iLyAdA tarafından postalanan herşey
-
GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
- ÖZLEDİKLERİMİZ
Rad_ya'yı özledim- Zana'yı Köşk'e Çıkartın
acil müşahade altına alınmalı bu yazar, konuştuklarına bakılırsa durumu çok vahim....- >>>İLYADA<<<
Canım frozen, öyle güzel bir hediye ile gelmişsin ki defterime çokk teşekkürler burada bıraktığın bu hoş iz için...- >>>İLYADA<<<
Ahh güzel arkadaşım öyle özledim ki seni:) ama kısa da sürse yaşadığımız güzellikleri anımsamaktan başka birşey gelmiyor elimden şimdi.. Baki kalan bu kubbe de bir hoş sada imiş misali, yad edip olanları gülüşüp duruyoruz.. Bildiğim bir şey var ama insanın senin gibi dostu olmalı Öylesine içten, verici, kendini düşünmeyen, saf ve candan.... seni çok seviyorum dostum- >>>İLYADA<<<
Güzel kardeşim, ellerine sağlık:=) GELECEĞİN ŞAİRLERİNE BİR ÇİFT SÖZ bizim aşkı yazacak zamanımız olmadı hiç düşünmeden hareket eden âşıklar olduğumuzdan vatan özgürlük türkülerine gereksinim duyuyordu vatan tarlalarda olgunlaşan tohumların türkülerine gereksinim duyuyordu vatan buyuruyordu bizim yoksul şairlerimize bilisizlikle savaşmayı öğreniyorduk ırmaklara baraj yapıyorduk dağlarda sosyalizmin ışıklarını yakıyorduk dert etme sen gözünü yeni açan şair ve yargılama bizi her şeyi tamamlayamadığımız için kendine benze, biz bakacağız mizacını ve taşınması güç bukağılar yüklenmiş basit keşişler gibi uykusuz gecelerimizi çok harcadık birçok büyük işin tamamladığına tanık olduk kısacık da olsa bir çift aşk şiiri yazabilir miydik kekeleyemediysek de ey sevgili aşkım, diye inanma sen yüreğimizin olmadığına! görebilseydin eğer neler çektik sevdiğimiz kızlardan neler işittik bir bilsen ne tatlı şeyler fısıldadık kulaklarına bu ışık saçan gecelerde ama zamanımız yoktu bu tatlı şeyleri yayımlamaya yayıncılarımız da meşguldü çok önemli işler yapmakla Dritero Agolli Çeviri: Kenan Hanok- Yabancı dilimiz Türkçe
"Ordusunu kaybeden bir millet tehlikededir. İstiklâlini kaybeden bir millet korkunç bir felâkete düşmüştür. Dilini kaybeden milletse yok olmuş demektir." Atsız Ata- SENİ BİR ANIT BIRAKTIM KENDİNE!
Pınardan Boğaziçi Bir pınardan boğaziçi’nin manzarası akarken hangi gözü kapalı hayalin kız kulesi tonundaki düşü uyandırır beni bu şiirden? Üstüm başım gece kokuyor. Uykularımı şarkılara bırakıp seslerimde uyanmalarımı yalnız kılıyorum. Şimdi iyisi mi sen begonyalarınla bahara göç et. Ya da ellerindeki İstanbul kokusuyla yürü yağmurlara... Bırak toprak koksun denizler. Bir dalga boyunda buğdaylar sararsın. Farzet ağaç olmuşuz ve birbirimizi yeşeriyoruz. Şiir ve Merhaba yanyana gelince gece oluyormuş. Uykulu cümlelere tutkulu imgeler eklemekten ve aynada hayale soyutluğu anlatmaktan yorgun düşmeyen öyküler yazabilir misin? Sesimiz bir kağıtta yankılanıyor. Kelimeler uçurum olmuş ücra bir imgeden tüttürüyoruz yardım şiirlerimizi… Çığlık çığlığa öykü olmuşken sevişmelerimiz söyler misin hangi Kafkaesk kurguda noktalarız çıldırmalarımızı? Bir figür ki, imgelerle örülsün. Bir kedi olsun ama o kedi orada olmasın. Bir renk ver:mesela mavi… Ama maviye benzemesin. Kırmızıya çalsın tonları mesela. Veya hiçbir renkle alakası olmasın. Ama bileyim onun mavi olduğunu.. Çizgileri kullanmadan bir adam çiz bana. İçinde kadın da olsun. Ne zaman baksa aynaya çılgınca sevişsinler. Ama asla dokunmasınlar birbirlerine… Yapabilir misin? Tualde yitirilen gölgelerin amenetçisi, fırça darbelerinle parçala adımlarımı. Hiçbir renge yürümeden, en soyut halimle bırak beni… Eskizlere çivile suretimi. Her yaşamımı yarım bırak ki, ölüm doymasın bana. Defalarca ölmek yerine, defalarca yaşa(n) mayayım… yazabildiğin en tenha şiire bırak beni… Acı olur intikamım… Yalnız bile bırakma beni, ki yalnızlığımdan yaratırım kalabalığımı… Eksik şiirlerin tadında mavi bir merhaba göndermek istedim. Şimdi ağır aksak bir öykünün bitmekte olan kurgusundayım. Yazılmak kader değil, bu olsa olsa yalnızlıktır. Yazılacak kadar yalnız mısın? Harflerde bırakıyorum bu şiiri. Hiçbir cümle tanımlamasın istedim. Kelimelerle dokunsunlar istemedim kaybolmalarıma… Elvedalardan devşirdiğim bir “Merhaba” bırakıyorum şarkılara 08.07.2006 Zeytinburnu – İstanbul metamorphosis- >>>İLYADA<<<
erbay, sağolasın ellerine sağlık kahveye de beklerim- Taylan_Abi ve *fly*'ın doğum günü..
Hay Allah, önce sana demedim dedin, şimdi de senden beklemezdim oysa ben bir im.... Azıcık tarafım da var ama neyse, nice yıllara- PUZZLE SEVER MİSİNİZ?
afrikalı- PUZZLE SEVER MİSİNİZ?
gelincikler- >>>İLYADA<<<
Öylesine anlamlı ve güzel bir mesajla gelmişsin ziyaretime ki Çok çok teşekkürler ediyorum sana şaşkın askerciğim benim- İçindeki nakaratı yaz...
Sensiz saadet neymiş Tatmadım bilemem ki Alnımın yazısıydı Ne yapsam silemem ki Seni uzaktan sevmek Aşkların en güzeli Alıştım hasretine Gel desen gelemem ki- Erbay
Hey, Çırak! Kıramadım emmini; etin de kemiğin de benim, unutma! Emmin, emmimin asker arkadaşı, hatırı büyük. Seninki Diyarbakır'dan, Benimki karşıdan; Kasımpaşa'dan. Çarşı izninde tanışmışlar, çıkarken çarpışmışlar Bursa Kârhanesi'nin kapısından. Zordur yalnızlık; kaynaşmışlar. Yok aslında durumum, çırak yetiştirmeye… Söyleyemedim bunu, sen de belli etme. Bak şimdi, beni iyi dinle: Sabah benden önce geleceksin dükkanın önüne, bekleyeceksin. Tersimden kalkmamışsam eğer, gülümserim sana ve hatta "günaydın" bile diyebilirim; yılışma, cılanma, kanma. Asma kilitlere anahtarları takar, beklerim "besmelesiz" açma. Kepengi kaldırınca, yol vereceksin bana, içeri girerken önce sağ adımınla, amman haa! Bak, Çırak! Burası tamirhane değil. Arabaların altına yatmayacaksın, kıymetini bil. Burada sanat yapılır, sanat! Makineleri iyi sil. Soldaki benden yaşlıdır, 54 Heidelberg kâğıdı kadınını çeker gibi çeker, şaşarsın boyayı kibarca verir üstüne ne arka verme, ne kırıştırma, ne de üzme, tertemiz verir işi eline, zevkinden uçarsın. Bak bu Gestetner… Nazlıdır biraz. Çok işe yarar ama sık hastalanır haylaz. Seveceksin onu, eğer o da seni severse, boya ve tiner kanına karışır, 300 gram kuşe bir gün elini keserse. Neyse, edebiyatı bırakalım, işimize bakalım: Önce, sabah çayımı isterim ot kokmayacak, rengi tavşan kanı. Akşamdan kalan benim, o, kalmayacak. Öğlene doğru ben taş oynamaya giderim, dükkan sana emanet. Arayanlara, "usta Cuma'da" diyeceksin, idare et. Döndüğümde, sol kaşım yukarı kalkık, bıyıklarım aşağı sarkıksa, "görünmez" olmalısın. Ben söylemeden altılıyı yatırmalısın. Beygirler de eğer koşmuyorlarsa bugün, yandık Çırak! Kap gel nöbetçi büfeden bir 35'lik, beni kendimle bırak. O da bizdendir, Büfeci Yaşar… daha sormamıştır bir kez bile ne zaman ödeyeceğimi, bulabilirse eğer şişelerin ardında; deftere yazar. Sobada ıskarta kâğıtlar tutuşmuş ve tezgâha temiz bir gazete serilmişse, üzerinde açılmış bir sardalya kutusu, biraz leblebi, ince bellilerde aslan sütü, karşımda Kenan Usta'm, henüz yenilmemişse, daha ne isterim be Çırak. Emminin hatırı büyük Çırak. Meraklanma, haftalığın bu hafta zamlı, Fazla mesaili, çift tarifeden, kıyak. Kenan Usta'na iyi bak, O'ndan öğrenecek çok şey var; "O" ki, yenileceği zamanı kendi belirledi ve sana da, bana da öğütledi bir Maltepe akşamında, tiner kokuları ve dostluk rüzgarları arasında biraz kuruyemiş, az kavurma ve lakerdalı yalansız, riyasız gazete kağıtları üzerine kurulu, son çilingir sofrasında: "Heyy, Çırak.. Kalma öyle kenarda, Otur yanıma, durma ayakta. Doğru - dürüst ol, kin bilme, emeğinin kıymetini bil, eğilme… Çalış ,çabala, öğren… zor olsa da; yanlış yapacaksın, utanma. Hepimiz çıplak doğduk, çıplak gideceğiz kendini şanssız görme, "zengin" gördüklerine özenme. Bugün varız, yarın… kim bilir? Elinden geldiğince sev, seni sevenleri farket. Mutluluk başka nedir? ..ve Çırak… yine de hiçbir şey istediğin gibi olmuyorsa, beni hatırla; "Ne demişti" de, Kenan Usta; Heyy Çırak, değmez, gülüm; üç günlük dünya. Olmadı mı bir türlü? En sonu ne? Ölüm! İttir et, sıkılma. nerde tırak, orda bırak. Sonrasını da imam, cemaat ve bizi bu hale düşürenler düşünsün. Varsa eğer öbür dünya, bir temiz gazete kâğıdı serili masa başında, hesaplarını orada görürsün." Müfit Uzman- jön anı defteri
Ateş Kanatlı Kuşlar Ateş kanatlı kuşlar süzülür masallarımda; kanatları ki yekpare yangınlardan filizlenmiş pençelerinde dumanlar can çekişir. Gagalarında is kokulu yağmurlar. Kanatları ki isyanlara bileylenmiş. her kanatla yarılır göğün mavi göğsü ve serilir yere yıldız kümeleri... hırçın bir süvari kateder denizleri mavi atıyla dörtnala dalgalarda gökkuşağı tozar ve sis kaplar alacasında yakamozları Deniz bir çöl, serabında fırtınalar sile gecelerimi artık uykusuz artık düşsüzüm Ki olmaz senden öte düş... Sen efsaneleri emziren anadoluda, güneşin bahçesinin sevda kokan çiçeği; artık her sevda seni kokar... Sen,patikalarda militan adımlarıyla ilerlerken koynumda sakladığım yaşanacak yarın... Her doğacak gün seninledir... Sana aydınlanır geceler... Sen, mavinin en deniz yanı içimin o uçsuz okyanuslarında Fırat'a ve Dicleye karışıp cennete yürüyen o şiir hurisi; bildiğim tek sevapsın sen... Senden öte cennet olmaz... Ateş kanatlı kuşlar süzülür şiirlerimde kanatlarında imge imge yangınlar kanatlarında satır satır özlemler o ateş kanatlı kuşlar ki yorar mavilerimin denize sürgün sabahlarını. Oateş kanatlı kuşlar ki mil çeker gökyüzünün sensiz maviliklerine... kördür sema; tutunur bulutların belli belirsiz kollarına Sonrasında dökülür tan kızıllığı ve ben yeni bir günün rahminde bağıra bağıra adını veririm dağlarıma... Artık vaktidir sevdiğim baharının... Yeşer denizlerimin gezilmemiş sevdalarını. Artık vaktidir sevdiğim denizlerinin; gül ki bir gonca mavi daha sana filizlensin... metamorphosis- >>>İLYADA<<<
Bir Yelin Mor Ezgisi Sükunetin kıyısındaydı rüzgar. Bir ateşin kıvılcımına değdi sureti. Ne çok masala değmişti kim bilir cümleleri. Aniden soyunup dizelerden engin kağıtlara bıraktı düşlerini. Evvela düşlerini kokladı. Nisan yağmurları gibiydi. Sonra arındı ellerinde mevsimleri. Bir çizgi misali uzandı eskizlere. Ve peşi sıra şiirdi gece…Deniz ürkek, deniz çocuktu. Mavileri yara bere içinde. Ve dile geldi adam; Nasır bağlamış gökyüzü; sıktıkça geceden yarasını, irin halinde yıldızlar savrulur. Fışkırır sancısı bir rahimden; göbeğinde darağacı, soluksuz bir yaşam gerilir şahdamarın çarmıhına, ölümü doğumundan önce bir düşüm, sür beni rüyalarının en derin uçurumlarına. Apansız giyinirim yolları. Kaç defa eskittim bu tarihi bilemezsin. Topraklarımda kafileler halinde köleleştirilmiş yalnızlıklar. Satılır bir kağıda yazılmayan şiirin pahasında. Haritalarda tozar gölgelerim. Kendimi unutmuşum ardımda. Terkedilmiş öykülerin yırtık sayfalarında eksiltirim mazimi. Tüm patikalarda çocukluğumu yitiririm. Kaybolmuş yüzüm rüzgarlarda. Başka lisanların coğrafyalarında unuturum tebessümlerimi. Tanrılardan çaldığı cümleleri serdi kağıtlara. Dağlarda eşkıya olmuş ölümleri. Kol gezer Olimpos’un mabetlerinde şimdi. Ve Yel süzüldü cümlelerin iklimine; Akbabaların sofrasında yem şimdi gönlüm.. Hangi mitoloji sayıklar beni sayfalarda. Ey Homeros kaçıncı susuşun bana? Bu kaçıncı sükunetin mor şiirlerime. Kaç ateşe sürgün edildi gölgem; Prometyus’un yüreğinde yaradır suskunluğum. Adam eğdi beyazlarını kirlenmiş kağıtlarına. Arındırdı şiirlerini bir aforozun korkusunda. Sonra düştü soluğu bir cümlenin imlasına ; Parçalanır göğsüm bir yıldızın düşüşünde... Doldururum ceplerime gökkuşağını, doldururum gözlerime yağmurları… Çoktan kaybetmişken onca tufanı, Merih’den habersiz giyerim kıyametten kaftanı… Yel, sürdü gözlerini uykularına. Teninde diaspora…Ve yağmalanır Babil’in göğe eren bahçeleri. Hypatia’nın dudaklarından süzülür Yel’in düşleri ; Düşüşümde akan kan-yaşlarım var artık düşümde; Ne bir gece bilir sığınmaya, ne de bir gündüz doğmaya. Zemherilerim titrer aynaların kırıklığında. Şiirleri talan edilmiş bir şairin gözyaşı, isyanı lanetlenmiş bir filozofun idamı, aklına gelebilecek her hüznün Araf’ıyım ben… Sorguya çekilince gölgeler, bir, bir sürüldü bedenlerden. Çelik minberler gerildi vaizlerin dualarına. Devamında zincirlendi denizler. Ve mil çekildi gökyüzüne. Maviye kanayınca denizler Adam ağladı cümlelere; Düşmeye görsün, defalarca zincirlerim uçurumlarımı. Bir rüyanın seyrinde sükunetine terk ederim dizelerimi. Yaşayabileceğin son yalnızlığım ben... Ben sabahlarımı gecelere terk ettim. Yalnız bıraktım uykularımı sensizliğimle. Yel savruldu çocukluğa. Oyunlar savurdu caddelere.Sokaklarda saklanmakta haylazlıkları. Ve şiiri yutup, düş püskürdü ; Hokkabaz yalnızlıkların rahmine düşmüşüm.. anadan doğma çocuk bir düşmüşüm.. tozlarından arınıp sevdalığa gömülmüş benden büyük yalnızlığa bürünmüşüm.. yazdım, yazdım sildim.. içim üşüyor sanki, şiirler kağıtlarda zemheride mi ne? Buğulu camlara yazıyorum düşlerimi; tatmin etmiyor yine… Dün konuştuk bugün kafiye yaptım; Dün sustuk bugün devrik halde cümlelerim. Kaybolunca çocuklar panayırlarda, bir ince telaş dolanır bayram sabahlarına. Sonrasında uğurlanır kentten bahar. Ve Adam sallar mendilini bir şiirin vedasına; Her sirkin hengamesinde kaybolan sükutum ben. süslü yüzlerin ardına bakma ince bir ruj lekesinde kalan tadım ben... hangi yaşamdan kaldığı muğlak isminde tüm tarihi gizli anım ben... Şimdi kınından çekilmekte fırtına. Ay ışığı sürmüş ordularını talan eder mavileri. Sahilde yara bere içinde kumdan kalelerde sığınır deniz. Daha kaç kılıç darbesi sinecek yakamoza? Daha kaç hançeri indirecek dalgaların bağrına? Ve daha kaç okyanus tükenecek bu seferde? Yel, kazıyınca şafağını nöbet tutan gölgelerin uykusuzluğuna, parmak uçlarında terhis edildi masalları. Sonrası şiir…Sonrası öykü… Ve yel yirmi dokuz harfi uyandırmadan geçti şiirin başucuna; aslında.. Uyanmıştı gecelerim… Sokak lambasında görülürken düşlerim beyinsel bir fırtına esareti, çelişki bölüğünde bir asker künyesi.. şafak sadece gün ağarırken vuruyor pencereme.. Benim değil, göğün yüzünün şafağı.. Ve adam dokundu Yel’in şaraptan şiirlerine. Uyanırken masalları bir sarhoşluğun mahmurluğundan, kazara çarptı kalemi Yel’in bir mısrasına ; Pencerene çentiklediğin yüzünü anlat. Bir yağmurun yağışına sakladığın şarkılarını,. Veya bir saksıda keşfettiğin coğrafyaları anlat. Akvaryumunda fırtınalar kopuyor baksana; bir şiirin enkazında soluksuz halde mesafelerin... Ve Yel yağmura soyundu. Nisandı…Ve hatta geceydi… Açıp pencerenin rüyaya bakan kısmını usulca sığındı bir poyrazın hiç de uzak olmayan iklimine; Anlatılacak ne varsa susar şimdi. Adı özlem mi? Hasret mi? Artık her sahne bahara açılıyor. Ve perdelerde yeşermekte begonyalar. Bense uyumaktaki bir çocuğun kulağında yankılanıyorum; adım ninni olmuş… Fabl’lar yazılmışken incitmeden sustuğum şiirlerime, söyler misin hangi şairin derinliğinden çıkartabilirim denizlerimi… Hayatı kattık, yıpranmışlıklarıyla cümlelere.. Sonra doldurup bir şişeye, engin bir yüreğin özgürlüğüne saldık.. metamorphosis--moRyEL_- >>>İLYADA<<<
Fazla kaçırma sakın- Frozen......
Bir aşığın Savunması “Ben melanet hırkasını kendim giydim eğnime Ar namus şişesini taşa çaldım kime ne?” Neydi peki aşk? Ve kaç yıla sığardı? Dahası kimdi kime aşık olan? Efendiler, bilmediğiniz her şeydir aşk… Benim bildiğim sevgiliden ibaret; onun “Sevgili” oluşuysa benden ibaret. Buyrun size getirdim! Nedir o gözlerinizdeki şaşkın ifade? Nedir o bomboş ellerime baktıran şey? Size veremediklerinizi getirdim. Başkası olma pahasına Ödünler verdiğiniz benliklerinizi getirdim. Ki sizin beni yargılama nedeninizdi yaşayamadığınız ve korktuğunuz aşklarınız… Ki sizin beni incitme nedeninizdi incittiğiniz benliğiniz… Bırakın benden kendi yapamadıklarınızın acısı çıkartmayı. Bırakın beni kendi incinmişliğinize bedel göstermeyi. Ve bırakın sevgimi de seveyim… Size rağmen değil, sizinle birlikte sevmektir sevgi. Size inat değil, sizinle hayatla savaşmaktır sevgi. “Sofular haram demişler bu aşkın badesine Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne?” Peki kaç yıla sığardı sevgi? Annelerinizi ve babalarınızı sevmek için kaç yıl beklediniz? Kedilerinizi ve çiçeklerinizi kaç koca yılda sevdiniz? Neydi bir yemeğin güzel olmasına neden olan? Damağınızda bıraktığı o lezzet değil mi? Hiç mi bir aç insanı doyurunca, tok olduğunuzu duyumsamadınız? Ve hiç mi kendi tebessümlerinizi yaralı bir insanın hüznüne huzur eyleyip sermediniz? Onca yıllık ömrümde öğrendiğim tek şey; büyümek için yılları beklememekti. Onca yıllık ömrümde öğrendiğim ikinci şey; sevginin kendi zamanı olduğuydu… Efendiler, benim sarf edeceğim yıllar sevgiliyedir, toplumun basma kalıp kurallarına değil. Benim sarf edeceğim ömür, sevgilinin gözlerindeki bir ışıltıdır, renkli sözlerdeki herkeslik değil… Mesela, şiirler yazarım sevgiliye. Olmadık anlarda özlemler beslerim ona. Ve onu sevmek için, onun beni sevmesini beklemem. Sevgim olmalı onun beni sevmesine neden. O kadar güzel sevmeliyim ki onu, beni değil efendiler, onu ne kadar sevdiğimi görmeli bana bakarken. Başkalarının söylediği sözleri sarf edemem sevgiliye. “Gah çıkarım gözyüzüne seyrederim alemi Gah inerim yeryüzüne seyreder alem beni.” Susmak bile bize özgüdür. Söylenecek tüm sözlerin toplamı değil midir sevgili? Efendiler üç günlük dünyada, iki günde sevdiğim için mi kusurluyum? Başkaları gibi acı çekmediğin mi suçluyum? Ve onu sevmek için gözlerime ihtiyacım olmadığı için mi kabahatliyim? Beni sevgimle değil, sevgisizliğimle yargılayın… Beni incitecekseniz, sizi kırdığım kadar kırın. Ve sevgimi, sevebildiğiniz kadar eleştirin. Yapamadıklarınızla kınamayın beni. Kurallarınız sizedir, benim kuralım insandır. Ve insanı sınırsızken sevmeliyiz. Sevebilmeliyiz bir insanı uçurtma uçururken, çiçeklere basmadan yürürken, yağmurun altında yürürken, ve vapurdan martılara simit atarken. Bir insanı sevebilmek için bir ömüre gerek yok efendiler, sevebilecek kadar çocuk olmak yeterli… Kollarıyla sevenler! Elleriyle sevenler! Ayaklarıyla ve dudaklarıyla sevenler, sözüm sizedir; görebildiği kadar mı sever insan? Veya dokunabildiği kadar mı? Bir şiiri okurken alınan hazza, eski fotoğraflara bakarken ki o tebessüme ve bir şarkıyı dinlerken ki heyecana ne demeli? İnsan yaşayabildiği kadardır. Öyle bir sevgi ki, dokunmak,görmek nafile. Ruhu dokunamayan kişinin teni dokunsa ne olur? Sözleri olmayan kişinin sevda sözcüklerinden ne olur? Sevgi, hissedebildiğiniz ve hissettirebildiğiniz kadardır. Uzak olan insanlar değil efendiler, mesafelerdir. Hatalarımı yargılamışsınız. Cezam ise kendi pişmanlıklarınız. Beni pişmanlıklarınızla ve önyargılarınızla değil, benim ile yargılayın. Peki kimdi kime aşık olan? Söyleyeyim efendiler; iki insan… “Nesimi’ye sormuşlar o yar ile hoş musun? Hoş olayım olmayayım o yar benim kime ne?” metamorphosis- >>>İLYADA<<<
Çok güzel bir şiirle , yine çok güzel bir konuk gelmiş defterime...frozen ellerin dert görmesin:)- İnsan Olma Zamanı
Eski Demokratik Toplum Partisi (DTP) Eşbaşkanı Diyarbakır bağımsız milletvekili adayı Aysel Tuğluk, Meclis'e girmeleri halinde önce kendilerini Türk halkına kabul ettirmeye çalışacaklarını söyledi. Aysel Tuğluk'un seçim kampanyasında çalışan bazı görevliler, yoğun programlara rağmen ibadetlerini ihmal etmiyor. Zaman'a konuşan Tuğluk, diğer milletvekillerinin de Kürt halkına kendilerini kabul ettirmesi gerektiğini belirtti. Kürt sorununun çözümü için Meclis'te uzlaşma ortamı sağlayacaklarını kaydeden Tuğluk, Kürtçe yemin konusunda "O dönemin şartları başkaydı, şimdi başka" ifadesini kullandı. Tuğluk, teröristbaşı Abdullah Öcalan için kullandıkları 'Sayın' ifadesi için ise geri adım atmadı: "Hukuki bulmadığımız için biz ceza yesek de 'Sayın' sözünü kullanmaya devam edeceğiz." En basit örnek; dün dündür, bugün bugündür söylemini de kapmış hemen...Dokunamayacak bile kimse onlara, dilediklerince at oynatacaklar şimdi T.B.M.M' de!!!- İnsan Olma Zamanı
Senin yorumların olmadan burayı düşünemiyorum Taylan Abi- İnsan Olma Zamanı
İnsan Olma Zamanı En gelişmiş canlı bu mu? Uzaya çıkan, elektriği, interneti, tekerleği bulan, doğayı yenmeye çalışıp kansere çare arayan... aslanı, fili eğiten, sevda türküleri besteleyip aşk uğruna dağları delen... ideolojilerden, felsefeden sözeden, daha iyi, daha yaşanılası bir dünya hedefleyen? Aynı gökkubbe altında nefes alıp verebildiği tek küreyi kendi türüyle ortaklaşa kullanmayı beceremeyen... ezildiğini, haksızlığa uğradığını, özgürlük mücadelesi verdiğini söylerken... suçsuz, günahsız, kendi gibi yaşamaya, nefes alıp vermeye, evine bir dilim ekmek götürmeye çalışmaktan, özlediği çocuğuna sarılmaktan, diş, baş, yürek ağrısının dinmesini beklemekten, herkesin daha iyi yaşaması için dua etmekten, karıncayı bile incitmemeye özen göstermekten, penceresinin önündeki çiçeğine su vermekten, Tanrı'nın verdiği üç günlük ömrü kimseye zararı dokunmadan tamamlamayı düşlemekten başka bir şey yapıp yapmadığını düşünmeden, bilmeden, önemsemeden... evine döneni, işine gideni, sokakta yürüyeni, dolmuş, otobüs bekleyeni, belki kendinin olmadığı kadar çaresiz, kendinden fazla aç, ezik olanı... cezalandırma, kurban etme yetkisini kendinde görüp acımadan, gözünü kırpmadan katleden... havaya uçuran, yakan, yıkan, patlatan... oluk oluk kan akıtan... Bu mu en gelişmiş canlı? Bu mu hayvandan farklı olan? Bu mu insan? Eğer öyleyse, vah bize! En gelişmiş canlı olduğumuz, yalan! *** Zaman; yaşadığımız terörü görmezden gelenlere, işlerine geldiği gibi yorumlayanlara, ikili oynayanlara, bizi oyalayanlara, çifte standart uygulayanlara "yeter" deme zamanı.... "en gelişmiş canlı varlık olduğumuzu" kanıtlama ve unutanlara hatırlatma zamanı... tribünleri yakan inanılmaz sarı-lacivert, sarı-kırmızı kavgalarını bırakıp düştüğü yeri yakan ateşi elbirliğiyle söndürme zamanı... Zaman; kırmızı-beyaz bayrağımız altında terörün karşına da hep birlikte dikilme zamanı. Müfit Uzman- Bırak, Bana Anlatma!
Bırak, Bana Anlatma! Uzun zamandır yapamıyorum, o nedenle de hâlâ aynı keyfi verir mi bilmiyorum ama özledim. Gece yolculuklarını... Haydarpaşa'dan binmişim gece trenine, Ankara'ya gidiyorum örneğin. Sabaha karşı trenin nedense bir türlü orta yolu bulamayan kalorifer sisteminin çimento fırınına çevirdiği vagonunda vücudum, biri tutup silkelese mevcut üç-beş kilo etim kemiklerinden ayrılacak kadar tandıra dönmüş, sıcaktan bayılmışım. Benden biraz daha dayanıklı -ve de güçlü- bir başka yolcunun aşağıya indirebildiği camdan gelen mis gibi Anadolu ayazı yüzüme çarpıyor, "hade haşheşlii, süt saleep" seslerini de vagona taşıyor. İçeri yeni yolcular giriyor telaşla. Kiminin kucağında çoktan uyumuş bebeler, elleri kolları dolu, boş yer bakınıyorlar. Biri yanımdaki koltuğu gözüyle işaret edip bana soruyor; "sahibisi va mı?" Sahibi kamu, yani sen, ben, biziz diyorum içimden. Kendime kızıyorum sonra; 'bal gibi anladın işte, yanın boş mu, oturan kimse var mı, oturabilir miyim buraya' inceliği bu, 'sen aç da kendi…' "Yok, selbes, buyur" diyorum. Valizini yerleştiriyor yukarı, gardaki sabahçı kahvehanesinden üzerine sinen karbonatlı çay, haşhaşlı, tütün karışımı o bildik koku sızıyor ceketinin içinden, oturuyor. 'Şimdi soracak..' beklentisindeyim. Soruyor: "Hayırlı yolculuk. Ne tarafa?" Tren Ankara'ya kadar gidiyor. Eskişehir'den sonra arada bir de Polatlı kaldı. Acaba onu mu soruyor, yoksa maksat muhabbet mi? "Ankara" diyorum, yanıtını biliyorum tıpkı onun gibi ama ben de ona soruyorum: "Sen nereye?" "Ben de!" Kısa bir sessizlik. 'Hadi' diyorum içimden, 'ikinci soruya geç!' "Ee hemşerim (!), melmeket nire?" İşte bu! Yapabildiğim dönemlerde, şehirlerarası otobüslerle, trenlerle yolculuk keyfini yaşayabildiğim zamanlarda bana garip, tuhaf gelen, irkilten, ürküten soru.. Gıcıklığım tutar, ukalâlık yapardım. Ardındaki niyeti adım gibi bilsem de (neydi haykkatten, niyet değil, adım?), yapıştırırdım: "Türkiye." Bundan sonrası iki seçenekli. Yanımda oturanın genel sinir sistemine ve o anki ruh haline bağlı olarak farklı tepki gelecek. Bir; zoraki bir tebessümün ardından koltuğunu yatırıp uyuyacak, yine arkadaşsız kalacağım. Neyse ki genellikle ikinci seçenek çıkar; çevresi derin çizgilerle bezeli bir çift göz kısılır, biraz daha dikkatli bakar: "Orası öyle de, memleketin neresindensin anlamında. Yoksa hepimiz Türkiye'liyiz. Hangi şehirdensin diye sordum." "Şaka yaptım, kızma! Ben Diyarbakır'da doğmuşum. Anam Şile'li, baba tarafı Eskişehir'den. Daha eskilere gidersem, her biri bir başka köşeden. Ama bildiğim, son bir-iki nesil, hepimiz Türkiye'den. Ya sen?" Manav, Tatar, Bulgar göçmeni, Laz, Kürt, Arnavut… herhangi bir kökten. Ne farkeder? Türkiye'deydik, Türkiye'dendik. Aynı otobüste, trende, aynı yöne gitmekteydik. Buydu güzellik, birlikteydik. Geçen yıllar özde neyi değiştirmiş olabilir tüm kökenlerin daha da fazla iç içe geçmiş, kaynaşmış olmasından başka? Sevda yangını hele bir de Anadolu ateşi ile birleşmişse, gönül hangi fermanı dinler, düşünsene! Biz bize kalabilseydik, birbirimize düşürülmeseydik... Bırak, bana ne Marx, ne Lenin öyküleri, ne kurt masalı, ne de ezberlediğim başka bayat öyküler anlatma. Bana beni, kendini anlat... Bana bizi, birlikteliğimizi hatırlat. Müfit Uzman- Kendim; Sana Söylüyorum
Kendim; Sana Söylüyorum Dün öğlen saatlerinde… yemek molasına mı çıkmıştım, kahve mi içiyordum? Gazete mi okuyor, bir hastane koridorunda, ameliyathane kapısında dua mı ediyordum? Yeni mi uyanıyor, yeni mi uyuyor, milletvekili listelerine mi bakıyor, adliyeden mi çıkıyor, koğuşa mı giriyor, birilerine mi bağırıyor, dövüyor, sövüyor, sevişiyor, işiyor, terliyor, ağlıyor, gülüyor muydum? Bugün klavyeme dokunabildiğime, bunları anımsamaya çalıştığıma ve birileri okuyabildiğine göre; yaşıyordum, yaşıyorduk. Aynı saatlerde Onlar da yaşıyordu. … Daha kaç yaşındaydı ki, beş dakika önce ne düşünüyordu, kaç günü kalmıştı, benim kardeşim, senin nişanlın, onun oğlu, diğerinin sevdalısı, kimin nesi, mektup mu yazar, şiir mi okur, ne umar, ne kadar korkardı da yüreğine saklamıştı, nöbetteyken içinden türkü mü söylerdi, güzel miydi sesi? asker traşlıydı da başı; ela mıydı gözleri.. toz - toprak - barut - ter mi kokardı giysisi? … Canlarından oldular. Vatan için, onun için, benim için vuruldular. Bir nefes verdiler, bir daha alamaz oldular. *** Askere gidişimi hatırladım. Harem'de davullu zurnalı, altı okkalı, "en büyük asker, bizim asker" sloganlı değildi gidişim. Otobüse Harem'den değil, "trafik"ten binmiştim. Mehmetçik olarak değil, "Memet Aga" olarak gitmiştim. Arkamdan ne gözyaşı, ne de su dökenim olmasın istemiştim. Kucağında bebemi taşıyan sevgilimin benzin pompasının arkasına gizlendiğini, otobüs hareket ettikten sonra farketmiştim. Çakı gibi bir asker olmadım. Cezalı havuza, ağaca, karavana kazanına nöbet tutmadım. "Tertip"lerimden sekiz sene rötarlı, "devre kaybı" katıldığım ve hiçbir zaman mantığını kavrayamadığım bir doksan gündü benim yaşadığım. Asker traşımı İskenderun'daki berber dükkânının kapısı önünde, aynada kendime bakmadan yaptırdım. Teslim olup, uyumadan geçirdiğim gecenin sabahında, daha "kalk" komutu gelmeden gittiğim lavabo aynasında, kendimi tanıyamadım. Perama'lı Osman Çavuş'un izniyle, hapishaneden çıktığı gün askere yollanan koğuş nöbetçisi Kambur Hüsam'ın, Permatik değil, Derby değil, şimdilerde adı bile geçmeyen Nacet marka jileti ikiye kırıp elektrot yaptığı, çıplak iki kablo ucuna düğümlediği jilet parçalarını çaydanlığa daldırarak yarattığı "kettle"da demlediği çayı yudumladım. Teskere günüm geldiğinde, asker giysilerim, teçhizatım benden alındığı halde komutanım tarafından salınmadım. İki gün daha dertleştik onunla, ast-üst ilişkisi olmadan. Tüm alayın köşe-bucak kaçtığı, askerin adını duyduğu anda titrediği komutan, üniformanın içinde benim gibi, herkes gibi bir insan olduğunu anlatmaya mı çalışmıştı, ne bileyim. *** Şimdi marşlarla, türkülerle, bayrak açarak, güle-oynaya askere gönderdiğimiz çocuklarımız acemiliklerini tamamladıktan sonra kur'ada doğu ya da güneydoğu Anadolu'da bir bölgeyi "çekerlerse", tüm aile, eş-dost, sevgili, arkadaş çevresi de "çekmeye" başlıyor. Sanki gidilen yer, bu ülkenin bir bölgesi değilmiş gibi. Sürgün, ceza, kör talih, şanssızlık, eyvah ki eyvah… "Torpil"ler aranıyor, endişeler artıyor, korkulu bekleyişler başlıyor. Nasıl korkulmasın? Önce Allah'a, sonra komutanlara emanet ederek uğurluyorum. Canımdan bir parçayı, sanki bir makine parçası, bir dişli, bir kayış, bir tetik, bir kalkan… olmaya zorlayan sistemin içine bırakıyorum. "Vatan görevi" diyorum, askerliğini yapmamışlara iş, sevdiği kız ile birleşmesine izin vermiyorum.. Sivil yönetimin çözmediği, çözemediği sorunları askerime, askerimi ateşe atıyorum. İnternet sitesinden bir basın bildirisi yayınladı diye kınadığım, askerin adını ananlara "demokrasi düşmanı, darbeci, faşist" damgasını bastığım, giden her canın ardından hamasi nutuklar attığım, asker ocağı yan gelip yatma yeri değildir; ölen ölür, kalan sağlar bizimdir mantığıyla baktığım, pembe dizileri seyredip yattığım tatlı uykumdan ne zaman uyanacağım? Kanıksanacak olaylar, kanıksanacak haberler değil bunlar. Milletvekili pazarına, salı pazarına, pazar magazinlere benzemez bu. Can pazarında can verenlerden, analarından, babalarından, bekleyenlerinden, yavrularından ne zaman utanacağım? Üç-beş kitaptan birkaç alıntı, bir tutam kıvrak zekâ, duygu yoksunu lâf ebelikleriyle kariyer peşinde koşup başkalarını edepsizce çözümleme bulmacalarından zevk almayı bile bırakamıyorum; bu gidişle "insan" olamayacağım. Kendim; sana söylüyorum; …, sen anla! Müfit Uzman - ÖZLEDİKLERİMİZ
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.