Shatin tarafından postalanan herşey
-
Flash, swish
Flash mx veya swish2 kullanabilen arkadaşlar var mı?
-
Bilgisayar, Tarihcesi ve Gelecegi
YuceL hala bilgi mi topluyorsun ??? yoksa çoktan unuttun mu formun bu kısmını bilgisayar konuşulması gereken bi konu aslında geçmişiyle bugünüyle geleceğiyle Hesap makinesiyle başlayan bi serüvenin gümüz teknolojisine dönüşmesi ne kadar enteresan değil mi ? aslında çağımızda herşeyin bu kadar hızlı ilerleyişini görüp de buna ilginç demek de biraz saçma bir hesap makinesinin evrim geçirerek saniyede milyonlarca işlem yapabilen bi makineye dönüşmesini sağlayan insanın neler yapabileceğini de düşünmeden geçemiyorum ben bilgisayarı bu seviyeye getirdik onunla nice işler yaptık yaptığımız bu işleri de bi şekilde yine art niyette kullandık sona yine bunlara karşı önlem aldık yine bu önlemleri kırdık yine yine yine bu kısır döngü böle sürüp gitmekte hala birkaç işlem yapabilen bi hesap makinesini böyle bi teknolojiye çevirdik iyi mi ettik kötü mü ettik acaba??????
-
Biz de yapıyormuşuz
Shatin şurada bir başlık gönderdi: Gündemdeki Oyunlar (Bilgisayar Oyunları- Satranç - Kağıt Oyunları)sanırım türkler de bi oyun yapıyormuş tamamen türkçe olacak olan bi oyun ve öyle ziptiriktende bişey değilmiş hani bayağı bi kapsamlı bi oyun olacak diyorlar Bu konu hakkında bilgisi olan var mı?
-
GTA(Grand Thief Auto)-Vice city
Shatin şurada bir başlık gönderdi: Gündemdeki Oyunlar (Bilgisayar Oyunları- Satranç - Kağıt Oyunları)yaklaşık üç aydır cafemde bu oyunu oynatıyorum. 20 tane yeni bilgisayar aldık (patroncum cafeyi büyüttü) bi iki yeni oyun getirdik. (GTA, NFS underground, Call Of Duty) bunların içinde en çok oynanan oyun şuan GTA çocuklar acayip oynuyor bu oyunu ayrıca oyun için geliştirilen bi patch sayesinde oyun tamamıyla türkçeleşiyor (tabi yapan arkadaş espiri yapmayı da unutmamış örneğin replay için oynatalım uğucuğum gibi ) oyun çok hoş bişey. gerçi şuan oyunu bitiren olmadı benim cafemde ama ısrarla bitirmeye çalışan arkadaşlar var oyunu yakışıklı bi adamla götürüyorsunuz size verilen görevleri yapıyorsunuz yaptığınız her görev başına belirli miktarda para alıyorsunuz. bu paraları tabi har vurup harman savurmuyorsunuz gidiyorsuzun cafe bar otel matbahane gibi yerler alıyorsunuz en sonunda sanırım (bitirmediğim için bilmiyorum) koca şehri satın alıyorsunuz herkese kolay gelsin
-
herkese selam
- Nokta . 1
Güzel bi taktik. Ama benim böle bi olay başıma gelse ve ben bunu kız arkadaşıma bu şekilde söylesem herhalde aynı saniye içinde gözüme bi yumruk veya mideme bi tekme yerim. Aslında bunu yapıp başarılı olan bi arkadaş var mı bi sormak lazım- :) Kadın egemenliği
yaklaşık bir senedir süren bi ilişkim var. kız arkadaşımla Turkish-Media nın chat sayfasında tanışıtık. tanıştığımız günden beri çok güzel bi arkadaşlığmıız var. Allaha şükürler olsun çok da güzel gidiyor. Aslında bayağı bi kavga ediyoruz. İşin ilginç tarafı ilişkimizde benim sözümün daha fazla geçmesine rağmen o fırça atan taraf oluyo. sanırım bu türk halkının genelinde olan bişey erkek egemen bi toplum gibi görünsekde aslında kadınlar erkeklere göre daha bi fazla egemenlik kurmuş durumda Bi de kadın erkek eşittir sözü vardır ya, kadınlar kendilerine eşitlik isterler. Ben de erkek olarak erkekler için eşitlik istiyom aslında saygılar,- İLHAM ÖYKÜLERİ
AŞK VE ARKADAŞLIK Ask ve arkadaslik bir gun yolda karsilasirlar ask kendinden emin bir sekilde sorar; ben senden daha candan ve daha yakinim sen niye varsin ki bu dunyada? Arkadaşlık cevap verir "sen gittikten sonra biraktigin gozyaslarini silmek icin...." Butun sevdiklerinize ithafen sunlari goz onunde bulundurun: Eger bu sabah hastalikli degil de saglikli uyanmis iseniz, bir hafta sonrasini goremeyecek olan bir milyon insandan daha sanslisiniz. Bir harp tehlikesi ile, iskence gormek ihtimali ile sag kalma korkusu ile karsi karsiya degilseniz, 500 milyon insandan daha iyisiniz. Buz dolabinizda yiyeceginiz, uzerinizde elbiseniz ve basinizi sokup uyuyabileceginiz bir eviniz varsa, dunyadaki insanlarin cogundan daha zenginsiniz. Bankada ve cuzdaninizda para varsa, dunyanin en imtiyazli % 8'i arasindasiniz. Anneniz, babaniz sag ise ve bosanmamislarsa, siz bu dunyada nadir kisilerden birisiniz. Bu mesaji okuyabiliyorsaniz bu demektir ki; Birisi sizi dusundu ve bunu gonderdi, ve cunku okuma yazma bilmeyen 2 milyar kisiden biri degilsiniz. Paraya ihtiyacin yokmus gibi calis. Kimse seni uzmemis gibi sev. Kimse seni seyretmiyormus gibi danset. Kimse seni dinlemiyormus gibi sarki soyle. Cennet dunyada imis gibi yasa. (Demin bi msj gelmiş bana gerçi benden bana gelmiş görünüşe göre ) bunun nasıl olduğunu bilmiyorum ama hoşuma giden bi yazıydı o yüzden buraya yazdım)- Goca Gözlüm için özel :)
Turkish-Media chat bölümünde tanışmış olduğum bi insan var. Çok güzel bi arkadaşlığımız var şuan onunla ve onun için hazırlamış olduğum bu sayfayı herkesin ziyaret etmesini istiyorum. Umarım hoşunuza gidecek bi sayfa olur. Sayfanın içeriğini az buçuk tahmin edebiliyorsunuzdur )- İLHAM ÖYKÜLERİ
"Yollari oldukca uzunmus, yokus yukari gidiyorlarmis, gunes yakiciymis, ter icinde kalmislar, susamislar. Bir donemecin ardinda harika bir mermer kapi gormusler; kapi, ortasinda bir cesme bulunan altin doseli bir meydana aciliyormus, cesmeden berrak bir su akiyormus. Yolcu kapidaki bekciye donmus. -Iyi gunler. -Iyi gunler, diye yanit vermis bekci. -Burasi harika bir yer, adi ne? -Burasi cennet. -Ne iyi, cennete gelmisiz, cunku cok susadik. -Iceri girip dilediginiz kadar su icebilirsiniz, demis bekci ve eliyle cesmeyi gostermis. 'Atimla kopegim de susadilar. -Kusura bakmayin, demis bekci. -Buraya hayvanlar giremez. Yolcu cok uzulmus, cok susamismis, ama suyu tek basina icmek istemiyormus. Bekciye tesekkur edip yoluna devam etmis. Epeyce bir sure yamac yukari gittikten sonra eski gorunumlu kucuk bir kapiya varmislar, kapi iki yani agaclikli toprak bir yola aciliyormus. Agaclardan birinin altinda, sapkasini alnina indirmis, uyur gibi yatan bir adam varmis. -Iyi gunler, demis yolcu -Adam basini sallamis. -Atim, kopegim ve ben cok susadik. -Surada taslarin arasinda bir pinar var, diyen adam eliyle orayi isaret etmis. -Istediginiz kadar su icebilirsiniz. -Yolcu, ati ve kopegi pinara gidip susuzluklarini gidermisler. Yolcu bekciye tesekkur etmis. Istediginiz zaman yine gelebilirsiniz, demis bekci. -Buranin adi ne? -Cennet. -Cennet mi? Ama mermer kapidaki bekci bana orasinin cennet oldugunu soyledi= . -Orasi cennet degil cehennemdi. Yolcunun akli karismis; -Sizin adinizi kullanmalarina niye izin veriyorsunuz? Yanlis bilgi vermeleri buyuk karisikliga neden olur!' -Hic de degil. Aslinda onlar bize buyuk bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarina sirt cevirenlerin hepsi orada kaliyor cunku. ***Paulo Coelho'nun, Seytan ve Genc Kadin adli romanindan ***- Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
AZINLIKLAR VE İNSAN HAKLARI Nevzat Helvacı TİHAK(TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU) Yönetim Kurulu Başkanı Bugün Avrupa Birliği diye adlandırılan örgütün kuruluş süreci, 1 Ocak 1952 tarihinde kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğuyla başladı. Topluluk; içinde Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg'un yer aldığı altı Avrupa Devleti tarafından kurulmuştu. Bu kuruluş 1958 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu'na dönüştürüldü, daha sonra Avrupa Topluluğu ve en son 1993 yılında Avrupa Birliği adını aldı. Bu süreç içinde kuruluş genişletildi ve üye sayısı 15'e yükseldi. 1989 yılında Berlin Duvarının yıkılması ve 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla Orta ve Doğu Avrupa'daki kimi ülkeler bağımsızlığını kazandı. Avrupa Birliği ile bu ülkeler arasında ilişkiler gelişti ve Avrupa Birliği'nin yeniden genişlemesi gündeme geldi. 1993 yılında Kopenhag'da gerçekleştirilen zirvede, bundan sonra Avrupa Birliği'ne üye olmak isteyen devletler için yeni ölçütler belirlendi. Bunlara "Kopenhag Kriterleri" deniliyor. Kopenhag kriterleri (ölçütleri) şu üç başlık altında toplanıyor: Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, azınlıklara saygıyı ve azınlıkların korunmasını güvence altına alan kurumların istikrarını sağlamak. (Siyasal ölçütler) İşleyen bir pazar ekonomisine sahip olunmasının yanısıra, Avrupa birliği içindeki rekabet baskısı ile piyasa güçleri karşısında durabilmek yeteneğine sahip olmak. (Ekonomik ölçütler) Siyasal, ekonomik ve parasal birlik de içinde olmak üzere tam üyelikten kaynaklanan yükümlülüklere uyum yeteneğinin olması. (Uyum ölçütleri) Bu yazıda siyasal ölçütler arasında yer alan azınlıklar sorunu üzerinde durmak istiyorum. Ama bundan önce Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılma süreci ile ilgili kısa bir bilgi sunalım. Türkiye, 1958 tarihinde Avrupa Ekonomik Topluluğu adını alan kuruluşa katılmak üzere 1959 tarihinde başvurdu. Bunun üzerine 1963 yılında üyelik süreci başlatıldı. 1980 askeri darbesi nedeniyle Ortaklık, Türkiye ile ilişkilerini dondurdu, 1983'ten sonra ilişkiler normale döndü. Türkiye 14 Nisan 1987 yılında Topluluğa üyelik için başvuruda bulundu. 1989'da Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlamanın yararlı olmayacağına karar verildi. 1995 tarihinde Avrupa Topluluğu-Türkiye Ortaklık Konseyi, gümrük birliğine geçilmesini kararlaştırdı, aynı yıl Avrupa Parlamentosu bu kararı onayladı. Bilindiği gibi, 1997 tarihinde Avrupa birliği Konseyi Türkiye'yi aday ülkeler arasına almadı. Ancak 1999 yılı Aralık ayında Helsinki'de gerçekleştirilen toplantıda Türkiye, 13. aday ülke olarak kabul edildi. 8 Kasım 2000 tarihinde açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi'nde de Türkiye'nin kısa ve orta vadede gerçekleştirmesi gereken öncelikler belirlendi. Avrupa Birliği Genel İşler Konseyi bu belgeyi bazı değişikliklerle benimsedi. Aday ülkelerle ilgili olarak her yıl, Avrupa Birliği'ne ilerleme raporları sunuluyor. 1999 ve 2000 İlerleme Raporlarında azınlıklar sorununa da değiniliyor (2001 ilerleme raporu Kasım ayı içinde açıklandı). Bu raporlarda Türkiye'nin Lozan Antlaşması'na göre üç azınlığı resmen tanıdığına değiniliyor. Bunlar Ermeniler, Museviler ve Rumlardır. Anayasanın Kürtleri ulusal, ırksal veya etnik bir azınlık olarak tanımadığı belirtildikten sonra şu yargılara varılıyor: "Türkiye'de Lozan antlaşması çerçevesinde resmen tanınan azınlıklara ve bu antlaşmanın kapsamı dışında kalan azınlıklara yapılan muamele açısından hukuki ve fiili bir farklılık vardır. Türk makamları, bir Kürt azınlığın varlığını tanımamakta, onları Kürt kökenli Türkler olarak telakki etmektedir. Kürtler, Türkiye'nin her yerinde bulunur, fakat esas olarak güneydoğuda yoğunlaşmıştır. Ekonomik ve sosyal bakımdan dezavantajlı bir konumdadırlar ve olağanüstü halin yürürlükte olduğu illerde, devam eden terörist eylemlerin tüm sonuçlarını ve medeni ve siyasi hakların normal kullanımı üzerinde olağanüstü halden kaynaklanan kısıtlamaları yaşamaktadırlar. Bu bağlamda, Türkiye, güneydoğu sorununa siyasi ve gayri askeri bir çözüm bulmalıdır. Bugüne kadar görülen esas itibariyle askeri yaklaşım, insani ve mali açıdan maliyetlidir ve bölgenin sosyal ve ekonomik gelişmesine engel olmaktadır. Ayrıca, bu yaklaşım Türkiye'nin uluslararası imajına da zarar vermiştir. Bir sivil çözüm kapsamında, Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla, o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir." 8 Kasım 2000 tarihli Katılım Ortaklığı Belgesi'nde "ulusal azınlık" sözü kullanılmıyor. Ancak kısa vadeli siyasal öncelikler içinde bu konu ile ilgili şu öneri yer alıyor: "Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hükmün kaldırılması". Orta vadeli siyasal önceliklerde şöyle bir öneri var: "Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm -eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere- kaldırılmalıdır." Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Nice'de yapılan toplantıda bu önerileri benimsedi. Bilindiği gibi Katılım Ortaklığı Belgesinde yer alan önerilere karşı Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine ilişkin Türkiye Ulusal Programı adıyla uzunca bir metin hazırladı ve program 24 Mart 2001 tarihli Resmi Gazetenin mükerrer sayısında yayınlandı. Bu programda kısa ve orta vadede yapılması planlanan çalışmalar sıralandı. Türkiye Ulusal Programı'nda, anadille yayın, anadille eğitim konularına değinen bir açıklama yok. Bunun yerine "Kültürel Yaşam ve Bireysel Özgürlükler" başlığı altında şu anlatımlara yer veriliyor: "Türkiye Cumhuriyetinin resmi ve eğitim dili Türkçe'dir. Ancak bu, vatandaşlarının günlük yaşamlarında farklı dil, lehçe ve ağızların serbest kullanılmasına engel teşkil etmez. Bu serbestlik, ayrılıkçı ya da bölücü amaçlarla kullanılamaz." Bu anlatımların Katılım Ortaklığı Belgesinde yer alan önerilere yanıt vermediği açıktır. Kısaca Avrupa Konseyi'nce hazırlanıp imzaya açılan "Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşme"ye de değinelim. Bu sözleşme 5 Kasım 1995'de benimsendi. Sözleşmede anadili öğrenme, anadille eğitim hakkı, asimilasyon yasağı, hoşgörü, kültürler arası diyalog ve düşmanlığa karşı korunma gibi türlü hükümler yer alıyor. Konseye üye dört ülke bu sözleşmeye imza koymadı. Bunlar Andora, Belçika, Fransa ve Türkiye'dir. Türkiye, imzalayıp onayladığı kimi sözleşmelerde yer alan anadille ilgili hükümlere de çekince koydu. Azınlıkların korunması sorunu, uluslararası hukukta çekişmeli bir konudur. Kimi kez ayrımcılığı savunan görüşlerden ya da bu nedenle çıkan çatışmalardan ötürü kimi devletler, azınlıkları ulusal bütünlüğe ve egemenlik haklarına yönelik bir tehdit olarak görmektedirler. Bununla birlikte Birleşmiş Milletler'de azınlıklar sorunu, sözleşme düzeyinde koruma görmüştür. Bir örnek olmak üzere, Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi'nin 27. maddesini alabiliriz. Bu maddeye göre, "Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu bir devlette, böyle bir azınlığa mensup bulunan kişiler, grubun diğer üyeleriyle birlikte toplu olarak kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadet etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenmez." Bu açıklamalardan sonra "azınlık nedir" sorusuna, bir tanım yaparak yanıt verelim: "Azınlık, nüfusun geri kalanına göre ülkede sayıca daha az bulunan, egemen olmayan bir pozisyonda yaşayan, üyeleri (ki bunlar ülkenin vatandaşlarıdır) nüfusun geri kalanından etnik, dinsel ve dilsel olarak farklı özelliklere sahip ve eğer saklı değilse kendi etnik, kültürel, dinsel ve dilsel özelliklerinin korunması için bir dayanışma duygusu taşıyan insan grubudur." (Tanım, Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu üyeleri Capotorti ve Deschenes tarafından yapılmıştır). Avrupa Birliği, bu birliğin üyesi kimi ülkeler ve Amerika Birleşik devletleri zaman zaman Türkiye ile ilgili olarak "azınlıklar" sorununu dile getiriyorlar. Hatta "azınlıklara saygı gösterilmesi" isteği kimi kez, Türkiye'yi ilgilendiren bir sorunun çözümü için koşul olarak öne sürülüyor. Saygı gösterilmesi ve korunması istenen "azınlıklar", Lozan Antlaşması ile kendilerine azınlık statüsü tanınan kesimler değil. Kastedilen kesim, kimi açıklamalarda adı da açıkça belirtilerek ortaya konuluyor, Kürtler. Nitekim Avrupa Parlamentosu Başkanı, 1997 tarihinde "Kürt azınlığa yönelik muamele"den söz ediyor. Alman Dışişleri Bakanı 1998 tarihinde Kürt sorununu, "insan hakları ve azınlık hakları açısından ele alınması gereken bir siyasal sorun" olarak değerlendiriyor. ABD Dışişleri Bakanının insan haklarından sorumlu yardımcısı 1988 yılında, "ABD yönetiminin, uluslararası ölçütlere göre, Türkiye'deki Kürtlere ulusal azınlık hakları verilmesinden yana olduğunu" söylüyor. Bu konuda çok sayıda örnek var. Elbette bu açıklamaların siyasal bir amacı var. Devletin önde gelen yöneticileri de artık Türkiye'de bir "Kürt sorunu" olduğunu kabul ediyorlar. Bu soruna yaklaşımın olumsuzluklarla dolu olduğunu da biliyoruz. Bir dönem bu insanlara dil yasağı getiren yasa bile yürürlüğe konuldu. Eğitimde ana dile yer verilmesi sorunu, Kürtçe radyo ve televizyon yayını sorunu çözümlenmedi, kültürünü geliştirme ve zenginleştirme olanağı henüz tanınmadı. Devlet, Kürt yurttaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı bölgeye önemli bir yatırım yapmadı, buna bağlı olarak işsizlik yüksek oranlarda. Doğu ile batı arasında gelir dağılımındaki dengesizlik uçurumla ifade edilebilir. Tüm bu olumsuzlukların nedeni Kürtlere azınlık statüsü tanınmamış olması mıdır? Türkiye, insan hakları alanında birçok sözleşme ve bildirgeyi benimsedi. Bu belgelerin kimilerinde herkesin, ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit olarak korunma hakkına sahip olduğu belirtilir ve herhangi bir ayrım yapılması yasaklanır. Yine bu belgeler herkesin, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka bir görüş, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet ya da doğuştan gelen herhangi bir ayrıma karşı eşit ve etkin biçimde korunmasını güvenceye bağlar. Bu düzenlemeler karşısında şu soruları sorabiliriz. Eşit insanlar için niçin ayrı bir statü önerilir, eşitliğin çözemediği bir sorun başka hangi yollarla çözülebilir? Böyle bir öneri Türkiye için yapılır da, her ırktan, her dinden ve her renkten insanın yaşadığı ABD için neden yapılmaz? İnsan hakları çağında her insan doğuştan itibaren tüm hak ve özgürlüklere sahip ise "azınlık hakları" diye ayrı bir kategoriye gerek var mıdır? Lozan'da, Rum, Ermeni ve Yahudi topluluklarına azınlık statüsü verilmesinin iki nedeni var. Birincisi tarihsel nedendir, Tanzimat'tan beri Avrupa Devletleri ve Rusya'nın baskısıyla bu topluluklar koruma altına alınmışlardır. İkincisi o tarihte Anayasada devletin dininin İslam olduğuna ilişkin bir hükmün bulunmasıdır. Biçimsel de olsa Anayasada böyle bir hüküm yer alınca, İslam dininden olmayanların "azınlık" statüsüyle korunmaları, bir çözüm olarak Lozan Antlaşmasına konulmuştur. Daha sonra 1928 yılında bu hüküm Anayasadan çıkarıldı ve 1937 yılında laiklik ilkesi Anayasaya girdi. Böylece Müslüman olanlarla olmayanlar yasa önünde eşitlendi. Dil, din ve etnik köken ayrımı tanımayan bir hukuk devletinde azınlık statüsü, eşitliğin değil, eşitsizliğin nedeni olur. Önemli olan eşitlik ilkesinin, yaşamın her alanında uygulamaya geçirilmesidir. Türkiye'de yaşayan Kürtler, azınlık değil, Türkler kadar bu ülkenin ve devletin sahipleridir. Uygulamadaki kötü örnekler bu gerçeği değiştirmez, onlar tüm yurttaşlarla eşit haklara sahiptirler. Bu eşitliğin yaşama geçirilmemesi, kimi zaman dil yasağında olduğu gibi düzenlemelerle engellenmiş olması, eşitliğin özünü ortadan kaldırmaz. Bu olumsuzlukları ortadan kaldırmak için, "azınlık statüsüne" sığınmak gerekmez. Bu bir demokratikleşme sorunudur, özgürleşme sorunudur, insan haklarının eksiksiz yaşama geçirilmesi sorunudur. Bu yalnızca devlet için değil, insanlar için de geçerlidir. Halen aşiret reisinin, şeyhin, toprak ağasının güdümündeki insanlardan, özgür birey, bilinçli yurttaş yaratma sorunu ile yüz yüzeyiz. Bu nedenle Kürt sorununa, azınlık sorunu olarak bakmak, doğru bir yaklaşım değildir.- Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Herkes biliyor siyasette din olmadığını herkes biliyor dini siyaset yapmak için devletlerin kullandığını bu Türkiye de de böyle bönce her devlet insanların zaaflarından faydalanıyor. Zaaflardan faydalanmadan otorite sağlanmaz bu Türkiyede bulunan kürtler içinde böyle onların zaaflarından yararlanıp bazı şeyleri kafalarına dikte ediyorlar. Bizim içinde böyle değil mi her insanın bazı zaafları vardır. ve devletler bunlardan yararlanmayı bence en iyi şekilde başarıyorlar. bugün türkiyede bi başörtü tartışması varsa bi kürt sorunu tartışması varsa bi azınlık hakları tartışması varsa bu insanların zaaflarından faydalanmak değil midir. Bu zaafları ortadan kaldırıp insanların devlet önünde ezilmesini engellemek maalesef ki yine devletin elinde değil midir. Eğer devlet yönetiminde bulunan insanlar (Bu sadece türkiye için geçerli değil) halklarının zaaflarından faydalanmak yerine onları bu zaaflardan kurtarmak isteseler böyle sorunlar hiç bi yerde oluşmaz. diyorsun ki bataklığı kurutmalıyız. Çağrı sence bu bataklığı nasıl kurutacağız ya da bataklık dediğin şeyin tam açılımı nedir? dış kuvvetler mi? kendimizi dışarıya mı kapatacağız? dışarıyla olan baağlantılarımızı mı koparacağız? ya da pkk mı? pkk yı mı yok edeceğiz kökünden? bunu nasıl yapacağız? tek tek pkklı yakalıyıp asacak mıyız ? senin düşüncelerin nedir ? yani bu bataklığı kurutmak dediğin olay nedir? bataklık dediğin nedir?- İLHAM ÖYKÜLERİ
Oldum olası kendisine güvenen ve bununla gurur duyan birisiymiş o. Çoğu kişiye göre başarılıymış da. Etrafındakilere başarısının sırrını hep şöyle açıklarmış: "Kontrol! Anahtar kelime bu. Kontrolü hiçbir vakit elden bırakmayacaksın. Aklını kullanacaksın. Adımlarını yere sağlam basacaksın. O zaman başaramayacağın şey kalmaz." Kontrole verdiği bu önem yüzünden arkadaşları arasında "Bay Kontrol" diye çağrılır olmuş. Gerçekten de, Bay Kontrol, hayatının denetimini hep elinde tutmak ister, herşeyin planladığı gibi yürümesini ister, kolay kolay kimselere güvenmezmiş. Birisine bir iş havale ettiğinde dahi, gizliden gizliye o işi takip eder ve sonuç elde edilinceye dek içi rahat etmezmiş. Ama herşeyi kontrol etmek mümkün değilmiş elbette. Geceleri uykunun kollarına bırakamıyor kendisini. Uykuya dalabilmek, yorgun birisinin uyanık kalması kadar zormuş onun için. Bu sorunu uyku haplarıyla halledebiliyormuş bir şekilde, ama ya midesi? Ekşime, gastrit derken ülsere varan rahatsızlığı doktoruna göre tek nedenden kaynaklanıyormuş: yoğun stres. Her reçetenin yanında bir de tavsiye alıyormuş bu yüzden: "Kendinizi biraz rahat bıraksanız! Sakinleşin. İşleri biraz oluruna bırakın." Ama onun cevabı hazırmış: "Doktor bey, yapacak bunca iş varken insan nasıl rahat olabilir? Oluruna bırakırsam, işler nasıl yürüyecek, söyler misiniz lütfen?" Gençlik enerjisi bitmeden kariyerinin zirvesine ulaşmak, toplumda elle gösterilen bir kişi olmak, daha ileride ülkesinin kaderinde söz sahibi olmak... Kendince belirlediği hedeflermiş bunlar. Her adımını bunları hesaplayarak atar, her sözünü bunları düşünerek söylermiş. Kariyerine zarar vermesin, planları bozulmasın diye, evliliği bile erteleyip dururmuş. Peki ya arkadaşları? Bay Kontrol’le bir arada bulunanlar, kendilerini hep diken üstünde hissederlermiş. Ağzını açıp birşey söylemese bile, etrafına yaydığı gerilim yüklü dalgalar herkesi rahatsız edermiş. Planladığının dışında bir aksaklık mı meydana geldi? İşte o zaman, gözü hiçbir şeyi görmez, sorumluları fena halde haşlarmış. Hele hele çalışanları hasta olduğunda, işler aksayacak diye öfkelenirmiş. Soğuk algınlığına yakalananlara "Arkadaşım, kendinize iyi bakacaksınız. Hasta olmayacaksınız" diye nutuk çekermiş. Hayattaki en büyük korkusunu herhalde söylemeye gerek yok: kontrolü kaybetmek. Bunu hayatında iki kez derinden yaşamış. İlki üniversite yıllarında, hiç hesapta yokken bir kıza aşık olduğunda. Ve bir de babasının beklenmedik ölümünde. İlkinde, sınıf birincisi ideal öğrenci gitmiş, yerine etrafına boş boş bakan, ve leylasından başka hiçbir şeyi düşünmeyen bir mecnun gelmiş. Ama çok geçmeden kurtarmış kendisini bu durumdan. Gelecekle ilgili planlarını düşünerek kontrolü tekrar eline almış. Babasının bir trafik kazası sonucunda ani ölümü ise, tam bir darbe olmuş. Kendi hayatıyla ilgili bütün tutkuları, planları, hedefleri ölümün soğuk yüzüne çarpılmış ve paramparça olmuş. Ama o zoru başarmış ve bu parçaları tekrar birleştirip yoluna devam etmiş! İşte efendim, bu Bay Kontrol’ün başına, nadir de olsa çıktığı tatillerden birisinde öyle birşey gelmiş ki, ancak masallarda olur. Temiz havasıyla ünlü, dağların tepesinde bir tatil köyünde kalıyormuş. Bir gece vakti, aklına nereden geldiyse yalnız başına yürüyüşe çıkmaya karar vermiş. Kafasında işiyle ilgili konuları evirip çevirirken, tatil köyünden hayli uzaklaştığını farketmemiş. Tam önemli bir yatırımı yapıp yapmamayı düşünürken, birden hayatı boyunca nefret ettiği o duygu bütün benliğini sarmış: boşluk! Ayağı kaymış ve sarp yamaçtan aşağı yuvarlanmış. Çok güvendiği ayaklarının üzerinde değilmiş artık... Derken, can havliyle kayalıklardan uzanan bir ağaç dalına tutunabilmiş. Bütün gücüyle sarılmış dala. Aşağıya baktığında dehşete düşmüş, çünkü yüzlerce metrelik bir uçurum uzanıyormuş ayaklarının altında. Yukarıya kendi başına çıkması imkânsızmış. O dala sonsuza kadar tutunamayacağı da açıkmış. Bay Kontrol, o patikadan geçen birisi sesini duyup yardımına koşar ümidiyle bağırmaya başlamış: "İmdaaat! İmdaaaaaaat! Yukarıda kimse var mı? İmdaat!" Dakikalarca bağırmışsa da kimse sesini duymamış. İnsanların gezmek için pek kullanmadığı bir yolmuş çünkü orası. Her geçen dakika saatler gibi geliyormuş ona. Kollarındaki derman azalıyor, ne yapacağını bilemiyormuş. Tam ümidini yitirecekken, tutunduğu dalın üstüne yabani bir güvercin konuvermiş ve adamın hayret dolu bakışları altında konuşmaya başlamış: "Zor durumda görünüyorsun!" DALI BIRAK! Bay Kontrol önce ne diyeceğini bilememiş. Rüyada olup olmadığını sormuş kendi kendisine. Ama güvercin konuşmaya devam etmiş: "Buradan kurtulmak ister miydin?" Bunun ilâhî bir mucize olduğunu, bu kuşu kendisine Allah’ın gönderdiğine kanaat getiren Bay Kontrol yüreğinden kopan bir feryatla haykırmış: "Allahım! Bu kuşu Senin konuşturduğunu biliyorum. Lütfen Allahım, lütfen beni kurtar. Beni buradan kurtarırsan, bir daha asla günah işlemeyeceğim. İyi bir insan olacağım. Bundan sonraki hayatımda hep senin emirlerine uyacağım!" "Vaatlerde bulunmayı bırak şimdi" diye sözünü kesmiş güvercin. "Buradan gerçekten kurtulmak istiyor musun, sen onu söyle." "Evet, evet!" olmuş Bay Kontrol’ün cevabı. "Peki" demiş kuş, "Bunun için Rabbinin senden istediği herşeyi yapar mısın?" Teslimiyetin son kertesine gelen Bay Kontrol’ün cevabı yine aynı olmuş: "Evet! Ne isterse! Emretsin yeter!" "O zamaN senden istenen şeyi söylüyorum" demiş haberci güvercin ve devam etmiş: "Dalı bırak!" Duyduklarına inanamamış bizimki: "Nasıl?" "Duydun ya, Rabbin dalı bırakmanı istiyor. Korkma, Ona güven. O seni kurtaracak." Bir süre, ne diyeceğini bilememiş Bay Kontrol. Sonra... Evet, ne cevap vermiş ve ne yapmış dersiniz? Peki, onun yerinde siz olsaydınız, ne yapardınız?- İLHAM ÖYKÜLERİ
ÇATLAK KOVA Hindistan da bir sucu boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktaktan patronun evine ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken çatlak kova içine konan suyun sadece eve yarısını eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca hergün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde patronunun eviine sadece 1.5 kova su götürebilmiş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş. İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş. “Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum” “Neden?...”diye sormuş sucu “Niye utanç duyuyorsun?...” “Kova cevap vermiş. “Çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bukadar çalışmana rağmen emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun.” Sucu şöyle demiş “Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri farketmeni istiyorum.” Gerçektende tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçeçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş. “Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını farkettinmi?... Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçeçek tohumları ektim ve hergün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır ben o güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı.”- Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
günümüz çağında teknoloji bayağı ilerlemiş durumda, kürtçe yayın isteyenler olabilir bunu isteyen varsa daha doğrusu gerçekten isteyen varsa kolaylıkla alabilir bunun için bi uydu anteni kafidir sanırım. böylece alın size kürtçe yayın, dünya üzerinde kürtçe yayın yapan tvler elbette var benim verilmesini istediğim başlıca ihtiyaçlardan biri eğitim bigün tv de bi programa rastlamıştım programda türkiyede bulunan etnik grupların bazılarının kendi çabalarıyla yaptıkları dillerini ve kültürlerini yaşatmak amacıyla çıkarttıkları gazetelerden bahsediyolardı bunların yasal olduğunu söylüyorlardı daha doğrusu normal bi şekilde çıkan haftalık bi gazete gibi yayın yapıyolardı ermeni gazetesi rum gazetesi benim karşı çıktığım bunları normal bi şekilde karşılayıp da izin veren kişiler niye sadece kürtçe yayına veya kürtçe eğitime karşı çıkıyorlar bunda devletin büyük hatasının olduğu inancındayım halkı boş sözlerden koruyamıyorlar birileri çıkıp boş boş propaganda yapıyor yok devlet elden gidiyor yok bilmem ne kürtler şöyle yapacak böyle yapacak ben her zaman bu etnik grupların dışlanmayıp ölçütünce haklarının verilmesi taraftarıyım birine bişey yaptığında birini eksik bırakmayacaksın hem türk halkını akıllı bi biçimde eğiteceksin hem bu etnik gruplara mensup insanları böylece iki tarafı da hiç bi şekilde karşı karşıya getirmeyeceksin yanılıyor muyum????????- Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
öncelikle bi konuda özür dilemek isterim bütün herkesten, çağrı arkadaşımın yazısını okuyup da kendi yazımdaki hatayı gösterdiği için çok teşekkür ederim. Hakikattende büyük bi kullanım hatası yapmışım "Kaygusuz abdal düşünsene Türkiye de kaç tane millet var yani tek bi çatı altında kaç tane aile yaşıyor??" bu cümlenin ilk başındaki türkiyede kaç tane millet var cümlesi çok yanlış tekrar tekrar özür dilerim herkesten. Türkiye Cumhuriyeti catısı altında tek bir millet vardır bu da sadece Türk milletidir. Ama yinede şunu söylemek isterim oradaki kastım bu değildi oradaki kastım cümlenin devamındaki kaç tane aile var lafıdır. yani kaç tane etnik grup var. Çağrı senin sorunda eğer bu yanlış cümlede söylemek istediğmi anlayıp da kaç tane etnik grup var dersen, ben sayısını bilmiyorum, ama biliyorum ki onlarca etnik grup var, ermenilerden kürtlere, çerkezlerden gürcülere, ve sayamadığım bir sürü etnik grup barındırıyor Türkiye Cumhuriyeti. Tekrar tekrar özür dilerim arkadaşlar kullanmış olduğum yanlış terimden dolayı- İLHAM ÖYKÜLERİ
Bir küçük oğlancık Bir küçücük oğlancık, bir gün okula başlamış. Pek mi pek akıllıymış. Okulu da pek büyükmüş. Ama akilli çocuk, sınıfına dışarıdan kestirme bir yol bulmuş.Buna çok sevinmiş. Artık okulu ona kocaman görünmüyormuş. Bir zaman sonra, bir sabah öğretmen demiş ki;"Bugün resim yapacağız." "Ne güzel ! " demiş çocuk. Resim yapmasını pek severmiş. Her türlüsünü de yaparmış. Aslanlar, kaplanlar, tavuklar, inekler, trenler, gemiler ... Mum boyasını çıkarmış ve çizmeye başlamış. Ama öğretmen "Durun!" demiş. "Henüz başlamayın." Ve çocuk herkes hazır olana kadar beklemiş. "Simdi" demiş öğretmen, "Çiçek çizmesini öğreneceğiz." "İyi demiş" çocuk. Çiçek çizmesini çok severmiş ve pek güzellerini yapmaya başlamış pembe, mavi, turuncu mum boyalarıyla.. Ama öğretmen, "durun" demiş, "size nasıl yapacağınızı göstereceğim. " Yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş."İste" demiş öğretmen, "Böyle çizeceksiniz. Simdi başlayabilirsiniz." Küçük çocuk bir öğretmenin resmine bakmış, bir de kendininkine...Kendininkini daha bir sevmiş ama bunu söyleyememiş. Kağıdı çevirip öğretmeninki gibi yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş. Bir başka gün küçük oğlancık, sınıfa çıkan kapıyı tek basına açmayı becerdiğinde, söyle demiş öğretmen."Bu gün çamurdan bir şey yapacağız." "İyi" demiş çocuk. Çamurla oynamayı pek severmiş. Her şeyi yapabilirmiş onunla. Yılanlar, kardan adamlar, filler, fareler, arabalar... Başlamış çamuru yoğurup sıkıştırmaya.. Ama öğretmen "Durun, daha başlamayın !" ve beklemiş hazır olmasını herkesin. "Simdi" demiş öğretmen, "Bir çanak yapacağız." "Güzel" demiş çocuk. Çanak yapmasını da pek severmiş ve başlamış yapmaya boy boy, şekil şekil çanakları. Ama öğretmen "Durun !" demiş, "Size nasıl yapılacağını göstereceğim." Ve de göstermiş herkese bir büyük çanağın nasıl yapılacağını. "İste" demiş öğretmen "Artık başlayabilirsiz." Küçük çocuk bir öğretmenin çanağına bakmış, bir de kendininkine.Kendininkini daha çok sevmiş, ama bunu söyleyememiş. Toprağını yuvarlayıp yeniden yapmış öğretmeninki gibi derin bir çanak. Ve çok geçmeden küçük çocuk öğrenmiş beklemeyi, izlemeyi ve her şeyi öğretmen gibi yapmayı. Ve çok geçmeden başlamış kendiliğinden hiçbir şey yapmamaya. Ama birdenbire küçük çocuk ve ailesi taşınıvermiş başka bir eve, başka bir şehire ve çocuk gitmiş başka bir okula... Bu okul daha da büyükmüş öbüründen. Kestirme yolu da yokmuş dışarıdan. Büyük basamakları çıkmak ve uzun koridorları geçmek gerekiyormuş sınıfa kadar. Ve daha ilk gün demiş ki öğretmen: "Simdi resim yapacağız !" "Güzel" demiş çocuk ve beklemiş öğretmenin ne yapacağını söylemesini. Ancak öğretmen bir şey söylemeden başlamış dolaşmaya.Küçük çocuğun yanına gelince sormuş:"Resim yapmak istemiyor musun?" "İstiyorum" demiş çocuk. "Ne yapacağız?" "Ne istersen" demiş öğretmen. "Her kes ayni resmi yaparsa ve ayni renkleri kullanırsa, kimin ne yaptığını ve neyin ne olduğunu nasıl anlarım ben?" "Bilmem" demiş çocuk ve başlamış "YESIL SAPLI KIRMIZI ÇIÇEGI" çizmeye... Helen Buckley- İLHAM ÖYKÜLERİ
Bayan Siz Zengin Misiniz? Üstlerine küçük gelen yırtık pırtık mantolar giymiş iki çocuk,birbirlerine sokulmuş dış kapının önünde duruyorlardı. -Kullanılmış kağıt var mı bayan? Meşguldüm.Yok deyip onları başımdan savmak istiyordum, ama o sırada gözüm ayakkabılarına ilişti. Karla kaplanmış ince sandaletlerden giymişlerdi. -İçeri girin, size bir fincan sıcak kakao yapayım dedim. Birşey demediler. Islak sandaletleri şöminenin önünde izler bıraktı. Dışarıda soğuğa karşı kendilerini biraz toparlamaları için onlara kakao ile reçelli ekmek verdim. Sonra mutfağa geri döndüm. Ön odadan hiç ses gelmemesi dikkatimi çekti. İçeri baktım. Kız, boş kakao fincanını iki elinin arasında tutmuş, içine bakıyordu. Oğlan,düz bir sesle sordu: -Bayan siz zengin misiniz? Kanepelerin eskimiş kılıflarına baktım. -Zengin olmak mı, hayır tabii ki zengin değilim dedim. Kız fincanını dikkatle tabağına yerleştirdi. -Fincanlarınızla tabaklarınız takım da dedi. Sesinde bildik bir açlık vardı, ama bu karnının açlığı değildi. Sonra kağıt çuvallarını yüklenip gittiler. Teşekkür etmemişlerdi. Etmeleri de gerekmiyordu, çünkü daha fazlasını yapmışlardı. Buz mavisi seramik fincanlar ve tabakları takımdılar. Mutfağa geri döndüm patateslere baktım, et suyuna karıştırdım. Patates ve et suyu, başımızı sokacak bir ev, düzenli bir işi olan kocam, mutlu bir yaşamım. Bunlar da takımdı. Ve galiba gerçekten zengindim. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırdım, odayı topladım. Küçük sandaletlerin çamurlu izleri hâlâ şöminenin önündeydi. Onları temizlemedim. Ne kadar zengin olduğumu unutmamak için, onların orada kalmalarını istedim..- İLHAM ÖYKÜLERİ
Bir kral halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi. Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verdi. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi. Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmişti: Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti. Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu. Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerine hepsi aynı şikayette bulundu: Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu. Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzattı: “Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan taş ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı.” Kral gülümseyerek cevap verdi: “O altınlar sana ait delikanlı.” “Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı.” “Evet” dedi kral. “Bu altınları sen kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir.” Murat Çiftkaya- Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Kaygusuz abdal düşünsene Türkiye de kaç tane millet var yani tek bi çatı altında kaç tane aile yaşıyor?? biz biliyoruz ki Türkiye de sadece kürt sorunu yok ya da etnik sorun olarak bakılacak olursa ne sadece kürt sorunu ne de ermeni sorunu var Türkiye çatısı altında bir sürü etnik grup var bunların her biri için tehlikedir dersek bu ülkeyi şimdiden savaşa sokmamız gerekecektir. Her etnik grup kendine dil ve kültürel faaliyet ister kimse kimsenin dilene dinine karışamaz bu ülkede herkesin bunları seçme özgürlüğü var osmanlıdan beri bu böyle. Anayasamızda da bu belirtilmiş durumda yanlış bilmiyorsam. Bunları ölçütünce herkese sağlamak da başta devletin sonra da insanlarımızın çabasıyla olacaktır. Ben bir Türküm ve müslüman bir gencim. belki Türkiyeye benden daha fazla yararı dokunmuş kürtler ermeniler vardır. Ben demiyorum ki onlara toprak verilsin herkese bir bölge verilsin kendi başlarına ne yapıyorlarsa yapsınlar. Benim dediğim daha doğrusu istediğim herşeyin ölçütünün belirlenmesi ve ona göre insanlara eşit davrenilması bu yapıldığı takdirde hangi kürt çıkıp derki ben bu devletten memnun değilim kendi devletimi istiyorum hangi ermeni çıkıp der ki kardeşim batsın türkiye yaşasın ermeni devleti Ben adaletin herkese eşit dağıtılması taraftarıyım biri ermeni biri kürt bunlar sorun bunlara yemek ekmek su yok denmesin. topluma belki bazı türklerden daha fazla yararı dokunmuş olan kürtler ermeniler başka etnik gruptan insanlar vardır. ne devlet olarak ne insan olarak bunları göz ardı edemeyiz ve kimsenin hakkını yiyemeyiz yememeliyizde devletin bence bu konuda daha duyarlı olması gerekir- İLHAM ÖYKÜLERİ
Hali vakti yerinde bir kadın havaalanında bekliyordu. Uçağının kalkmasına da uzun saatler vardı. Önce hoşuna giden bir kitap, sonra da bir paket çukulatalı bisküvi satın aldı ve bir banka oturdu. Kitabına daldığı bir sırada, fakir görünümlü bir adam yanına oturdu ve aralarında duran çikolatalı bisküvi paketinden atıştırmaya başladı. Kadın bu küstahlığı görmezden gelmeye çalıştı. Onun yerine, bisküvilerini yiyip bir taraftan kitabını okudu, bir taraftan da saati gözledi. Ancak yanıbaşında oturan bisküvi hırsızı arsızca birer-ikişer bisküvileri midesine indiriyordu. Kadın gittikçe daha rahatsız oldu bu durumdan.”İnsan gibi istese, veririm! Utanmadan bisküvilerimi yiyor, birde yüzüme gülümseyip duruyor. Ne terbiyesiz insanlar var bu dünyada!” diye düşünüyor, yüz hatlarıyla bu düşüncesini ifade ediyordu. Sonunda, her biri birer bisküvi aldı paketten. Geriye tek bir bisküvi kalmıştı. Adam gülümseyerek o bisküviyi aldı ve ikiye böldü. Yarısını kadına uzattı. Kadın hırsla yarım bisküviyi adamın elinden çekip “Şunun yaptığı arsızlığa bak!” diye düşündü. “Tek kelime teşekkür de etmiyor.” Uçağın kalkışa hazır olduğu anonsunu duyunca eşyalarını toplayıp kapıya doğru yöneldi. O utanmaz bisküvi hırsızının yüzüne bile bakmak istemedi. Uçağına bindi ve koltuğuna gömüldü. Neredeyse bitirmek üzere olduğu kitabı almak için çantasını açtı. Bir de ne görsün? Gözlerinin önünde bir paket çikolatalı bisküvi. Elinde olmadan dudaklarından bir hayret nidası yükseldi. Kendi bisküvisi buradaysa bekleme salonunda atıştırdığı bisküviler demek ki yanında oturan adamındı! Adamın, bisküvilerini kendisiyle paylaştığı gibi, sonuncusunu bile bölüştürecek kadar cömertlik gösterdiğini anladı. Özür dilemek hatasını telafi etmek için artık çok geçti. İçini tarifsiz bir üzüntü kapladı. Bir kaç dakika önce adamı suçladığı bütün kötü sıfatların gelip kendi üzerine yapıştığını hissetti. Kaba olan kendisiydi, hırsızlık yapan kendisiydi ve nankörce davranan yine kendisiydi!- İLHAM ÖYKÜLERİ
Çocukluğumdan beri dar mekânlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım. İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım. Oysa ki o dar mekânlara, şimdi ister istemez g- irecektim. Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların seslerini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görebiliyordum. - Genç yaşta öldü zavallı, diyorlardı. Halbuki yapacak ne kadar çok işi vardı. Gerçekten de birçok işim yarım kalmıştı. Meselâ oğluma iyi bir işyeri açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini henüz bitirememiştim. Büyük bir firma kurup dostlarımı orada toplamak da artık hayâl olmuştu. Üstelik kış çok yaklaştığı halde odun kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini tamir edememiştim. Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses, beynimin en ücra köselerinde yankılanıyor ve: - 'Geçti artık, geçti', diyordu. İçimden 'keşke geçmemiş olsaydı' diyordum. Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki? Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım. Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını fark ettim. Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde: - Aman Allah'ım, dedim. Ne olacak şimdi hâlim? Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu. Cenâze namazı için câmiye gidiyor olmalıydık. Câmi deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve her gün beş defa davet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi elli yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikâyet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim. Evet evet, şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi bir insan olacaktım. Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses: - Geçti artık, geçti, diye tekrarladı. 'Bitti artık.' Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım. Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşlarımın neşeli kahkahalarını işitiyor ve 'herhalde ölüm haberimi duymamış olacaklar' diye düşünüyordum. Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da milli takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise, yanındakinin kulağına fısıldayarak: - 'Rahmetlinin tersliği, öldüğü günden belli, diyordu. Sırılsıklam olduk birader.' Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi? Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan bir çukura doğru indirdi. Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım. Aman Allah'ım! Bu kabir değil miydi? O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim? Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum. Tekrar zifiri karanlıkta kalmış ve bütün âcizliğimle dua etmeye başlamıştım. - Yârabbi, diyordum. Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim. Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak: - Geçti artık, geçti, diye tekrarladı. 'Her şey bitti artık.' Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu. *** Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum. Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak: Geçti artık, geçti, diye bağırıp duruyordu. 'Geçti bak, hiçbir şeyin kalmadı.' Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki yirmi kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak hâlinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu. Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toparlamaya çalışırken - Yârabbi, sana zerrelerim adedince şükürler olsun, diyordum. İyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha vermeseydin?- İLHAM ÖYKÜLERİ
Biraz sonra okuyacağınız gerçek hikâye Kellog Business School'da (Northwestern Üniversitesi)İş İdaresi master öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer: Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerin- e kısa bir süre baktıktan sonra, "Bu gün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız" dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı.Arkadan,kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Ögrenciler hep bir ağızdan "Doldu" diye cevapladılar. Profesör "Öyle mi?" dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taslarin arasina yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu.Bir öğrenci "Dolmadı herhâlde" diye cevap verdi. "Dogru" dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan "Hayır" diye bağırdılar. "Güzel"dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek "Bu deneyin amacğ neydi" diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen "Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımıız mutlaka vardır" diye atladı."Hayır" dedi profesör, "bu deneyin esas anlatmak istediği "Eger büyük taşlari baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsin" gerçegidir". Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: "Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız,eşiniz,sevdikleriniz, arkadaşlarınız,eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak,onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı,belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin.Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize,ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı,gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir". Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı...- İLHAM ÖYKÜLERİ
DİLENCİ KİM? Saltanatının sınırları geniş diyarlara uzanan bir hükümdardı. Kibrinin ve gururunun ise sınırı yoktu. Elindengelse bütün dünyayı eline geçirmek ve mülküne dahil etmek istiyordu. Sürekli “daha, daha” diyordu. Hiç kimse ondan bir gün olsun “yeterli” veya “Buna da şükür” sözünü duymamıştı. Yeme-içmede, eğlenmede, hakarette, haksızlıkta hep dünden bir adım ileriye gidiyordu. Öyle bencildi ki, iyilik yaparken bile başkalarına ne kadarcömert olduğunu sergilemek isterdi. İşte bu hükümdar, bir gün sarayının önündeki bahçede yürüyüşe çıkmış gezinirken, yanına başı önünde eğik, elinde dilenci kabı taşıyan bir adam yaklaştı. Muhafızlar, dilencinin hükümdarın yanına sokulmasının engellediler. Hükümdar, adamlarına o ana dek hiç konuşmayan dilenciyi bırakmalarını emretti. “Ne istiyorsun?” diye büyüklenerek sordu hükümdar. Adamın onun yanına dilenmek için geldiği besbelliydi, ama o bu soruyu yine de sordu, çünkü karşısındakinin kendisine yalvarmasını istiyordu. Bu hep böyle olurdu. Fakirler, dilenciler birşeyler ister, o onlara fazlasıyla ihsanda bulunur, adamlar binbir teşekkürle ve minnetle yanından ayrılırken o “Var mı benim gibi cömert?” dercesine sağına soluna bakınır ve etraftaki yağcıların övgü dolu sözlerini kendinden geçerek dinlerdi. Ama bu defa öyle olmadı! Dilenci güldü ve başını kaldırıp hükümdarın gözlerinin içine bakarak şöyle dedi: “Sultan hazretleri yoksa benim arzumu yerine getirebileceklerini mi sanıyorlar?” Böylesine küstahça bir söz karşısında önce ne yapacağını bilemedi hükümdar. İstese oracıkta dilencinin kafasını vurdurabilir ya da onu zindanlarda çürütebilirdi. Ama, bu dilenci kendisine meydan okumaya kalkmıştı ve bu söz ne kadar ağırına giderse gitsin, ona dersini başka bir şekilde vermeliydi. Evet, kararını vermişti: Onu cömertliğiyle ezecekti. “Elbette ki senin arzunu yerine getirebilirim ey dilenci! Ne olduğunu söyle yeter.” “Çok basit,” dedi dilenci ve dilenirken kullandığı kabı uzattı: “Bu kabı birşeyle doldurmanın istiyorum.” Bu kadar basit bir isteği duyunca rahatlayan hükümdar kahkahalarla güldü: “Bundan kolay ne var?” Yanındaki vezirlerden birisine dönüp emretti: “Bu adamın kabını parayla doldurun.” Vezir saraya gitti, dönüşte getirdiği büyükçe bir kese altını dilencinin kabına boşalttı. Normalde kabı doldurup taşması gereken altınlar kaba dökülür dökülmez yok oldu ve dilencinin kabı biraz önceki gibi bomboş kaldı. Hükümdar ve etrafındakiler gördüklerine inanamadılar. Dilencinin hiç de öyle büyücü bir görünümü yoktu, ama yine de ondan ürkmeye başladılar. Hükümdar, adamlarını daha fazla altın getirmeleri için saraya yolladı. Ancak, her gelen kesedeki altınlar aynı akıbete uğradı. Dilencinin kabına boşanır boşanmaz, uçup gittiler. Bu kap sanki kara delik gibi altınları yutuyordu. Önce saraydakiler, sonra da olup biteni duyan şehir ahalisi toplandı etraflarına. Ne kadar altın ve gümüş boşaltırsa boşalsın, hükümdar dilencinin küçük kabını dolduramıyordu. Şanı, şöhreti, tibarı elden gitmek üzereydi. Ama o “Bütün hazinemi gözden çıkarırım da bu dilenci parçasına mağlup olmam” diye homurdanıyordu. Gerçekten de, altınlar, gümüşler, elmaslar, yakutlar... hazinesinde ne varsa dilencinin kabına boşaltıldı. Ama sonuç değişmiyordu: Dilencinin uzattığı kap bomboştu. Saatler geçiyor, insanlar hayret ve şaşkınlıkla hükümdarın hazinesinin avuç avuç kabın içinde eriyişini seyrediyordu. En sonunda, hükümdar dilencinin kapandı ve mağlubiyetini ilan etti: “Sen kazandın, ama gitmeden önce bana tek bir şey söyle. Bu kabın sırrı nedir?” Hırsıyla, kibriyle ün salan koca hükümdar, sıradan bir dilencinin önünde böyle yalvarıyordu. Gerçekte, bir dilenci değildi karşısındaki. Ona ders vermek için gönderile dilenci görünüşündeki bir melekti. Melek “Bu kap” dedi, “insan hırsından yapılmıştır. Ve hiçbir şey onu dolduramaz. Hırsına mağlup olan insan, ister senin gibi sultan olsun ister köylü, kabı hiç dolmayan dilenciye benzer. Dünyanın en güzel sarayları, dünyanın en güzel atları, dünyanın en büyük hazineleri onu doyurmaz. Hatta dünyayı da yutsa tok olmaz. Elindeki kabı, dilenir durur.” Murat Çiftkaya - İlham Öyküleri - Zafer Yayınları- YENİ TEKNOLOJİ HARİKASI VIC-TV
teknoloji öle demen bak adamlar 15 saniye ekranda dutabiliyolarmış resmi ) herhal arkadaşlar daha önceleri 5 er saniye falan tutabiliyorlardı ki yeni teknolojiyle 15 saniye tutmayı başarabildiler ))) - Nokta . 1
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.