Zıplanacak içerik

sedat sencan

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

sedat sencan tarafından postalanan herşey

  1. sedat sencan şurada cevap verdi: yam_yam başlık Bilim Dünyası
    Güneş sistemini incelediğimiz kaynaklardaki resimlerde gezegenleri küçüklü büyüklü küreler şeklinde görürüz.Bu resimlerdeki gezegenler,boyutları ve Güneş’e uzaklıkları yönünden bize kabaca bir fikir verebilirler.Ancak gerçek boyut ve mesafeleri hakkında bilgi sahibi olamayız.Hatta dev boyutlu,örneğin birkaç apartmanı kapsayan posterlerde bile bu oranları yansıtamayız. Böylesi bir dev posterde gene de Güneş Sisteminin küçültülmüş bir şemasını çizmeye çalışalım.Yerküre’nin çapını bir bezelye tanesinin çapına indirsek bile,Jupiter’in uzaklığı 300 metredir.Plüton ise 2,5 kilometre ötede kalır.Çizeceğimiz bu şemada bir bakteri kadar küçüleceği için onu zaten göremeyiz. Aynı ölçekte,bize en yakın olan yıldız, 16.000 kilometre ötede kalır.Şimdi gezegenlerin en büyüğü olan Jupiter’i bir nokta kadar küçültelim. Boyut olarak orantılarsak Plüton bir molekül halini alacak ve bu durumda bile 10 metre uzağımızda kalacaktır. Bir kitap veya derginin şemasında Plüton son sınır gibi gösterilir ama gerçek öyle değildir.Hatta orası kıyıya yakın bile değildir.Zira yolun ancak 50 binde birini aşmış bulunuyoruz.Önümüzde tam iki ışık yılı sürecek bir bölge uzanmaktadır. Güneşin kendisi,9 tane gezegen,bütün uydular,kuyruklu yıldızlar,bütün bunları bir araya getirin.Hepsi Güneş sisteminin trilyonda biridir.
  2. Şans dediğimiz olgu ile olasılık hesapları arasında bir bağlantı kurabilir miyiz? Kendi hesabıma yaşantım boyunca olasılık hesaplarının benim lehime çalıştığını söyleyemem. Örneğin bir tavla oyununda diyelim ki en kritik anda zarın 3-4 (veya 4-3) gelmesi gerekiyor.Veya başka bir oyunda 4-5 (ya da 5-4) gelmesi gerekiyor. Bunun gibi pekçok oyunda beklediğim zarlar birkaç istisnayı hariç tutarsak hiç gelmedi. İki farklı zarın gelme olasılığı 1/18 olduğuna göre,oynadığım yüzlerce oyunda istediğim zarların gelmemesi nedeniyle olasılık hesaplarının benim lehime çalışmadığını söylüyorum.Yani yüzlerce oyunda 1/18 olasılığının geçerli olması gerekmez miydi? Elbette sözkonusu olan şey,adı üzerinde:Olasılık.Yani bir hesap işi.Hesap başka,olayın gerçekleşmesi başka. Zaten şans olgusunu burada ele alıyorum.Kendi başıma gelen olaylarda işi ters yönden de ele alarak bu şans işini irdeliyorum.Yani şanssızlık ile olaya bakıyorum.Nitekim en kritik anlarda atmamam gereken iki zarı bu kez 1/18 olasılığı da aşan sayıda atmışımdır. 1/18 olasılığı neden lehime olacağı zaman gerçekleşmez de,aleyhime olduğu zaman gerçekleşir? Daha basit olaylarda da böyle olmuştur.Olayların kendisi öyle değil ama benzetme yaparak söyleyecek olursam,diyelim ki bir torbada 1’den 50’ye kadar numaralanmış taş var.Diyelim ki herhangi numaralı taş çekilirse para kazanacağım.Bir türlü çıkmaz.Ama gene herhangi bir numara çıktığında para kaybedecek isem pekçok kere o taş çekilmiştir.
  3. Bilimadamları da hepimiz gibi insanlardır.Onların da zaafları,aşırı davranışları ve bir takım saplantıları olabilir.Bu özelliklerin çoğu bize garip görünebilir. Aslında bunların hepsi normaldir.Zira onlar kendi konularında çok farklı olsalar da sonuçta bize benzerler.Almış olduğum notlarda bana ilginç gelenlerin birkaçını paylaşmak istiyorum. * Carolus Linnaeus,kendisini aşırı derecede üstün gören bir kişiliğe sahipti.Övünmeyi o kadar ileri götürmüştü ki,dünyaya o güne dek kendisinden daha büyük botanikçinin gelmediğini ileri sürmüştü.Bulduğu sınıflandırma sisteminin,bilim dünyasının en büyük başarısı olduğunu sık sık açıklıyordu.Onun bu gibi övünmelerine şüpheyle bakan kişileri affetmez,adlarını zararlı otlara vereceğini söylerdi.Linnaeus’un bir diğer aşırı özelliği ise sekse olan yoğun ilgisiydi.Bazı çiftkabuklular ile dişilerin cinsel organları arasındaki benzerlik onun ilgisini çok çekiyordu.Bir midye türünün belli bölümlerine vulva,labia, pubes,anüs ve himen gibi isimler vermişti.Bitkileri sınıflandırmasını üreme organlarının doğasına göre yapmıştı.Bir de bu bitkilere aşırı seviyede insanlara özgü cilveler yakıştırmıştı.Çiçekler ve çiçek davranışları için yaptığı açıklamalarda ‘rastgele cinsel ilişki’,’kısır metres’ ve gerdek yatağı’ gibi benzetmeler yapardı.Bu durumda elbette birçok kişi kendisini yadırgıyordu. * Benjamin Thompson’un yaşamı boyunca edindiği unvan ve yaptığı görevlerin listesi hayli uzundur.Sosyal yaşamında kont ve sir ünvanları aldığı gibi devlet adamlığı ve askerlik yapmış,bu arada bilim tarihine adını da yazdırmıştır.1772 yılında,zengin bir dul olan Sarah Walker ile evlendi.New Hampshire’de bugün Concord olarak adlandırılan Rumford’a yerleşti.Henüz 19 yaşındaydı ve karısı kendisinden 14 yaş büyüktü.O tarihlerde yürütülen bağımsızlık savaşında İngiltere kralına bağlı kalanlardan biri oldu ve İngiliz yönetimine sadık kaldı.Üstelik İngiltere hesabına casusluk yaptı.1776 yılında,hürriyet davasına kayıtsız durduğu gerekçesi ileri sürülerek tutuklanma tehlikesi ile karşı karşıya kalınca ailesini geride bırakarak İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. 1805 yılında Fransa’da iken Lavoisier’in dul eşi ile evlendi.Ancak bu evlilik yürümedi.Boşandıktan sonra Fransa’da yaşamaya devam etti. * Edmond Halley,günümüzde,adının verildiği kuyrukluyıldız nedeni ile anımsanır.Oysa bu kuyrukluyıldızı kendisi keşfetmemişti.1682 yılında gördüğü bu cismin 1456,1531 ve 1607 yıllarında başkaları tarafından görülmüş olan kuyrukluyıldızla aynı olduğunu anladı.Onun yörüngesini hesapladı.Bu gök cismi 1758 yılına kadar,yani ölümünden 16 yıl sonrasına kadar henüz adlandırılmamıştı. Halley gerçekten çok yönlü bir bilimadamı idi Gezegenimizin tarihlendirilmesi konusundaki ilk ciddi önerilerden birisini yaptı.Dünya denizlerindeki toplam tuz miktarının,her yıl eklenen tuz miktarına bölünmesi ile elde edilecek sayının okyanusların yaşını ortaya çıkaracağını ileri sürmüştü.Böylece Yerküre’nin yaşı konusunda kabaca bir fikir edinebilirdik.Ancak o tarihlerde ne denizlerde ne kadar tuz olduğu,ne de her yıl eklenen tuz miktarını bilen yoktu.Böyle bir araştırma yapma olanağı da yoktu.Gemi kaptanlığı,kartograflık ve darphanade kontrolörlük gibi işleri yaptığı gibi derin deniz dalgıç hücresi gibi icatları da vardı.Geniş ilgi alanına afyonun etkileri bile girdiği gibi balıkları dört mevsim taze tutmaya yarayan metot da geliştirmişti. * Edwin Powel Hubble, Chicago Üniversite’sinde okurken matematik ve astronomi konusunda lisans derecesi aldı.Bu yıllarda iyi bir boksör olarak tanınıyordu.Ayrıca atletizmin pekçok dalıyla da ilgiliydi.Öğrenimini tamamladıktan sonra İngiltere’ye gitti. Oxford Üniversite’sinde hukuk öğrenimine başladı.İngiltere’de üç yıl kalıp döndükten sonra 1913’te avukatlık yaptı.Ancak bu işten kısa süre sonra vazgeçti.Lisede öğretmenlik ve basketbol koçluğu gibi uğraşılarda bulundu.Ama kısa bir süre sonra hepsinden bıktı.Gene astronomiye döndü.Çalışma yeri Wisconsin’deki Yerkes Gözlemevi’ydi. * Alçakgönüllü bilimadamları için bir örnek: Vardığı sonuçlara düşünerek ulaşan Einstein,herkes tarafından merak edilen bir kişiydi.Bir gün şair Paul Valery,fikirlerini kaydetmek için bir defter tutup tutmadığını sorunca biraz şaşırmış.’Hiç lüzum yok ki’ diye cevap vermiş.’Aklıma nadiren bir fikir gelir’ Diğer bir örnek: Dalton özel yaşamında da Quaker’ların mütevazi davranış kurallarını uyguluyordu. 1826 yılında bir Fransız kimyacı onunla tanışmak için Manchester’e geldi.Ünü bu kadar yaygın olan Dalton’u büyük bir enstitü binasında bulacağını sanmıştı.Sora sora şehrin arka sokaklarından birinde bulunduğunu öğrendi. Oraya varınca küçük çocuklara temel aritmetik dersleri verdiğini gördü.Oldukça şaşırıp Bay Dalton’la mı karşı karşıya olduğunu sordu.Zira aritmetiğin ilk 4 kuralını küçük bir çocuğa öğreten bu kişinin Avrupa’da nam salan kimyacı olduğuna inanamıyordu.Ama Dalton,aradığı kişinin kendisi olduğunu söyledi. Küçük çocuğun aritmetiğini düzeltinceye kadar biraz oturmasını rica etti. * 1800’lü yılların başında İngiltere’de güldürücü gaz olarak bilinen diazot monoksit kullanımı oldukça yaygınlaşmıştı.İnsanlara son derece keyifli bir sarhoşluk duygusu verdiğinden herkes bu gazı solumak için fırsat kolluyordu.Nitekim 50 yıl boyunca özellikle gençler,uyuşturucu olarak diazot monoksit kullandı. Tiyatrolarda gönüllüler sıkı nefesler çekip neşeleniyorlar ve komik sendeleyişlerle izleyenleri eğlendiriyorlardı.Bu gaz ancak 1846 yılından sonra anestezik olarak kullanılmaya başlandı. İşte diazot monoksit gazının neşe veren sarhoşluğuna kendini kaptıranlardan birisi de Humphry Davy oldu.Ama aynı zamanda bu gazın herhangi bir hastalığa neden olup olmadığını da sınıyordu. Amonyak ile azotun asit ve oksit bileşiklerinin bileşimini inceledi.Bilim ve edebiyat çevresindeki dostlarını, diazot monoksitin solunum etkilerini bilim dünyasına açıklamaları için ikna etti.Bu arada hidrojen ve karbon monoksitten oluşan ve çoğu kez yakıt olarak ta kullanılan su gazını deneme amacıyla solurken neredeyse yaşamını yitiriyordu. * Othniel Charles Marsh ve Edward Drinker Cope,özellikle fosil konusunda uzmanlaşmış kişilerdi. Her iki bilim adamının ortak yönleri fazlaydı.İkisi de şımartılmış,hırslı,bencil,kavgacı,kıskanç,güvensiz ve mutsuz kişilerdi.Başlangıçta birbirlerine hayranlık duyuyorlardı.Çok iyi dostluk kurmuşlardı.Öyle ki fosil örneklerine birbirlerinin adını veriyorlardı.1868 yılında bugün bile bilinmeyen nedenlerle araları bozuldu.Aradan daha bir yıl geçmeden birbirlerine olan nefreti o kadar arttı ki sonraki 30 yıl boyunca bitmeyecekti.İlk 10 yıl karşılıklı nefretleri sessiz bir savaş gibiydi.Ama 1877 yılında olayların boyutu büyüdü.O yıl,Arthur Lakes adlı bir öğretmen, arkadaşı ile kırlarda yürüyüş yaparlarken Morrison civarında birtakım kemikler buldu. Kemiklerin dev bir ‘keler’e ait olduğunu anladı.Bu kemiklerin bir kısmını Marsh’a,bir kısmını ise Cope’a gönderdi.Çok memnun olan Cope, Arthur Lakes’e 100 dolar yolladı ve bu keşfinden özellikle Marsh’a bahsetmemesini istedi.Zor durumda kalan Arthur Lakes, Marsh’a başvurdu ve elindeki kemikleri Cope’a göndermesini rica etti. Marsh istenileni yaptı ama bu olayı hayatı boyunca unutmadı.Bu olay ikisi arasında sürmekte olan savaşı daha sert hale getirdi.Bazen emirlerindeki kazıcı ekiplerini birbirlerine taşlatıyorlardı.Bir gün Cope,Marsh’a ait sandıkları açmaya çalışırken yakalanmıştı.Her ikisi de yazmış oldukları yazılarında birbirlerine hakaret ediyorlardı.Her biri diğerinin bilimsel başarısını küçümsüyordu.Aslında bu durum çok ilginç bir sonuç veriyordu.İki araştırıcının birbirlerine olan nefreti çalışmalarını hızlandırmıştı.Onların bu rekabeti sayesinde, Amerika’da yaşadığı bilinen dinozor türlerinin sayısı 9’dan 150’ye çıkmıştı.Hemen hemen her dinozor,bu ikisinden biri tarafından bulunmuştur. Bazen hırslarına o denli kapılıyorlardı ki,zaten bilinen bir şeyi yeniden keşfediyorlardı.Artık yapmış oldukları sınıflandırma karmakarışık hale gelmişti.Bu işin düzene sokulması yıllarca sürmüştür. * William Thomson(Lord Kelvin),soğuma olayını Yerküre’in yaşının belirlenmesine uygulamak istiyordu.Yerküre’in Güneş’ten koptuğunda onunla aynı sıcaklıkta olduğunu ve sürekli soğuduğunu varsayıyordu.1862 yılında Yerküre’in yaşının 200 milyon yıldan fazla olamayacağını hesapladı.Kesin olarak 98 milyon yıl olduğunu söyledi.Zaman içinde yeni yeni rakamlar öne sürdü.1897 yılındaki tahmini 24 milyon yıldı.1899 yılında bu sürenin 20-40 milyon yıl arasında olduğunu ileri sürdü.Oysa jeolojik bulgular bu sürenin 200 milyon yıldan çok daha fazla olduğunu ortaya koymuştu.Bu konuda kesin bir rakam önerememesi, Yerküre’in gerçek yaşının çok ötesinde tahminler yapması o günlerin bilim dünyası içinde normaldi.Zira henüz radyoaktivite olayı bilinmiyordu. Yerküre’in Güneş’ten bağımsız bir ısı kaynağına sahip olduğu anlaşılmamıştı.En önemlisi, Güneş büyüklüğünde bir cismin en fazla birkaç on milyon yıldan uzun süre boyunca ve yakıtını tüketmeden nasıl yandığını açıklayacak bilgi yoktu.Herkes Güneş ve gezegenlerin genç olması gerektiğini düşünüyordu.Kelvin,yaşamı boyunca 600’den fazla bilimsel makale yazdı.69 tane patent sahibi oldu.Yaşamının son yıllarında fizikte ortaya çıkan yeniliklere ilgisiz kaldı. Hatta karşı çıktı. * Newton gerçekten tuhaf bir kişi idi.Yalnız yaşıyordu.Neşeli olduğunu,güldüğünü gören yoktu.Herkese şüpheyle bakıyordu.Dalgınlığı dillere destan olacak şekildeydi.Bazı sabahlar uyanınca eğer aklına bir fikir gelmişse saatlerce yataktan çıkmazdı.Üniversitede kendi laboratuvarında acaip deneyler yapıyordu. Bir keresinde sadece merak ettiği için bir çuvaldızı gözyuvasına sokmuştu.Niyeti gözle kemik arasında kalan bölgeye,yani gözün arkasına dek ulaşmaktı.Mucize eseri bir şey olmadı.Ancak gözüne eziyet etmeye kararlı gibiydi.Nitekim bir gün, görüşünü nasıl etkileyeceğini anlamak için dayanabildiğince Güneş’e baktı.Tabii ki sonra karanlık bir odada günlerce kalmak zorunda kaldı. Ama bunların yanısıra üstün bir aklı vardı.Daha öğrenci iken,o günlerin matematiğini kısıtlayıcı olarak niteliyordu.Tamamen yeni bir biçim olan diferansiyel ve integral hesaplarını buldu.Garip huyları gençliğinde de olduğu için bu hesaplarından 27 yıl kimseye bahsetmedi.Aynı şekilde optik alanında ışığı incelemiş,spektroskopi biliminin temellerini atmıştı.Ancak bulduğu sonuçları 30 yıl açıklamadı.Nedeni,bazı kişilere olan küskünlüğü idi. Özel ilgisinin sadece bir kısmı gerçek bilimle ilgili olmuştu.Hayatı boyunca çalışmaya harcadığı zamanın yarısı simya ve dinsel uğraşlardı.Üstelik bu konuları içtenlikle ele almıştı.Ariusçuluk denilen son derece sapkın bir mezhebin gizli üyesi idi.İsa’nın ne zaman geri geleceğini, kıyametin ne zaman kopacağını inceledi.Bu konularla ilgili matematiksel ipuçları yakalamaya çalışıyordu.Hz.Süleyman’ın Kudüs’teki kayıp tapınağının zemin planını yıllarca inceledi.Orijinal metinleri daha iyi tarayabilmek için kendi kendisine İbranice öğrenmişti.Aynı coşkulu çalışmasını simyada da sürdürdü. 1936 yılında ünlü ekonomist J.M.Keynes, Newton’a ait not dolu bir sandığın sahibi oldu.Açık arttırma ile satın aldığı bu sandığı merakla açtı.Ancak notlarda optik ve gezegen hareketlerine ilişkin bilgiler yoktu.Adi metallerin kıymetli metallere çevrilmesine yönelik çalışmalar vardı.Üstelik bu yazılar kararlı bir arayış yansıtan uslupla yazılmıştı.Zaten bu durum 1970’li yıllarda kanıtlandı.Newton’un saç teli üzerinde analiz yapıldı.Üzerinde doğal seviyenin 40 misli yoğunlukta civa bulundu.Civa, simyacıların en çok incelediği bir elementtir. * James Hutton,yeni kayaçları ve kıtaları yaratıp,sıradağları yerden yükselten nedenin Yerküre’nin içindeki ısı olduğu sonucuna varmıştı.1785 yılında birörneklilik ilkesini geliştirdi.Birörneklilik ilkesine göre,yer yüzeyi biçimleri,jeolojik çağlarda gerçekleşen uzun fiziksel,kimyasal ve biyolojik süreçlerin sonucunda oluşur.Yağmur,akarsu,gelgit ve yanardağ gibi doğal süreçlerin Yer’in gelişimi üzerindeki etkisine ilişkin olarak yıllarca sürdürdüğü çalışmalarının,gözlemlerinin ve tartışmalarının sonuçlarını topladığı bu makalesini 7 Mart 1785 yılında Royal Society’de okudu.Ayrıca jeolojik olguların gözlenebilir jeolojik süreçlere dayanılarak açıklanabileceğini ileri sürüyordu. Ancak J.Hutton yazılarını çok karmaşık bir dille kaleme alıyordu.Cümleleri çok uzundu,imla kurallarına hiç dikkat etmiyordu. Öyle ki bu yazıları okuyup anlamak hemen hemen olanaksızdı.Bu özellikteki yazısını okumaya başladığında toplantıya katılanların hiç ilgisini çekmedi.Hatta onun hangi konudan bahsettiğini bile anlamadılar. * Charles Lyell aşırı miyoptu.Hemen hemen tüm yaşamı boyunca gözlerini kısmaktan ötürü baş ağrıları çekti.Zaten son yıllarında görme duyusunu tamamen kaybetti.Diğer bir huyu da düşüncelerine odaklanmayı başaramadığı zaman eşyalar üzerinde garip pozisyonlara girmesiydi.Örneğin iki koltuğa birden uzanıyordu,veya başını koltuğun minderine yaslayıp ayağa kalkıyordu.Düşüncelere daldığı zaman ise oturduğu koltukta öyle aşağılara kayardı ki kaba etleri neredeyse yere değerdi. * 19.yüzyılın başlarında bilimle ilgilenen ülkelerde,özellikle İngiltere’de maddi durumu elverişli bilim adamları fırsat buldukça kırsal bölgelere gidiyorlardı.Kılık ve kıyafetleri ise arazide iken bile tıpkı kentlerde olduğu gibiydi.Öyle ki Oxford profesörü Papaz William Buckland,saha araştırmalarına akademik cüppesi ile katılıyordu. Papaz William Buckland,bilimsel konulara önemli katkılarda bulunmasına rağmen daha çok garip davranışları ile anımsanır. Özellikle vahşi hayvanlar koleksiyonu çok ünlüydü.Bazıları oldukça iri ve tehlikeli olan bu hayvanlar hem evinin içinde hem de bahçesinde serbestçe dolaşırlardı.Ayrıca doğada bulunan ve kendisinin eline geçirebildiği her hayvanın tadına bakmakla da ünlüydü.Herhangi birgün evine gelen konuğun,sofrada fırında pişmiş hintdomuzu,fareli börek,kızarmış kirpi ya da haşlanmış deniz salyangozu bulması mümkündü. Papaz William Buckland,bir tek köstepeği sevmiyordu.Bir diğer tutkusu fosilleşmiş dışkı idi.Koprolit denilen bu maddenin en önemli otoritesi idi ve bunları özel bir masa üzerinde sergiliyordu. * Henry Cavendish,1731 yılında Fransa’nın Nice şehrinde doğmuş bir İngiliz vatandaşıdır.Annesi ve babası tarafından büyükbabaları Devonshire ve Kent dükleri idi.1742 yılında Londra yakınlarında bulunan bir ilahiyat okuluna girdi.1749-1753 yılları arasında Cambridge Üniversitesi’nde bir koleje devam etti ise de İngiltere Kilisesi’ne bağlılık sözü vermekten kaçındığı için burayı bitiremedi.Babasının 1783 yılında ölümüne kadar onunla birlikte yaşadı.Baba-oğul oldukça sade bir yaşam sürdürüyorlar ve beraberce bilimsel araştırmalar yapıyorlardı. Henry Cavendish 40 yaşında iken kendisine miras kalan bir servet sonunda birdenbire zengin oldu.Bir başka bilimadamının deyişiyle,hem tüm bilginlerin en zengini,hem de tüm zenginlerin en bilgini durumuna gelmişti. Zenginlik,yaşam tarzını fazla değiştirmedi.Harcamalarının çoğunu kitaplar ve bilimsel araçlar için yapıyordu.Evini büyük bir laboratuvara çevirmişti. Zamanla büyük bir kitaplık kurdu ve burasını bilimadamlarının yararına sundu.Giyimine hiç özen göstermezdi.Bilimsel yeteneği çok kuvvetli idi.Ama çalışmaları fazla yaygınlık kazanmadı.1760 yılında Royal Society’e üye olarak kabul edildi.1766 yılında çeşitli gazların elde edilmesine ait makalelerden başlayarak yayımlamak amacı ile yazdığı konular olduysa da,pek çok araştırmasının ayrıntılarını yayımlamadı.Son derecede ketum bir kişiydi.Bilimsel alanın pek çok konusunda yaptığı deneylerden ve öngördüğü tezlerinden bahsetmezdi.Oysa bu deney ve öngörüleri kendi zamanından en az yüz yıl ilerisindeydi.James Clerk Maxwell 19.yüzyılın sonlarında onun notlarını yayımlamasaydı,yaptıklarının büyük kısmından kimsenin haberi olmayacaktı. Elektrik akımını ölçme olanağı olmadığı için kendi vucudunu ölçü aracı olarak kullanırdı.Akım şiddetini anlayabilmek amacıyla elektrotların uçlarını elleriyle tutuyor,elektrik şokunu parmaklarında mı,bileklerine kadar mı,yoksa dirseklerine kadar mı duyduğuna bakıyordu. Henry Cavendish,çok aşırı derecede çekingendi.Herhangi bir insanla temas etmesi onun açısından büyük rahatsızlığa neden oluyordu.Bir gün kapısı çalınıp açtığında Avusturya’dan gelen bir hayranını karşısında bulmuştu..Gelen kişinin övgü dolu sözlerine birkaç dakika dayanabilmiş,hemen bahçeye kaçmıştı.Konutuna geri dönmeye ancak saatler sonra ikna edilebilmişti.Evin kahyası ile görüşmesi ancak mektuplaşarak mümkün oluyordu.İnsan içine çıkması sadece bilimsel toplantılarda gerçekleşiyordu.O da diğer konukların sıkıca uyarılmaları ile sağlanırdı.Kimse ona yaklaşmamalı,hatta bakmamalıydı.Eğer bir konu hakkındaki görüşlerini merak eden olursa,ona sanki tesadüfen rastlamış gibi yaklaşmalıydı.Tabii ki bu görüşme oldukça kısa sürerdi. * Max Planck,yaşantısı boyunca mutsuz olaylarla karşılaştı.Çok sevdiği ilk karısını 1909 yılında kaybetti.Büyük oğlu Karl,1916 yılında,Birinci Dünya Savaşı’nda cephede öldü.Çok bağlı olduğu ikiz kızları vardı.Biri doğum yaparken öldü.Hayatta kalan diğer kızı,kardeşinin bebeğini bakmak üzere aldı,ama eniştesine aşık oldu.Evlendiler ve iki sene sonra doğum yaparken o da öldü.1944 yılında Berlin’deki evi müttefik bombardımanları sırasında isabet aldı.Bütün notlarını,günlüklerini,kitaplarını ve belgelerini kaybetti. Aynı yıl,hayatta kalmış tek oğlu olan Erwin,Hitler’e karşı girişilen suikasta katıldığı gerekçesi ile kurşuna dizildi.İkinci Dünya savaşının bitmesinden sonra Göttingen’e yerleşen Max Planck,1947 yılında öldü. * Richard Owen,1824 yılında tıp eğitimi için Edinburg’a gitti.Anatomiye merakı aşırı derecedeydi.Sık sık yasakları çiğniyor,kadavralardan aldığı parçaları gizlice evine götürüyordu.Hem tip olarak hem de huy olarak insanlara sevimli gelmezdi.Herkes onun soğuk karakterli ve küstah davranışlı olduğunda hemfikirdi.Amacına ulaşmak için düşünmeksizin herşeyi yapacağından kuşku duyulmuyordu.Ancak anatomi alanındaki tartışma götürmez yeteneği tüm olumsuzluklarını perdeliyordu.Diğer taraftan R.Owen’ın neden olduğu problemler birbirinin peşisıra ortaya çıkıyordu. Thomas Huxley 1857 yılında Churchill’s Medical Directory’in yeni baskısında bir şey fark etti.R.Owen’ın ismini rehberde görmüştü.Londra’daki Madencilik Okulu’nun Karşılaştırmalı Anatomi ve Fizyoloji Profesörü olarak görünüyordu.Oysa o mevkide Thomas Huxley’in kendisi bulunmaktaydı.Araştırınca bu bilginin yayıncılara R.Owen’ın ilettiğini öğrendi. O günlerde Hugh Falconer adlı bir doğabilimci,heryerde şikayet edip duruyordu.Zira kendi keşiflerinden birini R.Owen sahiplenmişti.Bu tip iddialar sürekli ortalıkta dolaşıyordu.Birkaç kişi,kendi örneklerini R.Owen’a incelemesi için verdiklerini,ancak onun kendi çalışmalarını sahiplendiğini söylüyorlardı.En dikkat çekici olay ise bir hekimin başına gelenler oldu.Gideon Mantell uzun yıllar çalışarak çok sayıda fosil biriktirmiş ve kayıtlara geçirmişti.Ancak şanslı bir kişi değildi,işleri hep ters gitti.Zaman içinde karısını,çocuklarını,hekimliğini ve fosil kolleksiyonunu kaybetti.Zavallı adam Londra’ya taşınmıştı ki kısa bir süre sonra bir kaza geçirdi.Bir at arabası kendisine çarpınca,belinden sakatlandı.R.Owen sistemli bir çalışmayla Mantell’in katkılarını kayıtlardan sildi.Onun yıllar önce adlandırdığı türlere yeni isimler verdi ve keşifleri kendisi üstlendi. R.Owen’ın kuşkulu işlerinin sonu gelmiyordu.Royal Society’nin bir komitesi ,ki başkanı da R.Owen’di,ödül verecekti.Belemnit adlı nesli tükenmiş bir yumuşakça için yazılan bildiri birincilik kazanmıştı.Bu bildiriyi yazan R.Owen’di ve kendisine Kraliyet Madalyası verilmesi kararlaştırıldı.Oysa belemnit 4 yıl önce Chaning Pearce adındaki amatör bir doğabilimci tarafından keşfedilmişti.Üstelik bu keşfin bildirisi Jeoloji Derneği’nin bir toplantısında sunulmuştu.İşin ilginç tarafı o toplantıya R.Owen’ın kendisi de katılmıştı.Ama şimdi, Royal Society’e kendi bildirisi gibi sunuyordu.Bir de bu yaratığa kendi adını da veriyordu:Belemnites owenii.Durum ortaya çıkınca Kraliyet Madalyası gene de elinden alınmadı. Bütün bu olayların intikamını Thomas Huxley aldı.Büyük gayretlerle, R.Owen’i Zooloji Derneği ve Royal Society’nin komitelerinden attırdı.İşte R.Owen’ın British Museum’da doğa bilimleri bölümlerinin yöneticiliğine geçmesi böyle oldu.Bu dönemdeki çalışmaları bilimin bulgularını halkın her kesimine sunmak için oldu.Nitekim 1880 yılında hizmete açılan Doğa Tarihi müzesi onun eseridir.1892 yılında öldü. * 1761 tarihinde bilim dünyası Venüs geçişini gözlemlemeye hazırdı.Bilim adamları Sibirya’ya,Çin’e,Güney Afrika’ya,Endonezya’ya ve bunun gibi yüzü aşkın bölgeye doğru yola çıktılar.Fransa,İngiltere,İsveç,Rusya,İtalya,Almanya ve daha pek çok ülkeye mensup bilim adamları dünyanın dört bir tarafına gözlem için koşuyorlardı.Bu olayda dikkati çeken en önemli özellik,bilimsel bir çabanın tarihte ilk kez uluslar arası işbirliği ile yürütülmesidir.Ancak o dönemlerin şartları içinde hemen hemen her yerde pekçok sorun oluştu. Savaşlar,hastalıklar,gemi kazaları ve bunlara benzer pekçok nedenlerle bilimadamlarının büyük kısmı yollarda kaldı.Hedefledikleri noktalara ulaşmayı başaranların da sorunları bitmemişti.Gözlem yapmaya yarayacak aletleri kırılmış veya iklim değişikliği nedeniyle bozulmuştu. Jean Chappe adındaki Fransız gözlemci Sibirya’ya ulaşmak için aylarca yol gitti.Son derece kırılgan aletlerini her türlü sarsıntıdan korumak için özel bir çaba gösteriyordu.Fayton,gemi ve atlı kızaklar üzerinde geçen yolculuktan sonra nihayet Sibirya’ya ulaştı.Gözlem yapacağı noktaya varması için geçmesi gereken patika sular altında kalınca yoluna devam edemedi.Su baskınının nedeni,bahar yağmurlarının anormal oluşundan dolayı nehirlerin taşmasıydı. Jean Chappe hiç olmassa bulunduğu yerden gözlem yapabilmesi için aletlerini gökyüzüne çevirince, yerli halk sel felaketinden onu sorumlu tuttu.Bu insanlara göre o garip aletler ve o garip yabancı uğursuzluk getirmişti. Jean Chappe gözlem yapamadan kaçmak zorunda kaldı. Bir diğer Fransız gözlemci Guillaume Le Gentil Venüs geçişini Hindistan’da gözlemlemek için bir yıl önce yola çıkmıştı.Ortaya çıkan birçok nedenden ötürü geçişin gerçekleşeceği gün,o hala denizdeydi.Sürekli sallanan gemi üzerinden gözlemde bulunması olanaksızdı.Ama 1769 yılında olacak diğer geçişi izlemek amacı ile yoluna devam etti.Hindistan’da bulunduğu 8 sene içinde gelişmiş bir gözlemevi kurdu.Aletlerini dikkatle hazırladı.Nihayet geçişin gerçekleşeceği gün olan 4 Haziran 1769 günü sabah uyandığında hava çok güzeldi.Ama Venüs geçişi başladığı sırada bir bulut kümesi tam da Güneş’in önünde durdu.Tam 3 saat 15 dakika boyunca yerinden kıpırdamadı. Le Gentil bir nebze olsun gözlem yapamamıştı.Buna rağmen büyük bir soğukkanlılık göstererek aletlerini topladı ve en yakın limana gitti.Bu sefer de yolda dizanteriye yakalandı.Dönüşü bir yıl gecikti.Tam 11,5 yıl sonra evine vardığında dertlerinin bitmemiş olduğunu gördü.Yokluğunda akrabaları ölümünü ilan etmiş ve malvarlığına el koymuşlardı.
  4. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Psikoloji - Psikoloji Forumu
    Desmond Morris,The Naked Ape (Çıplak Maymun) adlı yapıtında hayvanların kendi aralarındaki döğüşmeleri iki sebepten birisine dayandırır:Ya toplumsal hiyerarşi içinde üstünlük kazanmak,ya da belirli bir toprak parçası üzerinde hak sahibi olmak için mücadele ederler.Bazı hayvan türleri için hiyerarşi önemli olurken toprak önemli değildir.Bazı hayvan türleri için de tersi durum söz konusudur.Üçüncü bir grup hayvan için ise sahip olduğu topraklar üzerinde hiyerarşi sorununun çözümü önem kazanır.Hayvanlar için saldırgan olmayı gerekli kılan nedenler bunlardır.Yazara göre biz insanlar,sahip olunan topraklar üzerinde hiyerarşi sorununun çözümü için saldırgan olan gruba dahiliz. Mücadele eden hayvanlarda,taraflardan birisi üstünlük sağlamaya başladığında,mağlup olması muhtemel bireyin karşısındakinin saldırganlığını hafifletmesinin birkaç yolu vardır.Yani saldırganı yatıştırmaya yönelik bazı davranışlar edinilmiştir.Mağlup olmaya aday olan artık saldırganlık uyandırıcı işaretler vermez.Hareketsiz kalır.Veya pes ettiğini çeşitli şekillerde belirtir.Bütün bu eylemler,boyun eğmenin farklı boyutlarıdır. Desmond Morris,söz konusu kitabında,kendisinin de içinde yer aldığı olayları ve bizzat denediği bazı kuramlarını anlatır.Yazara göre küçük bir trafik hatası yüzünden polisçe çevrilen çoğu şoför,ya suçsuzluğunu savunmaya ya da davranışı için mazeretler öne sürmeye başlar.Böyle davranmakla kendi topraklarını,bu olayda onun yerine geçen otomobilini savunmaktadır.Bu şekilde de kendisini mücadele eden bir kişi konumuna sokmaktadır.Ama aynı zamanda polisi de karşı saldırıya geçmeye çağırmaktadır.Oysa,bir boyun eğme tavrı gösterse işler kolaylaşır.Suçu kabullenmesi,polisi hakim duruma geçirir.Kavga eden taraflardan birisi boyun eğme davranışını benimsemişse galip tarafın saldırgan tavrı biraz yumuşar.Bu olayda bir de polisi övücü birkaç cümle işi daha da kolaylaştırır. Yazar,sözlere uygun tavır takınılmasını da öğütlüyor.Hem vücudun duruşu hem de yüz ifadesi,duyulması gereken itaat ve korkuyu yansıtmalıdır.Ama hepsinden de önemlisi,derhal arabadan çıkılmalı ve polise yaklaşılmalıdır.Zira arabanın içinde kalmak,kendi yerleşim bölgesinde kalmak anlamındadır. Arabadan uzaklaşmakla toprak üzerindeki iddiayı hafifletir.Bir anlamda kişiyi polis karşısında zayıf hale getirir.Oysa arabanın içinde kalmak,arabaya hakim olduğunu iddia etmektir.Böylece otomobilden çıkmakla yerleşim bölgesi üzerindeki haklardan vazgeçilmiş duygusu yaratır.
  5. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Bilim Dünyası
    Bilimler mevcut durumlarından daha ileri doğru gelişmeye mahkum gibidirler.Kendilerinde mevcut olan araştırma ve gözlem eylemi,işin böyle olmasını gerektirir.Herhangi bir bilim dalının bugünkü durumu dünkünden ileridir.Yarınki de bugünkünden ileri olacaktır.Bu nedenle tartışılan bir konuda son söz söylenmiş olamaz.Oysa kesin konuşarak hataya düşen bilim adamlarına sık sık rastlanır. William Thomson(Lord Kelvin)soğuma olayını Yerküre’in yaşının belirlenmesine uygulamak istiyordu.Yerküre’in Güneş’ten koptuğunda onunla aynı sıcaklıkta olduğunu ve sürekli soğuduğunu varsayıyordu.1862 yılında Yerküre’in yaşının 200 milyon yıldan fazla olamayacağını hesapladı.Kesin olarak 98 milyon yıl olduğunu söyledi.Zaman içinde yeni yeni rakamlar öne sürdü.1897 yılındaki tahmini 24 milyon yıldı.1899 yılında bu sürenin 20-40 milyon yıl arasında olduğunu ileri sürdü. Oysa o günkü jeolojik bulgular bu sürenin 200 milyon yıldan çok daha fazla olduğunu ortaya koymuştu.Ama Kelvin görüşlerinden vazgeçmedi. Bu konuda kesin bir rakam önerememesi, Yerküre’in gerçek yaşının çok ötesinde tahminler yapması o günlerin bilim dünyası içinde normaldi.Zira henüz radyoaktivite olayı bilinmiyordu. Yerküre’in Güneş’ten bağımsız bir ısı kaynağına sahip olduğu anlaşılmamıştı.En önemlisi,Güneş büyüklüğünde bir cismin en fazla birkaç on milyon yıldan uzun süre boyunca ve yakıtını tüketmeden nasıl yandığını açıklayacak bilgi yoktu.Herkes Güneş ve gezegenlerin genç olması gerektiğini düşünüyordu.
  6. Aslında üzüntünün gitgide hafiflemesi zamanın geçmesi ile orantılı oluyor.Sanırım beynimizin bize sağladığı çok yararlı işlevlerinden birisi de bu.Üzüntünün azalması,unutma olgusu içinde gibi.Eğer hiçbirşeyi unutmasaydık bu kadar baskıya nasıl dayanırdık?
  7. Daha 1790'lı yıllarda G.Cuvier tek bir diş veya çene kemiği parçasından bir hayvanın tüm yapısını oluşturuyordu.
  8. Othniel Charles Marsh,1831 yılında doğdu.1866-1899 yılları arasında Yale Üniversitesi’nde ilk omurgalılar paleontolojisi profesörü olarak görev yaptı. 1870 yılında yaptığı bilimsel incelemelerde Nebraska’nın Pliyosen Bölüm’e,Colorado’nun Miyosen Bölüm’e ait çökelleri inceledi.1871 yılındaki gezisinde Amerika’da ilk ‘Pterodactylus’ cinsi uçan sürüngen fosilleri bulundu.1882 yılında ABD Jeolojil Araştırma Kurumu’nda omurgalılar paleontolojisi çalışmalarının başına getirildi.1000’den fazla omurgalı fosili keşfetmiş ve bunların en az yarısını tanımlamıştır.Dişli kuşlar,boynuzlu dev memeliler ve Kuzey Amerika dinozorları konusunda önemli çalışmalar yayımladı.Utangaç bir kişi olup fazla sayıda kitap okuyan birisiydi.Şık giyinirdi ve davranışları oldukça zarifti.Aslında saha araştırmalarını pek sevmediği söylenmiştir.Bir tarihçinin yazdığına göre,Wyoming’in Como Bluff bölgesinde bulunan dinozor yataklarını ziyaret ettiğinde ortada bulunan pek çok kemiği fark edememişti.Ancak parası ile her istediğini satın alacak güçteydi.Doğa tarihi ile ilgilenmeye başlayınca,amcası onun için Yale’de bir müze yaptırmıştı.1899 yılında öldü. * Edward Drinker Cope,1840 yılında doğdu.1864-1867 yılları arasında karşılaştırmalı zooloji ve botanik profesörü olarak görev yaptıktan sonra meslek yaşamının 22 yılını keşif ve araştırmaya ayırdı.Özellikle soyu tükenmiş balık,sürüngen ve memelileri saptayıp tanımlamak amacı ile ABD’nin batı bölgelerini dolaştı.Atın ve diğer memelilerin dişlerindeki evrim süreçlerini inceledi.Zengin bir işadamının oğlu olduğu için oldukça rahat bir yaşam sürüyordu.Macerayı seven bir karakteri vardı.Biraz da vurdum-duymaz olduğu söyleniyordu.1876 yılında Custer komutasındaki birlikler Montana’daki Little Bighorn Irmağı’nda yerliler tarafından öldürülürken,o,fosil arıyordu.Yerlilere ait topraklarda dolaşmanın tehlikeli olduğu yolundaki uyarıları ciddiye almıyordu. Kinetogenez kuramı olarak adlandırılan görüşleri ile,hayvanların doğal hareketlerinin,hareket organlarındaki değişiklik ve gelişmeleri etkilediğini savundu. Bu düşüncesi ile Lamarc’ın kazanılmış özelliklerin kalıtımına dayanan evrim kuramını destekledi.Dinozor soyunun tükenişi ile insanın ortaya çıkışı arasına rastlayan Tersiyer (üçüncü) Dönem’de yeryüzünde ortaya çıkan omurgalıları inceledi.Çok hareketli geçen çalışma yaşantısında 1.400 bilimsel bildiride imzası vardı.1.300 tane yeni fosil tanımlamıştı.1889-1897 yılları arasında parasal güçlükler nedeni ile araştırmalarına son verdi ve Pennsylvania Üniversitesi’nde öğretim üyesi oldu.1875 yılında kendisine miras kalan serveti gümüşe yatırmış ve herşeyini kaybetmişti.1897 yılında öldüğünde tek kişilik bir pansiyon odasında kitap ve kemikleriyle birlikteydi.Son yıllarında ilginç bir saplantısı belirmişti.Homo sapiens türünün tip örneği,yani kendi türünde tanımlanıp adlandırılan ilk örnek olmayı istemişti.Kemiklerinin insan ırkını resmen temsil etmesini arzuluyordu.Aslında bir türün tip örneği,o türde bulunan ilk kemik grubu olur.Zaten ilk bulunan Homo sapiens kemikleri diye bir şey olamaz.Buna rağmen ölümünden sonra miras bıraktığı kemikleri hazırlanıp birleştirildi.Ama frenginin başlangıç aşamasına özgü belirtiler bulgulandı. * Her iki bilim adamının ortak yönleri fazlaydı.İkisi de şımartılmış,hırslı,bencil,kavgacı,kıskanç,güvensiz ve mutsuz kişilerdi.Başlangıçta birbirlerine hayranlık duyuyorlardı.Çok iyi dostluk kurmuşlardı.Öyle ki fosil örneklerine birbirlerinin adını veriyorlardı.1868 yılında bugün bile bilinmeyen nedenlerle araları bozuldu.Aradan daha bir yıl geçmeden birbirlerine olan nefreti o kadar arttı ki sonraki 30 yıl boyunca bitmeyecekti. * İlk 10 yıl karşılıklı nefretleri sessiz bir savaş gibiydi.Ama 1877 yılında olayların boyutu büyüdü.O yıl,Arthur Lakes adlı bir öğretmen, arkadaşı ile kırlarda yürüyüş yaparlarken Morrison civarında birtakım kemikler buldu.Kemiklerin dev bir ‘keler’e ait olduğunu anladı.Bu kemiklerin bir kısmını Marsh’a,bir kısmını ise Cope’a gönderdi.Çok memnun olan Cope, Arthur Lakes’e 100 dolar yolladı ve bu keşfinden özellikle Marsh’a bahsetmemesini istedi.Zor durumda kalan Arthur Lakes, Marsh’a başvurdu ve elindeki kemikleri Cope’a göndermesini rica etti. Marsh istenileni yaptı ama bu olayı hayatı boyunca unutmadı. * Bu olay ikisi arasında sürmekte olan savaşı daha sert hale getirdi.Bazen emirlerindeki kazıcı ekiplerini birbirlerine taşlatıyorlardı.Bir gün Cope,Marsh’a ait sandıkları açmaya çalışırken yakalanmıştı.Her ikisi de yazmış oldukları yazılarında birbirlerine hakaret ediyorlardı.Her biri diğerinin bilimsel başarısını küçümsüyordu.Aslında bu durum çok ilginç bir sonuç veriyordu.İki araştırıcının birbirlerine olan nefreti çalışmalarını hızlandırmıştı.Onların bu rekabeti sayesinde,Amerika’da yaşadığı bilinen dinozor türlerinin sayısı 9’dan 150’ye çıkmıştı.Hemen hemen her dinozor,bu ikisinden biri tarafından bulunmuştur. Bazen hırslarına o denli kapılıyorlardı ki,zaten bilinen bir şeyi yeniden keşfediyorlardı.Artık yapmış oldukları sınıflandırma karmakarışık hale gelmişti.Bu işin düzene sokulması yıllarca sürmüştür. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
  9. Radyasyon,hem zararlı hem de kalıcıdır.Bugün için bile Marie Curie’nin 1890 yıllarından kalma notlarına dokunmak çok tehlikelidir.Kendisine ait laboratuvar kitapları kurşun astarlı kutularda korunmaktadır.Onları görmek isteyenlerin koruyucu giysiler giymeleri gerekir.
  10. Çaresiz durumdaki hayvanları katleden,onlara eziyet eden insanların hücrelerinde de , benim hücrelerimde de aynı sayıda kromozom var. Hepimiz aynı biyolojik etki-tepkilere sahibiz.Metabolizmamız aynı kanunlara bağlı.Ama hayvanlara karşı takındığımız tutumlar ve hissettiğimiz duygular niçin farklı ?
  11. Sayın halkalıyıldız ile aynı fikirdeyim.
  12. 7 milyon,bir sayı olarak basit görünebilir.Dünyanın yaşı karşısında çok küçük kalır.Ama yıl olarak düşünüldüğünde korkunç bir sayıdır.
  13. sedat sencan şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Evrim Kuramı
    İnsanlık tarihinde bilimin kapsadığı zaman bölümü korkunç derecede kısadır.Aslında insanlığın kendisinin tarihi de çok kısadır.Bu konuda Carl Sagan’ın kozmik takvimini hatırlatmak istiyorum.Yazar,evrenin 15 milyar yıllık yaşam süresini tek bir takvim yılına sıkıştırmıştır. Başka bir söyleyişle,evrende, Büyük Patlama’dan bu güne kadar olan süreç.bir yıl olarak ele alınmıştır.Buna göre dünya tarihinin her bir milyar yılı, kozmik yılın 24 saatine eştir.Bu yılın her saniyesi,dünyanın güneş etrafındaki 475 kez dönüşüne karşılık olur. Takvimden bazı alıntıları kısaca özetleyelim: 1 Ocak : Büyük Patlama. 1 Mayıs : Samanyolu’nun oluşmaya başlaması. 9 Eylül : Güneş sisteminin ilk oluşumu. 14 Eylül : Dünyanın şekillenmesi. 25 Eylül : Dünyada ilk yaşam belirtisi. 15 Kasım : İlk çekirdekli hücreler. Devam eden bu sürecin bundan sonrası, yılın son ayı olan Aralık içinde incelenmiştir. Nihayet 31 Aralık gününe ulaşıyoruz. 22.30 : İlk insanlar. 23.46 : Ateşin kullanılması. 23.59 : Mağara resimleri. 23.59.20 : Tarımın başlangıcı. 23.59.50 : Sümer ve Mısır’da ilk hanedanlar. 23.59.55 : Perikles. 23.59.56 : İsa’nın doğuşu. 23.59.59: Avrupa’da rönesans. Yılın bu son saniyesi ile yeni yılın ilk saniyesi :Ortaçağdan günümüze uzanan tüm olaylar. İşte bilim dediğimiz olgu bu son saniye içinde yer alıyor.Bu nedenle ben,bugün için bilinemeyen pekçok olayın mutlaka çözüleceğine inanırım.
  14. Thomas Midgley 1889 yılında Pennsylvania’da doğdu.1916 yılında Dayton Engineering Laboratories Company’de araştırmacı olarak çalışmaya başladı. Motorlardaki vuruntu sorunu üzerine yaptığı araştırmalarla içten yanma konusundaki çalışmalara öncülük etti.1921 yılında tetraetil kurşunu buldu.Böylece motorlarda sarsılma sorunu büyük ölçüde azalmış oldu. * Kurşunun tehlikeli olduğu bilindiği halde,20.yüzyılın başlarında her türlü tüketim maddesinde bulunuyordu.Gıdalar kurşunla lehimlenmiş konserve kutularında satılıyordu.Kurşunla astarlanmış tanklarda su depolanıyordu.Böcek ilacı olarak meyvelere kurşun arsenat püskürtülürdü.Diş macunu tüplerinin bileşiminde bile biraz kurşun vardı.Elbette insanları kurşunla içli-dışlı ilişkiye sokan olay,onun benzine karıştırılması oldu. Tetraetil kurşun,etil klorürün toz halindeki kurşun ve sodyum alaşımıyla tepkimeye sokulması yoluyla hazırlanır.Yoğun,renksiz ve oldukça uçucu bir sıvıdır.Benzinin bir litresine en çok 0,8 santimetreküp tetraetil kurşun eklenir.Motorlarda kurşunun çökelerek birikmemesi amacıyla çok az miktarda etilen dibromür veya bazen etilen diklorür birlikte eklenir. * Kurşun bir nörotoksindir.Çok fazla kurşun alan bir insan,beynini ve merkezi sinir sistemini tedavi edilemeyecek şekilde hasara uğratmış olur.Diğer semptomlardan bazısı,körlük,uykusuzluk,böbrek yetersizliği,işitme kaybı,kanser ve diğer olumsuz olgulardır.Ancak kurşun,hem elde edilmesi hem de işlenmesi kolay bir maddedir.Endüstri alanında son derece kazanç sağlar.Üstelik tetraetil kurşunun motorlardaki vuruntuyu giderdiği de kanıtlanmıştı. Thomas Midgley ,kurşunlu katkı maddelerinin kullanılması sonucunda ortaya çıkan sorunları incelerken,bromun deniz suyundan özütlenebileceğini gösterdi.Birinci Dünya Savaş’ı devam ederken,daha sonra İkinci Dünya Savaş’ında kullanılan güdümlü bombalara benzeyen pervaneli hava torpilleri için bir denetim sistemi geliştirdi. Thomas Midgley ,doğal ve yapay kauçukların bileşimiyle ilgili geniş bir araştırma yürüttü.Hidrokarbonların parçalanmasında yararlanılan iki katalizörden birini buldu. * 1923 yılında ABD’nin en büyük şirketlerinden üç tanesi General Motors,Du Pont ce Standard Oil of New Jersey birleşerek Ethyl Gasoline Corporation ortaklığını kurdular.Amaçları, dünya talebini karşılayacak miktarda tetraetil kurşun üretmekti.İnsan sağlığına kurşundan zehiri daha az bir ürün izlenimi yaratmak için katkı maddelerine ‘etil’ adını vermişlerdi.Bu ürün 1 Şubat 1923 günü halkın tüketimine sunuldu. Hemen hemen aynı günlerde üretimde çalışan işçilerde yürüme dengesizliği ve zehirlenmenin ilk aşamasına özgü zihin bulanıklıkları görüldü.O andan itibaren de Ethyl Gasoline Corporation bir inkar politikası belirledi. Thomas Midgley ,aynı yıl Ethyl Gasoline Corporation’un başkan yardımcılığına getirildi. Ethyl’nin bir fabrikasında işçiler tedavisi olanaksız hezeyanlara sürüklendiğinde,şirketin basın sözcüsü,gazetecilere bu işçilerin çok çalışmaktan akıllarını kaçırdığını söylüyordu.Ama diğer taraftan kurşunlu benzin üretiminin daha ilk günlerinde ölen işçi sayısı en az 15 kişi oldu.Açıklanmayan sayıda işçi ağır şekilde hastalandı.Şirket her türlü sızıntı,serpinti ve zehirlenmeye ilişkin haberleri her zaman susturuyordu. * Bazı durumlarda söylentilerin önüne geçilemez.1924 yılında birkaç gün içinde üretimde çalışan 5 işçi öldü.Bir tesiste yeterince havalandırma olmadığı için 35 işçi kalıcı hasar sonucu yürüyemez hale geldi.Olaylar artık gizlenecek halden çıkmıştı.Bu durumda Thomas Midgley,gazetecilerin önüne çıktı.Şirketin güvenlik tedbirleri hakkında bilgiler verdi.Bu arada ellerine tetraetil kurşun döktü.Sonra tetraetil kurşun dolu bir bardağı bir dakika süreyle burnuna dayadı.Bu işlemi her gün hiç zarar görmeden tekrarlayabileceğini iddia etti.Aslında birkaç ay önce aşırı kurşun zehirlenmesinden yatağa düşmüştü.O günden beri gazetecilere güvence verdiği dakikalar hariç,bu maddeden hep uzak durmaya çalışıyordu. * 1920’li yıllarda buzdolaplarının kullanımı risk taşıyordu.Tehlikeli gazlarla çalıştırılıyorlar ve zaman zaman sızıntı yapıyorlardı.1929 yılında Cleveland kentinde bulunan bir hastahanede buzdolabı sızıntısı nedeniyle yüzü aşkın sayıda insan öldü.Thomas Midgley,kararlı,tutuşmayan,paslanmaya neden olmayan ve solunduğunda zarar vermeyecek bir gaz yaratmak için çalışmalara başladı. Zehirleyici ve yanıcı olmayan bir soğutucu madde geliştirmek için giriştiği araştırmaları sonucunda diklorodiflüorometanı buldu.Bu madde Freon-12 ticari adıyla üretildi.Freon-12 ve benzeri bileşikler bütün dünyada soğutucu ve aerosol itici olarak yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. * Thomas Midgley ,1930 yılında Kinetic Chemicals Incorporation’un başkan yardımcılığına getirildi. 1933 yılında Ethyl-Dow Chemical Company’nin yöneticisi oldu.1940-1944 yılları arasında Ohio Eyalet Üniversitesi Araştırma Vakfı’nın başkan yardımcılığını ve yöneticiliğini yaptı.İkinci Dünya Savaş’ında Ulusal Savunma Araştırmaları Komitesi’nde görev yaptı.Çocuk felci geçirip kötürüm kaldı.Kendisini otomatik olarak kaldırması ya da yatağa yatırması için motorlu makara takımıyla çalışan bir mekanizma icat etti.1 Kasım 1944 yılında makine harekete geçince kordonlara dolandı ve boğularak öldü. * Clair Patterson,1953 yılında Yerküre’nin yaşını belirledikten sonra,dikkatini atmosferdeki onca kurşunun nereden geldiği sorusuna yöneltti.Kurşunun insanlar üzerindeki etkileri hakkında bilinen her şeyin yanlış ya da yanıltıcı olduğunu kısa sürede anladı.Kurşunun etkilerini ele alan her araştırmanın son 40 yıldır kurşunlu katkı maddeleri üreticileri tarafından finanse edildiği de hemen dikkatini çekti.Konuyu irdeledikçe şaşkınlığı artıyordu.Yapılan araştırmalardan birinde,kimyasal patoloji alanında uzmanlık eğitimi almamış bir doktor 5 yıllık bir programın sorumluluğunu üstlenmişti. Programda, gönüllülerden yüksek miktarlarda kurşun solumaları ya da yutmaları isteniyor,sonra da idrarları ve dışkıları test ediliyordu.Sorumlu doktorun konuyu bilmediği apaçıktı.Zira kurşun idrar ya da dışkı yoluyla vücuttan atılmaz.Kemik ve kaslarda birikir.Söz konusu araştırmada ise kan ve kemik testi yoktu.Kurşuna temiz raporu verilmişti. Clair Patterson, atmosferde çok fazla kurşun olduğunu ve bunun yüzde 90’ının otomobillerin egzoz borularından geldiğini hemen saptadı,ama kanıtlayamadı.Araştırma yaptığı günlerde atmosferdeki kurşun düzeylerini, tetraetil kurşunun piyasaya sürüldüğü 1923 yılından önce var olan düzeylerle karşılaştırmanın bir yolunu arıyordu.Cevabı buz çekirdeklerinde bulabileceğini düşündü. * Grönland gibi yerlere yağan karlar,birbirinden ayırt edilebilecek yıllık katmanlar halinde birikir.Bunun nedeni,mevsimsel sıcaklık farklarının kış ile yaz mevsimleri arasında hafif renk değişimleri yaratmasıdır.Bu katmanları geriye doğru sayarak ve her birindeki kurşun miktarını ölçerek binlerce yıl içindeki herhangi bir zamanda geçerli olan global kurşun konsantrasyonlarını hesaplamak mümkündür. Patterson,1923 yılından önce atmoserde yok denecek kadar kurşun bulunduğunu saptadı.O zamandan beri kurşun düzeyi tehlikeli bir hızla yükselmişti. Bulgusunu kanıtladığı anda kurşunu benzinden çıkarmayı yaşantısının davası haline getirmeye,kurşun endüstrisini eleştirmeye karar verdi. * Ethyl,yüksek mevkilerde adamı olan bir şirketti. Patterson,çok kısa süre içinde araştırmalarına kaynak sağlayan kuruluşlardan desteğin azalmakta olduğunu gördü.Giderek kaynak bulamamaya başladı.Petrol Enstitüsü,araştırma sözleşmesini feshetti.Halk Sağlığı Servisi de aynısını yaptı. Şirket,akademik çevrelere baskı yapıyor, Patterson’u susturmak için her yola başvuruyordu.İşler o duruma geldi ki,atmosferik kurşun konusunda bir numaralı uzman olduğu halde,1971 yılında atmosferik kurşun zehirlenmesinin tehlikelerini soruşturan bir Ulusal Araştırma Konseyi paneline davet edilmedi. Ama Patterson yılmadı,bütün baskılara rağmen mücadelesini sürdürdü.1986 yılında ABD’nde tüm kurşunlu benzin satışlarının durdurulması onun bu mücadelesinin sonucudur.Ancak Yerküre’nin yaşını belirlemesi ve kurşunlu benzine karşı yürüttüğü mücadele ona herhangi bir Nobel Ödülü getirmedi. Ödül bir tarafa,şöhret bile kazanamadı.Pekçok jeoloji kitabında adı geçmez.Yerküre’nin tarihlendirilmesi konusunu inceleyen iki tane popüler kitapta adı geçse bile yanlış yazılmıştır.1995 yılında öldüğünde yaptığı işler unutulmuş gibiydi.Bugün hatırlanması ciddi bilimsel çevreler sayesindedir. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
  15. Beynin fonksiyonlarının,örneğin hafıza olayının kamera ile saptanabileceğini sanmıyorum.Zira beynin bu fonsiyonları temelde elektriksel yani elektron düzeyinde olmalı.
  16. İLK FOSİL ÇALIŞMALARI 1707-1788 yılları arasında yaşamış olan Fransız doğabilimci Buffon (Kontu) Georges-Louis Leclerc garip bir iddiada bulunmuştu:Yenidünya’daki canlı varlıklar,Eskidünya’dakilere oranla hemen her açıdan aşağı düzeydedir.Amerika’da sular durgundur,toprak verimsizdir,hayvanlar küçük ve kuvvetsizdir .Buffon iddialarına kanıt olarak Amerika’nın kokuşmuş bataklıklarından ve güneşsiz ormanlarından yükselen sağlığa zararlı buharlar olduğunu söylüyordu. Ona göre çevre koşulları o kadar uygunsuzdu ki,kızılderililer erkeklik kuvvetinden yoksundu,sakalları yoktu ve vücutları tüysüzdü.Buffon’un bu görüşleri Amerika’yı tanımayan bazı kişiler tarafından destekleniyordu.Bunlardan bir tanesi yerli erkeklerin üreme yönünden güçsüzlüklerine ilave olarak göğüslerinin süt ürettiklerini bile söylemişti.Buna benzer görüşler 19.yüzyılın sonuna kadar Avrupa’da sürekli olarak yazıldı ve söylendi. * Elbette gerçek olmayan ve bir hayli abartılı olan bu tip iddialar Amerika’da öfkeyle karşılanıyordu.Thomas Jefferson,General John Sullivan ve 20 askerini kuzey ormanlarına gönderdi.General ve askerlerin görevi,iri bir geyik türü olan sığın yakalamaktı.Bu hayvan,söylediklerini yalanlamak için Buffon’a gönderilecekti.Askerler iki hafta içinde bir sığın vurdular.Ancak bu hayvanın bekledikleri gibi iri boynuzları yoktu. 1787 yılında New Jersey’de yaşayan sade bir kişi akarsu kıyısında iri bir uyluk kemiği bulmuştu.Bu kemiğin dünya üzerinde yaşayan hiçbir yaratığa ait olmadığını tahmin etti.Kemik,o günlerin ünlü anatomi bilgini olan Caspar Wistar’a gönderildi. Wistar,bilimsel bir toplantıda bu kemiği tanımladı.Ancak önemini pek kavrayamamıştı.Sonuçta bir depoya kaldırıldı,sonra da kayıplara karıştı. Bugün,Caspar Wistar’ın tanımlarından ve elde edilen notlardan anlaşıldığı kadarıyla o kemiğin büyük cüsseli ve ördek gagalı bir dinozor olan Hadrosaur olduğu tahmin ediliyor.Böylece yeryüzünde bulunan ilk dinozor kemiği kaybedilmişti.Diğer taraftan o günlerde hiçkimse dinozorun ne olduğunu bilmiyordu. * Aynı tarihlerde Philadelphia’daki doğabilimciler fil benzeri çok iri bir yaratığın kemiklerini bir araya getiriyorlardı.İlk önce ona ‘Büyük Meçhul Amerikalı’ adını taktılar.Sonra onun mamut olduğuna karar verdiler.Bu öngörüleri yanlıştı.Ama ülkenin pekçok yerinde iri iri kemikler bulunmaya başlamıştı.Öyle görünüyordu ki Amerika bir zamanlar olağandan büyük hayvanların yaşadığı yerdi.Buffon’un iddiaları doğru değildi.Doğabilimciler Meçhul Amerikalı’nın hem cüssesini hem de vahşiliğini gözler önüne sermek için kararlıydılar.Ama bu amaçlarını oldukça abarttılar.Yaratığa olduğundan altı misli büyük bir cüsse ve korkunç pençeler yakıştırdılar.Hayvanın kaplan gibi çevik ve o derecede vahşi olduğu görünümünü vermek için çalışıyorlardı.Çalışmalarında kullandıkları model resimlerinde onu kayaların üstünden avının üzerine atlarken görüntülediler.Artık birtakım dişleri gerçeğe hiç uygun olmayan şekilde hayvanın kafasına monte ediyorlardı.Bütün bu abartılı çalışmaların elbette bilimsel bir yönü yoktu.Ama bir gerçek tarafı vardı.O kemikler hangi hayvana aitse,nesli tükenmişti. * Amerika’da bulunan kemiklerden seçilenlerden bazısı 1795 yılında Georges Cuvier tarafından incelenmek üzere Paris’e gönderildi.Cuvier o tarihlerde paleontolojinin önde gelen isimlerinden biriydi ve eklemlerinden ayrılmış kemik yığınlarını biçimli formlara sokma konusunda bir hayli tecrübe kazanmıştı.Bir hayvanın görünümünü ve doğasını tek bir diş veya çene kemiği parçasından anlayıp tanımlayabiliyordu.Kendisine gönderilen kemikleri inceledi ve ona meme-dişli anlamına gelen mastodon adını verdi. * Georges Cuvier,Yerküre’de zaman zaman küresel afetler yaşandığına ve bu afetler nedeniyle yaratıkların topluca yok olduğuna inanıyordu.Ancak bu fikirlerden dindar çevreler oldukça rahatsızdı.Çünkü Tanrı’yı umursamazlıkla itham ediyorlardı.Madem ki sonradan köklerini kurutacaktı,neden yaratmıştı? Thomas Jefferson,Tanrı’nın herhangi bir türün toptan yok olmasına seyirci kalmayacağını düşünüyordu.Hatta onların evrimleşmesini bile düşünemiyordu. Georges Cuvier tarafından tanımlanan mastodon sürülerinin hala yaşamakta olduğunu varsayıyordu.Bu nedenle Caspar Wistar’ın da bulunduğu bir doğabilimci grubunu Mississippi’nin ötesindeki topraklara gönderdi.Tabii ki hiçbir sonuç alınamadı. * Caspar Wistar’ın eline geçen dinozor kemiğinin önemini anlayamaması ile başlayan fosil araştırma başarısızlıkları Amerika’da 19.yüzyılın ilk yıllarında devam ediyordu.1806 yılında bir keşif heyeti Montana’daki **** Creek bölgesinde bir kayaya gömülü ve dinozor kemiği olduğu kesin belli bir fosili incelemelerine rağmen gerçeği anlayamadı.Oysa bu bölge ileriki tarihlerde dinozor kemiğinin bol olarak bulunacağı bir yerdi. 1818 yılında bir çiftçi çocuğu Massachusetts’in South Hadley bölgesindeki kayaç katmanlarında çok eski izler görmüştü.Daha sonra New England’daki Connecticut Irmağı vadisinde başka kemikler ve fosilleşmiş ayak izleri bulundu.Bu kemikler incelenmiş olan ilk dinozor kemikleriydi,ama ne oldukları ancak 1855 yılında anlaşıldı. * William Smith,1769 yılında doğdu.İlk öğrenimini köy okulunda gördü.Kendi edindiği kitaplardan arazi ölçüm yöntemlerini öğrenmişti.Bu arada köyünün yakınlarındaki Costwold Tepelerinde bol olan fosil örnekleri topluyordu.1787 yılında arazi ölçümcüsü olarak göreve başladı.1793 yılında Somersetshire’da arazi çalışmaları yaparken,bölgenin kuzey kesiminde yüzeye vuran katmanın doğuya doğru düzenli bir eğimle battığını keşfetti.Somerset’teki katmanın İngiltere boyunca kuzeye doğru uzandığından şüphe ediyordu.Nitekim yaptığı yolculuklarda sık sık benzer yataklara rastladı.1795 yılında başlatılan yeni kanal kazıları sırasında taze örnekleri inceledi ve her katmanın kendine özgü fosiller içerdiğini buldu.1796 yılında,yıllar sonra kendisini meşhur edecek olan fikrini bir kenara not etti.Kayaçların yorumlanabilmesi için,standart bir ölçüte,bir temele ihtiyaç vardı.Örneğin Devon’da bulunan ve Karbonifer döneme ait olan kayaçların Galler’de bulunan ve Kambriyen döneme ait olan kayaçlardan daha genç olduğu,böyle bir temele dayanılarak söylenebilirdi.Cevabın fosillerde olduğunu anlamıştı.Kayaç katmanlarındaki her değişimle birlikte,belli bazı fosil türleri yok oluyor,bazıları da sıradaki katmana taşınıyordu.Hangi fosil türünün hangi katmanda ortaya çıktığına dikkat edilirse,fosil barındıran tüm kayaçların göreceli yaşları hesaplanabilirdi.1799 yılında bir yere bağımlı olarak çalışmaktan vazgeçip kendi bürosunu kurdu.Bath çevresinin jeoloji haritalarını tamamladı.Bu haritalarını ve jeoloji maketlerini çeşitli fuarlarda sergiledi.1804 yılında bürosunu Londra’ya taşıdı.Araştırmacılığı sayesinde edindiği bilgilerden faydalanarak Britanya’nın kayaç katmanlarının haritasını 1815 yılında tamamladı. * 1812 yılında,Dorset kıyısındaki Lyme Regis’te,Mary Anning adında bir genç kız,Manş Deniz’i boyunca uzanan dik uçurumlara gömülü olan yaklaşık 5 metre boyunda fosilleşmiş bir deniz yaratığı buldu.Bu yaratık günümüzde ‘ıchthyosaurus’ olarak adlandırılmaktadır. Mary Anning 35 sene boyunca fosil toplamaya devam etti.Hem mesleğini yapıyor,hem de topladığı örnekleri satıp para kazanıyordu.İlk kanatlı kertenkele olan ‘plesiosaurus’u da o bulmuştu. Fosillerin yerini saptamada büyük bir ustalık kazanmıştı.Ama ondan daha önemli olan özelliği,fosilleri bulunduğu yerden hiç zarar vermeden çıkarmasıydı. Aslında eğitimsiz bir kişiydi.Ama çizim ve tanımları kusursuzdu.Çok basit aletlerle ve zor koşullar altında çalışmasına rağmen işini sabır ve özenle yürütüyordu.Sadece‘plesiosaurus’u kazıp çıkarmak için 10 yıl çalıştı. * Gideon Algernon Mantell,1790 yılında doğmuştu.1852 yılında ölümüne kadar hekimlik,jeoloji ve paleontoloji alanında çalıştı.Yaşadığı dönemde bilinen 5 dinozor cinsinden 4 tanesini o buldu.Özellikle Sussex’in Mezozoik (ikinci) Zamanı üzerine paleontoloji çalışmaları yaptı.Bu bölgenin jeolojik keşifler tarihinde önemli bir yer edinmesini sağladı.Triyas Döneminde yaşamış bir sürüngeni de ilk kez tanımlayan kişi oldu. Ancak özel yaşamında kibirli ve bencil bir kişiydi,ayrıca ailesini ihmal ediyordu.1822 yılında Sussex dışında yaşayan bir hastasını ziyaret ederken karısı, yakında bulunan bir patikada geziniyordu.Çukur doldurmak için yola dökülmüş moloz yığını içinde garip bir nesne buldu.Bir ceviz büyüklüğünde,kavisli ve kahverenkli olan bu taşı kocasına götürdü. Mantell,bunun fosilleşmiş bir diş olduğunu hemen anladı.Biraz inceledikten sonra onun otobur,sürüngen ve metrelerce uzunlukta Kretase döneminden kalma bir hayvan olduğuna karar verdi.Arkadaşı olan Papaz William Buckland,bu dişin geçmişe yönelik tüm anlayışları temelinden değiştiren buluş olduğunu söyleyince 3 yıl boyunca kanıt aradı.Bu diş fosilini Paris’te bulunan Cuvier’e yolladı.Ama Fransız doğabilimci bu dişin bir hipopotama ait olduğunu sanarak yanılgıya düştü.Bunun üzerine Mantell,başka bir araştırmacı arkadaşına danıştı.İki arkadaş yaptıkları araştırma sonucunda,söz konusu dişin Güney Amerika iguanalarının dişlerine benzediği sonucuna ulaştılar.Böylece Mantell,elinde bulunan dişin tropik iklimlerde yaşamış bir kertenkele cinsi ‘Iguanodon’ olduğunu açıkladı. * Mantell, Royal Society’e bir bildiri göndermeye hazırlanırken,Oxfordshire’daki taşocaklarında bir başka dinozorun bulunup resmen tanımlandığını öğrendi. Bulduğu fosil üzerinde çalışıp rapor hazırlayan,Dr.James Parkinson’un önerisi ile ona ‘Megalosaurus’ adını veren Papaz William Buckland idi.Raporunda yaratığın dişlerinin kertenkelelerde olduğu gibi doğrudan çene kemiğine ilişmediğini,timsahlarda olduğu gibi yuvalara yerleştiğini belirtiyordu.Ancak ne anlama geldiğini kavrayamadı. Aslında Megalosaurus, yepyeni bir yaratık çeşidiydi. Papaz William Buckland’ın bu raporu gene de bir dinozorun yayınlanan ilk tanımı kabul edildi. Mantell,dinozor tanımını gerçekleştiren ilk kişi olmasını resmi kayıtlara geçiremediğinden dolayı yılgınlığa kapılmadı.Çalışmalarına devam etti.1833 yılında amacına ulaştı ve dev boyutlu ‘Hylaeosaurus’u buldu.Bundan böyle taşocağında çalışan işçilerden ve bölgede bulunan çiftçilerden fosil satın almaya hız verdi.Böylece ülkesinin en büyük fosil koleksiyonuna sahip oldu.Üç dinozor tanımı daha yaptı.Bu arada hekimlik görevini bırakmıştı.Evini hemen hemen tümüyle dolduran fosillerin bakımına harcadığı para gelirinin üzerinde idi.Elinde kalmış olan az miktardaki parasını çok az kişinin okuyacağı kitap basımına ayırdığı için ekonomik anlamda sıfıra indi.Bu nedenle koleksiyonunun büyük kısmını satmak zorunda kaldı.Bu arada karısı 4 çocuğunu alarak kendisini terk etmişti.Londra’ya taşındı.1841 yılında bir at arabasının altında kalıp sakatlandı.1852 yılında intihar etti. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
  17. Willard Frank Libby,1908 yılında Colorado’da doğmuş,radyoaktif karbonla,yani karbon 14 ile tarihleme yöntemini geliştirerek 1960 Nobel Kimya Ödül’ü kazanmış olan bilim adamıdır.1933-1945 yılları arasında California Üniversitesi’nde fiziksel kimya dersleri verirken Manhattan Projesi’nde görev alarak atom bombasının yapımında en önemli aşama olan uranyum izotoplarının ayrılması yöntemini geliştirmiştir.1945 yılında Chicago Üniversitesi’ndeki Nükleer Araştırma Enstitüsü’nde çalışmaya başladı ve bu görevini 1959 yılına kadar sürdürdü.1980 yılında ölen Libby,1946 yılında hidrojenin en ağır izotopu olan trityumun, kozmik ışınların yardımıyla üretilebileceğini göstermişti. Libby,1947 yılında radyokarbonla tarihlendirme yöntemini geliştirmiş,kemiklerin ve diğer organik kalıntıların yaşını kesinlikle saptama fırsatını ilgili bilim adamlarına sunmuştu. * Karbon 14 ile tarihlendirme yöntemi daha önce hiç uygulanmamıştı.O günlere kadar Mısır Medeniyeti’nin MÖ.3000 yıllarına denk gelen Birinci Hanedanlık döneminden daha eski olan kalıntılara güvenilir şekilde tarih verilemiyordu.Bu durumda son buz katmanlarının ne zaman çekildiğini bilmek olanaksızdı. Aynı şekilde Fransa’da bulunan Lascaux magaralarının duvarlarına çizilen resimlerin hangi tarihte yer aldığını kimse tam olarak söyleyemiyordu. Libby’in kuramı,tüm canlıların içlerinde karbon 14 izotopu taşıdıkları temelinden yola çıkıyordu.Canlılar öldüklerinde bu izotop,ölçülebilir hızla bozunmaya başlar. Karbon 14’ün yarı ömrü yaklaşık 5.600 yıldır. * Yarı ömür,herhangi bir örneğin yarısının yok olması için gereken süredir.Bir yarı ömür içinde hangi yüzde 50’nin öleceği ve hangi yüzde 50’nin yaşayacağı konusunda atomların nasıl bir yol izlediği, istatistiksel bir olgudur.Yarı ömür,temel maddeler için geçerli olan,istatistiksel bir veri tablosudur.Yarı ömrü 30 saniye olan bir madde birimindeki her atom,tam tamına 30,60 ya da 90 saniye için var olacak anlamına gelmez.Yani,her atomun,kendisi için öngörülen bir düzenli süre için varlığını sürdüreceği demek değildir.Aslında her atom,30’un katlarıyla ilgisi olmayan ve tamamen rastgele uzunlukta ömürlüdür.2 saniye sonra ölebileceği gibi yüzlerce yıl sonra da ölebilir.Bilebileceğimiz tek husus,incelediğimiz örneğin tümü için geçerli olan yok olma hızının,her 30 saniyede bir,atomların yarısını yok edecek biçimde süreceğidir.Bu,ortalama bir hızdır. * Belli bir karbon örneğinin ne kadar bozunmuş olduğu hesaplanırsa,o örneği içeren cismin yaşı belirlenir.Ancak bu yöntem her zaman geçerli değildir.8 yarı ömür sonrasında geriye kalan,başlangıçtaki radyoaktif karbonun sadece 1/ 256’sı olur.Bu miktar,güvenilir bir ölçüm için çok azdır.Bu nedenle hemen hemen 40.000 yıldan yaşlı olmayan nesnelerde işe yarar. Libby’nin oluşturduğu tarihleme yöntemi yaygınlaşmaya başlamıştı ki bazı kusurlar taşıdığı anlaşıldı.Her şeyden önce formülün temel elemanlarından biri olan bozunma sabiti,normalin yüzde 3 kadar altındaydı.Ancak bu yanlışlık bilim dünyasına duyuruluncaya kadar dünyanın her tarafında binlerce ölçüm yapılmış bulunuyordu.Bu ölçümlerin her birinin teker teker düzeltilmesi belki daha da karmaşıklığa neden olabilirdi.Bu nedenle yanlış olan bozunma sabiti düzeltilmeden bırakıldı.Dolayısıyla bugün için radyokarbonla tarihlendirme yöntemiyle belirlenmiş olan her nesnenin yaşı,yüzde 3 oranında düşük bir rakamdır. Kısa bir süre sonra bir sorun daha farkedildi. Karbon 14 örneklerine başka kaynaklardan,örnekle beraber fark edilmeden katılan maddelerin de etkili olduğu anlaşıldı.En sık rastlanan hata,örnekle beraber toplanan minik bir parça ottan bulaşan karbondu.Yaşları 20.000 yıldan fazla olmayan örnekler için bu olay pek önemli değildi.Ama daha yaşlı örnekler için ciddi sorundur.Çünkü bu yaşlı örneklerde,artakalan çok az sayıda atomun sayımı yapılmaktadır. Genç örneklerde bu durum bin lira parayı sayarken bir liralık hata gibidir.Yaşlı örneklerde ise,iki lirayı sayarken,hatalı sayılan bir liranın önemi kadardır. * Diğer taraftan, Libby’nin oluşturduğu tarihleme yöntemi,karbon 14’ün atmosferde bulunan miktarının ve canlılar tarafından emilme hızının tarih boyunca aynı kaldığı varsayımına dayanıyordu.Oysa atmosferik karbon 14 miktarı,Yerküre manyetizmasının kozmik ışınları saptırmadaki başarı ya da başarısızlığına bağlı olarak değişkenlik gösterir.Bu başarı ya da başarısızlık zaman içinde değişkendir.Şu halde bazı karbon 14 tarihlendirmeleri daha da kuşkuludur.İnsanoğlunun Amerika kıtasına ilk ayak basışlarına yakın zamanlar en kuşkulu tarihler arasındadır. Bir diğer gelişme ile birlikte tarihlendirme sonuçları, akla gelmeyen dış faktörler nedeniyle iyice gözden düştü.Özellikle kemikleri teste tabi tutulan canlıların beslenme alışkanlıkları test sonuçlarını etkiliyordu.Frenginin Yenidünya’dan mı yoksa Eskidünya’dan mı ortaya çıktığı konusundaki tartışma son darbeyi vurdu.İngiltere’nin kuzeyinde çalışan arkeologlar,bir manastır mezarlığında yatan keşişlerin frengili olduklarını bulguladılar.İlk başlarda bu keşişlerin hastalığa Amerika’nın keşfinden önce yakalandıkları sonucuna varılmıştı.Ama bir süre sonra yapılan araştırmalarla çok fazla balık yedikleri anlaşıldı.Balık ağırlıklı beslenme,kemiklerin, olduğundan fazla yaşlı görünmesine sebep olabilirdi.Gerçi keşişler gerçekten frengili idiler,ama bu hastalığa nasıl ve ne zaman yakalanmışlardı? KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
  18. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Bilim Dünyası
    Atomların büyük bölümünü boşluğun oluşturduğu ve etrafımızda algıladığımız yoğunluğun bir yanılsama olduğu oldukça çarpıcıdır.İki cisim bir araya geldiği zaman aslında birbirine çarpmaz.Örneğin iki bilardo topunun negatif elektrik yüklü alanları birbirini iter.Bir sandalye üzerine oturduğumuzda,aslında sandalyenin hemen üzerinde santimetrenin yüzmilyonda biri kadar yükseklikte asılı kalırız.Zira bizim elektronlarımız ile sandalyenin elektronları,yakın bir temasa karşı koyarlar. * Bir atomun ne kadar küçük olduğunu anlamanız için hayal gücünüzü çalıştırmanız gerekir.Yarım milyon atom yanyana dizilse bile kolumuzdaki bir tüyün arkasına gizlenebilirler. Elimizde küçük bir anahtar olduğunu düşünelim.Bu anahtarın içindeki atomları görmek için anahtarı Dünya’nın boyutlarına getirmemiz gerekecektir.O zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz büyüklüğüne ulaşır. Tek bir tuz tanesinin tüm atomlarını saymak isteyelim.Saniyede bir milyar tane sayacak kadar hızlı olduğumuzu da varsayalım.Bu ufacık tuz tanesi içindeki atom sayısını tam olarak tesbit edebilmek için beşyüz yıldan fazla bir zamana ihtiyacımız olacaktır. * Bir de olaya şöyle bakalım:Elinize bir cetvel alın.İki rakam arasındaki ince çizgiler milimetredir.Bir milimetre hemen hemen şu uzunlukta bir çizgidir:- Şimdi bu çizgiyi bin tane eşit parçaya böldüğünüzü hayal edin.Bu bin tane parçadan her birine mikron denir.Terliksi hayvan dediğimiz bir mikroorganizma, iki mikron enindedir.Yani bu yaratık gerçekten çok küçüktür,ama bir atoma göre inanılmaz oranda büyüktür.Bir damla su düşünün.Bu damla içinde yüzen bir adet terliksi hayvanı çıplak gözle görmek istiyorsunuz.O zaman ,damlayı, çapı 12 metreye gelecek kadar büyütmek zorundasınız.Çapı 12 metre olan bir su damlası herhalde küçük bir şey sayılmaz. Gene bu ufacık bir su damlasındaki atomları görmek istiyorsunuz.O zaman damlanın çapı ne olur dersiniz?Tam 24 kilometre. * Çekirdeğin yarıçapı,atomun yarıçapının onbinde biri kadardır.Hacmı ise, atomun hacmının 10 milyarda biri eder. Elimizdeki anahtarı Dünya boyutlarına getirdiğimizde ortaya çıkan kiraz büyüklüğündeki atomların içinde çekirdeği arayalım.Böyle bir ölçekte bile çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme olanağımız kesinlikle yoktur.Yeniden ölçü değiştirmek gerekecektir. Atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz metre yüksekliğinde bir top olmalıdır.Bu boyuta karşın atomumun çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri bir duruma gelmeyecektir. Atomu bir küre şeklinde kabul ederek bu küreyi tamamen çekirdekle doldurmak istediğimiz takdirde bu iş için 1.000.000.000.000.000 atom çekirdeği gerekecektir. Boyutları atomun 10 milyarda biri olmasına rağmen, çekirdeğin kütlesi atomun kütlesinin % 99.95'ini oluşturmaktadır.Çekirdek,kütlenin hemen hemen tamamını oluştururken,nasıl olur da pek bir yer kaplamaz? Atomun kütlesini oluşturan yoğunluk tüm atoma eşit olarak dağılmamıştır,yani atomun bütün kütlesi atomun çekirdeğinde birikmiştir.Bu olay,tıpkı 10 milyar metrekarelik bir eve,evin tüm eşyasını1 metrekarelik bir odada toplamaya benzer. Bir atomun çok büyük bir bölümü boşluktan oluşmaktadir.Çekirdekle elektronlar arasında başka hiçbir şey yoktur. Bu mikroskobik büyüklük,atom ölçeğine göre çok geniştir.Çapı 1 cm. olan küçük bir bilya, çekirdeğe en yakın elektronu temsil ederse, çekirdek bu bilyadan 1 km. ötede bulunacaktır.Eğer bir oksijen çekirdeğinin protonunu masanın üstünde duran bir toplu iğnenin başı gibi düşünürsem, o zaman, çevresinde dönen elektron Hollanda, Almanya ve İspanya'dan geçen bir çember çizer. (Fransa'da isek.) Onun için, bedenimi oluşturan tüm atomlar birbirlerine değecek kadar bir araya gelseydi,beni göremezdiniz.Neredeyse milimetrenin birkaç binde biri boyutunda bir toz kadar olurdum. Eğer elektronların büyüklüğü ile Dünya’nın büyüklüğü arasında bir karşılaştırma yapmak gerekirse, bir atomu Dünya kadar büyütsek, elektron sadece bir elma boyutuna gelecektir. * Bir gökdeleni oluşturan atomların herbirinin içindeki boşluğu gidermek mümkün olsaydı,geriye kalan madde bir avuç dolusu kum kadar olurdu.Ama kütlesi değişmezdi.Bir atomun çekirdeği,atomun toplam hacminin milyarda birinin milyonda biridir.Diğer taraftan bu minicik çekirdek,tüm atomun ağırlığının hemen hemen tümünü kapsar.Bir atomu gökdelenin büyüklüğüne dek genişlettiğimizi düşünelim.Bu durumda çekirdek bir aspirin tableti kadardır.Ama bu tek bir tabletin ağırlığı,gökdeleninkinin binlerce mislidir. * Konusunda uzman olanların dışındaki insanların bir atomun ne kadar küçük olduğunu kavraması veya algılaması son derecede zor olan bir olgudur.Aynı şekilde belli bir ölçek içinde yer alan atomların kaç tane olduğunun da anlaşılması o derecede çetin bir iştir. Avogadro sayısı=6,02x10 üzeri 23= bir maddenin 1 molekül-gramında bulunan molekül miktarıdır. Bu sayı,ABD’ni 14,5 km. kalınlığında patlamış mısırla kaplamak için gereken mısır tanesi sayısı kadardır. Veya Pasifik Okyanusu’nun tüm suyunu içerecek bardak sayısına eşittir. Ya da düzgünce istiflendiğinde Yerküre’yi 322 km.kalınlığında bir tabaka halinde kaplayabilecek meşrubat kutusu sayısı kadardır. Şöyle bir örnek daha verilebilir:Aynı sayıda Amerikan senti, Yerküre’deki her insanı dolar trilyoneri yapmaya yeter. * Avucumuza döktüğümüz biraz tuzun sadece bir tanesini ayıralım.Bu bir tane tuz parçasının içindeki her bir atomu,bir tane tuz parçası kadar büyütebilseydik,tuz tanesinin boyu 10 km.olurdu.
  19. 1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde beş tane bilimsel bildiri yayınlandı.Bunlardan bir tanesi, Max Planck tarafından ifade edilen kuvantum kuramının yardımıyla fotoelektrik etkiyi inceliyordu.Bu bildiri ile ışığın doğası açıklanıyordu ve yazarına 1921 yılında Nobel Fizik Ödülü kazandıracaktı.İkinci bildiride Brown hareketi olarak bilinen asıltı durumundaki küçük parçacıkların davranışı anlatılıyordu.Böylece atomların var olduğunu hala kabul etmeyen kişilerin son çırpınışlarını bitiriyordu.Üçüncü bildiri ise özel bir görelilik kuramını ana hatları ile açıklıyordu.Böylece bilim tarihinde yepyeni bir görüşün kapısı aralanıyordu. Bu bildirileri Albert Einstein kaleme almıştı.O sıralar hiçbir üniversite ile bağlantısı yoktu.Deney yapmak için herhangi bir laboratuvarda çalışma olanağı olmadığı gibi büyükçe bir kütüphaneye bile gidememişti.İsviçre’nin Bern kentinde bulunan ulusal patent bürosunda üçüncü sınıf teknik uzman olarak çalışan dar gelirli bir kişiydi.Henüz 26 yaşındaydı. * Aslında parasal sıkıntı,1879 yılında Almanya’nın güneyindeki Ulm’da doğduğu yılda zaten mevcuttu.Aynı sıkıntı Münih’te de sürdü.Babasının iş konusundaki ekonomik darlığı bir türlü sona ermiyordu.Bütün bu yılların olumsuz koşulları Albert’i de etkiliyordu.Üstelik 3 yaşına kadar konuşmayı öğrenememişti.Onun her türlü davranışını gözleyen birisi,bu durumda olan bir çocuğun ileride bilim dünyasını sarsacak olacağını düşünemezdi bile. İçedönük ve oyundan hoşlanmıyan bir karakteri vardı.Annesinin isteği üzerine 6 yaşındayken keman dersleri aldı.Bu dersler sayesinde edindiği klasik müzik kültürü yaşamı boyunca dinlenme zamanlarında kendisine yararlı olmuştur.Daha o yaşlarda amcalarının etkisiyle bilim ve matematikle ilgilenmeye başlamıştı. Yaşantısının ileriki dönemlerinde kaleme aldığı anılarında,daha 4-5 yaşlarında iken eline geçen bir pusula iğnesinin hep aynı yöne dönme olayını merak ettiğini yazmıştı.Gene bu anılarında 12 yaşına geldiğinde tanıştığı Eukledies geometrisi ve Pythagoras teoreminin kendisinde temel düşünceler uyandırdığını belirtmişti.Bunlar,alışılmadık olayların açıklanmasına yönelik bir eğilimi olduğunu göstermektedir.Herşeyde,görünürdeki karmaşıklığın altında mantıksal bir çözümün yattığını o zamanlar anlamış olmalıydı. * Münih’te bir katolik okulunda ilk öğrenimini tamamladı.Okulun tek yahudi öğrencisiydi.Aslında katı disiplin ve skolastik eğitim sistemine uyum sağlayamamıştı.Okuduğu popüler bilim kitapları ile zorunlu din derslerinin öğretileri arasında çelişki olduğunu görüyordu.Daha gençliğinin ilk aşamasında dogmatik düşünceye ve otoriter zorlamaya karşı kuşkucu bir tutum benimsemeye başlamıştı.İlköğretimden sonra liseye yazıldı.Ancak 1894 yılında babasının işlettiği elektrik atölyesi iflas etti.Aile Milano’ya göç etti.Bu durumda Einstein liseyi terk etmek zorunda kaldı.Zaten bu okulu da kesinlikle hiç benimseyememişti. Einstein,kör-topal süren eğitimine devam etmek için İsviçre’ye gitti.Ama almış olduğu öğrenim çok zayıf olduğu için ilk üniversite giriş sınavı başarısız oldu.O yıllarda askerlik her Alman vatandaşı için mecburi bir hizmetti.Hem kişisel yapısı hem de eğitime olan isteği nedeniyle 1896 yılında Alman vatandaşlığından çıktı. Üniversiteye girişini sağlayacak bilgi seviyesine ulaşması gerekiyordu.Diğer taraftan geçinmesini sağlayacak bir mesleğe de ihtiyacı vardı.Kısa bir araştırma sonucunda liselere fen öğretmeni yetiştiren Zürih Politeknik Enstitüsü’nü buldu.Burasının 4 yıl eğitim veren bölümüne girdi.Bu süre içinde parlak bir öğrenci görünümü vermedi. * Einstein,1900 yılında Zürih Politeknik Enstitüsü’nden mezun oldu.Hem burada öğrendikleri hem de bulabildiği dergi ve kitaplardan edindiği bilgilerle bilim dünyasını takip etmeye çalışıyordu.Bir taraftan da kendi düşüncelerini yazıyordu.Bu yazıların bir kısmını mezun oluşundan birkaç ay sonra Annalen der Physic dergisine yollamaya başladı.İlk bildirisinin bile konusu ilginçti,içme kamışlarındaki akışkanların fiziği üzerine düşüncelerini açıklıyordu.1902 ile 1904 yılları arasında istatistiksel mekanik alanında düşünceler geliştirdi ve bunları bildirilerine yansıttı.İçinde bulunduğu maddi şartlar bilim dünyasını takip etmede yeterli olmadığı için yazdığı yazıların ve düşündüğü fikirlerin dünyadaki gelişmelerini bilemezdi.O da tıpkı Max Planck’ın entropi konusundaki doktora tezini 1891 yılında bitirdiğinde düştüğü durumda kaldı. İstatistiksel mekanik konusu yıllar önce ABD’de Yale Üniversitesi’nden J.Willard Gibbs tarafından incelenmiş ve yayınlanmıştı. * Bu arada okul arkadaşlarından biri olan Macar vatandaşı Mileva Maric ile flört ediyordu.1901 yılında bir kız çocukları oldu.Çocuk evlilik dışı olduğu için onu evlatlık olarak verdiler.Gerçi iki sene sonra evlenmişlerdi,ama Einstein çocuğunu hiç göremedi.İsviçre patent bürosundaki işine 1902 yılında girdi ve orada 7 yıl çalıştı. 1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde yer alan bildirilerini kaleme alırken bu durumdaydı.Bilim dünyasının fizikçileri patent bürosunda çalışan bu genç adamın söylediklerine pek önem vermediler.Bildirileri çok az ilgi çekti.Evrenin en derin sırlarından birkaç tanesini çözmüş olmasına rağmen,öğretim üyeliği için başvurduğu üniversite kendisini kabul etmedi.Öğretmenlik için başvurduğu lise bile teklifini reddetti.Bunun üzerine üçüncü sınıf uzman olarak patent bürosundaki işine devam etti. Nihayet,1908 yılında molekül boyutlarının hesaplanmasına ilişkin çalışması sonucunda Zürih Üniversitesi’nden doktor ünvanı aldı.Böylece öğretim üyeliği görev dönemi başlamış oldu.1909 yılında Zürih’te,1910 yılında Prag Alman Üniversitesi’nde,1912 yılında yine Zürih’te dersler verdi.1913 yılında Berlin’e yerleşti. Bilimsel başarıları Almanya’da devam ediyordu.Prusya Bilimler Akademisi’nin üyeliğine seçildi. Berlin Üniversitesi’ne profesör olarak atandı. Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nün fizik bölümü yöneticiliğini de üstlenmişti. * 1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde ‘Durağan Bir Sıvı İçindeki Asıltı Parçacıklarının Moleküler Kinetik Kuramı Çerçevesindeki Hareketleri Üzerine’ başlıklı makalesi,Brown hareketi üzerineydi.1827 yılında İskoçyalı bilim adamı Robert Brown,su içinde asılı haldeki çiçektozlarını mikroskopla incelemiş ve sıvının durgun olmasına karşın çiçektozlarının sürekli ve rastgele hareket ettiğini gözlemişti.1879 yılında İngiliz kimyacı Sir William Ramsay,bu hareketlerin,sıvı moleküllerinin bombardımanından kaynaklandığını öne sürmüştü. Einstein,istatistiksel yöntemle gerçekleştirdiği çalışmalarının sonucunda, Brown hareketli bir parçacığın katedeceği uzaklığın,bu aradaki zamanın karekökü ile ters orantılı olduğunu belirledi.Böylece birim hacimdeki sıvı molekül sayısının hesaplanabileceğini göstermiş oldu. Aynı yıl aynı dergide yayımladığı kuvantum fiziği alanındaki ilk önemli çalışması ise,fotoelektrik etkiyi incelediği ve ‘Işığın Oluşumu ve Dönüşümü Üzerine Bir Görüş’ başlıklı makalesiydi.Alman fizikçi Max Planck,kara cisim üzerinde çalışmış ve enerjinin süreksiz olduğu varsayımını ileri sürmüştü.Ona göre atomlar arasındaki enerji alış verişi,ışımanın frekansıyla doğru orantılı olarak ve kuvantum adını verdiği enerji paketleri biçiminde gerçekleşiyordu. Einstein,ışığın dalga ve parçacık özelliğindeki ikili yapısını vurguladı,bu kesikli enerji alış verişinin,ışığın maddeyle etkileşime girdiği her durumda geçerli olduğunu savundu. Fotoelektrik olayında,üzerine ışık düşen bazı cisimlerin elektron salması olgusunu da,daha sonraları foton olarak adlandırılan bu ışık enerjisi kuvantumlarıyla açıkladı. Gene aynı yıl aynı dergide yayımladığı özel görelilik kuramına ilişkin ‘Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği’ adlı makalesi,elektromagnetik olguları açıklayan Maxwell yasalarına yeni bir bakış açısı getiriyordu. * 19 yüzyılın sonlarında ışığın elektromagnetik bir dalga özelliği taşıdığı ve uzaydaki hızının da saniyede yaklaşık 300.000 km.olduğu görüşü ağırlık kazanmıştı.Bu dalgaların boşlukta ilerleyebilmesini sağlayan ve madde dışındaki tüm boşluğu dolduran esir veya eter adlı ağırlıksız,esnek bir ortamın var olduğu kabul ediliyordu.Ama esirin varlığını kanıtlamak için yapılan tüm deneyler olumsuz sonuç veriyordu. Einstein,iki nokta arasında yol alan ışığın hızının nasıl belirleneceği sorunundan yola çıktı.Bu amaçla iki temel ilke geliştirdi.Bunlardan birincisine göre,mekanik denklemlerinin geçerli olduğu her başvuru sisteminde,elektrodinamik ve optik için de aynı yasalar geçerliydi.Öteki ilke ise,ışığın,kendisini yayan cismin hareketinden bağımsız olarak, boşlukta her zaman aynı hızla yol aldığı biçimindeydi.Böylece,birbirine göre hareket halinde olan iki gözlemcinin hızları sabitse,iki ayrı yerde gerçekleşen iki olay arasında geçen süreyi aynı biçimde değerlendirmek mümkün değildir.Gözlemcilerden biri,bu iki olayı aynı anda,yani eşzamanlı olarak gördüğünde,ötekinin olayları belirli bir zaman aralığıyla gözlemesi gerekir.Eşzamanların göreliliği denilen bu olgunun nedeni,olayların gerçekleştiğine ilişkin en hızlı belirti olan ışığın hızının,her iki gözlemci için de aynı ve sonlu olmasıydı. Einstein’ın ‘Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği’ adlı makalesi,içeriği ile olduğu kadar sunum tarzıyla da gelmiş geçmiş en olağanüstü bilimsel bildirilerden biri kabul edilir.Dipnot ya da alıntı yoktur.Hemen hemen hiç matematik içermez.Ortaya koyduğu sonuçlara sadece düşünerek varmıştı. * Görelilik asıl olarak,uzay ve zamanın mutlak olmadığını söyler,hem gözlemciye hem de gözlemlenen olguya göre değişir.Kişi ne kadar hızlı hareket ederse etsin,bu etkiler o kadar belirgin olur.Hareketimiz hiçbir zaman ışık hızına ulaşamaz.Ne kadar hızlı gidersek,dışarıdan bakan bir gözlemciye göre, giderek o kadar distorsiyona uğrarız,yani onun gözüyle bozulmuş,değişmiş,çarpılmış veya biçim değiştirmiş gibi oluruz.Bilimi halka sevdirmek isteyen kişiler böyle fikir ve kavramları anlaşılır kılmak için birtakım yöntemler aradılar.Bertrand Russel,’Rölativitenin Alfabesi’ adlı kitabında bir benzetmeye yer vermişti. Okuyucudan,ışık hızının %60’ına denk hızla yol alan,100 m. uzunluğunda bir tren düşünmesini istiyordu.Peronda durup trenin geçişini izleyen birine,tren sadece 80 m. uzunluğundaymış gibi görünür.Ayrıca trendeki herşey aynı oranda kısalıp sıkışmış gibi olurdu.Yolcuların konuşmalarını işitmesi mümkün olsaydı,sesler kulağına kalın ve çok yavaş çalınan bir plak gibi ağır gelirdi.Trendeki yolcuların hareketleri de ağır gözükürdü,hatta saatler bile normal hızlarının beşte dördü hızla işler gibi olurdu. Ama trendeki yolcular bu distorsiyonları hiç hissetmezdi.Onlara göre trendeki her şey çok normal gözükürdü.İşin ilginç yanı sıkıştırılmış ve yavaşlamış görünen olay,peron ve peronda duran kişi olurdu.Şu halde her şey,hareket eden cisme göre hangi konumda bulunduğumuzla ilgilidir.Bu tip etkiler her hareket eden insan için geçerlidir.Uçakla uzun mesafe yolculuk yapan birisi uçaktan indiğinde,geride bıraktığı insanlardan saniyenin çok ufak bir kısmı kadar genç kalmış olur.Bütün mesele,bu değişimlerin bize göre çok küçük olmasıdır.Görelilik kavramlarının yadırganması,normal yaşantımızda bu tür etkileşimler yaşamıyor olmamızdandır.Ama bize hiç yabancı gelmeyen görelilikler de vardır.Bir parkta iken hemen yanıbaşınızda yüksek sesle çalınan bir müzik duyduğunuzu düşünün.Oradan uzaklaştığınızda müzik sesinin kısılmış gibi geldiğini duyarsınız.Elbette ses kısılmış değildir.Asıl neden,müziğin kaynağına göre sizin yerinizi değiştirmiş olmanızdır.Çok yüksek sesle çalınan müzik sesinin iki farklı gözlemci tarafından iki farklı yükseklikte algılanabileceği fikri,çok küçük olan bir canlı veya kaplumbağaya anlamsız gelir. * 1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde Einstein’in ‘Bir Cismin Eylemsizliği Enerji İçeriğine Bağlı mıdır?’ başlıklı makalesi,özel görelilik kuramına düştüğü matematiksel bir dip not özelliği taşıyordu.Bu yazısında,bir cismin kütlesi ile enerjisinin eşdeğerli olduğunu ve bu enerjinin,cismin kütlesi ile ışık hızının karesinin çarpımına eşit olduğunu belirtiyordu.Buna göre,bir cismin hızı arttıkça kütlesinin artmasının nedeni,o cismin kazandığı kinetik enerjiydi.Her enerjinin bir kütlesi vardır.Kütle ya da madde,bir enerji biçimidir. Enerji,serbest bırakılmış maddedir.Madde ise meydana çıkmayı bekleyen enerjidir. E=mc2 formulündeki ’c’nin karesi,yani ışık hızının kendisiyle çarpımı, son derece muazzam bir sayı içerdiği için,bu denklem bize,her maddi varlıkta çok büyük miktarda enerji bulunduğunu söyler.Öyle ki orta boylu yetişkin bir insan bedeni içinde barınan enerji,7x10 üzeri 18 jul potansiyel enerjiden az değildir.Böyle bir enerji 30 tane çok büyük hidrojen bombası kadardır. Madde içinde depolanmış olan enerji için en büyük sorun,bu enerjiyi açığa çıkarmakta henüz tam anlamıyla bilgi sahibi olmayışımızdır.Bu güne dek üretilen en enerjik olay olan uranyum bombası,maddenin serbest bırakabileceği tüm enerjinin sadece %1’i kadardır. Einstein’in kuramı radyasyonun nasıl işlediğine de açıklama getirdi.Birazcık uranyum,durmadan yüksek düzeyde enerji akımları gönderiyor ve bunu yaparken bir buz parçası gibi erimiyordu.Bunun nedeni, E=mc2 sayesinde kütlesini enerjiye çevirmesidir.Böylece yıldızların yakıtlarını tüketmeden milyarlarca yıl yandıkları da açıklanmış oluyordu. * O yıllarda Avrupa ulusları arasındaki ilişkiler son derecede gergindi.Birinci dünya Savaşı patladığında eşi ve 2 oğlu İsviçre’de idiler.Ama Berlin’e dönemediler.Savaş yıllarının getirdiği zorunlu ayrılık boşanmayla sonuçlandı. Einstein,savaşa karşı pasifist bir tutum takınmış ve militarizmi eleştirmeye başlamıştı.Ancak bu hümanist ve barışçı tutumu hem akademik çevrelerde hem de kamuoyunda tepkiyle karşılanıyordu.1916 yılında yayınladığı genel görelilik kuramı bilim dünyasını yeniden sarstı.Üstelik kuramının öngördüğü deneysel kanıtlar da elde ediliyordu.Nitekim savaş bitince 1919 yılının Mayıs ayında olan Güneş tutulmasında bu kanıtlardan biri doğrulandı.Büyük kütlelerin yakınından geçen ışık ışınlarının kütleçekimi alanının etkisiyle eğileceğini söylemişti.Bu nedenle uzak bir yıldız ışığının Güneş’in kenarından geçerken yapacağı sapmanın hesapları çok az hata ile doğru çıkmıştı. * Einstein,çalışmalarının asıl ağırlığını,görelilik kuramını daha genel bir çerçeveye yerleştirme çabası üzerinde yoğunlaştırmıştır.Bunun için gözlemcilerin birbirlerine göre sabit değil,değişen hızlarda,yani ivmeli olarak hareket ettikleri durumda ortaya çıkan olayları araştırmaya girişmişti.Özel kuramda eksik kalan şeylerden birinin kütleçekimi olduğunun başından beri farkındaydı.Esas olarak hiç engellenmeden hareket eden maddeleri ele almıştı.Ama hareketli bir şey,örneğin ışık, kütleçekimi gibi bir engelle karşılaştığında neler olurdu?Elde ettiği kuramsal bulguları 1916 yılında ‘Genel Görelilik Kuramının Temelleri’ başlığı ile yayınladı.Bu kurama göre,uzaydaki herhangi bir noktada,kütleçekimi ile hızlanma hareketinin etkileri eşdeğerdir ve birbirinden ayırt edilemez.Bu görüş,kütleçekiminin bir kuvvet değil,uzay-zaman sürecinde bir kütlenin etkisiyle oluşan eğrilmiş bir alan olduğunu öngörür.Bu nedenle ,büyük kütlelerin yakınından geçen kuvantumlu ışık ışınlarının doğrultusunda bir sapma oluşur. Genel Görelilik Kuramı,yalnız Newton fiziğinden değil,Eukleidesçi geometriden de kopuşu simgeliyordu.Artık eğri bir uzay-zaman tanımı ortaya çıkmıştı. Einstein’in yeni denklemleri ile Merkür’ün günberi noktasında ortaya çıkan düzensizlikleri açıklanabilecekti. Einstein, genel görelilik kuramını evrenin bütününe uygulayarak sonlu ve sınırsız bir evren modeli kurmuştu.Denklemlerine kozmolojik sabit diye bir unsur koydu.Ama Hubble’nin genişleyen evren modeli,onun durağan modelini geçersiz kıldı. * Uzay-zaman için yapılan açıklama bir benzetme ile yapılır.Üzerine demir bir top konulmuş gerili bir lastik çarşaf düşünelim.Demir topun ağırlığı,üstünde durduğu maddeyi esnetir ve hafifçe çökertip çukurlaştırır.Bu durum,demir topun yerine düşüneceğimiz Güneş gibi büyük kütleli cismin,esnek çarşaf yerine düşüneceğimiz uzay-zaman üzerindeki etkisine benzer. Güneş, uzay-zamanı esnetir veya büker.Lastik çarşafın üzerine daha küçük bir top yuvarlarsak,bu top,Newton’un hareket yasalarına uygun olarak düz bir çizgi boyunca ilerlemeye çalışır.Ama büyük kütleli cismin çöküp çukurlaştırdığı bölgeye yaklaşınca,kendisinden daha kütleli olan cisme doğru çekilip aşağıya yuvarlanır.Bu olay,kütleçekimdir.Ama,fizikçi M.Kaku’nun dediği gibi, kütleçekim diye bir şey yoktur.Gezegenleri ve yıldızları hareket ettiren etken,uzayın ve zamanın distorsiyona uğramasıdır. * Vardığı sonuçlara düşünerek ulaşan Einstein,herkes tarafından merak edilen bir kişiydi.Bir gün şair Paul Valery,fikirlerini kaydetmek için bir defter tutup tutmadığını sorunca biraz şaşırmış.’Hiç lüzum yok ki’ diye cevap vermiş.’Aklıma nadiren bir fikir gelir’ Göreliliğin anlaşılması çok zor bir konu olduğu her zaman ileri sürülmüştür.Bu konuyu anlayabilen insan sayısının çok az olduğu kanısı çok yaygındı. Gazetecinin biri,İngiliz astronom Sir Arthur Eddington’a şöyle bir soru sormuş: --‘Dünyada Einstein’ın görelilik kuramlarını anlayabilen 3 kişi varmış.Bu 3 kişiden birisi siz oluyormuşunuz.Bu doğru mu?’ Sir Arthur Eddington uzun uzun düşünmüş.Sonra yanıtını söylemiş: --‘Üçüncü kişinin kim olduğunu bulmaya çalışıyorum’ * 1919 yılında akrabalarından birisi ile evlendi.Almanya’da güçlenmekte olan ırkçılığa karşı mücadelesini sürdürürken,dünyanın her yerinden konferans davetleri alıyordu.1921 yılında,fotoelektrik etki ve kuramsal fizik alanındaki çalışmaları nedeniyle Nobel Fizik Ödülü aldığını öğrendi.Ancak ödülün gerekçesinde görecelik kuramı ile ilgili çabaları yer almamıştı.Bundan sonraki çalışmalarını elektromagnetizma ile kütleçekimi arasındaki ilişkiler üzerinde yoğunlaştırdı.Birleşik alan kuramına ait bu çabaları sonuç vermeyecektir.Irkçılığa ve savaşa karşı olan mücadelesini uluslar arası toplantılarda sürdürürken 1930 yılında ABD’de konuk profesör olarak bir yıl ders verdi.1932 yılında tekrar ABD’ye gitti,ertesi yıl Hitler iktidara gelince Almanya’ya dönmedi.Aynı yıl,New Jersey’deki Princeton Üniversitesi’nde kurulan Yüksek Araştırma Enstitüsü’nde görev aldı ve ölümüne kadar burada çalıştı. 1939 yılında Alman araştırıcılarının uranyum atomunu parçalamayı başardıklarını öğrenince,başkan Roosevelt’e bir uyarı mektubu yazdı ve atom bombası yapım çalışmalarına katılmadı.1945 yılında Japonya’ya atılan atom bombasından sonra bu yeni silahın kullanılmasını önlemek için tüm gücüyle mücadele etti.Son günlerine kadar bilimsel çalışmalarını ve uluslar arası barış eylemlerini sürdürdü.1955 yılında öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
  20. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Bilim Tarihi
    Kimya sözcüğünün,Eski Mısır dilinde ‘kara’ anlamına gelen khem ,veya Eski Yunanca ‘metal dökümü’ anlamına gelen khyma kelimesinden türetilen khemeia’dan geldiği ileri sürülmektedir.Genel olarak ele alındığında kimyanın kökenleri için simya ve metalurji gibi alanların göz önünde tutulma gereği ortaya çıkar.Nitekim kimya ancak 17.yüzyılda ayrı bir bilim haline gelmiştir. Kimya tarihçisi Hermann Kopp,kimyanın tarih içindeki gelişimini dönemler olarak ele alır.Buna göre: 1-İ.S. 300-1600 yıllar arasında soy,yani asal olmayan metalleri soy metallere dönüştürecek filozof taşının ve insan ömrünü sonsuzlaştıracak yaşam iksirinin arandığı simya çağı. 2-1600-1700 yılları arası ilaçların hazırlandığı tıp kimyası çağı. 3-1700-1800 yılları arası yanma sürecinin araştırıldığı filojiston kimyası çağı. 4-1800 yılı sonrası nicel kimya çağı. * Bitkilerden boya maddesi elde etmek,deri sepilemek,üzümden şarap üretmek,sabun hazırlamak,cam kaplar yapmak gibi pekçok olay insanlarca eskiden beri bilinmekteydi.Bu nedenle eski çağlarda kimyanın sanat yönü de olan bir üretim olduğunu söyleyebiliriz.Bilimsel olarak kimyanın harekete geçtiği dönemin İskenderiye’de başladığı kabul edilmektedir.Eski Mısır’da metalurji,boya ve cam yapımı gibi üretim zanaatları ile eski Yunan felsefesi bir arada yorumlanmış ve İ.S. 400 yıllarında uygulamalı kimya bilgisi ortaya çıkmıştır.Bu arada simyacıların da arayışları hızlanmıştı.Önemli aygıtlar ve yöntemler geliştiriyorlardı.Daha hıristiyanlığın ilk yüzyılında,Yahudi Maria adlı bir kadın simyacı çeşitli fırınlar,ısıtma ve damıtma düzenekleri geliştirmişti.350-420 yılları arasında yaşamış olan Zosimos,28 ciltlik bir simya ansiklopedisi yazmıştı. * Roma ve Bizans İmparatorlukları ile İslam ülkelerinde kimya tekniği gelişme kaydetmiştir.Aristo’nun,bütün maddelerin toprak,su,hava ve ateşten oluştuğu ve bunların birbirine dönüştüğü kuramı özellikle Arap simyacılar tarafından geliştirildi.İbn Sina,dönüşüm konusuna ilgi göstermiş ve yazdığı kitabının mineraloji bölümünde mineralleri taşlar,ateşte eriyen maddeler,kükürtler ve tuzlar olarak gruplara ayırmıştır. İbn Sina’ya göre,madde ve biçim birliktedir, doğa olaylarının açıklanmasında doğaüstü ve maddesel olmayan güçlerin etkisi yoktur. Avrupa’da Rönesans Dönemi’nde geçmiş yıllardaki bilgi birikimi,tıp ve kimyasal üretim alanına yöneldi.Kemiatri,yani kimyasal tedavi,eczacılıkta inorganik tedavi maddelerinin kimyasal yöntemlerle elde edilmesi anlamına gelir.Hem kimya temeline dayalı ilaç üretimi,hem de hastalıklar ve madde alışverişi olaylarının kimyasal yorumu gibi bilimsel temeli vardır.Bu kuramsal amaçla ilgili yönelime iyatrokimya denir.Günümüzde kemiatrinin karşılığı farmasötik kimya ve kuramsal biyokimyadır. * İyatrokimyanın öncüsü İsviçre’li hekim Paracelsus’a (1493-1541) göre,tuz,kükürt ve civa,var olan bütün cisimlerin temel yapıtaşı olan beden,can ve ruhun karşılığı idi.Bu üçlü arasında denge bozulduğu an hastalık başlıyordu. Paracelsus’a göre,mide bir kimya laboratuvarıdır,özsuları yoğunlaşınca hastalıklar ortaya çıkar. 1580-1644 yılları arasında yaşamış olan Johann Baptist van Helmont,suyu temel element kabul ediyordu.Çeşitli süreçlerle gaz üretimini gerçekleştirmişti. İlk kez deneylerinde terazi kullanmış ve kimyasal çalışmalarına nicel özellik kazandırmıştır.1604-1668 yılları arasında yaşamış olan Rudolph Glauber, yemeklik tuzu sülfürik asitle parçalayarak tuz asidi,yani hidroklorik asidi ve sodyum sülfat elde etmişti.Ayrıca metallerin tuz asidi içinde çözünmesiyle metal klorürlerin oluşacağını gösterdi. * Simya,16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’nın derebeyi saraylarında oldukça yaygındı.Bu durum,elementlerin birbirine dönüştüğü inancının yıkılmasına dek sürdü.17.yüzyılda kimyanın sanat mı yoksa bilim mi olduğu tartışılıyordu.Aslında uygulamalı ve kuramsal kimya ayırımı vardı. Kemiatri,metalurji kimyası, madencilik ve demircilik kimyası uygulamalı kimyanın içindeydi.Kuramsal kimya ise betimlenebilen tüm doğa bilimleri anlamına gelen ‘physica’nın alanındaydı.Betimlemek,bir şeyin tasarımını söz ya da yazı ile yapmak veya tasvir etmek anlamına gelir.Bu bakımdan kuramsal kimya daha çok felsefe alanında kalmıştı.Diğer taraftan deneyin doğa araştırmasındaki bilimsel önemi gitgide hissediliyordu.Mevcut olan kimyada madde ve bileşikler,sadece beklenen son ürün açısından önemliydi.Çeşitli reçeteler,beklenen sonuca götüren bir araçtı.Oysa eski düşünce ve bilgilerin denetlenmesi gerekiyordu.Bu ise ancak kimyasal tepkimelerin gözlenmesi ve tepkime sürecinin incelenmesi ile mümkündü. * Diğer taraftan kimyanın simyadan ayrılması ve eski çağların gizemli görüşlerinden uygulamalı kimyaya geçme zamanı gelmişti. 1661 yılında Robert Boyle’ın Kuşkucu Kimya adlı kitabı yayınlandı.Bu kitap,kimyacı ile simyacı arasındaki ayırımı gerçekleştiren ilk çalışmadır.Aynı zamanda Aristo’cu görüşleri yıkıyordu. Robert Boyle,kimyasal elementleri maddenin parçalanmayan yapıtaşları olarak tanımladı.Kimyasal bileşikler ile basit karışımlar arasındaki farkı gösterdi.Kimyasal birleşmelerde özelliklerin tümüyle değiştiğini,basit karışımlarda ise değişim olmadığını kanıtladı.Gazlar üzerinde yürüttüğü deneylerde,gazların basıncı ile hacimleri arasındaki bağıntıyı belirleyen yasayı buldu.Ayrıca havanın yanma olayındaki rolünü anladı ve havanın tartılabilir bir madde olduğunu söyledi. * Robert Boyle’ın simyacı ve kimyacı ayrımına ulaşması,uzun ve istikrarsız bir geçiş dönemi sonrasındadır.18.yüzyılın başlarına kadar bilimadamları hem kimyacı hem de simyacı olmayı çok normal buluyorlardı.örneğin Alman bilimdamı Johann Becher,mineraloji alanında kusursuz bir kitap yazmasına rağmen,doğru malzemeleri kullandığı takdirde kendini görünmez kılabileceğine inanıyordu.Bir diğer Alman bilimadamı Hennig Brand,insan idrarından altın damıtmanın bir yolunu bulacağından emindi.50 kova insan idrarı topladı ve aylarca kilerinde sakladı.Birtakım işlemlerle,idrarı önce sağlığa zararlı bir macuna,sonra da yarısaydam ve mumsu bir maddeye çevirdi.Şüphesiz bütün bu işlemler sonucu altın oluşmadı.Ama çok ilginç bir olay oldu.Bir süre sonra bu madde ışıldamaya başladı.Üstelik hava ile temas ettiğinde kendiliğinden tutuşuyordu. Brand,altın elde etmeye çalışırken fosforu bulmuştu. * 1750’li yıllarda İsveç’li kimyacı Carl Scheele,bol miktarda fosfor üretmenin bir yolunu buldu.Aslında gelişmiş aygıtlardan yararlanma olanağı bulunmayan yoksul bir eczacıydı.Buna rağmen 8 tane element keşfetti.Bunlar klor,flüor,manganez,baryum,molibden,tungsten,nitrojen ve oksijendi.Ama bu keşiflerinin hiçbirisi onun adına kayıt edilmedi.Her defasında görmezden gelindi.Veya başka biri aynı keşfi yapınca bilim dünyası ona ilgi duydu.Ayrıca bilim dünyasında İngilizce konuşulması da etkili bir olaydı. Scheele,oksijeni 1772 yılında keşfetmişti.Ancak bildirisini vaktinde yayınlatamadı.Böylece bu elenmentin keşif şerefi,1774 yılında onu kendi başına bulan Joseph Priestley’e nasip oldu.Bundan daha ilginç olay klorun keşfi konusunda oldu.Genellikle klorun Humphry Davy tarafından bulunduğu söylenir.Aslında Humphry Davy kloru gerçekten buldu.Ama Carl Scheele’den 36 sene sonra. Carl Scheele’in bir diğer özelliği de deneylerinde kullandığı her maddenin tadına bakmasıydı.Bu maddeler arasında civa ve hidrosiyanür de vardı.Zaten bu sebeple 1786 yılında öldüğünde 43 yaşındaydı ve masasında bir sürü toksit kimyasal madde vardı. * 18.yüzyılda kimyanın temel sorunu, yanma olayının açıklanmasıdır.17.yüzyıl ortalarına doğru,maddede bulunan elementlerden birinin yanmaya neden olduğu ileri sürülmüştü.Ancak simyacı Helmont,ateşin maddesel bir cisim olmadığını söyleyerek bu fikri reddetti.1635-1682 yılları arasında yaşamış olan Alman simyacı J.Becher,terra pinguis olarak adlandırılan ateş elementinin, yanma sırasında kaçıp giden bir nesne olduğunu varsaydı.Daha sonra Berlin’de hekimlik yapan Georg Ernst Stahl,bu nesneye flojiston adını verdi. Stahl,yanma olayına yanlış olmasına rağmen bir açıklama getirmiş oluyordu. Flojiston kuramına göre yanıcı maddeler,yanıcı olmayan bir kısım ile flojistonden oluşur.Metal oksitler birer element,metaller ise kil (metal oksit) ile flojistonden oluşan birer bileşik maddedir.Metal yandığında eksi kütleli olan flojiston bir ruh gibi ayrılır ve elementin külü,yani metal oksit açığa çıkar.Küle yeniden flojiston verildiğinde de yeniden metal oluşur.Örneğin çinko oksit flojistonca zengin olan kömürle ya da hidrojen gazıyla ısıtıldığında yeniden çinko oluşur ve hafifler. * Cavendish,Priestley ve Scheele gibi bilimadamları çalışmalarında karbon dioksit,oksijen,klor,metan ve hidrojen gazlarını ayrı gazlar olarak tanımladılar. Cavendish ayrıca gazları yoğunluklarına göre ayırdı.İlk kez suyun bir element olmayıp oksijen ile hidrojenin bir bileşiği olduğunu kanıtladı.Bütün bu çalışmalar sonucunda flojiston kuramı yıkıldı.Ama kimyanın önünde hala uzun bir yol vardı.Dünyanın her yerinde bilim adamları aslında var olmayan şeyler aradılar,bazen de bulduklarını sandılar.Bozulmuş havalar,yanıcılığını kaybetmiş deniz asitleri,metal asit tozları gibi pekçok hayali madde peşindeydiler. Bütün bu olguların bir yerinde,esrarengiz bir ‘elan vital’ yani cansız nesnelere can veren gücün saklı olduğunu düşünüyorlardı. Kimyayı modern çağa taşıyan kişi Lavoisier oldu. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
  21. Sayılar,tek başlarına soyut kavramlardır.Örneğin 5 diye bir varlık yoktur. Sayılar,sayı sıfatı olarak bir anlam kazanır.5 tane elma,dediğimizde 5 rakamı somut hale gelir. Ben,nicelikleri anlamanın,bu niceliklerin yer aldığı konu ile ilgili olduğunu söylüyorum. 300.000 sayısını ele alalım. Bu sayı,bir şehrin nufusu için kullanılmışsa, şehrin orta büyüklükte bir yer olduğunu düşünebiliriz. Bu sayı,para miktarı olarak belirtilmişse,ülkemizdeki eski lira olarak bir gazete fiatıdır. * 300.000 sayısını kilometre olarak kullandığımızda,algılamamız veya göz önüne getirebilmemiz daha çetin bir hale gelir. Bir kere,yeryüzü üzerindeki en uzak iki nokta arasındaki mesafe km. cinsinden,bu sayının çok altındadır. 300.000 kilometre,ışığın bir saniyede aldığı yolun uzaklığıdır. Ben kendi kendime düşünürken veya birisine bu sayıyı anlatırken şöyle bir örnek veriyorum: Alkışlama işlemini yaparken bir el çırpışımız bir saniye kadardır. İşte bir kez el çırptığımız anda ışık,dünyamızı 7 kez dolaşmış olacaktır. Veya Ay’ı geçip gitmiştir bile. Alkışlamaya başladığım anda göndereceğim ışığın Güneş’e ulaşması için,8 dakika alkışıma devam etmeliyim. Bu ışığın en yakın yıldıza ulaşması için de hiç durmadan 4 yıl boyunca alkışımı sürdürmem gerekir. * En küçük bir madde parçaçığında bile ne sayıda atom bulunduğu konusunda verilen sayılarla uğraşmam. Sadece verilen örnekleri aklımda tutmaya çalışırım. Örneğin avucumuza birazcık tuz dökelim. Bu tuz yığınının içinden sadece bir tanesini inceleyelim. Bu bir parça tuz tanesi içinde kaç tane atom vardır? Verilen sayıyı hem gözümün önüne getiremem,hem de aklımda tutamam. Ama şu örnek,konuyu benim için daha anlaşılır hale getirir: Bu bir tane tuz parçasının içindeki her bir atomu,bir tane tuz parçası kadar büyütebilseydik,tuz tanesinin boyu 10 km.olurdu.
  22. Karbon 14 ile tarihlendirme yönteminin hatalı sonuçlar verdiği anlaşılınca yeni yöntemler bulundu.Bunlardan bir tanesi,topraktan yapılmış cisimler içinde kalan elektronları ölçen termolüminesans sistemidir.Bir diğer sistem de bir örneğin elektromagnetik dalga bombardımanına tutulup,elektron titreşimlerinin ölçülmesini sağlayan elektron spin rezonansıdır.Ama bu gibi yöntemler 200.000 yıldan daha yaşlı cisimlerin tarihlendirilmesini sağlayamadılar.Kayaçlar gibi inorganik maddeler için ise hiç işe yaramadılar.Oysa Yerküre’nin yaşını belirlemenin yolu kayaçların tarihlendirilmesinden geçiyordu. * Kayaçların tarihlendirilmesi işlemini zorlaştıran sorunların büyüklüğü bilimadamlarını umutsuzluğa sürüklemişti.1920’li yıllarda jeoloji artık gözden düşmüş bir bilim dalı haline gelmişti.Özellikle İngiltere’de bu bilim için mali kaynaklar iyice kısıtlanmış bulunuyordu. Arthur Holmes 1890 yılında Durham’da doğmuş olan bir İngiliz vatandaşıdır.1915 yılında iç sıcaklık dağılımına dayalı ısıl hesaplamalardan yararlanarak Yerküre’nin yaşına ilişkin tahminler geliştirdi.1924-1943 yılları arasında Durham Üniversitesi’nde profesörlük görevini yürüttü.1943-1965 yılları arasında Edinburg Üniversitesi’nde jeoloji ve mineraloji dalında dersler verdi. İngiltere’de jeoloji için mali kaynakların kısıtlandığı 1920’li yıllarda Holmes kariyerinin zirvesinde olmasına rağmen Durham Üniversitesi’nde de durum aynıydı.Jeoloji bölümünün tüm kadrosu yıllarca Holmes’tan ibaret kaldı.Radyometrik kayaç tarihlendirme çalışmalarını sürdürebilmek için sık sık ekipman ödünç alıyor ya da çok basit düzenekler kullanıyordu.Bir defasında basit bir hesap makinesi için hesaplamalarını aylarca ertelemek zorunda kalmıştı. Ailesinin geçimini sağlamak için akademik çevreden uzak kalıyordu.Bir süre antikacı dükkanı işletmek zorunda kaldı.Öylesine parasızlık çekiyordu ki, Jeoloji Derneği’nin aidatını bile ödeyemiyordu.Buna rağmen kuramını geliştirdi. * Aslında Holmes’ın çalışmalarında kullandığı teknik kuramsal açıdan basitti.İlk kez 1904 yılında Ernest Rutherford tarafından gözlemlenmiş bir süreçten yola çıkıyordu.Bazı atomlar,tahmin edilmesi mümkün bir hızla bozunuyor ve bir elementten diğerine dönüşüyordu.Bu bozunma hızı bir çeşit saat görevi görebilirdi.Örneğin potasyum-40’ın argon-40’a dönüşmesi için gereken süre bilinirse ve her birinin söz konusu örnekteki miktarları ölçülürse bir maddenin yaşı hesaplanabilir. Holmes’ın katkısı, kayaçların yaşını hesaplamak için uranyumun kurşuna bozunma hızını ölçmek oldu.Böylece Yerküre’nin yaşını hesaplayabileceğini umuyordu.Ancak,çok küçük örneklerden çok duyarlı ölçümler çıkarabilecek gelişmiş aletleri yoktu.Bu nedenle 1946 yılında Yerküre’nin en az 3 milyar yıllık,muhtemelen çok daha yaşlı olduğunu ilan etti.Bilim dünyası onun metodolojisini övmekle birlikte ilan ettiği rakamı benimsemedi.Onlara göre Holmes,Yerküre’nin yaşını değil,sadece Yerküre’yi oluşturan maddelerin yaşını bulmuştu. * Harrison Scott Brown,1917 doğumlu,ABD vatandaşı bir jeokimyacıdır.Göktaşlarının yaşı ve kökeni ile bunların Yerküre’nin kimyasal yapısı ilişkileri üzerinde uzmanlaşmıştır.Aynı zamanda kimyasal elementleri tarihlemekte yararlanılan tekniğin de yaratıcısıdır. Brown,Chicago Üniversitesi’nde görevli iken,tortulların katmanlaşmasıyla değil,ısınmayla oluşmuş olan korkayaçlardaki kurşun izotoplarını saymanın bir yöntemini geliştirmişti.Bunun son derece usandırıcı bir çalışma gerektireceğini anladığı için genç bir bilim adamı olan Clair Patterson’u bilimsel inceleme projesi olarak bu işle görevlendirdi.İşte bu günlerde Holmes, Yerküre’nin en az 3 milyar yıllık,muhtemelen çok daha yaşlı olduğunu ilan etmişti. * Clair Patterson,proje üzerinde çalışmaya 1948 yılında başladı.7 yıl boyunca steril bir laboratuvarda çalışarak,dikkatle seçilmiş eski kayaç örneklerindeki kurşun/uranyum oranlarının çok hassas ölçümlerini yaptı. Yerküre’nin yaşını ölçmenin asıl zorluğu,kurşunlu ve uranyumlu kristaller içeren eski kayaçlara duyulan ihtiyaçtan ileri geliyordu.Zira bunlar,hemen hemen gezegenin kendisi kadar yaşlıydı.Daha genç yaştaki örnekler kullanılamazdı,o zaman araştırma çok yanıltıcı sonuçlar verirdi.Ama bu denli eski kayaçlara da nadiren rastlanıyordu.Aslında yaşlı örneklerin az bulunur olması,o günlerde levha tektoniğinin bilinmemesi yüzündendi.Bu nedenle Patterson,son derece sınırlı malzeme ile çalışmak zorundaydı.Daha sonra,Yerküre dışından gelen taşları kullanarak kayaç kıtlığını aşabileceğini akıl etti.Böylece gözlerini göktaşlarına yöneltti. * Patterson’un bu düşüncesi ilk bakışta oldukça iddialı görünüyordu.Ama doğru olduğu ileriki yıllarda kanıtlanacak olan varsayımda bulunmuştu. Göktaşlarının çoğu Güneş Sistemi’nin ilk oluşumundan arta kalan maddelerdi ve iç kimyaları hemen hemen bozulmamış haldeydi.Uzayda dolanan bu taşların yaşı bulunursa yeterince yakın bir tahminle Yerküre’nin yaşı da bulunurdu.Gelgelelim tıpkı eski kayaçlar gibi göktaşları da yeryüzü üzerinde bol değildi ve onlardan alınmış örneklere ulaşmak çok zordu.Ayrıca Brown’un ölçüm tekniği pratikte uygulanamıyordu.Üstüne üstlük Patterson’un örnekleri havayla her temas edişlerinde büyük dozlarda atmosferik kurşun kirlenmesine uğruyordu.İşte Patterson’u steril bir laboratuvarda çalışmaya mecbur eden nedenler bunlardı. 7 yıl boyunca son testte kullanacağı uygun örnekler toplamak için çalıştı.Nihayet 1953 yılında bu işi tamamladı ve örneklerini Illinois’te bulunan Argonne Laboratuvarı’na götürdü.Orada son model bir kütle-spektrografı ile çalışma olanağı buldu.Bu makine,eski kristaller içine sinmiş olan çok küçük uranyum ve kurşun miktarlarını saptayıp ölçebiliyordu. Kısa bir süre sonra,Wisconsin’de düzenlenen bir toplantıda, Yerküre için artı ya da eksi 70 milyon yıl olarak kesin bir yaş ilan etti: 4 milyar 550 milyon yıl. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
  23. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Bilim İnsanları Biyografileri
    Adı kısaca Avogadro olarak yazılan İtalyan bilim adamının hem ünvanı hem de tam ismi yazılınca oldukça uzun bir yer tutar: Quaregna ve Cerreto Kontu Lorenzo Romano Amedeo Carlo Avogadro. 1776 yılında Torino’da doğdu.Önce hukuk ve felsefe öğrenimi gördü.1800-1805 yılları arasında matematik ve fizik okudu.1809 yılında Vercelli Kraliyet Okulu’nda profesör olarak göreve başladı.1820 yılında Torino Üniversitesi’nde kurulan matematiksel fizik kürsüsünün başına getirildi.Ancak çıkan iç savaş nedeniyle 2 yıl sonra kürsü kapandı. Tekrar Vercelli Kraliyet Okulu’ndaki görevine döndü.1850 yılında emekli olana kadar bu okulda ders verdi. 1811 yılında,aynı sıcaklık ve basınç koşulları altında,eşit hacimdeki değişik gazların,türleri ne olursa olsun,eşit sayıda molekül içerdiğini öne süren bir varsayım geliştirdi. Kendi adıyla anılan bu yasa,o dönemdeki bilim dünyasında kabul görmüş olan Dalton yasasına ters düşüyordu.Bu nedenle benimsenmedi. 1858 yılında İtalyan kimyacı Stanislao Cannizzaro, Avogadro’nun varsayımına dayalı mantıksal kimya sistemini oluşturduktan sonra ‘Avogadro Yasası’ kabul edildi. En önemli yapıtı,1837-1841 yılları arasında yayınladığı ‘Tartılabilir Cisimler Fiziği ve Cisimlerin Genel Bileşimi Üzerine İnceleme’ adlı 4 ciltlik kitabıdır. Kendi adıyla anılan bu yasanın yaklaşık 50 yıl sonra kabul görmesi Avogadro’nun aşırı utangaç olmasıyla da ilgilidir.Yalnız başına çalışıyordu.Meslektaşları ile az yazışır ve çok az sayıda bildiri yayınlardı.Bilimsel toplantılara ise hiç katılmıyordu. 1856 yılında öldü. * Avogadro Yasası,atomların büyüklüğünü ve ağırlığını doğru olarak ölçmeyi sağlayan bir temel oluşturmuştur.Aynı zamanda kimyanın temel ölçü birimlerinden biri olan Avogadro sayısı ortaya çıkmıştır.Bu sayı,bir maddenin 1 molekül-gramında bulunan molekül miktarıdır.Değeri 6,02 x 10 üzeri 23 olarak gösterilir.Bu sayı muazzam derecede büyüktür.Göz önüne getirebilmek için pratik benzetmelere gerek duyulur. Bu sayı,ABD’ni 14,5 km. kalınlığında patlamış mısırla kaplamak için gereken mısır tanesi sayısı kadardır.Veya Pasifik Okyanusu’nun tüm suyunu dolduracak bardak sayısına eşittir.Ya da düzgünce istiflendiğinde Yerküre’yi 322 km.kalınlığında bir tabaka halinde kaplayabilecek meşrubat kutusu sayısı kadardır. Şöyle bir örnek daha verilebilir:Aynı sayıda Amerikan senti, Yerküre’deki her insanı dolar trilyoneri yapmaya yeter. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
  24. 19.yüzyılın ilk yarısına gelindiğinde bile kimyacılar birbirlerinden kopuk halde çalışıyorlardı.Bu nedenle bilimsel teamüller oluşamıyordu.Yüzyılın ikinci yarısında H2O2 formülü bazı kimyacılar için su,bazıları için de oksijenli su anlamına geliyordu.C2H 4 formülü ise ya etilen ya da bataklık gazına ait simgeydi.Her yerde aynı simge ile gösterilen bir molekül hemen hemen yoktu. Kimyacılar genellikle kendilerinin buldukları sembolleri veya kısaltmaları kullanıyorlardı.İsviçre’li J.Berzelius,elementlerin Yunanca veya Latince isimlerini temel almış ve bu isimlerden birtakım kısaltmalar yapmıştı.Probleme bir ölçüde düzen gelmişti.Bugün kullanılan bazı semboller bu uygulamadan kalmadır.Örneğin Latincede ferrum olan demirin kısaltması Fe,argentum olan gümüşün kısaltması Ag böyledir. Diğer kısaltmalardan bir çoğu İngilizce adlarıyla uyumludur.Örneğin nitrojen için N,oksijen için O,hidrojen için H kullanılır. J.Berzelius,bir molekül içindeki atom sayısını göstermek için üst im kullandı: H2O gibi.Sonraları özel bir neden olmadığı halde atom sayısı için alt im kullanılmaya başlandı. * 1869 yılına gelindiğinde elementler iki şekilde gruplara ayrılmış durumdaydı.Gruplardan biri elementlerin atom ağırlıklarına göreydi.Diğer gruptaki elementleri ise ortak özellikleri niteliyordu.Örneğin metaller ve gazlar şeklinde kategoriler vardı.Yapılması gereken iş,bu iki ayırımı aynı tabloda birleştirmekti.Bunu gören Mendeleyev oldu. Aslında 3 yıl önce bu ilkeyi John Newlands adında amatör bir kimyacı İngiltere’de öngörmüştü.Elementlerin atom ağırlıklarına göre dizildikleri zaman, peşpeşe gelen her sekiz elementin bazı özelliklerini tekrarlar ya da birbirleri ile uyuşur gibi göründüğünü ileri sürmüştü.Ancak koşullar henüz oluşmamıştı ve Newlands doğru bir sunum yapamamıştı. * Dimitriy İvanoviç Mendeleyev 1834 yılında Sibirya’da bulunan Tobolsk kentinde doğdu.Ailesinin 17. ve son çocuğu idi.Mendeleyev’in doğduğu yıl babası kör oldu ve emekliye ayrıldı.Ailenin geçimi annesinin üzerinde kalmıştı.Bayan Mendeleyev çalışkan bir kadındı.Nitekim sonunda bir cam fabrikasının müdürlüğüne yükseldi.1848 yılına kadar herşey iyi görünüyordu.Ama o yıl fabrika yanınca ailede maddi sıkıntı yeniden başladı. Mendeleyev oldukça zor bir çocukluk dönemi geçiriyordu. Bayan Mendeleyev en küçük çocuğunu okutmaya kararlıydı.1849 yılında liseyi bitirince oğlunu yanına alarak otostopla 6.436 km. yol katederek Petersburg’a vardı.Vucudu bu denli bir yorgunluğu kaldıramadığı için kısa süre içinde öldü. * Mendeleyev,Sibirya kökenli olduğu için hem Moskova Üniversitesi,hem de Petersburg Üniversitesi kendisini kabul etmiyordu.1850 yılında Petersburg Pedagoji Enstitüsü’ne kabul edildi.1855 yılında altın madalya ödülü kazanarak mezun oldu.Sağlığı bozulmuştu.Kırım’da bulunan Simferopol Üniversite Hazırlık Okulu’na öğretmen olarak atandı.Oradan Odessa Lisesi’ne geçti ve kimya çalışmalarını burada sürdürdü.Bu dalda yetkin bir kişi olduğunu kanıtlamıştı,ancak laboratuvar çalışmalarında o denli başarılı değildi.Biraz da darmadağınık olan saç ve sakalları nedeniyle tanınıyordu.Yılda sadece bir kez traş olduğu söylenmekteydi.Ama kısa süre sonra toparlandı. * 1856 yılında Petersburg Üniversitesi’nden kimya dalında lisansüstü derecesini aldı ve 1857 yılında üniversitedeki görevine başladı.1860 yılında hükümet tarafından Heidelberg Üniversitesi’ne gönderildi.Molekül kohezyonu,yani molekülleri bir arada tutan çekim kuvvetine ilişkin araştırmalara başladı.Eylül ayında katıldığı bir kongrede İtalyan kimyacı Stanislao Cannizzaro ile tanıştı.Cannizzaro’nun atom ağırlığı ile molekül ağırlığı arasında yaptığı ayırım kendisini bir hayli etkiledi.1861 ile 1864 yılları arasında bilimsel makaleler yazdı.1864 yılında Petersburg Teknoloji Enstitüsü’nde kimya profesörü,3 yıl sonra da Petersburg Üniversitesi’nde genel kimya profesörü oldu.1868-1870 yılları arasında,kısa süre sonra klasik bir ders kitabı durumuna gelecek olan ‘Kimyanın İlkeleri’ adlı kitabını yazdı. * Mendeleyev ‘Kimyanın İlkeleri’ adlı kitabını yazdığı sırada,elementleri sınıflandıracak bir sistem kurmayı planlamıştı.Bu nedenle elementlerin özellikleri aralarındaki ilişkileri araştırmaya başladı. Başka bilim adamları da bu tür bir sınıflandırma sistemi üzerinde çalışmaktaydılar. John Dalton’un atom ağırlıkları kavramını ele alan kimyacılar,bütün elementlerin basit ve ortak bir maddeden oluşması olasılığını araştırıyorlardı.Diğer taraftan elementlerin özelliklerindeki raslantısal benzerliklerin yapılarındaki benzerliklerinden ileri gelip gelmediğini inceliyorlardı.Bu amaçla elementlerin özellikleri arasında aritmetik bağıntılar kurmaya çalışıyorlardı. Sonuçta Periyotlar yasasını Mendeleyev buldu.Elementlerin atom ağırlıklarına ve ortak özelliklerine göre yapılan ayırımının aynı tabloda birleşebileceğini görmüştü. * Mendeleyev’in Kuzey Amerika’da solitarie,başka yerlerde patience adıyla tanınan tek kişilik bir kağıt oyunundan esinlendiği söylenir.Bu oyunda kartlar suitlerine göre,yani maça,kupa,karo ve sinek sırasına göre yatay doğrultuda,rakamlarına göre ise dikey doğrultuda sıralanır. Mendeleyev,benzer bir anlayışla,elementleri periyotlar denilen yatay diziler halinde ve gruplar denilen dikey sütunlar halinde sıraladı.Meydana gelmiş olan tablo,boyuna okunduğu zaman bir ilişki grubunu,enine okunduğu zaman başka bir ilişki grubunu gösteriyordu.Buna göre,dikey sütunlar benzer özelliklere sahip kimyasalları bir araya getirir.Metallere ait kimyasal benzerlikleri nedeniyle bakır gümüşün,gümüş te altının üzerinde yer alır.Aynı zamanda helyum,neon ve argon gazlar sütununa yerleşir.Yatay diziler de kimyasal elementleri atom çekirdeklerindeki proton sayısına,yani atom numarası olarak bilinen değere göre küçükten büyüğe doğru sıralar. Hidrojende bir proton bulunur.Bu nedenle atom numarası 1’dir ve tablonun ilk elementidir.Uranyumun 92 tane protonu vardır.Bu nedenle tablonun sonlarında yer alır,atom numarası 92’dir. Periyotlar yasasına göre elementler artan atom ağırlıklarına göre sıralandığında,ortaya çıkan tabloda elementlerin özellikleri de periyodik olarak sıralanır. Bu tablo,o güne değin tek başına incelenmiş kimyasal bağıntıların bir çoğunun birlikte gözlemlenmesini olanaklı hale getirmişti. Mendeleyev, tablosunda boşluklar bıraktı ve bu yerlerin henüz bulunmamış elementlerle doldurulacağını öngördü. * Mendeleyev,1867 yılında bir sergi nedeniyle Fransa’ya gitmişti.Orada kaldığı süre içinde kimya sanayisini incelemişti.Ülkesine dönünce soda üretimine katkıda bulundu.1876 yılında ABD’ye yaptığı gezide petrol ürünlerinin verimliliğini ve üretim sürecini inceledi.Ülkesine dönünce bu konulardaki önerilerini Rusya yöneticilerine iletti.Havacılık faaliyetleri de ilgi alanındaydı.Çeşitli bilimsel çalışmalarında balonlardan yararlandı. Siyasi görüşleri ilerici ve toplumsal reformlardan yanaydı.Bu nedenle sık sık çarlık rejiminin baskısı ile karşılaşıyordu.Sanatla ilgili bazı kuruluşlara üye olması engelleniyordu.Öğrencilerin uğradığı haksızlıklara karşı mücadele etti.Hükümetle düştüğü anlaşmazlık üzerine üniversitedeki görevinden istifa etti.Ama bilim dünyasında kazandığı başarı sayesinde çarlık rejimince işsiz bırakılmadı.1891 yılında ağır kimyasal maddelerin dışalımı konusunda yeni bir sistem kurmakla görevlendirildi.1893 yılında Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu’nun başına getirildi.Ölünceye dek bu görevi yaptı. 1907 yılında öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
  25. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Bilim İnsanları Biyografileri
    John Dalton,1766 yılında Manchester’de doğdu. Babası Quaker mezhebine mensup bir dokumacıydı. Quaker’lar 17.yüzyılın ortalarında İngiltere ve Amerikan kolonilerinde ortaya çıkan bir hıristiyan tarikatıdır.Tanrı’yı kavrayabilmek için dinsel kurumlara,din adamlarına ve ayinlere gerek olmadığını savunuyorlardı. Dalton, Cumberland’da bulunan bir Quaker okulunun yönetimini üstlendiğinde henüz 12 yaşındaydı.Alışılmadık derecede parlak bir öğrenciydi.Daha çocuk sayılacak yaşta olmasına rağmen Newton’un Principia’sını hem de Latincesini okumuştu.Kendi tuttuğu günlüklerde belirttiği gibi buna benzer daha pekçok bilimsel kitabı da okumuştu.2 yıl sonra, kardeşiyle birlikte 12 yıl görev yapacağı Kendal’daki bir okulda öğretmenliğe başladı.10 yıl sonra da Manchester’e taşındı ve ömrünün geride kalan 50 yılını burada geçirdi. * 1787 yılında başlattığı bilimsel çalışmasının ilki ,yaşadığı göl bölgesindeki iklim değişikliklerini inceleyen ve 200.000’in üzerinde kayıtın yer aldığı bir günce tutmaktı.Aynı yıl,atmosferdeki elektrik çalkantılarının etkisiyle gökyüzünde oluşan renkli şekillere,yani kutup ışığına tanık olmuştu.Kuzey yarıküredeki kutup ışığı olayları üzerine yazdıkları,kendi özgün düşüncesinin ilk ürünleri oldu.Matematik ve meteoroloji konularıyla da ilgilenmeye başlaması öğretmenliğinin ilk yıllarına rastlar. Kutup ışıkları üzerindeki araştırmaları sonucunda Yer’in magnetikliği ile kutup ışığı ışınları arasında bir ilişki olması gerektiği sonucuna vardı.Ona göre, kutup ışığı ışınlarının demire benzer bir yapıda olması mümkündü.Zira başka hiçbir madde magnetik değildir.Bu durumda atmosferin üst bölümlerinde mıknatıs çeliğinin bazı özelliklerine sahip bir akışkan bulunur.Bu akışkan, magnetik özelliklerinin etkisiyle silindir biçimli ışınlar durumunu alır.Meteoroloji alanında yaptığı araştırmaları sonucunda alize rüzgarlarının, Yer’in kendi çevresindeki dönme hareketinin ve sıcaklık farklarının etkisiyle oluştuğu sonucuna vardı.Oysa bu kuram daha kendisi doğmadan 1735 yılında George Hadley tarafından öne sürülmüştü.Barometre,termometre,nemölçü aleti, yağmur,bulutlar,atmosfer nemi gibi pekçok meteoroloji konusunda makaleler yazdı.Yağmurun,atmosfer basıncındaki değişiklikten değil,sıcaklığın düşmesinden kaynaklandığını belirleyen kişi oldu. * Hem kendisinde hem de kardeşinde bulunan renk körlüğü üzerine diğer bilim adamları ile birlikte incelemeler yaptı.Bu renk körlüğü,özellikle kırmızı ve yeşil renkleri ayırt edememe biçiminde ortaya çıkar.Bu kusur ilk kez Dalton’un gözünde saptanarak kendisinin de katıldığı çalışmalarla tanımlandığı için bugün ‘Daltonizm’ olarak adlandırılır.Bulduğu sonuçları 1794 yılında ‘Renklerin Görülmesine İlişkin Olağandışı Olgular’ başlıklı makalesinde açıkladı. O yıllarda İngiltere Kilisesi’ne bağlı olmayanlar Cambridge ve Oxford üniversitelerine alınmıyorlardı.Bu nedenle Presbiteryenler, Manchester’de New College’ı kurmuşlardı.Böylece papaz adaylarına ve halktan kişilere nitelikli öğrenim sağlanmış oluyordu.Dalton, New College’da bir süre matematik ve doğa felsefesi öğretmenliği yaptı. Henüz çözüme ulaşmamış olan bilimsel konuları kolayca belirleme becerisine sahip bir kişi olduğu gibi çeşitli konular üzerinde araştırmalar örgütleme yeteneğine de sahipti.Bir takım verilerden kolayca kuram çıkarabiliyordu. Bilim dünyasını etkileyen ürünlerini kimya çalışmalarında gösterdi.Aslında kimya araştırmaları alanında bir deneyimi yoktu.Buna rağmen çalışmalarında sezgi gücünü ve bağımsız düşünme yeteneğini kullandı.Mevcut olgulardan hareket ederek bir kurama ulaşma becerisini kimya için de kullandı. Gazlar üzerinde yaptığı ilk çalışması sonucunda kendi adıyla tanınan yasayı buldu.Buna göre,değişik gazlardan oluşan bir karışımın toplam basıncı, bileşimde yer alan gazlardan her birinin tek başına uyguladığı kısmi basınçların toplamına eşittir.Aynı deneylerden,gazların mutlak sıcaklıklarıyla doğru orantılı olarak genleştiklerine ilişkin yasayı da geliştirdi.Bütün bu çabaları sonucunda elde ettiği bulgulardan yola çıkarak gazların suda çözünürlüğünü kanıtlayan ve yayınım hızlarını belirleyen yeni deneyler yaptı. Atmosferin yapısına dair araştırmaları sonucunda ,kimyasal bileşimin 4.500 m. yüksekliğe kadar sabit kaldığını saptadı. 1800 yılında Manchester Edebiyat ve Felsefe Derneği’nin sekreterliğini üstlendi.Burada hem halka açık olarak hem de özel olarak matematik ve kimya dersleri veriyordu. 1803 yılında kimyasal elementlerin gösterilmesine ilişkin bir simgeler sistemi geliştirdi ve elementlerin bağıl atom ağırlıklarını saptayarak bunları bir tablo halinde düzenledi. Kimyasal bileşiklerin,elementlerin ağırlıkça belirli basit sayısal oranlarda birleşmeleriyle oluştuğunu ileri sürdü.Bu görüş,daha sonra belirli ve katlı oranlar yasalarının geliştirilmesine temel olacaktır. * En önemli çalışması atom konusunda olmuştu.Ona göre tüm elementler, atom denilen aynı ağırlığa ve aynı yapıya sahip olan çok küçük ve bölünmez parçacıklardan oluşur.Bu görüşlerini 1808 yılında yayınladığı ‘Yeni Kimya Felsefesi Sistemi’ adlı kitabında belirtmişti.Kitabın tamamı 900 sayfadan fazlaydı ve atom konusu sadece 5 sayfa tutuyordu.Ama bilim dünyası modern atom anlayışına yakın bir düşünüş tarzıyla ilk kez karşı karşıya kalıyordu.Kitabında belirttiğine göre,bir hidrojen parçacığını yaratmaya ya da yok etmeye kalkmak,güneş sistemine yeni bir gezegen katmaya ya da var olan bir gezegeni yok etmeye yeltenmekle birdir.Aslında atom fikri eski Yunanlılardan beri bilinen bir olguydu.Dalton’un katkısı,bu atomların göreli olan büyüklükleri,karakterleri ve bir araya geliş süreçleri üzerinde düşünmekti.Örneğin hidrojenin en hafif element olduğunu biliyordu.Bu nedenle ona bir değerinde atom ağırlığı vermişti. Suyun 7 parça oksijenden ve 1 parça hidrojenden oluştuğuna inanmıştı.Bu yüzden oksijene 7 değerinde bir atom ağırlığı öngördü.Elbette bu tahminleri oksijende olduğu gibi doğru değildi.Ama prensibi doğruydu. * 1817 yılında Felsefe Derneği’nin başkanlığına getirildi.Bu ünvanını ölünceye kadar koruyacaktır. 3 cilt ve 900 sahifeyi bulan ‘Yeni Kimya Felsefesi Sistemi’ adlı kitabı,yöntem olarak bağımsız ve tamamen özgündü.Dalton,başka bilimadamlarının yaptıkları çalışmalardan yararlanmak için oldukça çekingen davranmıştı.Kendi bilim adamlığını sık sık sorgulamış ve pekçok yanılgısını belirtmiştir. Çok az dostu vardı.Hiç evlenmedi. 1822 yılında Royal Society’nin üyeliğine seçildi.1826 yılında bu derneğin Altın Madalyası’nı kazandı.İngiliz Bilim Geliştirme Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Dalton özel yaşamında da Quaker’ların mütevazi davranış kurallarını uyguluyordu. 1826 yılında bir Fransız kimyacı onunla tanışmak için Manchester’e geldi.Ünü bu kadar yaygın olan Dalton’u büyük bir enstitü binasında bulacağını sanmıştı.Sora sora şehrin arka sokaklarından birinde bulunduğunu öğrendi. Oraya varınca küçük çocuklara temel aritmetik dersleri verdiğini gördü.Oldukça şaşırıp Bay Dalton’la mı karşı karşıya olduğunu sordu.Zira aritmetiğin ilk 4 kuralını küçük bir çocuğa öğreten bu kişinin Avrupa’da nam salan kimyacı olduğuna inanamıyordu.Ama Dalton,aradığı kişinin kendisi olduğunu söyledi. Küçük çocuğun aritmetiğini düzeltinceye kadar biraz oturmasını rica etti. * 1844 yılında öldü.Tabutunu 40.000 kişi seyretti.Cenaze alayının uzunluğu üç kilometreyi geçmişti. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.