Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

Ana ekranınızda anlık bildirimler, rozetler ve daha fazlasıyla tam ekran uygulama.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

kaan_bebeto

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

kaan_bebeto tarafından postalanan herşey

  1. durum nedir ne değildir.... son 50 yılda yapılan yanlışlıkların sonucumu acaba...? atom bombaları savaşlar nükleer facialar siz ne dersiniz... nedir sorunlar... otomobil üretimi otomobil üretimindeki kastım egzos dumanıydı ..üretilen her aracın biregzosu oldugu için her araçtan duman atmosfere karışıyor ve zehirlenmiyoruzz... doğa anada zehirlendi
  2. Yıldızlar İçinde yaşadığımız Evreni tanıma çabaları yüzyıllardır sürüyor. Bu çabalar sonucunda pek çok gökcisminin yapısı anlaşıldı. Bunlarla birlikte yıldızların yapılarının anlaşılması da içinde bulunduğumuz yüzyılda gerçekleşti ve Evren'deki yerimizin özel olmadığının farkına varıldı. Fizikçi Sir Arthur Eddington, daha 1920'li yıllarda, çok uzak olmayan bir gelecekte, yıldız gibi 'basit'bir cismin nasıl çalıştığının anlaşılabileceğini söylemişti. Nitekim, 30 yıl içerisinde gerçekten, bir yıldızın nasıl 'çalıştığı'sorusu çözüldü. Geceleri, gökyüzüne baktığımızda, binlerce yıldız görürüz. Gördüğümüz bu yıldızlar, genellikle yeryüzüne diğerlerine oranla daha yakın, bu nedenle de parlak görünen yıldızlardır. Bu parlak noktaların güzelliği ve ulaşılmazlığı, çok eski çağlardan bu güne insanların ilgisini çekmiş; onların oluşturdukları şekilleri, birtakım tanrılara; mitolojik kahramanlara ya da günlük hayatta kullanılan araç-gerece benzetmişlerdir. Sadece bununla da kalmayıp, gökyüzünü belirli bölümlere ayırarak, her bölgeye içinde bulunan takımyıldızın ismini vermişlerdir. Yıldız katologları oluşturarak, her bölgedeki gökcisimlerini konumlarına göre isimlendirmişlerdir. 19. yüzyılın sonlarına doğru, teleskopların ve gökbilimin gelişmesine bağlı olarak, gökcisimlerinin de yapıları anlaşılmaya başlandı. Bugün, bir yıldızdan kaynaklanan ışığı, yeryüzünde yapacağımız birkaç basit işlemle hesaplayabiliyoruz. Bir takım spektroskopik ve fotometrik ölçümler (tayf ve ışık ölçümleri) yardımıyla bir yıldızın nasıl "çalıştığını" anlayabiliyoruz. Hertzsprung ve Russell adlı iki astrofizikçi, 20. yüzyılın başında, yıldızların yaydıkları ışımanın şiddetine karşı sıcaklıklarını bir grafik haline getirdiler. Hertzsprung ve Russell, bekledikleri gibi, bir yıldızın sıcaklığı ve ışıma şiddeti arasında sistematik bir ilişkinin olduğunu gördüler. Çıplak gözle gördüğümüz yıldızların hemen hemen hepsi, ana kol adı verilen bir eğri oluşturuyordu. Hertzsprung ve Russell'in oluşturdukları bu diagram, (H-R diagramı) yıldızların özelliklerinin anlaşılmasında önemli bir role sahip oldu. H-R diagramında, parlaklığı çok az, ancak sıcaklığı çok yüksek olan beyaz cüceler; ya da, parlaklığı çok fazla (Güneş'ten binlerce defa fazla) buna karşın sıcaklığı düşük olan kırmızı devler, anakolun dışında kalırlar. Eğer, bir yıldız, termodinamik açıdan dengeye gelmişse, bu yıldızın parlaklığı ve sıcaklığı arasında bir ilişki vardır. Toplam ışıma şiddeti, yarıçapı "r" olan bir kürenin yüzey alanı (4 x pi x r2) ve sıcaklığın dördüncü kuvvetiyle orantılıdır. Yıldızın mutlak ışıma şiddeti biliniyorsa (mutlak ışıma şiddeti, belirli bir uzaklıktaki ölçülen ışıma miktarıdır), bu yıldızın yarıçapı hesaplanabilir. Güneş'in yaydığı toplam ışıma gücü, 4x1026 Watt'tır ve yüzey sıcaklığı 6000 K (Kelvin) olarak ölçülmektedir. Güneş'in çekirdeğindeki sıcaklık ise, ancak yapısının anlaşılmasından sonra belirlenebildi. Buna göre, Güneş'in merkezindeki sıcaklık yaklaşık 10 milyon derecedir. Güneş, ortalama bir yıldız olduğuna göre diğer yıldızları onunla karşılaştırabiliriz. Bu, onların yapısının anlaşılmasında oldukça yardımcı olmaktadır. Bu nedenle, genellikle Güneş'in özellikleri diğer yıldızları tanımlarken birim olarak kabul edilir. Güneş'in kütlesi 2x1033 gram; yarıçapı ise yaklaşık 700 bin kilometredir. Diğer yıldızlara baktığımızda, Güneş'in %5'i kadar kütleden başlayıp, 100 Güneş kütlesine kadar değişen kütleler görmekteyiz. Daha küçük kütlelere sahip yıldızlar yoktur; çünkü, bu kütlelerde, yıldızın çekirdeği nükleer tepkimeleri başlatacak kadar ısınamaz. Kütlesi çok büyük olan bir yıldız ise o kadar ısınır ki, merkezindeki ışımanın yarattığı basınç yıldızı patlatır. Peki, bir yıldızın parçalarını bir arada tutan kuvvet nedir? Bu kuvvet, kütle çekimidir. Yıldızlar, genellikle durağan bir yapıya sahip olduklarına göre, kütle çekimine karşı koyacak ve çökmeyi durduracak, içerden kaynaklanan bir basınç kaynağına ihtiyaç vardır. Bir yıldızı oluşturacak gaz bulutu çökmeye başladıkça, basıncının artmasıyla birlikte, sıcaklığı da artar. Gaz bulutu, belirli bir sıcaklığa ulaştığında, merkezindeki sıcaklık, yeterli basıncı yaratarak çökmeyi durdurabilir. Ancak, sıcak gazın oluşturduğu bu yıldız, enerjinin korunumu ilkesine göre, yaydığı ışınımdan dolayı enerji kaybedecektir ve bu nedenle zamanla soğuyacaktır. Çökmeyi durduran basınç kaynağını kaybeden yıldız ise çökmeye başlayacaktır. 19. yüzyılda, Güneş'i ve diğer yıldızları inceleyen bilim adamları, bu gökcisimlerinin ışıma şiddetlerinin; dolayısıyla da enerji yayma güçlerinin önemli ölçüde değişmediğini fark ettiler. Bu cisimlerin, çok büyük yapıya sahip olduklarını göz önüne alarak soğumalarının milyonlarca yıl alacağını düşündüler. Ancak, Dünya'daki bazı jeolojik kaynaklardan elde edilen veriler, Güneş'in çok daha yaşlı olduğunu gösteriyordu. Bunun üzerine, astrofizikçiler, Güneş'in sürekli bir enerji kaynağı olması gerektiğini düşündüler. Dünya'daki jeolojik kaynaklardan edinilen bilgilerin değerlendirilmesi sonucunda, Dünya'nın yaşının yaklaşık beş milyar yıl olduğu hesaplandı. Güneş'in de en azından beş milyar yaşında olduğunu hesaplayan bilim adamları, yaydığı ışımayı ölçerek Güneş'teki her bir atoma ne kadar enerji düştüğünü buldular. Bu hesaba göre, Güneş'in her atomunun, yaklaşık bir milyon elektron Volt enerji yaymış olması gerekiyor. Bu miktardaki bir enerjinin, kimyasal olaylar yoluyla ortaya çıkması olanaksızdı. 1919-1920 yıllarında, Fransız fizikçi Jean Perrom ve İngiliz fizikçi Arthur Eddington, bu enerjinin kaynağının nükleer dönüşümler olduğunu iddia ettiler. Bu iddia, bilim adamlarının ne kadar güçlü bir önseziye sahip olduklarını gösteriyor. Çünkü, bu enerjinin ortaya çıkabilmesi için, atom çekirdeklerinin devreye girmesi gerekir. O tarihlerde, atom çekirdeklerinin varlığı ve ne kadar enerjiye sahip oldukları bilinmesine karşın, nükleer tepkimeler (çekirdek tepkimeleri) daha bütün yönleriyle anlaşılmış değildi. Bir çekirdek tepkimesini anlayabilmek için, Kuantum Mekaniği'nin anlaşılması gerekiyordu. 1920'li yıllarda, Kuantum Mekaniği'nin matematiksel bir teori olarak ortaya çıkarılmasıyla birlikte, çekirdek tepkimeleri de anlaşılmaya başlandı. Einstein'in ünlü E=mc2 formülüne göre, enerji farkının, kütle farkının ışık hızının karesiyle çarpımına eşit olması (E1-E2=(m1-m2)c2 ) gerekir. Bu bilgilerin, astrofiziğe uygulanması hemen hemen aynı zamanlara rastlıyor. Evren'deki temel madde olan hidrojenin atom çekirdeklerinin dördü bir araya geldiğinde bir helyum atomu çekirdeği ve belirli bir miktar enerji ortaya çıkar. Atkinson ve Guthermans adlı iki fizikçi, bu enerjinin yaklaşık 6 milyon elektron Volt olduğunu buldular ve yıldızın ortasında iki hidrojen atomunun çarpışarak bir helyum atomu oluşturma ihtimalini hesapladılar. Bunu Güneş'in yaymakta olduğu enerjiyle karşılaştırdıklarında Güneş'i dengede tutabilecek enerjinin kaynağını bulduklarını anladılar: Hidrojenin helyuma dönüşmesi. Yıldızların anlaşılmasında ilk adım olan bu olayın güzel bir hikayesi vardır. 1929 yılında, Guthermans ve Atkinson, konuyla ilgili makalelerini yazıp bitirdikten sonra, Guthermans kız arkadaşıyla bir yürüyüşe çıkar. Arkadaşının, "Yıldızlar ne güzel parlıyor!" sözüne karşılık, Guthermans, böbürlenerek şöyle der: "Ben, dünden beri onların niçin parladıklarını biliyorum". Bu ilk adımdan sonra, birçok bilim adamı konuya yöneldi. Araştırmalar yapıldı. Bunların sonucunda, bir takım basit hesaplarla, bir yıldızın kütlesi ne kadar olursa, içerisindeki sıcaklık ne olmalı? Bu sıcaklıkta enerji üretimi ne kadar olur? Enerji üretimi yıldızın çekimini hangi yarıçapta dengeler? türünden sorulara yanıtlar bulundu. Bir yıldızın denge durumunda kalabilmesi için, kütle çekiminin oluşturduğu kuvvetin bir şekilde, karşı bir kuvvetle dengelenmesi gerekmektedir. Dışarı doğru olan kuvvetleri yaratan basınç, içeriye doğru olan kütleçekiminin yarattığı basınçtan daha az olmamalıdır ki, yıldızın çökmesine engel olsun. Bu duruma, "hidrostatik denge" adı verilmektedir. Öte yandan, yıldızın parlaması için, içeriden dışarıya doğru bir enerji akışı olması gerekir. Enerji, yıldızda basıncın ve sıcaklığın en yüksek olduğu çekirdek kısmında üretilir. Çekirdek, tepkimelerin gerçekleştiği bölgedir. Yıldızın dengede kalabilmesi için, üretilen enerjinin dışarı atılması gerekir. Yıldızın çok sıcak çekirdeğinde üretilen enerji, yıldızın içerisinden geçerek, yüzeyden dışarı çıkar. Bir yıldızın ürettiği enerji ne kadar fazlaysa, ışıma şiddeti de o kadar fazla olur. Bir yıldızın yapısı, enerji üretimi, sıcaklık, basınç ve yoğunluk gibi değerleri birbirine bağlayan denklemler çözülerek, anlaşılabilir. Bu denklemlerin hassas çözümleri, ancak 1950’li yılların ilk kuşak bilgisayarları ile gerçekleştirilebildi. Örneğin, sıcaklığı bilinen bir yıldızın, yarıçapı, parlaklığı, kütlesi ve bunlara bağlı olarak da ömrünün ne kadar olacağı hesaplanabildi. 1920’li yıllardan bu yana, geçen süre içinde temel fizik kanunları ve nükleer fizik (çekirdek fiziği) kullanılarak, yıldızların yapısı ve evrimi aşama aşama çözüldü. Yapılan hesapların doğruluğu, gözlemlerle de kanıtlandı. Bugün, bazı nükleer tepkimeler Dünya’da reaktörlerde ve nükleer silahlarda kullanılıyor. Termonükleer tepkimeler olarak adlandırılan, hidrojenin helyuma dönüştürülmesi olayının Dünya’da gerçekleştirilmesi, muazzam bir enerji kaynağı olabilir; ancak, şu anda ciddi mühendislik problemleri bunun gerçekleştirilebilmesini engelliyor. Yeryüzünde, henüz, ortaya çıkacak bu denli yüksek sıcaklıklara dayanabilecek bir ortam yaratılabilmiş değil. Yıldızlarda ise, termonükleer tepkimeler kendiliğinden, doğal olarak gerçekleşiyor. Kütle çekimi, hidrojeni, tepkimeler için gerekli olan basınçta ve sıcaklıkta tutabiliyor. Yıldızların yapısının anlaşılması, Evren'de en çok bulunan madde olan hidrojenin dışındaki maddelerin nasıl oluştuğunu da açıklığa kavuşturdu. Evren'deki, hidrojenden ağır, demire kadar bütün maddeler, yıldızların içerisinde, nükleer tepkimelerle (çekirdek tepkimeleriyle); demirden ağır olanlar ise, bu yıldızların patlamalarıyla oluşan süpernovaların ortaya çıkardıkları çok büyük enerji sayesinde oluşmaktadır. Patlamalarla dağılan maddeden yeni yıldızlar oluştukça, Evren'deki maddenin kompozisyonu zenginleşmektedir. Vücudumuzu ve etrafımızdaki maddenin çoğunu, yıldızlarda ve süpernovalarda oluşan elementler meydana getirir. Bizi ve etrafımızdaki tüm cisimleri oluşturan maddenin, yıldızlarda "pişirilmiş" olduğunu düşünebiliriz. Bir yıldızın, evrimine hidrojeni yakarak başladığını belirtmiştik. Yıldız ilk aşamada enerjisini, hidrojeni helyuma dönüştürerek üretir. Bir yakıtı tüketen yıldız, bir diğerini yakmaya başlar. Çekirdekteki hidrojenin tükenmesiyle, helyum atomları birbirleriyle tepkimeye girer ve karbon atomları oluşur. Helyumun yanmasıyla birlikte, yıldızın merkezindeki sıcaklık, çok daha yüksek bir düzeye ulaşır ve çekirdeğin etrafındaki hidrojenin de yanmasını sağlar; bu da, içerideki basıncın daha da artarak yıldızın genişlemesine yol açar. Yıldız bu aşamada, H-R diagramında, ömrünün büyük bir dönemini geçirdiği ana koldan ayrılır. Böylece, yıldız bir kırmızı dev haline gelir. Eğer yakıt miktarı ve yakıtı oluşturan maddeler sonsuz miktarda olsaydı, yıldızın evrimi sürekli olacaktı. (Büyük kütleli bir yıldız, çekirdeğindeki nükleer tepkimelerde sırasıyla şu maddeleri yakar: Hidrojen, helyum, karbon, neon, oksijen, silisyum.) Ancak, yakıtın sınırlı oluşunun yanında, tepkimeler, en düşük ve kararlı enerjiye sahip olan demir oluşana kadar devam eder. Bu aşamada, çekirdekteki tepkimeler sona ererek yıldız evriminin "çekirdek yanması" kısmı sona erer. Artık basıncı dengeleyecek bir kuvvet kalmadığı için, kütle çekimi galip gelir. Dengelenemeyen kütle çekimi yıldızın çökmeye başlamasına yol açar. Farklı yakıtların yakıldığı her aşamada biraz daha yüksek sıcaklıklar ortaya çıkar. Bu nedenle, yakıt daha çabuk tükenir; yani, her evre bir öncekinden daha hızlı geçer. Son evrelerde, artık bu bir patlama şeklinde gerçekleşir ve ortada yalnızca demirden bir çekirdek kalır. Bu aşama, yıldızın "ölümü" olarak kabul edilir. Artakalan maddenin kütlesine bağlı olarak oluşacak cisimler ise üç gruba ayrılır: Beyaz cüceler, nötron yıldızları ve karadelikler. Beyaz cüceler, aşağı yukarı güneş kütlesinde ve yarı çapları Dünya’nınki kadar olan cisimlerdir. Bu çok yoğun cisimleri çökmeden koruyan kuvvet "dejenere elektron basıncı" olarak adlandırılır. Pauli Prensibi’ne göre, iki elektronun aynı yerde bulunması olanaksızdır. Burada, dejenere elektron basıncı devreye girer. Bir beyaz cücede, çöken madde öyle yoğun hale gelir ki, elektronlar birbirlerinin üzerine gitmeye zorlanırlar. Nötron yıldızları ise, beyaz cücelere kıyasla çok daha yoğun cisimlerdir. Yıldızın, bir nötron yıldızı olabilmesi için, yıldızdan artakalan çekirdeğin kütlesinin, 1,4 ile 2,5 güneş kütlesi arasında olması gerekir. Tipik bir nötron yıldızının çapı, yaklaşık 10 kilometredir ve yoğunluğu da yaklaşık 100 milyon ton/cm3‘tür. Yani nötron yıldızının bir çay kaşığı miktarı yaklaşık 100 milyon ton ağırlıktadır. Bir atomu oluşturan temel parçacıklar, nötronlar, protonlar ve elektonlardır. Bir nötron yıldızının içerisinde ise sadece nötronlar vardır. Çünkü, basınç o kadar yüksektir ki, elektronlar ve protonlar birleşerek nötronlara dönüşürler. Bir nötron yıldızının içerisindeki yoğunluk, bir atomun çekirdeğindeki kadardır. Yani nötronlar birbirine bitişik olarak durmaktadırlar. Aynı, Pauli Prensibi’nde elektronlar için olduğu gibi, bu basınçta, nötronlar daha fazla sıkışamazlar ve yıldız denge konumuna gelir. Nötron yıldızları, gözlenebilen en yoğun yıldızlardır. Çökmeden önce, belirli bir açısal hıza sahip olan yıldızın hızı, yıldız çökmeye başladıkça giderek artar. (Bu, kolları yana açık olarak dönen bir buz patencisinin, kollarını kapatarak hızlanmasına benzer.) Nötron yıldızları gibi çok çökmüş gökcisimleri çok hızlı dönerler. İletken bir cisim çökerse, yani yoğunluğu artarsa, manyetik alan şiddeti de artar. Buna dayanarak nötron yıldızlarının manyetik alana sahip olduklarını söyleyebiliriz. Bu çok güçlü ve çok hızlı dönen mıknatıslar, elektromanyetik dalgalar üretirler. Nötron yıldızlarını, Evren'de kendi kendine oluşmuş birer "radyo istasyonu" olarak düşünebiliriz. Bu "radyo istasyonu" her yöne yayın yapmaz. Çünkü, dönen bir mıknatıs her yöne değil, kutupları doğrultusunda ışınım yapar. Kutuplarda ivmelenen yüklü parçacıklar, kutupların doğrultusunda bir ışınım fışkırmasına yol açarlar. Eğer, bu ışınımın yönü tesadüfen bizim yönümüzdeyse, biz bu ışınımı atmalar (pulse) olarak görürüz. Yıldızın her dönüşünde, bu ışınım bakış doğrultumuzdan bir kez geçer. Bu şekilde gözlenen nötron yıldızlarına atarca (pulsar) adı verilir. İlk atarca, 1967 yılında tesadüfen keşfedildi. Doktora öğrencisi Joustin Bell tarafından farkedilen düzenli bir sinyal yaklaşık bir yıl boyunca bilim adamlarının kafasını karıştırdıktan sonra, olayın aslı anlaşıldı. Çok düzenli ve hızlı olan bu sinyallerin, ancak küçük çaptaki bir gökcisminin dönüşünden kaynaklanabileceğini tahmin eden astronomlar, böylece, o zamana değin sadece teoride varolan nötron yıldızlarının varlığını kanıtladılar. Bugün bilinen yaklaşık 600 atarca vardır. Bilinen en hızlı atarca ise saniyede 642 defa dönmektedir. Eğer, ölen yıldızdan artakalan çekirdeğin kütlesi 2,5 Güneş kütlesinden büyükse, artık bu yıldızı dengede tutacak herhangi bir kuvvet yoktur. O halde, bu yıldız sonsuza değin çökecek; ancak, biz bunu belli bir aşamadan sonra göremeyeceğiz. Bir cismi görebilmemiz için, bu cisimden kaynaklanan ya da yansıyan ışığın gözlerimize ulaşması gerekir. Eğer, 2,5 güneş kütlesindeki bu cisim, 3 kilometreden küçük bir çapa kadar sıkışırsa, bu cismin kütleçekimi, hiçbir şeyin, ışığın bile bu cisimden kaçmasına olanak tanımaz. Bu nedenle bu cisimlere "karadelik" adı verilir. Hiç ışık yaymadığı ve yansıtmadığı için, bir karadeliği doğrudan gözlemek mümkün değildir; ancak, çeşitli yöntemlerle, varlığını anlamak hatta kütlesini ölçmek mümkün olabiliyor. Yöntemlerden birisi şudur: Eğer, bir ikili yıldız sisteminin üyerinden birisi kara delikse, ve eğer yıldızdan karadeliğe bir madde akışı oluyorsa, karadeliğin etrafında dönerek, içerisine düşen madde güçlü x-ışınları yayar. Bu güçlü ışınım, bir karadeliğin varlığının göstergesi olabilir. Diğer bir yöntem, "kütleçekimsel mercek" olarak bilinen etkiden yararlanılmasıdır. Karadeliğin yarattığı çok güçlü kütleçekimi, yakınından geçen ışık ışınlarının bükülmesine neden olur. Yani karadelik, bir mercek gibi davranır. Eger bir karadelik, uzaktaki bir ışık kaynağıyla Dünya’nın arasına girerse, bu cismin görüntüsü, mercek etkisinden dolayı bozulmalara uğrar. Bugüne kadar, Samanyolu içerisinde, bir kütleçekimsel mercek etkisine rastlanmadı. Buna karşın, çok uzaklarda bulunan kuasarlarla aramıza giren karadelikler tespit edildi.
  3. Evrenin Oluşumu Uçsuz bucaksız gökyüzüne bakıp da hayran olmamak elde değildir. Çıplak gözle görülebilen sayısız yıldız bile evrenin ne kadar karmaşık bir yapıda olduğunu fark etmemiz için yeterli. Ama çıplak gözle gördüğümüz gökyüzü evrenin milyarda birlik bir kısmını bile temsil etmiyor. Gerçekte evren insan aklının almakta zorluk çekeceği bir büyüklüğe ve karmaşıklığa sahip. Güneş sistemini barındıran Samanyolu galaksisi dahil yaklaşık 100 milyar galaksiden ve sayısız gök cisminden oluşan devasa boyutlardaki evrenin çapı, devamlı genişlemeğe devam etmektedir. Evren büyüklüğü yanında, ilginçliği ve karmaşıklığı ile de akıl sınırlarını zorlamaktadır. Evrende var olan enerjinin sadece %10'luk kısmı tanımlana bilen maddelerden (gezegenler, yıldızlar, karadelikler ve çeşitli gazlar) oluşmaktadır, geri kalan enerjinin %90'lık kısmı "Karanlık madde" ismi verilmiş olan gözlemlenemeyen ve tanımlanamayan maddelerden oluşmaktadır. Bu denli büyük ve karmaşık olmasına rağmen, evrende var olan sayısız gök cismi eşi görülmemiş bir denge örneği göstermektedir. Evrenin tüm bu özellikleri kozmolojiyi bilim adamları için en popüler bilim dallarından biri haline getirmiştir. Şu an yaşamakta olan ve günümüze dek yaşamış tüm büyük bilim adamları evreni araştırmış ve özellikle teorik kozmoloji alanında çok büyük çalışmalar yapmışlardır. Big Bang Teorisi(Büyük Patlama) Bilim adamları böylesine kompleks bir yapıya sahip olan evrenin oluşumu hakkında tarih boyunca değişik fikirler ve teoriler ortaya atmışlardır. Fakat diğer konulardaki anlaşmazlıklara rağmen günümüzde evrenin başlangıcı konusu, bilim adamları arasındaki tam bir fikir birliği ile "Big Bang" adı verilen teoriye dayandırılmaktadır. Bu teori evrenin 10-20 milyar yıl önce "yoktan var edildiğini" ileri sürmektedir. Yani zamanımızdan 10-20 milyar yıl önce madde ve zaman yokken "Big Bang" adı verilen büyük bir patlama ile aniden madde ve zaman yaratılmıştır. "Big Bang" teorisi ilk olarak 1922 yılında Alexander Friedmann tarafından ortaya atıldı. O güne kadar evrenin durağan olduğunu savunan bilim dünyasının bu yeni teoriyi kabullenmesi hiçte kolay değildi. Çünkü bu teori evrenin, zaman ve maddeden bağımsız olan tüm boyutların üzerindeki bir güç tarafından yaratıldığı anlamına geliyordu. Aynı zamanda "maddenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini" iddia eden materyalist felsefe kökünden çürütülmüş oluyordu. Özellikle materyalist bilim adamları bu teoriyi kabul etmek istemedi. Fakat "Big Bang" gerçeğini görmezlikten gelmek çok zordu. Ünlü astronom Edwin Hubble 1929 yılında yaptığı gözlemler sonucunda evrenin devamlı genişlemekte olduğunu ispatladı, bu ispat Big Bang teorisi için çok büyük bir kanıttı. Hubble'ın bu buluşu teorinin büyük bir bilim kesimi tarafından kabul görmesini sağladı, teoriyi kabullenmek istemeyen ve genişleyen evren modeline uygun değişik teoriler oluşturmaya çalışan bir kaç bilim adamı ise ancak1989 yılındaki "Big Bang" teorisinin kesin zaferine kadar dayanabildiler. Teorik hesaplamalara göre büyük patlamadan arda kalması gereken radyasyonu araştırmak üzere NASA tarafından 1989 yılında fırlatılan CUBE uydusu bu radyasyonu fırlatılışından sekiz dakika sonra belirleyerek "Big Bang" teorisini kesin olarak kanıtladı. Bu kanıttan sonra artarda gelen diğer kanıtlar teoriyi desteklemeğe devam etti. Evrendeki enerjinin bilinen kısmının büyük bölümü yıldızlarda, Hirojenin (H), füzyon sayesinde Helyuma (He) dönüşmesi ile oluşmaktadır. Bu enerji dönüşümü evrenin başlangıcından bu yana devam eden bir süreçtir. Eğer evren sonsuzdan beri var olsaydı hidrojenin tümünün helyuma dönüşmüş olması gerekirdi. Fakat şu an evrende var olan hidrojen, helyum oranı teorik hesaplamalara göre "Big Bang" 'den bu yana olması gerektiği gibidir. Bu ve benzeri bir çok delil "Big Bang" teorisinin güçlenerek ilerlemesini sağlamaktadır. Evrenin İlk Anları Ve Büyümesi Büyük patlamadan önce madde varolmadığına göre maddeye bağımlı olan zamanın varlığından da söz edilemez. Bu noktada bir fikir ayrılığı olmadığına göre Big Bang'den öncesinden söz etmemiz mümkün değil. Bizim inceleye bileceğimiz, büyük patlama anında neler oldu? Nasıl oldu da böylesine büyük bir patlama ile bu kadar kompleks yapıya sahip bir evren oluştu? gibi soruların cevaplarıdır. Bu soruları ancak teorik kozmoloji verilerine dayanarak yanıtlaya biliriz. Fakat elimizde gerekli veriler olmadığı için Big Bang anını açıklamakta fizik teorileri yetersiz kalıyor. Daha önceki anlarda neler olup bittiği konusunda henüz kesin deliller bulunmadığı için şu an en fazla patlamadan sonraki 0,00001'inci saniyeden bahsedebiliriz. Patlama anında ortaya çıkan muazzam sıcaklık, patlamadan 0.00001 saniye sonra kuarkların (atom altı parçacıkların) proton ve nötronları oluşturabileceği seviye kadar düştü, bu noktada tek atomdan oluşan ve en basit yapıya sahip element olan H (hidrojen) elementi oluştu. Patlamadan birkaç dakika sonra milyar derece cinsinden ifade edilebilecek değere düşen sıcaklık sayesinde "döteryum", "helyum" ve "lityum" elementleri oluşmaya başladı. "Büyük Patlama" anından sonraki genişleme hızı çok hassas bir değerdedir. Yapılan teorik hesaplamalara göre bu genişleme hızı, gerçekte olandan milyarda bir daha yavaş gerçekleşseydi muazzam kütle çekim etkisi ile evren kendi üzerine çökerek tekrar yok olacaktı. Tersi bir şekilde, evrenin genişleme hızı milyarda bir daha hızlı olsaydı atom altı parçacıklar atomu ve dolayısıyla evrende var olan gök cisimlerini oluşturamayacak şekilde dağılacaktı. İlk atomların ve elementlerin oluşmasından sonraki uzunca bir süre evren genişlemeye ve soğumaya devam etti evren yeteri kadar soğuduğunda kütle çekiminin etkisi ile gazlar yoğunlaşarak değişik gök cisimlerini oluşturmaya başladı. Evrende var olan hidrojen ve helyum dışındaki tüm elementler yıldızların oluşumundan sonra, bu yıldızların çekirdeğinde gerçekleşen nükleer tepkimler ile üretilmiştir. Bu gök cisimlerinin bir araya gelerek niçin galaksileri oluşturduğu henüz kesin olarak açıklanabilmiş değildir. Bunun açıklanması "kara enerji" ve "kara delik" olarak adlandırılan gök cisimlerinin tam olarak anlaşılmasına bağlıdır. Sonuç olarak bu günün bilimsel şartları ile kesin bir şekilde açıklayamadığımız bir süreç sonunda evren şu anki kompleks yapısına geldi ve her geçen saniye genişlemeye devam ediyor. Evrenin Yapısı Yazımızın başında da bahsettiğimiz gibi evren akıl almaz komplekslikte bir yapıya sahiptir. Evrenin bazı bölümlerinde çok büyük boşluklar varken, bazı bölümleri yoğun bir şekilde gök cisimleri ille doludur. İlk bakışta dağınık gibi görünen bu yerleşim şekli aslında Big Bang teorisinin ön gördüğü şekilde, homojen bir evreni oluşturmaktadır. Evren, 400 milyon ışık yılından daha geniş bir bölümü incelendiğinde homojenlik göstermektedir. Big Bang'den sonra hidrojen ve helyumdan oluşan gazlar kütle çekim enerjisi ve dönmelerinden kaynaklanan manyetik etkinin yardımı ile yoğunlaşarak değişik gök cisimlerini oluşturdular. Yine bu Büyük Patlama sonucunda oluşan ve "kozmik fon ışınımı" adı verilen radyasyon bütün evrene yayılmış durumdadır. Gök cisimlerinin yoğunluk gösterdiği bölgelere galaksi (gökada) adı verilmektedir. Kesin olmamakla beraber galaksilerin hemen hemen hepsinin merkezinde galaksiyi dengede tutan büyük bir karadelik varolduğu tahmin edilmektedir. Fakat yapılan inceleme ve hesaplamalar var olan karadelik ve diğer gök cisimlerinden kaynaklanan kütle çekim etkilerinin bu galaksileri bir arada tutmaya yetmeyeceği fark edilmiştir. Bu noktada teorik olarak var olan fakat tanımlanamayan ve gözlenemeyen başka bir maddenin varlığı bulunmuştur. Bilinen hiç bir fiziksel tanıma uymayan ve tamamen görünmez olan bu maddeye "karanlık madde" adı verilmektedir. Karanlık madde evrende var olan maddenin yaklaşık olarak %90'lık kısmını oluşturmaktadır. Karanlık maddenin dışında kalan ve tanımlana bilen gök cisimleri genel olarak gezegenler, meteorlar ve yıldızlardır. Ömrünü tamamlayan yıldızların ölümü ile oluşan beyaz cüceler, nötron yıldızları ve daha karmaşık bir yapıya sahip olan karadelikler evrenin en yoğun ve hakkında en az bilgi bulunan diğer cisimleridir. Ömrünü tamamlayan yıldızların "nebulla" adı verilen patlamaları sayesinde çekirdeğinde üretilen ağır elementler uzaya dağılır ve meteor şeklinde gezegenlerin üzerlerine yağar. Bu yolla demir gibi ağır elementler gezegenimize patlayan yıldızlardan bir hediye olarak gelmektedir. Evrenin gerçek yapısının şu an bilinenden daha karmaşık olduğu tahmin edilmektedir. Henüz açıklanamayan bir çok enerji şekli evrenin değişik bölümlerinde görev yapmaktadır. Örneğin yakın dönemdeki bir keşfe göre, evren giderek yavaşlaması gerekirken aksine hızlanan bir genişleme göstermektedir. Bu genişlemenin nedenini ve kaynağını bir türlü açıklayamayan kozmologlar bu güce "karanlık enerji" adını verilmiştir. Günümüzde çoğu hesaplara ve tahmine dayanan bir çok teori ileri sürülerek evrenin yapısı anlaşılmaya çalışılmaktadır. Fakat evreni tam olarak anlamak için çok geniş zaman dilimlerine uzanan ve belki de insan neslinin hiç birinin göremeyeceği kadar uzun sürecek inceleme ve gözlemlere ihtiyaç vardır. Tahminen, gelişen teknolojinin beraberinde getireceği ileri seviye teleskoplar ve geliştirilecek yeni gözlem sistemleri ile insan oğlu çok kısa zaman dilimleri içerisinde kozmoloji alanında bu gün olduğumuzdan çok daha büyük bilgilere sahip olacaktır. Samanyolu Galaksisi Şehir ışıklarından uzakta Ay'ın olmadığı açık bir gecede, gökyüzünü bir baştan öbür başa kuşatan puslu, parlak bir şeriti sık sık görebiliriz. Eski insanlar bunu sütyolu "Milkway" olarak isimlendirmişlerdir. Bugün, bu puslu şeritin Güneşin de içinde bulunduğu birkaç yüz milyon yıldızı içeren, disk şeklinde bir görünüm olduğunu biliyoruz. Bir teleskop ile Samanyolunu inceleyen ilk astronom Galileo, Samanyolunun sayısız yıldızlardan ibaret olduğunu keşfetti. 1780`li yıllarda William Herchel gökyüzünün 683 bölgeye ayırıp, bu bölgelerin her birindeki yıldızları sayarak Güneş'in Galaksideki yerini çıkarmaya çalıştı. Hershel, Galaksinin merkezine doğru yıldızların sayıca, büyük yoğunlukta olduğunu daha küçük yıldız yoğunluklarının ise Galaksinin sınırına doğru görüleceğini düşündü. Fakat, tüm Samanyolu boyunca kabaca, aynı yıldız yoğunlukları buldu. Buradan hareket ederek, Güneş'in Galaksimizin merkezinde bulunduğunu ortaya çıkardı. 1920` li yıllarda Hollandalı Astronom Kapteyn, çok sayıdaki yıldızların parlaklığını ve hareketlerini analiz ederek, Herschel`in görüşlerini doğruladı. Kapteyn`e göre Samanyolu yaklaşık 10 kpc (kiloparsek) çapında ve 2 kpc kalınlığında olup merkezi civarında Güneş bulunmaktadır. Hem Herschel hem de Kapteyn Güneş'in Galaksimizin merkezinde olduğu fikrinde yanıldılar. Trumpler, yıldız kümeleri ile ilgili çalışmalarında uzak kümelerin beklenildiğinden daha sönük göründüklerini keşfetti. Sonuç olarak, Trumpler yıldızlar arası uzayın mükemmel bir vakum olmadığını uzak yıldızlardan gelen ışığı absorblayan, toz ortamın olduğu sonucunu çıkardı. Bu toz partikülleri Galaksi düzleminde yoğunlaşmıştır.Yıldız ışığının, yıldızlararası ortam tarafından absorblanması sönükleşme olarak bilinir. Galaksi düzleminde yıldızlararası sönükleşme kiloparsek başına 2.5 kadirdir. Bir başka ifade ile, Dünya'dan 1 kpc uzakta, Samanyolunundaki bir yıldız yıldızlararası sönükleşmeden dolayı 2.5 kez daha sönük görülür. Galaksi merkezinde olduğu gibi yoğun yıldızlararası bulutların bulunduğu bölgelerde sönükleşme derecesi büyüktür. Gerçekte, görünür dalgaboylarında Galaksimizin merkezi bir bütün olarak görülemez. Herschel ve Kapteyni yanıltanda bu yıldızlararası sönükleşme idi. Sadece Galaksimizdeki en yakın yıldızları gözlemişlerdi. Üstelik yıldızların çok büyük bir kısmının Galaksimizin merkezinde bulunduğu fikrine sahip değillerdi. Yıldızlararası toz Galaksimizin düzleminde yoğunlaştığından dolayı, yıldızlararası sönükleşme buralarda daha çoktur. Shapley'in öncülüğünü yapmış olduğu, pek çok Astronom, Güneş'in Galaksi merkezinden olan uzaklığını ölçmeye giriştiler. Shapley, bugün için kabul edilen 28,000 ışık yılı bir uzaklığın yaklaşık üç katı kadar bir uzaklık hesapladı. Galaksi merkezi etrafında, su mazerleri ihtiva eden gaz bulutlarından elde edilen radyo gözlemlerine dayanan son hesaplara göre ise yaklaşık 23,000 ışık yılı bir uzaklık bulunmuştur. Galaksi merkezine olan uzaklık, diğer özelliklerin tespit edilebilmesinde bir ölçüdür. Galaksimizin disk kısmı 80,000 ışık yılı çapında 2,000 ışık yılı kalınlığındadır. Galaksimizin çekirdeği, yaklaşık 15,000 ışık yılı çapında olan merkezsel bulge (şişkin bölge) ile çevrilmiştir. Bu şişkin bölgenin şekli küreseldir Bugün için, Galaksimize ait altı tane bileşenden söz edilmektedir. Bunlar; İnce Disk, Kalın Disk, Halo, Şişkin Bölge, Karanlık Halo ve Yıldızlararası ortamdır. Karanlık halo ve yıldızlararası ortamın dışında bu bileşenlerde farklı türden yıldızlar bulunmaktadır. Halodaki yıldızlar, yaşlı ve metal bakımından fakirdir. Astronomlar bu yıldızları popülasyon II yıldızları olarak adlandırırlar. Halo çok az toz ve gaz ihtiva eder. Küresel kümeler ve RR Lyrae değişen yıldızları bu bileşende bulunmaktadır. Diskte bulunan yıldızlar ise, Güneş gibi genç ve metal bakımından zengin yıldızlardır. Bunlara popülasyon I yıldızları denir. Disk bileşeninde, çok miktarda gaz ve toz bulunur. Açık kümeler, emisyon nebulaları bu bileşenlerde bulunur. Galaksimizin diskinin mavimtrak olduğu anlaşılmıştır. Çünkü, diskten gelen ışıkta genç ve sıcak yıldızların radyasyonu hakimdir. Merkezdeki şişkin bölge popülasyon I ve popülasyon II yıldızlarının bir karışımını içermektedir. Bu bölge kırmızımtrak görülür. Nedeni ise, Galaksimizin bu bölgesinde daha soğuk kırmızı dev yıldızları bulunmaktadır. Galaksimizin düzleminde yıldızlararası toz, yıldızlardan gelen ışığı absorbladığı için Galaksimizin disk kısmının yapısının anlaşılması, radyo astronominin gelişmesine kadar beklemiştir. Radyo dalgaları, uzundalgaboylu oldukları için yıldızlararası ortamda absorblanmaya ve saçılmaya uğramadan bize kadar ulaşabilirler. Radyo ve optik gözlemler, Galaksimizin gaz ve tozdan ibaret spiral şekilli kollara sahip olduğunu ortaya çıkardı. Hidrojen evrende en bol bulunan elementtir. Hidrojen gazı gözlemlerinden Galaksimizin disk yapısı hakkında önemli ipuçları tespit edilmiştir. Hidrojen atomu, bir proton ve bir de elektrondan meydana gelir. Hidrojen atomu nötr halde yani elektronu temel seviyede iken, elektron ile aynı yönde (paralel) veya ters yönde (anti paralel) dönebilir. Proton ve elektron birbirine göre paralel döndüğü zaman ortamın toplam enerjisi, proton ve elektronun anti paralel döndükleri zaman ki toplam enerjisinden daha büyüktür. Protona göre paralel dönme hareketinde bulunan elektrona herhangi bir etkide bulunulursa, dönme yönü değişir. O zaman atomun toplam enerjisinde bir azalma meydana gelir. İşte bu sırada 21 cm dalgaboyunda bir ışınım yayınlanır. 1951 de Harvard da Astronomlar yıldızlararası ortamdaki 21 cm lik bu radyo ışınımını tespit ettiler. Bu radyo ışınımı, (Şekil 4) den de görüleceği üzere, Galaksi diskinde 1,2,3 ve 4 noktalarındaki hidrojen bulutlarından gelmektedir. Galaksimizin farklı bölgelerindeki gazlardan gelen radyo ışınımları farklı dalgaboyları ile radyo teleskoplara ulaştığından, değişik gaz bulutlarını seçip ayırmak ve böylelikle Galaksimizin bir haritasını çıkartmak mümkündür. Galaksimizin 21 cm lik radyo gözlemlerinden, nötral hidrojen gazından itibaren, birçok yay biçiminde kollar çıkarılmıştır. Galaksimizin spiral yapısına ait en önemli ipuçları O , B yıldızları ve H II bölgelerinin haritalanmasından elde edilmiştir. Ayrıca, karbonmonoksit (CO) ihtiva eden molekül bulutlarındaki radyo gözlemleri, Galaksimizin uzak bölgelerinin haritasını çıkartmak için kullanılmıştır. Bütün bu gözlemler, Galaksimizin spiral bir kola sahip olduğunu göstermektedir. Güneş, Orion kolu olarak isimlendirilen spiral kollardan birinde bulunmaktadır. Sagittarius kolu, galaksi merkezi doğrultusunda bir yerdedir. Bu kol, yaz aylarında Samanyolunun Scorpius ve Sagittarus boyunca uzanan kısmına bakıldığında görülebilir. Kış aylarında ise Perseus kolu görülebilir. İki büyük koldan diğer ikisi ise Centaurus ve Cygnus koludur. Spiral kollar, Galaksinin döndüğünü akla getirmektedir. Galaksimiz dönmese idi, bütün yıldızlar Galaksimizin merkezine düşerdi. Galaksimizin dönmesini hesap etmek zor bir iştir. Hidrojen gazından yayınlanan 21cm lik radyo gözlemleri, Galaksinin dönmesi hakkında önemli ipuçları sağlar. Bu gözlemler, Galaksimizin katı bir cisim gibi dönmediğini oldukça diferansiyel olarak döndüğünü açık olarak göstermektedir. İsveçli Astronom Lindblad, Galaksi merkezi etrafında yörüngesi boyunca Güneş'in hızının 250 km/sn olduğunu çıkarttı. Güneş bu hız ile Galaksimizin etrafını ancak 200 milyon yılda dolanabilir. Bu da Galaksimizin ne kadar büyüklükte olduğunu gösterir. Güneş'in Galaksimizin etrafındaki yörüngesini bilirsek, Galaksimizin kütlesini Keplerin üçüncü kanunundan hesaplayabiliriz. Buradan Galaksimizin kütlesinin, Güneş'in kütlesinin 1.1x1011 katı olduğu bulunmuştur. Bu kütle çok küçüktür. Çünkü Kepler kanunu, bize sadece Güneş'in yörüngesi içersindeki kütlesini verir. Güneş'in yörüngesinin dışarısındaki madde, Güneş'in hareketinin etkilemez ve böylelikle Keplerin üçüncü kanununa yansımaz. Bugün, hala Galaksimizin gerçek sınırı tespit edilemedi mutlaka şaşırtıcı bir madde miktarı, Galaksinin halosunun çok ötesinde uzanan küresel dağılım halinde Galaksimizi kuşatmalı. Bu maddeden dolayı, Galaksinin toplam kütlesi en azından Güneş kütlesinin 6 x 1011 katı veya daha fazla olabilir. Galaksimizin halosunun ötesindeki bu madde çok karanlıktır. Bunun için bu bölgeye "Karanlık Madde" adı verilir. Bu bölgede yıldız yoktur, ve varlığı çekim kuvvetinin varlığından anlaşılmaktadır.
  4. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Coğrafya Bilgileri
    Dünya ve Evren Dünyamız Samanyolu Galaksisi'ndeki yıldız sistemlerinden güneş sisteminde yer alır. Bütün gezegenler elips şeklinde bir yörüngede hareket ederler. ONUNCU GEZEGENİMİZ "SEDNA" 16 Mart 2004 — Adını Eskimo kültüründe okyanus tanrıçası Sedna’dan alan göktaşı, 10 bin 500 Dünya yılı ile Güneş Sistem’nin en uzun yörüngesine sahip. Gezegenin keşfi ile astronomlar arasında yeni bir tartışma başladı. Sedna’nın bir gezegen olup olmadığı üzerine kafa yürüten bilim adamları, bu şekilde gezegen kavramını ve Güneş Sistemi’nin de yapısal özelliklerini gözden geçiriyorlar. Güneş Sisteminin 10. Gezegeni 'Buz ve Kaya Krallığı' mı? Kısa adı NASA olan Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi tarafından fırlatılan Sedna 4 teleskobu, Güneş Sistemi'nde yeni bir gezegen keşfetti. Eğer bulgular doğruysa, 74 yıllık '9 gezegen' bilgisi tarihe karışacak. BBC'de yayınlanan habere göre, NASA tarafından uzaya fırlatılan Sedna 4 teleskobu tarafından gönderilen bilgilerle, Plüton gezegeninden daha büyük olduğu sanılan yeni uzay cismi, ispat edilmesi halinde Güneş Sistemi'nin 10. gezegeni olacak. Ancak astronomlar, bu cismin halen Güneş Sistemi'nin bir üyesi olup olmadığını araştırıyorlar. Daha önce de Hubble Teleskobu tarafından tespit edilen cisimle ilgili detaylı bilginin bu hafta içinde NASA tarafından dünya kamuoyurna açıklanacağı kaydedildi. En son 1930 yılında varlığı ispatlanan Plüton gezegeninden bu yana Güneş Sistemi'nde 9 gezegen olduğuna dair bilim öğretisini alt üst edecek olan 'yeni gezegen', bilim adamları tarafından 'Buz ve Kaya Krallığı' olarak ifade ediliyor. GÜNEŞ SİSTEMİ’NİN SINIRINDA Sedna, 10 bin 500 Dünya yılı süren Güneş’in etrafında bir tam dönüşü esnasında, yıldıza sadece çok kısa bir süre için yaklaşıyor, ancak bi gezegenin ısınmasına yetmiyor. Gözlem adı 2003 VB12 olan Sedna kızıl parlak bir renge sahip; bilim adamları parlak kızıl rengin, gezegenin bulunduğu Güneş Sistemi’nin dış bölgeleri için oldukça olağandışı bir durum olduğunu belirtiyorlar. Dr. Brown, Sedna gibi Güneş Sistemi’nin sonu sayılacak bir mesafeden Güneş’in hissedilmediğini belirtti. Dr. Brown, Sedna gezegeninde bulunan bir kişinin Güneş’i toplu iğne ucu büyüklüğünde göreceğini ifade ediyor. Bilim adamları Sedna’nın yüzey ısısının -240 derece olduğunu ve bu değerin son 4.5 milyar yıldır değişmediğini belirlediler. GEZEGEN ‘MADEN’İ Sedna 1930’da Plüton’nun keşfinden sonra bulunmuş en büyük gök cismi. Kimi astronomlar Sedna’nın Plüton’dan da daha büyük olabileceğini tahmin ediyorlar. California Institute of Technology astronomlarından Prof. Michael Brown liderliğinde yürütülen bir araştırma projesi kapsamında keşfedilen Sedna, Dünya’dan 10 milyar kilometre uzaklıkta Kuiper Kuşağı olarak bilinen bölgede yeralıyor. Kuşakta bulunan binlerce göktaşından şimdiye dek yaklaşık 400 tanesi tam olarak keşfedildi. Sedna’nın da içinde bulunduğu Kuiper Kuşağı, astronomlar tarafından bir “maden” olarak nitenlendiriliyor. Yüzlerce buzdan göktaşı içeren Kiuper Kuşağı’nda, 2000’de Varuna (900 km), 2001’de Ixion (1.065 km) ve 2002’de Kuaoar (1.200 km) gezegensileri tespit edilmişti. Şubat ayında ise 1.800 km çapında, 2004 DW gözlem adı ile bir başka gezegensi keşfedilmişti. Bünyesinde binlerce benzer büyüklükte gök cisminin bulunduğu Kuiper Kuşağı Sedna veya daha büyük yeni keşiflere gebe bir bölge. Sedna’nın daha önce bulunan benzer göktaşlarından farkı kendi başına bir yörünge tutturmuş olması. Arizona’da bulunan Tenagra Gözlemevi gezegenin yörüngesini belirlemek üzere çalışmalara başladı. GEZEGEN’LİK TARTIŞMASI Sedna’nın keşfi gezegen kavramının sorgulandığı ve belki de yeniden tanımlanacağı tartışmaları da alevlendirdi. Bir grup astronom Plüton’nun dahi bir gezegen olmadığını düşünüyor. Yapılacak gözlemler sonunda, Plüton’u gezegen sayılması için yeterli koşulların Sedna için de geçerli olduğuna dair fikir birliği oluşursa, Güneş Sistemi’nin on gezegeni olacak. Bilim çevreleri, göktaşının bir gezegen olarak değer kazanmasının daha geniş gözlemler gerektirdiğinin altını çiziyorlar. Bunların başında da göktaşının bağımsız Güneş merkezli bir yörüngesi olması kuramı geliyor. Sedna’nın eliptik yörüngesinde Güneş’in etrafında tam dönüşünü 10.500 yılda tamamladığı belirtildi. Uzun çapı 135 milyar kilometre ile Sedna’nın yörüngesi Güneş Sistemi’ndeki en uzun yörünge. Gezegeni keşfeden Dr. Micheal Brown, göktaşını gezegen yerine, kaya ve buzdan oluşan ve hacmen daha ufak olan “gezegensi” (planetoid) olarak nitelemeyi tercih ediyor. Brown Sedna’nın yeterince yüksek bir yoğunluğa sahip olmadığını düşünüyor. Keşfi Havaii’deki Gemini Observatory’den Michael Brown ve Chad Trujillo ve San Diego’daki Palomar Gözlemevi’nden Yale Üniversitesi astronomu David Rabinowitz birlikte yaptılar. Ekip Sedna’nın etrafında dönen bir de uydusu olduğunu keşfetti. GÜNEŞ Güneş sisteminin merkezinde yeralan, en yakın yıldız, Dünya’dan ortalama 149.591.000 km uzaklıkta, 1,39 milyon km çapında, ışık saçan dev bir gaz küresi olan Güneş’in en önemli bileşeni hidrojendir; yaklaşık % 5 oranında helyum ve daha ağır elementleri içerir. 1,99x10(33) erg/saniye hızıyla enerji üretir. Bu enerji, en çok, görünür ışın ve kızılaltı ışınım olarak uzaya yayılır ve Yer’de yaşamın sürmesinin başlıca nedenidir. Çapları bin kat daha büyük ve kütleleri birkaç yüz kat daha ağır olan bilinen en büyük yıldızlara karşılaştırılınca, Güneş, astronomi sınıflandırmasında cüce yıldız sınıfına girer. Ama kütlesi ve yarıçapı, Gökadamız’daki (samanyolu) bütün yıldızların ortalama kütlesine ve büyüklüğüne yakındır; çünkü birçok yıldız Yer’den daha küçük ve daha hafiftir. Güneş, tayfı, yüzey sıcaklığı ve rengi nedeniyle, astronomlar tarafından kullanılan tayf türleri şemasında “G2 cüce” diye de sınıflandırılır. Yüzey gazlarının yaydığı ışığın tayf şiddeti, 5000 A’ya yakın dalga boylarında en büyüktür; güneş ışığının niteleyici sarı rengi bundan ileri gelmektedir.İçinde yaşadığımız Evren'i tanıma çabamız, binlerce yıldan bu yana sürüyor. Günümüzde, en modern teleskoplar sayesinde, Evren'in en uzak köşelerini, milyarlarca ışık yılı ötedeki gökadaları görebiliyoruz. Oysa, Evren'de küçücük bir nokta gibi kalan, içinde yaşadığımız Güneş Sistemi'miz hâlâ gizemlerle dolu. Uzay Çağı'nın başlangıcından bu yana yapılan çalışmaların büyük bölümü, Güneş Sistemi'ni keşfetmek içindi. Bugün, gerek bu çalışmalara gerekse çevremizdeki başka olası gezegen sistemlerine bakarak Güneş Sistemi'mizin oluşum öyküsünü anlatabiliyoruz. Güneş Sistemi'nin bir bulutsudan oluştuğu düşüncesini, aynı zamanda bir fizikçi de olan Prusyalı filozof, Immanuel Kant ortaya attı. Kant, ilkel Evren'in ince bir gazla dolu olduğunu canlandırdı düşüncesinde. Başlangıçta homojen dağılmış bu gazda, doğal olarak zamanla bir takım kararsızlıklar ortaya çıkmalıydı. Bu kütleçekimsel kararsızlıklar, kütlelerin birbirini çekmesine, dolayısıyla da gazın belli bölgelerde topaklaşmaya başlamasına yol açacaktı. Peki, bu topaklar neden disk biçimini alıyordu? Kant, bunu da çözdü. Başlangıçta çok yavaş dönmekte olan gaz topakları, sıkıştıkça hızlanıyordu. Bu, çok temel bir fizik ilkesine, "Momentumun Korunumu İlkesi" ne dayanır. Bu ilke, genellikle bir buz patencisi örneğiyle açıklanır: Kolları açık, kendi çevresinde dönen buz patencisi, kollarını kapadığında hızlanır. Benzer olarak, kütleçekiminin etkisiyle sıkışmaya başlayan gazlar da giderek hızlanır. Dönmenin etkisi gaz topağının incelerek bir disk biçimini almasını sağlar. İşte, bu disklerden birisi Güneş Sistemi'mizi oluşturmuştur. Güneş’le ilgili modern çalışmalar, Galilei’nin güneş lekelerine ilişkin gözlemleriyle ve bu lekelerin hareketlerine dayanarak Güneş’in dönüşünü bulmasıyla 1611’de başladı. Güneş’in büyüklüğüne ve Yer’den uzaklığına ilişkin ilk yaklaşık doğru belirleme, 1684’te yapıldı; bu belirlemede, Fransız Akademisi’nin 1672’de Mars’ın Yer’e yaklaşması sırasında yaptığı nirengi (üçgenleme) gözlemlerinden elde edilen veriler kullanıldı. Joseph von Fraunhofer tarafından 1814’te Güneş’in soğurma çizgili tayfının bulunması ve Gustav Kirchhoff tarafından 1859’da bunun fiziksel yorumunun yapılması, güneş astrofiziği çağını başlattı; bu dönemde, Güneş’i oluşturan maddelerin fiziksel durumunu ve kimyasal bileşimini etkili olarak inceleme olanağı doğdu. 1908’de George Ellery Hale, güneş lekelerinin güçlü magnetik alanlarını belirledi; 1939’da Hans Bethe, güneş enerjisinin oluşumunda nükleer füzyonun oynadığı rolü aydınlattı. Yeni gelişmeler, bilim adamlarının Güneş’le ilgili görüşlerini değiştirmeyi sürdürmektedir. Güneş rüzgarının doğrudan doğruya belirlenmesi 1962’de gerçekleştirilmiş, Güneş’in yüksek hızlı tekrarlanan akıntılarının kaynaklarıysa 1969’da taç (korona) deliklerine ilişkin gözlemlerle belirlenmiştir. Kant'ın bu düşüncesi, daha sonra birçok gökbilimci tarafından kabul gördü; ancak, herhangi bir yıldızın çevresinde böyle bir oluşum gözlenemediği için, 1980'lere değin bu düşünce, bir varsayım olarak kaldı, kanıtlanamadı. Sonra, gökbilimciler, T Boğa türü yıldızların, yaklaşık üçte birinin, normalin çok üzerinde kızılötesi ışınım yaydığını keşfettiler. Yıldızın etrafındaki toz bulutu, yıldızın yaydığı kısa dalgaboylu ışınımı soğuruyor; sonra daha uzun dalga boyunda, yani kızılötesi ve radyo dalga boylarında ışınım yayıyordu. Birkaç yıl sonra, gökbilimciler bazı yıldız oluşum bölgelerine radyo teleskoplarla baktıklarında yıldızların etrafındaki karanlık, toz içeren diskleri doğrudan görebildiler. Hubble Uzay Teleskopu'nun keskin gözleriyle yapılan gözlemlerde, 1600 ışık yılı uzaklıktaki Orion Bulutsusu'ndaki yıldız oluşum bölgeleri incelendi. Böylece, genç yıldızların etrafındaki gaz ve toz diskleri ilk kez görünür dalgaboyunda görüntülenmiş oldu. TERİMLER EVREN(KAİNAT):Madde ve enerjiden oluşan başı ve sonu olmayan sistemdir. UZAY:İçerisinde gök cisimleri bulunan sonsuz boşluktur. SAMANYOLU GALAKSİSİ:Güneş sistemimizin içerisinde yer aldığı yıldız topluluğudur.Bu galaksinin çapı yaklaşık 100.000ışık yılıdır.(Bir saniyelik ışık birimi 300.000 km’dir. YILDIZ:Isı ve ışık yayan gök cismidir.Güneş bir yıldızdır. GEZEGEN:Güneşten aldığı ısı ve ışığı yansıtan gökcismidir. 1)İÇ GEZEGEN:Dünya ile güneş arasında bulunan Merkür ile Venüs gezegenleridir.Bu gezegenler güneş’e dünyadan daha yakındır.Kütleleri dünyadan küçüktür. 2)DIŞ GEZEGEN:Güneş’e dünyadan daha uzak olan gezegendir.Güneş sistemi içerisindeki gezegenlerden; Güneş’e en yakın olanı Merkür, en uzak olanı Plütondur.En büyük olanı Jüpiterdir.Jüpiter henüz soğuyamamış gaz kütlesi halindedir. UYDU:Gezegenlerin etrafında dönen gök cisimleridir.Bunlarda güneş ışığı yansıtarak görülürler. KUYRUKLU YILDIZ:Güneş sistemi içinde yer alan ve etrafında irili ufaklı taşlar, gaz ve toz tabakası bulunan gök cisimleridir. METEOR:Uzayda gezegenlerin yada uyduların parçalanmasıyla oluşan taş parçalarıdır.
  5. kaan_bebeto şurada cevap verdi: Admin başlık Güncel Konular
    15 Nisan 1865. Bir gün önce suikastte tabancayla vurulan ABD Cumhurbaşkanı Abraham Lincoln öldü. 1929. İstanbul'da terzilik mektebi açıldı. Ankara Etnografya Müzesi'nde Birinci Genç Ressamlar Sergisi açıldı. Nurullah (Berk), Cevat (Dereli), Refik Fazıl (Epikman) gibi sanatçıların eserleri sergilendi. 1933. Ankara-İstanbul tarifeli uçak seferleri başladı. Hükümet, aynı gün, Samsun-Çarşamba demiryolu hattını satın aldı. 1945. Zeytinyağının karneyle satılmasına karar verildi. 1946 . Şair Necip Fazıl Kısakürek , Sümerbank'a hakaret ettiği gerekçesiyle üç buçuk ay hapis, 115 lira para cezasına çarptırıldı. 1956. Türkiye milli takımı Macaristan'ı serbest güreşte 8-0 yendi. 1967. New York ve San Fransisco'da, 200 bin kişi Vietnam Savaşı'nı protesto etti. 1969.İstanbul Şehir Tiyatroları sanatçıları ve çalışanları greve gitti. 1970. İlk elektronik hesap makinesini Japonlar buldu. 1972. 136 yaşındaki Mehmet İnce ilk kez hastalandı. 1973. Duruşmalara başörtülü giren kadın avukatın Ankara Barosu'ndan kaydı silindi. 1978. Koşucu Veli Ballı, Hollanda'da yapılan 9. Uluslararası Westland Maratonunda birinci oldu. 1981. İstanbul'da, Dr. Rahmi Duman'ın 15 yaşındaki oğlu Hakan Duman, kısa adı THKO olan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu eylemcileri tarafından kaçırıldı. Aynı gün 58 TÖB-DER yöneticisi öğretmen hakkında dava açıldı. 80 sanıklı Türkiye İşçi Partisi davası İstanbul'da başladı. 1982. 64 idam istemli ve 689 sanıklı Yeni Çeltek Devrimci Yol davası Amasya'da başladı. 1980. Fransız düşünür ve yazar Jean Paul Sartre öldü. 1983. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı vatandaşlıktan çıkarılan Yılmaz Güney ve Cem Karaca'ya ait her türlü eserin basım, yayım, dağıtım ve bulundurulmasını yasakladı . 1986. Başbakan Turgut Özal hükümeti, IMF ve Dünya Bankası'na Türkiye'nin büyüme hızının düşeceği güvencesi verdi. 1989. Radikal Yeşiller çevre kirliliğinde büyük rol oynayan "pet şişe"ye karşı bir kampanya başlattı. 1994. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin seçim sonrası ilk toplantısı, Başkan Recep Tayyip Erdoğan'ın Fatiha okumasıyla başladı. 1997. Resim ve seramik sanatçısı Seniye Fenmen'i kaybettik. 2000. Siyanürlü altına karşı çıkan Bergamalı köylülere, "Yaşadıkları çevreyi korumak için onurlu başkaldırıları" nedeniyle Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) tarafından özel ödül verildi. Bugün Doğanlar: 1452. Rönesans'ın öncülerinden İtalyan, ressam, mimar, bilimci, mucit Leonardo da Vinci. 1858. Fransız sosyolog Emile Durkheim. Bugün Ölenler: 1980. Fransız düşünür, yazar, varoluşçuluk akımının öncüsü Jean-Paul Sartre. 1986. Fransız yazar Jean Genet. 1990. Efsanevi sinema oyuncusu Greta Garbo öldü. 1998. Kamboçya'nın eski lideri Pol Pot, Kızıl Kmer tarafından çarptırıldığı müebbet hapis cezasını çekerken.
  6. ercan009(40), swetty(37), senemre1402(24), sEn EsTiKçE bEn TiTrErİm...(1), butterfly_kiss(29), aXhi(22) dogum gününüz kutlu ve mutlu olsun........ tüm güzelliklerin sizlerlen olmasını isterim...
  7. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Doğa Sporları
    Sancak ve İskele Sancak ve iskele kavramları denizcilik ve yelkencilikte vaz geçilmez temel bilgidir. Denizcilikte sağ ve sol gibi yönler kullanılmaz.Sancak sağ tarafa,iskele ise sol tarafa verilen isimdir. Boyutu hiç fark etmez deniz üzerindeki tüm teknelerin sağ tarafına sancak denir ve yeşil renk ile gösterilir.Sol tarafların ise iskele denir ve kırmızı ile gösterilir.Uluslararası denizde çatışmayı önleme kurallarına göre sancak tekne deniz üzerinde daima yol hakkına sahiptir.İskele tekne sancak tekneyle karşılaştığı,onun su yolunu bozmayacak, uzak duracaktır yada yol verecektir. Fakat güvenlik gerekçesiyle bu durumun uygulanmadığı durumlarda vardır.Sancak kontra bir tekneyken,iskele tekneyi zor durumda bir duruma sokmamalıyız,nasıl bir durum olabilir? Karaya doğru sürükleme mesela. Yelkende Sancak ve İskeleYelkenli teknelerde yelkenle seyir halindeyken rüzgarın geldiği yöne göre sancak veya iskele kontra oluruz.Eğer rüzgar,yelkenli teknemizin sağ tarafından geliyorsa sancak,iskele tarafından geliyorsa iskele kontra oluruz.Yandaki çizimde orsa seyrinde sancak ve iskele kontra olarak yön değiştiren yelkenli tekne görülüyor. Eğer yelkeni tekne yelkenle değil motorla gidiyorsa,sancak ve iskele durumu motorlu teknelerdeki gibidir.Sağ sancak,sol iskele kabul edilir.
  8. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Doğa Sporları
    Dalış Eğitimi Denize ve onun altındaki dünyaya merakı olan bütün insanların vakit geçirmeden yapması gereken zevkli, basit ve sportif bir eylemdir. Bu eylem sizi denizin altı ile tanıştırır. Böylece bize ait olan bu dünyanın bir başka boyutuyla tanışıp ufkumuzu genişletme fırsatı buluruz. Deneme dalışı sizi mavi derinliklerin uçsuz bucaksız derinliklerine çekerken yeni yüzleri ile tanıştırır. Balıkların ve denize ait diğer çok ilginç canlıların bu dünyası, dalışa devam etmeniz halinde, dalış deneyimlerinizde ve denizle ilgili okuyacagınız kaynaklarda hep sizi şaşırtacaktır. Denizaltı yaşamı çok çeşitli ve bilinmeyenlere gebedir. Her geçen gün denize ait yeni bir canlı keşfedilir. Yeni keşifler heyecan vericidir. Deneme dalışı gibi... Deneme dalışını bire bir olarak sahilden yapıyoruz. Malzeme ve diğer ekipmanı biz tedarik ediyoruz. Bu sizin ilk dalışınız olacağından, dalış eğitmenimiz gerekli bilgileri vermesini takiben dalışa başlıyoruz. Dalış derinliğimiz maksimum 4-5mt. yi geçmiyor. Dalış sonrası dalışın değerlendirmesini sudan çıkar çıkmaz sahilde keyifle yapıyoruz. Genellikle ilk söylenen cümle "dalış bu kadar basit miydi...!" oluyor. Deneme dalışındaki maksat da, dalışın ne kadar basit bir eylem olduğudur. Basitliğin sebebi, kurallarının kesin oluşundandır. Dalışta yapılacak her şey daha önceden yapılmış dalış deneyimleri sonucunda edinilmiştir. Bu kurallar bütün dünyada aynıdır ve aynı şekilde uygulanır. Su altında ki işaret dili standartdır. İlk kez daldığınız yabancı ülkeden bir insanla mavi derinliklerde bu dili konuşursunuz. Deneme dalışından aldığınız keyfi bir de sertifika ile pekiştirmek isterseniz bir yıldız dalış eğitimi almanız gerekiyor. Bu sertifika ile dalgıç olduğunuzu belgelediğiniz gibi,- gittiğiniz her yerde aletli dalış (scuba diving) hakkını kazanmış oluyorsunuz. Artık dünya denizleri ve güzellikleri sizi bekliyor. Dalış arkadaşınızın (budy) hadi dalışa gidelim davetini sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Mavilikler sizi çekiyor. Kan basıncınız yükseliyor, adrenalininiz artıyor. Davet dayanılmaz bir hal alıyor. Yerinizde duramıyor, dalış planları yapmaya başlıyorsunuz. Dalış bölgesine varıp dalışa geçtiğinizde daha ilk metrelerde "işte özgürlük bu" diyorsunuz... Dalış gezilerinin keyfi ve dalış arkadaşlığı başka bir şeydir. Dalış arkadaşlığı ömür boyu devam eder. 1 YILDIZ DALIŞ EĞİTİMİ BİLGİSİ Eğitim dalışının keyfini yaşamış ve dalışla tanışmış iseniz ilk fark ettiğiniz şey bu işin ne kadar kolay olduğudur. Hemen akabinde aklınızda “ben de bu işi yapabilirim” fikri gelecektir. Mavi derinliklerin büyülü güzelliklerini görme merakı da buna eklenince dalış eğitimi almak kaçınılmaz olur. Sualtı federasyonu kurallarına göre toplam 8 dalış yapılır. Eğitim süresi dört veya beş gün olabilir. Eğitimler ve deneme dalışları eğitmen eşliğinde yapılır. 1. Gün: Bir yıldız eğitimine teorik derslerle başlanıyor. Akabinde sahilde ilk dalışınız yapılıyor. Daha önceden deneme dalışı yapma fırsatımız olmadıysa ve/veya uzun süre önce deneme dalışı yaptıysanız ve uzun süreden sonra bu sizin ilk dalışınızsa, bu ilk dalış, deneme dalışı mahiyetinde olur. 2. Gün: Teorik eğitimleri takiben ikinci ve üçüncü dalışlar yine kıyıdan yapılır. Bu dalışlarda zorunlu olarak yapılması gereken sualtı eğitimleri yapılır. 3. Gün: Teorik derslere devam edilir. Teorik derslerin takiben önceki günlerden yapılamamış veya pas geçilmiş veya tekrarlanmasında fayda görülen sualtı eğitimleri yapılır veya tekrarlanır. 4. Gün: Artık zorunlu sualtı eğitimleri bitmiş bir şekilde açık su dalışları için tekneye binilir ve dalış bölgelerinden birine gidilir. Burada ilk açık su dalışı yapılır. Dalıştan sonra tekrar kıyıya dönülüp öğle yemeği yenilir ve istirahat edilir. Saat 15:00 de ikinci dalış için tekrar tekneye binilip ikinci açık su dalışına gidilir. 5. Gün: Dördüncü günde olduğu gibi açık su dalışlarına devam edilir. İki açık su dalışı daha yapılır. Bu dalışlar geliştirme dalışları mahiyetindedir. Eğer eğitmen gerek görürse zorunlu eğitimleri tekrarlatabilir. Amaç her şartta istenenleri yapabilme becerisini kazandırmaktır. Beşinci günün sonunda eğitmen tarafından, bir yıldız dalıcı eğitimi konularının tamamından, yazılı imtihan yapılır. Sualtı becerileri ve yazılı imtihandan başarılı olanlar bir yıldız dalıcı brövesi almaya hak kazanırlar.
  9. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Avcılık
    Özellikle saatler sürecek yelken seyirlerinde teknemin arkasından çektiğim oltalarım hep denizde olur. Bunun ödülünü de sıkça alırım. Uzun bir seyrin sonundaki akşam yemeğinde, dostlarıma, kendi tutuğum balıklarla ziyafet çekmek, özellikle balık fiyatlarının oldukça yüksek olduğu da düşünülürse, her zaman pek keyifli olmuştur. Balıkçılıkla ilgili konular kitaplara sığmıyacak kadar kapsamlı. Uzun süreli kaldığım koylarda da çeşitli yöntemlerle balık avlarım, ama burada bahsedeceğim konu, seyir halinde iken kullandığım yöntemler ve püf noktaları ile sınırlı olacak. Kamış Çıkrık makaralar Kamış Tutucu Kullanılacak Malzeme: Kamış : Tekneden kullanılacak kamışlar sağlam, sağlam olduğu kadar da esnek, 160-200 cm uzunluğunu aşmayan kamışlar olmalı. Değişik markalarda, tekne kamışlarını balık malzemesi satan dükkanlarda bulmak mümkün. Kamışınızın kıyıdan kullanmak amaçlı imal edilmiş olmaması gerekir. Tekne kamışları çok daha kısa ve daha sağlam materyelden yapılmışlardır. Seyir sırasında, kamışın, üzerine monte edileceği bir kamış tutucu da şarttır. Kamış tutucuyu satın alabileceğiniz gibi, kromdan imal ettirebilir ya da sağlam ve paslanmayacak bir borudan kendiniz de yapabilirsiniz. Ben hurdaya çıkmış windsurf direğimden kestiğim bir parçayı, seneler önce teknemin kıç omuzluğunda pushpit'e monte ederek yaptığım kamış tutucuyu hala sorunsuz kullanmaktayım. Diğer kıç omuzlukta da oldukça ucuza aldığım plastik bir kamış tutucu var. Çıkrık Makara : 200-250 m. kadar 0.50 misina alabilecek büyüklükte rulmanlı bir çıkrık makara. Eğer büyük balıklar peşindeyseniz, 1.00-1.20 mm. misinadan 400-500 m. alabilecek büyüklükte ikinci bir çıkrık makara edinmeniz de çok uygun olacaktır. Elbette kamış ve çıkrık makara kullanmadan da sırtı çekebilirsiniz. Ancak iri balık yakalandığında , ellerinizi kesmeden ve balığı kaçırmadan tekneye alabilmek zor olacaktır. Kamış ve çıkrık makarayla şansınız oldukça artar. Suni yemler (Sırtılar) : Bunların başında, Rapala, SureCatch, Yazuri gibi markalar altında satılan çoğunluğu balık şeklinde üretilmiş sırtılar gelir. Uzun denemeler sonunda sırtları mavi ya da kırmızı tonlarda olup karınları sedefi açık renkte olanlarını, ve yine sırtları gri siyah tonlarda karnı beyaz uskumru desenli olanları tercih ediyorum. Bu sırtıların hem yüzen hem de dalan tiplerinden değişik boylarda bulunduruyorum. Bu tip sırtılar oldukça pahalı. Fiyatları 5 ila 15 dolar arasında değişiyor. Ama taşa takıp ya da balığı almaya çalışırken misinanızı kopatmazsanız, uzun süre güneşte bırakmayıp renklerinin solmasını engellerseniz senelerce kullanabilirsiniz. Sinarit, trança, lagos orfoz için tercihan kırmızı tonlardakileri derinden ve kıyıya yakın ve yavaş (2-4 knot) çekmek, kılıç, orkinoz, lampuka için ise oldukça açık sularda yüzeye yakın mavi ya da gri tonlardakileri, hızlı (4-8 knot) çekmek başarı şansını arttırıyor. Beyaz yumuşak plastik (silikon) sırtıları , ya da kaşıkları da özellikle palamut için kullanmak uygun oluyor. Bu plastik sırtılar çok da ucuz. En cok tercih ettiklerim, beyaz sedef renkliler ve simliler, tercihan oynar gözlü olanlar. Yazdıklarım sadece deneyimlerimden edindiğim istatistiki bilgiler. Yoksa her türlü sırtıyla her türlü balık yakalama şansı mevcut, yeterki rast gelsin. Rapala, Surecatch, Yazuri marka sırtilar Plastik Sırtılar Çeşitli Çapta Misinalar Değişik Ağırlıklarda İskandil Kurşunları Değişik Boylarda (Kıstırma) Sırtı kurşunları Fırdöndü ve Fırdöndülü Klipsler Kepçe ve Kakıç : Tutulan balığı, misinayla kaldırıp tekneye almak, hele balık büyükse oldukça zordur. Misina koparsa hem balıktan hem de yalancı yemden olmanıza sebep olur. Bu nedenle küçük ve orta büyüklükteki balıklar için kepçe, daha iri balıklar için kakıç kullanmak uygun olur. Kakıç bir sopa ucuna monte edilmiş ucu sivri, buz kancasına benzer çelikten bir kancadır. (Balığı kafasından kepçeye sokmak, kakıç ya da zıpkın kullanıldığında da galsamasından ya da kafaya yakın bir yerinden batırmak gerekir.) Misina : Ben genelde (lampuka, palamut, lagos, turna, akya gibi) nispeten çok büyük olmayan balıklar için, beden olarak 200-250 m kadar 0.50, ve köstek amaçlı 0.40-0.30 mm. çaplı misina, 7-8 kilonun üzerindeki (lagos, orfoz, kılıç, orkinos, iri akya gibi) balıklar için ise 1.00-1.20 beden, ve 0.60-0.40 arasında köstek kullanıyorum. Bunlar yanında 0.30-0.20 misina da bulundurmak yararlı olacaktır. İskandil ve sırtı kurşunları : Değişik ağırlıklarda (100-250-500gr.) iskandil ve (30-50-100-150-200gr.) sırtı (kıstırma) kurşunları her amaç için yeterli olacaktır. Tabi bir de Değişik boyda fırdöndü, fırdöndülü kanca ve klipsler ve balık iğneleri . Kullanılacak olta takımlarının hazırlanması ve Avlanma yöntemleri: Aşağıda en basit olta takımının şemasını görmektesiniz. Tüm basitliğine karşın, yelken seyrinde yüzey balıkları (kılıç, orkinos, palamut, lampuka) için en kullanışlı takımdır. Sırtı olarak, fazla süratli gidilmeyecekse (hafif havalarda), derin dalan tipler tercih edilebilir. Seyir sürati 4-4.5 knot'un üzerinde olacaksa, derin dalıcılar tercih edilmemeli, hatta eğer mevsim sonbahar ve siz de güney ege ya da akdenizde iseniz, popper ya da skitter tarzında tümüyle su yüzeyinden gelen sırtılar kılıç ve orkinoslar için elverişli olacaktır. Ben genelde açık denizde yüzeyin birkaç metre altından gelen sırtıları tercih ediyorum. Ekim kasım döneminde ise Gökova'dan Fethiye açıklarına kadar olan bölgelerde 200-300 m. den daha derin yerlerde yüzey sırtıları ile kılıç ve orkinos avında başarılı oluyorum. Kılıç da orkinos da çok hızlı balıklardır, bu güne dek yakaladıklarımın büyük bölümü 7 ila 10 knot'u bulan yelken seyirlerimde gerçekleşti. Ama bu daha yavaş seyrettiğinizde avlayamayacaksınız anlamına gelmez. Yandaki resimde catamaran VEGA'nın kokpitinde yatan 10kg. üzerindeki bir kılıç balığını görmektesiniz. Gökova'da, Kocadağ ile Ören arasında, ekim ayı başlarında, yukarıda gördüğünüz olta takımı ile avlandı.Teknenin hızı 6.5 - 7 knot ve derinlik, haritaya bakılırsa 500 metrenin üzerinde idi. Aynı yöntemle tutuğum kılıç ,orkinos ve akyanın sayısını unuttum. Siz de seyir sırasında oltanızı denize salmayı ihmal etmezseniz, benim kadar şanslı olmamanız için hiç bir neden olmaz. Yelken ya da motor seyri sırasında 60-100 metre arasında kalama vererek takımınızı arkadan çekin. Çıkrık makaranın balatasını yarım kilo kadar ek kuvvet geldiğinde boşalabilecek şekilde ayarlayın. Kepçe ve kakıçınızı el altında bulundurun ve oltayı unutup seyrin keyfine dalın. Balık yakalanıp çıkrığın cırıltısını duyduğunuzda heyecan başlayacaktır. Paniğe gerek yok. Hemen orsalayıp tekneyi köre bırakın. (Dümende birisinin bulunup teknenin yürümesini engellemesi çok yararlı olabilir) İskotaları laçka edip kamışın başına geçin. Acele etmeden balığın izin verdiği ölçüde çıkrığı sarmaya başlayın. Balık çok büyükse, zaman zaman kalama vermeniz gerekebilir. Ancak asla mesinayı tamamen boşlamayın. Elbette kamış kullanmadan da aynı takımla sırtı yapmak mümkün. Bunun için bedenin 70. ya da 100. metresine bir fırdöndü daha bağlayın. Takımı kıçtan bu fırdöndüye kadar salın, ve oltayı fırdöndüden ince (030-025) bir misinayla teknenin kıçında herhangi bir yere bağlayın. Fırdöndüden sonraki bölümden de kokpitin içine 4-5 kulaç kadar misina sağıp, misinanın geri kalan kısmının sarılı olduğu mantarı anında erişip elinize alabileceğiniz bir yere sıkıştırın ya da elinizde kalsın. Balık yakalandığında ince misina kopacak ve balık kokpit içine sağdığınız misinayı alana kadar. siz de oltayı elinize almış olacaksınız. Kamış kullanmadığınızda elinize eldiven giymiş olmanızda yarar var. Eğer çok yavaş seyir (1 - 3 knot) yapıyor ve kıyıya yakınsanız, derin dalan sırtılar yanında dip sürütmesi tarzında bir takım da kullanabilmek olasıdır. Bu yöntemle lagos, orfoz, sinarit gibi kıyıya yakın, daha çok derin taşları tercih eden balıkları avlama olasılığınızı arttırabilirsiniz. Yandaki resimde tipik bir dip sürütmesi takımı görülmekte. Ancak kamış ile bu takımı kullanmak ağır iskandil kurşunu nedeniyle özellikle balata ayarında ve balığı çekerken zorluklar yaratır. Ayrıca balık yeterince iri değilse yakalandığını anlamak da zor olur. Tüm bu zorluklara karşın belli bir alışma döneminin ardından başarıyla kullandığımı söyleyebilirim. İskandil kösteği olarak kullandığınız misina olabildiğince ince olmalı. Olur da taşa takılırsa kolayca kopabilmeli ki pahalı yalancı balığınızdan olmayasınız. Yeterli derinlik sağlamak amacıyla çok ağır iskandil kurşunu kullandığım durumlarda iki kamışla oluşturduğum bir düzeneği kullanmayı tercih ediyorum. Kamışlardan birini sadece iskandil kurşunu için, diğerini ise basit sırtı takımım için kullanıyorum (Yandaki şemadaki gibi). İkisi arasındaki bağlantıyı 010-015 misinayla yapıyorum. Balık yakalandığında bu misina kolayca kopuyor ve takımda kurşun kalmadığından balığa hakim olmak ve çıkrığı sarmak çok daha kolay oluyor. Piyasada bu amaca uygun iskandil vinçleri (elektrikli ya da kollu) bulunmakla birlikte, bir amatör için fiyatları oldukça yüksek. Yine aradaki bağlantıyı sağlamak için kıstırmaçlar da bulmak mümkün ama kolayca kopabilecek ince bir misina da iş görüyor. Eğer Kamış kullanılmayacaksa, derin sulardan sırtı çekebilmek için, iki ya da üç kurşunlu bir olta takımı kullanılabilir. Hıza ve istenilen derinliğe bağlı olarak 60 gramdaan 250 grama kadar değişen ağırlıklarda kurşun kıstırma kullanılabilir. Kurşunlar birbirlerinden ve yemden 4 - 6 kulaç kadar aralıklı olmalı ve arkalarında mutlaka fırdöndü kullanılmalıdır. Yandaki şema oldukça açıklayıcıdır. Yeteri kadar salındıktan sonra, balık yakalandığında kolayca kopabilecek incelikte bir misina ile tekneye tesbit etmek ve kalan bedenden 4 - 5 kulaç daha, kokpit içine, daha iyisi bir kova içine sağılıp mantarı kolayca kurtulmayacağı bir yere sıkıştırmak, ya da elde tutmak uygun olacaktır. Bu takımı kamışla kullanmayı tavsiye etmem. Çıkrıkla ilk kurşuna kadar sardıktan sonra oltayı ele almanız gerekecektir ki, bu arada balığı kaçırabilirsiniz. Yukarıda bahsi geçen avlanma yöntemlerinin hepsi seyir sırasında rahatlıkla kullanılabilen yöntemlerdir. Yavaş seyir sırasında yalancı balık yemler yerine canlı ya da ölü (zargana, sardalya, sübye gibi) yemler de kullanılabilir. Ancak canlı yemlerle avlanma, kaldığınız koyda botla ya da tekneden avlanma yöntemleri ile ilgili konular bir başka yazımın içeriğini oluşturacak. Gökova Karacasöğüt köyü iskelesinde senelerdir tekne komşum olan Oktay Şaktimur'un adını anmadan bu yazıyı sonlandırmak istemedim. Balık avcılığı konusunda ondan öğrendiklerim o kadar çok ki...
  10. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Hayvanlar Alemi
    NEDEN VE NASIL YOK EDİYORUZ Eski çağlarda insanlar, beslenmek ve korunmak için hayvanları öldürüyorlardı. Ama yüzyıllar içinde insanın hayvanları öldürme nedenleri çok çeşitlendi ve giderek bir katliama dönüştü. Bugün var olan türlerin yüzde yirmisinin 21. yüzyılda yok olacağı tahmin ediliyor. Yanlış inançlar Hayvanlar konusunda insanlar, birçok yanlış ve boş inanca sahipler. Kendileri için yararlı pek çok hayvanı bu yanlış inançlar nedeniyle yok yere öldürüyorlar. Örneğin tarlaları, köyleri farelerden temizleyen baykuş, "uğursuz" olduğu yolundaki yanlış inanç nedeniyle öldürülüyor. Leşleri yiyerek hastalık ve mikropların çoğalmasını engelleyen sırtlanlar, "çirkin" oldukları gerekçesiyle yok ediliyor. Aynı biçimde kurt, karga, yılan, örümcek ve daha pek çok tür, yanlış inaçlar nedeniyle öldürülüyor. Korunmak içinÇok eski çağlardan beri insanlar korunmak amacıyla hayvanları yok ediyorlar. O günlerde insan, korkak ve korunmasız bir yaratıktı. Silahları ilkeldi ama zekası sayesinde kendisini tehdit eden hayvanları tuzağa düşürüp yok ediyordu. Tarih öncesi çağlardan kalma mağara resimlerinde, ilk insanların vahşi hayvanlara karşı düzenledikleri avlar sahnelenir. Oyun ve eğlence için İnsanlar, basit ve acımasız zevkler için yüzyıllardan beri hayvanlara doğalarına aykırı olarak davranıyor. Onlara ya işkence ediyor ya da öldürüyorlar. Roma İmparatorluğu döneminde aslan ve leoparlar arenalarda öldürülürdü. Günümüzde, horoz ve köpekler vahşice dövüştürülüyor. İspanya ve Meksika'daki boğa güreşlerinde yüzlerce boğa, acı çeke çeke yaşamını yitiriyor Savaşlar Savaşlarda atılan bombalar, kimyasal silahlar, hareket halindeki binlerce zırhlı araç ve asker, vahşi doğaya büyük zarar veriyor; buralarda yaşayan canlıların yaşam ortamlarını yakıp yıkıyor. Havayı kirlettiğimiz için Kirli hava yalnız insanların değil, hayvanların da zehirlenip ölmelerinin nedeni. Asit yağmurlarına neden oluyor, asit yağmurları da yeryüzündeki ormanların ölümüne... Ormanlar ise yaban hayvanların evi... Moda ve aksesuar için Kürkü için birçok türden binlerce hayvan öldürülüyor. Çanta, şapka, kemer ya da biblo yapmak için fillerden timsahlara, yılanlardan ceylanlara kadar birçok hayvan acımasızca yok ediliyor. Hem de yasadışı yollarla ve son derece acımasız yöntemler kullanılarak. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye'de, kürkleri nedeniyle birçok tilki, doğaya bırakılan zehirli yemlerle öldürüldü. Soyları tükenme noktasına gelen, günümüzde koruma altına alınan karacalardan bir çoğu, ayaklarından baston yapmak için katledildi. Gösteriş için de yüzbinlerce hayvanın ölümüne neden oluyoruz. Yalnızca gösteriş için, soyu tükenme noktasına gelmiş olan kaplan, geyik, leopar gibi hayvanlar öldürülüyor. Bu hayvanların post, boynuz, diş gibi organlarıyla bazı insanlar evlerini süslüyor. Göl ve bataklıkları kuruttuğumuz için Devlet Su İşleri gibi bazı kurumlar, tarım arazisi kazanmak ve su rezervi elde etmek için göl ve bataklıkları kurutarak yaban hayvanların soylarının tükenmesine neden oluyor. Yurdumuzda yalnızca Hatay'daki Amik Gölü'nde yaşayan yılanboyun isimli kuşun soyu, gölün kurutulmasıyla yok oldu. Göl ve bataklık kurutma işlemi günümüzde de sürüyor. Tarım ilaçlarıyla Bitkilere zarar veren böcek, fare gibi canlılarla mücadele etmek için tarlalara atılan yapay gübreler ve zehirler, milyonlarca hayvanın da ölüm nedeni. Tarım ilaçları nedeniyle soyları tükenen hayvanlara en güzel örnek, kelaynaklar. Göçmen kuşlardan olan kelaynaklar, yazın Afrika'dan göç edip Urfa'nın Birecik ilçesine geliyorlardı. 1950'li yıllarda, bölgede 600 çiftten fazla kelaynak görülüyordu. Ama yine o yıllarda zararlı böcekler için kullanılmaya başlanan tarım ilaçları, kelaynakları da yok etti. Çünkü kelaynakların yiyeceğini bu zararlı böcekler oluşturuyordu. 1970'li yıllara gelindiğinde, kelaynakların sayısı 50'nin altına düşmüştü. Koruma altına alındılar ama, artık her şey için çok geçti. Bugün Birecik'teki koruma istasyonunda üretilmiş olan kelaynaklar, göç etme özelliklerini yitirmiş durumdalar. Avcılık İnsan yüzyıllardır avlanıyor. Ama avcılık hiçbir çağda 20. yüzyıldaki kadar katliam boyutlarına ulaşmadı. Günümüzde, Türkiye'de 4 milyon kayıtlı avcı olduğu sanılıyor. Hayvanların sayısı ise bu rakamın çok altında. Örneğin soyu tehlikede olan dikkuyrukların sayısı 15 bini geçmiyor. Ayı sayısı ise 2 bin civarında... Ormanları yakıp yıktığımız için Ormanlar doğal yaşamın en önemli alanları. Ama yakarak, keserek ormanları yok ediyor, dolayısıyla burada yaşayan böcekten ayıya, kelebekten kuşa kadar birçok hayvanın soyunun tükenmesine neden oluyoruz. Özellikle yaz mevsiminde Ege ve Akdeniz bölgelerinde çıkan yangınlar hayvanlara büyük zarar veriyor. Bu yangınlarda belki de hiç keşfedilmemiş türlerin son üyeleri de yanıp kül oluyor. Bilimsel deneyler Kobay sözcüğü, çoğu kişi için "laboratuvarda deney amacıyla kullanılan canlı" anlamına gelir. Ama bu sözcük, laboratuvarlarda deney amacıyla en çok kullanılan hayvan olan "kobay"dan kaynaklanır. Yaklaşık 30 santimetre boyundaki kobaylar çok kolay evcilleşirler. Güney Amerika kökenli bu hayvanların yaşamı laboratuvarda başlayıp, laboratuvarda biter. Kobayların yanı sıra, insanın fizyolojik yapısıyla benzer özellikler gösterdikleri için beyaz fareler, maymunlar, köpekler de çeşitli deneyler amacıyla laboratuvarlarda işkence görüyor ve öldürülüyor. Tropikal bölgelerde yaşayan birçok yılan, zehirleri alınmak üzere doğal ortamlarından koparılıp yok ediliyor. Otoyol kazaları Gelişen ulaşım sektörü, bütün doğal alanlardan otoyol geçmesine neden oldu. Hızlı giden taşıtlar bu yollarda birçok yaban hayvanın ölümüne neden oluyor. Otoyollarda yaptığınız gezilerde çevrenize dikkat edin! Aracınızın camına, özellikle yazın pek çok böcek çarparak ölecek. Yol kenarlarında araçların çarpması sonucu yaşamını yitirmiş birçok kedi, köpek, kirpi, yılan, kaplumbağa, kuş cesedi göreceksiniz. Uçakların pervaneleri ve jet motorları da yüzlerce kuşu öldürüyor Nüfus artışı İnsan nüfusunun hızlı artışı, hem insan hem hayvan hem de bitkiler açısından büyük tehlike. Çünkü artan insan nüfusu, doğa ve orman alanlarının tahrip edilmesine neden oluyor. Yeni kentler kuruluyor, yeni yollar yapılıyor, yeni tarlalar açılıyor. Orman alanları, sanayi tesisleri yapılmak için kesilip biçiliyor. Dolayısıyla hayvanlara yaşayacak yer kalmıyor. Örneğin "caretta caretta" türü denizkaplumbağaları, Fethiye ve Akdeniz koylarımızdaki kumsallara yumurtalarını gömerek çoğalırlar. Ama son 20 yıldır hızla gelişen turizm sektörü, Türkiye'nin bütün ıssız koylarının otellerle, güneşlenen insanlarla dolmasına neden oldu... Ticaret için Vahşi ve egzotik hayvan ticareti tüm dünyada olağanüstü boyutlarda. Bunun yanı sıra derisi, dişi, kürkü, kemikleri ve kabukları için, fillerden timsahlara, deniz kabuklularından tilkilere kadar, birçok türde hayvan acımasızca öldürülüyor. Örneğin tropik ülkelerde tuzaklarla yakalanan papağan, maymun gibi birçok tür, Türkiye'nin büyük illerindeki hayvan mağazalarında rahatlıkla satılıyor. DENİZKAPLUMBAĞALARI Soyu tehlikede olantürlerden biri. Sayıları hızla azalıyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Birincisi, üreme alanları olan kumsalların insanlar tarafından tahrip edilmesi. İkinci neden, bazı türlerin etinin yenmesi. Üçüncü neden, ağları parçaladıkları gerekçesiyle balıkçılar tarafından öldürülmeleri. Bazı ülkelerde denizkaplumbağası kabukları turistik eşya olarak bile satılıyor. Anadolu balıkları alarm veriyor Gökçe, Akşehir İnci, Siraz, Kababurun, Kum balığı gibi sadece Anadolu’daki göl ve akarsularda yaşayan balıklar, sulak alan kaybı, barajlar, yabancı balık türlerinin gelişigüzel atılması ve aşırı kirlenme nedeniyle yok olma tehdidi altında... Orkidenin başını salep yaktı Her yıl 45-180 milyon arasında yabani orkide salep yapımında kullanılmak üzere doğadan toplandığı için günümüzde yalnızca 200 tane kaldı. Nesli Tükenmekte Olan Kelaynaklar Afrika'da Bugün kelaynaklar dünyanın en çok tehdit altında olan kuşlarından birisi. (Birecik Kelaynak Üretme İstasyonu'nun İnternet sitesinden) Kelaynaklar (Geronticus eremita) eskiden Türkiye’den Kuzey Afrika’ya, Arap Yarımadası’ndan Fas’a kadar çok geniş bir bölgede ürerlermiş. 17. yüzyılda Avrupa’nın ortasında, Alp Dağları’nda bile ürediği bilinmektedir. Fakat avcılık, üreme alanlarında rahatsız edilmeleri, yaşam alanlarının değişmesi ve beslenme alanlarında kullanılan zirai ilaçlardan zehirlenmeleri sonucunda sayılarında ciddi azalma ve dağılım gösterdikleri alanlarda daralma meydana gelmiştir. Bugün kelaynaklar dünyanın en çok tehdit altında olan kuşlarından birisi. Kelaynaklar Fas’ın güney batısında iki alanda, çok ufak bir koloni ile Suriye’de ve tüm Avrupa’da sadece Türkiye’de yaşamaktadırlar. İzlanda balina avına yeniden başlıyor İzlanda, ticari amaçla balina avına yeniden başlayacağını açıkladı. İzlanda hükümetinin açıklamasında, balina avına yeniden başlanmasının, soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan türleri tehdit etmeyeceği belirtildi. Açıklamada balina avına ne zaman başlanacağına değinilmedi. İzlanda, balina avına 1990’da son vermişti. Akdeniz'de 350 fok kaldı Roma Bilgi ve İletişim Bölgesel Eylem Merkezi Direktörü Sergio Illuminato, Akdeniz havzasında 350 Akdeniz fokunun kaldığını ve korunma tedbirleri için yıllık 5 milyon avro bütçeye ihtiyaç olduğunu bildirdi. Tehlike çanları orkinoslar için çalıyor Akdeniz'in en önemli deniz zenginliklerinden biri olan orkinos balıkları, yasadışı avcılık sonucu tükenme noktasına geldi. Avlanan her fok için 60 dolar Kanada'da 325 bin fokun öldürüleceği av başladı. Avlanan her fok, 60 dolar demek FLAMİNGOLAR Kuşlar, yeryüzündeki en güzel canlı gruplarından biri. Bilim adamları, bugüne kadar 10 bin kuş türü tespit ettiklerini belirtiyorlar. Ama yaşam ortamlarının insanlarca yok edilmesi, sayılarını hızla azaltıyor. En zarif kuş türlerinden olan flamingoların uçuşunu izlemek ise olağanüstü bir deneyim. Flamingolar Sultan Sazlığı ve Tuz Gölü gibi tuzcul sulak alanlarda yaşıyorlar. KELEBEKLER Narin, korunmasız yapıları nedeniyle kelebekler, insanın doğaya verdiği zarardan en çok etkilenen böcek türü. Kanatlarının olağanüstü etkileyici renk kompozisyonlarıyla insanların eskiden beri ilgisini çeken kelebekten Türkiye'de 268 tür bulunuyor ANADOLU LEOPARI Anadolu leoparı, Türkiye'de yaşayan vahşi kedilerin en güzel örneklerinden biriydi. Ama yüzyıllar boyunca avlandı ve sayıları hızla azaldı. Anadolu leoparının son bireyleri, 1950'li yıllarda Dilek Yarımadası'nda ve 1970'li yılların başında Eskişehir çevresinde görüldü ve görüldüğü yerde de öldürüldü. O günden bu yana varlığından haber yok AKDENİZ FOKU Soyu tükenen her canlı, aslında insanın bir parçası. Onunla birlikte bir parçamızı da yitiriyoruz. Bu nedenle her insan, onu yaşatmak için çaba harcamalı. Yok olma sınırındaki bir başka hayvan türü de Akdeniz foku... Tanrıça yunus pigme suaygırı slender loris, dünyaya veda etmek üzere... Dünya ısınıyor, atmosfer, karalar ve denizler kirleniyor, birçok canlı türünün yaşamı da tehlikeye giriyor. Özellikle de memeli hayvanların yaşam alanı her geçen gün daralıyor. Dünya Koruma Birliği IUCN’nin geçen yılki tespitine göre tanımlanan 5 bin 416 memeli türünün yüzde 20’si yok olma tehdidiyle karşı karşıya. Son altı yılda büyük artış olmasa da bu tehdit sürüyor. Londra Zooloji Derneği, yok olma tehlikesi yaşayan hayvanları kamuoyuna tanıtmak amacıyla EDGE projesini başlattı. İlk aşamada 100 türü belirledi. En büyük tehdit altındaki 10 tür bu yıl mercek altına alınacak. Küresel ısınma ve çevre kirliliği sadece insanları tehdit etmiyor. Elbette binlerce diğer canlı türü de iklim değişikliklerinden ve yaşam alanlarının kirlenmesinden dolayı soylarının tükenmesi tehdidiyle karşı karşıya. Bu durumdan en çok etkilenenler de memeli hayvan türleri. Aralarında az bilinen ve çok ilginç türlerin de bulunduğu memelilerin tükenmesine karşı çalışma başlatanlardan biri de İngiltere’deki Londra Zooloji Derneği (ZSL) oldu. Dernek, EDGE (Evolutionarily Distinct and Globally Endangered) adını verdiği proje ve www.edgeofexistence.org internet sitesiyle yok olmanın eşiğindeki hayvanları kamuoyuna duyurmak ve destek toplamak istiyor. Önceliği bugüne kadar göz ardı edilen türlere veriyor. Bu amaçla öncelikle doğada en az örneği kalan 100 memeli türünü saptadılar. Bu 100 tür 15 Ocak’ta açıklandı. Aralarında pigme hipopotam, Yangtze yunusu, uzun kulaklı jerboanın da bulunduğu 10 türe ise projenin ilk çalışma yılı 2007’de özel ilgi gösterilecek. ZSL’den Dr. Jonathan Baillie, The Guardian gazetesine EDGE’in özel türlere odaklanan ilk küresel program olduğunu söyledi: "Dünyanın en olağanüstü türlerini korumak için çalışacağız. Aralarında kibrit kutusu büyüklüğünde yarasalar, yumurta bırakan memeliler ve zehirli dev kemirgenler var. Liste başındaki Yangtze yunusu için ekibimiz Çin’e gitti, tek yunusa rastlamadı. Yok olmanın eşiğinde. Bu türlerden birini bile kaybetmek insanlık için Mona Lisa tablosunu kaybetmek kadar büyük kayıp, hiçbirinin yeri doldurulamaz." EN AZ ÖRNEĞİ KALAN TÜRLER 100 türlük liste hazırlanırken, yakın türü en az kalan memeliler seçildi. Bu yolla hangi türlerin uzun süre bağımsız olarak evrimleştiği de tespit edildi. Daha sonra bu türler Dünya Koruma Örgütü IUCN’in "Kırmızı Liste"siyle karşılaştırıldı ve en öncelikli 10 tür belirlendi. Bunların bir kısmı ulaşılmaz bölgelerde yaşadıkları ya da araştırmacıların ilgisini çekmedikleri için çok az biliniyordu. Proje kapsamında türleri korumak için geliştirilen çözümler ve ne yapılması gerektiği kamuoyuyla paylaşılacak. ZSL, yerel araştırmacıların işbirliğiyle geliştireceği planları web sitesinde duyuracak. Çevreye duyarlı kişiler projelere bağışta bulunabilecek. Ayrıca son gelişmeler de araştırmacıların blogları sayesinde günü gününe takip edilebilecek. DURUMU EN KRİTİK 10 MEMELİ Yangtze Nehri yunusu, uzun gagalı ekidna, Hispaniola solenodonu, çift hörgüçlü deve, pigme su aygırı, slender loris, hirola, uzun kulaklı jerboa, altın sokumlu hortumlu fare, Bumblebee yarasası. İndri: Bu lemur türü Malgaş halkınca kutsal kabul ediliyor. Ormanlarla birlikte yok olma tehdidiyle karşı karşıya. İndriler kilometrelerce uzaktan duyulan çığlığıyla meşhur. SADECE MADAGASKAR’DA YAŞAYAN İKİ TÜR Altın taçlı sifaka: Madagaskar’da en seyrek bulunan lemur türü. 1988’de keşfedildi. Bölgede açılan altın madeni bu türü tehdit ediyor. SLENDER LORIS Sadece Hint Okyanusu’ndaki Sri Lanka Adası’nın güneyinde yaşayan bu memeli türünün boyu 11 ila 17 cm, ağırlığı 103 ila 172 gram. Bir insanın başparmağı büyüklüğündeki slender loris vücuduna göre kocaman yuvarlak gözleri sayesinde karanlıkta çok iyi görüyor. Sri Lanka ormanlarının tarım alanı açmak için yok edilmesi ve geleneksel tıpta kullanılmak üzere avlanılması nedeniyle türü yok olmak üzere. Foto: AP Pigme SUAYGIRI 1,5 ila 1,75 metre boyundaki ve 160 ila 270 kilo ağırlığındaki pigme suaygırı bugün sadece Batı Afrika’daki birkaç ülkede yaşıyor. Birbirinden ayrı alanlarda yaşayan 2 ila 3 bin örneği hálá hayatta. Nijerya’daki son örneklerinin de tükendiği ve sadece Liberya ile Sierra Leone’de yaşadığı tahmin ediliyor. YANGTZE YUNUSU Sadece Yangtze Nehri’nde yaşayan bu yunus türünün hiçbir yakın akrabası yok. 20 milyon yıl önce geçirdiği evrimle diğer yunus türlerinden ayrılmış. Çin efsanelerine göre, Baiji yunusu boğulduktan sonra yeniden hayata gelen bir prenses. Yangtze Tanrıçaları diyorlar onlara. Son 30 yılda soyu hızla tükendi. 2006 sonunda Yangtze Nehri’ndeki altı haftalık aramada tek örneğine rastlanamadı. Fotoğraftaki Qi qi isimli yunus ise Çin’in Wuhan kentindeki akvaryumda 22 yıl yaşadı, 2002’de öldü. UZUN KULAKLI JERBOA Fare benzeri bu kemirgen Moğolistan ve Çin’in belli bölgelerinde yaşıyor. Hakkında çok az bilimsel veri var. En önemli özelliği kulaklarının kafasından üçte bir oranında daha büyük olması. Bu özelliğiyle, dünyanın vücuduna göre en büyük kulaklara sahip hayvanı. TÜKENEN TÜRLERİ KORUMADA ÖNCELİKLİ ÜÇ AMAÇ EDGE Programı, dünyanın evrimsel olarak en farklı türlerinin soyunun tükenmesini önlemeyi hedefliyor. İlk amaç, tehlikeyi duyurmak. Fil, gergedan gibi iri türlerin yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduğu bilinse de diğer birçok türün tehdit altında olduğu fark edilmiyor. İkinci amaç, bu türleri doğal yaşam alanları içinde incelemek. Ancak, bu yolla asıl tehditleri belirleyip koruma yöntemlerinin saptanacağına inanılıyor. Koruma programları sahadaki araştırmacıların tavsiyesi, kılavuzluğuyla uygulanacak. Üçüncü amaç, yerel toplulukları gözetmek. Doğal kaynakları korumalarını sağlamak. Telli turnalar Türkiye'yi terk etti Anadolu türkülerinin en önemli motiflerinden olan, bir zamanlar sürüler halinde gelen göçmen telli turnalardan günümüzde yalnızca 11'i üreme alanı olarak Türkiye'yi seçiyor.
  11. "Gizli iklim raporu" başlığı ile yayınlanan haberde, "Dünyayı kurtarmak için sadece 13 yılımız kaldı. Gereken önlemler alınmazsa iklim felaketi yaşanacak" denildi. "Torunlarımız değil, bizler mağdur olacağız" yazılı haberde, 2020 yılına kadar iklim felaketinin önlenmesi için 10 acil önlemi açıkladı: Yenilenebilir enerji kaynakları yaratılmalı. Güneş ve rüzgar santralleri, atom santralleri kurulmalı. Otomobiller daha küçük ve hafif yapılmalı. Hybrid otolar, benzinli otoların yerini almalı. Evler iyi izole edilmeli. Uçak seyahatlerine kısıtlama getirilmeli. Daha az et tüketilmeli, metan gazı daha az üretilmeli. Özel otomobil kullanımından vazgeçilerek, toplu taşım araçlarına yönelmeli. Enerji tasarruf lambaları kullanılmalı, stand by’lı elektronik aletler yasaklanmalı. Daha az gübre kullanılmalı, gelişmekte olan ülkelerde kuru tarım desteklenmeli. Geçtiğimiz günlerde Paris’te açıklanan Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişikliği Uzmanlar Grubu Raporu’nda, küresel ısınmanın son 50 yılda yüzde 90 oranında insan eliyle yaratıldığı ve asırlarca süreceği belirtilmiş ve 2100 yılına kadar sıcaklığın 1.8 ila 4 derece artacağı, okyanuslardaki su seviyesinin 18 ila 59 santimetre yükseleceği vurgulanmıştı.
  12. Bazı bambu türlerinin günde 91 cm ya da 0.00003 km/h hızıyla büyüdüğü bulunmuştur. Bambu, en hızlı büyüyen ağaçtan üç kat daha hızlı büyümektedir. Bazı türlerde bu büyüme günde bir metreye çıkar. Büyümesinin çıplak gözle görülebileceği bile söylenmektedir!
  13. Ağaçların sesleri Eskiler, yaşlı ağaçları kesmek için ormanlara giderken baltanın ağzını bir kumaş parçası ile sıkıca örtermiş. Nedenmiş, biliyor muydunuz? Çünkü, ağaçların bizim bilmediğimiz yaşama gücü, oduncunun elinde o kesici aleti görünce korkudan bir salgı yapar, bu salgı genç fidanların özsuyunu zehire dönüştürürmüş. Yaprağın Dili (Prof. Necmettin Çepel)
  14. ÜVEYİK Kolyeli kumrudan biraz küçüktür. Erginlerin başı mavi gri, yanaklar açık erguvani, kursak ve göğüs koyu şarabi, karın ve kuyruk altı tüyleri beyazdır. Bunun yanlarında enine üç siyah, kenarı beyaz şerit bulunur. Sırtı ve kanat uçları beyazdır. Kuyruk altı gri siyah, ucu beyazdır. Gaga koyu gri, bacaklar kirli kırmızıdır. Boyu 28 sm.dir. Sert ve hızlı uçar. Yurdumuza ilkbaharda gelir. Ağaçlık geniş tarım alanlarında, orman kenarlarında, bağ ve bahçelerde yaşar. Ağaç dallarında ve sık çalılar arasında yuva yapar. 2 yumurta yumurtlar. 2 hafta kuluçkada yatar. ılıman bölgelerde yılda 2 kez kuluçka çıkarır. Her türlü tane, tohum, tomurcuk, üzümsü meyveler ve mantarları yiyerek beslenir. Yurdumuzun her tarafında rastlanır. Geyik YAYILDIKLARI YERLER YURTİÇİ:Trakya'da Istıranca ormanlarında,Adapazarı,Bolu, Kastamonu ve Sinop ormanlarına geniş yayılış gösterirler. İç Anadolu'nun kuzeyinde Kızılcahamam, Beypazarı, Nallıhan, Çerkeş, Ilgaz ormanlarında, Eskişehir, Kütahya çevresindeki ormanlarda. Afyon civarındaki Akdağ'da,Marmara Bölgesinde Bursa, Bilecik, Balıkesir civarındaki ormanlarda, Manisa, Denizli çevresinde, Torosların Beyşehir, Akseki kesiminde Kahramanmaraş'ın Binboğa dağlarındaki ormanlarında, Doğu Karadeniz'de Artvin ormanlarında, Doğu Anadolu'da Kığı, Hozat, Solhan, ormanları ile Cudi dağında yayılış gösterirler. YURTDIŞI: Avrupa''nın hemen hemen bütün ülkelerinde, Kırım, Ukrayna , Kafkasya, Kuzey İran, Afganitan, Kuzey Afrika'da Cezayir ve Tunus'ta bulunmaktadırlar. YAPISAL ÖZELLİKLERİ: Erkekleri çatallı büyük boynuzlar taşır. Boynuzlarını her yıl mart nisan aylarında atarlar.Bu aylarda erkek geyikler boynuzsuzdur yada çok kısa boynuz sürgünleri vardır.Yeni boynuz ağustos ayına kadar gelişir. Bir deriyle kaplı boynuz ağustosta sertleşir, haziran-ağustos ayları arasında erkek geyiklerin tüylü bir deriyle kaplı boynuzları kısa ve küt görünür. Tekeler boynuzlarını ağaçlara sürerek derisini atarlar.Dişileri boynuzsuzdur. RENKLERİ: Geyikler yazın kızıl kahverengi, kışın ise gri kahverengidir.Karın kısmı açık renklidir. Kuyruk sokumunda aşağı doğru inen açık renkli bir ayna bulunur. Çiftleşme mevsiminde ve kışın erkeklerin boyunlarında koyu renkli uzunca yele kılları oluşur. Yavrular doğduklarında ve onu izleyen dört hafta süresince beyaz beneklidirler, daha sonra renkleri tekdüze olur. BÜYÜKLÜKLERİ: İri hayvanlardır. Boyları 265, omuz yükseklikleri 150, kuyrukları 20 cm;ağırlıkları 200 kg kadardır. DOĞURMA ZAMANLARI: Gebelik süreleri 252 gündür; doğum haziran ayında olur;yavrular 4-9 ay süt emerler; 1-2 yıl analarını izleyebilirler. DOĞURMA ORTAMLARI: Mağara, taş oyuklar, sık çalılık yerler. YAVRU SAYISI: 13-18 kg ağırlığında 1 yavru doğururlar. ERGİNLEŞME SÜRELERİ: Yaklaşık 1 yıl.12-15 yıl yaşarlar. Fakat 26 yaşında olan bilinmektedir. ÇEVRE AÇISINDAN ÖNEMLERİ: Yurdumuzdaki bu geniş yayılışa karşın sayıları çok azalmış, birçok bölgede soyları ya tükenmiş yada tükenmek üzeredir DEĞERLİ KISIMLARI: Post,deri ve boynuzlarıdır. NOT: Avları yasaktır. Fakat bazı bölgelerde (ANTALYA)denetimli olarak avlanılabilir. AYI Boyun kısa ve çok kaslıdır. Gövde toparlak ve silindir biçimindedir. Bacakları kısa ve pençeleri beş parmaklıdır. Postunun rengi açık kahverengi ile siyah denilecek kadar koyu kahverengidir. Boyu ortalama 1.3-2 m., yüksekliği 80-120 cm. ağırlığı 150-250 kg.dır. Çiftleşme zamanı mayıs ve haziran ayıdır. Dişi doğumu yaklaştığında çukurlarda ya da mağaralarda uygun bir yer arar. Aralık ve şubat aylarında 1-3 yavru doğurur. Ayıların 50-60 yıl yaşadıkları ve 30 yaşına kadar da yavruladıkları belirlenmiştir. Ayı, gündüzleri zorlukla girilebilen sık ormanlık yerlerde geçirir. Ancak ortalık ağarmaya başlayınca avını aramaya başlar. Ülkemizde en çok bulunan ayı türüdür. Bu ayı türü Anadolu'nun özellikle Doğu Karadeniz bölgesinde yaşar. Ayı; Karadeniz'in sık ormanlarla kaplı yerlerinde, Akdeniz'in Toros dağlarında ve özellikle Doğu Anadolu'da bulunmaktadır. En çok karşılaşıldığı yerler; Bolu'nun Gerede, Mengen, Seben, Mudurnu, Zonguldak'ta Devrek, Yenice, Ulus, Safranbolu, Kastamonu'nun Daday, Azdavay, Aras, Taşköprü, Sinop'un Aynacak, Gerze ilçeleri ormanları ve Ordu, Giresun, Trabzon, Rize illerinin sık ormanlarında, Erzurum ovası, Tunceli, Bitlis, Sarıkamış ormanları, Nemrut dağlarıyla Güneydoğu dağ zinciri içinde yer alan Van, Çatak, Şırnak, Hakkari'nin Cilo dağları, Bursa Uludağ, Balıkesir'in Kazdağı ve çevresidir. İzmit, Adapazarı, Bilecik, Bursa'nın Katırlı dağları, Kastamonu ve Karadeniz sahillerinde, İnebolu, Bartın ve Cide dolayında bulunan ufak ayılara Boğmaklı, bazı yerlerde de Tasmalı, Kordelalı ve Kemer ayı denilmektedir. Kastamonu ve Ilgaz dolaylarında iri ayılarla karşılaşılmaktadır. Bu ayılara bu çevrede yeleli ayı denir. Ayının başı alın kısmından düz olup ağzına doğru sivrilmektedir. Gözleri çukurda ve küçüktür. Dişleri güçlüdür ama keskin değildir. Kurt Familyasının en iri ve en kuvvetli hayvanıdır. Kuvvetli çene adalelerinden ötürü dip tarafı geniş olan baş, öne doğru sivrilmiştir. Kulakları dik ve orta uzunluktadır. Boyun kısmı kalın ve çok kuvvetlidir. Göğüs geniş ve güçlü, arka kısmı ise öne göre daha incedir. Karın içe çekiktir. Bacakları ince ve kuru, pençeleri büyük ve kuvvetlidir. Kuyruğu meyilli olarak sarkar. Rengi değişik olmakla beraber genel olarak sırtı koyu esmer, karın attı ve bacakların iç kısmı açık kirli sarı renktedir. Ön bacakların ön kısmında siyah bir çizgi vardır. Kuyruk daha koyu renkte ve uç kısmı siyahtır. Omuz başında "'V" şeklinde bir koyuluk vardır. Burun koyu renktir ve ucu siyahtır. Beslenmesine bağlı olarak, yapraklı, ibreli, karışık ormanlarda, çalılık yerlerde, steplerde yaşar. Bulunduğu yere kolaylıkla uyum Sağlar. Genel olarak geceleri hareket eder ve avlanır. Kış aylarında gündüzleri de dolaşırlar. Toplu olarak ve tek başına durmadan dolaşırlar. Bir gecede 40-70 km. kat ettikleri olur. Gücünün yettiği bütün hayvanları avlarlar. Çift tırnaklı bütün av hayvanlarını tavşan, porsuk, tilki, kirpi, fare gibi hayvanları avlayarak beslenirler. Evcil hayvan sürülerine saldırırlar. Sürü halinde ve kovalayarak avlandıkları için öncelikle hasta, zayıf ve sakat hayvanlarla yavruları avlarlar. Yiyeceğinden çok hayvanı boğarak öldürür ve evcil hayvan sürülerine zarar verirler. Aç kalınca deri, kemik ve boynuz gibi şeyleri de yerler. Aralık ortası ve şubat başı arasında kızışır ve çiftleşirler. 9 haftalık bir gebelikten sonra 3-8 arası yavru doğururlar. Ormanın sıklıklarında kaya oyuklarında genişlettikleri toprak inlerde yuvalanır ve yavrularlar. Sesleri uluma şeklindedir. Avlarına saldırırken veya korku anlarında köpek havlaması gibi kısa kesik ve aralıklı olarak tiz bir sesle havlarlar. Yavrular iki yaşında erginleşir. 14-16 yıl yaşarlar. Köpekgillerden kurt, yurdun her yerinde özellikle iç Anadolu'da; Ankara, Kara denizde; Sinop, Bolu, Zonguldak, Güneyde Antalya, Muğla, Denizli, Doğuda Erzurum, Muş, Hakkari gibi hemen hemen yurdun her yerinde ve yerleşim bölgelerinden uzakta yaşarlar. Karaca YAŞAMA ORTAMI Alt tabakası zengin yapraklı koru ormanlarını, ibreli-yapraklı karışık ormanları ve baltalıkları sever. Tarım alanlarının ormanla iç içe olduğu yerleri, bol miktarda çayırlık ve açıklıkların bulunduğu yapraklı korulukları ve korulu baltalıkları tercih eder. BİYOLOJİK ÖZELLİKLERİ Gece ve gündüz yayılır. Genellikle akşam ve sabah saatlerinde, bazen öğleden sonraları ve aydınlık gece yarısından sonra otlar. Atlayarak ve sıçrayarak hareket eder, sadece otlarken yürür. Yerine bağlı bir hayvandır, çevresinden ayrılmaz. Sonbahardan ilkbahara kadar yaşlı bir dişinin güttüğü irili ufaklı gruplar, kışın ise grupların birleşmesiyle küçük sürüler teşkil ederler. Yaşlı erkekler ilkbaharda genellikle tek gezerler. Haziranda çiftleşirler. Gebelik süresi 11 aydır. Genellikle ikiz doğururlar. Yavrular doğduklarında ve ilk altı haftada iri beyaz beneklidirler. Taze sürgün, tomurcuk, yaprak ve ot yiyerek beslenirler. Üzümsü meyveler, kestane, meşe palamudu, yabani armut, erik gibi meyveler, yosunlar, mantarlar diğer gıdalarını teşkil eder. 15 yıl kadar yaşarlar. NERELERDE BULUNUR Yurdumuzdaki geniş yayılış alanına rağmen sayıca çok azalmıştır. SUNA ÖRDEK Bazı yörelerde "Alkuşaklı Kaz, Hanım Ördeği, Kuşaklı Ördek" gibi adları vardır. Kaza benzeyen büyük ördeklerdir. Erişkinlerin baş ve boyunları çok koyu yeşildir. Kursak bölgesi ve boynun arkasında beyaz renkli bir halka vardır. Bunun altında geniş kırmızımsı bir kuşak bulunur ki bu kuşak, sırtın ön kısmı ile göğsün ön kısmını birbirine bağlar. Erkeklerde kuluçka dönemi gaga dibinde kırmızı bir çıkıntı (hörgüç) bulunur ve bu hörgüç erkeği görünüş bakımındn dişiden ayırır. Bunun haricinde erkek ve dişi birbirlerinin aynıdır. Ancak gençlerinde kırmızımzı kahverengi kuşak bulunmaz. Ülkemizde Güney Doğu hariç hemen her yerde bulunur. Trakya ve Marmara bölgesinde kuluçka çıkardıkları olur. Deniz ve tuzlu göl kenarlarını tercih ederler. Monogom kuşlardır. Yani eşler birbirlerinden ayrılmazlar. Aynı yuvayı 5-6 yıl kullandıkları görülmüştür. Yuvalarını mağara kovuklarına yaparlar. Bu yuvalara 8-12 arası yumurta bırakırlar. Beslenmeleri genel olarak hayvansaldır. Dalıcı ördeklerden değildirler. Sayıları son yıllarda azalış göstermeye başlamış ve en son görüldükleri bazı yerlerde görülmez olmuşlardır. Boyları 61cm.civarındadır. Ülkemizde avlanması yasaktır.
  15. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Avcılık
    Keklik "Kekliği Düz ovada avlarlar" cümlesi ülkemiz insanın avcılığa olan merakı ile artık bir şarkı sözü olmanın ötesinde sosyo kültürel ve güncel yaşamındaki kesitlerini da yansıtıyor. Aslında "avcılık" denince "keklik avlamak" geliyor Kıbrıs Türk avcısının aklına... Av dönüşü evine dönen avcılara sorulan tek soru vardır Kıbrıs'ta; 'Kaç keklik ?' ... Ülkemizde yaygın olarak bulunan Kınalı Keklik küçük meyveler, tohumlarla ve böceklerle beslenir. Otluk kayalık gibi açık arazilerde bulunur. Av kuşları içinde avı en zevkli olanıdır.Keklik genelde üç tip arazide bulunur ve avlanır. Bunlardan birincisi taşlık ve çalısı az olan düzlüklerdir.Böyle yerlerin kekliği diğer yerlerin kekliğine göre küçük olmakla birlikte avlanması da güçtür. Bunlar avcıyı ve av köpeğini uzaktan görünce saklanacak çalı bulamadıklarından avcının önünde yürümeye başlarlar ve bir müddet uzaklaştıktan sonra saçma menzilinden uzakta uçarlar. İkincisi kısa meşelikler arasında tarlalar bulunan arazidir. Böyle araziler keklik avının en iyi yapılabileceği arazilerdir. Bu tip arazilerin kekliği diğerlerine göre daha iri olur. Çünkü kısa meşeler arasında keklik çok iyi saklanır. Bundan sonrası artık av köpeğinin marifetine kalmıştır. Sinen kekliği yakından ferma durarak teker teker kaldırır. Üçüncü arazi tipi ise otluk ve çalılık bazı yüksek yerlerdir. Bu gibi yerlerin de kekliği iri olur. Ancak fazlaca ot olduğundan çok iyi bir köpeğe ihtiyaç vardır. Keklik bu gibi yerlerde avcının hemen ayağının dibinden fırlar ve avcıyı şaşırtır.Mevsim faktörünü gözönüne alırsak keklik, avın ilk günlerinde (sıcak günlerde) su başlarında ve yüksek kayalık alanlarda bulunur. Soğuk günlerde arazinin Güney kısımlarında ve tohumun yeni atıldığı tarlalarda bulunabilir.Hayvan hava şartları sıcaksa serine, aşırı soğuksa sıcak bölgelere sığınmaktadır. Sonbaharda su ihtiyacı kış aylarına göre daha çok olacağı için su başlarını tercih etmesi iç güdülerinin tabii sonucudur. Keklik günde en az iki kere yaylıma çıkar. İlki günün ilk ışıklarıyla başlar, diğeri gün batımı öncesidir. Bunlardan çıkaracağımız sonuç günün hangi saatinde hayvanın nerede olabileceğini bilmektir. TÜFEK SEÇİMİ Keklik avı için tercih edilen namlu uzunluğu 28 - 30 inc.’dir.Mobil şoklu bir silah kullanıldığı zaman avın açıldığı ilk ayda (Kasım) 3/1şoku tercih etmemiz gerekirken Aralık ayında 4/2 şoklu bir silah, keklik avının amacına daha uygundur. Bundan amaç avın açıldığı ilk zamanlarda hayvanın uzak kalkacağı, daha sonraları ise yılgın ve tedirgin olacağı varsayımından yola çıkarak yapılan bir tercihtir. Bu tercih avcının zaman içinde edindiği tecrübeler ve fermalı köpek kullanması doğrultusunda değişkenlik gösterebilir. Bu konuda tek bir doğru yoktur. FİŞEK SEÇİMİ Keklik için tercih edilen fişek numarası 7’dir. Yakın mesafelerdeki atışlarda 8 numara saçma aynı işlevi görecektir. Saçma numarası küçüldükçe dezavantajın yaşanacağı bilinmelidir. Ruhsatlı bir avcı bir av gününde 5 adete kadar keklik avlayabilmektedir. Bıldırcın Bıldırcın sülüngiller familyasının en küçüğüdür. Çayır,tarla,bozkırlarda ve arpa buğday tarlalarında görülür. Sürü halinde bulunmazlar, tek veya birkaçı bir arada gezerler; kendisine iyice yaklaşılmadıkça kolay kolay uçmaz. Havalandığı zaman gürültülü ve alçaktan gider. Bıldırcın avında cok dikkatli ve keskin atıcı olmak gerek köpeksiz bıldırcın avı çok zor olur. Her seviyedeki avcının yapabileceği sevilen bir avdır. Ülkemizin her tarafında görülür. Bütün mesele bıldırcının nerede aranması gerektiğini bilmektedir. Bıldırcın seyrek otlu ve düzenli olarak kesilen çayırlar ile ekili alanları tercih eder. Ayrıca sulak alanlar ve sazlıkların kenar bölgeleri, kuru yeşil alanlar tür için önemlidir. Kendilerini temel olarak uzun çimenlerle kaplı çayırlarla saklarlar. Beslenmelerinin büyük bir kısmını bitkilerin üzerindeki ve topraktaki omurgasızlar oluşturur sonbahar ve kışın genel olarak tohumla beslenirler.Genelde erkek ve dişi aynı görünüştedir. TÜFEK Bıldırcın avı için silindir şoklu tüfekler ve hafif dolu fişekler (28-30 gr.) tercih edilmelidir. Şoklu tüfeklerle yakın mesafeden yapacağınız atışlarda hem vuruş şansınız azalır, hem de vurduğunuz taktirde hayvanı yenilmeyecek kadar kötü parçalarsınız.Bir çok av köpeği de parçalanmış bıldırcını yemekte veya çiğnemektedir. Tüfeğin süperpoze yada çifte olarak seçilmesi avcının tercihine ve zevkine kalmıştır. FİŞEK Fişek olarak kullanacağımız fişek standart 28-30 gr. 8-9-10 numara olmalıdır. İri saçma yine hayvanı parçalayacağı için ve uzak mesafeli atışlarda bıldırcının saçma grubunun arasında kalıp vurulmama ihtimali olacağı için tavsiye edilmez. Ruhsatlı bir avcı, bir av gününde sınırsız sayıda bıldırcın avlayabilir. Çulluk Scolopacidae familyasından olan çulluk bölgelere göre değişik adlarla anılır; yabantavuğu veya bigatsa gibi. Çulluğun ülkemizde avlanılan türü Asya ve Avrupa kıtasında bulunan Scolopax Rusticola'dır. Bacakları oyluk kısmına kadar tüylüdür. Çulluğun sırt kısmı kızıl kahve renginde olup, pas renginde lekeler bulunmaktadır. Aynı kesimler üzerinde yer yer grimsi lekeler de görülmektedir. Alın kısmı sarımtırak gri olup, baş tüylerinin ayırma yerinde 3 tane siyah ve pas renginde enlemesine çapraz çizgiler vardır. Gözün üzerinde de açık sarımtırak bir çizgi bulunur. Gözlerinin, kafasının üstüne yakın bir yerde olması arkası dahil olmak üzere bütün etrafını görmesine olanak verir. Uzun gagasını yumuşak toprağın içine sokabilir ve gagasında bulunan sinirler sayesinde toprak altındaki sevdiği kurtları hissedebilir, buna toprak altında gagasını açabilme yeteneğinide ekleyerek bulduğu bu kurtları rahatlıkla çıkarabilir. Uçarken zigzaglar çizer ve biraz baykuşu andırır. Havalandığı zaman 100-200 m ileriye konar.Çulluk sakin zamanlarda yürüyüşü yavaş, fakat ilk uçuşunda kalkışı gürültülü ve serttir.Uçarken zigzaglar çizer ve biraz baykuşu andırır. Açık arazide uçmaktan hoşlanmaz. Av esnasında vurulmamışsa, silah sesinin ardından derhal 100-200 m ileriye konar ve hızla koşarak izini kaybettirmeye çalışır; eğer çulluk avına merak sararsanız, çok iyi cins bir av köpeğine sahip olmanız gerekir. Fakat büyük av sezonunu bitmesinden sonra Şubat ayının ilk haftasında başlayan ince av dönemi içerisine de köpeksiz olarakHavaların soğumaya başlamasıyla çulluk, Kuzey Avrupa ülkelerinden, Rusya’dan ve Balkanlar’dan Türkiye üzerinden yurdumuza doğru göçe başlar. Çulluklar büyük sürüler halinde göç yapmazlar.Eylül ayı başlarında sular don yapmaya başladığında ve havalar sertleştiğinde göç yüksek kesimlerden önce alçaklara doğru başlar.İsveç'teki çullukların bir kısmı Norveç sahillerine geçer ve oradan Kuzey denizini aşarak İskoçya'ya,İngiltere'ye ve İrlanda'ya dağılırlar.İsveç'teki çullukların bir diğer göç yolu,Baltık denizini aşmak koşuluyla Danimarka ,Almanya,Hollanda,Belçika ve Polonya'dır.Havalar dahada soğudukça kuşlar Avrupanın iç kesimlerine yayılırlar, hatta Elbe,Mein,Oder ve Tuna nehirlerinin vadilerini izleyerek Akdeniz'e inerler. Çulluğun Kuzey Kıbrısta ilk görüldüğü günler Kasım ortalarına rastlar, ama asıl, kasım sonu ile aralık ayı içinde önce kıyılara yakın yerlerde kendini gösterir. Kötü hava koşulları arttıkca çulluk güneye, kendine rahat besin bulabileceği yerlere doğru göçüne devam eder. Kıbrıs'ta Çulluk'u ilk olarak kuzey sahilindeki avcılar karşılar. Çulluklar şubat ve mart aylarında dönüş yolculuğuna başlar ve doğduğu yerlere kuzey ülkelerine doğru göçe başlarlar. Göç genellikle geceleri olur. TÜFEK SEÇİMİ Çulluk avında kullanılacak silahın seçimi avı etkileyen önemli unsurlardan biridir. Çulluk avında sık orman içinde tüfek atıldığı için öncelikle kısa namlulu ve açık şoklu tüfekler tercih edilmelidir. Bu durum avcıya hem saçmaların daha çabuk dağılmasını hemde ormanlık-çalılık yerlerde daha rahat hareket etmeyi sağlarlar. Tüfeğin süperpoze (altalta namlulu) yada çifte (yanyana namlulu) olarak seçilmesi avcının tercihine ve zevkine kalmıştır FİŞEK SEÇİMİ Fişek olarak 7-8 numara, saçma ağırlığı olarak 28-32 gr. arası, tercih edilmelidir. Namludan çıkar çıkmaz dağılan keçe fişekler tercih edilir. Ancak ikinci namluya daha uzun menzilli bir fişek koymakta fayda vardır. Avcı başına, bir av günü için avlanma miktarında herhangi bir kısıtlama yoktur. Tavşan Avcılar açısından büyük bir zevk kabul edilen tavşan avı genellikle keklik avı ile birlikte yapılan zevkli bir avdır. Tavşan, kısa ve kalın kuyruğu, uzun arka bacakları ve genellikle gri boz rengi ile karakteristik bir görünüme sahiptir. Arka bacakları öndekilerden uzun olduğundan yokuş yukarı çok daha kolay kaçarlar. Üst dudağı ikiye bölen derince bir yarık vardır. Yarık olan üst dudak kalınca ve oynaktır. Üst dudağın üzerinde uzun sert kıllardan ibaret bıyığı ve gözünün üstünde de uzun kıllar vardır. Bu uzun kıllar dokunma vazifesi görür. Gözleri başın yan tarafındadır. Tavşanın erkeği ile dişisi arasında görünüm itibarıyla fark yok denecek kadar azdır. Tavşan'ın görmesi diğer duyu organlarına göre daha zayıftır. Özellikle koşarken arkasını iyi görmesine karşın önünü tam olarak göremez. Bunda kaçarken daima arkasını kontrol etmesinin de payı vardır tabii. Buna karşılık duyma organı çok hassastır. En küçük bir çıtırtıyı dahi hemen duyup hisseder. Tavşanın bölgesini çok iyi bildiğinden tavşan avında yavaş hareket etmek gerekir. Zaman zaman duraklamak faydalıdır. Eğer tavşan köpeği atlatmış veya köpek kokusunu alamamış ise, hizasına gelen avcıyı genellikle bir miktar geçirdikten sonra ters istikamete kaçar. Bu sebeple çalı, dikenlik, taşlık alanlarda veya dibinde tavşan yatabileceği tahmin edilen yerlere, fırlayan tavşan ileri kaçacak şekilde yanaşmalıdır.Her avda olduğu gibi tavşan avında da tavşanın çeşitli özellikleri ve yaşam alanı bilindiği takdirde, arayıp bulmada ve avı vurmada başarı oranı artar. Kalkan tavşan vurulamazsa veya tüfek atılamazsa, köpek tavşanı kovar ve tavşan bir daire çizerek ilk kalktığı yerin yakınından geçer. Bu sebeple çok yakın ve süratli izleyen köpeklerin önündeki tavşan uzak mesafelere kaçar. Tavşan avında ağır, fakat izi şaşmadan kovalayan ve arkasından ağlayan köpek makbuldür. Tavşan avında kullanılan köpek çok iyi yetiştirilmiş ve eğitilmiş olmalıdır. Eğitimsiz bir köpekle tavşan avlamaktansa hiç köpek kullanmamak daha iyidir. . Tavşan avında hava şartları çok önem taşır, rutubetli havalarda kuru ve taşlık yerleri, seyrek çalılıkları kendine yatak yeri olarak seçer. Soğuk havalarda, toprak yığınları kenarlarında yataklanır. Tavşanların üreme potansiyeli oldukça yüksektir.Kıbrısın iklim şartlarında yılda 4 defa yavrularlar. Tavşan yavruları oldukça gelişmiş halde doğarlar. TÜFEK SEÇİMİ Tavşan avı için; düz bir mera av bölgeniz ise, 3-1 tüfek iyi bir tercihdir. Eğer sık ormanlık alanlarda tavşan avına çıkmışsanız 5-4 tüfek tercih nedenidir. Tüfeğin süperpoze (altalta namlulu) yada çifte (yanyana namlulu) olarak seçilmesi avcının tercihine ve zevkine kalmıştır FİŞEK SEÇİMİ Tavşan avında fişek olarak 30-34 gr. Saçma numarası 4-5-6’dır. En iyi atış mesafesi 25 m.’dir. 40 metreye kadar iyi bir isabet sağlanırsa da 40 m.’den sonra saçma hüzmesi çok dağılacağından isabet ihtimali azalır ve isabet edecek 1-2 saçma da tavşanı ancak yaralar. Ruhsatlı kişi başına bir av gününde 1adet avlanılabilir. Yeşil Baş Ördek Vücut uzunluğu 51-62cm.'dir. Erkek ve dişi farklıdır. Erkek; isminden de anlaşılacağı gibi parlak yeşil bir başa, sarı-iri bir gagaya, koşu kahverengimsi bir göğüse ve gri renkte gövde yanlarına, sırt ve omuz tüylerine sahiptir. Erkeklerde belirgin olarak kuyruk kıvrık bir görünümdedir. Uçma tüyleri koyu renktedir. Erkek ve dişide ikincil uçma tüyleri (aynası) mavimsidir ve her iki yanında belirgin beyaz renkte bir şerit mevcuttur. Kuyruk tüyleri beyaz, kuyruk alt ve üst tüyleri siyahtır. Dişi genel anlamda boz bir renge ve turuncumsu bir gagaya sahiptir. Tüm Avrupa, Asya ve Amerika kıtalarında yaşamaktadır. Ülkemizde yerlidir, ancak kuzeyden kışlamak için gelenlerde çoktur. Tüm Türkiye'de gözlenmektedir, ancak Orta Anadolu'daki sulak alanlarda daha yaygındır. Kışın ülkemizde iç göllerin yanında, deniz kıyısında ve lagünlerde de gözlenmektedir. Tek eşlidirler. Ülkemizde tatlı, hafif tuzlu göller ve sazlıklı durgun göllerde gözlenmekte ve üremektedir. Şubat sonu-mart aylarında eş tutmaya başlayan yeşilbaş, nisan-mayıs aylarında yuva yapmaya başlamaktadır. Yuvayı suyun dışında toprağa yapar. Yuva, göllerin çevresinde yüksek otlar, ekin tarlaları, sık çalılıklar arasında, bazen kovuklarda olmaktadır. Tercihan daha çok suya yakın kamış ve su bitkileri ile gizlenmiş bir yeri seçer. Yuva tüylerle, kuru otlarla ve ince dallarla döşelidir.Yaklaşık 9-13 yumurta bırakırlar. Yavrular yuvadan 50-60 gün sonra uçarlar. Gagaları süzgeç vazifesi görmektedir.Besinleri : tohumlar,meyve ve bitkiler ile böcek, sucul omurgasızlardır. Ördek de diğer göçmen kuşlar gibi kış başlangıcında Kuzey Avrupa, Balkanlar ve Rusya'dan yurdumuza gelir, kışı yurdumuzda geçirir, baharda yavrular ve daha sonra tekrar kuzeye serin ülkelere geri göç eder. Yurdumuzda yaklaşık yirmi çeşit üzerinde ördek cinsi tespit edilmiştir. Bunların bir kısmının avı tamamen yasaktır. Ördek avını meskun mahallerden uzak her türlü göl, gölet, deniz, su kanalları, su birikintileri, sazlık alanlarda yapmak mümkündür. Ağır kış şartlarında ördek meskun mahallere daha çok yaklaşabilir. Önemli olan önce ördek avını nerede rahatça yapabileceğinizi tespit etmektir. Özellikle, sabah ve akşam avları için ördeklerin göl-kara-göl güzergahına yakın geçtikleri noktaları bulmak ve oralarda beklemek, gündüzleri ise, sazlıklar arasında bot veya kasık çizmesi ile dolaşarak parlama avı yani ördeğe sessizce yaklaşıp daha sonra havalandığında ateş etmek, veya mühre denilen plastik ördeklerden gölün içinde açık alanlara belli bir düzen dahilinde dizerek yukarıdan geçen ördeklerin ilgisini çekmek suretiyle yapılır. Mühre avında gizlenmek için etraftaki sazlıklar veya kamuflaj ağlar kullanılır. Ayrıca ördek düdüğü kullanmak daha fazla çekicilik sağlar. Ördek avı için tavsiye edilecek tüfek çeşitleri yarı otomatik veya süperpoze olup 71 veya 76 cm. namlulu olması gerekir. Ancak parlama avı için daha kısa namlulu açık şoklu tüfek kullanılabilir. 12 kalibre yarı otomatik tüfek kullanacaksanız ful şok takmanız gerekir. Süperpozeyi tercih etseniz de yine şoklar full-full / fuIl-mod. olmalıdır. 12 kalibre için de tavsiye edilen fişek ise, parlama ayında 32-36 gr. 5-7 no. fişek mühre ayında 32-36 gr. 6-7 no. fişek, geçit aylarında 3-5 no. fişektir. Fişeğin gramajını artırmak saçma adedini artırarak bir avantaj olarak görünüyorsa da fişeği hantallaştırmaktadır. Yani fişeğin sürati azalmaktadır, düşük saçma gramajlı ancak barut hakkı fazla olan fişek yüksek geçen ördekte daha iyi netice verir. Hatta Kettner firmasının özel ördek fişekleri 24 gr.dır. Ördeğin, bıldırcın ve çulluk gibi kuşlara nazaran çok hızlı bir hayvan olduğu, vücudunun yağ ve kalın tüy tabakasıyla kaplı olması ördeğe diğer kuşlara nazaran daha dayanıklılık sağlamaktadır. Düşük süratli saçma ördeğe tam olarak işlememektedir. Ördek avı, kış aylarında olması nedeniyle kalın ve özel giyim gerektirir. Öncelikle içinize yün fanila veya uzun kilot giymelisiniz. Havanın durumuna göre muhtelif kazak ve gömleklerin üstüne av yeleğinizi ve en üste tercihen kamuflaj veya saz rengi parka, altınıza normal pantolon veya su geçirmez özel pantolon giymelisiniz. Çizmeniz yüksek konçlu ve kaliteli kauçuktan olmalı, eğer yürüyüş avı değil de bekleme avı yapıyorsanız veya sandal içindeyseniz, çizmeleriniz en aşağı bir hatta iki numara büyük olmalı ki fazlaca yün çorap giyilebilsin ve arada hava boşluğu kalsın. Ancak günümüzde ayağı sıcak tutmak için bir çok değişik, özel malzemelerden imal edilmiş çoraplar, içlikler ve -40~C'ye kadar dayanıklı botlar mevcuttur. Tabii tüm bu tür malzemeler size ekstra maddi külfet getirecektir. Ördek avı ve kaz avı en çok teçhizat gerektiren aylardır. Tüm giyiminize ilave olarak av çantanızda mutlaka yedek çorap, pantolon ve eldiven bulundurunuz. Herhangi bir suya düşme veya ıslanma hallerinde hayatımız bu yedek malzemeye bağlıdır. Hiç kimse arkadaşının yedek malzemesine bel bağlamamalıdır. Av bıçağınızın dışında el feneri, düdük, pusula, 5-6 metre sağlam bir ip, küçük bir şişe içinde ispirto, kuş askısı, ördek düdüğü, çakmak ve kış aylarında her zaman küçük bir baltayı av çantanızda bulundurmanızda fayda vardır. Burada önemli olan nokta beklenmedik bir soğuk hava veya ıslanma durumunda ateş yakmayı sağlamaktır. Ördek avlarında yine yanımızda birden fazla yün bere ve şapka bulundurunuz. Hatta çok soğuk havalar için sadece gözleri açıkta bırakan yün berelerden taşıyınız. Çok kalın deri eldivenler yerine 2-3 adet ince yün eldiven taşırsanız, daha rahat atış yapar ıslandıkça kuru eldiven kullanırsınız. Ördek, sürati 100 km yi geçebilen bir kuştur. Parlama ve mühre aylarında ördeğin tam üstüne atış yapmanız yeterlidir. Geçit yapan bir ördeğe atış yapacaksanız, size olan uzaklığı göz önüne alarak makul bir önleme vermeniz şarttır. Diğer bir nokta da atış sırasında heyecanlanmadan ördeğin iyice yaklaşmasını beklemek ki bu da ördeğin cinsini seçecek veya renklerini görecek kadar yaklaşmasıdır. Siyah olarak gördüğünüz her kuş en aşağı sizden 60-70 metre uzaktadır. Ördek size yaklaşana kadar kesinlikle hareket etmeyin ve gözlerinizi ördeğe dikerek seyretmeyin. Çünkü gözleriniz ördek tarafından yansıtıcı ayna gibi görülecektir. Hiçbir zaman buz tutmuş göl üzerinde yürümeye kalkışmayın. Çok soğuk kış şartlarında ördek kendini buz tutmamış neresini bulursa, oraya atar. Bu durumlarda ördeğin gidebileceği çok fazla adres olmadığı için bulması ve vurması kolaydır. Sülün Keklik ve turaçtan oldukça büyüktür.Erkekleri çok renkli, uzun kuyruklu, süslü bir kuştur. Erkeklerde baş, boyun koyu yeşil, madeni lacivert pırıltılıdır. Gözlerinin etrafı çıplak ve koyu kırmızıdır. Kulak arkasındaki tüyler başın arkasında kulak gibi uzamıştır. Boynun altı, ense dibi ve göğüs tüyler koyu kırmızı-kahverengi, mor-erguvani parıltılı, üzerleri enine siyah lekelidir. Karın koyu kahverengi, sırt, omuz ve kanat önü tüyleri kırmızı, uçları siyah ve beyaz bantlıdır. Kanat uçma tüyleri kahverengi, üzerleri pas sarısı bantlıdır. Kuyruk tüyleri uzun, dipte açık gri-kahverengi uca doğru kızıl kahverengi ve enine geniş siyah bantlıdır. Dişilerin rengi açık gri kahverengi, boyun ve göğüs açık erguvani parıltılı ve enine koyu lekelidir. Karın açık, enine lekeli, kuyruk uzun açık gri kahverengi, üzeri siyah, koyu kahverengi bantlıdır. Her ikisinde gaga ve ayaklar boynuz rengi, erkeklerin ayağında mahmuz bulunur. Büyük bir gürültüyle dikine havalanır, bir müddet sonra ara sıra kanat vurarak ve süzülerek düz bir doğrultuda uçar. Genellikle sessizdirler. Erkekler horozu andırır.Boy erkeklerde 75-85 cm., dişilerde 53-63 cm.dir Denizden 400 m. yüksekliğe kadar olan mıntıkalarda orman kenarında, sulak, ağaçlık yerlerde, ekili alanların çevrelerindeki çalılıklarda yaşarlar. Yuvasını yerde yapar, zeytuni benekli 12-16 yumurtlar. Kuluçka süresi 24 gündür. Yavrular 2 haftada analarıyla ağaçlara tüneyecek kadar uçabilirler. 3 haftada iyice uçarlar. Geceleri ağaçlarda tünerler. Meyveler, taneler, bitki yumruları, ot tohumları ve böceklerle beslenirler. Yurdumuzda doğal olarak Samsun, Sinop, Zonguldak, Sakarya, Kocaeli, illerinde, İstanbul'un Şile, Terkoz, Beykoz, Sarıyer, Çatalca, Kırklareli'nin Vize, Saray, Tekirdağ'ın Çorlu Çerkezköy, Bursa'nın Karacabey ve M. Kemalpaşa ilçelerinde bulunur Çil (Galliformes) sınıfından (Phasianidae) ailesinden ve Keklikgiller (Perdicinae) alt ailesinden ova kuşu. Yıl boyunca iyi kamufle olabiliyor. Yuvarlıkımsı bir vücudu ve kısa kuyruğu olan bu kuşun boyu 30cm. Uçmaktansa yerde yürümeyi tercih ediyor. Kamburumsu bir şekilde yürüyor ve korktuğu zamnan da başı yukarıda dik olarak yürüyerek uzaklaşıyor sadece çok sıkıştırıldığı zaman uçuyor. Bütün Keklikler gibi sabah erken ve öğleden sonra geç saatlerde, hava kararmaya yaklaşırken bulabildikleri herşeyle (meyve,kurt,tohum) beslenirler. Erkek Çil kafasındaki belirgin sarı-kırmızı renklerin yanısıra göğsündeki büyük siyah noktadan da ayırtedilebilir. Dişi Çil gri renk olup üzerinde kahverengi ve sarı çizgilerden ayırtedilebilir. Üreme mevsimleri Ocak-Şubat ayıda başlar. Çil 10-20 arası yumurtlar. Ötüşü geçici bir "kerrek"ten ibarettir. Kuş tedirgin olduğunda bu ses tekrar eder.
  16. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Doğal Afetler
    Deprem Nedir? Nasıl Oluşur? DEPREM NEDİR ? Yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsma olayına "DEPREM" denir. Deprem, insanın hareketsiz kabul ettiği ve güvenle ayağını bastığı toprağın da oynayacağını ve üzerinde bulunan tüm yapılarında hasar görüp, can kaybına uğrayacak şekilde yıkılabileceklerini gösteren bir doğa olayıdır. Depremin nasıl oluştuğunu, deprem dalgalarının yeryuvarı içinde ne şekilde yayıldıklarını, ölçü aletleri ve yöntemlerini, kayıtların değerlendirilmesini ve deprem ile ilgili diğer konuları inceleyen bilim dalına "SİSMOLOJİ" denir. DEPREMİN OLUŞ NEDENLERİ VE TÜRLERİ: Dünyanın iç yapısı konusunda, jeolojik ve jeofizik çalışmalar sonucu elde edilen verilerin desteklediği bir yeryüzü modeli bulunmaktadır. Bu modele göre, yerkürenin dış kısmında yaklaşık 70-100 km. kalınlığında oluşmuş bir taşküre (Litosfer) vardır. Kıtalar ve okyanuslar bu taşkürede yer alır.Litosfer ile çekirdek arasında kalan ve kalınlığı 2.900 km olan kuşağa Manto adı verilir. Manto'nun altındaki çekirdeğin Nikel-Demir karışımından oluştuğu kabul edilmektedir.Yerin, yüzeyden derine gidildikçe ısının arttığı bilinmektedir. Enine deprem dalgalarının yerin çekirdeğinde yayılamadığı olgusundan giderek çekirdeğin sıvı bir ortam olması gerektiği sonucuna varılmaktadır. Manto genelde katı olmakla beraber yüzeyden derine inildikçe içinde yerel sıvı ortamları bulundurmaktadır. Taşküre'nin altında Astenosfer denilen yumuşak Üst Manto bulunmaktadır.Burada oluşan kuvvetler, özellikle konveksiyon akımları nedeni ile, taş kabuk parçalanmakta ve birçok "Levha"lara bölünmektedir. Üst Manto'da oluşan konveksiyon akımları, radyoaktivite nedeni ile oluşan yüksek ısıya bağlanmaktadır. Konveksiyon akımları yukarılara yükseldikçe taşkürede gerilmelere ve daha sonra da zayıf zonların kırılmasıyla levhaların oluşmasına neden olmaktadır. Halen 10 kadar büyük levha ve çok sayıda küçük levhalar vardır. Bu levhalar üzerinde duran kıtalarla birlikte, Astenosfer üzerinde sal gibi yüzmekte olup, birbirlerine göre insanların hissedemeyeceği bir hızla hareket etmektedirler. Konveksiyon akımlarının yükseldiği yerlerde levhalar birbirlerinden uzaklaşmakta ve buradan çıkan sıcak magmada okyanus ortası sırtlarını oluşturmaktadır. Levhaların birbirlerine değdikleri bölgelerde sürtünmeler ve sıkışmalar olmakta, sürtünen levhalardan biri aşağıya Manto'ya batmakta ve eriyerek yitme zonlarını oluşturmaktadır. Konveksiyon akımlarının neden olduğu bu ardışıklı olay taşkürenin altında devam edip gitmektedir. İşte yerkabuğunu oluşturan levhaların birbirine sürtündükleri, birbirlerini sıkıştırdıkları, birbirlerinin üstüne çıktıkları ya da altına girdikleri bu levhaların sınırları dünyada depremlerin oldukları yerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünyada olan depremlerin hemen büyük çoğunluğu bu levhaların birbirlerini zorladıkları levha sınırlarında dar kuşaklar üzerinde oluşmaktadır. Yukarıda, yerkabuğunu oluşturan "Levha"ların, Astenosferdeki konveksiyon akımları nedeniyle hareket halinde olduklarını ve bu nedenle birbirlerini ittiklerini veya birbirlerinden açıldıklarını ve bu olayların meydana geldiği zonların da deprem bölgelerini oluşturduğunu söylemistik. Birbirlerini iten ya da diğerinin altına giren iki levha arasında, harekete engel olan bir sürtünme kuvveti vardır. Bir levhanın hareket edebilmesi için bu sürtünme kuvvetinin giderilmesi gerekir. İtilmekte olan bir levha ile bir diğer levha arasında sürtünme kuvveti aşıldığı zaman bir hareket oluşur. Bu hareket çok kısa bir zaman biriminde gerçekleşir ve şok niteliğindedir. Sonunda çok uzaklara kadar yayılabilen deprem (sarsıntı) dalgaları ortaya çıkar.Bu dalgalar geçtiği ortamları sarsarak ve depremin oluş yönünden uzaklaştıkça enerjisi azalarak yayılır. Bu sırada yeryüzünde, bazen gözle görülebilen, kilometrelerce uzanabilen ve FAY adı verilen arazi kırıkları oluşabilir. Bu kırıklar bazen yeryüzünde gözlenemez, yüzey tabakaları ile gizlenmiş olabilir. Bazen de eski bir depremden oluşmuş ve yeryüzüne kadar çıkmış, ancak zamanla örtülmüş bir fay yeniden oynayabilir. Depremlerinin oluşumunun bu şekilde ve "Elastik Geri Sekme Kuramı" adı altında anlatımı 1911 yılında Amerikalı Reid tarafından yapılmıştır ve laboratuarlarda da denenerek ispatlanmıştır. Bu kurama göre, herhangi bir noktada, zamana bağımlı olarak, yavaş yavaş oluşan birim deformasyon birikiminin elastik olarak depoladığı enerji, kritik bir değere eriştiğinde, fay düzlemi boyunca var olan sürtünme kuvvetini yenerek, fay çizgisinin her iki tarafındaki kayaç bloklarının birbirine göreli hareketlerini oluşturmaktadır. Bu olay ani yer değiştirme hareketidir. Bu ani yer değiştirmeler ise bir noktada biriken birim deformasyon enerjisinin açığa çıkması, boşalması, diğer bir deyişle mekanik enerjiye dönüşmesi ile ve sonuç olarak yer katmanlarının kırılma ve yırtılma hareketi ile olmaktadır. Aslında kayaların, önceden bir birim yer değiştirme birikimine uğramadan kırılmaları olanaksızdır. Bu birim yer değiştirme hareketlerini, hareketsiz görülen yerkabuğunda, üst mantoda oluşan konveksiyon akımları oluşturmakta, kayalar belirli bir deformasyona kadar dayanıklılık gösterebilmekte ve sonrada kırılmaktadır. İşte bu kırılmalar sonucu depremler oluşmaktadır. Bu olaydan sonra da kayalardan uzak zamandan beri birikmiş olan gerilmelerin ve enerjinin bir kısmı ya da tamamı giderilmiş olmaktadır. Çoğunlukla bu deprem olayı esnasında oluşan faylarda, elastik geri sekmeler (atım), fayın her iki tarafında ve ters yönde oluşmaktadırlar. FAYLAR genellikle hareket yönlerine göre isimlendirilirler. Daha çok yatay hareket sonucu meydana gelen faylara "Doğrultu Atımlı Fay"denir. Fayın oluşturduğu iki ayrı blokun birbirlerine göreli olarak sağa veya sola hareketlerinden de bahsetmek mümkündür, ki bunlar sağ veya sol yönlü doğrultulu atımlı faya bir örnektir. Düsey hareketlerle meydana gelen faylara da "Eğim Atımlı Fay"denir. Fayların çoğunda hem yatay, hem de düsey hareket bulunabilir.
  17. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Coğrafya Bilgileri
    Jeofizik Nedir? Yerküre ve atmosferinin, gezegenlerin, uyduların ve güneşin fiziksel ve yapısal özelliklerini fizik ve matematik yöntemler kullanarak inceleyen bilim dalına "Jeofizik" denir. Jeofizik bilim dalında kullanılan başlıca yöntemler nelerdir? Gravite: Yeraltı yapılarının yerçekimi özelliğini inceler, Manyetik: Yeraltı yapılarının manyetik özelliklerini inceler, Sismoloji: Depremlerin özelliklerini ve yerin derinliklerini inceler, Sismik: Yeraltı yapılarının sismik hız değişimlerini inceler, Elektrik: Yeraltı yapılarının elektrik iletkenlik özelliklerini inceler, Elektromanyetik: Yeraltı yapılarının elektrik iletkenlik ve elektomanyetik özelliklerini inceler, Jeomanyetizma: Uzaydaki ve Dünyadaki manyetik alanın özelliklerini inceler, Palemonyetizma: Geçmiş dönemlerdeki yer manyetik alanının değişimlerini inceler, Radyometrik ve jeotermik: Yeraltının radyoaktif ve sıcaklık özelliklerini inceler, Kuyu logları: Sondaj kuyularında yapılan gravite, manyetik, radyometri, elektrik vb. jeofizik yöntemlerdir. Jeofiziğin uygulama alanlarına örnekler Levha tektoniği ve deprem araştırmaları Sismik yöntemlerle karada ve denizde jeolojik yapıların araştırılması Jeolojik zamanlardaki yer manyetik alanının belirlenmesi Yeraltı kaynaklarının araştırılması Çevre jeofiziği Arkeolojik araştırmalar Atmosfer ve uzay araştırmaları Termal alan araştırmaları Jeoloji ve Jeofizik arasındaki fark nedir? Jeoloji ve Jeofizik bilim dallarında amaç aynıdır: yerküre ve içinde bulundugu uzay ortamının özelliklerinin anlaşılabilmesidir. Aralarındaki en temel ayrılık araştırma yöntemlerinin farklılığıdır.
  18. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Coğrafya Bilgileri
    Coğrafi Konum Herhangi bir noktanın dünya üzerinde kapladığı alana coğrafi konum denir. Özel ve matematik konum diye ikiye ayrılır. Bir ülkenin coğrafi konumu , o ülkenin tabii, beşeri ve ekonomik özelliklerini çok yönlü etkiler. , ÖZEL KONUM Herhangi bir yerin kıtalara, denizlere, dağ sıralarına, boğazlara ,komşu ülkelere, ulaşım yollarına, yer altı ve yerüstü kaynaklarına, siyasi bloklara göre olan konumu ve yükseklik değerleri özel konumudur. ÖZEL KONUM ÜLKELERİN; jeopolitik konumunu, iklimini, nüfusun dağılışını, yerleşme şartlarını ,turizm faaliyetlerini, ulaşım imkanını, ekonomik faaliyetlerini etkiler. TÜRKİYE'NİN ÖZEL KONUMU VE SONUÇLARI Türkiye Asya, Avrupa ,Afrika kıtalarını birbirine bağlayan önemli bir kavşak noktasında kurulmuştur. Asya –Avrupa arasında bir köprü durumundadır. Stratejik önemi olan boğazlara sahiptir. Petrol bakımından zengin ülkelere komşudur. Asya Avrupa arasındaki en önemli ticaret ve ulaşım yolları Türkiye’den geçer. Ortalama yükseltisi fazladır ve engebelidir. Bu durum tarım, nüfus, sanayi, ulaşım ve yerleşmeyi etkiler. Türkiye’nin gerçek yüzölçümü 814.578 km2 , izdüşüm yüzölçümü ise 779.452 km2dir. Aradaki fark ülkemizin yüksek ve engebeli olmasından kaynaklanır. ****Not: Bir yerin gerçek yüzölçümü ile izdüşüm yüzölçümü arasında fark fazla ise o yer engebelidir. Fark az ise düzlüktür. MATEMATİK KONUM Matematik konum:Bir yerin enlem ve boylamlara göre dünya üzerindeki yeridir. Bir başka ifade ile Ekvator’a ve Greenwich ‘e göre konumudur. Örneğin: Türkiye 36° -42° kuzey enlemleri ( paralelleri ) ile 26°-45° doğu boylamları (meridyenleri) arasındadır. YERKÜRE’ NİN KOORDİNATLARI Paraleller Ekvatora paralel olarak 1°lik açı aralıklarıyla çizildiği varsayılan dairelerdir. Özellikleri: Başlangıç paraleli Ekvator'dur ve en büyük paralel dairesidir (40.076km). Dünyanın şeklinden dolayı Kutuplara gidildikçe çevre uzunlukları azalır. Birer derece aralıklarla geçerler. 90 tanesi Güney, 90 tanesi Kuzey Yarımküre'de olmak üzere toplam 180 tanedirler. İki paralelin arasındaki uzaklık her yerde 111 km dir. Paralellerin derecesi kuzey ve güneye doğru artar. Paralel farkı ile uzaklık hesaplanabilmesi için bize verilen merkezler aynı meridyen üzerinde olmalıdır. Farklı meridyen yaylarında olduğunda açı farkı ortaya çıkar ve iki paralel arası 111 km den daha fazla olur. Paralel farkı bulunurken verilen merkezler aynı yarımkürede ise büyük olan enlem derecesinden küçük olan çıkarılır. Farklı yarımkürede olurlarsa enlem dereceleri toplanır. A-B=? 50-20=30 paralel farkı 30 x 111= 3330 km E-D=? 35-15=20 paralel farkı 20x111=2220 km B+D=? 20 +15=35 paralel farkı 35 x 111=3885 km ENLEM VE ETKİLERİ ENLEM: Yerkürede herhangi bir noktanın ekvatora olan uzaklığının açı cinsinden değeridir. Güneş ışınlarının düşme açısı kutuplara doğru küçülür. Işınların atmosferdeki yolu uzar. Tutulma artar ve sıcaklık ta kutuplara doğru azalır. Denizlerin sıcaklığı ve tuzluluğu kutuplara doğru azalır. Matematik iklim kuşakları oluşur Bitki örtüsü kutuplara doğru aralıksız kuşaklar oluşturur. Tarımın yükselti sınırı, Toktağan kar sınırı (Daimi kar sınırı), Orman üst sınırı kutuplara doğru azalır. Akarsuların donma süresi kutuplara doğru uzar. Gece gündüz arasındaki zaman farkı kutuplara doğru artar. Dünyanın çizgisel dönüş hızı kutuplara doğru azalır. Aynı Enlem Üzerindeki Merkezlerde Ortak Özellikler Ekvatora ve kutuplara eşit uzaklıktadırlar. Güneş ışınlarını aynı açıyla alırlar. Gece- gündüz süreleri birbirine eşittir. Dünyanın çizgisel dönüş hızı aynıdır. Aynı iklim kuşağındadırlar. Fakat aynı iklim özelliği görülmeyebilir (özel konumdan dolayı). İki meridyen arasındaki mesafe aynıdır. Meridyenler Ekvatoru dik olarak kesen ve kutuplarda birleşen hayali dairelere meridyen daireleri denir Özellikleri: Başlangıç meridyeni Greenwhic’ tir. Greenwhic’in 180 batısında ve 180 doğusunda olmak üzere 360 tane meridyen yayı vardır. Tam daire olarak 180 adettir. Aralarındaki uzaklık sadece Ekvator üzerinde 111 km’dir. Dünyanın şeklinden dolayı Kutuplara gidildikçe bu uzaklık daralır. Örnek:Türkiye’de ortalama 85 km , Kutup dairelerinde 47 km dir. *** Bunun sonucu olarak doğu-batı yönünde aynı mesafe gidildiğinde Kutuplara yakın yerde daha fazla meridyen geçilirken, Ekvatorda en az meridyen geçilir. İki meridyen arasında 4 dakikalık yerel saat farkı vardır. Kutuplarda birleştikleri için meridyen yayları eşit uzunluktadır. Aynı meridyen üzerindeki bütün noktalarda yerel saat aynıdır. Ayrıca 21 Mart-23 Eylül günlerinde de güneş aynı anda doğar ve batar. BOYLAM VE ETKİLERİ Boylam: Herhangi bir noktanın başlangıç meridyenine olan uzaklığının açı cinsinden değeridir. ETKİLERİ: Boylamın tek etkisi yerel saat farkları oluşturmasıdır. YEREL SAAT hesaplamaları Yerel Saat: Bir yerin kendine özgü saatidir. Güneşin ufuk çizgisindeki konumuna göre belirlenir. Güneş ufuk çizgisinde en yüksek konuma geldiğinde o yerin yerel saati 12:00 dır. Cismin gölgesi en kısadır. Aynı yarım kürede ise büyük olan meridyen derecesinden küçük olan çıkarılır. Farklı yarım kürelerde ise toplanır. A-B=? 25-10= 15° Meridyen farkı 15x4= 60 dk E-D=? 8-5= 3º Meridyen farkı 3x4= 12 dk B+E=? 10+8= 18° Meridyen farkı 18x4= 72dk=1:12 ***Not: Dünyamız kendi ekseni çevresinde batıdan doğuya doğru döndüğü için doğudaki bir merkezde güneş erken doğar, erken batar. Batıdaki bir merkezde ise geç doğar geç batar. Sonuçta doğudaki bir meridyenin yerel saati her zaman daha ileridir. SAAT DİLİMLERİ VE ULUSAL SAAT Günümüzde yerel saatlere göre hareket etmek hem ülke içinde hem de ülkeler arası ilişkilerde sıkıntılar meydana getirir. Bunu önlemek için uluslararası saat sistemine geçilmiştir. Bunun için dünyamız 15°' lik meridyen yayları şeklinde 24 saat dilimine ayrılmıştır. Her saat diliminde de tam ortadan geçen meridyenin yerel saati ortak kabul edilmiştir. Saat dilimlerinde de başlangıç olarak Greenwich'in 7,5° doğu ile 7,5° batı meridyenleri alınmıştır. Türkiye, ikinci ve üçüncü saat dilimlerinde yer almaktadır. Ancak biz bunlardan sadece birini kullanmaktayız.1978 yılına kadar topraklarımızın çoğunun yer aldığı ikinci saat diliminin( 30° Doğu meridyeni -İzmit) yerel saati ülkemizde ortak saat olarak kullanılmıştır. Bu tarihten sonra güneş ışığından daha fazla faydalanarak enerji tasarrufu sağlamak için ileri ve geri saat uygulamasına geçilmiştir. İlkbahar-yaz dönemlerinde ileri (45° Doğu meridyeni-Iğdır), sonbahar-kış dönemlerinde geri saat (30° Doğu meridyeni -İzmit) uygulaması yapılmaktadır. TARİH DEĞİŞTİRME ÇİZGİSİ Tarih değiştirme çizgisi olarak 180 meridyeni kabul edilir. Bu meridyenin doğu tarafında batı meridyenleri, batı tarafında ise doğu meridyenleri bulunmaktadır. Dolayısıyla doğu meridyenlerinin olduğu batısında bir gün ileri, batı meridyenlerinin olduğu doğusunda ise bir gün geridir. Not: Tarih değiştirme çizgisi ve saat dilimleri ülke sınırlarına göre çizildiğinden meridyenlere tam uygun olarak uzanış göstermezler. Girinti-çıkıntı oluştururlar. TÜRKİYE'NİN MATEMATİK KONUMU VE SONUÇLARI Kuzey Yarım Küre'de ılıman iklim kuşağındadır. Doğusu ile batısı arasında 19°'lik boylam farkı vardır. Bunun sonucu olarak 76 dk.lık yerel saat farkı vardır (19x4=76 dk.). Dört mevsim belirgin olarak yaşanır. Güneş ışınları hiçbir zaman dik açıyla düşmez. Yurdumuzda bir cismin gölgesi bütün yıl kuzeye düşer. Güney kıyılarımızın sıcaklığı kuzey kıyılarımızdan yıllık ortalamada 7-8°C daha yüksektir. Akdeniz'in tuzluluk oranı Karadeniz'den daha yüksektir. Kışın görülen yağışlar cephesel kökenlidir. Yurdumuza kuzeyden esen rüzgarların soğutucu, güneyden esen rüzgarların da sıcaklığı artırıcı etki yapması. Deniz turizmi en erken Akdeniz Bölgesi'nde başlar en uzun süre devam eder. Yıl içinde en uzun gündüz ve gecelerin yurdumuzun kuzeyinde yaşanması.
  19. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Doğal Afetler
    EROZYONUN TANIMI VE ÇEŞİTLERİ Erozyonun kelime anlamı: Bir varlığın bir değeri yerine getirilemeyecek şekilde yok olmasıdır. Toprak biliminde ise; yeryüzündeki ana materyalin çeşitli etkenlerle aşınıp taşınması olayıdır. Erozyon, tabiatın normal süreci içinde meydana geliyorsa normal erozyon; insanın tabiattaki toprak, su ve bitki arasındaki dengeyi bozucu nitelikteki müdahaleleri sonucu meydana geliyorsa hızlandırılmış erozyon adını almaktadır. Normal erozyon, genellikle insan müdahalesi olmayan yerlerde görülür ve çok yavaş olarak gelişir. Meraların aşırı derecede otlatılması, ormanların tahrip edilmesi ile daha az korunan toprak, su ile kolayca taşınabilmektedir ve erozyon hızlanmaktadır. Yapıcı Unsurlara Göre Erozyonun Çeşitleri Özellikle ülkemizde tahribatı büyük boyutlara ulaşan su erozyonu, erozyon çeşitleri içerisinde en önemlisidir. Su erozyonundan sonra diğer erozyon çeşitleri önem sırasına göre; rüzgar, çığlar, heyelanlar ve buzullar olarak sıralayabiliriz. Çığ zaman zaman can ve mal kayıplarına neden oluyorsa da su erozyonu afeti karşısında ikinci planda kalmaktadır. 1- Su Erozyonu Su erozyonu, diğer erozyon çeşitleri içerisinde en yaygın ve en etkili olanıdır. Bunun için, toprak erozyonu denildiğinde akla su erozyonu gelmektedir. Türkiye topraklarının % 86'sında erozyon vardır. Böylece su erozyonunun etkilediği alan 66.9 milyon hektarı bulmaktadır. Yurdumuzdaki önemli can ve mal kayıpları su erozyonu sonucu meydana gelmektedir. 2- Çığlar Türkiye'nin aşırı derecede ormansızlaşmış, yükseltisi yurdun diğer kısımlarına oranla daha fazla ve yağışların genel olarak % 45' den sonraki meyilde kar şeklinde düştüğü Kuzey- Kuzeydoğu ve Doğu Anadolu'da çığ olaylarına sıkça rastlanmakta, can ve mal kayıplarına neden olduğu gibi yerleşim yerlerini, yolları, turistik tesisleri ve devlet yatırımlarını tehdit etmektedir. Türkiye'de yalnız 1985 yılından bugüne kadar 233 çığ olayı tespit olunmuş ve bu süre içinde 604 kişi hayatını kaybetmiştir. Çığ, pürüzsüzlüğü olmayan eğimi yüksek kayalık ve otlu satıhlara düşen aşırı kar yağışlarının kaygan satıhtan kopması ile aşağı kısımlara doğru hızını ve miktarını arttırarak meydana gelen bir kar kitlesi akımı olayıdır. Bu kar kitlesi önüne gelen insanların ölümüne neden olabildiği gibi ev, ahır, sınai tesis v.b. gibi yerlere zarar vererek kara ve demiryollarını kapatabilmekte günlerce trafiği aksatabilmekte ve sportif amaçlı gezilerde insan ölümlerine neden olmaktadır. 3- Rüzgar Erozyonu Rüzgar erozyonu sonucu verimli toprakların kaybı, buharlaşmanın hızlanmasıyla toprak emliliğinin azalması, bitki büyümesinin yavaşlaması, ulaşımın aksaması ve verimin düşmesi olumsuzluklarını ortaya çıkarmaktadır. Taşınan kum ve verimsiz toprak, üretken tarım topraklarını kaplayarak, tarım yapılamaz hale getirmektedir. Mevcut Durum Türkiye jeomorfolojik yapısı itibariyle engebeli bir ülkedir. Nitekim ülkemizin toplam alanının % 46'sını % 40'dan fazla eğime ve % 80'den fazlasını da % 15'den fazla eğime sahip sahalar teşkil etmektedir. İklim yarı kurak, yağışlar düzensiz ve şiddetli sağanak şeklindedir. Bütün bu olumsuz faktörlerin yanında, toprağı normal yapısı ile koruması gereken ormanlar, yangın ve kaçak kesim sonucu koruyucu vasfını büyük ölçüde yitirmiş, meralarda aşırı otlatma ve tarla açmaları ile korumasız hale gelmiştir. Erozyon bütün Dünyada değişik şekil ve şiddette meydana gelmekte ise de yurdumuzda özellikle daha yaygın ve hızlı seyretmekte ve hemen hemen her çeşidi bulunmaktadır. Yüzeysel erozyon, oyuntu erozyonu, arazi kaymaları, rüzgar erozyonu ve çığlar bunların başlıcalarıdır. Buna karşın Türkiye'de, erozyonla savaş çalışmaları ne yasal, ne teknik ve ne de sosyo-ekonomik yönlerden rayına oturmuştur. Bunun sonucu olarak ta toprak servetinin kaybı yanında sık sık sel felaketleri meydana gelmektedir. En yakın örnek olarak 1998'de Batı Karadeniz selinde 30, 1995 İzmir selinde 63, ve yine 1995 Senirkent selinde 74 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, rakamlara dökülmesi çok zor maddi zarar meydana gelmiş, insanlarımız acı çekmişlerdir. EROZYONUN NEDENLERİ Doğal Yapıdan Kaynaklanan Nedenler 1- İklim İklimin erozyon üzerine etkisi; yağış, sıcaklık ve rüzgarla olmaktadır. Bunların içerisinde en önemlisi yağış olup, yağışın da şekli, şiddeti, süresi ve rejimi erozyona farklı etkiler yapmaktadır. diğer taraftan sıcaklık, yağışların çeşidini, toprağın donmasını ve nem içeriğini etkilemek suretiyle detaylı olarak erozyonun şiddetine tesir etmektedir. Bu açıdan Doğu Anadolu Bölgemizde toprağın 50 cm. derinliğe kadar donması ve sıcak havalarda gevşemesi olayı, diğer bölgelerimizde yağmur ve rüzgar, erozyon olayları açısından önemlidir.Ülkemizin dünyadaki konumu nedeniyle özellikle İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri'nde yaz kuraklığı ve yağış azlığı/yetersizliği diğer bölgelere göre daha fazladır. Bu nedenden dolayı, bitki örtüsünün zayıf olduğu bu bölgeler ülkemizin erozyondan en fazla etkilenen bölgeleridir. Çünkü, kurak ve yarı kurak sahaların mevcut ekosistemlerinin bozulması kolay ve hızlı olmakta ve bozulan ekosistemlerinin tekrar eski haline getirilmesi de zor ve pahalı olmaktadır. 2- Topografya Yamacın eğim ve uzunluğu erozyonda etkili topografik etkenlerdir. Erozyonun şiddeti ve toprağın yüzeysel akışla taşınmasına neden olan faktörlerin başında eğim gelmektedir. Dünyada kara kütlesinin ortalama yüksekliği 700 m., Avrupa'nın 330 m., Afrika'nın 600 m., Asya'nın 1010 m. olmasına rağmen Türkiye'nin ortalama yüksekliği 1132 m. 'ye ulaşmaktadır. Yükselti basamakları dikkate alınarak yapılan değerlendirmede de 0-500 metre arasındaki alanlar ülkemizin %17,5'u, 500-1000 metre arasındaki sahalar % 26,6'sını kaplamakta , 1000-2000 metre arasındaki alanlar ise % 45,9' a ulaşmaktadır. Ülkemiz arazisinin eğimli ve engebeli olması, orman ve ot örtüsünün tahrip edildiği alanlarda doğal dengenin hızla bozulması sonucunu doğurmaktadır. Doğal dengenin bozulması sonucu hızla toprakların aşınması süreci başlamaktadır. Erozyonun şiddetli olarak devam ettiği alanlarda altta bulunan jeolojik yapı yer yer taşlı ve kayalık araziler halinde ortaya çıkmaktadır. 3- Jeolojik ve Toprak Yapısı Ülkemizin jeolojik ve toprak yapısı; genelde pekişme durumu zayıf, ayrışmaya ve değişmeye karşı fazla direnç göstermeyen taneli, tortul ve volkaniktir. Toprak ile jeolojik yapı arasında sıkı bir ilişki vardır. En fazla aşınmaya uğrayan zeminler Eosen ve Neogen zamanlara ait araziler ile volkanik kül ve tüflerdir. Genelde pekişme durumu zayıf, ayrışmaya ve erozyona karşı fazla direnç göstermeyen gevşek yapılardan oluşan topraklarımız erozyona hassas bir yapıdadır. Bu nedenle, en fazla aşınan ve sellere en fazla malzeme veren kaynaklar kumlu, şiltli, çakıllı olan pekişmemiş araziler ile bünyesine su aldığında kısa sürede eriyebilen tuzlu ve alkali maddeler bakımından zengin, milli ve killi depolar olmaktadır. Ülkemizde, toprak örtüsünün tamamen yok olduğu eğimli alanlarda erozyonun şeklini, şiddet ve seyrini; jeolojik yapıyı oluşturan ana materyalin yapısı, bünye özelliği, yağış sularını tutma ve geçirme kapasitesi gibi fiziksel ve kimyasal özellikleri belirler. Öte yandan, kurak ve sıcak iklim şartları altında Anadolu'nun kapalı havzalarında çökelmiş olan tuzlu, alkali maddeler bakımından zengin killi, marnlı ve jipsli depolarda kimyasal erozyon ön plana geçmiştir. Ülkemizde, bazı ana kayalar üzerinde oluşan toprak aşınması; kayalık-taşlık alanların ortaya çıkmasına ve dolayısıyla buraların VIII. sınıfa giren araziler haline gelmesine yol açmıştır. 4- Bitki Örtüsü ve Ölü Örtü Çıplak arazilere oranla bitki örtüsü ile kaplı arazilerde erozyon daha az meydana gelmektedir; çünkü, bitki örtüsü intersepsiyonla toprağa ulaşan yağışın miktarını, şiddetini ve mekanik etkisini azaltır,kökleriyle toprağı sarar ve taşınmasını önler. Orman toprakları ise, suyun akış hızını azaltır ve suyun toprağa sızmasını artırarak erozyonun şiddetini düşürür. Ayrıca; bitki örtüsü, toprak yüzeyinde biriktirdiği ölü örtü ile toprağı yağmura karşı korumaktadır. Özellikle, orman ölü örtüsü, en şiddetli yağışları yüzeysel akıma geçmeden toprak içerisine kolaylıkla geçirebilecek bir infiltrasyon kapasitesine sahiptir.
  20. Ekoloji; organizmalarla, içinde yaşandıkları ortamı ve bu iki varlığa ait karşılıklı etki ve ilişkileri inceleyen bir bilim dalı. Bu tanımlamadaki organizmalar, diğer bir deyim ile canlılar veya canlı çevre; insan, hayvan ve bitkilere ait bireyleri veya bunlardan oluşmuş toplumları ifade etmektedir. Tanımlamanın içinde geçen organizmaların içinde yaşadıkları ortam deyimi ise cansız çevre olarak da ifade edilir ve hava, su, toprak, ışık gibi faktörleri kapsar. Ekolojinin; botanik, zooloji, mikrobiyoloji, fizyoloji, bitki beslenmesi, anatomi, morfoloji, patoloji, pedeloji, jeoloji, jeomorfoloji, mineraloji, fizik, kimya, meteoroloji ve klimatoloji gibi bilim dalları ile yakın ilgisi vardır. Araştırma konusu, yöntemi ve amaçlarındaki bazı özellikleri yardımıyla ekolojiyi diğer doğa bilimlerinden ayırma olanağı vardır. 1) Herşeyden önce ekoloji bütün canlılar için ortak olan ve canlılar üzerinde etki yapabilen temel konularla ilgilenir. 2) Diğer bir ayırıcı özelliği ise ekolojinin bir canlıya ait belirli organları ve bu organlardaki hayat süreçlerini değil, canlıların içinde bulundukları hayat ortamı ile olan karşılıklı ilişkilerini incelemesidir. Yeryüzünde on kilometre okyanus tabanından atmosferin on kilometre yerden yüksekliğine kadar olan tabaka canlıların barınma yeridir. Bu alana dünya katmanları arasında biyosfer adı verilir. Ekoloji de 20 km’lik dikey alan içersindeki canlıların yaşama şekillerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini inceler. Canlıları etkileyen çevre faktörlerine ambiyotik faktörler, canlıların birbiriyle olan ilişkilerine biyotik faktörler denir. Modern ekolojide anlama kolaylığı sağlamak için canlılar organizasyon derecesine göre sıralanır.Bu sıralama sonucunda biyolojik spektrum meydana gelir.Bu spektrum;Protoplazma-Hücreler-Dokular-Organlar-Organsistemleri-Organizmalar-Populasyonlar-Kommuniteler-Ekosistemler-Biyosfer şeklinde sıralanır. İşte bu spektrum içerisinde ekoloji; organizmalardan sonraki terimleri inceler.Biyotik faktörleri oluşturan bu terimlerin üzerindeki fiziksel ve kimyasal faktörlerin sınırlayıcı etkisini de ekoloji inceler. Ekolojide kullanılan bazı terimler vardır.Bunların başlıcaları; Populasyon: İnsan nüfusunu ifade edeb bir terimdir. Ancak ekolojide belirli sınırlar içersinde barınmakta olan aynı türden oluşan bireyler topluluğunu ifade eder. Ekolojinin biyotik faktörler içersinde en küçük birimidir. Populasyonlar kendi kendine yeterli değildir. Kommunite: Bir bölgede yerleşen populasyonlar topluluğudur. Abiyotik faktörlerle birlikte kommuniteler kendi kendilerine yetebilen topluluklardır. Ekosistem: Kommunite + Abiyotik ortam ekosistemi oluşturur. Habitat: Populasyon içersindeki canlıların biyosfer tabakasındaki kalıtsal yapısına uygun yaşama bölgesine habitat denir. Habitat canlının yaşama adresidir. Niş:Habitat içersindeki canlıların yaptığı biyolojik faliyet ya da iştir. Flora: Belirli bir bölgedeki veya biyosferdeki bitki topluluklarıdır. Aynı zamanda bakterilerin oluşturduğu populasyonlara da flora denir.
  21. PİRİ REİS kısaca hayatı : 1470 - 1554 yılları arasında yaşamıştır. Büyük Türk Amirali Piri Reis devrinin en ünlü Türk kartoğrafıdır. Dünya haritasını hazırlayan ilk Türk ünvanına sahiptir. Bu haritanın sadece Amerika'yı gösteren paftası günümüze ulaşmıştır. TALES kısaca hayatı : MÖ. 636 - 546 yılları arasında yaşamıştır. Ege kıyısında bulunan Milet'te doğmuştur. Daha çok matematik alanında çalışma yapmıştır. TALESİN eseri : Coğrafi görüş olarak dünyanın şeki hakkında bir teori ortaya atmıştır. Tales'e göre dünya okyanuslar üzerinde yüzen bir diske benzer ve de yuvarlaktır. EVLİYA ÇELEBİ kısaca hayatı: 1611 - 1682 yılları arasında yaişamış ünlü bir seyyahtır. 17. yüzyılın en büyük Türk gezginidir. Gezdiği yerlerin beşeri ve fiziki coğrafya özelliklerini tasfir ederek eserinde toplamış ve bu eser günümüz coğrafyacılar tarafından benimsenen önemli bir kaynaktır. ARİSTO : kısaca hayatı : MÖ. 384 - 322 yılları arasında yaşamıştır. Sisamlı ya da Makedonyalı olduğu sanılmaktadır. Büyük İskendere hocalık, Eflatun'a ise öğrencilik yapmıştır. Başta matematik ve felsefe olmak üzere çağının bütün ilimleriyle uğraşmıştır. Dünyanın yuvarlak olduğu görüşünü rasyonel olarak ortaya koyan ilk bilim adamıdır. Bu yargıya ay tutulması sırasında dünyanın ay üzerine düşen gölgesinin dairesel olduğu varsıyımından hareketle ancak yuvarlak bir cismin gölgesinin yuvarlak olabileceği varsayımından dünyanın biçiminin yuvarlak olduğu görüşünü ileri sürmüştür. ERATOSTENES kısaca hayatı: MÖ. 276 - 195 yılları aradında yaşamıştır. Asvan'da doğmuştur. Öğrenimini Atina'da yaptıktan sonra İskenderiye'ye yerleşerek çalışmalarını orada sürdürmüştür. Coğrafya ismini ilk kullanan kişi olduğu için coğrafya ilminin adını ilk koyan kişi olarak bilinir. Dünyanın ekvator üzerinde çevre uzunluğunu ve bir derecelik meridyen yayını hesaplamıştır. Bölgesel coğrafyanın gelişmesine de katkısı olmuştur. BATLAMYUS kısaca hayatı : Doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmemektedir. Mısır'da MS. I.Yüzyılda doğduğu söylenmektedir. Roma İmp. devri coğrafyacısı olduğu kabul edilir. Roma imparatorluğu devrinde dünyayı en gerçekçi bir şekilde tasvir etmiş coğrafyacı olarak bilinir. Hazırladığı dünya haritası gerçeğe nisbeten yakındır. Çalışmalarında bugünkü Hint Okyanusu güneyinde büyük bir kara parçası bulunduğunu ileri sürmüş, ve bu kara parçasının daha sonradan Antarika olduğu anlaşılacaktır. BİRUNİ kısaca hayatı : 978 - 1048 yılları arasında yaşamıştır. Harezm'de doğduğu söylenmektedir. Çağının ünlü bir matematik ve matematik coğrafyacısı olarak bilinir. Dünyanın yarıçapın 6.425,7 km. olarak hesaplamıştır(Gerçeği : 6.376 km.). Dünyanın çevresini 42.516 km olarak hesaplamıştır(Gerçeği : 40.076km). COPERNİCUS kısaca hayatı : 1564 - 1642 yılları arasında yaşamış İtalyan gökbilimcidir. Teleskobu kullanarak gezeghen ve yıoldızlarıo inceleyen ilk bilim adamıdır. İncelemeleri sonucunda ayın üzerindeki kraterleri, güneş lekelerini, gezegenlerin güneş çevresinde hareket ettiğini ortaya koymuştur. KEPLER kısaca hayatı : 1571 - 1630 yılları arasında yaşamış alman gökbilimcidir. Gezegenlerin güneşçevresinde elips biçiminde yörüngeleri vardır görüşünü ileri sürerek bu görüşünü ispatlamıştır. HUMBOLT kısaca hayatı : 1769 - 1859 yılları arasıonda yaşayan alman coğrafyacıdır. Humbold, coğrayfya dışında yerbilimlerinin de ilk temsilcisi sayılır. - Coğrafya ilmine bilimsel anlamda gezi-gözlem metodunu kazandırmıştır. - Coğrafya ilmine sebep-sonuç, dağılış ve ilgi preniplerini kazandırmıştır. - İzoterm, izohips, izobat, profil ve kesit gibi yardımcı ifade şekillerini coğrafyaya kazandırmıştır. - Humbolt soğuk su akıntısını keşfetmiştir. RİTTER kısaca hayatı : 1779 - 1859 yılları arasında yaşayan Alman coğrafyacıdır. Aynı zamanda tarihçi ve filozoftur. Beşeri coğrafya insan ileçevrearasındaki ilişkeleri inceler tezini ileri sürerek beşeri coğrafyanın konusunu belirlemiştir. RATZEL kısaca hayatı : 1844 - 1904 yılları arasında yalşayan alman coğrafyacıdır. Beşeri coğrafya adlı eseri ilk yazan bilimadamıdır. Ayrıca politik coğrafya adlı eseriyle siyasi coğrafyanın kurucusu sayılır.Bu eserinde ileri sürdüğü görüşler, Hitler'in dünya egemenliği kurma hülyasına bile esas oluşturmuştur. WEGENER kısaca hayatı : 1880 - 1930 yılları arasında yaşamış Alman bilimadamıdır. Aynı zamanda birmeteoroloji uzmanıdır. Kıta kayması kuramını ilk ortaya atan bilimadamıdır.
  22. Yağış: Suyun bulutlardan sıvı veya katı halde bırakılması Yağış, suyun bulutlardan yağmur, sulusepken, kar, yada dolu şeklinde tahliye edilmesidir. Bu durum atmosferik suyun yeryüzüne geri dönüşünün başlıca yoludur. Yağış çoğu zaman yağmur şeklinde düşer. Yağmur damlaları nasıl oluşur? Hemen üzerimizde hareket eden bulutlar, yağış olarak düşemeyecek kadar küçüklükte fakat görünebilir bulutlar meydana getirebilecek kadar büyüklükte, su buharı ve su zerreleri ihtiva eder. Su gökyüzünde devamlı olarak buharlaşmakta ve yoğunlaşmaktadır. Şayet buluta yakından bakarsanız, bazı kısımların gözden kaybolduğunu (buharlaştığını), bazı kısımların da büyüdüğünü (yoğunlaştığını) görebilirsiniz. Yukarıya doğru olan akımlar bulutları desteklediği için bulutlar içinde yoğunlaşan suyun çoğu yağış olarak düşemez. Yağışın meydana gelebilmesi için önce çok küçük zerrelerin yoğunlaşması lazımdır. Su zerreleri çarpışır ve bulutların yağış olarak düşmesini sağlayacak kadar yeterli büyüklüğe ulaşırlar. Tek bir yağmur damlası milyonlarca bulut damlacığından oluşur. Yağış miktarları zamana ve bölgeye göre değişir Yeryüzüne düşen yağış miktarı dünyanın her tarafında, hatta bir ülkede ve şehirde aynı olmaz. Mesela, yaz aylarında ABD’nin Georgia eyaleti Atlanta şehrinde görülen yaz sağanakları bir sokağa bir inç yada daha fazlası yağmuru bırakırken, birkaç kilometre ötesini kuru bırakabilmektedir. Keza Georgia eyaleti’nin bir ayda aldığı yağış miktarı çoğu zaman Nevada eyaletindeki Las Vegas şehrinin bir yıl boyunca aldığı yağmurdan daha fazladır. Ortalama yıllık yağış için dünya rekoru, yılda ortalama 1 140 cm (450 inç) ile Havai eyaletindeki Mt. Waialeale’ye aittir. Burada 12 ay süresince 1 630 cm (642 inç)’lik olağanüstü yağış kayıtlara geçmiş olup bu bir günde yaklaşık 5 cm (2 inç) yağış demektir. Söz konusu aşırı yağış, 14 yıl boyunca hiç yağış alamayan Şili’deki Arica’nın tam tersi bir durumdur. Aşağıdaki harita, milimetre ve inç cinsinden yeryüzüne düşen ortalama yıllık yağışı gösterir. Açık yeşil alanlar “çöl” olarak kabul edilebilir. Afrika’da Sahra’nın çöl olduğunu biliyorsunuzdur, fakat Grönland ve Antarktika‘nın çoğu yerinin çöl olduğunu düşünmüş müydünüz? Buz ve kar şeklinde su depolaması: Genellikle buzullar, buz ve kar alanlarında donmuş olarak depolanmış olan tatlı su Yeryüzünde görülen buz tepeleri Buz, kar ve uzun dönem zarfında buzullarda depolanan su, küresel su döngüsünün bir parçasıdır. Yeryüzündeki buz kütlesinin % 10’u Grönland’da, büyük çoğunluğu ise (% 90)’ı Antarktika’dadır. Grönland’da buz birikimi, su döngüsünün ilginç bir bölümüdür. Grönland’a eriyen sudan daha fazla kar yağdığı için, zaman içerisinde buz birikimi artarak yaklaşık 2,5 milyon kilometre küp (600 000 mil küp) hacme ulaşmıştır. Oluşan kar kütlesi ortalama olarak 1 500 metre (5 000 feet) kalınlıkta olup 4 300 metre (14 000 feet) kalınlığa ulaşan yerleri de vardır. Buzun ağırlığından dolayı altındaki kara parçası tabak şeklinde aşağıya doğru bastırılmıştır. Buzullar oluşur ve yok olur Her ne kadar iklim değişikliği çoğu zaman kişilerin fark edemeyeceği hızda olsa da, küresel ölçekte iklim devamlı değişiklik halindedir. Yaklaşık 100 milyon yıl önce Dinazorların yaşadığı sıcak dönemler ile yaklaşık 20 000 yıl önceki son buz çağının görüldüğü soğuk dönemler gibi dünyamızda bir çok dönem olmuştur. Son buz çağında Kuzey Yarımkürenin çoğu kar, buz ve buzullarla örtülmüştü. Kanada’nın neredeyse tamamı, Kuzey Asya ve Avrupa’nın çoğu, ve Amerika Birleşik Devletlerinin bir kısmı buzullar ile kaplıydı. Bazı buzullar ve buz tepeleri Buzullar, bütün kara alanın % 10-11’ni kapsar. Şayet bütün buzullar bugün erimiş olsaydı, denizler yaklaşık 70 metre (230 feet) daha yükselirdi. Kaynak: Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi (National Snow and Ice Data Center) Son buz çağında deniz seviyesi bugüne göre yaklaşık 122 metre (400 feet) daha düşük idi ve buzullar kara yüzeyinin neredeyse 1/3’ünü kaplıyor idi. 125 000 yıl önceki son sıcak dönemde denizler bugüne göre yaklaşık 5,5 metre (18 feet) daha yüksek idi. Yaklaşık 3 milyon yıl önce ise, yine denizler bugüne göre 50,3 metre (165 feet)’ye kadar daha yüksek idi. Akarsulara doğru erimiş kar akışı. Kar ve buzdan yüzey suyuna, yüzey akışı olarak suyun hareketi. Şayet Florida’da yada Fransız Riviera’sında yaşıyorsanız, eriyen karın su döngüsüne nasıl her gün katkı sağlandığının farkında olmayabilirsiniz. Fakat dünya ölçeğinde eriyen kardan oluşan akış, suyun küresel hareketinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Daha soğuk iklimlerde ilkbahar zamanındaki yüzey akışının ve akarsu akışının çoğu eriyen kar ve buzdan meydana gelmektedir. Ayrıca sel ve hızlı kar erimesi toprak kaymalarını tetiklemektedir. Kar erimesinin akarsulardaki akışı nasıl etkilediğini anlamanın bir yolu, Kaliforniya’daki North Fork Barajının kaynağı olan North Fork Amerikan Nehri için 4 yıl boyunca günlük ortalama akarsu akışını gösteren hidrograflara bakmaktır. Grafikteki en yüksek noktalar, esasen eriyen karın sonucudur. Akarsuyun Mart 2000 ayındaki günlük ortalama akışı 1 200 feet küp/saniye iken, Ağustos 2000 ayında 55-75 feet küp /saniye arasında olduğuna dikkat edin. Kar erimesinden kaynaklanan akımlar yıldan yıla hatta mevsimden mevsime değişiklik gösterir. 2000 yılındaki pik değerlerini, 2001’yılının düşük değerleriyle kıyaslandığı zaman, Kaliforniya 2001 yılında sanki büyük bir kuraklığa maruz kalmış gibi görünüyor. Kışın kar şeklinde az suyun depolanmış olması, yılın geri kalan dönemindeki mevcut su miktarını etkileyeceğinden, mansaptaki depolama tesislerinde de daha az su depolanır ve sonuç olarak o yıl tarımsal sulama ve şehirlere su temininde sıkıntı çekilir -------------------------------------------------------------------------------- Yüzey akışı. Yağışın toprak yüzeyi üzerinden en yakın akarsu kanalına doğru hareketi yani akışı Yüzey akışı, Yağışın kara yüzeyi üzerinden akışıdır Karalar üzerine düşen yağışın büyük bir kısmının yüzey akışı şeklinde nehirler vasıtasıyla okyanuslara boşaldığı hakkında muhtemelen birçok kişi bir fikre sahiptir. Gerçekte, akarsular karalarda hem su kaybetmekte hem de su kazanmaktadır. Ancak, akarsulardaki suyun çoğunluğu, yüzey akışı şekilde tanımlanan doğrudan kara yüzeyinden gelmektedir. Genellikle düşen yağmurun bir kısmı toprak tarafından emilir, fakat yağmur doymuş yada geçirimsiz tabakaya düştüğü zaman meyil istikametinde akışa geçer. Yoğun bir yağmur sırasında oluşan küçük derecikleri görebilirsiniz. Su nehirler içerisinde aktığı gibi, toprak içerisinde oluşan kanallar içerisinde de akacaktır. Yukarıdaki resim, yüzey akışın yoldan nasıl küçük bir dereye girdiğini gösteren bir örnektir. Bu örnekte, çıplak toprak üzerinden akışa geçen suyun akarsuya tortu bırakmaktadır (su kalitesi bakımından kötü bir durum). Küçük dereye ulaşan bu akış, okyanusa doğru yolculuğuna tekrar başlayacaktır. Su çevriminin tüm kısımlarında olduğu gibi, yağış ile yüzey akışı arasındaki etkileşim mekana ve zamana göre değişir. Amazon ormanlarında ve Amerika Birleşik Devletleri’nin güneybatı çöllerinde olan benzer fırtınalar farklı yüzey akışı etkileri meydana getirir. Yüzey akışı, hem meteorolojik faktörlerden hem de arazinin jeolojisi ve topografyasından etkilenir. Toprağa düşen yağışın yaklaşık sadece 1/3’ü derelerde ve akarsularda akışa geçerek okyanusa geri döner. Geri kalan 2/3’ü doğrudan yüzeylerden yada dolaylı olarak bitkilerden terleme yoluyla buharlaşır, veya yeraltı suyuna sızar. Yüzey akışı, insanlar tarafından kendi ihtiyaçları için de kullanılır. -------------------------------------------------------------------------------- Akarsu akışı: Nehir gibi doğal bir kanal içinde suyun hareketidir. Amerika Birleşik Devletleri Jeolojik Araştırmaları, “akarsu akışı” terimini, bir nehir, dere veya çay içinde akan suyun miktarından bahsetmek için kullanır. Nehirlerin önemi. Akarsular her yerde sadece insanlar için değil, aynı zamanda diğer tüm canlıların hayatının devamlılığı için mühimdir. Akarsular insanlar tarafından sadece eğlence maksadıyla değil, daha da önemlisi içme ve kullanma suyu, tarımsal sulama, elektrik üretimi, atıkların uzaklaştırılması, ticari malların taşınması ve gıda üretimi maksatlarıyla kullanılmaktadır. Nehirler aslında her çeşit bitki ve hayvan için önemli su ortamlarıdır. Nehirler, yatakları içinden yüzeyin altına doğru su bırakarak yeraltındaki akiferlerin dolu kalmasına yardım eder. Ayrıca, akarsular ve akışlar vasıtasıyla okyanuslar devamlı tazelenmektedir. Havzalar ve nehirler Nehirleri göz önüne alırken, havzalarını da hesaba katmak gerekir. Havza nedir? Eğer toprak üzerinde bulunuyorsanız, sadece yere bakın, siz ve sizinle birlikte herkes bir havzada bulunuyor demektedir. Havza denilince, bütün suyun düştüğü ve aynı noktaya akmak amacıyla boşaldığı toprak alanıdır. Havzalar çamur içinde ayak izi kadar küçük olabilir, yada Meksika Körfezine giden Mississippi Nehrine toplanan tüm suyun boşalma alanını kaplayacak kadar büyük olabilir. Daha küçük su havzaları, -daha büyük su havzaları içindedirler. Su havzaları önemlidir, çünkü bir akarsuyun akışı ve suyunun kalitesi, sularının üst kısımlardan geldiği yer olan “memba” alanlardaki insanların sebep olduğu (yada insanların sebep olmadığı) etmenlerden etkilenir. Akarsu akışı daima değişiyor Akarsu akışı günden güne hatta dakikadan dakikaya daima değişiyor. Şüphesiz akarsu akışındaki ana faktör havzadaki yağışın oluşturduğu akıştır. Yağış akarsuların yükselmesine sebep olur ve havza içinde olmak kaydıyla membada uzak bir noktaya yağış düşse bile nehir yükselebilir. Bir havzaya düşen suyun sonunda drene edilerek uzaklaşacağını hatırlayın. Nehrin büyüklüğü büyük ölçüde havzasının büyüklüğüne bağlıdır. Büyük nehirler büyük havzalara, küçük nehirlerde küçük havzalara sahiptir. Benzer şekilde, farklı büyüklükte nehirler fırtınalara ve yağışlara farklı bir şekilde tepki gösterirler. Büyük nehirler küçük nehirlerden daha yavaş yükselir ve alçalırlar. Küçük bir havzaya sahip bir nehir muhtemelen saatler ve dakikalar içinde yükselir ve alçalır. Büyük nehirlerin yükselip alçalması ve sel olayı ise günlerce sürer. Tatlı su depolaması: yeryüzü yüzeyinde mevcut tatlı su Yeryüzündeki canlılar için gerekli olan su döngüsünün bir kısmı, kara yüzeyinde mevcut tatlı sudur. Domatesin, alabalığın, yada sivrisineğin ihtiyacı olan su, kara yüzeyindeki mevcut tatlı sudan gelir. Yüzey suyu dereleri, havuzları, gölleri, baraj göllerini (insanın yaptığı yapay göller) ve tatlı su bataklıklarını kapsar. Giriş ve çıkış akışları yüzünden nehirlerdeki ve göllerdeki su miktarı devamlı değişmektedir. Giriş akışları yağıştan, kara üzerindeki yüzey akıştan, yer altı suyu sızmasından ve yan derelerden giren akıştan meydana gelir. Göllerden ve nehirlerden çıkış akışları, buharlaşma ve yer altı suyuna boşalımı kapsar. İnsanlar da kendi ihtiyaçları için yüzey sularını kullanırlar. Yüzey sularının konumu ve miktarı zamana ve mekana göre, doğal olarak yada insan eliyle yapay olarak değişir. Yüzey suları hayatın devamını sağlar. Resimdeki Nil Deltası (Mısır)’nda görüleceği üzere şayet yüzey suyu (yada yer altı suyu) mevcut ise hayat çölde bile yeşerir. Kara yüzeyinde hayatı idame ettiren sudur. Yüzey suyunun yeraltındaki akiferler içine hareketi sonucunda yeraltı suyu da oluşur. Tatlı su yeryüzü üzerinde nispeten az bulunur. Yeryüzünde bütün suyun sadece % 3’ü tatlı sudur ve tatlı su gölleri ve bataklıkları yeryüzünde tatlı suyun sadece % 0,29 oluşturur. Bütün yüzeysel tatlı suyun % 20’si sadece bir gölde, Asya’daki Baykal Gölündedir. Diğer % 20’si ise Büyük Göllerde (Huron, Michigan, and Superior)’da depolanmıştır. Nehirler toplam tatlı su rezervlerinin sadece 0,006’sını meydana getirirler. Yeryüzünde hayat için gerekli olan su miktarının, yeryüzü toplam su miktarının çok az bir miktarına bağlı olduğunu görebilirsiniz. -------------------------------------------------------------------------------- Sızma: Kara yüzeyinden gelen suyun aşağı doğru (toprak yada gözenekli kaya içine) hareketidir Yeraltı suyu yağış olarak başlar Yeryüzünün her hangi bir yerine yağış yada kar olarak düşen suyun bir kısmı yeraltı toprağına ve kayasına süzülür. Ne kadar suyun sızdığı bir çok faktöre bağlıdır. Grönland buz tepesine düşen yağışın sızması çok az olabilir. Ancak, ABD Güney Georgia’da bir mağara içinde gözden kaybolan bir derenin resminde görülebileceği gibi bir dere doğrudan yer altı suyuna giderek de kaybolabilir. Süzülen suyun bir kısmı toprak katmanı içinde kalabilir ve tekrar o katmandan kara yüzeyine çıkarak akarsuya kavuşabilir. Suyun bir kısmı da yüzey altında daha derine süzülecek ve altı akiferlerin tekrar dolmasını sağlayacaktır. Şayet akiferler, suyun içinden serbestçe hareketine izin verecek kadar gözenekli yada sığ iseler, insanlar akiferleri delebilirler ve kendi amaçları için kullanabilir. Okyanus yada dereler gibi su kütlelerine katılmadan, yada yüzeye çıkmadan önce, uzun mesafe hareket edebilir veya yeraltı su depolamasında uzun süre bekleyebilir. Yüzey suyu Yağış toprak altına süzüldükçe, genellikle doymuş ve doymamış bölgeler meydana getirir. Doymamış bölgenin boşluklarında biraz su bulunur ancak, zemin hala doymamıştır. Doymamış bölgenin üst kısmı toprak bölgesidir. Toprak bölgesi, içinden sızmayı sağlayacak şekilde bitki kökleri tarafından oluşturulan boşluklara sahiptir. Toprak bölgesindeki bu boşluklara dolan su bitkiler tarafından kullanılırlar. Kaya ve toprak parçacıkları arasındaki boşlukların tamamen su ile doymuş olduğu bölge doymamış bölgenin altındadır. İnsanlar bu bölgeyi delebilirler ve suyu dışarı çıkarabilirler. -------------------------------------------------------------------------------- Yeraltı suyu boşalımı: Yer altında suyun hareketi Göller, nehirler, buz, yağmur ve kar olarak her gün etrafınızda suyu görürüsünüz. Bunun dışında görmediğiniz ve yeraltında hareket eden çok büyük miktarlarda su da vardır. Yeraltı suyu bir çok akarsuyun akışına ana katkı sağlayan su kaynağıdır. İnsanlar yeraltı suyunu yıllardır kullanmaktadır ve içme, kullanma ve tarımsal sulama için büyük oranda bugün de kullanmaya devam etmektedir. Dünyadaki hayat yüzey sularına olduğu kadar yer altı suyuna da bağlıdır. Yüzey altında akan yeraltı suyu Kara üzerine düşen yağışın bir kısmı yer altı suyuna sızarak, yeraltı suyunun bir parçası olur. Bu suyun bir kısmı kara yüzeyine yakın hareket eder ve dere yataklarına boşalarak çok çabuk ortaya çıkar, ancak yer çekimi yüzünden bu suyun büyük bir kısmı yer altına doğru daha derinlere inmeye devam eder. Bu grafiğin gösterdiği gibi, yeraltı suyu hareketinin yönü ve hızı, yeraltındaki akiferlerin ve sınırlayan katmanların (suyun girmesinin güç olduğu yerler) çeşitli özelliklerine bağlıdır. Yerin altında hareket eden su, yeraltı kayasının geçirgenliğine (suyun hareketinin kolay olup olmadığına) ve gözenekliliğine (malzeme içindeki boşluk miktarı) bağlıdır. Bir kaya serbestçe içindeki suyun hareketine izin verir ise o zaman yeraltı suyu günlerce önemli mesafe alabilir. Fakat yer altı suyu, yüzeye çıkması binlerce yıl sürebilecek olan akiferler içinde daha derinlere de inebilir. -------------------------------------------------------------------------------- Su Kaynağı: yer altı suyunun toprak yüzeyine çıktığı yani boşaldığı yer u Kaynağı nedir? Su kaynağı, kara yüzeyinden suyun taşacak noktaya kadar akiferin dolması sonucunda oluşur. Su kaynakları, önemli bir yağıştan sonra meydana gelen küçük su miktarlarından, günde yüz milyonlarca litre akan büyük havuz şeklindeki büyüklüklere kadar değişiklik gösterir. Su kaynakları, her hangi bir kaya çeşidi içinde oluşabilir; fakat genellikle kolayca kırılan ve asidik yağış tarafından çözülebilen malzemeler (çoğunlukla kireç taşı, dolomite) içinde bulunur. Kaya çözüldükçe ve kırıldıkça suyun akışına imkan sağlayan boşluklar meydana getirebilir. Eğer akış yatay ise su, kaynak olarak kara yüzeyine çıkabilir. Kaynak suyu her zaman duru değildir Kaynaklardan çıkan su genellikle durudur. Bununla beraber, bazı kaynaklardan çıkan su “çay renginde” olabilir. Bu resim, ABD Güney Colorado’da doğal bir su kaynağını göstermektedir. Bu demir kırmızısı rengin sebebi, yeraltı suyunun yer altındaki mineraller ile temas halinde olmasından dolayıdır. ABD Florida’da birçok yüzey suyu, yeraltı kayalarındaki organik malzemeden gelen doğal tannik asit içerir ve bu renk, su kaynaklarında ortaya çıkar. Kaynaklardan gelen yoğun renkli boşalım suyun, kireçtaşı tarafından süzülmeksizin akifer içindeki geniş kanallar yoluyla hızlı bir şekilde aktığını gösterir. Termal kaynaklar Termal kaynaklar, bildiğimiz kaynaklar olmakla beraber suları sıcaktır ve bazı yerlerde, ABD’nin Wyoming eyaleti Yellowstone National Parkında fokurdayan çamur kaynağında olduğu gibi suları sıcaktır. Birçok termal kaynak, halen faal olan volkanların olduğu bölgelerde mevcuttur ve aşağıdaki kayaya temas sonucu ısınan su ile beslenir. Kayaların derinliği arttıkça sıcaklığı da artar; eğer derindeki su, kara yüzeyine çıkacak bir yol görevi gören geniş bir çatlağa ulaşır ise, termal kaynak meydana getirebilir. Georgia ve Arkansas’ın meşhur sıcak kaynakları bu türdendir. Evet, sıcak kaynaklar dünyanın her yerinde meydan gelir ve hatta Grönland’da olduğu gibi hayatı idame ettirmeye yardım edecek şekilde buzdağları ile beraber bulunabilir. -------------------------------------------------------------------------------- Bitki Terlemesi: Buharın yaşayan bitkiden kaçıp atmosfere girme sürecidir Bitki terlemesi ve bitki yaprakları Bitki Terlemesi, bitkiler yoluyla köklerle alınan nemin, yaprakların alt kısımlarındaki küçük gözeneklere ve oradan da buhar haline gelerek atmosfere iletilmesi sürecidir. Bitki terlemesi esasen bitki yapraklarından suyun buharlaşmasıdır. Atmosferde bulunan nemin % 10’unun, terleme yoluyla bitkilerden bırakılan nem olduğu tahmin edilmektedir. Su yaprak yüzeylerinden buharlaştığı için, bitki terlemesi gözle görülemez bir süreçtir. Büyüme devresi süresince bir yaprak, kendi ağırlığından birkaç kat fazla suyu buharlaştırır. Bir acre (0,404 ha) mısır her gün yaklaşık 11 400 - 15 100 litre (3 000 - 4 000 galon) suyu dışarı verir iken, büyük meşe ağacı her yıl 151 000 litre (40 000 galon) suyu buharlaştırır. Bitki terlemesini etkileyen atmosferik etmenler Bitki terlemesindeki su miktarı zamana ve bölgeye göre büyük farklılıklar gösterir. Bitki terlemesi oranlarını belirleyen bir çok etmen vardır. Isı: Bitki terlemesi özellikle havanın daha sıcak olduğu büyüme mevsiminde, ısı arttıkça artar. Nispi nem: Bitkiyi çevreleyen havanın nemi arttıkça bitki terlemesi azalır. Nem ile doymuş havadan ziyade kuru havada bitki terlemesi daha kolaydır. Rüzgar ve hava hareketi: Bir bitki etrafında havanın artan hareketi daha fazla bitki terlemesine sebep olacaktır. Bitki türü: Bitkiler değişik oranlarda terlerler. Kaktüs gibi kurak bölgelerde yetişen bazı bitkiler, diğer bitkilerden daha az terleyerek değerli suyu muhafaza ederler. -------------------------------------------------------------------------------- Yeraltı suyu depolaması: dünya yüzeyi altında uzun süreler mevcut kalabilen su. Su çevriminin bir kısmı olarak depolanmış su Büyük miktarlarda su yer altında depolanır. Su hala muhtemelen çok yavaş hareket halindedir ve hala su döngüsünün bir parçasıdır. Yeraltı suyunun çoğu kara yüzeyinden aşağı doğru süzülen yağıştan meydana gelir. Muhtelif zamanlarda içerisinde değişen miktarlarda su bulunan toprağın üst yüzeyi doymamış katmandır. Bu tabakanın altında kaya parçacıklarının arasındaki bütün boşluk, çatlak, ve gözeneklerin tamamen su ile dolu olduğu doymuş yüzey vardır. Yeraltı suyu deyimi bu alanı tanımlamak için kullanılır. Yeraltı suyu için diğer bir deyim “akifer”dir. Akiferler, tüm dünya suyunun büyük depolama yeridir ve tüm dünya üzerindeki insanların günlük yaşamlarının su ihtiyacı yeraltı suyuna bağlıdır. Suyu bulmak için taban suyu seviyesinin altına bakın Umarım kumsalda bu çukuru kazmak için sıcak güneşin altında neden bir saat harcadığımı anlıyorsunuzdur. Şayet toprak suyu tutabilecek kadar geçirgense, kazma işlemi belirli derinlikte toprağın nasıl suyla doyduğunu göstermenin en iyi yoludur. Bu çukurda, su havuzunun üstü taban suyudur. Okyanus dalgaları bu çukurun tam sağındadır ve bu çukurdaki su seviyesi okyanus seviyesi ile aynıdır. Şüphesiz dalga hareketinden dolayı buradaki su seviyesi her dakika değişir ve dalga yukarı ve aşağı hareket ettikçe çukurdaki su seviyesi de hareket eder. Bir bakıma bu çukur, yer altı suyuna ulaşmak için kullanılan kazılmış kuyuya benzer. Eğer bu resim tatlı suyu gösteriyor olsaydı, insanlar eline bir kova alır su teminine çalışır idi. Bildiğiniz gibi, eğer bir kova alıp bu çukuru boşaltmaya çalışır iseniz, kum çok geçirgen olduğu için su kumun arasından kolayca süzülecek ve kısa zamanda çukuru tekrar dolduracaktır; bu demektir ki, bu çukur “çok verimli”dir. Tatlı suya ulaşmak için insanlar, bir akifere ulaşacak kadar derinlikte kuyular açmak zorundadırlar. Kuyunun, düzinelerce yada binlerce feet derinlikte olması gerekebilir. Fakat genel kavram, boşlukların suyla dolu olduğu doymuş bölgeye ulaşmak için açılan kumsaldaki çukurumuz ile aynıdır. -------------------------------------------------------------------------------- Dünyadaki suyun dağılımıDünyadaki suyun nerelerde olduğunun detaylı izahı için, aşağıdaki grafiğe ve veri tablosuna bakın. Dünyadaki toplam suyun yaklaşık 1 386 milyon kilometre küp (332,5 milyon mil küp)’nün yani % 96’dan fazlasının tuzlu su olduğuna dikkat edin. Bütün tatlı su kaynaklarının % 68’inden fazlası buz ve buzulların içinde hapsedilmiştir. Tatlı suyun diğer % 30’u ise yer altındadır. Nehirler, göller gibi yüzeysel tatlı su kaynakları, dünyadaki toplam suyun yaklaşık % 1’inin 1/700’ü olan 93 100 kilometre küp (22 300 mil küp)’nü oluşturur. Bununla birlikte insanların her gün kullandığı su kaynağının çoğunu nehirler ve göller teşkil etmektedir.
  23. kaan_bebeto şurada bir başlık gönderdi: Coğrafya Bilgileri
    Su çevrimi nedir? Su çevrimi nedir? Su çevrimi, yeryüzünde, yeraltında ve atmosferde suyun mevcudiyetini ve hareketlerini tasvir eder. Dünyadaki su daima hareket halindedir, Buz halden sıvı hale, sıvı halden buhar haline ve buhar halinden tekrar sıvı haline dönen suyun bu hareketi süreklilik arz eder. Su çevrimi milyonlarca yıldır devam etmekte olup hayatın mevcudiyeti buna dayanır. Susuz bir hayat dayanılmaz olurdu. Su çevriminin çok kısa bir özeti Su çevriminin başlama noktası yoktur ama, okyanuslardan başlayarak su döngüsünü anlatalım. Su çevrimini harekete geçiren güneş, okyanuslardaki suyu ısıtır, ısınan su da atmosfere buharlaşır. Yükselen hava akımları, su buharını atmosfer içinde yukarıya kadar taşır, orada bulunan daha soğuk hava bulutlar içinde yoğunlaşmaya sebep olur. Hava akımları, bulutları dünya çevresinde hareket ettirir, bulut zerreleri bir araya gelerek, büyürler ve yağış olarak gökyüzünden düşerler. Bazı yağışlar, kar olarak dünyaya geri döner ve donmuş su kütleleri halinde binlerce yıl kalabilecek olan buz tepeleri ve buzullar şeklinde birikebilir. Ilıman iklimlerde ilkbahar geldiğinde çoğu zaman kar örtüleri erir ve eriyen su, erimiş kar olarak toprak yüzeyinde akışa geçer ve bazen de sellere sebep olur. Yağışın çoğu okyanuslara yada toprağa düşerek yerçekiminin etkisiyle yüzey akışı olarak akar. Akışın bir kısmı vadilerdeki nehirlere karışır ve buradan da nehirler vasıtasıyla okyanuslara doğru hareket eder. Yüzey akışları ve yeraltı menşeyli kaynaklar tatlı su olarak göllerde ve nehirlerde toplanır. Bütün yüzey akışları nehirlere ulaşmaz. Akışın çoğu sızarak yer altına geçer. Bu suyun bir kısmı yüzeye yakın kalır ve yeraltı suyu boşaltımı olarak tekrar yüzeydeki su kütlelerine (ve okyanusa) katılır. Bazı yeraltı suları yer yüzeyinde buldukları açıklıklardan tatlı su kaynakları olarak tekrar ortaya çıkarlar. Sığ yeraltı suyu, bitki kökleri tarafından alınır ve yaprak yüzeyinden terlemeyle atmosfere geri döner. Yeraltına sızan suyun bir kısmı daha derinlere gider ve çok uzun zaman süresince büyük miktarda tatlı suyu depolayabilen akiferleri (suyla doymuş yeraltı materyali)’ besler. Zamanla bu su da hareket eder ve bir kısmı su döngüsünün başladığı ve bittiği okyanuslara karışır. Okyanuslardaki su Su haznesi olan okyanuslar Su çevrimi içerisinde hareket eden su miktarından çok daha fazlası okyanuslarda depolanmıştır. Dünyada yaklaşık 1 386 000 000 kilometre küp (332 500 000 mil küp) suyun 1 338 000 000 kilometre küp’ünün (321 000 000 mil küp) okyanuslarda depolandığı tahmin edilmiştir. Yani toplam yeryüzündeki suyun yaklaşık % 96.5’i okyanuslarda bulunmaktadır. Yine, su döngüsü içerisinde yer alan su buharının yaklaşık % 90’ının okyanuslarca sağlandığı tahmin edilmektedir. İklimin daha soğuk geçtiği dönemlerde daha fazla buz tepeleri ve buzullar meydana gelmekte olup su döngüsünün diğer bileşenlerini azaltacak şekilde buz oranında artış meydana gelir. Sıcak dönemlerde ise bunun tersi olur. Son buz çağında buzullar dünya kara yüzeyinin 1/3’ünü kaplamış ve okyanuslar bugüne göre 400 feet (122 metre) daha düşmüştü. Dünyanın daha sıcak olduğu yaklaşık üç milyon yıl önce ise, okyanuslar 165 feet (50 metre) daha Buharlaşma: Suyun sıvı halinden gaz veya buhar haline dönüşmesi Buharlaşma ve meydana gelme neden Buharlaşma, suyun sıvı halinden gaz veya buhar haline dönüşmesi sürecidir. Buharlaşma, suyun sıvı halinden gaz veya buhar olarak atmosfere iletilmesinin başlıca yoludur. Araştırmalar göstermiştir ki, okyanuslar, denizler, göller ve nehirler atmosferdeki nemin yaklaşık % 90’nını sağlarlar, geri kalan % 10’u ise bitki yüzeyindeki buharlaşmadan meydana gelir. Buharlaşmanın olması için ısı (enerji) gereklidir. Enerji, su moleküllerini bir arada tutan bağları çözmek için gereklidir; bu yüzden su, kaynama noktası (100° C, 212° F)’nda kolayca buharlaşır, fakat donma noktasında çok daha yavaş buharlaşır. Doymuş durumdaki hava ortamında (yani nispi nemi % 100 ise) buharlaşma devam edemez. Buharlaşma işlemi ısıyı ortamdan uzaklaştırır, bu yüzden deri üzerinden suyun buharlaşması kişiye serinlik verir. Buharlaşma su döngüsünü çalıştırır Okyanuslardan meydana gelen buharlaşma, suyun atmosfere taşınmasının temel yoludur. Okyanusların geniş yüzey alanı (dünya yüzeyinin % 70’i okyanuslarla kaplıdır) çok büyük ölçüde buharlaşma imkanı sağlar. Global ölçekte, buharlaşan su miktarı ile yağış olarak düşen su miktarı yaklaşık olarak aynıdır. Ancak, bu durum gerçekte coğrafik olarak değişir. Okyanuslar üzerinden buharlaşan su miktarı, düşen yağış miktarından daha fazla iken karalar üzerinde durum tersi olup yağış miktarı buharlaşma miktarını geçmektedir. Okyanuslardan buharlaşan suyun çoğu, okyanuslara yağış olarak geri döner. Buharlaşan suyun sadece % 10’u karalar üzerine nakledilerek yağış olarak düşer. Buharlaşan su molekülleri havada yaklaşık 10 gün kalır. Atmosferde su depolaması: suyun bulut ve nem şeklinde atmosferde buhar olarak depolanması Atmosfer su ile doludur Her ne kadar atmosfer çok büyük bir su depolama yeri olmasa da, dünya etrafında suyun hareket etmesini sağlayan mükemmel bir ortamdır. Atmosferde her zaman su mevcuttur. Bulutlar atmosferdeki suyun en görünen biçimidir, su zerrelerinin görülmeyecek kadar küçük olduğu açık havalarda (bulutsuz günlerde) da bile atmosferde su bulunmaktadır. Her hangi bir zamanda atmosferde bulunan su hacmi yaklaşık 12 900 kilometreküp (3 100 mil küp)’tür. Şayet atmosferdeki bütün su miktarı yağış olarak yere bir kerede düşseydi, dünyanın zemini 2,5 santimetre (yaklaşık 1 inç) derinliğinde suyla kaplanırdı. Yoğunlaşma: Suyun buhar halinden sıvı haline dönüşme süreci Yoğunlaşma, havadaki su buharının sıvı haline dönüşme işlemidir. Yoğunlaşma bulutları oluşturduğu için su döngüsü bakımından önemlidir. Çünkü bulutlar, dünyaya suyun geri dönebilmesinin başlıca yolu olan yağışı oluştururlar. Yoğunlaşma buharlaşmanın tersidir. Yoğunlaşma sis olayının, sıcak ve nemli bir günde soğuk odadan dışarı çıktığınızda bardakta olan buğulanmanın, bir şeyler içtiğiniz bardağın dış kısmından damlayan suyun ve soğuk bir günde evinizdeki pencerelerin iç tarafındaki suyun meydana gelmesinin sebebidir. Havadaki yoğunlaşma Su buharı içeren hava yükseldiği ve soğuduğu için bulutlar atmosferde oluşur. Yeryüzüne yakın havanın güneş ışınları tarafından ısıtılması bu işlemin önemli bir parçasıdır. Yerüstündeki atmosferin soğumasının sebebi hava basıncıdır. Havanın bir ağırlığı vardır ve deniz seviyesinde her inç kare yüzeye yapılan hava basıncı kolonu ağırlığı yaklaşık 32 kilogram (14,5 pound)’dır. Barometrik basınç olarak adlandırılan bu basınç, yukarıdaki hava yoğunluğunun bir neticesidir. Daha yüksek rakımlarda daha az hava mevcut olduğundan daha az hava basıncı vardır. Yüksek irtifalarda hava daha az yoğun olup barometrik basınç da daha düşüktür. Bu durum havanın daha soğuk olmasına yol açar.
  24. ABD'de arılar ortadan kayboldu Einstein: ''Arılar yeryüzünden kaybolursa insanın 4 yıl ömrü kalır'' ABD'de baharın başında arıların ortadan kaybolması, arıcılıkla geçinenler ve çevreciler arasında endişe yarattı. ABD Tarım Bakanlığı, New York'tan California'ya 27 eyalette yüzbinlerce arı kovanının aniden boşaldığını belirtirken, ülke çapındaki 2.5 milyon arı kovanından en az 600 bininin bu esrarengiz durumdan etkilendiği tahmin ediliyor. ABD'nin yanı sıra Kanada ve Avrupa'da arıların esrarengiz biçimde kaybolduğu kaydediliyor. Amerikan Kongresi de bu hafta arıcı ve bal üreticileri ile bilimadamları ve hükümet yetkililerini dinleyerek, bu soruna çare bulmaya çalışacak. Arıcıların bir bölümü, çevrecilerin duyarlılığına katılarak, kurak ve ılık geçen kışın arıları etkilediğini ve bu gizemli duruma yol açtığını düşünürken, bir bölümü de "Gaucho" adlı böcek ilacını, arıların yön duygusunu etkilemesi dolayısıyla suçluyor. Bir kısım arıcı da bu mesleğin zorluğundan söz ederek, acemi arıcıların hata yaptıklarını ve kovanlardaki arıları kaçırdıklarını düşünüyor. Arıcılığın tarım sektörü için önemli bir geçim kaynağı olduğu ABD'de sadece California eyaletine yılda 2.5 milyar dolar kazandırıyor. ABD'de arıların yok olmasına neden olan bu gizemli durumun, bal fiyatlarını ve bal üretim maliyetini giderlerini olumsuz etkilemesi bekleniyor. Alman bilimadamı Albert Einstein, "Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanın sadece dört yıl ömrü kalır. Arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan, insan olmaz" demişti.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Tarayıcı push bildirimlerini yapılandırın

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.