sedat sencan tarafından postalanan herşey
-
Hürriyet için şiddet
28 Temmuz1794 günü Robespierre,beraberinde 22 kişi Paris’te bugünkü Concorde Meydanı,o günkü adıyla Devrim Meydanı’na giyotinle idam edilmek üzere götürülürken acaba ne düşünüyordu?Kendisi ağır şekilde yaralanmıştı.Mahkumların içinde bulunduğu arabalar giyotinin bulunduğu noktaya yaklaşırken halk sevinç çığlıkları atıyor,özellikle işçiler,ücret tavanlarını belirleyen yasayı protesto ediyordu. Kamu Selamet Komitesi’nin liderliğini yürütürken küçük burjuva çıkarlarını gözeten politikalar üretiyordu.Hem aristokrasiye hem de büyük burjuvaziye karşı olmakla birlikte bir türlü emekçi halkın isteklerine cevap veremiyordu. Aslında büyük ve küçük burjuvazi,işçi sınıfı gibi kavramlar sanayi devrimi ile oluşmuştur.1794 yıllarında Fransa’da bu ölçekte bir üretim söz konusu değildi.Buhar gücü henüz yeni yeni uygulanıyordu.Tezgahlarda kullanılan makineler mekanik tipte idiler ve insangücü ön plandaydı.Bu nedenle burjuvaziye hangi kıstasla büyük veya küçük ölçeğini verebiliriz?Nüfusun ezici bir çoğunluğu köylüydü ve bugünkü anlamıyla işçi sınıfından da bahsedemeyiz. Söz konusu olan hem tarım hem de ticaret ve ilkel sanayi kesiminde çalışan emekçilerdi. Doğruluğu temel ilke edinen ve felsefi anlamıyla erdeme inanan bir kişi olarak izlediği terör politikası ile çelişkiye düştüğü söylenebilir mi?Hürriyetin despotizme üstün gelebilmesi için barışta erdeme,ihtilalde hem erdeme hem de teröre inanıyordu.Ona göre terör,hızlı,bükülmez ve affetmez adaletten başka bir şey değildir,varılacak hedef için uygulanan bir demokrasi aracıdır.Hürriyet düşmanlarına hürriyet olamazdı. Robespierre ve arkadaşları,kendi ölçülerine göre belirledikleri halkın mutluluğu hedefi için sol görüşlü Öfkeliler’i destekleyen Hebertçileri ve ılımlı olan Danton ve yandaşlarını giyotine gönderdiler.Bu idamlar gerçekleşirken,Anatole France’nin ‘Tanrılar Susamışlardı’ romanından öğrendiğimiz,aslında yalnız bir kişi olan Robespierre’nin basit anlamıyla terör uygulayan bir sadist değil,erdeme dayanan bir yönetimin gereklerini yerine getirdiğini düşünen bir kişi olduğunu sanıyorum. Ama feodalitenin kanlı bir şekilde yıkıldığı,insan hakları gibi kavramların oluştuğu,yepyeni bir üretim tarzının kurulduğu o karmaşık günlerde her bir kişinin beklentilerini karşılamak mümkün olamazdı.Hele burjuvanın çeşitli kesimlerinin ülke yönetiminde yer kapmak için yaptığı mücadele içinde halk kitlelerinin ihtiyacına cevap vermek ne derece mümkündü?Zaten meclisteki üyeler büyük çoğunlukla burjuva temsilcisi idiler.İki kesim arasında kalan Robespierre, bir taraftan sosyal güvenlik tedbirleri alıyor,ama diğer taraftan ücretlere üst sınır koymak zorunda kalıyordu. Yaralı haldeki Robespierre,giyotinin boynuna inmesini beklerken,eğer bilinci yerinde ise bütün bunlar için acaba ne düşünüyordu? Bu olayları bugünkü kavramlarla tartışmanın mümkün olduğunu sanmıyorum.Kişileri de öyle.Unutmayalım ki o günlerde 18.yüzyıl daha bitmemişti.
-
Humphry Davy
Humphry Davy,1778 yılında Cornwall’da doğdu.Babası orta sınıfa mensup ve arazi sahibi bir kişiydi.Orta dereceli üniversite hazırlık okulunu bitirince Truro’da öğrenim gördü.Babasının ölümünden sonra 1795 yılında bir cerrahın yanına çırak olarak girdi ve kendisini tıp alanında yetiştirmeye başladı.Diğer taraftan şiir yazıyor,taslaklar çiziyor,avlanıyor ve mineral topluyordu.1797 yılından sonra bilimsel çalışmalara ağırlık verdi.Daha sonra Royal Society’da başkanlık yapacak olan Davies Giddy, Humphry Davy’e kendi kütüphanesini açtı.Ayrıca çok iyi donatılmış olan bir kimya laboratuvarında çalışmasını sağladı. Davy buradaki çalışmalarında ısının,ışığın ve elektriğin yapısı ile ilgili kendine ait görüşler geliştirdi. * 1800’lü yılların başında İngiltere’de güldürücü gaz olarak bilinen diazot monoksit kullanımı oldukça yaygınlaşmıştı.İnsanlara son derece keyifli bir sarhoşluk duygusu verdiğinden herkes bu gazı solumak için fırsat kolluyordu.Nitekim 50 yıl boyunca özellikle gençler,uyuşturucu olarak diazot monoksit kullandı. Tiyatrolarda gönüllüler sıkı nefesler çekip neşeleniyorlar ve komik sendeleyişlerle izleyenleri eğlendiriyorlardı.Bu gaz ancak 1846 yılından sonra anestezik olarak kullanılmaya başlandı.İşte diazot monoksit gazının neşe veren sarhoşluğuna kendini kaptıranlardan birisi de Humphry Davy oldu.Ama aynı zamanda bu gazın herhangi bir hastalığa neden olup olmadığını da sınıyordu. * Humphry Davy,1798 yılında Clifton’daki Pnömatik Enstitüsü’nde gazların tedavi amacıyla kullanımını araştırmak gayesi ile kurulan kimya bölümünün yöneticiliğine getirildi.Olağanüstü bir konuşmacı özelliği vardı.Deney çalışmaları üretkendi. Amonyak ile azotun asit ve oksit bileşiklerinin bileşimini inceledi.Bilim ve edebiyat çevresindeki dostlarını, diazot monoksitin solunum etkilerini bilim dünyasına açıklamaları için ikna etti.Bu arada hidrojen ve karbon monoksitten oluşan ve çoğu kez yakıt olarak ta kullanılan su gazını deneme amacıyla solurken neredeyse yaşamını yitiriyordu. 1800 yılında ‘Kimyasal ve Felsefi Araştırmalar’ başlığı ile yayınladığı çalışmaları ününü arttırdı.Aynı yıl Londra’da kurulmuş olan Kraliyet Enstitüsü’nde kimya dersleri vermeye başladı. * Humphry Davy’in özenle hazırlayıp verdiği dersler ilgiyle izleniyordu.1802 yılında kimya profesörü oldu.Görevlerinden birisi sepileme yani tabaklama konusunda araştırma yapmaktı.Kısa sürede tropik bir bitkiden elde edilen bir maddenin meşe özleri kadar etkili olduğunu üstelik daha ucuza mal edildiğini buldu.Bu konuda yazdığı makale uzun yıllar sepicilerin rehberi olarak kaldı. 1803 yılında Royal Society üyeliğine seçildi.Dublin’de bulunan bir tarım kuruluşu için her yıl bir konferans dizisi başlattı.Bu konuşmalarından derlediği eserini 1813 yılında ‘Tarım Kimyasının Öğeleri’ başlığında yayınladı.Bu yapıt yıllarca bu alandaki tek kaynak olarak kaldı. 1805 yılında Volta pilleri,sepileme ve mineral çözümlemeleri üzerine yaptığı çalışmalarla Copley Madalyası aldı. * Humphry Davy,1800’lerin başında basit elektroliz kaplarıyla deneyler yapmış,bu kaplarda oluşan elektriğin,kimyasal tepkimelerin etkisiyle oluştuğunu ve kimyasal birleşmenin zıt yüklü maddeler arasında gerçekleştiğini anlamıştı.Bu bulgusundan hareket ederek,elektrik akımlarının kimyasal bileşiklerle etkileşime girme süreci olan elektrolizin,tüm maddeleri bileşenlerine ayırmanın en etkili yolu olacağını düşündü.Bu görüşlerini 1806 yılında bilim dünyasına duyurdu.O yıllarda İngiltere ile Fransa savaşı olmasına rağmen Fransız Enstitüsü’nün Napoleon Ödülü’nü aldı. 1807 yılında sodyum ile potasyumu,1808 yılında toprak alkali metallerini bileşiklerinden ayırmayı başardı.Boraksı potasyumla ısıtarak bor elementini, hidrojen tellürü ve fosfini buldu. * Humphry Davy Kraliyet Enstitüsü’ndeki görevine başladığından kısa bir süre sonra ayrıca magnezyum,kalsiyum,stronsiyum ve alüminyum gibi elementleri de keşfetmişti.Keşfettiği element sayısı 12 tanedir ve o zamanlar bilinen element toplamının beşte birini oluşturur. Alüminyum,Amerika’da aluminum,İngiltere’de aluminium olarak yazılır.Bu yazım farklılığını Humphry Davy yaratmıştır.1808 yılında bu elementi ilk kez izole ettiğinde ona alumium adını verdi.4 yıl sonra fikrini değiştirdi ve aluminum dedi.Bu yeni terim Amerika’da kabul edildi.Ancak birçok İngiliz bilimci sodium,calcium ve strontium terimlerindeki ‘ium’ kalıbını bozduğu gerekçesi ile aluminum’u kabul etmedi.Bir sesli harf ve bir hece ekleyerek aluminium haline getirdiler. * Humphry Davy,1811 yılında klorun,sudan oksijen açığa çıkartma yoluyla ağartıcı etkisini keşfetti.Ama bu elementin yapısına ilişkin görüşleri kabul görmedi. Aslında klorun kimyasal bir element olduğunun farkına varamamıştı.Bu nedenle oksijenli bileşik sandığı bu maddeden oksijen açığa çıkarmaya yönelik deneyleri başarılı olmadı. 1812 yılında sir ünvanı aldıktan sonra Kraliyet Enstitüsü’ndeki görevinden ayrıldı.Kültür ve edebiyat dünyasının tanınmış kişilerinden olan zengin ve dul bayan Jane Apreece ile evlendi.Yaşamının sonuna kadar onursal profesör olarak kalacağı Kraliyet Enstitüsü’ndeki önemli bir girişimi,Michael Faraday’ı bilim dünyasına tanıtmak oldu. Faraday 1813 yılında kurumun laboratuvar asistanı oldu ve karı-koca Davy’lerin 1813-1815 Avrupa gezisine katıldı. * Humphry Davy Fransa’da birçok bilim adamı ile tanıştı.Yanında küçük ve portatif bir laboratuvar taşıyordu.Daha sonra iyot adı verilecek olan maddeyi inceledi.Bilinen çeşitli pigmentleri araştırdı ve elmasın bir karbon türü olduğunu kanıtladı. İngiltere’ye döndükten sonra hava ile metan gazı karışımlarının hangi koşullar altında patladığını araştırdı. Madencilerin kullandığı güvenlik lambasını da icat etmişti.Bu başarıları sonucunda Royal Society’nin altın ve gümüş Rumford madalyaları,maden sahiplerinin hizmet plaketi ile ödüllendirildi.1818 yılında kendisine baronet ünvanı verildikten sonra İtalya’ya giderek yanardağ etkinliklerini inceledi. 1820 yılında Royal Society’nin başkanlığına seçildi ve bu görevini 7 yıl sürdürdü. * Humphry Davy,Zooloji Derneği’nin kurulması ve hayvanat bahçeleri açılması gibi konulara da yardımcı oluyordu.1823 yılından sonra elektrik etkisiyle ortaya çıkan magnetik olgulara eğildi.Ayrıca gemilerdeki bakır malzemeler ile tuzlu suyun ilişkisini inceledi.Elektrokimya konusundaki son görüşlerini bir konferansta açıkladıktan sonra Royal Society’nin Kraliyet Madalyası ile ödüllendirildi. Sağlığı gittikçe bozuluyordu.1827 yılında Avrupa’da geziye çıktı.Çalışmayı bırakmasına rağmen balıkçılık üzerine bir kitap yazdı.Bu kitapta kendi çizimlerini kabartmalarla göstermişti.1829 yılında İtalya’ya yerleşti.Yarı felçli olarak yaşadığı son aylarında ‘Yolculukla Avunma ya da Bir Düşünürün Son Günleri’ adlı yaşam öyküsünü yazdı. Aynı yıl içinde öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Benjamin Thompson
Benjamin Thompson’un yaşamı boyunca edindiği unvan ve yaptığı görevlerin listesi hayli uzundur.Sosyal yaşamında kont ve sir ünvanları aldığı gibi devlet adamlığı ve askerlik yapmış,bu arada bilim tarihine adını da yazdırmıştır. 1753 yılında Massachuetts’te doğdu. 1772 yılında,zengin bir dul olan Sarah Walker ile evlendi.New Hampshire’de bugün Concord olarak adlandırılan Rumford’a yerleşti.Henüz 19 yaşındaydı ve karısı kendisinden 14 yaş büyüktü. O tarihlerde yürütülen bağımsızlık savaşında İngiltere kralına bağlı kalanlardan biri oldu ve İngiliz yönetimine sadık kaldı.Üstelik İngiltere hesabına casusluk yaptı.1776 yılında,hürriyet davasına kayıtsız durduğu gerekçesi ileri sürülerek tutuklanma tehlikesi ile karşı karşıya kalınca ailesini geride bırakarak İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. * Benjamin Thompson,Londra’da kısa bir süre hükümet katipliği ve dışişleri bakanı yardımcılığı görevini yürüttü.Daha sonra yarbaylığa atanarak New York’taki İngiliz birliklerinin başına getirildi.İngiliz ordusu yenilip savaşı kaybedince bu görevinden ayrıldı.1784 yılında Kral III.George kendisine sir ünvanı verdi.Kraldan izin alarak Almanya’ya giderek Bavyera elektörünün savaş ve polis bakanı oldu,aynı zamanda başmabeyincilik görevini de üstlendi. Toplumsal reformların uygulanmasında önemli çabalar gösterdi.James Watt’ın buhar makinesinin kullanımını yaygınlaştırdı.Ocak ve bacaların tasarımına yenilikler getirdi.Mutfaklarda kullanılmak üzere iç içe geçmiş iki kaptan oluşan çaydanlıklar geliştirdi.1791 yılında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’ndan Rumford Kontu ünvanını aldı.Barut ve silahlar üzerinde fiziksel çalışmalar yaptı.Isı ve sürtünme ile ilgili kuramlar ileri sürdü.Mekanik enerji ve ısının eşdeğerliği üzerine ilk ölçümleri gerçekleştirdi. * 1798 yılında İngiltere’ye döndü ve ısı üzerindeki çalışmalarını sürdürdü.1799 yılında Sir Joseph Banks ile birlikte Kraliyet Enstitü’sünün kurulmasını sağladı. Sonradan üniversite olan Harvard College’nin kurulmasına öncülük etti.Termodinamik alanında dünyanın en sözü geçer otoritesi idi.Akışkanların konveksiyonu ve okyanus akıntılarının dolaşımı ilkelerini ilk kez açıklığa kavuşturan kişi olmuştur. 1805 yılında Fransa’da iken Lavoisier’in dul eşi ile evlendi.Ancak bu evlilik yürümedi.Boşandıktan sonra Fransa’da yaşamaya devam etti. 1814 yılında öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
William Thomson (Lord Kelvin)
Lord Kelvin,1824 İrlanda doğumlu William Thomson’un 1892 yılında yani 68 yaşında iken aldığı ünvandır.Bu nedenle yaşantısı incelenirken 1824-1892 yılları arasında adı William Thomson,1892 ile ölüm yılı olan 1907 tarihleri arası Lord Kelvin olarak yazılmalıdır. Babası matematik profesörü idi. William’a henüz çocuk yaşında iken matematiğin en yeni konularını öğretmişti.10 yaşında iken 1834 yılında Glasgow Üniversitesi’ne kabul edildi.16 ve 17 yaşlarında iken ilk bilimsel makalelerini yayımladı.O tarihlerde Fransız matematikçi J.Fourier’in ‘Isının Analitik Kuramı’ adlı eserinde ileri sürdüğü görüşler İngiliz bilim adamlarınca kabul edilmiyordu. William Thomson, J.Fourier’in görüşlerini benimsemişti.Bu görüşlerde yer alan matematiksel yöntemlerin hem ısı akışına hem de başka enerji biçimlerine uygulanabileceğini ileri sürdü.’Yer’in Biçimi Üzerine Deneme’ başlıklı makalesi ile altın madalya kazandı. * 1841 yılında girdiği Cambridge Üniversitesi’ni dört yıl içinde bitirdi ve Paris’e gitti.Burada gazların ısıl özellikleri üzerinde kendini yetiştirdi.1846 yılında Glasgow Üniversitesi’nde ilk önce doğa felsefesi,sonra fizik kürsüsü profesörlüğüne seçildiğinde 22 yaşındaydı.Bu görevini 1899 yılına kadar 53 yıl sürdürecekti.Bütün bilimsel çalışmalarını da Glasgow’da gerçekleştirecektir. Üniversite öğretiminde deneysel çalışmanın önemini kavramıştı.Bu nedenle İngiltere’nin ilk fizik laboratuvarını kurdu. Madde ve enerjiye ilişkin bütün kuramların tek bir kuram içinde birleşebileceğine inanmıştı.Hidrodinamik olgular ile bir telden geçen elektrik akımı arasındaki benzerliği 1842 yılında yazdığı bir makale ile dile getirdi.1847 yılında Joule’un ısı ile mekanik enerjinin birbirine dönüşebileceğine ilişkin kuramını 1847 yılında öğrendi ve bu kuramı bilim çevrelerine tanıtmak için yoğun çaba harcadı.Zira Joule’un kuramı,o güne kadar ‘ısının ağırlıksız bir akışkan’ olduğu düşüncesine son veriyordu.1851 yılında yazdığı matematiksel incelemesinde Joule’un görüşlerini doğruladı.Bu çalışma, kendisinin bağımsız olarak ortaya koyduğu termodinamiğin ikinci yasasını da içeriyordu. * William Thomson ve Joule birlikte çalışarak 1852 yılında bir gazın iş üretmeden ya da ısı aktarımı olmadan genleşmesi durumunda sıcaklığın azaldığını buldular.Bu olgudan yararlanılarak gazların sıvılaştırılması gerçekleştirilmiş ve soğutma sanayii gelişmiştir. Carnot,ısı makinelerinin verimini ısının kalorik kuramına dayanarak açıklamıştı. William Thomson,bu çalışmayı ısının mekanik enerjiyle eşdeğer olduğunu kanıtlayan Joule’un bulguları ile bağdaştırarak ısı kuramını bir mekanik ilkeye dönüştürmek istiyordu.Böylece 1848 yılında mutlak sıcaklık ölçeğini geliştirdi. * Fransız fizikçi C.Charles,1787 yılında gazların genleşme yasasını bulmuştu.Bu yasa,soğutulan bir gazın hacminin,her 1 derece sıcaklık farkı için,sıfır derecedeki hacminin 273’te biri kadar küçüldüğünü belirliyordu.Buradan,eksi 273 derecede gazın hacminin sıfır olacağı sonucu çıkıyordu.W. Thomson, eksi 273 derecede hacmin sıfır olmayacağını,ama gazı oluşturan moleküllerin hareketlerinin ortadan kalkacağını öne sürdü.Böylece, daha sonraki tarihlerde kinetik enerji olarak adlandıracağı hareket enerjisinin sıfır olacağını belirlemiş oluyordu.Bu olay bütün madde molekülleri için geçerliydi.Bütün molekül hareketinin durduğu ve herhangi bir sonlu süreçle erişilmesi olanaksız bir alt sınır olan eksi 273 derecelik sıcaklığın mutlak sıfır olarak kabul edilmesini önerdi.Bu sıcaklıktan yukarıya doğru Celsius ölçeğiyle derecelendirilen bir sıcaklık ölçeği ortaya koydu.Eksi 273 derece sıcaklık,ısının tümüyle işe dönüşebilmesi için gerekli alt sınırdı.Mutlak sıcaklık ölçeği,günümüzde Kelvin ölçeği olarak adlandırılır ve bütün bilimsel sıcaklık ölçümlerinin temelini oluşturur. * William Thomson’un elektrik akımı ile ısı akışı arasındaki matematiksel benzerliğe ilişkin çalışmaları,Atlas Okyanusu’nda döşenen ilk denizaltı telgraf kablosunun başarılı olmasında yardımcı oldu.1850 yılında döşenen bu denizaltı kablosunda ilk önceleri sinyaller düşük hızla yol alıyor ve bozuluyordu. William Thomson,bunun elektriksel bir iletken olan deniz suyu ile kablonun bir kondansatör oluşturmasından kaynaklandığını belirledi.Sinyaldeki gecikmenin önlenebilmesi için kablo çapının büyük olması,iletkenliği yüksek malzemeden yapılması ve iletilen sinyallerin genliğinin çok küçük olması gerektiğini öne sürdü.Böyle zayıf gerilimleri algılayabilen ve günümüzde aynalı galvanometre denilen bir aygıt geliştirdi. * Bilimsel kuramlarını yaşamın pratik uygulamalarına uygulayan William Thomson,hem servet hem de ün sahibi oluyordu.1866 yılında ‘sir’ ünvanını aldı. 1892 yılında İskoçya’daki Largs dolaylarında Kelvin baronluğu kuruldu.Bundan sonra Lord Kelvin olarak anıldı. Gemici pusulasının mucidi oldu.İlk derinlikölçer yani iskandilin yaratıcısıdır. * William Thomson,soğuma olayını Yerküre’in yaşının belirlenmesine uygulamak istiyordu.Yerküre’in Güneş’ten koptuğunda onunla aynı sıcaklıkta olduğunu ve sürekli soğuduğunu varsayıyordu.1862 yılında Yerküre’in yaşının 200 milyon yıldan fazla olamayacağını hesapladı.Kesin olarak 98 milyon yıl olduğunu söyledi.Zaman içinde yeni yeni rakamlar öne sürdü.1897 yılındaki tahmini 24 milyon yıldı.1899 yılında bu sürenin 20-40 milyon yıl arasında olduğunu ileri sürdü. Oysa jeolojik bulgular bu sürenin 200 milyon yıldan çok daha fazla olduğunu ortaya koymuştu. Bu konuda kesin bir rakam önerememesi, Yerküre’in gerçek yaşının çok ötesinde tahminler yapması o günlerin bilim dünyası içinde normaldi.Zira henüz radyoaktivite olayı bilinmiyordu. Yerküre’in Güneş’ten bağımsız bir ısı kaynağına sahip olduğu anlaşılmamıştı.En önemlisi,Güneş büyüklüğünde bir cismin en fazla birkaç on milyon yıldan uzun süre boyunca ve yakıtını tüketmeden nasıl yandığını açıklayacak bilgi yoktu.Herkes Güneş ve gezegenlerin genç olması gerektiğini düşünüyordu. * Kelvin,yaşamı boyunca 600’den fazla bilimsel makale yazdı.69 tane patent sahibi oldu. Yaşamının son yıllarında fizikte ortaya çıkan yeniliklere ilgisiz kaldı.Hatta karşı çıktı. 1907 tarihinde öldüğünde 83 yaşındaydı. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Georges Cuvier
1769 yılında doğdu. 1784-1788 yılları arasında Almanya’da öğrenim görürken karşılaştırmalı anatomi ve teşrih çalışmalarını ön planda tuttu.1788-1795 yılları arasında özel öğretmenlik yaparken,bir taraftan da deniz omurgasızları konusundaki araştırmalarına devam ediyordu.Bu çalışmalarını Paris’te bulunan Doğa Tarihi Müzesi zooloji profesörü Etienne Geoffroy Saint-Hilaire’ye gönderdi.Profesörün isteği üzerine müzede göreve başladı.1795 yılında prof. Saint-Hilaire ile birlikte memelilerin sınıflandırılması üzerine yaptıkları ortak çalışmasını yayımladı.Daha sonra iki bilim adamı çalışmalarını ayırdılar. Cuvier,1798-1801 yılları arasında yapılan Mısır seferine doğa bilimci olarak katılması için yapılan çağrıyı kabul etmedi. Karşılaştırmalı anatomi araştırmalarını sürdürmeyi tercih ederek müzedeki görevine devam etti. 1797 tarihinde ‘Hayvanların Temel Doğa Tarihi Tablosu’ ve 1800-1805 yılları arasında ‘Karşılaştırmalı Anatomi Dersleri’ adlı yazıları müzede verdiği ders notlarından oluşuyordu. 1795 yılında Amerika’dan Paris’e gönderilen bazı kemikler Cuvier tarafından incelendi.Eklemlerinden ayrılmış kemik yığınlarını biçimli formlara sokma konusunda bir hayli tecrübe kazanmıştı.Bir hayvanın görünümünü ve doğasını tek bir diş veya çene kemiği parçasından anlayıp tanımlayabiliyordu.Bazen de yanıldığı oluyordu.Bir diş fosilini inceledikten sonra onun bir hipopotama ait olduğunu söylemişti.Sonra böyle olmadığı anlaşılınca defalarca özür dilemişti. * Cuvier,’organların bağımlılığı’ ilkesini ileri sürdü.Bu ilkeye göre,hayvan vücudundaki her organın anatomik yapısı ile diğer organlar arasında fonksiyonel bir bağlantı vardır.Tüm organların işlevsel ve yapısal özellikleri,çevreyle olan etkileşimin bir sonucudur. Etienne Geoffroy Saint-Hilaire,anatomik yapının her şeyden önce geldiğini ve canlıyı belirli bir yaşam biçimine zorladığını savunuyordu. Cuvier ise bir hayvanın işlev ve alışkanlılıklarının anatomik yapısını belirlediğini ileri sürüyordu. Cuvier’e göre,hayvan gruplarını birbirinden ayıran anatomik özellikler,türlerin yaratılmış olmalarından bu yana değişmemiş olduklarının kanıtıdır.Bütün türler,yapısal ve işlevsel olarak başlangıçta mükemmel şekilde tasarlanmıştır,bu nedenle önemli bir değişikliğe uğramazlar.Hatta,her organın özel bir görevi vardır.Her tür, özel bir amaç için yaratılmıştır. Cuvier bu fikirleri nedeniyle evrim teorisini kabul etmemiş oluyordu. * Cuvier,zooloji çalışmalarına devam ederken eğitim sisteminde yenilikler yaptı.Eğitim müfettişliği yapıyor,Paris dışında yeni üniversitelerin kurulmasına yardımcı oluyordu. Organların bağımlılığı ilkesini,bulmuş olduğu fosillerin sistematik incelemeleri için uyguluyordu.O güne kadar bilinmeyen dört ayaklı fosil hayvanların eksiksiz iskelet yapılarını kurdu.Soyu tükenmiş türlere ait yeni kanıtlar buldu.Bu çalışmaları sırasında,kazılarda bulduğu fosillerin belli bir sıra izlediği dikkatini çekti.Daha eskiye ait jeolojik çağlarda oluşan ve daha derin katmanlarda yer alan uçan sürüngenler ve soyu tükenmiş filller gibi hayvan fosilleri vardı.Bunların yaşayan hayvanlarla çok az benzerliği vardı.Ama daha yeni katmanlardaki fosiller bugünkü örneklere benziyordu. Bütün bu bilgileri 1812 yılında yazdığı ‘Dörtayaklıların Fosilleşmiş Kemikleri Üzerine Araştırmalar’ yazısında açıkladı.Bu yazısını 1825 yılında ‘Yeryüzündeki Köklü Değişiklikler Üzerine Açıklamalar’ eserinde genişletti. * Cuvier,Yerküre’nin fazla yaşlı olmadığına inanıyordu ama jeolojik geçmişinde büyük değişim geçirmesini kabul ediyordu.Jeoloji dünyasında doğal afetler kuramını yeniden gündeme getirdi.Bu kurama göre yerkabuğu ya sular altında kalıyor ya da birden yükseliyordu.Bu türlü değişimler sırasında var olan bütün canlı türler yok olmuştu.En son Nuh tufanında yaşanan afetin canlı hayvanları yok ettiği bölgelere afet olmayan yerlerden hayvanlar göç etmişti. Cuvier,daha 1796 yılında kaleme aldığı ‘Canlı ve Fosil Fil Türleri Üzerine’ adlı yapıtında,nesil tükenişlerine ilişkin kuramını açıklamış ve Yerküre’de zaman zaman küresel afetler sonucu hayvanların topluca yok olduğunu ileri sürmüştü.Ancak dindar çevreler böyle fikirlerden rahatsız oluyorlardı.Zira Tanrı umursamaz bir tavır içinde gösterilmiş oluyordu. * Cuvier, anatomik özellikleri farklı olan hayvanların çizgisel bir sistem üzerinde sınıflandırılamayacaklarını gösterdi.Hayvanları anatomik yapılarına göre 4 büyük gruba ayırdı:1-Omurgalılar,2-yumuşakçalar,3-eklemliler,4-ışınlılar.Aynı gruptaki hayvanların tümünü tek bir anatomik tipin değişikliğe uğramış üyeleri olarak niteliyordu.Bu sebeple onları aynı sınıf içinde göstermişti. Cuvier’in bu sınıflandırma sistemi kısa bir süre sonra geçersiz oldu.Ama 18.yüzyılda o güne kadar geçerli olan,en ilkelinden en gelişmişine kadar tüm canlıların kesintisiz bir dizi oluşturduğu düşüncesine son verdi. * Geoffroy Saint-Hilaire ile Cuvier 1830 yılında Fransa Bilimler Akademisi’nin halka açık bir tartışmasında karşı karşıya geldiler.Geoffroy Saint Hilaire, omurgalılar ve yumuşakçalar ile birlikte bütün hayvanların ortak bir anatomik yapıyı bölüştüklerini savunuyordu. Cuvier ise tanımladığı dört tipin birbirinden farklı olduğunu ileri sürüyordu.Aralarında oluşan görüş ayrılığının nedeni,hayvanlar arasındaki benzerlik ve farklılıkların nasıl açıklanacağı idi.Bu konuya çözümü C.Darwin getirecekti. * Cuvier,zooloji sınıflandırılmasına fosilleri de katarak kayaç katmanları ile bu katmanlarda bulunan fosil kalıntıları arasındaki ilişkileri ortaya koydu.Hem fosil iskeletler hem de karşılaştırmalı anatomi üzerindeki çalışmaları sırasında organların anatomik ve işlevsel ilişkilerinin önemini kanıtladı.Böylece paleontoloji bilimini sağlam ve deneysel temeller üzerine oturttu. 1832 yılında öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Kütlesel sapma deneyine katılanlar
Newton,kısaca Principia olarak anılan kitabında bir tahmininden söz ediyordu.Bir dağ yakınına asılmış bir çekül,dağın çekimsel kütlesinin yanı sıra Yerküre’nin çekimsel kütlesinin de etkisiyle,dağa doğru hafifçe meylederdi.Sapma hatasız şekilde ölçülürse,evrensel kütleçekimi sabiti,yani kütleçekiminin G olarak bilinen temel değeri bulunabilirdi.Bu yolla Yerküre’nin kütlesi hesaplanabilirdi.Fransız hidrolog olan Pierre Bouguer ile asker-matematikçi Charles Marie de La Condamine bunu Güney Amerika’da denemişlerdi.Ancak teknik güçlükler ve kendi aralarındaki kavgalar nedeni ile bu işi başaramamışlardı. Newton’un bu önerisi,İngiltere’de kraliyet astronomu olan Nevil Maskelyne tarafından tekrar gündeme getirildi. Maskelyne,asıl sorunun kütlesi tahmin edilebilecek kadar düzgün şekilli bir dağ bulmakta olduğuna karar verdi.Konuyu Royal Society’e bildirdi.Kurum uygun bir dağın bulunabilmesi için İngiliz Adaları’nı dolaşacak birisine görev vermeyi kabul etti. * Maskelyne’nin bu iş için düşündüğü en uygun kişi,astronom ve harita mühendisi olan Charles Mason’du. Maskelyne ve Mason 11 yıl önce Venüs geçişi projesi nedeniyle beraber çalışıp dost olmuşlardı. * Charles Mason,1761 tarihinde Jeremiah Dixon adlı genç bir araştırmacı ile beraber çalışıyordu. Royal Society, Venüs geçişini gözlemlemeleri için onların Sumatra’ya gitmesini istedi.Ama daha yolculuklarının başlangıcında gemileri bir Fransız fırkateynin saldırısı ile karşılaştı. Mason ile Dixon, Royal Society’e bir mesaj göndererek bu yolculuğun çok tehlikeli olduğunu bildirdiler.Ancak kurumun ısrar etmesi üzerine yola devam etmek zorunda kaldılar.Bu kez, daha yolun yarısında Sumatra’nın Fransızların eline geçtiğini öğrendiler.Bu nedenle Venüs geçişini Ümit Burnu’nda gözlemlemek istedilerse de bir sonuca ulaşamadılar.Ülkelerine dönerlerken Saint Helena Adası’nda Maskelyne ile karşılaştılar.İşte bu karşılaşma Mason ile Maskelyne’nin dost olmalarına neden olmuştu.Birkaç hafta boyunca gelgit akımlarının haritasını çıkardılar.Kısa bir süre sonra Maskelyne İngiltere’ye dönerken, Mason ile Dixon 4 yıl sürecek olan bir maceraya atıldılar.Yolculuklarının hedefi, bilimsel araştırma yapmak için Amerika idi.O günlerde birisi William Penn,diğeri Lord Baltimore yönetimindeki Pennsylvania ve Maryland kolonileri arasında sınır kavgası vardı. Mason ile Dixon bu sınır kavgasını çözebilmek için 393 kilometre yol katettiler.Sonuçta,daha ileriki tarihlerde köle ve özgür eyaletleri birbirinden ayıran çizgi olarak sembolik önem taşıyan Mason- Dixon hattı ortaya çıktı.İki arkadaş bundan sonra astronomik araştırmalarını sürdürdü.Bu araştırmaların birinde yüzyılın en isabetli meridyen derecesini ölçmeyi başardılar.Sonra da ülkelerine döndüler. * Charles Mason,1772 yılında Maskelyne’nin isteği ile kütleçekimsel sapma deneyine uygun bir dağ arama görevini kabul etti.Sonuçta,aranan dağın İskoçya’daki Orta Highlands bölgesinde bulunan Schiehallion olduğunu bildirdi.Ama bütün mevsim boyunca dağda kalıp çalışmayı kabul etmedi.Böylece kütleçekimsel sapma deneyi Maskelyne’nin üzerinde kaldı. Charles Mason daha sonra yani 1786 yılında parasız olduğu günlerinde karısı ve 8 çocuğu ile Amerika’ya gitti.Ama artık orada bulunması için bir neden kalmamıştı.Hiçbir dostu ve bilimsel çalışmalarını destekleyecek hiçbir tanıdığı yoktu.Birkaç hafta sonra öldü. * Kütleçekimsel sapma deneyi üzerinde kalan Nevil Maskelyne,1732 yılında Londra’da doğmuştu.1755 yılında kendisi papaz idi.Ancak 25 Temmuz 1748 yılında gerçekleşen tutulma olayından sonra astronomi ile ilgilenmeye başlamıştı.1758 yılında Royal Society’e üye olarak kabul edildi.Üç yıl sonra da Venüs geçişini izlemek üzere St.Helena Adası’na gönderildi.Yolculuğu sırasında Ay’ın konumuna göre boylam belirleme deneyleri yaptı.Geliştirdiği yöntemi 1763 yılında yazdığı ‘İngiliz Denizcisinin Kılavuzu’ adlı kitabında yayımladı.1765 yılında kraliyet astronomluğuna atandı. * İşte şimdi,yani 1774 yılının yaz ayında,Schiehallion dağındaydı.Burada 4 ay kaldı.Mümkün olan her konumdan yüzlerce ölçüm alan bir araştırmacı ekibi yönetti.Elde edilen verileri değerlendirerek dağın kütlesini bulmak,birçok hesabı gerektiriyordu.Bu iş Charles Hutton adlı bir matematikçiye verildi. Araştırmacılar dağın haritasına ölçüm sonuçlarını yazmışlardı.Öyle ki her bir ölçüm,dağın üstündeki veya civarındaki bir noktanın yüksekliğini belirliyordu. Bu durum ilk bakışta karmakarışık bir rakam kalabalığı gibi görülüyordu. Charles Hutton,eşit yükseklikteki noktaları kalemle birleştirdiği takdirde bu rakamların daha düzenli görüneceğini fark etti.Artık haritaya bakınca dağın genel biçimi ve eğimi çok kolay anlaşılacaktı.Böylece Charles Hutton,eşyükselti eğrilerini icat etmiş oldu. * Charles Hutton, Schiehallion dağındaki ölçümlere dayanarak Yerküre’nin 5.000 milyon milyon ton ağırlığında olduğunu hesapladı.Artık Güneş dahil, sistemdeki tüm gezegenlerin kütleleri, Yerküre’nin kütlesinden hareketle hesaplanabilirdi.Ancak Schiehallion dağı deneyinin bir eksikliği vardı.Dağın gerçek yoğunluğu bilinmiyordu.Nitekim Charles Hutton,dağın sıradan bir taşla aynı yoğunlukta olduğunu varsaymıştı.Bu nedenle deney pekçok kişiyi tatmin etmedi. * Kütleçekimsel sapma deneyi konusuna ilgi duyan bir başka kişi,John Michell adlı bir kır papazı idi. 1724 yılında doğmuştu.1750 yılında yapay mıknatıslar üzerinde çalışmalar yaptı. 1755 yılında gerçekleşen Lizbon depremi üzerine araştırmalarda bulundu.Depremin odak noktasının Atlas Okyanusu’nun altında olduğunu saptamıştı. Depremlere,yer altı sularının derinlerdeki yüksek sıcaklıklarla ilişkiye geçmesi sonucunda oluşan yüksek basınçlı buharların yol açtığını ileri sürdü. Astronomi alanında Yer ile yıldızlar arasındaki uzaklığın ölçülmesine ilişkin teknikler geliştirdi.Çiftyıldız çiftlerinin fiziksel olarak gerçekten birbirlerine yakın olduğunu ve birbirleri çevresindeki yörüngelerde dolandıklarını savundu.1760 yılında Royal Society’e üye olarak kabul edildi.1762 yılında Cambridge Üniversitesi’nde,1767 yılında da Thornhill Üniversitesi’nde profesörlük yaptı.Burulma terazisi ilkesini geliştirdi.Bu aygıt vasıtası ile Yer’in yoğunluğunun belirleneceğini öne sürdü.Nitekim,Henry Cavendish,bu aletten yararlanarak sonraki yıllarda yerçekimi sabiti olan G değerini belirlemişti. Manyetizma ve kütleçekimine ilişkin araştırmalar yapan John Michell,uzayda karadelikler olabileceğini de ileri sürmüştü. Ancak tasarı ve deneylerini tamamlayamadan öldü. * Kütleçekimsel sapma deneyini ve Yerküre’nin kütlesini hesaplama işini ileriki tarihlerde Henry Cavendish gerçekleştirecekti. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Radyoaktif maddelerin ilk incelenme dönemi
19.yüzyılın sonlarında kimyacılar,akıllarından geçirmedikleri bir durumla karşı karşıya geldiler.Olayların başlangıcı 1896 yılı,yeri ise Paris’ti.Evinden bir yere gitmek için acele eden Henri Becquerel,ışık geçirmez kağıtlara sarılı bir fotoğraf levhası üzerine yanlışlıkla bir paket uranyum tuzu koydu.Onları çekmecesine bırakıp evden çıktı.Bir süre sonra fotoğraf levhasını çekmeceden çıkarınca çok şaşırdı. Uranyum tuzu levha üzerinde karartıya benzer bir iz bırakmıştı.Levha sanki ışık altında kalmış gibiydi.Tuzların bir çeşit ışınım saldığını düşündü. Becquerel,çok önemli bir olaya şahit olmuştu.Tesadüflerin bilimsel buluşlarda yer aldığını bilecek seviyede bir bilim adamıydı.Ama konuyu kendisi araştırması gerekirken öyle yapmadı,onu bir mastır öğrencisine havale etti.Söz konusu öğrenci,Polonya’dan yeni göç etmiş olan Marie Curie idi. * Pierre ve Marie Curie,bazı kaya türlerinin sürekli olarak ve olağanüstü miktarlarda enerji saçtığını görmüşlerdi.Üstelik bunu hacim kaybetmeden ve fark edilebilecek hiçbir değişime uğramadan yapıyorlardı.Bu olay Curie’lerin bilemeyeceği bir özellikteydi.Hatta gelecek yüzyılda Einstein tarafından açıklanıncaya dek hiçkimse tarafından da anlaşılmayacaktı.İşin gerçeği,sözü edilen kayaların etkili biçimde kütleyi enerjiye çevirmekte oluşuydu. Marie Curie bu etkiyi radyoaktiflik olarak adlandırdı.Sonraki çalışmalarında Curie’ler iki tane yeni element buldular:Polonyum ve radyum. * O günlerde Yeni Zelanda doğumlu Ernest Rutherford,Montreal’deki McGill Üniversitesi’nde yeni keşfedilmiş olan radyoaktif maddelere ilgi duymaya başlamıştı.F.Soddy adındaki bir meslektaşı ile birlikte bu maddelerin küçük miktarlarında bile muazzam enerji rezervleri bulunduğunu keşfetmişti.Bu rezervlerdeki radyoaktif bozunmanın,yani kararsız bir atom çekirdeğinin parçacık ve enerji salarak daha hafif ve kararlı başka bir çekirdeğe dönüşmesi olayından Yerküre’deki sıcaklığı sorumlu tuttular.Elbette kütle-enerji ilişkisini henüz bilmiyorlardı.Ama radyoaktif elementlerin bozunarak başka elementlere dönüştüğünü bulmuşlardı.Bir benzetme yapılacak olursa,bugün bir uranyum atomu varken yarın kurşun atomu oluyordu.Bu olay sanki simya gibi bir şeydi.Üstelik doğada kendiliğinden oluyordu. * Rutherford, radyoaktiflik olayının pratik hayatta kullanım yeri olacağını gören ilk kişi oldu.Her radyoaktif maddenin yarısının bozunması için gereken zaman miktarının, yani yarı-ömrün aynı olduğunu anladı.Üstelik bu sabit ve güvenilir bozunma hızı bir çeşit saat görevi de görebilirdi.Bir maddenin şu anda ne kadar radyasyonu olduğu ve hangi hızla bozunmakta olduğu saptanınca,geriye doğru hesaplanırsa maddenin yaşı bulunurdu.Bu düşüncesini bir parça uranyumlu maden cevheri üzerinde denedi ve cevherin yaşını 700 milyon yıl olarak hesapladı.O günlerde bu rakam,Yerküre’nin yaşı olarak çoğu insanın kabullenmeye hazır olduğundan çok daha büyüktü. * Rutherford,1904 yılında Kraliyet Enstitüsü’nde konferans vermek için Londra’ya gitti.Konu yeni radyoaktif bozunma kuramı idi.Amacı,bu kuramı anlattıktan sonra sözü uranyumlu maden cevherine getirmekti.Ünlü bilim adamı Lord Kelvin de konferansı dinlemek için gelmişti.Ama artık 80 yaşındaydı ve bu tip konferansları ancak uyuklayarak izleyebiliyordu.Özellikle fizik alanında yeni gelişmeleri takip etmeyi bırakmıştı.Hele yeni fikirleri hiç kabul etmiyordu.Bütün bunları bilen Rutherford,saygılı bir tavırla bir diğer ısı kaynağının keşfi halinde hesaplarının geçersiz olacağını Kelvin’in kendi ağzıyla söylemiş olduğuna değindi.O diğer kaynağı kendisinin bulduğunu ilave etti. Radyoaktiflik sayesinde,Yerküre yaşının Kelvin’in hesapladığı gibi 24 milyon yıldan çok daha fazla olduğunun anlaşıldığını özellikle vurguladı. Lord Kelvin, Rutherford’un bu saygı çerçevesini aşmayan sunumunu dinlerken gülümsüyordu.En ufak şekilde bile etkilenmemişti.Güncellik kazanan rakamları kabul etmiyordu. Yerküre’nin yaşı üzerinde kendisinin yaptığı çalışmaların doğru olduğunu iddia etmeye devam etti.Bu tavrını ölene dek sürdürdü. * Rutherford’un bulguları bilimsel bir devrimdi.Ama pekçok kişi bu kuramı kabul etmedi.Bilim dünyasının tutucu beyinleri hızla gelişen yeni fikirleri benimsemekte zorlanıyordu.Öyle ki Dublin Üniversitesi’nden John Joly Yerküre yaşının en fazla 89 milyon yıl olduğunu 1930 yılına kadar savundu.Öldüğü gün bile aynı fikirdeydi. Rutherford’un öngördüğü uzun zaman dilimi bazı kişilerin karşı çıkmasına rağmen yavaş yavaş kabul görmeye başlamıştı.Ama Yerküre’nin gerçek yaşının belirlenmesi için aradan daha çok yılların geçmesi gerekecekti. * Radyasyon araştırmaları devam ediyordu.Ama bu araştırmalar hiç kimsenin hem bilmediği hem de beklemediği sonuçlar veriyordu.1900’lü yılların başında Pierre Curie, radyasyon hastalığının belirtilerini göstermeye başlamıştı bile.Kemik ağrıları ve kronik kırıklık hissediyordu.Ancak ölümü bambaşka şekilde oldu.1906 yılında bir at arabasının altında kalarak can verdi. O yıllarda radyoaktiflik,yararlı olan bir enerji gibi algılanmıştı.Uzun yıllar boyunca diş macunu ve müshil üreticileri ürünlerine radyoaktif toryum kattılar.1920 yılında bile radyoaktif maden suyu kaynaklarının şifa verici olduğu sanılıyordu.Tüketim mallarında radyoaktif madde kullanımı ancak 1938 yılında yasaklandı.Ama Marie Curie 1934 yılında lösemiden ölmüştü. Radyasyon,hem zararlı hem de kalıcıdır.Bugün için bile Marie Curie’nin 1890 yıllarından kalma notlarına dokunmak çok tehlikelidir.Kendisine ait laboratuvar kitapları kurşun astarlı kutularda korunmaktadır.Onları görmek isteyenlerin koruyucu giysiler giymeleri gerekir. KAYNAK: A Short History of Nearly Everything
-
Albert Michelson
Albert Michelson,1852 yılında Prusya’da doğdu.Ticaretle uğraşan yoksul bir Yahudi ailesinin oğluydu.Aile, Michelson henüz çok küçükken ABD’ye göç etti.Babası California’da bir mensucat işletmesi açtı.O yıllarda bölge altın arama eylemleri ile meşgul olduğundan Michelson bir maden kampında büyüdü.Babasının işi her ne kadar mensucat işletmesi ise de aile çok yoksuldu ve eğitime ayıracak parası yoktu. Albert Michelson,Washington D.C.’ye gitti.Her gün Beyaz Saray’ın ön kapısı civarında dolaşmaya başladı.Amacı Başkan Ulysses Grant’ı günlük yürüyüşe çıktığı sırada yanına yaklaşıp konuşmaktı.Bu amacında başarılı oldu.Başkan Grant,onu ABD Deniz Kuvvetleri Akademisi’nde parasız olarak okutmayı kabul etti.Böylece Michelson,fizik öğrenmeye başladı. 1878 yılında ışık hızının doğru ve kesin olarak ölçülmesine yönelik çalışmalara başladı.Bu konuda gelişme sağlanabilmesi için optik bilgisinin gerekli olduğunu düşünerek 1880 yılında Avrupa’ya gitti.Ertesi yıl deniz kuvvetlerinden ayrılarak iki yıl Berlin,Heidelberg ve Paris’te çalışmalar yaptı. Çalışmalarını tamamladıktan sonra ABD’ye döndü ve araştırmalarına devam etti.Sonuçta ışık hızını saniyede 299.853 km. olarak açıkladı. * Michelson,Avrupa’da iken interferometre denilen bir girişimölçer yapmaya başlamıştı.Bu düzenek,bir ışık demetini ikiye ayırıyor ve birbirine dik doğrultularda gönderdikten sonra tekrar birleştiriyordu.Ayrılan ışık dalgaları tekrar birleştirilmeden önce birbirleri ile uyumsuz hale getirilebilirse,dönüşümlü olarak aydınlık ve karanlık çizgilerden oluşan bir girişim saçağı oluşabilecekti.Bu saçakların hem sayısından hem de genişliklerinden yararlanarak duyarlı ölçümler yapmak mümkün hale gelecekti.Michelson,bu girişimölçerle Yerküre’nin esir içindeki hızını ölçmeyi amaçlamıştı. * Esir veya eter,eskiden beri uzay boşluğunu doldurduğu varsayılan esnek bir madde olarak düşünülüyordu.Bu fikir Descartes’ten çıkmış,Newton tarafından benimsenmiş ve sonra herkes tarafından tartışmasız olarak kabul edilmişti.19 yüzyılın sonlarında bile fizikçiler,havanın ses dalgalarını ilettiği gibi esirin de elektromagnetik dalgaları ilettiğine inanıyorlardı.Zira titreşimler mutlaka bir şeyin içinde oluşmak zorundaydı.Esir ağırlıksız,saydam ve sürtünmesiz,kimyasal ya da fiziksel olarak varlığı saptanamayan ve tüm maddeleri geçiren bir ortamdı.Eğer Yerküre esir içinde yol alıyorsa, Yerküre ile aynı doğrultuda yol alan ışığın hızı,ışık hızı ile Yerküre’nin hızının toplamına eşit olacaktı.Yerküre’nin yoluna dik doğrultuda yol alan ışığın hızı ise sadece ışık hızına eşit olacaktı. * Ancak Michelson’un Berlin’de gerçekleştirdiği deneylerde herhangi bir girişim saçağı elde edilemedi. Bu durumda ışık ışınları arasında herhangi bir fark olmuyor demekti.Dolayısı ile Yerküre,esire göre hareket halinde değildi. O günlerde esirin mutlaka var olduğu kesinlikle kabul edildiği ve ışık hızının sabit olduğu bilinmediği için Michelson hem deneyin hem de girişimölçerin eksik olduğuna karar verdi. * Michelson ,1883 yılında Cleveland’da bulunan Case Uygulamalı Bilimler Okulu’nda fizik profesörlüğüne getirildi.İşte burada esir rüzgarı olarak bilinen olguyu gündeme getirmenin sırası geldiğine karar verdi.Esir rüzgarı,uzayda hızla ilerleyen hareketli cisimler tarafından üretilen bir tür baş rüzgarıydı. Yani,seyir halindeki bir teknenin kendi hareketi ile yarattığı,hareket yönüne zıt esen rüzgar gibiydi.O günlerin geçerli Newtoncu görüşlerinin öngörülerinden biri de ışığın esir içindeki hareketiyle ilgiliydi.Işık,esirin içinde kendisine yol açtıkça,gözlemcinin ışık kaynağına yaklaşmakta mı yoksa ondan uzaklaşmakta mı olduğuna bağlı olarak,ışık hızının gözlemciye göre değişkenlik göstermesi gerekirdi.Ama henüz kimse bunu ölçmenin bir yolunu bulamamıştı. Michelson, Yerküre’nin 6 ay boyunca Güneş’e yaklaştığını, 6 ay boyunca ondan uzaklaştığını temel aldı.Zıt mevsimlerde ışığın Güneş’ten Yerküre’ye ulaşma süresini yeterince ve dikkatle yapılacak ölçümlerle saptadığı takdirde, bu iki sonucu karşılaştırdığında cevabı bulabilirdi. * Michelson,A.Graham Bell’in parasal desteği ile girişimölçer deneylerini sürdürdü ve araçların duyarlılıklarını arttırdı.Bu konuda kimyacı Edward Williams Morley ile işbirliği yaptı.Hazırlıkları yıllarca sürdü.Deneyin amacı Yerküre’nin esir içindeki hızını saptamaktı.İlk kez 1881 yılında yapıldı.Sonra defalarca bu deneyler tekrarlandı.Işık hızının,Yerküre’nin içinde hareket etmekte olduğu esire göre sabit olması durumu ele alındı.Böylece Yerküre’nin hareketi, kendi hareket doğrultusunda yol alan ışığın hızı ile bu doğrultuya dik yol alan ışığın hızının karşılaştırılması ile belirlenecekti.Ama bu ikisi arasında bir fark bulunamadı. Edward Williams Morley ile birlikte gerçekleştirdikleri araştırmaların sonuçlarını 1887 yılında ilan etti.Girişim saçakları elde edilememişti.Alınan sonuç,iki bilim adamının bulmayı bekledikleri sonuç değildi.Işık hızının,tüm yönlerde ve tüm mevsimlerde aynı olduğu anlaşılmıştı.Yer ile esir arasında karşılıklı bir hareket ilişkisinin olduğu yönünde bir kanıt bulunamamıştı.Michelson ve Morley,istemeden de olsa,uzun zamandır doğru kabul edilen bir inancın yanlışlığını kanıtlamış oldular.Fizik tarihinin en meşhur olumsuz sonucu ortaya çıkmıştı.Işık hızı ile buna eklenen herhangi bir başka hız toplandığında,gene ışık hızı elde ediliyordu. * Michelson,1907 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü aldı.1929 yılında emekli olana değin üniversitelerdeki fizik profesörlüğünü sürdürdü.1923 yılında ışık hızının ölçülmesi çalışmalarını yeniden başlattı.Birçok denemeden sonra ortaya çıkardığı sonuç,günümüzde kabul edilen değerden sadece 2 km/saniye fazlaydı.Bilimsel başarıları arasında bir yıldızın boyutlarını da ölçmek olan Michelson,1931 yılında öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Göktaşı dünyaya çarpacak
Yazılı ve görsel mdyada bu tip haberler birdenbire ortaya çıkıyor,aradan bir-iki gün geçince hemen unutuluyor.Bugün için hemen hemen ocak ayının ortasındayız.Bahsedilen gökcismi ile ilgili hiçbir haber yok.Zaten bu gökcisminin Mars'a çarpma olasılığının çok düşük olduğu,Dünya'ya çarpma olasılığının ise sıfır olduğu zaten açıklanmıştı.
-
19.Yüzyılda Yerküre’nin yaşını belirleme çalışmaları
Yerküre’nin yaşı konusunda 19.yüzyıl jeologlarının sadece tahminde bulunduklarını görürüz.Bu jeologlar kayaç ve fosilleri yaş sırasına sokabildikleri halde bu yaşları Yerküre’nin tüm tarihi içindeki yerine koyamıyorlardı.Örneğin William Buckland,bir iskeletin yaşını söylerken, ait olduğu hayvanın on bin yıl öncesi ile on bin kere on bin yıl öncesi arasındaki zamanda yaşamış olduğunu önermek zorunda kalıyordu.O günlerde tarihlendirme konusunda güvenilir bir yöntem olmadığı halde,bunu denemek isteyenlerin sayısı çoktu. * Yerküre’nin yaşı konusunda ilk ve ciddi bir girişim 1650 yılında İrlanda Kilisesi’nden Başpiskopos James Ussher tarafından yapıldı.Kendisi Kutsal Kitap’ı ve diğer tarihi kaynakları inceledikten sonra Yerküre’nin İ.Ö. 23 Ekim 4004 tarihinde yaratılmış olduğunu açıklamıştı.Tarihçilerin bir yorumuna göre Ussher ‘in bu açıklaması 19.yüzyılın başına kadar doğru olarak kabul edilmişti.Dolayısı ile hemen hemen herkes Yerküre’nin bir hayli genç olduğunu varsayıyordu.Bir başka grup tarihçinin yorumuna göre de ciddi çalışmalarda bulunan jeologlar, Kutsal Kitap’ın zaman ölçeği konusundaki tefsirini dikkate almamıştı. Gerçekten de Papaz William Buckland bile Kutsal Kitap’ın hiçbir yerinde Tanrı’nın yeri ve göğü ilk gün yarattığı izlenimi vermediğini,sadece ‘başlangıçta’ sözünü kullandığına dikkat çekmişti.Kendisine göre bu başlangıç milyonlarca ve milyonlarca yıl sürmüş olabilirdi.Aslında herkes Yerküre’nin yaşlı olduğu konusunda aynı fikirde idi.Ama ne kadar yaşlıydı? * Gezegenimizin tarihlendirilmesi konusundaki ilk ciddi önerilerden birisini Edmond Halley yaptı.Dünya denizlerindeki toplam tuz miktarının,her yıl eklenen tuz miktarına bölünmesi ile elde edilecek sayının okyanusların yaşını ortaya çıkaracağını ileri sürmüştü.Böylece Yerküre’nin yaşı konusunda kabaca bir fikir edinebilirdik.Ancak o tarihlerde ne denizlerde ne kadar tuz olduğu,ne de her yıl eklenen tuz miktarını bilen yoktu.Böyle bir araştırma yapma olanağı da bulunmuyordu. * Bilimsel olarak ele alınabilecek ilk ölçüm girişimi Georges-Louis Leclerc tarafından 18.yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşti. Yerküre’nin çok miktarda ısı yaydığı biliniyordu.Öyle ki bir madene inen herkesçe malum olan bir olaydı.Ama ısının ne hızla kaybolduğu ölçülemiyordu. Leclerc,bir takım küreleri akkor haline gelinceye dek ısıtmış,sonra soğumaya bırakmıştı.Bu küreler soğudukça onlara dokunmuş ve ısı kaybını bu şekilde ölçmüştü.Bu ölçümden yola çıkarak Yerküre’nin yaşını 75.000.ile 168.000 yıl olarak tahmin etti.1770 yıllarında öne sürdüğü bu tahmin için Leclerc aforoz edilme tehdidi ile karşı karşıya kaldı.Düşünmeden konuştuğu ve dinsel öğretiye aykırı düştüğü için özür diledi.Ancak sonraki yazılarında iddiasını hep tekrarladı. * 19.yüzyılın ortalarında bilimsel çevreler Yerküre’nin yaşı için en az birkaç milyon yıl,hatta belki on milyonlarca yıl gibi fikir taşıyorlardı.Ancak daha fazlası için öngörüleri yoktu.Bu nedenle C.Darwin,1859 yılında ‘Türlerin Kökeni’ kitabını yayımlayınca herkes büyük bir şaşkınlığa düştü. C.Darwin’in hesaplarına göre İngiltere’nin güneyindeki Weald bölgesini yaratan jeolojik süreçlerin tamamlanması 306.662.400 yıl sürmüştü.Bu rakam çok büyük itirazlara neden oldu.Zira bilim çevrelerinin Yerküre’nin yaşı konusunda genel kabul gören anlayışına ters düşüyordu.Bunu üzerine C.Darwin bu rakamı kitabının üçüncü baskısından çıkardı.Ama bu öneri unutulmadı. * Yerküre’nin yaşı konusunda tahmin yapanlar arasında Lord Kelvin de vardı.Yazdığı makalelerde 98 milyon sayısını veriyor,ama bu rakamın 20 milyon yıl düşük,400 milyon yıl yüksek olabileceğini de söylüyordu.Her makalesinde bu sayı sürekli olarak değişiyordu.Nihayet 1897 yılında bu yaşı 24 milyon yıl olarak belirledi. Lord Kelvin’in böyle tutarsız rakamlar vermesinin nedeni o dönemdeki fizik biliminin bilimsel seviyesi ile ilgiliydi.Güneş büyüklüğünde bir cismin en fazla birkaç on milyon yıldan uzun sürede,yakıtını tüketmeden ve durmadan nasıl yanmaya devam ettiğini anlayacak bilgi yoktu.Böylece ister istemez hem Güneş’in hem de gezegenlerin genç olması gerektiği kabul ediliyordu. Yerküre’nin yaşı konusunda kesin bilgi, ileriki yıllarda fosil kanıtları ve astronomideki gelişmeler ile elde edilecekti. KAYNAK: A Short History of Nearly Everything
-
Henry Cavendish
Henry Cavendish,1731 yılında Fransa’nın Nice şehrinde doğmuş bir İngiliz vatandaşıdır.Annesi ve babası tarafından büyükbabaları Devonshire ve Kent dükleri idi.1742 yılında Londra yakınlarında bulunan bir ilahiyat okuluna girdi.1749-1753 yılları arasında Cambridge Üniversitesi’nde bir koleje devam etti ise de İngiltere Kilisesi’ne bağlılık sözü vermekten kaçındığı için burayı bitiremedi.Babasının 1783 yılında ölümüne kadar onunla birlikte yaşadı.Baba-oğul oldukça sade bir yaşam sürdürüyorlar ve beraberce bilimsel araştırmalar yapıyorlardı. Henry Cavendish 40 yaşında iken kendisine miras kalan bir servet sonunda birdenbire zengin oldu.Bir başka bilimadamının deyişiyle,hem tüm bilginlerin en zengini,hem de tüm zenginlerin en bilgini durumuna gelmişti. * Zenginlik,yaşam tarzını fazla değiştirmedi.Harcamalarının çoğunu kitaplar ve bilimsel araçlar için yapıyordu.Evini büyük bir laboratuvara çevirmişti. Zamanla büyük bir kitaplık kurdu ve burasını bilimadamlarının yararına sundu.Giyimine hiç özen göstermezdi.Bilimsel yeteneği çok kuvvetli idi.Ama çalışmaları fazla yaygınlık kazanmadı. 1760 yılında Royal Society’e üye olarak kabul edildi.1766 yılında çeşitli gazların elde edilmesine ait makalelerden başlayarak yayımlamak amacı ile yazdığı konular olduysa da,pek çok araştırmasının ayrıntılarını yayımlamadı.Son derecede ketum bir kişiydi.Bilimsel alanın pek çok konusunda yaptığı deneylerden ve öngördüğü tezlerinden bahsetmezdi.Oysa bu deney ve öngörüleri kendi zamanından en az yüz yıl ilerisindeydi.James Clerk Maxwell 19.yüzyılın sonlarında onun notlarını yayımlamasaydı,yaptıklarının büyük kısmından kimsenin haberi olmayacaktı. * Kimya alanındaki araştırmalarının büyük bölümünü gazlar üzerindeki deneyleri oluşturur. İlk makalesinde asitlerle metallerin tepkimesinden ‘yanar hava’ diye adlandırdığı hidrojen gazının oluştuğunu belirtti.Asitlerle bazı alkalilerin tepkimesinden de ‘sabit hava’ diye adlandırdığı karbon dioksit gazının ortaya çıktığını söyledi.Ayrıca,havanın oksijen ve azota ayrıştırılmasından sonra geride bir miktar gazın kaldığını gözlemledi.Onun bu buluşu,100 yıl sonra argon ve öteki soy gazların bulunmasını kolay hale getirmiştir. Cavendish’in,soy gazların keşfini mümkün kılan öngörüsü çok önemlidir.Bu gazlardan bazılarını ele geçirmek o kadar zordur ki,sonuncusu 1962 yılına kadar bulunamamıştı. 1784 ve 1785 yıllarında hava üzerinde yaptığı araştırmaların sonuçlarını açıkladı.Bu çalışmasında atmosferin bileşimini verdi. Suyun bir element olmadığını, oksijen ve hidrojenin birleşmesinden sentez yoluyla elde edilebileceğini gösterdi. Joseph Priestley, hidrojen ve hava karışımının bir elektrik kıvılcımı ile patlatılması durumunda,kabın iç yüzünün nemle kaplandığını gözlemlemişti. Cavendish bu deneyi dikkatle yineledi ve sözkonusu nemin su olduğunu kanıtladı. Elektrik yüklü iki cisim arasındaki kuvvetin,aralarındaki uzaklığın karesi ile ters orantılı olduğunu buldu.Elektrostatiğin bu temel yasası daha sonra C.A.Coulomb tarafından ortaya konmuş ve onun adını almıştır. Bir kondansatör sığasının ,sığacı oluşturan levhaların arasına yerleştirilen maddenin cinsine bağlı olduğunu M.Faraday’dan önce gösterdi. O yıllarda elektriğin ölçümü,bir elektrometre içindeki iki altın yaprağın,elektrikle yüklendiklerinde birbirlerini itmeleri nedeniyle aralarında oluşan açıya bakılarak yapıldığından herkes,’elektriklenme derecesi’ kavramını kullanırdı. Cavendish,potansiyel kavramını kullanarak iyi bir iletkenin yüzeyindeki bütün noktaların ortak bir referans noktasına göre aynı potansiyele sahip oldukları görüşünü geliştirdi. * Elektrik akımını ölçme olanağı olmadığı için kendi vucudunu ölçü aracı olarak kullanırdı.Akım şiddetini anlayabilmek amacıyla elektrotların uçlarını elleriyle tutuyor,elektrik şokunu parmaklarında mı,bileklerine kadar mı,yoksa dirseklerine kadar mı duyduğuna bakıyordu. Bir ara bir barut deposunun yıldırıma karşı en iyi korunma yöntemini bulmakla görevlendirilen komiteye üye olarak katıldı. Bir başka zaman hükümetin,altın paraların kullanım sırasında aşınmaları konusuna eğilmesi üzerine altın alaşımlarının fiziksel niteliklerinin araştırılmasına yardımcı oldu. * Henry Cavendish,çok aşırı derecede çekingendi.Herhangi bir insanla temas etmesi onun açısından büyük rahatsızlığa neden oluyordu.Bir gün kapısı çalınıp açtığında Avusturya’dan gelen bir hayranını karşısında bulmuştu..Gelen kişinin övgü dolu sözlerine birkaç dakika dayanabilmiş,hemen bahçeye kaçmıştı.Konutuna geri dönmeye ancak saatler sonra ikna edilebilmişti.Evin kahyası ile görüşmesi ancak mektuplaşarak mümkün oluyordu.İnsan içine çıkması sadece bilimsel toplantılarda gerçekleşiyordu.O da diğer konukların sıkıca uyarılmaları ile sağlanırdı.Kimse ona yaklaşmamalı,hatta bakmamalıydı.Eğer bir konu hakkındaki görüşlerini merak eden olursa,ona sanki tesadüfen rastlamış gibi yaklaşmalıydı.Tabii ki bu görüşme oldukça kısa sürerdi. * Henry Cavendish’in en ünlü deneyi,kütleçekim ile ilgili çalışmasıdır.Bu konuda daha önceki yıllarda hazırlık yapmış olan ama ölümü nedeniyle bunu gerçekleştiremeyen John Mitchell’in kendisine bırakmış olduğu proje ve aletlerden yararlandı. Henry Cavendish, John Mitchell’in tasarladığı düzeneği kendi malikanesinde kurdu.Bu düzenekte ağırlıklar,karşı ağırlıklar,pandüller,şaftlar ve burulma teller gibi pek çok aygıt vardı.Bu düzeneğin ortasında 160 kilo gelen iki adet çelik top bulunuyordu.Bunlar da daha küçük olan iki kürenin yanına asılıydı.H. Cavendish’in amacı,küçük kürelerde büyük küreler sebebi ile oluşan kütleçekimsel sapmayı ölçmekti.Böylece kütleçekimi sabiti olarak bilinen ve saptanması zor olan kuvvetin ilk ölçümünü mümkün hale getirecekti.Elde edeceği verileri değerlendirerek Yerküre’nin kütlesini bulacaktı.Kütleçekimi komple bir düzeyde güçlüdür,örneğin Güneş gibi büyük kütleli bir cismin gene Yerküre gibi büyük kütleli başka bir cismi çekmesinde olduğu gibi. Basit düzeylerde kütleçekimi çok zayıftır.Yerden bir taş parçası aldığımızda bütün bir gezegenin birleşik kütleçekimsel etkisini kolayca yenmiş oluruz.İşte H. Cavendish’in amaçladığı olay,çok hafif düzeydeki bu kütleçekimini ölçmekti. * Deney,küreler arasındaki kütleçekimi kuvvetinin ölçülmesi yoluyla evrensel kütleçekimi sabiti olan G değerinin hesaplanmasını olanaklı kılacaktı.G değeri,iki cismin birbirlerine uyguladıkları çekim kuvveti ile bu cisimlerin kütlelerin çarpımının,aralarındaki uzaklığın karesine bölümüyle elde edilen değer arasındaki oranı ifade eder. * H. Cavendish çok titiz olarak çalıştı.Düzeneğin yerleştirildiği odaya en ufak fısıltı bile girmeyecek şekilde tedbir almıştı.Bu sebeple bitişik odalardan birisine yerleşti.Gözlemlerini teleskopla bir gözetleme deliğinden yapıyordu.Elde edilecek sonuç birbirine bağlantılı 17 tane ince ölçüme bağlıydı.Bütün bunların tamamlanması bir yıl sürdü. H. Cavendish bütün hesapları bitirdiğinde Yerküre’nin 6 milyar trilyon tondan biraz daha ağır olduğunu açıkladı.Bu sayı kendi ülkesinin ölçüm birimi ile 13’ün yanında yirmibir sıfır olan libreydi.Bugün için Yerküre’nin 5,9725 milyar trilyon ton olduğu tahmin ediliyor.Aradaki fark göz önünde tutulmayacak derecede azdır.Unutmayalım ki H. Cavendish ölçümünü yaptığı zaman takvimler 1797 yılını gösteriyordu. 1803 yılında Fransız Enstitüsü’ne seçilen 8 yabancıdan biri idi. 1810 yılında 78 yaşında iken öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Yerbilimleri-İnsan-Din
Sayın yersoy gerçekten çok güzel bir çalışma ile konuyu ele almış.Verdiği link adresleri ile yazısı başlıbaşına bir kaynak haline gelmiş oldu.Ben,şahsım adına kendisine teşekkür ediyorum. Levha tektoniği kuramı ortaya konmadan önce,kıtaların kayması kuramı tartışılırken,bu kurama karşı çıkan bilimadamları hakkında birşeyler okumuştum.Bir canlı türünün,arada okyanus olmasına rağmen farklı iki bölgede fosillerinin bulunuşu karşısında kara köprüleri kurguladıklarını öğrendim.Üstelik farklı bölgelerde aynı türlere ait fosiller bulgulandıkça hemen yeni bir köprü icat ediliyormuş.Üstelik bu tutucu teoriler uzun yıllar boyunca ders kitaplarında yer almışlar.Elbette sonuçta gerçek bilim kendisini kabul ettirmiş.
-
18.ve 19. Yüzyılda jeoloji
Jeolojinin alt disiplinlere ayrılması 16. ve 17. yüzyıllarda başlamıştı.Gene de metafizik düşünce etkisini sürdürüyordu.Herşeyden önce simyacılar iş başındaydılar.Örneğin demirli çökellerin Yer’in merkezinden yayılan ısı sonucu oluştuğunu,ama bu sürece belirli burçların yol açtığına inanıyorlardı.Buna rağmen Alman bilim adamı G.Agricola mineralleri fiziksel özelliklerine göre sınıflandırdı.Birçok minerali ayrıntılı şekilde tanımladı.Paleontoloji alanında, Danimarka’lı jeolog N.Steno fosillerin organik kökenli olduğunu vurguladı. * 18.yüzyılın en önemli iki jeoloji kuramı Neptüncülük ve Plütonculuktu. Neptüncüler, Yer’in bir zamanlar bulanık ve çamurlu bir okyanusla kaplı olduğunu varsayıyorlardı.Bu sudan düzensiz okyanus tabanına çökelen ilk tortulların graniti ve öteki kristalin kayaçları oluşturduğunu ileri sürüyorlardı.Böylece okyanus alçaldıkça,yeni tortullar katmanlar halinde üst üste biniyordu. James Hutton önderliğindeki Plütoncular ise, Yer’i ısı makinesi gibi işleyen dinamik bir cisim olarak tasarlıyorlardı.Akarsular karaları aşındırarak taşıdıkları molozları deniz dibine çökeltir. Yer’in iç kesimlerindeki ısı,belirli bölümlerin genleşmesine ve pekişmiş olan deniz çökellerinin yükselerek yeni karalar oluşturmasına yol açar. Gözlemcilerin elde ettikleri somut bulguların yorumu da tartışma konusuydu.Örneğin ilk çağlardan kaldıkları kanıtlanan midye kabukları ve diğer deniz fosilleri nasıl oluyordu da dağların tepelerinde bulunuyordu?O kadar yüksek yerlere nasıl çıkmışlardı? Neptüncüler,yüksek yerlerde bulunan deniz kabukları ve yeryüzündeki her şeyi yükselip alçalan deniz seviyeleri ile açıklıyorlardı.Dağların,tepelerin ve diğer yüzey şekillerinin Yerküre’nin kendisi kadar yaşlı olduğuna ve ancak küresel sellerin oluştuğu dönemlerde,sular altında kalınca değişime uğradığına inanıyorlardı.Plütonculara göre ise,yanardağ ve depremler yeryüzünü durmadan değiştirmişti.Ama denizlerin bu değişime hiçbir katkısı yoktu. Plütoncular’ın rakiplerine sorduğu en önemli soru,sellerin oluşmadığı dönemlerde onca suyun nereye gittiği ile ilgiliydi.Eğer bir zamanlar Alp Dağları’nı kaplayacak kadar su olduysa,bu su şimdi neredeydi?Ama gene de midye kabuklarının dağ tepelerine nasıl çıktığını ikna edici şekilde açıklayamıyorlardı. 18.yüzyılda jeoloji, James Hutton’ın geliştirdiği birörneklilik ilkesi üzerinde yükselen bilim dalı durumuna geldi. Birörneklilik ilkesine göre,yer yüzeyi biçimleri,jeolojik çağlarda gerçekleşen uzun fiziksel,kimyasal ve biyolojik süreçlerin sonucunda oluşur.Başka bir ifade ile,jeolojik çağlar boyunca doğal süreçlerin Yer üzerindeki etkileri,çeşitli kayaçların oluşmasına yol açan başlıca etkendir. * 19.yüzyılda,kristalografi ile minerallerin ve kayaçların sınıflandırılması için önemli gelişmeler kaydedildi.İsveç’li J.Berzelius,mineralleri kimyasal bileşimlerine göre sınıflandırdı ve silikat minerallerini tanımladı.İngiliz W.Smith,yerkabuğu katmanlarının her birinin tanıtıcı fosil toplulukları içerdiğini buldu.Böylece çeşitli bölgelerdeki katmanların arasındaki bağıntının fosil içeriklerine göre belirlenebileceğini öne sürdü. Bu yüzyılın önemli kuramlarından birisi,Fransız bilgini Baron G.Cuvier’in doğal afetler (katastrof) veya tümyıkımcılık kuramıdır.Bu kurama göre,jeolojik çağlarda oluşan doğal afetler yeryüzündeki canlıları yok etmişti ve bu organizmalar fosil halinde kayaçların içine girmişti. Charles Lyell bu kurama karşı birörneklilik ilkesini geliştirdi.Jeolojik değişimlere yol açan nedenlerin günümüzde de geçerli olduğunu ve bu nedenlerin her zaman aynı ortalama enerji düzeylerinde etkide bulunduğunu savundu. * Yüzyılın ortalarına doğru Avrupa’daki fosil içeren katmanlar jeolojik bir kronoloji uyarınca sıralandı.Kayaç sistemleri dönem olarak adlandırılan çağ dilimleri içinde toplandı.Dönemler ise zaman olarak adlandırılan çağ dilimleri içinde gruplara ayrıldı. Yanardağ etkinliklerini ve yerkabuğundaki yükselme,batma,bükülme ve kıvrılma olaylarını A.B.D.’li E.Dutton inceledi ve dengelenme ilkesini ortaya attı.Bu ilkeye göre,yerkabuğunun düzeyi,yoğunluğu tarafından belirlenir.Görece hafif kütleler yükselerek kıtaları,dağları ve platoları meydana getirir.Daha ağır olanlar ise batarak havzaları ve okyanusları oluşturur. KAYNAK AnaBritannica
-
Edmond Halley
Edmond Halley,günümüzde,adının verildiği kuyrukluyıldız nedeni ile anımsanır.Oysa bu kuyrukluyıldızı kendisi keşfetmemişti.1682 yılında gördüğü bu cismin 1456,1531 ve 1607 yıllarında başkaları tarafından görülmüş olan kuyrukluyıldızla aynı olduğunu anladı.Onun yörüngesini hesapladı.Bu gök cismi 1758 yılına kadar,yani ölümünden 16 yıl sonrasına kadar henüz adlandırılmamıştı. * Edmond Halley,1656 yılında Londra yakınlarındaki bir kasabada doğdu.O yıllar,modern düşüncenin temellerinin atıldığı ve bilim alanında önemli gelişmelerin sağlandığı dönemdi.II.Charles krallık rejimini yeniden kurduğunda 4 yaşındaydı.O günlerde doğa felsefecileri,kendi aralarında resmi bir özelliği bulunmayan bir dernek kurmuşlar ve onu ‘Görünmez Kolej’ olarak nitelemişlerdi.1662 yılında II.Charles bu topluluğu onayladı.Böylece Royal Society, resmiyet kazandı. Halley,1673 yılında Oxford’da bulunan Queen’s College’a girdi.O günlerde kraliyet astronomu olan John Flamsteed’in çalıştığı Greenwich Gözlemevi’ne birkaç kez gittikten sonra çalışmalarını astronomi alanında sürdürmeye karar verdi. John Flamsteed,o sıralarda kuzey yıldızlarına ait bir katalog hazırlamayı düşünüyordu. Halley,aynı çalışmayı Güney Yarımküre için yapmayı önerdi.Babasının para katkısını ve kralın desteğini elde ettikten sonra okulunu bıraktı.1676 yılında Doğu Hindistan Kumpanyası’nın bir gemisi ile Güney Atlas Okyanusu’ndaki St.Helena Adası’na gitti. * Kötü hava koşulları nedeniyle projesini gerçekleştiremedi.Ama 341 tane yıldızın enlem ve boylamlarını kaydetti.Merkür’ün Güneş diski önünden geçişini gözlemledi.Bazı yıldızların parlaklığının geçmişteki gözlemlere oranla azaldığını belirledi.1678 yılında İngiltere’ye döndükten sonra düzenlediği yıldız katalogunu yayımladı.Bu katalog, Güney Yarımküre’deki yıldızların ilk kez bir teleskopla gerçekleştirilen gözlemlere dayalı olarak belirlenmiş konumlarını içeriyordu.Aynı yıl Royal Society üyeliğine seçildi ve kralın da önerisi ile Oxford Üniversitesi’nden yüksek lisans derecesi aldı. * 1684 yılında bir gün Halley, günümüzde onu hücreyi tanımlayan kişi olmasıyla hatırladığımız Robert Hooke ve hem astronom hem de mimar olan Sir Christopher Wren ile yemek yiyordu.Hepsi gezegen hareketlerinin mekanik açıklamaları ile ilgili oldukları için,gezegenleri Güneş’in çevresindeki yörüngelerinde tutan kuvvetlerin belirlenmesinden söz ediyorlardı. Hooke ve Halley, gezegenleri yörüngede tutan kuvvetin,bunların arasındaki uzaklığın karesi ile ters orantılı olduğunu biliyorlardı.Ancak gözlenen gezegen hareketlerini açıklayabilecek kuramsal bir yörünge modeli kuramamışlardı.Gerçi daha önce gezegenlerin elips biçiminde yörüngeleri olduğunu duymuşlardı,ama nedenini henüz kimse anlamış değildi.Wren,bu konuya çözüm getirecek kişiye ödül vereceğini söyledi.Halley o sıralarda matematik profesörü olan İsaac Newton’a danışmaya karar verdi. Nitekim 1684 yılının ağustos ayında onun evine gitti.Tabii ki söz dönüp dolaşıp astronomiye geldi.Güneş ile herhangi bir gezegen arasındaki ilişki ele alındı. Güneş’in çekim kuvveti,gezegene olan uzaklığının karesi ile ters orantılıydı.Halley, bu durumda gezegenin nasıl bir yörünge izleyeceğini sordu. Newton hemen cevabını verdi:Yörünge, elips şeklinde olurdu.Halley,Newton’un bu derhal ve kendinden emin cevabı karşısında şaşırmıştı.Ona nasıl bildiğini sordu.Newton sakin bir şekilde: -‘Nasıl olsun.Hesaplamıştım’ Dedi.Tabii ki Halley ,ondan yaptığı hesabın dökümanını istedi.Newton bütün kağıtlarını karıştırdı.Ama bulamadı.Halley’in şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılmıştı.O günlerde herkesin nedenini merak ettiği bir olayı çözmüş olan kişi, notlarını kaybetmişti.Halley bir hayli ısrar ederek Newton’un hesapları yeniden yapmasını istedi.O da kabul etti.Hatta çok daha büyük bir iş yaptı.İki sene boyunca yoğun bir çaba harcayarak en önemli eserini ortaya çıkardı: Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri. * Halley,çok sayıda bilgiyi anlamlı biçimde düzenleme yeteneğine sahipti. 1686 yılında yayımladığı dünya haritası,okyanus üzerindeki etkin rüzgarları gösteren ilk meteoroloji haritasıdır. 1693 yılında Breslau kenti için hazırladığı ölüm oranı tabloları,bir nüfus içindeki ölüm oranı ile yaş grupları arasındaki bağıntıyı irdeleyen ilk çalışmadır. 1698-1700 yılları arasında Atlas Okyanusu’nun güneyindeki pusula sapmalarını incelemek ve uğradıkları limanların kesin enlem ve boylamlarını belirlemek için bir geziye çıktı. 1701 yılında Atlas Okyanusu’nun ve Büyük Okyanus’un magnetik alanlarını gösteren ilk haritaları yayımladı.Bu haritada okyanusta pusulanın eşit sapmalar gösterdiği noktaları eğrilerle belirtmişti. 1704 yılında, John Flamsteed’in karşı çıkmasına rağmen Oxford Üniversitesi Savilian Kürsüsü’ne geometri profesörü olarak atandı. 1705 yılında,’Kuyrukluyıldız Astronomisinin Bir Özeti’ adlı kitabında,24 tane kuyrukluyıldızın parabolik yörüngelerini gösterdi. 1716 yılında Yer ile Güneş arasındaki uzaklığı doğru olarak belirleyebilmek için Venüs’ün Güneş diski önünden geçişinin gözlemlenmesini sağlayacak bir sistem kurdu. 1720 yılında kraliyet astronomu olarak Greenwich Gözlemevi’ne atandı.Burada yaptığı gözlemlerde,denizde boylamların saptanmasında yararlı olacağını düşünerek Ay’ın meridyenden geçiş zamanını hesapladı. * Halley gerçekten çok yönlü bir bilimadamı idi Gezegenimizin tarihlendirilmesi konusundaki ilk ciddi önerilerden birisini yaptı.Dünya denizlerindeki toplam tuz miktarının,her yıl eklenen tuz miktarına bölünmesi ile elde edilecek sayının okyanusların yaşını ortaya çıkaracağını ileri sürmüştü.Böylece Yerküre’nin yaşı konusunda kabaca bir fikir edinebilirdik.Ancak o tarihlerde ne denizlerde ne kadar tuz olduğu,ne de her yıl eklenen tuz miktarını bilen yoktu.Böyle bir araştırma yapma olanağı da yoktu. Gemi kaptanlığı,kartograflık ve darphanade kontrolörlük gibi işleri yaptığı gibi derin deniz dalgıç hücresi gibi icatları da vardı.Geniş ilgi alanına afyonun etkileri bile girdiği gibi balıkları dört mevsim taze tutmaya yarayan metot da geliştirmişti. 1742 yılında öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Charles Lyell
Charles Lyell,1797 tarihinde İskoçya’da doğdu.Ancak çocukluğu İngiltere’nin en güneyinde olan New Forest bölgesinde geçti.Ailenin ekonomik durumu çok iyi olduğu için herhangi bir zorluk görmeden büyüdü.Babası şair Dante konusunda olduğu gibi karayosunları konusunda da otorite idi.Hukuk öğrenimi gördüğü yıllarda tatil zamanlarında açık alan çalışmaları ve jeoloji incelemeleri yapıyordu.Bu çalışmalarını İngiltere ve Fransa’da sürdürdü.1825 yılında baroya girdi.Babasının mali desteği sayesinde avukatlık yapmaktan vazgeçip jeoloji ile ilgilenmeye devam etti.Bütün jeolojik olayların temelinde doğal süreçlerin yattığını kabul etmişti.Günümüzdeki doğal süreçlerin ve bunların sonuçlarının da geçmiş olaylardan farkı bulunmadığını ileri sürüyordu.Etna Yanardağı’nın çevresinde,yüzey şekillerinin doğal süreçler sonunda oluştuğu ve bu süreçlerin Etna dahil,tahmin edilenden çok daha eskilerde gerçekleştiğini öne sürdü.Üstelik bu görüşlerini kanıtlayacak olan bulgular elde etmişti. * 1830 yılında İtalya gezisinden dönünce ‘Jeolojinin İlkeleri’ adlı kitabının ilk cildini yayımladı.İspanya’da yaptığı incelemeler sonucunda kitabının ikinci cildini 1831 yılında,nihayet üçüncü cildini 1833 yılında yayımladı.Bu kitaplarla,ilk kez bir kuşak önce James Hutton tarafından ileri sürülen düşünceleri pekiştiriyor ve detaylandırıyordu. Charles Lyell aşırı miyoptu.Hemen hemen tüm yaşamı boyunca gözlerini kısmaktan ötürü baş ağrıları çekti.Zaten son yıllarında görme duyusunu tamamen kaybetti.Diğer bir huyu da düşüncelerine odaklanmayı başaramadığı zaman eşyalar üzerinde garip pozisyonlara girmesiydi.Örneğin iki koltuğa birden uzanıyordu,veya başını koltuğun minderine yaslayıp ayağa kalkıyordu.Düşüncelere daldığı zaman ise oturduğu koltukta öyle aşağılara kayardı ki kaba etleri neredeyse yere değerdi. * Charles Lyell ‘den bir kuşak önce James Hutton zamanında merak edilen bir konu insanların kafalarını oldukça meşgul ediyordu:İlk çağlardan kaldıkları kanıtlanan midye kabukları ve diğer deniz fosilleri nasıl oluyordu da dağların tepelerinde bulunuyordu?O kadar yüksek yerlere nasıl çıkmışlardı? Bu konuya çözüm getirdiklerini söyleyenler iki ayrı gruba ayrılmıştı.Neptüncüler olarak adlandırılan gruba mensup olanlar,yüksek yerlerde bulunan deniz kabukları ve yeryüzündeki her şeyi yükselip alçalan deniz seviyeleri ile açıklıyorlardı.Dağların,tepelerin ve diğer yüzey şekillerinin Yerküre’nin kendisi kadar yaşlı olduğuna ve ancak küresel sellerin oluştuğu dönemlerde,sular altında kalınca değişime uğradığına inanıyorlardı.Bu grubun karşısında olan Plütonculara göre,yanardağ ve depremler yeryüzünü durmadan değiştirmişti.Ama denizlerin bu değişime hiçbir katkısı yoktu.Plütoncular’ın rakiplerine sorduğu en önemli soru,sellerin oluşmadığı dönemlerde onca suyun nereye gittiği ile ilgiliydi.Eğer bir zamanlar Alp Dağları’nı kaplayacak kadar su olduysa,bu su şimdi neredeydi?Ama gene de midye kabuklarının dağ tepelerine nasıl çıktığını ikna edici şekilde açıklayamıyorlardı. * Charles Lyell döneminde ise yeni bir tartışma konusu gündeme geldi.Yapılan fikir mücadelesi tümyıkımcılık yani katastrofizm ile tekdüzecilik yani üniformitaryanizm arasındaydı.Tümyıkımcılar,Yerküre’nin beklenmedik afetler,öncelikle de seller tarafından şekillendirildiğini ileri sürüyorlardı.Bu görüşleri nedeniyle rakiplerince Neptüncüler ile aynı paralelde oldukları ileri sürülüyordu.Aslında tümyıkımcılık din adamlarına daha uygundu.Zira Kutsal Kitap’ta anlatılan Nuh tufanı bilimsel tartışmalara girebiliyordu.Karşı görüş olan tekdüzecilik ise Yerküre’deki değişimlerin kademeli olduğunu ve her Yerküre sürecinin çok uzun zaman dilimleri içinde yavaş yavaş ilerlediğini savunuyordu. * Charles Lyell, Yerküre’deki değişimlerin tekdüze ve kararlı olduğuna inanmıştı.Geçmişte meydana gelmiş herşey,bugün süren olaylarla açıklanabilirdi. 1838 yılında kaleme aldığı ‘Jeolojinin Öğeleri’ adlı yapıtı ile Avrupa’da bulunan en yaşlısından en gencine kadar bütün kayaç ve fosil türlerine açıklama getirdi.Çok sayıda çizim eklediği bu eserini zaman zaman güncelleştirdi,yeni bulgularıyla destekledi.1841 yılında Kuzey Amerika’ya gitti.Bir yıl boyunca hem ders verdi hem de araştırma gezilerine çıktı.1845 ile 1850 yıllarındaki gezilerinde Mississippi ırmağının doğusunda kalan bölgeler ile Kanada’nın bir bölümünü dolaştı. 1848 yılında ‘sir’ünvanını aldı. 1844 yılında Michael Faraday ile birlikte maden ocaklarında kazaların önlenmesine yönelik çalışmalarda bulundu.Birçok ödülün peşinden Londra’daki Royal Society’in en büyük ödülünü de aldı.C.Darwin’in 1859 yılında yayımladığı ‘Türlerin Kökeni’ yapıtı Lyell’in çalışmalarına yeni bir hız kazandırdı.1863 yılında doğal seçime dayalı evrimci görüşü açıkça kabul ettiği ‘İnsanın En Eski Geçmişine İlişkin Jeolojik Bulgular’ adlı kitabını yayımladı. * Charles Lyell sıradağların nasıl oluştuğuna dair bir açıklama getirememişti.Buzulların dönüştürücü etkisine gereken önemi vermedi.C.Darwin’in görüşlerini benimsemeden önce memelilerin en eski fosil yataklarında bile bulunduğunu ileri sürüyordu.Hayvan ve bitki nesillerinin aniden tükendiği görüşünü kabul etmiyordu.Ama yukarıda da belirttiğim gibi C.Darwin’in kitabını okuyunca evrim teorisini kabul etti. 1875 yılında öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Max Planck
Araştırmacı arkadaşlara yardımcı olmak için bir Max Planck biyografisini de ben ekliyorum. Max Planck (Karl Ernst Ludwig) 1858 yılında Almanya’da doğdu. Doktora çalışmasını 1879 yılında tamamladıktan sonra çeşitli üniversitelerde öğretim görevlisi ve doçent olarak görev aldı ve 1892 yılında Berlin Üniversitesi’nde kuramsal fizik profesörü oldu.Daha lise yıllarında enerjinin korunumu ile ilgili termodinamiğin birinci yasasına ilgi duymuştu.Üniversite yıllarında entropi ile ilgili termodinamiğin ikinci yasasını mutlak bir doğa kanunu olarak benimsedi.Doktora tezinin konusu da entropi yasası idi.Bu alandaki çalışmaları,günümüzde Planck sabiti olarak anılan eylem kuvantumunu 1900 yılında bulması ile sonuçlanacak olan araştırmalarının temelini oluşturmuştur. * Entropi,bir sistem içindeki düzensizlik ölçüsüdür.Bu konuda bir bilim adamının şöyle bir benzetmesi vardır:Bir deste iskambil kağıdı düşünelim. Paketinden yeni çıkmış,önce suitlerine,yani maça,kupa,karo ve sinek olarak,sonra da astan papaza kadar rakamlarına göre sıralanmış bu kağıtların düzenli halde bulunduğu söylenebilir.Şimdi kağıtları karıştırarak desteyi düzensiz hale getirelim.Entropi,bu halin tam olarak ne kadar düzensiz olduğunu ölçmenin bir yoludur.Kağıtlar daha fazla karıştırıldığında ortaya çıkabilecek belli sonuç olasılıklarını da belirler. Max Planck entropi konusundaki doktora tezini 1891 yılında bitirdiğinde bir hayli üzüldü.Zira bu konudaki bir çalışma yıllar önce Yale Üniversitesi’nden J.Willard Gibbs tarafından yapılmıştı. * 1860’lı yıllarda,üzerine düşen ışınım enerjisinin tümünü yeniden salan maddeler ‘kara cisim’ olarak adlandırılmıştı.1890’lı yıllarda kara cismin saldığı ışınımın tayftaki dağılımını,yani belirli bir sıcaklıkta,salınan enerjinin ne kadarının hangi frekansta olduğunu gösteren eğrinin deneysel ve kuramsal olarak belirlenmesine yönelik çabalar sürdürülüyordu.1911 yılında Nobel Fizik Ödülü kazanmış olan Wilhelm Wien,bir kara cismin saldığı ışınımın geniş bir dalgaboyu bölgesine yayıldığını,ancak salınan enerjinin belirli bir dalgaboyu için en büyük değeri aldığını gözlemlemişti.Sonra,bu dalgaboyunun,cismin mutlak sıcaklığı ile ters orantılı olduğunu 1896 yılında ortaya koydu. Max Planck, Wien’in kuramını entropi yasası ile ilişkilendirme çabalarına girişti.Ancak,aynı konuda araştırmalar yapan deneysel fizikçiler, Wien kuramının yüksek frekanslarda geçerli olduğunu,tayfın alçak frekans bölgesinde geçerli olmadığını saptadılar. Max Planck, Wien kuramının geçerli olduğu yüksek frekans bölgesinde ışınım entropisi ile enerji arasındaki matematiksel ilişkiyi kurmayı düşündü.Böylece bu matematiksel ilişkiyi alçak frekans bölgesinde elde edilmiş olan deneysel bulgulara da uyacak biçimde ifade etti ve 19 Ekim 1900 yılında sonradan ‘Planck Işınım Yasası’ olarak adlandırılan kuramını açıkladı. * Max Planck,görüşlerini herhangi bir fizik kuramına dayandırmamıştı.Bu nedenle ileri sürdüğü görüşler,kara cismin ışımasını gözlemlere uyan bir biçimde belirlemekten öteye gitmiyordu.Böylece çok yoğun bir çalışmaya girişerek 14 Aralık 1900 yılında görüşlerinin kuramsal temellerini oluşturdu.Ancak bu işi yaparken entropi ile ilgili termodinamiğin ikinci yasasının mutlak bir doğa yasası olduğu görüşünden vazgeçmek zorunda kaldı.Bu kuramın istatiksel niteliğini benimsedi. Işıma olgusunda enerjinin sürekli biçimde değil,enerji paketleri halinde kesikli olarak açığa çıktığını varsaydı.Bir benzetme yapılacak olursa,enerji,bir akarsu gibi süreklilik gösteren bir olgu değildir.Her biri belirli enerji miktarını içeren bu paketlere ‘kuvantum’ adını verdi.Bir kuvantum enerjisinin,ışınımın frekansıyla orantılı olduğunu ileri sürdü.Bu enerji, ışınım frekansının bir sabitle çarpımına eşitti.Bu olgu sonradan ‘Planck Sabiti’ olarak adlandırıldı. * Max Planck,1912 yılında Prusya Bilimler Akademisi’nde matematik ve fizik ile ilgili bölümlerde görev aldıktan sonra 1918 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı.1930 yılında Berlin’deki Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nün başkanlığına seçildi.1933 yılında Hitler’in iktidara gelmesi ile birçok bilimadamı Almanya’yı terk etmişti veya terk etmek zorunda bırakılmıştı. Max Planck,uygulanan bu politikanın yanlış olduğunu sürekli vurguluyordu.1937 yılında Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nün başkanlığından,ertesi yıl Prusya Bilimler Akademisi’nden ayrıldı. * Max Planck,yaşantısı boyunca mutsuz olaylarla karşılaştı.Çok sevdiği ilk karısını 1909 yılında kaybetti.Büyük oğlu Karl,1916 yılında,Birinci Dünya Savaşı’nda cephede öldü.Çok bağlı olduğu ikiz kızları vardı.Biri doğum yaparken öldü.Hayatta kalan diğer kızı,kardeşinin bebeğini bakmak üzere aldı,ama eniştesine aşık oldu.Evlendiler ve iki sene sonra doğum yaparken o da öldü.1944 yılında Berlin’deki evi müttefik bombardımanları sırasında isabet aldı.Bütün notlarını,günlüklerini,kitaplarını ve belgelerini kaybetti. Aynı yıl,hayatta kalmış tek oğlu olan Erwin,Hitler’e karşı girişilen suikasta katıldığı gerekçesi ile kurşuna dizildi.İkinci Dünya savaşının bitmesinden sonra Göttingen’e yerleşen Max Planck,1947 yılında öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
19.Yüzyılın jeoloji derneği
1807 yılında 13 arkadaş,’Jeoloji Derneği’ adını verecekleri bir kulüp oluşturmak amacı ile toplandılar.Aldıkları karara göre her ay bir araya gelecekler,yemek yerlerken jeoloji konularında fikir alışverişinde bulunacaklardı. Genel kültür seviyesi düşük kişilerin katılımını önlemek için yemeğin maliyetini yüksek tutmuşlardı.Kısa süre sonra daha kapsamlı bir kurumsal yapıya gerek olduğunu anladılar.İnsanların yeni buluşları paylaşacakları ve tartışabilecekleri ortamı sağlamak için bir genel merkez şarttı.10 yıl içinde üye sayısı 400 oldu.Tümü de seçkin kişilerdi. Üyeler her yıl iki kez toplanıyordu.Haziran ayında herkes yaz aylarını çiftliklerinde geçirmek için dağılıyordu.Bu insanların madenlere olan ilgisi ekonomik içerikli değildi.Çoğunun akademik sıfatı yoktu.Hobileri ile ilgilenmek için para ve zamanları olan kişilerdi. 1830 yılında üye sayısı 745 kişi olmuştu. * 19.yüzyılda bilimle ilgilenen kişiler için jeoloji oldukça çekici idi.Dernek üyelerinden Roderick Murchison 1839 yılında ‘Silüriyen Sistem’ başlığında bir kitap yazmış ve grovak diye adlandırılan bir kayaç türünü uzun uzun incelemişti.Kitabın anlatım dili okumayı zorlaştıracak derecede kötü olmasına ve fiatının yüksek bulunmasına rağmen kısa sürede 4 baskı yapmıştı. Bilimle ilgilenen ülkelerde,özellikle İngiltere’de maddi durumu elverişli bilim adamları fırsat buldukça kırsal bölgelere gidiyorlardı.Kılık ve kıyafetleri ise arazide iken bile tıpkı kentlerde olduğu gibiydi.Öyle ki Oxford profesörü Papaz William Buckland,saha araştırmalarına akademik cüppesi ile katılıyordu. * Dernek üyesi Roderick Murchison,aslında yaşantısının ilk 30 yılını avcılık yapmakla,özel kulüplerde gazete okumak ve kağıt oynamakla geçirmiş bir zengindi.Birgün kayaçlara karşı ilgi duydu ve kısa süre sonra jeoloji biliminde önemli bir otorite oldu. Diğer bir üye,sosyalizmin ilk yandaşlarından biri olan Dr.James Parkinson idi.Sosyalizm konusunda bir çok kitap yazmıştı.1794 yılında adı bir komploya karıştı.Birtakım kişiler Kral III.George’u tiyatrodaki locasında iken zehirli bir okla öldürmeyi planlamışlardı. James Parkinson sorgulandı.Zincire vurulup Avustralya’ya gönderilmek üzere iken hakkındaki sorgulamadan vazgeçildi.Bu olaydan sonra jeolojiye merak sardı ve derneğin kurucu üyelerinden biri oldu.Jeolojinin önemli yapıtlarından bir olan ve 50 yıl boyunca raflardan hiç inmeyen ‘Daha Eski Bir Dünyanın Organik Kalıntıları’ adlı kitabını yazdı.Biz onu bugün titremeli felç olan Parkinson hastalığı için yaptığı çalışmalardan dolayı hatırlıyoruz. * Papaz William Buckland,bilimsel konulara önemli katkılarda bulunmasına rağmen daha çok garip davranışları ile anımsanır.Özellikle vahşi hayvanlar koleksiyonu çok ünlüydü.Bazıları oldukça iri ve tehlikeli olan bu hayvanlar hem evinin içinde hem de bahçesinde serbestçe dolaşırlardı.Ayrıca doğada bulunan ve kendisinin eline geçirebildiği her hayvanın tadına bakmakla da ünlüydü.Herhangi birgün evine gelen konuğun,sofrada fırında pişmiş hintdomuzu,fareli börek,kızarmış kirpi ya da haşlanmış deniz salyangozu bulması mümkündü. Papaz William Buckland,bir tek köstepeği sevmiyordu.Bir diğer tutkusu fosilleşmiş dışkı idi.Koprolit denilen bu maddenin en önemli otoritesi idi ve bunları özel bir masa üzerinde sergiliyordu. * Bir diğer üye,jeoloji biliminin önemli şahsiyetlerinden olan Charles Lyell’dir.Ailesinden gelen maddi servet nedeniyle rahat bir yaşantısı vardı ve çevresi bilimsel yönden de zengindi.Yeryüzündeki değişimlerin tekdüze ve istikrarlı olduğunu kabul ediyordu.Bu nedenle geçmişte meydana gelmiş her şey,bugün sürmekte olan olaylarla açıklanabilir. 19.yüzyılda bilimle ilgili insanların jeoloji konusuna merak salması çok ilginç bir olaydır.Hiçbir bilim dalı daha önce bu kadar ilgi çekmemişti.Jeoloji Derneği’nin üye sayısı da bilim tarihinin ilginç rekorlarından biriydi. KAYNAK: A Short History of Nearly Everything
-
Hepimiz çok yaşlıyız
Bir atom ömrünün hemen hemen sonsuz olduğu söylenebilir.Martin Rees’e göre 10 üzeri 35 yıldır ki,bize göre çok muazzam bir sayıdır. Hiçbir madde kalıcı olmadığı için,bir atom,ait olduğu madde yok olduğunda başka bir oluşum içinde yer alır. Bu gün bir menekşe yapısında yer alan atom,yarın bir timsah dişlerinin yapısında görev alabilir. Biz insanlar da atomlardan oluşuyoruz. Öldüğümüzde atomlarımız dağılır ve başka nesnelerde yeniden devreye girerler. Şimdi yazacağım bilgileri Bill Bryson’un bir kitabından not almıştım. Yazara göre,sahip olduğumuz her bir atom,bize gelene dek birkaç yıldızdan geçmiş ve milyonlarca organizmanın parçası olmuştur. Herbir insan miktar olarak o kadar fazla sayıda atoma sahiptir ki,örneğin beni oluşturan atomların önemli bir miktarı,tahminen bir milyar kadarı,belki de bir zamanlar Cengiz Han’a aitti. Sayı ve isim üzerinde kesin bir şey söylemenin olanaksız olduğu bellidir. Ama bizi oluşturan atomların,bizden önce başka oluşumlar içinde olduğu kesin. Belki de atomlarımızın çoğu milyarlarca yıl öncesine aittir. Gerçi gençlik ve yaşlılığı hep biyolojik yapımızın zaman süreci içindeki yıl sayısı olarak değerlendiriyoruz. Oysa atomlarımızın hepsi bizden önce de vardılar. Şu halde hepimiz aslında çok yaşlıyız. KAYNAK: A Short History of Nearly Everything
-
James Hutton
James Hutton 1726 yılında Edinburg’da doğdu.Babası kent yönetiminde de görev alan bir tüccardı.Orta dereceli üniversite hazırlık okulu olan bölgesel bir okuldan sonra Edinburg Üniversitesi’ne girdi.Asıl mesleği avukatlık olmasına rağmen,staj döneminde bile ilgi alanı kimya idi.İş hayatında da arkadaşı James Davie ile birlikte kömür isinden amonyum klorür,yani nişadır üretmenin yolunu bulmaya çalışıyordu.Bu nedenle henüz bir yılını doldurmadan avukatlık stajını bıraktı ve tıp öğrenimine başladı.Üç yıl Edinburg Üniversitesi’nde,iki yıl Paris Üniversitesi’nde ders aldıktan sonra 1749 yılında tıp doktoru oldu.Tıp mesleği de ilgisini çekmiyordu.Diğer taraftan,geliştirdiği ucuz nişadır üretimi sayesinde bir hayli gelir elde etmişti.Bu parayla İngiltere’de bir çiftlik satın aldı.Bir yandan da kayaçları inceliyor,akarsuların toprak ve kayaç yapısı üzerindeki etkilerini araştırıyordu.1768 yılında ekonomik durumu daha da iyileşince çiftçiliği bıraktı ve tüm zamanını bilimsel çalışmalara ayırmak için Edinburg’a yerleşti. * O dönemlerde Edinburg,entelektüel alanda oldukça hareketli bir kentti.J.Hutton,Oyster Clup adlı bir derneğin üyesi oldu.Ünlü bilim adamları ile dostluklar kurmuştu.Ekonomist Adam Smith,kimyacı Joseph Black,filozof David Hume ve fizikçi-matematikçi John Playfair bunlardan birkaçı idi. Mineralojiden metafiziğe kadar hemen her konuya ilgi duyuyordu.Kimyasal maddelerle deneyler yaptı.Kömür madenciliği ve kanal inşaatı için yöntemler araştırdı.Tuz madenlerini gezdi.Soyaçekim konusunda fikir yürüttü.Fosil topladı.Havanın bileşimi ve hareket yasalarına ilişkin kuramlar önerdi. Ama asıl ilgisi jeoloji idi. Kayaçları incelemek ve doğal süreçlerin bunlar üzerindeki etkilerini gözlemlemek amacıyla sık sık gezilere çıktı. * !8.yüzyılın başlarında bilimin her dalında herşey merak ediliyor ve araştırılıyordu.Özellikle ilgi çeken bir konu da insanların kafalarını oldukça meşgul ediyordu:İlk çağlardan kaldıkları kanıtlanan midye kabukları ve diğer deniz fosilleri nasıl oluyordu da dağların tepelerinde bulunuyordu?O kadar yüksek yerlere nasıl çıkmışlardı? Bu konuya çözüm getirdiklerini söyleyenler iki ayrı gruba ayrılmıştı.Neptüncüler olarak adlandırılan gruba mensup olanlar,yüksek yerlerde bulunan deniz kabukları ve yeryüzündeki her şeyi, yükselip alçalan deniz seviyeleri ile açıklıyorlardı.Dağların,tepelerin ve diğer yüzey şekillerinin Yerküre’nin kendisi kadar yaşlı olduğuna ve ancak küresel sellerin oluştuğu dönemlerde,sular altında kalınca değişime uğradığına inanıyorlardı. Bu grubun karşısında olan Plütonculara göre,yanardağ ve depremler yeryüzünü durmadan değiştirmişti.Ama denizlerin bu değişime hiçbir katkısı yoktu. Plütoncular’ın rakiplerine sorduğu en önemli soru,sellerin oluşmadığı dönemlerde onca suyun nereye gittiği ile ilgiliydi.Eğer bir zamanlar Alp Dağları’nı kaplayacak kadar su olduysa,bu su şimdi neredeydi?Ama gene de midye kabuklarının dağ tepelerine nasıl çıktığını ikna edici şekilde açıklayamıyorlardı. * James Hutton da bu sorulara cevap arıyordu.Kendi çiftliğinde bulunduğu ve henüz Edinburg’a yerleşmediği günlerde arazisini titizlikle incelemişti. Toprağın,erozyona uğrayan kayaçlardan oluştuğunu anlamıştı.Bu toprak parçaları sularla durmaksızın yıkanıyor ve dere veya nehirler tarafından uzak yerlere taşınıyordu,taşındıkları yerlerde tekrar çökeliyordu.Bu şekilde işleyen bir sürecin sonunda Yerküre’nin iyice aşınıp engebesi olmayan bir düzlük halinde olması gerekirdi.Oysa etraf tepelerle doluydu.O halde başka bir süreç daha olmalıydı. Yerküre’nin düzlük ve tepelerle dolu olmasını sağlayan bir çevirimi devam ettiren,yeni tepe ve dağlar yaratan bir etki,bir çeşit yenileme ve yükseltme süreci olmalıydı. James Hutton,yaptığı gözlemler sonucu şu sonuca ulaştı:Dağ tepelerindeki deniz fosilleri seller sonucu çökelmemişti.Dağlarla birlikte yukarıya yükselmişti.Ama dağlar nasıl yükseliyordu? * James Hutton,yeni kayaçları ve kıtaları yaratıp,sıradağları yerden yükselten nedenin Yerküre’nin içindeki ısı olduğu sonucuna varmıştı.1785 yılında birörneklilik ilkesini geliştirdi.Birörneklilik ilkesine göre,yer yüzeyi biçimleri,jeolojik çağlarda gerçekleşen uzun fiziksel,kimyasal ve biyolojik süreçlerin sonucunda oluşur.Yağmur,akarsu,gelgit ve yanardağ gibi doğal süreçlerin Yer’in gelişimi üzerindeki etkisine ilişkin olarak yıllarca sürdürdüğü çalışmalarının,gözlemlerinin ve tartışmalarının sonuçlarını topladığı bu makalesini 7 Mart 1785 yılında Royal Society’de okudu.Ayrıca jeolojik olguların gözlenebilir jeolojik süreçlere dayanılarak açıklanabileceğini ileri sürüyordu. Ancak J.Hutton yazılarını çok karmaşık bir dille kaleme alıyordu.Cümleleri çok uzundu,imla kurallarına hiç dikkat etmiyordu.Öyle ki bu yazıları okuyup anlamak hemen hemen olanaksızdı.Bu özellikteki yazısını okumaya başladığında toplantıya katılanların hiç ilgisini çekmedi.Hatta onun hangi konudan bahsettiğini bile anlamadılar. * Royal Society’e sunduğu iki makalesi jeolojide bir dönüm noktası oldu.Artık bu bilim, birörneklilik ilkesi üzerinde yükselen duruma geldi.J.Hutton’ın kuramına göre,doğal süreçler,uzun jeolojik çağlar boyunca Yer’in iç kesimlerinde ve yüzeyinde etkili olur.Böylece Yer’i oluşturan değişik kayaçlar birbirinden farklı süreçler sonunda ortaya çıkar. 1793 yılında İrlanda’lı kimyacı ve mineralog Richard Kirwan yaptığı bir konuşma ile J.Hutton’ın kuramını eleştirdi ve kayaçların,okyanuslardaki minerallerin çökelmesiyle oluştuğu savına dayalı çökelme kuramını destekledi. J.Hutton o sıralar çok hasta olmasına rağmen kuramını dayandırdığı kanıtları belgeleyen çalışmasını tamamlamaya başladı.İki ciltlik bu çalışmasını Theory of the Earth (Yer Kuramı) başlığı altında 1795 yılında yayınladı.Yapıtın üçüncü cildi ise ölümü nedeniyle yarım kaldı. Yayınlanan iki ciltlik eserin anlatım tarzı gene anlaşılmaz ve karmaşık tarzdaydı.Üstelik bütün çalışmanın hemen hemen yarısını,Fransızca kaynaklardan alınmış ve kitaba orijinal halleriyle ,Fransızca olarak geçirilmiş alıntılar oluşturuyordu.Üçüncü cildi ancak 1899 yılında yayınlandı.Dördüncü cilt ise hiç basılmadı. * Yakın dostu olan John Playfair, J.Hutton’ın ne demek istediğini bilen bir kişiydi.1802 yılında,yani J.Hutton’ın ölümünden 5 sene sonra onun ilkelerinin basitleştirilmiş bir açıklamasını kaleme aldı.Kendi yorumlarını da ekleyerek ‘Hutton’ın Yer Kuramının Açıklanması’ başlığı ile yayınladı. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Ernest Rutherford (1871-1937)
İnceleme yapacak olan arkadaşlara yardımcı olmak için bir Ernest Rutherford biyografisi de ben yazayım. Ernest Rutherford,1871 yılında Yeni Zelanda’da doğdu.Göç etmiş olan İskoçya’lı ailenin 12 çocuğundan dördüncüsüydü.Liseyi burslu olarak okudu. Canterbury College’yi de bursla bitirdikten sonra 1893 yılında yüksek lisans derecesi aldı.Okula bir yıl daha devam etti ve demirin yüksek frekanslı magnetik alanlardaki mıknatıslanma özellikleri konusunda araştırmalar yaptı.Bu çalışmasının sonunda Hertz’in birkaç yıl önce bulmuş olduğu elektromagnetik dalgaları algılayan bir dedektör yaptı.Bulgularını yansıtan iki makalesi,İngiltere’de araştırmalarına devam etmesini sağlayacak olan bir burs kazandırdı. * Rutherford 1895 yılında İngiltere’ye gitti ve Cambridge Üniversitesi’ndeki Cavendish Laboratuvarı’nda J.J.Thomson’ın yanında çalışmaya başladı.Burada elektromagnetizma üzerinde deneyler yapıyordu.Sonuçta Hertz dalgalarını 3 km. uzaklıktan gönderip almayı başardı.Ancak bazı meslektaşları radyonun pek geleceği olmadığını söylediği zaman bu çabasından vazgeçti.Aynı yılın Aralık ayında Wilhelm K.Röntgen, X ışınlarını buldu. Thomson ve Rutherford aynı konu üzerinde çalışmaya başladılar. X ışınlarının gazlar içinden geçerken çok sayıda artı ve eksi elektrik yüklü parçacık ortaya çıkmasına,yani iyonlaşmaya yol açtığını gördüler.Bu parçacıklar yeniden birleşiyorlar ve nötr atomlar oluşturuyorlardı.Bu olgudan yola çıkan Rutherford,iyonların hızını ve birbirleriyle birleşerek yeniden gaz molekülleri oluşturma süresini belirlemeye yönelik bir yöntem geliştirdi. * 1896 yılında Henri Becquerel,uranyumun X ışınları gibi fotoğraf levhasını etkileyen ışınlar saldığını bulmuştu. Rutherford, uranyumun saldığı ışınların da,X ışınları gibi havayı iyonlaştırdığını,ama bu ışınların X ışınlarından farklı olduğunu ve iki ayrı türden ışınım içerdiğini belirledi.Böylece,iyonlaştırma gücü yüksek olan,fakat kolayca soğurulabilen ışın türünü alfa ışınları,daha az iyonlaşmaya yol açan ama etki gücü daha yüksek olan ışınları da beta ışınları olarak adlandırdı. Rutherford,yeni bulunan radyoaktif maddeler karşısında giderek daha fazla ilgi duyuyordu.Arkadaşı F.Soddy ile birlikte,bu maddelerin çok küçük miktarlarında bile çok büyük enerji depolandığını anlamışlardı.Kararsız bir atom çekirdeğinin parçacık ve enerji salarak daha hafif ve kararlı başka bir çekirdeğe dönüşmesi olan radyoaktif bozunmanın da farkına varmışlardı.Bu gözlemlerini doğrulamak için araştırmalarını hızlandırdılar. * 19.yüzyılın sonuna gelinirken birçok bilim adamı, fizik alanında yeni bir konunun kalmadığını düşünüyordu. Rutherford,3 yıl içinde yepyeni bir fizik dalı ortaya çıkardı.Bu yeni fizik dalı Marie Curie’nin adlandırdığı gibi ‘radyoaktiflik’ idi.Toryum ve bileşiklerinin bozunarak bir gaza dönüştüğünü bulan Rutherford F.Soddy ile birlikte üç radyoaktif element grubu olan radyum,toryum ve aktinyum üzerinde yaptığı araştırmalar sonucunda, radyoaktifliğin,bir elementin atomlarının başka bir elementin atomlarına kendiliğinden dönüşmesi süreci olduğu sonucuna vardı.O günlerde birçok bilim adamı maddenin değişmezliği kuramına bağlı olduğu için bu görüşe karşı çıktı. Rutherford,radyoaktiflik olgusunun pratik yaşamda kullanım alanı bulacağını da anlamıştı.Kısa zaman içinde,her radyoaktif maddeye ait örneğin yarı miktarlık bir kısmının bozunması için gereken zaman miktarının,yani yarı ömrün hep aynı olduğunu keşfetti.Üstelik bu sabit ve güvenilir bozunma hızı bir çeşit saat olarak ta kullanılabilinirdi.Bir maddenin şu anda ne kadar radyasyonu olduğu ve hangi süratte bozunduğu bilinirse,geriye doğru yapılacak bir hesaplama o maddenin yaşını verecektir.Bu görüşünü hemen uyguladı.Bir parça uranyumlu maden cevherinin yaşını 700 milyon yıl olarak hesapladı. Bu başarıları üzerine Rutherford,1903 yılında Royal Society’nin üyeliğine seçildi.Ertesi yıl aynı kurumun Rumford Madalyası ile ödüllendirildi. 1904 yılında yayınladığı ‘Radyoaktiflik’ adlı yapıtında bu konudaki araştırmalarının sonuçlarını özetledi. Radyoaktiflik etkinliğinin sıcaklık,kimyasal değişimler gibi dış koşullardan etkilenmediğini, radyoaktif süreçlerde kimyasal tepkimelere oranla daha fazla miktarda ısı açığa çıktığını, radyoaktif dönüşüm sonucunda kimyasal nitelikleri farklı yeni ürünlerin oluştuğunu ve benzeri konuları ortaya koydu. * Rutherford,1903 yılında alfa ışınlarının elektrik ve magnetik alanlarda sapmaya uğradığını belirlemişti.Daha sonra sapmanın yönünü inceledi ve bu ışınların artı elektrik yüklü parçacıklardan oluştuğu sonucuna vardı.Ayrıca bu parçacıkların hızı ile elektrik yükü/kütle oranını ölçtü. 1904 yılında Londra’ya gitti. Kraliyet Enstitüsü’nde bir konferans veriyordu.Konusu,yeni radyoaktif bozunma kuramı idi.Konuyu açıkladıktan sonra sözü uranyumlu maden cevherine getirecekti.Salonda bulunan kişiler arasında artık iyice ihtiyarlamış olan Lord Kelvin de vardı.Kelvin bilimsel konuda faaliyette bulunmayı bırakmıştı.Yeni fikirleri kabul etmeye de yanaşmıyordu.Buna rağmen Rutherford saygıyı elden bırakmadan bir hatırlatma yaptı.Kelvin bir süre önce başka ısı kaynağı bulunursa Yerküre’nin yaşı üzerindeki hesaplarının geçersiz hale geleceğini söylemişti. Rutherford,başka olan o kaynağı bulduğunu belirtti. Radyoaktiflik sayesinde, Yerküre’nin yaşının, Lord Kelvin’in belirttiği gibi 24 milyon yıl olmadığı anlaşılmıştı. Yerküre çok daha yaşlıydı. * McGill Üniversitesi’nde 7 yıl çalışma süresi içinde 80 tane bilimsel makale yayınladı.Kendisine teklif edilen birçok üniversite profesörlüğü içinde Manchester Üniversitesi’nin önerisini kabul ederek 1907 yılında İngiltere’ye döndü.Alfa parçacığına ilişkin araştırmalarını burada sürdürdü. Yardımcılarından birisi olan Hans Geiger ile birlikte geliştirdikleri parçacık sayacıyla radyumun saldığı alfa parçacıklarını tek tek saydı.Bu şekilde toplam elektrik yükünü ölçerek tek bir alfa parçacığının yükünü belirledi. 1908 yılında alfa parçacığının,+2 yüklü helyum iyonu,yani iki elektronunu da kaybetmiş helyum çekirdeği olduğunu saptadı.Aynı yıl Nobel Kimya Ödülü aldı. 1911 yılında geliştirdiği atom modeli ile bilim dünyasına büyük bir katkıda bulundu. Alfa parçacıklarının ince metal levhalardan geçişini incelerken, alfa parçacığının artı yüklü olduğunu,levhadan geçişi sırasında metal atomlarındaki artı yüklerin itici etkisiyle sapmaya uğrayacağını,ama parçacığın kütlesi çok büyük olduğu için bu sapmaların çok küçük olacağını düşünüyordu.Yapılan deneylerde alfa parçacıklarının gerçekten de çok küçük sapmalar gösterdiği,ama arada büyük açılarla sapan parçacıkların da bulunduğu gözlendi.Hatta bazen bir parçacığın hareket yönünü değiştirip geriye döndüğü görüldü.Bu olay,kendi sözleriyle ‘bir top mermisinin ince bir kağıt tabakasına çarparak geri dönmesi’ kadar şaşırtıcıydı.En önemlisi de o günlerin atom modeline uymuyordu.Büyük kütleli alfa parçacığını bu kadar saptırabilmesi için atomdaki bütün artı yüklerin ve kütlenin çok küçük bir hacimde yoğunlaşmış olması gerekiyordu.Rutherford,bu olayın bir tek açıklaması olabileceğini anladı.Geri tepen parçacıklar atomun merkezindeki küçük ve yoğun bir şeye çarparken,diğer parçacıklar hiçbir engele rastlamadan atomun içinden geçiyordu.Bir atomun büyük kısmının boşluktan,sadece merkezinin çok yoğun bir çekirdekten oluştuğu besbelliydi. * Rutherford,fizik ile kimyanın birbirini desteklediğini pek kabul etmiyordu.Ama gerçekte bu iki bilim dalı rahatça örtüşmüştü.Nitekim kendisine 1908 yılında verilen Nobel Ödülü,kimya dalında olmuştu.Matematikte kötü olduğu söyleniyordu.Nötronu keşfeden James Chadwick,onun deney sırasında da beceriksiz olduğunu anlatmıştı.Ancak azimli ve açık fikirliydi.Çalışmaları sırasında bir sorunla karşılaştığında yılmaz ve çabasını bir kat daha arttırırdı.İşlerin çoğunu da kendisi yapıyordu.Örneğin,saatler boyunca sayacın başından kalkmaz,alfa parçacılarını tek tek sayardı.Fiziksel olarak iri yapılıydı. * 1914 yılında ‘sir’ ünvanını aldı.Birinci Dünya Savaşı yıllarında sualtı akustiği ve denizaltıların algılanması üzerine çalıştı.1919 yılında ilk kez yapay yoldan bir elementi başka bir elemente dönüştürdü.Azot atomunun, alfa parçacıkları ile bombardımanı sonucunda proton,yani hidrojen çekirdeği salarak oksijen atomuna dönüşmesi biçiminde gerçekleştirilen bu ilk yapay dönüşüm,nükleer enerji çağının başlangıcı olmuştur.Aynı yıl Cambridge Üniversitesi fizik profesörlüğüne ve buradaki Cavendish Laboratuvarı yöneticiliğine getirildi.1922 yılında Royal Society’nin en büyük ödülü olan Copley Madalyası’nı aldı. 1925 yılında Royal Society’nin başına getirildi.1931 yılında kendisine baron ünvanı verildi.1937 yılında öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Venüs geçişi
1656-1742 yılları arasında yaşamış olan Edmond Halley, bir öneride bulunmuştu:Venüs gezegeni Güneş’in önünden geçerken,Yerküre’nin seçilmiş noktalarından ölçümlenirse, üçgenleme yöntemiyle Güneş’e olan uzaklığı hesaplanabilirdi.Bu veriler değerlendirilerek Güneş Sistemi’ndeki diğer cisimlere de olan uzaklıkları belirlenirdi. * Üçgenleme yöntemi,geometrik hesaplamayla ilgilidir.Bir üçgenin bir kenarının uzunluğunu ve iki köşesine ait açıları bilirsek,diğer boyutların hepsini hesaplayabiliriz.A ve B isimli iki kişi Ay’ın Yerküre’ye olan uzaklığını ölçmek isterlerse,ilk önce her ikisi dünyanın farklı yerlerine giderler.Örneğin,A kişisi Paris’e,B kişisi Moskova’ya giderler.Her ikisi de aynı anda Ay’a bakarlar.Bu durumda A kişisini,B kişisini ve Ay’ı birleştiren bir çizgi olduğunu varsayarsak ortaya bir üçgen çıkmış olur.A kişisi ile B kişisi arasındaki taban çizgisini ve iki köşenin açılarını ölçersek üçgenin diğer unsurlarını da hesaplayabiliriz. * Venüs geçişleri düzenli bir sıra takip etmez.8 yıl ara ile iki geçiş gözlemlenir.Bundan sonra yaklaşık 100 yıl boyunca hiç geçiş olmaz.Nitekim 20.yüzyılda hiç geçiş olmadı.Son geçiş tarihi 8 Haziran 2004’tür.Bundan sonraki geçiş 2012 yılında olacaktır. * 1761 tarihinde bilim dünyası Venüs geçişini gözlemlemeye hazırdı.Bilim adamları Sibirya’ya,Çin’e,Güney Afrika’ya,Endonezya’ya ve bunun gibi yüzü aşkın bölgeye doğru yola çıktılar.Fransa,İngiltere,İsveç,Rusya,İtalya,Almanya ve daha pek çok ülkeye mensup bilim adamları dünyanın dört bir tarafına gözlem için koşuyorlardı.Bu olayda dikkati çeken en önemli özellik,bilimsel bir çabanın tarihte ilk kez uluslar arası işbirliği ile yürütülmesidir.Ancak o dönemlerin şartları içinde hemen hemen her yerde pekçok sorun oluştu. * Savaşlar,hastalıklar,gemi kazaları ve bunlara benzer pekçok nedenlerle bilimadamlarının büyük kısmı yollarda kaldı.Hedefledikleri noktalara ulaşmayı başaranların da sorunları bitmemişti.Gözlem yapmaya yarayacak aletleri kırılmış veya iklim değişikliği nedeniyle bozulmuştu. Jean Chappe adındaki Fransız gözlemci Sibirya’ya ulaşmak için aylarca yol gitti.Son derece kırılgan aletlerini her türlü sarsıntıdan korumak için özel bir çaba gösteriyordu.Fayton,gemi ve atlı kızaklar üzerinde geçen yolculuktan sonra nihayet Sibirya’ya ulaştı.Gözlem yapacağı noktaya varması için geçmesi gereken patika sular altında kalınca yoluna devam edemedi.Su baskınının nedeni,bahar yağmurlarının anormal oluşundan dolayı nehirlerin taşmasıydı. Jean Chappe hiç olmassa bulunduğu yerden gözlem yapabilmesi için aletlerini gökyüzüne çevirince, yerli halk sel felaketinden onu sorumlu tuttu.Bu insanlara göre o garip aletler ve o garip yabancı uğursuzluk getirmişti. Jean Chappe gözlem yapamadan kaçmak zorunda kaldı. * Bir diğer Fransız gözlemci Guillaume Le Gentil,Venüs geçişini Hindistan’da gözlemlemek için bir yıl önce yola çıkmıştı.Ortaya çıkan birçok nedenden ötürü geçişin gerçekleşeceği gün,o hala denizdeydi.Sürekli sallanan gemi üzerinden gözlemde bulunması olanaksızdı.Ama 1769 yılında olacak diğer geçişi izlemek amacı ile yoluna devam etti.Hindistan’da bulunduğu 8 sene içinde gelişmiş bir gözlemevi kurdu.Aletlerini dikkatle hazırladı.Nihayet geçişin gerçekleşeceği gün olan 4 Haziran 1769 günü sabah uyandığında hava çok güzeldi.Ama Venüs geçişi başladığı sırada bir bulut kümesi tam da Güneş’in önünde durdu.Tam 3 saat 15 dakika boyunca yerinden kıpırdamadı. Le Gentil bir nebze olsun gözlem yapamamıştı.Buna rağmen büyük bir soğukkanlılık göstererek aletlerini topladı ve en yakın limana gitti.Bu sefer de yolda dizanteriye yakalandı.Dönüşü bir yıl gecikti.Tam 11,5 yıl sonra evine vardığında dertlerinin bitmemiş olduğunu gördü.Yokluğunda akrabaları ölümünü ilan etmiş ve malvarlığına el koymuşlardı. * İngiltere’de Royal Society, Venüs geçişini izlemeleri için Charles Mason ve J.Dixon’u görevlendirmişti.Bu iki gözlemci Sumatra’ya gideceklerdi.Ama gemileri yolda bir Fransız savaş gemisinin saldırısına uğradı.Buna rağmen yollarına devam ettiler.Daha yolculukları bitmeden Sumatra’nın Fransızların eline geçtiğini öğrendiler. Bir diğer İngiliz bilim adamı Nevil Maskelyne Saint Helena Adası’nda geçişi bulutlar nedeniyle izleyememişti.İngiltere’ye dönüp kraliyet astronomu oldu. * Venüs geçişini ölçümleme başarısını 1769 yılında olayı Tahiti’de izleyen James Cook gösterdi.Bundan sonra esas görevi olan haritalama işine devam etti.Bilindiği gibi kendisi Avustrtalya’ya İngiliz tahtı adına sahip çıktı.Ülkesine döndüğünde gözlem sonuçlarını Fransız astronomu Joseph Lalande’ye verdi.O da bu verilerden yararlanarak Yerküre ile Güneş arasındaki mesafenin 150 milyon kilometrenin biraz üstünde olduğunu hesapladı. 19.yüzyılda iki geçiş daha oldu.Bu kez gözlemler daha sıhhatli yapıldı ve Yerküre ile Güneş arasındaki mesafenin 149,59 milyon kilometre olduğu kesin olarak ilan edildi. Kaynak: Bill Bryson : A Short History of Nearly Everything
-
Bir bilimadamının mutsuzluğu : Richard Norwood
17.yüzyılın ilk yarısında bilimadamları son derece olumsuz şartlar altında birtakım ölçümler yaparak Yerküre’nin büyüklüğünü hesaplamaya çalışıyorlardı. Bu çalışmaların ilki bir matematikçi olan İngiliz yurttaşı Richard Norwood’a aittir. Richard Norwood henüz genç yaşlarında iken deniz diplerinden inci toplayıp zengin olmak istemişti.Edmond Halley’in icat ettiği dalgıç-hücresini model olarak alıp yeni bir tane yaparak Bermuda’ya gitti.Ancak zengin olma hayali kısa süre sonra sona erdi.Herşeyden önce orada inci yoktu.Olsa bile bir şey farketmeyecekti.Zira yaptığı dalgıç-hücresi bir işe yaramamıştı. Mecburen ülkesine geri döndü. * O zamanlar gemi kaptanlarının en büyük sorunlarından biri Bermuda idi.Buranın yerini saptamak oldukça zordu.Okyanus’un muazzam büyüklüğü yanında Bermuda oldukça küçük bir yer tutar.Dönemin seyir araçları çok yetersizdi.Üstelik deniz milinin uzunluğu konusunda bir uzlaşma da yoktu Korkunç derecede engin olan Okyanus’ta en ufak bir hesap hatası oldukça büyük sorunlara yol açıyordu.Bu durumda gemiler Bermuda hacmindeki yerleri çok defa açık farkla ıska geçiyorlardı. Richard Norwood,genç olmasına rağmen trigonometri ve açılar konusunda uzmandı.Bu bilgisini kullanarak bir meridyen derecesinin uzunluğunu hesaplamaya karar verdi. * Londra Kulesi’ne sırtını döndü ve yola koyuldu.İki sene boyunca şehrin kuzeyinde 335 kilometre yürüdü.Yürüyüşü boyunca bir parça zinciri defalarca gerip ölçüyordu.Bir taraftan da geçmiş olduğu yerlerdeki iniş-çıkışlı yollar ve virajlar için çok hassas ayarlamalar yapıyordu.En son olarak Londra’daki ilk ölçümünü yaptığı günün aynı saatinde ve yılın aynı gününde Güneş’in York’taki açısını ölçmeyi tasarlamıştı.Elde edeceği verilerden yararlanarak Yerküre’nin bir meridyen derecesinin uzunluğunu belirlemeyi düşünüyordu.Buradan da çevre mesafesinin tamamını hesaplayacaktı.O günlerin şartları içinde bu girişim oldukça iddialı olmuştu.En ufak bir ölçüm hatası bütün hesabı geçersiz kılardı.Ancak Richard Norwood’un vardığı sonuç 550 metrelik farkla doğru oldu: bir derecelik meridyen yayı için uzunluğunu 110,72 kilometre olarak açıkladı. * 1637 yılında denizcilik konusundaki eseri olan ‘The Seaman’s Practice’ kitabını yayınladı.Bu kitap 17 baskı yaptı.Ölümünden sonra 25 yıl geçtikten sonra bile kitap satışı devam ediyordu. Richard Norwood,yerleşmek için ailesi ile birlikte Bermuda’ya gitti.Tarım ile uğraştı.Boş zamanlarını trigonometriye ayırmıştı.Orada 38 sene yaşadı.Ancak yaşamının son yılları mutlu olmadı. * Richard Norwood,ailesi ile Bermuda’ya giderlerken,iki küçük oğlu,genç bir piskopos vekili ile aynı kamarayı paylaşmıştı.İki küçük oğul,Nathaniel White adındaki bu piskopos vekilini yaptıkları yaramazlıklar ile çileden çıkarmışlardı. Nathaniel White da bunun üzerine Richard Norwood’un yaşamını zehir etmeye and içmişti. Richard Norwood’un iki kızının da evlilikleri çok kötü oldu.Onların mutsuzlukları Richard Norwood’a büyük üzüntüler yüklüyordu.Büyük bir ihtimalle piskopos vekili ile işbirliği yaparak kızlarından birisinin kocası Richard Norwood’u ufak tefek suçlardan dolayı sürekli mahkemeye veriyordu.Duruşmalara gidip gelmek kendisini bir hayli yoruyordu. 1650 yıllarında Bermuda’da cadı mahkemeleri başladı. Richard Norwood,trigonometri çalışmaları için aldığı notlarda kullandığı birtakım sembollerden dolayı tedirginlik duyuyordu.Bu sembollerin şeytanla iletişim kurduğunun işareti olarak algılanmasından korkmuştu.Bütün bu nedenlerden ötürü son yıllarını kuşku içinde geçirdi. Kaynak: Bill Bryson : A Short History of Nearly Everything
-
Erdal İnönü'yü kaybettik
Bilim adamlığından kaynaklanan mantıklı düşüncelerini kişiliğinin yapısı olan dürüstlükle kaynaştırarak ciddiyet ve hoşgörüyü uyumlu şekilde yansıtan biriydi.Babasının tarihi kişiliğini yaşantısının hiçbir döneminde kendi çıkarı için kullanmamıştı.Sosyal ve bilimsel üretkenliğini son günlerine kadar sürdürdü.
-
Yeryüzünün ölçümü için sonuçlanmamış bir araştırma
18.yüzyılın ilk yarısında bilim dünyası Yerküre’nin yaşı,kütlesi,uzaydaki yeri ve buna benzer birçok konuyu merak ediyordu.1735 yılında Fransa Kraliyet Bilimler Akademisi Güney Amerika’ya bir grup gönderdi.Hidrolog olan Pierre Bouguer ile asker-matematikçi Charles Marie de La Condamine önderliğindeki bu grup,diğer bilimadamları ve maceraperestlerden oluşmuştu.Bu Fransız grubunun amacı bir meridyen derecesinin uzunluğunu,başka bir deyişle Yerküre’nin çevre uzunluğunun 360’ta birini ölçmekti.Bunu elde etmek için bugün Ekvador’a ait olan Quito yakınlarındaki Yarouqui’den Cuenca’nın biraz ötesine kadar uzanan hat boyunu hesaplayacaklardı.Yaklaşık 320 kilometre olan bu hat boyunun ölçümü,Yerküre çevresinin kaç kilometre olduğunu belirleyecekti.Kullanacakları yöntem,üçgenleme idi. * Üçgenleme yöntemi,geometrik hesaplamayla ilgilidir.Bir üçgenin bir kenarının uzunluğunu ve iki köşesine ait açıları bilirsek,diğer boyutların hepsini hesaplayabiliriz.A ve B isimli iki kişi Ay’ın Yerküre’ye olan uzaklığını ölçmek isterlerse,ilk önce her ikisi dünyanın farklı yerlerine giderler.Örneğin,A kişisi Paris’e,B kişisi Moskova’ya giderler.Her ikisi de aynı anda Ay’a bakarlar.Bu durumda A kişisini,B kişisini ve Ay’ı birleştiren bir çizgi olduğunu varsayarsak ortaya bir üçgen çıkmış olur.A kişisi ile B kişisi arasındaki taban çizgisini ve iki köşenin açılarını ölçersek üçgenin diğer unsurlarını da hesaplayabiliriz. Yeryüzü üzerinde üçgenleme ilkesi de buna benzer.Ancak üçgenin kenarları uzaya doğru gitmez,bir harita üzerinde yanyana yer alır.Bir meridyenin derecesi ölçülürken kişilerin arazi boyunca bir çeşit üçgenler dizisi oluşturması gerekir. * Fransız grubun işi rast gitmedi. Quito’da anlayamadıkları bir nedenle yerlileri kızdırdılar.Kızgın kalabalık onları şehir dışına kadar kovaladı.Bu olaydan kısa bir süre sonra keşif grubunun doktoru bir kavgaya karıştı ve öldürüldü.Botanikçinin ruh sağlığı bozuldu.Yakalandıkları ateşli hastalıklar sonucu veya çeşitli kazalar nedeniyle ölümler devam etti.Aksilikler birbirini kovalıyordu. La Condamine,izin belgelerindeki bir sorunu çözmek için Lima’ya gidince,grubun çalışması sekiz ay durdu.En sonunda La Condamine ile Bouguer kavga edip birbirleri ile küstüler ve birlikte çalışmaya son verdiler.Ekip iyice küçülmüştü. Diğer taraftan herkes onlara şüpheyle bakıyordu.Yerküre’nin çevresini ölçmek için niye oralara gelmişlerdi?Bu ölçümleri niye Fransa’da yapmıyorlardı? * Bouguer ile La Condamine’nın And dağlarını seçmelerinin nedeni ekvator dairesine yakın olma istekleriydi.Ekvatorda küresellik açısından gerçek bir farklılık olup olmadığını saptamak amacında idiler.Biraz da macera ve manzara görmek istemiş olabilirlerdi.Ancak dağlar sürekli dumanlıydı.Öyle ki dumanın dağıldığı nadir zamanlarda sadece bir saat araştırma yapabilmek için haftalarca bekliyorlardı.Üstelik dağlara ulaşabilmek için hızlı akan nehirleri,balta girmemiş ormanları aşmak zorundaydılar.Kilometrelerce yol alıp o dönemde henüz haritası çıkarılmamış olan,yerleşim bölgelerinden uzakta kalmış taşlı çöllerden geçmek zorundaydılar. * Daha önceki yıllarda Newton’un yasaları bir konuda tartışma yaratmıştı.Newton kuramına göre Yerküre’nin şekli tam bir küre değildir.Zira dünyamızın dönüşünden kaynaklanan merkezkaç kuvvet,kutupların hafifçe basıklaşmasına,ekvatorun ise şişkinleşmesine yol açar.Böylece gezegenimiz basık bir küre haline gelir.Bu durumda İtalya’da bir meridyen derecesinin uzunluğu,İskoçya’daki bir meridyen derecesinin uzunluğu ile aynı olmayacaktır. Kutuplardan uzaklaştıkça uzunluk kısalacaktır. Newton’un teorisi ortaya çıkmadan önce Yerküre’nin çevre uzunluğunu saptama çalışmaları Fransa’da da yapılıyordu.Astronom Jean Picard,bir sürü alet ve saatten yararlanarak karmaşık bir üçgenleme yöntemi bulmuştu.İki yıl boyunca ülkesini gezip bu yöntemini uyguladı.1669 yılında bir derecelik meridyen yayı için ölçümünü 110,46 kilometre olarak açıkladı.Ancak bu ölçümü Yerküre’nin kusursuz bir küre şeklinde olduğu varsayımı ile yapmıştı. Daha sonra baba-oğul olan Giovanni ve Jacques Cassini, Picard’ın deneylerini daha geniş bir alanda tekrarladılar.Sonuçta Yerküre’nin şişkin bölgesinin ekvator değil,kutuplar olduğunu söylediler.Onlara göre Newton yanılıyordu. * Fransa Kraliyet Bilimler Akademisi’nin Bouguer ile La Condamine’i Güney Amerika’ya yollamalarının asıl nedeni, Giovanni ve Jacques Cassini’nin bu iddiasıydı.Her iki araştırmacı on sene olumsuz koşullar altında çalıştı.Derken bir gün kendilerine bir haber geldi:Kuzey İskandinavya’da ölçüm yapan bir diğer Fransız ekibi,Newton’un öngördüğü gibi kutuplara yakın bölgelerde bir derecenin daha uzun olduğunu bulmuşlardı. Yerküre,ekvator çevresinden ölçüldüğünde,kutuplar çevresinden ölçüldüğünde olduğundan 43 kilometre genişti.Bu durumda Bouguer ile La Condamine çalışmalarına son verdiler.Hemen deniz kıyısına gidip ayrı gemilerde ülkelerine doğru dönüş yoluna başladıklarında hala birbirlerine küs durumundaydılar. Kaynak: Bill Bryson : A Short History of Nearly Everything
-
Jeolojik zamandizini
Jeolojik olayların tarihlendirilmesi konusunda fikirbirliğine varılması uzun tartışmalar sonucunda mümkün olmuştur.Joologlar başlangıçta,kayaçları oluştukları dönemlere göre kategorize etmeyi denediler.Ama sınır çizgilerini nerelere çekmeleri konusunda sık sık uzlaşmazlığa düşüyorlardı.Bu tartışmaların en önemlisi,’ Büyük Devoniyen İhtilafı’ olarak bilinir. Roderick Murchison,bir kayaç katmanının Silüriyen Dönem’de olduğunu söylemişti.Rahip Adam Sedgwick ise sözkonusu katmanın Kambriyen Dönem’e ait olduğunu ileri sürdü.Bu tartışma giderek şiddetlendi ve yıllarca sürdü.Martin J.S.Rudwick,bu ihtilafı konu alan bir kitap yazdı.Bu bilimsel kavga 1879 yılında Silüriyen Dönem’le Kambriyen Dönem arasına yeni bir dönemin,yani Ordovisyen Dönemi’nin eklenmesi ile sona erdi. * Jeoloji terminolojisinde İngiliz adları egemendir. Devoniyen,İngiltere’de bir il olan Devon’dan türemiştir. Kambriyen,Galler’in Latincedeki adıdır. Ordovisyen ve Silüriyen eski Gal kabileleri Ordovislere ve Silürlere dayanır. Jeoloji araştırmaları yaygınlaştıkça terminolojiye dünyanın diğer yerlerinden de adlar girmiştir. Jura Dönemi,adını Fransa-İsviçre sınırındaki Jura Dağı’ndan alır. Permiyen,Ural Dağları’ndaki Perm bölgesi ile ilgilidir. Terminolojiye giren adlar her zaman yer adları olmayabilir.Örneğin Kretase,tebeşir anlamındadır. * İlk başlarda jeolojik tarih dört zaman dilimine bölünmüştü: Birinci İkinci Üçüncü (tersiyer) Dördüncü (kuvaterner) Bu sistem çok basitti,bu sebeple kalıcı olamadı.Jeologlar bazı kısımları elediler ve yeni eklemeler yaptılar. Birinci ve İkinci Dönemler tamamen kaldırıldı.Dördüncü Dönem bazı jeologlar tarafından kaldırıldı,bazılarınca korundu. Charles Lyell,dinozorlar çağından bu yana geçen süreyi kapsamak için,bölümler ya da dizinler olarak bilinen ek birimler önermişti.Bunlardan bazıları şöyleydi:Pleistosen (en yakın) , Pliyosen (daha yakın) , Miyosen (az çok yakın) ve Oligosen (belki bir nebze yakın).Son ek olarak ta ‘senkron’ terimini kullanmak istiyordu.Böylece Miyosenkron ve Pliyosenkron gibi terimler üretiyordu. William Whewell,etimolojik gerekçeleri öne sürerek Charles Lyell’in yöntemine itiraz etti, ‘senkron’ yerine ‘-eous’ modelini önerdi.Böylece Meioneous ve Pleioneous gibi terimler üretti. * Zaman,dönem ,bölüm ve zaman dilimi olarak, bugün kullanılan jeokronoloji şöyledir: ZAMAN………….DÖNEM…...BÖLÜM……………….ZAMAN DİLİMİ (y.milyar yıl önce) Prekambriyen………………………………………………………..4-570 Paleozoik (Birinci)………………………………………………….. 570-225 ……………………… Kambriyen……………………………………………..570-500 ………………………Ordovisiyen…………………………………………….500-430 ……………………… Silüriyen………………………………………………..430-395 ……………………… Devoniyen……………………………………………..395-345 ……………………… Karbonifer……………………………………………..345-280 ……………………… Permiyen………………………………………………280-225 Mezozoik (İkinci) ……………………………………………………..225-65 ……………………… Triyas ………………………………………………….225-190 ……………………… Jura…………………………………………………….190-136 ……………………… Kretase……………………………………………….136-65 Senozoik (Yakın) …………………………………………………….65-günümüz ……………………… Tersiyer……………………………………………….65-2,5 ………………………………….. Paleosen ……………………………………………65-54 ………………………………….. Paleojen……………………………………………..54-26 ………………………………………………. Eosen……………………………………………54-38 ………………………………………………. Oligosen………………………………………...38-26 …………………………………..Neojen………………………………………………26-2,5 ……………………………………………….Miyosen…………………………………………26-7 ………………………………………………. Pliyosen…………………………………………7-2,5 ……………………… Kuvaterner……………………………………………2,5-günümüz ………………………………….. Pleyistosen ………………………………………2,5-10 bin ………………………………….. Holosen……………………………………………10 bin-günümüz Prekambriyen, Kambriyen Öncesi olarak kullanılır. Paleozoik,eski hayat anlamındaki sözcükten türetilmiştir. Mezozoik,orta hayat, Senozoik ise yeni hayat anlamına gelir.John Wilford’un,zaman ve dönem konusunda pratik bir önerisi vardır. Prekambriyen, Paleozoik, Mezozoik ve Senozoik olan zamanları yılın mevsimleri gibi, Karbonifer, Permiyen, Jura,vb. gibi dönemleri de mevsimlerin ayları gibi düşünmek kolaylık sağlar. Yukarıdaki tabloya eklenmesi gereken katlar ya da çağlar diye bilinen ve adlarını Illinois,Des Moines,Croix gibi çeşitli yerlerden alan daha küçük altbölümler vardır. * Aslında bütün olarak ele alındığında jeokronoloji konusunda tam bir fikir birliği yoktur.Örneğin Kuzey Amerika’daki kat veya çağların,Avrupa’dakilerden farklı adlarla kullanıldığı olur.Çoğu da zaman içinde ancak tahminen çakışır. Kuzey Amerika’daki Cincinnati katı büyük ölçüde Avrupa’daki Ashgill katına ve küçük ölçüde biraz daha önceki Caradoc katına denk gelir. Ayrıca bu bilgiler kitaptan kitaba değiştiği gibi kişiden kişiye de değişebilir.Bazı jeologlar 7 tane yeni bölüm tanımlar,bazısı da 4 bölüm.Bazı kitaplarda Tersiyer (Üçüncü) ve Kuvaterner(Dördüncü) çıkarılmış,yerlerine Paleojen ve Neojen olarak adlandırılan farklı uzunluktaki dönemler konmuştur. Prekambriyen Zaman’ı,çok eski Arkeyan Devir ve daha yakın Proterozoik Devir larak ikiye ayıranlar vardır.Bazen de Paleozoik (Birinci), Mezozoik (İkinci) ve Senozoik (Yakın) zamanları içine alan zaman dilimini tanımlamak için Fanerozoik Üstzaman terimi kullanılır. * Bütün bunlar sadece zaman birimleri içindir.Kayaçlar,kendi içlerinde sistemler,diziler ve katlar olarak bilinen farklı birimlere ayrılmıştır.Ayrıca zaman açısından geç ve erken,kayaç katmanları açısından alt ve üst birimler arasında da farklar vardır. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica