BİR TOPLUMU YARATTIKLARI İÇİN VE POLİTİK BİLİMLER (ETİK BİLİMİ) ERDEMLİ BİR İNSANIN RUHUNUN YAŞAM SÜRESİNCE TOPLUMUN KENDİSİNİ OLUŞTURDUĞUNU TANIMLAMAK GEREKLİDİR. ARİSTO’YA GÖRE “İYİ” ERDEM ESASINA GÖRE YAŞAM SÜRESİNCE İNSAN RUHUNUN YAPTIĞI FAALİYETLERDİR. GERÇEĞİN TANIMI ORTALAMALAR DOKTRİNİ: BÜTÜN İYİLERİN MİKTARI (örneğin ERDEM) EN AZ (KUSUR)VE EN ÇOK (MÜKEMMEL) OLMAK ÜZERE İKİ UCUN ORTALAMASI KADARDIR. Epikür (Hedonizmin kurucusu, bu akım çok daha önce Sirenaikler arasında yaygındı, sonraları antik Yunandan Sicilya ve oradan da Roma düşünce okullarına geçerek yaygınlaştı. İlk Romalı etikçiler psikolojik Hedonistler olarak bilinmektedirler) HEDONİZME GÖRE KEYİF HER AKLI BAŞINDA İNSANIN HEDEFİ OLAN BİRİNCİL VE DOĞAL “SON” DUR. BUNDAN BAŞKA BİR “İYİ” OLAMAZ. DUYULARIMIZLA YAŞAMIMIZ BOYUNCA NEYİN İYİ OLDUĞUNU ANLAMAYA ÇALIŞIRIZ.
  19. KADER VAR MI: DETERMİNİZMA GÖRECELİİR!.. Prof. Dr. Tolga Yarman, BİLTES Temmuz 1992 “Seyretmekte bulunan” bir olayın, “dışarıdan” nasıl bir gelişme göstereceğini “kestirmekle”... Bu olayın, bizzat içinde bulunarak muhtemel gelişmeler karşısında, ona çeşitli derecelerde “yön vermek” arasındaki, “karakter farklılığına”, dikkat etmeliyiz. Aslında “determinizma” başka bir deyişle, “kestirebilirlilik”, şablonun kökeninde, seyir halindeki bir olaya, “bunun dışından bakıyor olma”, kabulü vardır. Belli bir hızda ve belli bir eğimde olarak atılan taşın veya top mermisinin nereye düşeceğini kestirirken, “olaya bunun dışından bir gözlemci olarak bakmakta olduğumuzu”, vurgulamalıyız. Tanrısallık, Evrene Dışarıdan Bakılabilirlikle Eşdeğerdedir !.. “Evrensel nedensellik”, olayların bağlı olduğu yasalarla başlangıç koşullarının bilinmesi halinde, evrenin geleceğinin, herhangi bir anda kestirilebileceğini öngörür. Burada, sanki gerçekten olabilirmiş gibi, tüm evrene bunun dışına çıkarak bakabilecek olduğumuz, varsayımına, yüklenilmesi esastır. Zaten Tanrı kavramı, “evrenin bir parçası” olarak, düşünülemez... “Tanrılık”ta, yaratma görevi bulunacağına göre, “yaratmadan öncesi” de, bulunmak durumundadır. Yaratmadan öncesi ise, evrenin öncesi, yani “evrenin dışında” olmaklıktır. İşte bu nedenle “evrensel nedenselliğe” bağlı determinizma, yani “belirlilik”te, herşeyi dışarıdan seyredebilecek yaratıcı bir özne, yani bir “Tanrı” çıkmaktadır, karşımıza. Eğer ancak böyle ise, yani gerçekten evrendeki olayların tabi olduğu yasalarla başlangıç koşullarını, dışarıdan bilebilecek bir özne mevcutsa, klasik anlayışa göre, gelecek her an kestirilebilecek... Yani “determine” olacaktır. Burada vurgulamaya çalıştığımız ana fikir, “determinizma” yani “kestirilebilirliliğin”; herşeyden önce, olayların dışarıdan ve eksiksiz bir algılamayla izlenebileceğine dair, varsayım üzerine, kurulmak durumunda olduğudur. Ya bu olanaklı değilse?.. Yani bir maçta tribünlerde, herşeyi tahmin edebilecek deneyimli, bilgili, akıllı bir “seyirci” değil de... Sahada “oyuncu” isek, acaba durum, aynı mıdır?.. Seyirci ve Oyuncu Sahadaki oyuncu, tribündeki seyirciden çok farklı olarak, iki şeyi birden yapar... Birincisi, “gelişmeyi takip eder”... İkincisi, “gelişmeye müdahale” eder, ona dahil olur... Adı üzerinde “oyuncu”dur... Topu izler... Topun, ulaşacağını kestirdiği yere koşar... Topu yakalar... Şut çeker... Topa hakimiyette, “belirlemecilik” üstlenir. Oyun içinde, oyunu yalnız takip eden değil... Oyun kuran... Oyun geliştiren... Karşılık veren, bir “müdahildir”, o... Oyunu tribünlerden izleyen “seyirci” ise, tüm oyun ve oyuncularla birlikte oyunun nasıl gelişeceğini, belki kestirebilir... Ama hiç bir şekilde (doğrudan) “müdahil”, değildir. Bu anlamda oyuncu ve oyun, tribündeki seyirciye göre, belki “kestirilebilir”, “belirli” ya da “determine” olabilir... Ancak “oyun içinden” bakıldığında; “oyuncu” bir oyun öznesi, bir müdahil olarak, “kestirebilir” değil... Oynayan, yani “belirleyen”, yani “determinan” veya geleceği bizzat inşa eden, kuran biri olmaktadır. Konuya böyle bir değerlendirmeyle yaklaşınca... Sahadaki oyuna, tribünden seyirci olarak bakılmasıyla... Oyun içinden müdahil olunması arasında, çarpıcı bir karakter farklılığı olduğu, ortaya çıkmaktadır. Yineleyelim... Oyun ve oyuncuların akibeti, tribündeki seyirciye göre “belirlenmiş”, yani “determine” olabilir... Ancak oyuncular açısından bakıldığında, oyun “oynanmak” durumundadır ve oyuncular “determine”, yani “belirlenmiş” değil, “determinan” yani “belirleyici”dirler. O halde “belirli olmaklık”, söz konusu olayın dışında ya da içinde olmakla, değişmektedir. Başka bir deyişle “kestirebilirlilik”, ancak olayın dışında ve onun “müdahili olmamakla” mümkündür. Öteki türlü, “oyun içinde” olunmakta... Bu açıdan bakılınca da, “belirlenebilir” değil, “belirleyen” konumunda bulunulmaktadır. Demek ki “determinizma” yani “belirlilik” görecelidir. “Determinizma”, teknik bir deyişle söyleyecek olursak; olayın dışında, seyirciye- ilişkin-referans-sisteminde geçerli olmakta... Oyun içinde, oyuncuya-ilişkin-referans- sisteminde ise, bu sistemde ”oyuncunun” belirlenmiş değil, “belirleyen” olmaklılığından dolayı, geçerliliğini, yitirmektedir. Bu nedenledir ki “determinizma göreceli” olmaktadır. Böyle bir bağlamda, önceki bir yazımızda dikkate getirdiğimiz “öz mü önce gelir, yoksa varoluş mu?” türünden, bir soruyu sormak, gereksiz olmaktadır 1,2 ... Nihayet, neden “öz” ya da “varoluştan”, birini, ötekinin mutlakta önüne çekmeliyizdir. 1 T. Yarman, “Sartre’ın Varoluşçuluğu ve İrade”, Cumhuriyet Bilim Teknik, Ağustos 1992 2 T. Yarman,”Determiznizma Görecelidir: Evrensel Bilince Karşı Özgür İstenç – Özgür iradeli Kişi ya da Toplumlar, Geleceklerinin Tutsağı Değil, Efendisidirler!”, Rapor, BİLTES, 1989. Öz ve Varoluştan Hiçbiri Dış Gözlemciye Göre Öncelikli Değildir ! Gerçekte, “öz” ve “varoluş” birlikte olmaktadırlar. “Varoluşla” beraber, “özün” mevcut bulunmadığına hükmetmek uygun değildir. “Varoluştan” sonra, onun için “özün”, var olan tarafından doldurulmadığını, iddia etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla, sorunumuz “öz” ile “varoluşu”, kronolojik açıdan tasnif etmek, olmamalıdır. “Öz varoluştan önce gelir” diyorsak... Var olana, dışarıdan gizlice, “kestirimi şaşmaz” bir seyirci olarak, bakıyoruzdur. “Önce varoluş, sonra öz” diyorsak... O takdirde... İçinde “müdahil” olarak bulunduğumuz bir olayın - olabilirse- dışımızdan kestirilebilirliğin; olay zarfında, “irademizin hükmünü icra etmesine”, pratikte bir etkisi bulunmayacağını, varsayıyoruzdur. Sorunumuz, o halde “determinizmanın”, yani “iradenin kestirilebilirliliğinin”, hangi referans sisteminde bulunup, hangi referans sisteminde bulunmayacağını, saptamaktır. İşte böyle bir çerçevede: -Determinizma görecelidir, savını geliştirmekteyiz. Karşılıklı İradeler Cuzi (yani küçük) irade hükmünü, icra etmekteyken, külli (yani büyük ya da Tanrısal) iradeden, bahis, o halde abestir. “Büyük” ya da “daha az büyük bir irade” yoktur, demek istiyor değiliz. Onun karşısında, “küçük irade” yenilmez , demek istiyor da değiliz. “Küçük irade” başka bir yandan, hükmünü icra ederken, “daha büyük bir iradenin” etkisi altında bulunduğunu göremez, bilemez, demek istiyor da, değiliz. Nedir ki “küçük irade” açısından söz konusu tüm olumsuzluklar geçerli olsa bile... O “hükmünü” yine, herşeye, büyük iradenin olabilecek “azametine” rağmen, icra etme özelliğine, işlevine ve –ne kadar sınırlı olursa olsun- yetisine sahiptir, demek istiyoruz. Böyle bir bağlamda işte “külli”, yani “Tanrısal iradenin”, hükmünü icra etmekte bulunan, “küçük irade” üzerinde “tam ve kesin hakimiyetinden” bahis de, abes olmaktadır, diyoruz. Ayrıca, oyun dışındaki “mükemmel-bir-kahinin” oyunun seyrini; gerek “modern atom kuramı”, hatta gerekse kesin belirlilik çerçevesinde olmakla beraber kaotik gelişmeler öngören “kaos kuramı” itibariyle, hiç bir zaman “tam” kestiremeyeceği, burada belirtilmelidir. Demek ki, olsa olsa “karşılıklı iradeler” olmaktadır ve herhangi bir “yaptırım doğrultusu”, bunların bileşkesi olarak, meydana gelmektedir. Her irade bir “hüküm” icra edebilme yeteneğindedir. Her irade bir “oyuncu”, bir aktör, bir özne, bu anlamda kudreti az ya da çok sınırlı bir tanrıdır. Bir irade, belki başka bir irade tarafından, bir ölçüde kıstırılabilir... Akibeti itibariyle, bir ölçüde kestirilebilir... Ancak küçük irade açısından bakıldığında, o, hükmünü icra edecek olan... Yazgısını, geleceğini, ne kadar sınırlı ölçekte olursa olsun, belirleyecek olandır. Küçük irade hükmünü, icra etmekteyken... Özellikle de onun açısından bakıldığında “genel bir determinizmadan” söz etmek, anlamsiz olmaktadır. Çünkü kendi konumunda belirleyici yani “determinan” olan, bizatihi odur. “Benim yazgım belli”, deyip hareketini durdurarak duraksamaya koyulan bir öznenin akibetiyle... Koşullar ne kadar olumsuz olursa olsun, “oyununu” kişilikle oynamaya devam eden, öteki aynı yapıdaki bir öznenin akibeti, hiç aynı değildir. Yani hangi olumsuz koşullarda olursa olsun ve “inisiyatif” elden ne kadar kaymış bulunursa bulunsun, “teslim olan” bir özneyle... Teslimiyeti sonuna kadar reddeden, ilkiyle aynı yapıdaki ikinci bir öznenin alacakları sonuç, çok farklı... Bazen de birbirine, taban tabana zıttır. Dışarıdan bakıldığında belli bir öznenin davranışlarının “kestirilebilecek” olmasının, bu öznenin davranış sisteminde hiç bir önemi kalmamaktadır. Özne, dışarıdan bakıldığında “belirlenmiş” olabilir. Ama o, kendi sisteminde oyuncu, müdahil yani (belirlenmiş değil), “belirleyen” olmaktadır. O halde: - Determinizma görecelidir!.
  20. Sayın Demirefe, benim Bilim karşıtı olduğumu iddia etmeye kalkmanız çok yakışıksız olmuş. Bilim ve Felsefeyi hala karıştırıyor oluşunuzdan, benim Bilim dogmadır dediğim sonucuna varmışsınız. Halbuki söylediğim çok açık ve nettir; Determinizm FELSEFESİ, her şeyin deterministik olduğunu iddia etmektedir. Bu da, mutlak ve değişmez olduğu kabul edildiği oranda dogmadır. Şüphelenmemek burada anahtar kelimedir. Onca şey söylemeniz, doğru şeyler söylediğiniz anlamına gelmez, dimi ? Etik’in bilim dalı olmadığını benim söylemiş olmam da söylediklerimi başlı başına doğru yapmayacağı gibi… Oysa, Etik’in neden Felsefenin konusu olduğunu da açıklamışım.Etik’in Felsefenin konusu olduğunu da bir çok kaynakta bulabilirsiniz. Siz ise herhangi bir kaynak öne süremiyorsunuz. İddialarınız havada kalıyor. Epistomolojiyi, okuyup ne olduğunu bilmeden, kendinize göre yorumlamaya çalışmanız da biraz agnoioloji olmuş. Kusura bakmayın ama, Felsefeyi bu kadar hor görmeniz, Felsefeyi bilmediğiniz anlamına geliyor. ‘Etik, psikolojik ve sosyolojik bulgulara göre şekillendirilir’ demişsiniz Peki, şekillendiren kimlerdir. Bilimciler mi, Felsefeciler mi ? Bilim adamı, gözlemini yapar, varsayımını, öngörüsünü ortaya koyar, ardından yaptığı deneylerin sonucuna göre varsayımını doğrular yada düzeltme yapar. Bilim adamı yaptıklarını anlamlandırmaya çalışmaz, olayların ve gözlemlerin nasıl olduğu ile ilgilenir, anlamını bilme ve nasıl olması gerekliliği ile ilgili fikir ortaya koyma çabasına yöneldiği anda felsefe alanına girmiş olur. Bu yüzden, birçok bilimci aynı zamanda filozoftur.Analitik düşüncenin temeli, bir bilim ilkesi olan Determinizm ilkesini, Determinizm Felsefesi ile karıştırıyor olduğunuzu daha önce söylemiştim. Aslında, sizin tavrınız, Felsefenin sonunun geldiğini söyleyen 19.yy Pozivitistlerinin tavrıyla aynı. Bu yaklaşım tarzı günümüzde çok az destek görmektedir. Günümüzde, Bilim ve Felsefe ayrı alanlardır. İlgilendiği konuları farklıdır. Yöntemleri farklıdır. Felsefe, problemleri, geleneksel mantık ve sembolik mantık kullanarak çözmeye çalışır.Keza, Bilim felsefesi de bilimsel yöntem, bilimsel bilgi ve bilimsel kuramların anlamı üzerine aynı yöntemlerle felsefi çalışmalar yapar. Sanırım, Kaosu ve Kuantumu tam anlayamamışsınız. Bunun da en önemli sebebi Matematik bilmemek. Size, anahtar kelime olarak, Lineer ( Analitik ) sistemler ile Non Linner (Analitik olmayan ) sistemler, deterministik bir süreçte ( Analitik ), değişkenlerin gerek ve yeter şartlarını, tersinirliği, Fraktal geometri kavramını araştırmanızı önerebilirim. ( Mühendisler yada Matematik-Fizikçiler ne demek istediğimi daha iyi anlarlar. ) Cern’de aranan Higgs bozonu belki her şeyin kuramının ortaya konulmasını sağlayacak. Dalga-Parçacık ikilemini çözecek. ( Kuantumun dayandığı prensip ) Kaos ise süreçlerle ilgilidir, yasalarla değil.Temel yasaların (4 kuvvetin ) birleştirilmesinin, Standart Modelin doğrulanmasının süreçle ilgisi yoktur. Tamamen matematik! Ben de alıntı yapmayı çok severim. Zira, öncelikle, ne tartışıldığının ve kavramların doğru anlaşılması bakımından alıntı yapmak gerekli oluyor.
  21. Favorilerim Hey You ve Mother!
  22. Moetley Crue hard rock mı yapıyordu, heavy metal mi acaba ?
  23. Hayat bazen tatlıdır, sevenler kanatlıdır.
  24. Sayın Demirefe yazılarınızın tümünü okudum. Fikirlerinize izninizle birkaç eleştirim olacak. Birincisi, öyle görülüyor ki, siz Determinizm felsefesi ile Bilimi karıştırıyorsunuz. Bilim felsefesi olan determinizmi Bilim olarak sunuyorsunuz ki bu objektif bir bakış açısı değil. İkinci eleştirim, Dogma ile İnancı birbirine karıştırıyor olmanız. Şöyle ki; İnanç, asla kanıtlanamayacak olanı kabul etmektir. Dini inançlar bu kategoridedir. Dogma ise, herhangi bir bilginin bir otoriteye dayandırılması ile kanıtlanmış olduğunun kabulüdür. Buna örnek olarak, dinlerin toplum düzeni ile ilgili kuralları yada din adına, Tanrı adına kurallar konulmasını verebilirim. Bazı batı felsefeleri de bu kategoridedir dinlerden tek farkları mutlak doğru olarak aklı, doğru ve değişmez değer kabul etmesidir. ( Bu da bir dogmadır. ) Diğer taraftan, aslında, Bilim tarihini düşünürseniz, dogmatik düşünce, bilim alanında da görülmüştür. Herhangi bir bilimsel iddianın kanıtlanmış olması için Aristoya dayandırılmasının yeterli olduğu Ortaçağ bilimsel düşüncesi ( skolastik düşünce ) gibi… Yani, dogmatizm, her yerde, her zaman geçerli olacağı söylenen, mutlak ve ilksel ( a priorik ) bilgiler ortaya konulmasıdır. Bilim aşkınıza saygı duyuyorum ama bu durumda determinizm felsefesi de bir çeşit dogmatizm olmuyor mu ? ( Her şey deterministiktir, bilimin ( sizce determinizmin ) konusu olmayan şey yoktur vs. ) Çünkü, mevcut bilimsel verilere göre Kaos teorisi ve Kuantum teorisi felsefi determinizmi yanlışlıyor gibi görünüyor.. Topiğin konusu ile ilgili olarak ise söyleyebileceğim, Sayın Cyranonun ortaya koyduğu gibi, Dinin mi önce, Ahlakın mı önce olan kurumlar olduğu mevcut bilimsel verilere göre bilinemeyeceği gibi, konuyu açan arkadaşımızın, Kuranın toplumsal hükümlerini öne sürerek ve hatta bazı dini vecibeleri Ahlak olarak değerlendirip karıştırarak, bugünkü Ahlak anlayışıyla o dönemi değerlendirip, Dinin Ahlaksızlığa yol açtığı gibi iddiası da çok havada kalmış. Ayrıca, Etik bir bilim değildir. Sistematik sınıflandırmada Felsefenin bir alt koludur. Sizin görüşleriniz de sanırım materyalist-deneyci filozof Hobbes’un etik anlayışına yakın olduğundan, etiki bilim olarak değerlendiriyorsunuz. Oysa, Hobbesun düşüncesinde de öncelikli kabul ettiği önerme ‘ insanın varlığını sürdürmek için doğal olarak bencil olduğu ‘dur. Hobbes felsefesini, akıl yürütmelerini dayandırdığı bu önermeye göre bina eder. Öte yandan, ünlü determinist Spinoza da doğaya dayandırdığı etik felsefesiyle, Doğu felsefelerine yaklaşmıştır. Demek istiyorum ki her filozof ayrı bir etik anlayışı öne sürmüştür. Yani doğa bilimlerine dayanarak yola çıkan bir felsefecinin bir Etik anlayışı ortaya koyması, Etik’in bir bilim olduğunu göstermez. Çünkü, Etik’i üreten filozoflardır. Saygılarımla.
  25. İçten cevabınız için teşekkürler ( Cevabım biraz geç oldu ama ) Evet, ben de uzun süredir meditasyon (TM ) yapıyorum. Ama neler hissettiğimi anlatmak istiyor ve anlatamıyordum. Belki anlatabilecek birileri vardır ve deneyimlerimizi paylaşabiliriz diye düşünmüştüm. Mesela, bende meditasyonun pratik etkileri ( sağlık, yaşam coşkusu, kalitesi, derin zevk alma ) dışında, insanı kendi içine yöneltmesi bir çeşit evrenle bütünleşme duygusu, kendi duygularının derinden farkına varma ( farkındalık, iç görü ) , iç çelişkilerin, iç çatışmaların ortadan kalkması gibi etkileri oldu. Şimdilik ifade edebildiklerim bunlar...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.