Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

netman

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    159
  • Katılım

  • Son Ziyaret

İletiler gönderen: netman

  1. mesela siz demiştiniz ki;

     

    SENİN arkadaşının neler anlattığını hatırlayamıyor.

    ONUN arkadaşının neler anlattığını hatırlayamıyor.

    ONLARIN arkadaşının neler anlattığını hatırlayamıyor.

     

    yani bu cümlenin başına 3 farklı kelime getirebiliyoruz ve cümlelerin anlamı değişiyor..

     

    tıpkı benim verdiğim örnekteki gibi...

     

    SENİN ARABANIN YANINDAYIM ve O ARABANIN YANINDAYIM cümlelerinin başına da farklı 2 kelime getirebiliyoruz..

     

    SENİN ve O kelimeleri gelebiliyor yani..

     

    yani anlatım bozukluğu yok arkadaşım

     

    saygılar

     

    Değerli Berker,

     

    Siz cümleye sıfat getiriyorsunuz.Burada belirsiz olan arabanın kime ait olduğudur.Aynı şekilde A şıkkındaki arkadaşın kime ait olduğunda da bir belirsizlik vardır.Kimin neyi anlattığı belirsizdir.Görüşünüze saygı duyuyorum.Elbette ki benim görüşüm de yanlış olabilir ama kesin bir açıklama göremediğimden size katılmıyorum.

    İlginize teşekkürler..

    Saygılarımla..

  2. ben sizin demek istediğinizi anladım ama kendi düşüncemi tam olarak anlatamadım..

     

    örneğin;

     

    ARABANIN YANINDAYIM

     

    bu cümlede bir anlatım bozukluğu yoktur

     

    halbuki bu cümle;

     

    SENİN ARABANIN YANINDAYIM veya O ARABANIN YANINDAYIM şekillerinde algılanabilir..

     

    ARABANIN YANINDAYIM cümlesinin bu 2 şekilde algılanmasının nedeni anlatım bozukluğu değildir...

     

    tıpkı sizin cümlenizdeki gibi...

     

    saygılarımla

     

    Değerli Berker,

     

    Verdiğiniz örnek bu cümleyi açıklamak açısından eksik kalmış ya da ben anlayamadım.Biraz daha açık şekilde,yapı ve anlam bakımından açıklarsanız sevinirim..

    İlginize teşekkürler...

    Saygılarımla..

  3. arkadaşım

     

    bu yargılar anlam belirsizliğidir..

     

    anlatım bozukluğu değildir..

     

    e şıkkı anlatım bozukluğudur...

     

    belirsizlikle bozukluğu karıştırmışsınız..

     

    saygılar

     

    Değerli berker...

    Sanırım anlatım bozuklukları hakkında bilgilerinizde eksiklik var.Sizin de belirttiğiniz gibi anlam belirsizliğidir fakat anlam belirsizlikleri de anlatım bozukluğu başlığı altında incelenir.Düzgün kurulmuş bir cümlede belirsizliğe ve bozukluğa yer yoktur...

    Saygılarımla...

  4. Öncelikle ilginize tşk..

    A seçeneğini daha dikkatli inceleyecek olursak:

    'Arkadaşının neler anlattığını hatırlayamıyor' cümlesinde ''arkadaş''ın kime ait olduğunda bir belirsizlik görürüz.Yani:

     

    Senin arkadaşının neler anlattığını hatırlayamıyor.

    Onun arkadaşının neler anlattığını hatırlayamıyor.

    Onların arkadaşının neler anlattığını hatırlayamıyor.

     

    Hatta sizin de belirttiğiniz gibi:

     

    O, arkadaşının neler anlattığını hatırlayamıyor. cümleleri de bu cümlede anlatılmak istenen olabilir.Dolayısıyla A şıkkındaki cümlenin açık olmadığına ve cümlede anlatım bozukluğu yapıldığına varabiliriz..

    Saygılarımla...

  5. Arkadaşlar 17/09/2006 tarihinde yapılan,KPSS-2/Ön-lisans A kitapçığı 15.soruda belirtilen E seçeneğinin yanında A seçeneğinin de doğru olduğu kanısındayım.Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?Lütfen yazın..

     

    15. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde bir anlatım bozukluğu

    vardır?

    A ) Arkadaşının neler anlattığını hatırlayamıyor.

    B ) Bulundukları yerden film rahatça izlenemiyor.

    C ) Tok olduğu için hiçbir şey yemek istemiyor.

    D ) Kar yağdığı zaman yürüyüşe çıkamıyor.

    E ) Kedisinin nerede olduğu bulunamıyor.

     

    www.osym.gov.tr adresinden inceleme amaçlı alınmıştır.

     

    E şıkkında ''Kedisinin nerede olduğunu bulamıyor" cümlesinde kedinin kime ait olduğu ile ilgili bir belirsizlik vardır.Dolayısıyla anlatım bozukluğu vardır.

     

    A şıkkında da aynı şekilde : "Arkadaşının neler anlattığını hatırlayamıyor" cümlesinde arkadaşın kime ait olduğu da belli değildir.Dolayısıyla burada da anlatım bozukluğu olduğu savunulabilir.

     

    ÖSYM'nin verdiği cevap anahtarında sorunun doğru yanıtının E olduğu belirtiliyor.

    Bu konuda bilgisi olan arkadaşların yorumlarını bekliyorum

    İlginize teşekkürler..

    Saygılarımla..

  6. BİLGİLENDİRME

     

     

    Program: Dikey Geçiş

    Başvuru Tarihi: 26/10/2006 00:00 - 10/11/2006 17:30

    Kayıt Tarihi: 20/11/2006 - 30/11/2006 (mesai saatleri)

    Mazeretli Kayıt Tarihi: 01/12/2006 (mesai saatleri)

     

    Başvuru ve kayıt işleminizi gerçekleştirebilmek için aşağıda belirtilen basamakların tümünü uygulamalısınız.

     

    Bu sayfada bulunan açıklamaların tamamını okumadan kesinlikle başvuruya ve kayda başlamayınız.

     

    KAYIT ADIMLARI

     

     

    * Başvuru şartlarını taşıyor iseniz başvurunuzu sitemize yapınız.

    * Kayıt için gerekli belgeleri hazırlayınız.

    * Öğretim bedellerini bankaya yatırınız.

    * AÖF bürosuna giderek kaydınızı yaptırınız.

     

     

    BAŞVURU VE KAYIT

     

     

    1) BAŞVURU

     

    Dikey Geçiş Programının başvuru koşulları aşağıdadır:

     

    "Meslek Yüksekokulları ile Açıköğretim Fakültesi önlisans programları mezunları ve mezun olma durumunda olan son sınıf öğrencileri, İktisat - İşletme Fakültelerinin 3. sınıfına doğrudan kayıt veya lisans öğrenimine hazırlık programına dikey geçiş için başvurabilirler ve kayıt yaptırabilirler.

     

    Doğrudan kayıt:

    * Meslek Yüksekokulları ile Açıköğretim Fakültesi önlisans programlarından,

    * Kara Kuvvetleri Astsubay Meslek Yüksekokulu Yönetim Bilimleri önlisans programından,

    * Polis Meslek Yüksekokulundan mezun olanlar;

    Liste-1'de (tıklayınız) belirtilen İktisat veya İşletme Fakültelerinin 3. sınıfına doğrudan kayıt yaptırabilirler.

     

    Lisans öğrenimine hazırlık programı:

    * Meslek Yüksekokulları ile Açıköğretim Fakültesi önlisans programları,

    * Jandarma Astsubay Meslek Yüksekokulu Sosyal Bilimler önlisans programı,

    * Jandarma Meslek Eğitimi Önlisans programı (MEÖP) (AÖF),

    * Polis Meslek Eğitimi Önlisans Programı (MEÖP) (AÖF),

    * Kara Kuvvetleri Meslek Eğitimi Önlisans Programı (MEÖP) (AÖF),

    * Hava Kuvvetleri Meslek Eğitimi Önlisans programı (MEÖP) (AÖF),

    * Deniz Kuvvetleri Meslek Eğitimi Önlisans programı (MEÖP) (AÖF) mezunu olanlar;

    Liste-2'de (tıklayınız) belirtilen İktisat veya İşletme Fakültelerinin lisans öğrenimine hazırlık programına kayıt yaptırabilirler."

     

    Programın başvuru koşullarını taşıyor iseniz 26/10/2006 - 10/11/2006 tarihleri içerisinde başvurunuzu bu siteden yapınız. Başvurunuzun ardından size, bilgisayarınıza indirmeniz ve baskısını almanız için bir dosya verilecektir. Dosyanın bir kısmı sizin için gerekli olan bilgileri, bir kısmı ise kayıt anında büroya teslim etmeniz gereken ilave belgeleri içermektedir. Bu dosyanın baskısını alıp okuduktan sonra kayıt anına kadar muhafaza ediniz.

     

    Başvurunuz sonrasında bilgisayarınıza indireceğiniz ve/veya baskısını alacağınız elektronik dosya PDF formatındadır. Eğer bilgisayarınızda bu dosyayı okuyacak Adobe Reader yazılımı yok ise öncelikle burayı tıklayarak yazılımı bilgisayarınıza indirerek kurunuz.

     

    Başvuruya şimdi başlamak için burayı tıklayınız.(link aktif değildir.ileri bir tarihte http://aofkayit.anadolu.edu.tr/ adresinden başvuruya başlayabilirsiniz)

     

     

    2) KAYIT İÇİN GEREKLİ BELGELER

     

    Kayıt anında AÖF Bürosuna teslim etmek zorunda olduğunuz bazı belgeler vardır. Belgeler aşağıda listelenmiştir. Bu belgeleri kayıt anından önce mutlaka hazırlayınız. Herhangi bir belge hakkında ayrıntılı bilgiye ulaşmak için belge adının üzerini tıklayınız.

     

    * İnternet Başvuru Belgesi (başvuru sonrasında sitemizden temin edilecek)

    * Fotoğraflı-İmzalı Form (başvuru sonrasında sitemizden temin edilecek)

    * Öğrenci Bilgi Formu(başvuru sonrasında sitemizden temin edilecek)

    *6 adet 4.5x6 cm. Fotoğraf

    * Onaylı Nüfus Cüzdanı Örneği

    * Öğrenim Belgesi

    * Askerlik Durumu Belgesi (sadece erkek adaylar için gereklidir)

    * Banka Dekontu(ödeme sonrasında banka şubesinden temin edilecek)

     

    Başvuruda özürlülük seçimi yapacak olan / yapan aday öğrenciler, sınavlarda bu durumlarının dikkate alınması için, bu özrüyle ilgili Sağlık Kurulu (heyet) Raporunun fotokopisini de kayıt evrakları ile birlikte kayıt yaptıracağı AÖF bürosuna teslim etmelidirler.

     

     

    3) ÖĞRETİM BEDELLERİNİN BANKAYA ÖDENMESİ

     

    Kayıt yaptıracak aday öğrenciler iki tür ödemede bulunacaklardır. Birinci tür ödeme; kitap, sınav hizmetleri, basılı malzemeler ve diğer hizmetler karşılığı olan "Öğretim Gideri", ikinci tür ödeme; her yıl Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenen, "Cari Hizmet Maliyetlerine Öğrenci Katkısı" dır. Ödemenizi 20/11/2006 - 01/12/2006 tarihleri içerisinde herhangi bir Vakıflar Bankası şubesine yapabilirsiniz. Ödeyeceğiniz miktarı öğrenebilmek için burayı tıklayınız.

     

    4) KAYIT

     

    Yukarıda tanımlanan belgeler ile birlikte 20/11/2006 - 01/12/2006 tarihleri içerisinde herhangi bir AÖF Bürosuna giderek kaydınızı gerçekleştirebilirsiniz. Kayıt anında hazırladığınız belgeleri eksiksiz olarak büroya teslim edecek ve kitaplarınızı alacaksınız. Size en yakın AÖF Bürosunun adresini öğrenmek için burayı tıklayınız.

     

    Kayıt anında bürodan sizlere Öğrenci Kayıt Dosyası verilecek ve üzerini doldurmanız istenecektir. Dosyayı, burada yazan açıklamalar doğrultusunda doldurunuz.

     

    KILAVUZLAR

     

    Kılavuzlar henüz hazırlanmamış olup başvuru tarihinden önce yayınlanacaktır.

     

    Bu bilgiler http://aofkayit.anadolu.edu.tr/ adresinden alınmıştır

  7. aveysel.jpg

    AŞIK VEYSEL

     

    Aşık Veysel (şatıroğlu) 1894 (H. 1310) yılının Mayıs ayında Sivas'ın şarkışla ilçesi'nin Sivrialan=Sivr'alan (Söbalan) köyünde dünyaya geldi. Anası Gülizar, O'nu koyun sağmaktan dönerken yolda doğurdu.

     

    Veysel'in doğduğu Sivrialan köyü bir kısmı kayalık bir kısmı ağaçlık bir dağın vadisinde yer alıyordu. Köy kıraç, verimsiz topraklara sahipti. Köylüler karasabanla çift sürer, kağnı ile sap, saman getirir, bir çift öküzle döven koşarlardı çoğu kez. Yaşam zordu köyde... Tarım ve hayvancılığa dayalı üretim biçimi, kır tipi hayat tarzı Anadolu'nun pek çok yerinde olduğu gibi Sivrialan köyünde de hüküm sürüyordu... işte bu koşullar içinde doğduğu köyünde yedi yaşına kadar, koştu, oynadı, coştu, güldü Veysel... O yıl köyü kasıp kavuran çiçek salgınına Veysel'le birlikte iki kardeşi daha yakalandı. Kardeşlerden ikisi o yılların aman vermeyen hastalığına, köydeki pek çok çocuk gibi yenik düştüler ve öldüler... Veysel ise sol gözünü kaybetti salgında... Anası Gülizar, babası Ahmet Ağa üç çocukla kalmışlardı çaresiz...

     

    Hem Veysel hem de ailesi kaderlerine razı oldular. Ama kötü kader, Veysel'in yakasını bırakmayacaktı besbelli... Rivayet o ki: Bir gün babası inek sağarken, Veysel babasının yanma gelir. Ters ve ani bir hareketinden ötürü orada duran öküzün boynuzu sağ gözüne girer Veysel'in. O gözü de hemen orada akar, kör olur.

     

    Veysel'in ailesi, kendi halinde, geçimini zorlukla temin eden yoksul bir köylü ailesiydi. O'nun tedavisi için ne maddi imkanları vardı, ne de yol yordam

    biliyorlardı. Babası Ahmet Ağa, Veysel'in bu talihsizliğine bir yandan üzülüyor, bir taraftan da ona yardım etmeye çalışıyordu. Veysel'in köyü Sivrialan, Emlek adı verilen, türkmen köylerinden oluşan bir yörenin içinde yer alıyordu. Emlek, aşıklarıyla ün salmış, pek çok aşık yetiştirmiş bir yöreydi... Dolayısıyla Sivrialan'a da sık sık bu yörenin aşıkları uğrar sohbetler, muhabbetler, cemler yapılırdı. Veysel küçüklüğünden beri bu toplantılara katılır, yörenin aşıklarından deyişler dinler, onlar hakkında bilgiler alırdı. Bu tür muhabbetlere babası da meraklıydı. O da eski aşıkların deyişlerini söyler, bunlardan zevk alırdı. Veysel'in de şiire, saza, söze merakım keşfeden Ahmet Ağa, oğluna bir bağlama yaptırdı. Veysel, ilk saz derslerini kendi köyünün usta sazcılarından Molla Hüseyin'den ve Çamşıhılı Ali Ağa'dan aldı. ilk başlarda saz çalmakta ürkek davrandıysa da kısa zamanda kabuğunu kırdı. Çalıştıkça sazını geliştirdi, dağarcığına yüzlerce eseri aldı. Pir Sultan Abdal, Agahi, sıtkı, Veli gibi usta aşıkların deyişlerini, sazıyla köyünde yapılan toplantılarda seslendiriyordu.

     

    Aradan çok zaman geçti; Veysel delikanlı olmuştu artık. Babası Veysel'in evlenme çağının geldiğini düşünüyordu. Bu düşüncesini kısa bir süre sonra hayata geçirdi ve akrabalarından Esma'yı Veysel'le evlendirdi. Veysel seviyordu karısını, fakat bu sevgi kıskançlığı da beraberinde getirdi. Ancak bu kıskançlık Esma'yı usandırmıştı. Sekiz sene evli durmuştu Esma; artık bu duruma dayanamayacağını anlayınca Hüseyin isimli bir delikanlı ile kaçtı. Esma Ana bu kaçış öyküsünü Sivr'alan köyünden yetişen araştırmacı Gülağ öz'e şu sözlerle anlatır: "Veysel çok huysuzdu. Bana geçim vermez, kıskanır dururdu. gönlümle evlenmedim zaten. Onun huysuzluğu gereksiz kıskançlığı beni kendisinden soğuttu. Hüseyin yakın komşumuzdu. Bize azap durdu, O'nunla anlaştık. Zaman zaman birlikte buluşurduk. Veysel bunu sezinlemiş, hatta birkaç kez beni uyarmıştı. Zamanla bizim

    kaçacağımızı bile düşünmüş, umudunu kestiği de olmuş. Hüseyin'le kaçtığımızda Bafra'ya ulaştık. Çeşmenin başında çoraplarımızı çıkartıp serinlensin istedik. Çorabımın uçunda beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Elimi sokup baktığımda, bize bir ay yetecek kadar para çıktı. Bunu Veysel koymuşta. Beni çok severdi. "Kaçarlarsa, perişan olmasın" diyerek koyduğunu düşündüm hep".

     

    Bu olaydan sonra Veysel daha çok içine kapandı. O sıralar arkadaşı kürt Kasım Veysel'i yalnız bırakmıyor ona can yoldaşı oluyordu. kürt Kasım, bir gün Veysel'e kendi memleketi olan Zara'ya gitmeyi teklif etti. Veysel için ele geçmez bir fırsattı bu. kürt Kasımla düştü yola Veysel. Köyünden bu ilk çıkışında farklı insanlarla, değişik bir iklimle karşılaştı. kürt Kasım da Veysel gibi saz çalıyor, türkü söylüyordu. Birlikte çok muhabbetlere katıldılar.

     

    kürt Kasım Veysel'e can yoldaşı olmak, saz çalıp türkü söylemekle kalmadı; Onun ikinci evliliği için de aracı oldu. Bir süre sonra Zara'daki Yalıncak Baba türbesinin işlerini yapan Gülizar Ana ile Veysel'i evlendirdi.

     

    Veysel bu olayların ardından köyüne döndü ve yaşamına devam etti. O yıl anasını ve babasını ardı ardına kaybetti Veysel... Ardından çocukları oldu; hayatını onlara adadı. Yaşamına böylece sakin ve huzur içinde devam etti.. Ta ki 1931 yılı gelip çatıncaya kadar...

     

    O yıllarda Ahmet Kutsi Tecer Sivas Maarif müdürüdür. Yakın arkadaşlarıyla birlikte Halk şairlerini Koruma Derneğni kurarlar(1931). Dernek üyeleri Sivas'ta bir "Halk şairleri Bayramı" düzenlemek fikrini kısa zamanda geliştirirler ve yaşama geçirirler. Bayram süresince çalıp söyleyecek yerel müzikçileri ve aşıkları toplamak başlı başıa bir sorundur. Zira o yıllarda yerli sanatçılar bu günkü kadar rahatlıkla geniş kitleler önünde sanat uygulaması yapmaktan çekinirler. Halk şairleri Bayramını düzenleme komitesi şarkışla'nın Sivrialan Köyü'ne de uğrar; iyi çalıp söyleyenleri tespit edip bayrama katılmalarını sağlamak için... Heyet Veysel'in evine geldiğinde Veysel karısına evde olmadığını söyletir. Katılmak istemez. Aslında çekinmektedir, hatta biraz da korkusu vardır. Zira devletin adamlarının onu soruşturması, başına bir iş geleceği korkusunu uyandırır Veysel'de. Ancak Tecer'in ısrarları karşısında dayanamaz ve bayrama katılır. Veysel'i "aşık" yapacak, O'nu ilk önce kendi vilayetine, sonradan da tüm

    yurda tanıtacak bu bayramı, folklor araştırmacısı ibrahim Aslanoğlu hazırladığı bir kitapçıkta şöyle anlatmaktadır: "Bayram 5 Kasım 1931 günü başlamış, üç gün devam etmişti. 15 aşığın katıldığı söyleniyorsa da bunların hepsi şair değildi. Çoğu sazcı ve hikayeci idi. Hatırlayabildiklerim şunlardır: Aşık Veysel, Revani Suzani, Aşık Süleyman, Karslı Mehmet, Hikayeci Ali Dayı, Aşık Müştak, Yarım Ali, Talibi, Yusuf, San'ati, Aşık Ali. Bunların içinde şair olarak Süleyman, Talibi, Revani, Suzani ve San'ati vardı. Veysel henüz şiir söylemeye başlamamıştı. Hepsi de o zamana göre tanınmamış kimselerdi".

     

    işte bu bayramla aşıklık mesleğinin kapılarını aralayan Veysel'in kısa zamanda dili çözülür, çalıp-söylemeye başlar. üzerine yüklenen (ya da isteğiyle yüklendiği) misyonu yerine getirmek için yaşamının son dönemlerine kadar çabalar durur. Yüzlerce şiir söyler, onlarca plak doldurur, eğitmenlik (belletmenlik) yapar... Hakkında kitaplar, makaleler yazılır. Adından ve sanatından -yaşarken ve öldükten- sonra bu kadar söz ettirebilen, bu denli ünlenmiş bir başka aşık var mıdır bilemiyorum. Her ne olursa olsun doğanın o en acımasız kuralı, Veysel için de geçerlidir elbette... Yalnız bu kural bazen acı çektirerek, yatağa düşürerek işler, işte Veysel de böyle bir dertle yatağa düşmüştür. Onulmaz derdinin adı akciğer kanseridir... Derdinin çaresizliğini kendisi de bildiğinden son günlerini köyünde geçirmek ister. 1930'larda "Sivr'alanlı Kör Veysel" olarak köyünden dışarıya -her yıl biraz daha genişleyen halkalar halinde- açılan "aşık", 21 Mart 1973 günü Aşık Veysel şatıroğlu olarak yaşamım yitirir. Veysel, 22 Mart günü sadık yari olan kara toprakla buluşmuştur.

     

    (Alıntıdır)

  8. 83_jpg.jpg

     

    Aziz Nesin'in Atatürk'e hitabı

     

    atam, hala yaşıyorsak:

    edepsizlik sayesinde!

    altı oku soruyorsan,

    politika dehlizinde!

    hele partin senden sonra,

    devrimlerin tavizinde!

    vasfedeyim halimizi,

    kalemime ver izin de!

     

    yobazlarla gericiler,

    onlar bizden daha zinde!

    'atam, atam...' derler ama,

    bir adınız var sizin de...

     

    halkçılıkla devletçilik:

    anlatamam, çok hazin de...

    çoktanberi sahteciler,

    ağır çeker her vezinde!

     

    tek umut var, o da yalnız,

    amerikan dövizinde!

     

    sorma ata'm, halimizi,

    hal mi kaldı anlatacak...

    işte geldik dizindeyiz!

     

    yata yata çok yorulduk,

    tatil yaptık, izindeyiz!

     

    sanayide henüz daha,

    cafer için lazım diye,

    amerikan bezindeyiz!

    geçeceğiz avrupa'yı

    ama şimdi izindeyiz!

     

    hocamız var, hacımız var,

    uçan kuşa borcumuz var,

    el oğlunun ağzındayız!

    ama bizi zor bulurlar,

    bahar, yaz, kış izindeyiz!

     

    evet, doğru söylemişsin:

    'türk milleti çalışkandır! '

    biz de senin tezindeyiz!

    dinlenmekten yorulduk da,

    onun için izindeyiz!

     

    zinde kuvvet diye söz var,

    kimse bilmez adresini,

    ah izindeyiz, vah izindeyiz!

    bugün değil, bu yıl değil,

    çoktan beri izindeyiz!

     

    ilerledik ata'm öyle,

    şimdi görsen tanımazsın:

    amerikan tarzındayız!

    arasan da bulamazsın,

    otuz yıldır izindeyiz!

     

    hani "türk, öğün, çalış, güven" demiştin ya... biz ilkinde takılıp

    kaldık. o yüzden çalışmaya vakit kalmadı. kimselere de (kendimiz dahil)

    güvenmiyoruz.

    seninle övünüyoruz. adına barajlar, yollar, köprüler yapıyoruz.

    balolar, heykeller, hatalar yapıyoruz. klipler, zamlar, işkenceler,

    darbeler...

    öyle bir kargaşa yarattık ki senin adına darbe yapanlar, senin

    adına yönetimde olanları devirip, senin fikirlerinle açıklıyorlar

    bunu.... ve de devrilenler yine senin fikirlerinle savunuyorlar kendilerini...

    herkes seni bir dönemki görüşlerinle tanımlayıp başka başka

    anlatıyor bize... asker, demokrat, dindar, ateist, laik, çapkın,

    milliyetçi... liste uzayıp gidiyor, biz tartışıp gidiyoruz.

    hala "izindeyiz" ve bu izin hiç bitmeyecek gibi görünüyor.

    "izinde" olduğumuzdan kabrine çok ziyaret yaptık, ama sana layık

    bir film yapamadık. 66 yılda... belki kimseleri sana benzetemediğimizden,

    belki parayı denkleştiremediğimizden...

    adına yaptığımız köprülere akın akın koşuyor yurtyaşların...

    intihar etmek için...

    cumhuriyeti emanet ettiğin gençler, polis copundan kafalarını

    kaldıramaz haldeler.

    zorlu savaşlarla kurulan türkiye cumhuriyeti devletinde bugün

    çetelerin gölgesi var.

    dev posterlerini yaptık ama doğru dürüst bir belgeselini yapamadık

    ata'm...!

    arkandan ağlamaktan gözlerimiz şiştiği için yazılarını,

    konuşmalarını doğru dürüst bir kitapta toplayamadık. adına kurduğumuz kültür merkezini yangından koruyamadık. senin adına iktidara el koyanlar mirasını çiğnedi, ses çıkartmadık. kurduğun partiyi kapatıp, arşivini yaktılar... alkışladık...

    çünkü biz izindeyiz ata'm...

    her sabah güne "türküm, doğruyum, çalışkanım" diye bağıran, geri ve tembel

    nesiller yetiştirdik. sesimiz gür çıkıyor ama eğitimde başarı oranlarımız

    yerde sürünüyor.

    köşklerin bakımsızlıktan dökülüyor...

    kocaman resimlerinin asıldığı kamu binaları içinde memurun aç..

    "beni emanet ediniz" dediğin doktorların biliyorsun seni "geç

    teşhisten" erken yolcu ettiler.

    merak etme "izindeyiz" ata'm...

    o dönemde söylediğin bazı sözler bugün 7 kilit altında. din

    üzerine, düşünce özgürlüğü üzerine yazdıklarını yazmaya, söylemeye kalkanlar

    mahkemelerde sürünüyorlar. o gün yazdıklarını, bugün ağıza alamayacak haldeyiz.

    seni aşmaktan vazgeçtik, sana ulaşamıyoruz ata'm... heykellerin o

    kadar büyük, posterlerin öyle kocaman ki, ardında bir dolu adam kendi

    pisliğini gizleyebiliyor. pislik büyüdükçe heykelleri de büyütüyorlar.

    şu "izindekiler"in listesini bir görsen inanamazsın ata'm...

    kendini tanıyamazsın.

    özlü sözlerini paylaşamıyorlar.

    yılgınlığa düşmememiz için söylediğin "küçük kıvılcımlar, büyük

    yangınlar doğurabilir" sözünü itfaiye kapısına asmışlar.

     

    bağışla bizi... izindeyiz ata'm...!

    • Beğen 1
  9. Bu konu başlığı dinler hakkında bilgi vermek amacıyla açılmıştır.Zamanım elverdikçe sizlere burada dinler hakkında bilgi vermeye devam edeceğim.Tabii sizler de yardımcı olursanız forum için faydalı bir başlık oluşturabiliriz.Desteklerinizi bekliyorum..

    Lütfen cevap eklerken dinin ismini ve bilginin kaynağını belirtiniz!

    İlginize teşekkürler..

    Saygılarımla...

  10. Radikalizm ve Protestanlık

     

    Fransızca'da Radikalizm "ilim, din ve siyasette temelden, kökten değişiklikler yapma temayülü" anlamına gelir. Bizim burada üzerinde duracağımız Radikalizm, Hıristiyanlık üzerinde yapılmak istenen köklü değişikliklerle ilgilidir.

     

    Dinler Tarihi terminolojisinde Radikal Protestanlık terimi ile daha çok genel Protestanlık'tan yavaş yavaş kopan ve O'ndan bağımsız olarak teşekkül eden Hıristiyan grupları ve dinî ekolleri kastedilmektedir. Bir bakıma bu gruplara, Reformasyon'un birtakım tartışmalardan sonra dünyaya gelen çocukları demek mümkündür. Bunlar özel yapı ve davranışlarından dolayı ingiltere'nin resmî kilisesiyle uyum sağlayamamışlardır. Radikal Protestanlığı iki grupta incelemek mümkündür:

     

    1- Evangelik,

    2- Hümanist,

     

    Radikal Protestanlığın en önde gelen temcilcileri Babtistler, Kongregasyonistler, Metodistler ve Kuveykırlar'dır. Bu sayılan temsilcilerin, kendilerine özgü farklı görünümler sergiledikleri bilinmektedir. Hatta bu akımlardan bazıları bağımsız,Hıristiyanlıktan ayrı bir din görünümündedir. Bununla beraber Radikal Protestanlığın Hümanist kanadı, Hıristiyan Kilisesi'nin din tanımayan kesimi ile özel bir şekilde ilgilenmiştir. Hümanistlerin en büyük arzuları Hıristiyanlığın "zevk sahibi insanlara" karşı bir değeri bulunduğunu ispat etmektedir.

     

    Hümanistler düşüncenin en büyük rehberi olarak vahiy yerine aklı temel almışlar onu gerçeğin başlıca kaynağı kabul etmişlerdir. Onların baz aldığı ölçü Hıristiyanlık vahyi değil, ilmî bir buluş, bir felsefî ilke veya herhangi bir düşüncedir. Ancak bu akımın, gün geçtikçe nüfuz ve değerini kaybettiği ifade edilmektedir. Radikal Protestanlık özellikle şu ana noktalar üzerinde durarak kimliğini kanıtlamak istemiştir:

     

    1- Kurtuluşa ermek için isa'ya tam anlamıyla inanmak lâzımdır.

    2- Kilise'nin ve dünyanın mutlak efendisi isa'dır.

    3- Gerçek kilise isa tarafından kurulmuştur. Kurtuluş ancak bu kilisededir.

    4- isa'nın gözle görünen kişiliği incil'de açıklanmıştır. insan yaşamı boyunca daima O'nu örnek almalıdır.

    5- Çarmıh'tan sonra dirilen isa sonsuz bir güç ve çalışma kaynağı olmuştur.

     

    Çağdaş Protestanlıkla meydana gelen gelişmeler hakkında John A. Mackay şöyle diyor?

     

    Protestanlığın henüz dinî erginliğine erişemediğini, tarihî görevini tamamlamadığını belirtmek gerekir. Dörtyüzyıl önce Reform hareketinde olup bitenler bugün de hayatta, doktirinde ve kilise teşkilâtında ifade edilmek durumundadır. Çağdaş Protestanlıkla ortaya çıkan önemli gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz:

     

    1-Tarihî Hıristiyan inancı yeniden kavranmalıdır.

    2-Kutsal Katolik Kilisesi gerçeği protestanları da kuşatmalıdır.

    3-Dine dayanmayan düzen ile ilgili sorumluluk duygusunun yeniden canlanması sağlanmalıdır.

    4-Evangelik Hıristiyanlığın dünya çapında yayılması, Protestan düşünürlerin bu yolda çaba sarf etmelerini gündeme getirmelidir.

     

    4-Angikan Mezhebi

     

    Reform Hareketi'nden sonra (XVI. yüzyıl) ingiltere'de doğmuş bir Hıristiyan ekolüdür. Protestanlığın ingiltere'ye has şekli olan Anglikanizm, Katolik-Protestan çatışmasında uzlaşmacı bir yol izlemiştir. Anglikan Kilisesi, VIII. Henry'den itibaren Roma ile olan bağlarını koparmıştır. Anglikanizm'i Kitab-ı Mukaddes'e bağlı, kısmen reforme edilmiş bir Katolik Mezhebi olarak görmek daha yaygındır. Papanın otoritesini reddeden Anglikan Kilisesi, XVI. yüzyıldan beri ibadette Latince yerine ingilizce'yi kullanır. Kilise kral ve kraliçe tarafından temsil edilir. VAnglikan Kilise'sine göre iki sakrament (Vaftiz, Evharistiya) esastır. Anglikanizm XVIII. yüzyıldan itibaren Amerika, Kanada, Avustralya, Afrika, Yeni Zelanda ve Hindistan'da yayılmıştır.Yaklaşık 30 milyon mensubu bulunan Anglikan Kilisesi ve Roma Katolik Kilisesi arasında II. Vatikan Konsili (1962-1965)'nden sonra uzlaşma zemini arama gayretlerine girişilmiştir.

     

    Günümüzde Hıristiyanlık

     

    Günümüzde Hıristiyanlık dünyada hemen hemen her bölgede taraftara sahip bir dindir.Taraftar sayısı bakımından dünyada ilk sıradadır. Özellikle Avrupa, Amerika ve Avustralya kıtası ülkelerinde Hıristiyanlık yaygın bir din konumundadır.

     

    Hıristiyan ülkelerdeki Mezheplerin yoğunluğu farklılıklar göstermektedir. Rusya, Bulgaristan, Yunanistan gibi ülkelerde Ortodokslar ; italya, ispanya, Paraguay, Portekiz, Vatikan gibi ülkelerde Katolikler; isveç, Norveç, Danimarka, ABD gibi ülkelerde Protestanlar; ingiltere 'de Anglikanlar diğer Hıristiyan mezheplerine göre çoğunluğu oluşturmaktadırlar.

     

    Hıristiyanlıktan kopan bazı akımların (Yehova Şahitleri, Mormonlar, Unitaryenler, Kuveykırlar gibi) bağımsız ayrı bir din hüviyetine bürünmesi veya ayrı bir din gibi hareket etmeleri ve farklı Kültlerin ortaya çıkıp yayılması Hıristiyanlığın önündeki sorunların başında gözükmektedir. Tüm bunlara rağmen Hıristiyanlık gittikçe taraftar sayısını arttıran ilahi bir dindir. Günümüzde çoğunluğu Katolik olmak üzere ( % 51 – 53 ) yaklaşık 1.560.000.000 Hıristiyan yaşamaktadır.

     

    KaynaK:http://www.dunyadinleri.com/hiristiyanlik.html

  11. jes3.jpg

     

    HIRISTIYANLIK

     

    Hıristiyanlık, bugünkü dünya coğrafyasının hemen her bölgesinde mensubu bulunan, temelde vahiy ve mukaddes kitap ile tektanrıcılığa dayanan bir dindir. (1)

     

    Hıristiyan kelimesi Yunanca "khristianos" kökünden gelir. isa'nın adı bu dilde Khristos (2) olarak geçer. Bu kökten çıkan "khristianos" ve "khristian" kelimeleri de, isa'ya bağlanan, O'nun yolundan giden anlamına gelmektedir. Hıristiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuştur. Nasıralı isa'yı merkez alan bir Yahudi -Mesihi hareketi-dir. isa, israil'i gelecek Tanrı Krallığına hazırlamak istemiştir. Ancak bugünkü Hıristiyanlık isa'nın havarilerinin arasına sonradan giren Pavlus'un yorumlarıyla değişik bir hüviyet kazanmıştır.

     

    isa soy itibariyle Yahudi 'dir ve Mesih olduğunu açıklamıştır. (3) isa, kendinin bir peygamber olduğunu, insanları doğruluk, kardeşlik ve hak yola çağırmak için geldiğini açıklaması Yahudilerin işine gelmemiştir. (4)

     

    Dinler Tarihçilerine göre Hıristiyanlığın tarihi oldukça uzundur. Takriben yirmi asırlık bir zamanı içine alan Hıristiyanlık tarihi dört devrede incelenmiştir:

     

    1- Havariler tarafından yayılan ve Batı Roma imparatorluğu'nun yıkılmasına kadar devam eden dönem. Hıristiyanlık bu dönemde geniş yayılma sahası bulmuştur.

     

    2- V. yüzyıldan XVI. yüzyılın başlarına kadar süren dönem Doğu Kilisesi'nin Batı Kilisesi'nden ayrıldığı bu dönemde Hıristiyanlık Avrupa'nın kuzey bölgesinde yayılmıştır.

     

    3- XVI ve XVII. yüzyılları içine alan dönem. Hıristiyanlık için çok önemli olan bu devrede Protestanlık ortaya çıkmış, Katolik Mezhebi ile çatışma sonucunda Batı Kilisesi bölünmüştür. Çünkü Roma Katolik Kilisesi'nin gösterdiği halas yani kurtuluş fikri o dönem Hıristiyanlarını tatminden uzaktı.

     

    4- XVIII. yüzyıldan itibaren başlayan ve Hıristiyanlığın karışıklıklar içinde geçtiği bir dönem olarak bilinen bu devrede Hıristiyanlık üzerindeki münakaşalar kilise dışına taşmıştır. Dinler Tarihçilerinden bazıları da Hıristiyanlığı üç devrede incelemişlerdir:

     

    1- Hıristiyanlığın klasik dönemi (I-VIII. yüzyıl),

    2- Hıristiyanlığın Ortaçağ dönemi (IX-XV. yüzyıl),

    3- Hıristiyanlığın Yeni dönemi (XV. yüzyıl vd.).

     

    Hıristiyanlara, isa'ya yardım ettikleri, Nasıra köyünde O'nunla birlikte bulundukları için Nasranî denilmiştir.

     

    Hıristiyanlığı Kudüs ve civarı dışında yepyeni bir hüviyetle yayan Pavlus (5) olmuştur. Yaygın şifahî Hıristiyan nakline göre Pavlus Hıristiyanlığı ve incil'i bir mucize ile isa'dan almış, ileride kilisenin talimlerine kendi zihniyetini hâkim kılmak için gayret sarfetmiştir. ingiliz tarihçilerinden Wels'e göre Pavlus, zeki ve zamanının bütün dinî cereyanlarını bilen bir insandır. Diğer dinlerden birçok hususları Hıristiyanlığa aktarmıştır. Pavlus'un, Hıristiyanlık için değişmez prensipler olarak ilân ettiği hususlar şunlardır:

     

    1- Hıristiyanlık bütün insanlığa hitap eden bir dindir.

    2- Allah'ın oğlu olan Mesih isa, insanların günahlarına keffaret olmak üzere Haç'ta can vermiştir.

    3- isa ve Ruhu'l-Kuds, aynı derecede Tanrıdır.

    4- Ölüler arasından dirilerek kalkmış olan isa, semaya çıkarak Baba'sının sağ yanına oturmuştur.

     

    Pavlus, isa'nın ve Ruhu'l-Kuds'ün Tanrı oldukları inancını yerleştirmeğe çalışmıştır. Ayrıca yine O, isa'nın vazettiği sünnet olmayı ve domuz eti yememeği de kaldırmıştır.

     

    Bir bakıma bugünkü Hıristiyanlığa Pavlus'un yorumları demek mübalağalı bir ifade sayılmamalıdır. Nitekim, gerek mukaddes metinler gerek ilk kilise, gerek ilk Hıristiyan inançlarının Pavlus'un eseri olduğunda Hıristiyan ilâhiyatçıları görüş birliği içindedirler. (6)

     

    inanç ve ibadet Sistemi

     

    Hıristiyanlık monoteist bir dindir, incillerde ve diğer mukaddes metinlerde bu anlayışı destekleyen ifadeler mevcuttur. (7) Ancak yine aynı metinlerde ve kilisenin sahih kabul ettiği incil metinlerinde isa için "Tanrı'nın Oğlu" Allah için de "Baba" terimlerinin kullanıldığı görülmektedir. Hıristiyanlığın mukaddes kitabı'nda geçen "Ben ve Baba biriz", "Babanızın Ruhu", "Allah'ın Ruhu" vb. deyimler, bunlar İslami çevrelerce teslis olarak yorumlanmaktadır.

     

    Hıristiyanlıktaki iman ikrarına giren esasların nelerden oluştuğu incil metinlerinde açık bir şekilde yer almamakla beraber, bu prensiplerin ilk Havariler Konsili'nden itibaren tesbite başlandığı, son şeklini ise IV. ve V. yüzyıldaki konsillerde aldığı yaygın bir kanaat halindedir. Bununla beraber inançlar konusunda gerek kiliseler, gerek mezhepler arasında bazı ortak ana unsurlar bulunduğu gibi farklı anlayışlar da vardır. Günümüz Hıristiyanlarının da hemen büyük bir kesiminin kabul ettiği Havariler inanç sistemi (8) şu maddelerden oluşmaktadır:

     

    1- Ben, Tanrı'ya Kudretli Baba'ya, 2- Biricik oğlu Rab isa'ya,

    3- isa'nın Bakire Meryem ve Ruhul'-Kuds'ten doğduğuna,

    4- Pilatus zamanında çarmıha gerilerek gömüldüğüne,

    5- Ölüler arasından üçüncü gün dirildiğine,

    6- Göklere yükseldiğine,

    7- Baba'nın sağında oturduğuna,

    8- Ölüleri ve dirileri yargılamak üzere oradan ineceğine,

    9- Ruhu'l-Kuds'e,

    10- Mukaddes Kilise'ye

    11- Günahların bağışlanacağına,

    12- Bedenin dirileceğine, inanırım. (9)

     

    Hıristiyan Mukaddes Kitabı'nda "teslis" kelimesi veya O'na iman etmeye çağıran açık bir ifade mevcut değilse de isa'nın , "Baba, Oğul ve Ruhu'l-Kuds ismiyle vaftiz eyleyin" (10) şeklinde Havarilere emir verdiği bilinmektedir. Ancak ilk konsillerde bu konu tartışılmış, iznik Konsili (325) 'nde Ruhu'l-Kuds'ün tanrılığı karara bağlanmıştır. (11)

     

    Bazı Dinler Tarihçilerine göre, monoteizm inancının hâkim olduğu Yahudi çevresinde çıkmış olan "teslis" inancı, büyük bir ihtimâlle isa'nın tanrılaştırılmasının tabiî bir sonucu telâkki edilmelidir. Bunun yanında Ruhu'l-Kuds'ün de ayrı bir ilâhî varlık sayılması üç ayrı tanrı anlayışına zemin hazırlamıştır. Daha sonraki dönemlerde birtakım kelâmî ifadelerle açıklanmaya çalışılan teslisin üç unsuru (Baba, Oğul, Ruhu'l-Kuds) bir ulûhiyetin üç ayrı görüntüsü olan bugünkü formülün benimsenmesiyle noktalanmıştır. (12)

     

    Hıristiyanlara göre teslis öyle büyük ve gizemli bir kavramdır ki sırf insan aklı onu derinliği ve şümulü ile kavrayamaz. (13) Bu bakımdan, mahiyet ve köklerini araştırmaya girişmeksizin insanın O'na inanması gerekir. Bununla beraber Hıristiyanlık'taki inanç esaslarının bütün mezheplerce aynı şekilde benimsendiğini söylemek mümkün değildir. Protestanlığın inanç esasları ise şunlardır:

     

    1-Mukaddes kitaplara iman,

    2- Uluhiyete iman,

    3- insanın günahsızlığına iman,

    4- Günahların keffaretine iman,

    5- Ahirete iman.(14)

     

    Bu konuya son vermeden önce Hıristiyanlık'ta melek inancına birkaç cümle ile değinelim. Hıristiyanlık'taki melek inancının temeli onların masum ve ruhanî varlık oluşlarıdır. Ancak kilise bu ruhanî varlığı cisimlendirerek açıklamaktadır. Onlara göre melekler Allah'a yardımcı olmakla görevlidirler. Ancak bazı Hıristiyan mezheplerinde melekler, insanlar gibi günah işleyebilir olarak algılanmıştır. Onlardan bazılarına "Tanrı'nın Kızları" adı verilmiştir.

     

    Kutsal Kitapları

     

    Hıristiyanlığın mukaddes kitapları incillerdir. Yunanca "evangelion" kelimesinden gelen incil, "müjde, iyi haber" anlamlarını ifade eder. (15) incil kelimesinin bu açıklamasına dayanarak ilk dönem Hıristiyanları, isa'nın gelişini, insanları kötülük ve günahtan kurtararak selamete ulaştırmak manasında yorumlamışlardır.

     

    Bugün Hıristiyanların ellerinde bulunan Yeni Ahit, 4 incil (16) ile 23 küçük kitabın birleşmesinden meydana gelmiştir; hepsi 27 kitaptır. Bu kitapların hemen tamamı II. yüzyıldan sonra yayılmıştır, Yunanca'dır. Hıristiyanlar bu kitapların Havarilerden geldiğini ve doğru olduğunu kabul ederler. Bununla beraber incillerin isa'nın eseri olmadığını, ihtiyaç duyuldukça sonradan yayıldığını, isa'nın düşüncelerini yansıtmadığını iddia edenler de vardır.

     

    Hıristiyan dinî literatüründe kilisenin sahih kabul ettiği incil metinlerine "kanonik", sahih kabul edilmeyen incil metinlerine de "apokrif" denir. (17) Apokrif metinler üzerinde gerek ilâhiyatçıların, gerek mezhepler tarihi uzmanlarının tartışmaları hâlâ bitmiş değildir. inciller arasında bir takım ayrılıklar bulunmakla beraber ilk üç incil (Matta, Markos, Luka)'de bazı benzerlikler tesbit etmek mümkündür. Aralarındaki şekil ve konu berzerliğinden dolayı bunlara "Sinoptik" inciller denir. (18) Nitekim, mucizeler ve isa'nın hayatına dair olayların anlatımına Sinoptik inciller oldukça açık benzerlikler sergilemekte, her üçü de ortak şifahî kaynağa dayanmaktadır. Bu inciller edebî yönden birbirlerine bağlıdır. Yuhanna incili ise anlattığı olayların tefsirine daha fazla önem verdiği için "sembolik" bir anlam taşır.

     

    Hıristiyan ilâhiyatçılardan bazılarına göre isa'ya ilk inanan Havarilerden dördü, sonradan O'nun sözlerini toplayarak birer incil meydana getirmişlerdir. ilk dört incil (19)'den en eskisinin Markos olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır. ilk inciller genellikle ibranca ve Yunanca yazılmış, Orta çağ boyunca da Latince'sinden okunmuştur.

     

    Bir diğer açıdan Hıristiyanlar, isa'nın kanun ve öğretilerini içine alan kitapların tamamına incil adını vermektedirler.(20) Hıristiyanların kabul ettikleri bir sınıflandırmaya göre 27 kitaptan meydana gelen Ahd-i Cedid iki bölümdür:

     

    1- Tarihi inciller (1-4 kitap),

    2- Talimi inciller (5-27 kitap).

     

     

    Bugünkü incil'in muhteviyatını tarihî bir muamelenin sonucu olarak kabul etmek mümkündür. isa Arami dilini kullanmıştır. Sonraki dönemlerde incil halk Yunancası ile yazılmıştır. içinde Arami dilinde birkaç cümle de vardır. 1546'da toplanan Merano Ruhani Meclisi, incil'in Tanrı ilhamı olduğundan şüphe edilmesini yasaklamıştır.

     

    Elimizdeki incil Gerçekmidir?

     

    Hıristiyanlığın kutsal kitabı olan incil 'lerin hiçbir şekilde değişmediğini söyleyen ve Tanrı 'nın bunu kendi kutsal kitabında belirterek değişmediğini güvenceye aldığını savunan Hıristiyanlara karşılık, incil 'in Tanrı sözü olduğuna inanan fakat değiştiğini iddia eden islam Dini mensupları arasında sürekli devam eden bir tartışma mevcuttur. islam taraftarları incil 'in değiştirildiğine dair iddialarını aşağıdaki dayanaklara bağlarlar;

     

    1-isa'nın soyu Luka incili'nde başka, Matta incilinde başka şekilde anlatılmıştır. (20) 2-Tanrıyı görme konusu incillerde farklı farklı geçmektedir. (22)

    3-isa'nın doğum yeri bile incillerde değişiktir. (23)

    4-Kendi kutsal kitapları incil'in "Allah'ın incili" veya "Oğlumun incili" şeklinde zikredilişi yine ellerindeki incillerin ifadeleridir. (24)

    5-Kurtarıcılık vasfı bir incilde "Kurtarıcım Allah" diye geçerken yine aynı incilde "Kurtarıcı isa" şeklinde geçmektedir. (25)

    6-isa'nın gösterdiği mucizelerden biri olan "körlerin gözlerini açma" mucizesi incillerde değişik sayıda ifade edilmiştir. (26)

    7-Hz. Yahya incillerden birine göre çekirge ve yaban balığı yemiş, yine aynı incil'e göre hiçbir şey yememiş ve içmemiştir. (27)

     

    Hıristiyanların incilin değişmediğine dair kanıtları Kitabı Mukaddes ve Kuranı Kerim deki ayetlerle (I) eski incil ve Tevrat nüshalarıdır. incil 'in değiştirilmediğine dair Kitabı Mukaddes 'teki ayetlerden bazıları şöyledir;

     

    “Çünkü doğrusu size derim:gök ve yer geçip gitmeden,herşey vaki oluncaya kadar, şeriattan en küçük bir harf veya bir nokta bile yok olmayacaktır”(Matta5:18)

     

    “Gök ve yer geçecek,fakat benim sözlerim geçmeyecektir”(Matta 24:35) ayrıca bkz. 2.Petrus 1:21,Malaki 3:6,Mezmur 119:160, Mezmur117:7-8,Luka :16:16-17

     

    Hıristiyanlar ayrıca islam peygamberinin Kitabı Mukaddesi kabul ettiğini (II) ve islam peygamberinin zamanında da Kutsal Kitap 'ın sapasağlam mevcut olduğunu (III) Kuran 'ın incelenmesiyle kuranda incilin değiştirildiğine dair bir hüküm bulunmadığı ve bunu iddia edenlerin kafir olacağını savunmaktadırlar.(IV)

     

    Hıristiyanların bu iddialarına bazı islam aydınlarınca Kuran 'da belirtilen incil günümüz incili değil Barnaba incili diye açıklama getirilmektedir. Hıristiyanlar; Barnaba incilinin incelenmesi sonucunda Bu incilin Kuranı Kerimin yazıldığı zamandan çok sonraları kaleme alındığının anlaşılacağını bu nedenle bu incilin gerçek incil olmadığını islam dinine mensup kişiler tarafından propaganda amaçlı yazıldığını iddia etmektedirler. (V)

     

    Günümüz Hıristiyan Mezhepleri

     

    Hıristiyanlık'ta mezheplerin teşekkülünü, isa'nın dünyadan ayrılmasından hemen sonra O'nun dinine giren Pavlus'la isa'nın cemaati arasındaki ihtilâflara bağlayan görüş daha ağır basmaktadır. Gerçektende Pavlus'un Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra O'nunla isa'nın cemaati arasında çıkan ihtilâflar onların kısa zamanda ikiye bölünmelerine sebep olmuştur.

     

    Bir başka açıdan mezheplerin doğmasını, inanç, ayin vb. konulardaki ihtilâflarla, XI. yüzyılda Doğu-Batı Kiliseleri'nin birbirinden kopmasına, hatta reform hareketlerine bağlayan görüşü benimseyenler de bulunmaktadır. Burada kiliseler arasındaki ihtilâflardan çok, halen günümüzde varlığını sürdüren belli başlı üç Hıristiyan mezhebinden (Katolik, Ortodoks, Protestan) ana hatlarıyla söz edilecektir.

     

    1-Katolik Mezhebi

     

    Bir diğer adı Roma Katolik Kilisesi olan Katolik Mezhebi, Hıristiyan dünyasının en büyük ve en köklü mezhebidir. inançlarına göre bu mezhebi, havarilerin ilki olan Petrus kurmuştur. (28) O aynı zamanda isa'nın vekilidir. Petrus'tan sonra gelen papalar da Petrus'un vekili sayılırlar. Böylece Papa ruhanî reis sıfatıyla isa'nın yeryüzündeki temsilcisidir. 1870 yılında toplanan Vatikan Ruhani Meclisi Papa'nın yanılmazlığını ilân etmiştir. (29) Katolik Mezhebi'nde ruhban sınıfı aşağıdan yukarıya rahip, piskopos , kardinal ve papa şeklinde hiyerarşik bir yapıya sahiptir. Katolik Mezhebi'nin başlıca özellikleri şunlardır:

     

    1-Papa dinî başkandır, isa'nın vekili, Petrus'un halefidir.

    2-Papa yanılmaz bir otoritedir. Roma diğer kiliselerin hepsinden üstündür.

    3-Ruhu'l-Kuds tarafından idare edilen Roma Kilisesi evrenseldir.

    4-Ruhu'l-Kuds, Baba ve Oğul'dan çıkmıştır.

    5-isa hem ilâhî, hem insanî tabiata sahiptir.

    6-isa da, Meryem de günahsızdır, aslî suçtan uzaktır. Meryem, Tanrı yanında şefaatte bulunabilir. O, göğe yükselmiştir. (30)

    7-Azizler de Tanrı katında sözcü olur, şefaatte bulunabilir.

    8-insan aslî günah içindedir. Buna karşılık kötülüğe meyletmek günah değildir, günaha sevkeder. Günah çıkarma çok önemlidir. Bunun, günah çıkarma hücresinde papaza itiraf şeklinde olması gerekir. (31)

    9- Sakramentler yedi tanedir. Ruhban zümresi evlenemez. Onların dışındaki evlenenler de boşanamaz. Boşandıktan sonra evlenmek zina sayılır.

    10-Yirmi Konsil'in aldığı kararlar kabul edilir.

    11-Cuma günü et ve yağlı yiyecek yemek yasaktır.

    12- Son hüküm gününü, cenneti, cehennemi ve Araf'ı kabul ederler.

    13- Geleneklere bağlı kalmak lâzımdır.

    14-Ayin dili Latince'dir. 1965'deki II. Vatikan Konsili'nde değişik dillerde de ayin yapılmasına izin verilmiştir. (32)

     

    Katolik Mezhebi'nde papazların başlıca görevleri, vaftiz, tövbe, çile, günah çıkartma, ahilere yağ sürme, evlenme vb. takdis törenlerini yönetmektir. (33) Temelde aynı inançları paylaşmakla beraber, ayrıntılara ait konularda Katolik Mezhebi'nden ayrılarak ortaya çıkan bazı küçük mezhepler vardır:

     

    1- Keldani Mezhebi

    2- Ermeni Mezhebi

    3- Süryani Mezhebi

    4- Maruni Mezhebi

    5- Kıpti Mezhebi.

     

    2-Ortodoks Mezhebi

     

    Yunanca'da Ortodoks " Doğru görüş, inanç ve doğru itiraf" anlamına gelir. Bu mezhebin Dinler Tarihindeki diğer isimleri şunlardır: Doğunun Ortodoks, Katolik ve Apostolik Kilisesi, Ortodoks Doğu Kilisesi, Doğu Kilisesi, Ortodoks Kilisesi ve Rum Ortodoks Kilisesi. (34) Ortodoks Kilisesi'nin Katolik Kilisesi'nden 1054 yılında (35) kesin olarak ayrılmasında (36) dinî ve siyasî birtakım sebeblerin büyük rolü olmuştur:

     

    1- Katolik Kilisesi'nin müşrikler arasında dini yaymak için bazı tavizler vermesi.

    2- Roma'nın itirazına rağmen imparatorluk merkezinin istanbul olması.

    3- Batı Roma Devleti'nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan otorite boşluğunu Papalığın doldurmak istemesi.

     

    inanç ve ayinler bakımından Ortodoks Kiliseleri bazı siyasî ve idarî sebeblerden dolayı birbirinden ayrılmıştır:

    a-1054'deki Doğu-Batı ayrılığından sonra Ortodoksluğun merkezi Bizans olmuştur.

    b-istanbul'un Türkler tarafından fethedildiği 1453'ten sonra Rus Ortodoks Kilisesi istanbul Patrikliği ile mücadeleye girişmiştir.

    c-Rus ihtilâli (1917)'nden sonra istanbul Ortodoks Patrikliğiyle mücadeleden vazgeçen Rus Ortodoks Kilisesi Patriklik halini almıştır.

     

    Ortodoks dünyasının dört büyük patrikliği (istanbul-iskenderiye, Antakya, Kudüs) vardır. Diğer, bölgelerdeki millî kiliseler idari yapı itibariyle bu dört patrikliğe bağlıdır. Ortodoks Mezhebi'ni diğer Hıristiyan mezheplerinden ayıran başlıca özellik şunlardır:

     

    1- Patrik ruhanî başkandır.

    2- Papa yanılabilir. O isa'nın vekili değildir.

    3- Ruhu'l-Kuds, Oğul yoluyla Baba'dan çıkmıştır.

    4- ilk yedi konsilde alının kararları kabul etmek lâzımdır.

    5- Ancak, Meryem, isa ve Aziz ikonlarına (37) saygı gösterilir.

    6- Her ülke ibadetini kendi diliyle yapmakta serbesttir.

    7- Günahkârlar, işledikleri günah ölçüsünde A'râf ta bekletilirler.

    8- Keşişler, piskoposlar ve patrikler evlenemez; papazlar evlenebilir. Boşanma ancak bazı şartlarla mümkündür.

    9- Vaftizden hemen sonra Konfirmasyon yapılmalıdır.

    10- Evharistiya ayininde ekmeğe maya, şaraba su katarlar.

    11- Haç sağdan sola çıkarılır ve Haç'ın kolları birbirine eşittir.

     

    Kuruluş dönemlerinde bütün Doğu Ortodoks Kiliseleri, istanbul Ortodoks Kilisesi'nin idare ve kontrolü altında iken, daha sonraları parçalanmalar olmuş şu kiliseler doğmuştur:

     

    1-Süryani Ortodoks Kilisesi,

    2-Rum Ortodoks Kilisesi,

    3-Ermeni Ortodoks Kilisesi,

    4-Rus Ortodoks Kilisesi.

     

    Dinler Tarihçilerinin genellikle savunduklarına göre Ortodoks Mezhebi'nin doğması, iznik (325) ve O'nu takibeden altı Konsil'de alınan bazı kararlar sonucunda olmuştur. (38) Ancak Ortodoksluğu kabul edenler iznik Konsili'nde değişik fikirler ortaya atan Arius, Nestorius vb. din büyüklerinin görüşlerine her zaman cephe almışlardır.

     

    Katolik mezhebi ile Ortodoks mezhebi arasında tesbit edilebilen başlıca ayrılıklar şunlardır:

     

    1- Katoliklere göre Ruhu'l-Kuds Baba ile Oğul'dan, Ortodokslara göre ise Allah'ın göndermesinden meydana gelmiştir. (39)

     

    2- Katoliklere göre papa yanılmaz; ilâhî kudrete sahiptir. Ortodokslara göre ise O, ruhani bir liderdir; ilâhî bir gücü yoktur.

     

    3- Katoliklere göre papanın iman, ibadet, ahlâk vb. konulardaki her sözü münakaşasız kabul edilmelidir, Ortodokslara göre ise papa da bir insandır, yanılabilir.

     

    3-Prostestan Mezhebi

     

    Almanca'da "protestieren" kelimesinden alınmış olan Protestan "itiraz, protesto, başkaldıran" anlamlarına gelir. Protestan mezhebinin doğuşu, XVI. yüzyılda Martin Luther (1489-1546)'in Roma Katolik Kilisesi'ne karşı;

     

    1- Günahları bağışlamak,

    2- Günahların bağışlanmasını malî bir kaynak haline getirmek,

    3- incil yorumunu kendi tekeline almak,

    4- Ayin dilinin mutlaka Latince olması vb. hususlara itirazları ile başlamıştır.

     

    Martin Luther itirazlarına kısa zamanda taraftar bulunca hareket hızla büyüyerek yayılmıştır. (40) itirazcılar kendi görüşlerini çeşitli mahfillerde açıklamak imkânı buldukça, onların fikirlerini benimseyenler de o nisbette artarak geniş bir coğrafyaya sahip olmuştur. Protestan mezhebine incil Kilisesi de denir.

     

    Protesto hareketinin yaygınlık kazanması, reformasyonun başlaması ve çeşitli kiliselerin doğmasıyla sonuçlanmıştır. Protestanlığa göre Allah'a ulaşabilmek için hiçbir kilise görevlisinin aracılığına ihtiyaç yoktur. Hıristiyan geleneğinin yakın geçmişten aldığı şeklin bir diğer adı olan Protestanlık, kilisenin bizzat kendi değerlendirmesine göre:

     

    1- itirafla ilgili durum,

    2- Ruhanî tavır,

    3- Hıristiyanlığa daha uygun bir görünüm verme vb. noktalarda geçmişine nisbetle yeni bir hüviyet kazanmıştır.

     

    Protestanlık, tarihinin belirli bir döneminde ve bazı özel şartlar sonucunda ortaya çıkmasına rağmen, fikir ve ruhî yapı itibariyle sadece XVI. yüzyılın mahsulü sayılmamalıdır. Bazı Dinler Tarihçilerine göre, Protestan reformcular ile onları takib edenler, o yüzyılda yapılan dinî yorumlarla yeni bir gerçeği bulmak yerine, eski dinî gelenekleri yeniden ortaya koymuşlardır. Bu bakımdan Protestanları, kâşif değil, yenileyici olarak görmek lâzımdır. inançlarına göre günahkâr bir kişi ancak Tanrı'nın karşılıksız inâyetiyle kurtuluşa erebilir. Protestan mezhebi son dört yüz yıl içinde başlıca iki dinî tür olarak kendini göstermiştir:

     

    1- Klasik Protestanlık,

    2- Radikal Protestanlık.

     

    1- Klasik Protestanlıkla Hıristiyanlığın aldığı yeni şekle karşı isyan ederek kilisenin Katolik anlamını koruyan büyük kilise sistemleri kastedilmektedir.

     

    2- Radikal Protestanlık terimi daha çok bu mezhebin ortaya çıkışını açıklayan olayı anlatmak için kullanılmaktadır. Bu terim aynı zamanda dinî gruplarla dinî düşünce ekollerini de içine almaktadır. Bu ekolün mensupları Kitab-ı Mukaddes ile Hıristiyan kilisesinin dinî merasim varisleri (41) olduklarını iddia etmişlerdir.

     

    Protestanlığın ilk ifadesi Lutheryanizm'dir. Bu terimle Martin Luther'in faaliyetleri, O'nun ruh ve görüşüne borçlu olan Hıristiyan fikirleri ile özel kiliseler anlaşılır. Bu ekol, kulun hayatı ve kilise ibadeti üzerinde özellikle durmuştur.

     

    Protestan Mezhebi'nin özellikleri şunlardır:

     

    1-Papa da bir insandır, yanılabilir.

    2-Diğer iki büyük Hıristiyan mezhebinin kabul ettiği teslise inanırlar.

    3-Kutsal kitabı yorumlamaya herkes yetkilidir.

    4-Sakramentlerden yalnız Vaftiz ve Evharistiya'ya inanırlar.

    5-Azizleri kabul etmezler.

    6-Kiliselerde resim ve heykel lüzumsuzdur.

    7-Haç çıkarma geleneklerine inanmazlar.

    8-ibadet ve ayinleri herkes kendi diliyle yapabilir.

    9-A'râf ve ebedî ceza yoktur.

    10- Meryem sıradan bir insandır; ilâhî bir niteliği yoktur.

    11-Günah çıkartma işlemi mantıksız bir uygulamadır.

     

    Protestan Mezhebi öncelikle kendi bünyesinde üç ana kola ayrılmıştır:

    1- Lutheryanizm,

    2- Kalvinizm,

    3- Anglikanizm.

     

    1- Lutheryanizm, Protestanlığın ilk şeklidir ve Martin Luther'in fikir ve ideallerini benimseyen özel Hıristiyan görüşünü temsil eder. Lutheryan Kiliseleri Almanya, Skandinav ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletlerinde daha çok yaygındır. inançlarına göre kilise, lâik hayattan sorumlu tutulamaz.

     

    2- Kalvinizm, günümüz Protestan dünyasının ikinci ekolünü teşkil eder. Bir diğer adı Reforme Hıristiyanlık'tır. Akımın kurucusu ve öncüsü olan John Çivin, sıkı bir dinî tecrübeden geçmiş Fransız asıllı, ilâhîyat sahasındaki yazılarıyla tanınmış bir kişidir. O'nun gayesi mevcut Hıristiyanlık'ta reform yaparak dinî başlangıçtaki, asıl haline kavuşturmaktır. O'na göre Hıristiyanlığın topluma karşı, birtakım görevleri olmalıdır.

     

     

    3- Anglikanizm,VIII. Henry devrinden beri ingiltere'nin Resmi Kilisesi'dir. VIII. Henry (1491-1547) ile Papa arasındaki bir kavgadan sonra doğmuş olan Anglikanizm'in en başta gelen hedefi Hıristiyanlığı kendi öz niteliğine yeniden kavuşturmaktır. Onlara göre papalık ile Presbiterianlık arasında en azından orta bir yol olmalıdır. Bu yalnız kilise teşkilâtı düzeyinde değil, doktriner anlamda da gerçekleştirilmelidir.

     

    Protestanlık bu üç ana kolun dışında ikinci derecede diyebileceğimiz on küçük gruba daha ayrılmıştır.

  12. Değerli sedat...

    Cevaplarınız umarım anlayabilene faydalı olur.Hitamlarınızı bana yöneltmezseniz sevinirim.Bu konu başlığı bu tür sorulara cevap bulmak için açılmıştır.Dolayısıyla varsa bir cevabınız genele hitap etmeniz benim hakkımda oluşabilecek asılsız düşüncelere meydan vermeyecektir.Benim bu konuyu açma sebebim; bu ve oluşabilecek bu tür sorulara yanıt bulunabilmesi için ortam hazırlamaktır.

    İlginize teşekkürler..

    Saygılarımla...

  13. ATEİZM

     

    Ateizm, tanrı tanımazlık, bir tanrının varlığına inanmamaktır.Ateizm kelimesi Yunanca da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiştir. İnanç (teizm) karşıtı (ateizm) düşüncedir.Hiçbir şekilde ve koşulda tanrının olamayacağını savunan görüştür. Bu konu hakkında çesitli kanıtlar ileri sürülmüştür.

     

    1)Kötülük Kanıtı:Tanrı olsaydı kötülükler olmazdı. Bu konuda D.Hume'un şu sözü oldukça ünlüdür:"Tanrı Kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?O halde güçsüzdür.Gücü yetiyor da önlemiyor mu? O halde kötüdür"

     

    2)Madde Kanıtı: Tüm varlıklar maddeden meydana gelmiştir.Madde olmayan bir şey de yoktur.

     

    3)Toplum Kanıtı: Toplumsal düzeni sağlamak için insanların kendi kendine uydurduğu bir semboldür.

     

    4)Psikolojik Kanıt: İnsanlar zorluklara karşı dayanma gereksinimini, özellikle ölüm karşısındaki çaresizliğini inançla giderir.

     

    5)Varoluşçu Kanıt:İnsanın kendi özünü kendisinin oluşturuyor olması tanrının olmadığını gösterir.

     

     

    6)Olgucu Kanıt: Tanrının varlığıyla ilgili önermeler kanıtlanamayacağı için,tanrı ile ilgili önermeler anlamsızdır.

     

     

     

    Ateizme Göre;

     

     

    1) Tanrı yoktur: "Tanrı", "Yaratıcı", "Allah", "Yaratan"... veya adına ne derseniz deyin; Tanrı inancı hayal ürünüdür ve Tanrı yoktur! Evreni yaratan bir tanrının var olabileceğine ihtimal vermek toplumlar arası huzursuzluk ve kargaşa sebebidir, kin ve düşmanlık anahtarıdır, insani "insan" olmaktan uzaklaştıran, ondan bir "robot", bir köle yapan kokuşmuş, karanlık bir dogmadır. Tanrı, en büyük batıl inançtır. İnsanlığın yarattığı en aptal hayali kahramandır.

     

    2) Dinler gereksizdir: Olgun bir insan için hiçbir dini inanç gerekli değildir. İnsan kendi kendisinin tanrısıdır. Din, kişisel özgürlüğü hayatin her alanında yok etmeye yönelik bir silahtır. Dinsel dogmalar cahil halkın düşünsel hayatini yitip yok etmek ve ondan tam bir köle üretmekten başka bir ise yaramazlar. Bir dine bağlanmış kişiler; örümcekleşmiş beyinleriyle ve kafalarına yapışmış at gözlükleriyle daima kendi inançlarını hakli bulan, diğer tüm inançları "kaka" ilan eden birer sabit fikirlilik abideleridir.

     

    3) Metafizik asılsızdır: Çoğu kez insanları etkilemek ve onların üzerinden para kazanmak yada bir topluluğun dikkatini çekmek adına ortaya atılan "fizikötesi" tecrübelerin tümü asilsizdir. Mucizevi, efsanevi, inanılmaz görünen bütün olayların arkasında bilimin mum ışığında parıldayan fizik kanunları ve olağan etkileşimler vardır. Evrenin hiçbir yerinde madde, kendi sınıfının fizik kanunları dışında "bilimselliğe zıt" bir eylemde bulunamaz. Doğa, ancak ve sadece "doğal" nedenlerle açıklanabilir. Gelmiş geçmiş tüm büyücü, falcı yada cinciler -üç türlü- yalancıdırlar: Ya etraflarındakileri kandırırlar, ya kendilerini kandırırlar, yada ikisini birden yaparlar...

     

    4) Akıl esastır: Dini hurafelerin yerden yere vurdukları, her geçen gün "güvenmeyin, sizi zora götürür" dedikleri "akil", tam bir hazinedir. İnsan akli, "insan" olmanın verdiği en yüce değerdir. Kendi aklına şüphe ile yaklaşmak deliliktir. Hayatin her alanında tek mutlak başvuru kaynağı odur. Dini inançların kokuşmuş mitoslarına karşılık akil, insani bugünkü uygarlık ve teknoloji düzeyine getiren yegane değerdir. Muhakeme etmek ve aklini kullanmak yerine başkasının aklına güvenen bir kişiden insanlık adına hiçbir olumlu aktivite beklenemez; çünkü o bu haliyle doğadaki çoğu hayvandan daha değersiz, ********* bir asalaktır.

     

    5) Bilim kaynaktır: Uygar, gelişmiş bir insanin tek kaynağı, tarafsız, mutlak ve sorgulayıcı, pozitif bilimdir. Hiç kimsenin tekeline ait olamayacak derecede büyük olan bilimin içyüzünde; merak eden ve araştıran birey bulunur. Bir dini dogmanın "günah" duvarları arasında sıkışıp kalmış hiçbir gerçek bilim adamı yoktur. Dinsel safsatanın bütün itirazlarına rağmen bilim, din ile ayni kulvarda olamayacak kadar özgürdür. Tüm hurafelerin ve bos inançların "ezip geçicisi" odur. Bilim bütün dogmaların korkulu rüyasıdır; çünkü onda insan aklinin özü, insan mantığının kendisi vardır.

     

    6) Sağduyu anahtardır: İnsan mantığı ve sağduyusu, çelişkiye düştüğü her durumda onun tek kurtarıcısı olmuştur. Aktif hayatin ve etrafımızda bize empoze edilmeye çalışılan bütün ideolojilerin, inançların arasında elimizde tuttuğumuz, "gerçekten bize ait" olan tek pusula; kendi sağduyumuzdur. İnsanin hiçbir zaman yanından eksik etmemesi gereken ve her fırsatta kullanacağı yegane araç o olmalıdır. Sağduyusunu ve mantığını sürekli aklında tutan ve hiçbir zaman unutmayan insan, bütün kalıplaşmış, tabulaşmış dogmalara karşı kendi donanımına ve kendi kararlılığına sahip demektir. Sağduyu, insani, içine düştüğü ideolojiler ve dayatmalar kuyusundan çıkaracak olan yardim halatıdır.

    Etrafındakiler ne söylerse söylesin, onu ne şekilde etkilemeye çalışırsa çalışsın, insanin en sağlam dayanak noktası her zaman için; kendi mantığı olmalıdır. Çevrede pek çok kişi bağlı olsa dahi; doğrular ve yanlışlar, "ak"lar ve "kara"lar üzerine kurulu bir grup "ilkeler bütünü"nü, insan, hiçbir zaman toptan kabul etmemelidir. Kendi kendisine sormadan hiçbir kalıplaşmış ideolojiye bağlanmamalıdır.

     

     

    Ateizmin Çeşitleri

     

    Mutlak Ateizm: Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı’yı reddetmekten öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm, mutlak ateizm olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da mutlak ateist denmiştir. Bu anlayışı savunanların arasında Baron D’Holbach (1723-1789) ve Charles Bradlaugh gibi düşünürler bulunmaktadır.

     

    Teorik Ateizm: Ateizmin birinci yaklaşımından biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten ateizm biçimi de budur. Yani düşünerek tartışarak zihni bir çabayla Tanrı’nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır. Teorik ateizm de denen bu anlayış doğrultusunda dindarların iddiaları ve Tanrı'nın varlığı lehinde getirdikleri kanıtlar eleştiri konusu olmuş, bu süreçte Tanrı'nın varlığını çürütmeye yönelik karşı tezler ileri sürülmüştür. Teorik ateizmde Tanrı'nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mucize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve ahiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece teistik Tanrı kavramı hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir.

     

    Pratik Ateizm: "Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı'sız bir dünya ve Tanrı'sız bir yaşam kurmayı istemektedir. Bunun yanında Tanrı’yla alakalı olarak en ufak bir şey düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır. Pratik ateizm anlayışında Tanrı'nın teorik tartışmalarla reddedilmesi ikinci planda kalmaktadır.Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır.

     

    İlgisizlerin Ateizmi: Bir kısım düşünürler, Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece varolanla yetinmeli, görünen alemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır.

     

    İdeolojik (Materyalist) Ateizm:Özünde felsefi bir problem olan ateizm bazen de ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin’in (1870-1924) görüşlerinde görülür.

     

     

    Ateizmin Tarihçesi

     

    Sistemleştirilmiş bir ekol oluşturulmaksızın filozoflardan bir bölümünce benimsenmiş olan bu anlayış, doğrudan doğruya tanrının varlığını inkâr üzerine kuruludur. Bu özelliğiyle de benzer yanlar taşıyor olsa da tanrının varlığını tartışan doktrinlerden ayrılır; tanrının yokluğunu kesin bir biçimde öne sürer.

    Hemen hemen tüm felsefe ekolleri ve öğretileri gibi ateizm'in kökleri de Eski Yunan'a uzanır. Maddeci yapı belirten çeşitli felsefe okullarının bağlıları, ontolojik yorumları sonucunda ateist bir inanç sergilemişlerdir. "Gölge etme başka ihsan istemem" sözüyle yaygın bir ünü bulunan Diyojen bunlardan biri ve felsefe tarihinde "kâfir" diye nitelenen ilk kimsedir. Atom kuramcısı Demokrit, onun izleyicisi Leocippus, Sofist'lerden Gorgias ve Protegoras, kendi adıyla anılan ekolün kurucusu Epikür, öne sürdükleri materyalist görüşler bağlamında birer ateisttirler.

    Rönesans'tan sonra Batı'da varlığını hissettiren din-dışı eğilimler ve özellikle de evrenin, doğanın ve insanın, insan toplumunun dinden bütünüyle soyutlanarak yorumlanması sonucu ortaya çıkan görüşler, ateist tutumlara büyük katkılarda bulunmuş, onlara bolca kullanabilecekleri veriler sağlamıştır.

    Dinden ve törelerden bağımsız bir siyasetin oluşturulması savını öne süren Makyavel, ateizm'i bu alana sokarken; Dekart, David Hume ve Kant gibi kimselerin aklı dinden bağımsız kılma çabaları ve bu doğrultuda öne sürdükleri düşünceler çağdaş ateizm'e tutanaklar hazırlamış oldu. Pozitivist yorumlarla oluşturulan bilimsel kuramlar ve evrene yönelik rasyonalist bakış açılarının oluşturduğu ortam, Feuerbach'ın öne süreceği düşünceler için çok elverişliydi. XIX. Yüzyılın en önemli ve sonraki dönemler bakımından da en etkili ateisti olan bu düşünür, Tanrı'nın insana özgü ülkülerin bir yansıması olduğunu, insanın özgürlüğünün Tanrı'yı inkârla gerçekleşebileceğini öne sürmüş; dini insanın etkinlik alanına indiren bu görüşten yola çıkan Marks ise, ezilenlerin egemenliğiyle birlikte dinin de yok olacağı varsayımıyla ateizm'i doruk noktasına çıkarmıştır. Bu çizgiyi amacına ulaştıran Nietzsche ise, "Tanrı'nın Ölümü" adlı kitabında, insanın kendisini bütünlemesi ve özünü bulması için göstermesi gereken en insanca tepkinin ateizm olduğunu söylemiştir.

    Darwin, geliştirdiği kuramla Yaratıcı-Tanrı kavramını dışlarken; Freud, Tanrı inancının çaresizlik içindeki insanın çocukluk durumuna dönerek koruyucu bir babaya sığınma ihtiyacından doğduğunu öne sürerek, psikolojik çerçevedeki inkârı gündeme getirmek yoluyla ateizm'e bir başka boyut kazandırmıştır.

    Yüzyılımızdaysa, ateizm'i Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi varoluşçular temsil ettiler. Bunlar, insanın evrende bir başına olduğu ve kendi değerlerini belirlemek özgürlüğüne sahip bulunduğu düşüncesinden yola çıkarak, bu özgürlüğü kabulün kaçınılmaz sonucu olarak ateizme gitmektedir.

     

    Kaynak: http://ateist360.sitemynet.com/ne.htm

  14. Kaderimiz çiziliyse kararlarımızdan niye sorumlu tutuluyoruz?

     

    Yok eğer hür irademiz varsa, niye bazı şeyleri seçtiğimizde cehenneme atılıyoruz?

     

    Kader ve Özgürlük

     

    Kaderimiz çiziliyse kararlarımızdan niye sorumlu tutuluyoruz?

     

    Yok eğer hür irademiz varsa, niye bazı şeyleri seçtiğimizde cehenneme atılıyoruz?

     

    Biz seçimlerimizde özgürüz, kader sadece Tanrı'nın bizim seçimlerimizi önceden bilip takdir etmesidir diyerek bu işin içinden çıkmaya kalkmayın. İnsan verdiği kararları çevresindeki koşullara ve faktörlere göre verir. Bu koşullar ve faktörler ise Tanrı'nın kontrolü altında, hatta onun sebep olduğu şeyler olduğundan, Tanrı eğer denilen vasıflara sahipse, insan gerçekten özgür olamaz. Durum bu olmasa ve Tanrı insanı gerçekten özgür kılabilecek (ve kılmış) olsa, yani insanın kararları konusunda Tanrı'nın hiçbir kontrolü olmasa, o zaman da bu durum Tanrı'nın özgürlüğünü kısıtlar. İnsanın özgürlüğü ve iradesi Tanrı'nın mutlak iradesiyle çelişir. İnsan gerçekten seçimlerinde özgürse ve Tanrı'nın bunda hiçbir rolü yoksa, fonksiyonu sadece bunları baştan bilmekten ibaretse, bu Tanrı'nın gücüne sınır koyar. Tanrı her şeye kadir olduğuna göre, bizim seçimlerimiz de onun onayı ve bilgisi dahilindedir. Hatta çevremizdeki her şeyi o yarattığından, seçimlerimiz de dolaylı olarak onun sebep olduğu şeylerdir. Dolayısıyla, hem Tanrı hem de insan bir arada özgür olamaz. Cüz-i irade ve külli irade ayrımı da bu işi çözmeye yetmez. Bu çelişki dinlerin doğasında vardır ve din adamları bunun içinden ağızlarıyla kuş tutsalar çıkamazlar. Kendilerine sorun, alacağınız hiçbir cevap sizi tatmin etmeyecektir. İslam ve kader konusunda, sitemizde yer alan şu yazıyı da okuyabilirsiniz: İnsan İradesi

     

     

    Seçme yeteneğimiz var, fakat bazı şeyleri seçmememiz isteniyorsa bu yeteneğin ne kadar anlamı var?

     

     

    Tanrının gerçekten varolduğunu farz edelim. Benim niye ona tapınma zorunluluğum var? Eğer benim herhangi birine, bu biri benden çok daha güçlü bile olsa, tapınmayı reddetme yeteneğim varsa (eğer bunu seçebiliyorsam, böyle bir yeteneğim var demektir), o zaman bu yeteneği kullanmaktan dolayı neden ceza görmem gerekiyor? Eğer itaat istiyorsa, neden itaat etmeme yeteneğini de veriyor insana? Yok eğer başka türlüsünden zevk alamıyorsa, o zaman "Peki bu Tanrı sadist midir?" sorusu gündeme gelir.

     

     

    Tanrı her şeyi biliyorsa (geçmiş, gelecek, vs), o zaman geçmiş de, gelecek de daha yaratılış anında belli demektir. Belli olan bir şeyi değiştirmek için, kitap, peygamber, vs göndermenin mantığı ne o zaman?

     

     

    Jean Paul Sartre’a göre, Tanrı varsa bile ona savaş açıp yok etmeye çalışmalıyız, çünkü o bizim özgürlüğümüze engeldir. Tanrı varsa bile, eğer iddia edildiği gibi adilse, hür irade verdiği ve istediğini seçme yeteneğiyle donattığı kullarından, bu yeteneği kullanma hakkını esirgememelidir. O zaman kendisi iyi niyetli ve adil olmaz. Gaddar, despot ve adaletsiz olur.

     

     

    Adalet

     

     

    Farz edelim ki bilimkurgu filmlerindeki o akıllı robotları yapacak kadar gelişti teknolojimiz. Ve bu yaptığımız robotlar hem kendi varlıklarının bilincinde, hem de hür seçimlerini yapabilecek varlıklar. Bu durumda, biz onlardan, bize köle gibi itaat etmelerini bekleyebilir miyiz? Buna hakkımız var mıdır? Bunu yaparsak, bu durumun hür insanları köle edinmekten ne farkı vardır? Bu bizi, gaddar, acımasız, despot ve adaletsiz yapmaz mı?

     

     

    Yapay zeka programları üzerine çalışan bir bilgisayar programcısını düşünün. Bir program hazırlıyor, test ediyor ve programın istediği kadar zeki davranmadığını görüyor. Bu durumda programcı kimi suçlamalıdır? Yazdığı programı mı, yoksa kendisini mi?

     

     

    Kuran'da neden devamlı kölelerden bahsedilmektedir? (Kölelerinize iyi davranın,vs. benzeri telkinlere kuranda bolca rastlamak mümkündür). Yani kuran köleliği doğal karşılar, hatta tasvip eder görünümdedir. İnançlılar bu durumla nasıl yüzleşmektedir?

     

     

    Kurana göre Tanrı bazılarının kalplerini mühürlemiş, onlardan imanı esirgemiştir. (Biz ateistler o kişilerdeniz belli ki). Peki bu durumda Tanrı bize haksızlık yapmış olmuyor mu? Bizim ne suçumuz vardır? Bu Tanrı'nın adil sıfatıyla çelişmiyor mu?

     

     

    Peki ya ömrü boyunca islamla tanışmamış kişilerin ne sucu vardır? Afrika’nın ilkel bir kabilesinde doğmuş birinden Tanrı nasıl kendisine iman bekler?

     

     

    Tanrı’nın bizi hem sevdiği söylenir, hem de hayatın bir imtihan olduğu ve eğer bu imtihandan kalırsak, bunun cezasının olduğu söylenir. Yani Tanrı bizi zorla böyle tuhaf bir imtihana sokmuştur. Ve hem hadislerde hem de kutsal kitaplarda cehennemde cennettekinden çok daha fazla insan olacağı söylenir. Bu insanın sevdiği birilerine yapacağı türden bir şey midir?

     

     

    Tanrı'nın kadınlara ne garezi vardır? Neden gerekirse dövülebileceklerini söylemiştir (Nisa suresi, 34. Ayet)? Neden onlar "Aklen ve dinen eksik yaratıklardır" (Hadis, kaynak: Buhari). Neden şahitlikleri erkeğin yarısı değerindedir?

     

     

    Bizim Müslüman ülkeler, Tanrı katındaki en son ve en hak dine sahipse, neden dünya üzerinde tüm Müslüman ülkeler sürünmektedir? Neden gavur Hristiyanlar ve Yahudiler dünyayı yönetmektedir?

     

     

    Tanrı, eğer varsa, hem varlığının tüm kanıtlarını bizden gizleyip, hem de bizlerden kendisine inanmamızı beklerken ne yaptığını zannetmektedir? Kendisi saklambaç oynayan bir çocuk mudur?

     

     

    Uzaylılar

     

     

    Eğer evrende yaşayan bizden başka pek çok uygarlık varsa (ki modern bilime göre bu kuvvetle muhtemeldir), o zaman bu uygarlıkların bir kısmı bizden geriyse bile, bir kısmı da kesinlikle çok daha ileridir. Fakat kurana göre Tanrı insanı kainatta kendisinden sonra en değerli varlık tayin etmiştir. Meleklerin ve cinlerin bile üstüne koymuştur. Peki bizden kat kat zeki ve becerikli, uygarlıkta bizden trilyonlarca yıl ileri uzaylılar varken, Tanrı bu şerefi niye bize layık görmüştür?

     

     

    Neden kutsal kitaplarda bu uygarlıklardan bize hiç bahsetmemiştir?

     

     

    Tanrı Adem ve Havva'yı yaratıp cennetten kovmuşken, uzaylılar nasıl olup da cennetten kovulmuşlardır? (Eğer kovuldularsa). Ya hepsi yaratılıp yaratılıp cennetten kovulmuş olmalı, ya da sadece insan cennetten kovulmuş, diğerleri kendi gezegenlerinde yaratılmış olmalı. Eğer bu ikincisi doğruysa, o zaman yine insan bunların tümünden daha ayrıcalıklı oluyor demektir. (İnsanı önce cennette yarattığına göre).

     

     

    Acaba Tanrı uzaylılara da peygamberler ve kitaplar göndermiş midir? Onları da mı cehenneme atacaktır? Bizlere huri kızları ve şaraptan nehirler vaat ederken, acaba uzaylılara ne vaat etmiştir?

     

     

    Doğa ve Evrim

     

     

    Tanrı her şeyi bir sebep için yarattıysa ve her canlının yeryüzünde bir fonksiyonu varsa, neden 60 milyon yıl önce tüm dinozorları ve o zaman yeryüzünde yaşayan canlıların %95’ini ortadan kaldırmıştır? Neden devamlı pek çok canlı türünün soyu tükenmektedir?

     

     

    İnsan bugünkü şekliyle yaratıldıysa, bilim adamları kazı bölgelerinde neden iskelet yapısı günümüz insanına uymayan (daha bir maymuna benzeyen) fakat yanı başında taştan delici ve kesici aletler bulunan iskelet örnekleri bulmaktadır? (Bunların yüzlerce örneği var).

     

     

    İnsanlar Ademle Havva'dan türediyse, ve evrim, dolayısıyla da bununla bağlantılı olarak "çevre koşullarına bağlı modifikasyon" diye bir şey yoksa, neden dünyanın dört bir yanındaki insanların vücut özellikleri, deri renkleri vs. farklıdır?

     

     

    Canlı türleri yaşadıkları ortamlar içinde ve son halleriyle yaratıldılarsa, neden bilimde evrim denen bir prensibe inanılıyor ve neden bu teorinin yığınla kanıtı vardır? Neden bütün saygın bilim adamları bu teorinin doğruluğuna inanırlar? Ve neden televizyonda yayınlanan bütün doğa belgesellerinde evrim teorisine doğrudan veya dolaylı atıflar yapılmaktadır?

     

     

    Ayrıca, Nuh Tufanı ve Yaratılışçılara Evrimle İlgili Sorular yazılarını okuyunuz.

     

     

    Mantıksal sorunlar ve paradokslar

     

     

    Tanrı'nın kendi kendini yok etmeye gücü yeter mi?

     

     

    Tanrı'nın ikinci bir Tanrı'yı yaratmaya gücü yeter mi?

     

     

    Tanrı'nın birden fazla olmaya gücü yeter mi?

     

     

    Tanrı'nın kaldıramayacağı bir taşı yaratmaya gücü yeter mi?

     

     

    Tanrı'nın gücü yetmeyecek bir şeyi yaratmaya gücü yeter mi?

     

     

    Tanrı her şeye kadir olmamaya da kadir midir?

     

     

    Tanrı, herhangi bir sıfatına (Tanrı'nın 99 ismi olan esma-ül hüsna’da geçen tüm isimleri birer sıfatına karşılık olduğuna göre) aykırı şekilde davranabilir mi? Davranabilirse, ve davranırsa, o zaman bu sıfatı nasıl hak eder?

     

     

    Tanrı mantık ilkelerinin üzerinde midir? Aynı anda hem doğru olan hem de yanlış olan bir şey yaratabilir mi örneğin? Ya da daire şeklinde bir kare?

     

     

    Tanrı evreni yaratmadan önce neredeydi? Ne yapıyordu?

     

     

    Tanrı geleceği hem bilir, hem de değiştirebilir mi? (Değiştirirse eski bilgisi yanlış olur).

     

     

    Tanrı düşünebilir mi? (Düşünme geleceğe ve geçmişe dairdir. Tanrı geleceği ve geçmişi bildiği için düşünememelidir. Düşünmeye kalktığında kendini yalanlar. Bu yüzden Tanrı gelecek de kurgulayamaz. Kurgularsa geleceği bilmiyordur).

  15. Olağanüstü iddialar, olağanüstü kanıt gerektirir."

    Carl Sagan

     

     

    "Aptal bir şeyi 50 milyon kişi de söylese, o hala aptal bir şeydir."

    Anatole France

     

    "Bazı insanlar vardır, eğer bir şeyi zaten bilmiyorlarsa, onlara anlatamazsınız."

    Louis Armstrong

     

    "Gözler sadece zihnin algılamaya hazır olduğu şeyleri görür."

    Henry Bergson

     

    "Aptalca sorular sorun. Eğer sormazsanız, aptal kalmaya devam edersiniz."

    Alvan R. Feinstein

     

    "Günümüzde, dünyadaki temel sorun, aptalların kendilerinden son derece emin, akıllıların ise devamlı şüphe içinde olmalarıdır."

    Bertrand Russell

     

    "İnsan kolay inanan bir canlıdır. Bir şeylere inanmak zorundadır. İnanmak için iyi bir sebep bulamadığında, elindeki kötü sebeplerle yetinir."

    Bertrand Russell

     

    "İnsanlar dünyanın düz olduğuna inandıkları zamanlarda haksızdılar. Dünyanın küre şeklinde olduğunu düşündüklerinde de haksızdılar. Fakat eğer dünyanın küre şeklinde olduğuna inanmanın, düz olduğuna inanmak kadar yanlış olduğunu düşünüyorsanız, sizin bakış açınız, bu ikisinin toplamından daha yanlıştır."

    Isaac Asimov

     

    "Bilimde, bilim adamlarının sıkça 'Biliyor musunuz, bu iyi bir argüman; benim fikrim sanırım yanlış' dediğini duyarsınız. Ve sonra fikirlerini değiştirirler ve onlardan artık eski bakış açısını bir daha duymazsınız. Bunu gerçekten yaparlar. Olması gerektiği kadar sık yapmazlar, çünkü bilim adamları da insandır ve değişiklik çoğu kez zordur. Fakat bilimde her gün olur bu tür bir şey. Politika'da veya Din'de ise böyle bir şeyin en son ne zaman olduğunu hatırlamıyorum bile."

    Carl Sagan

     

    "Kesin bilgi ancak çok az bildiğimiz zaman mümkündür. Bilgi miktarımız arttığında şüphemiz de artar."

    Goethe

     

    "Tüm gerçekler üç aşamadan geçer. Önce alaya alınırlar; sonra kendilerine şiddetle karşı çıkılır; ve son olarak ise doğruluklarının çok açık olduğu ilan edilir."

    Arthur Schopenhauer

     

    "Eğer bir insan kesin bilgiden yola çıkarsa, şüphelere ulaşır. Şüpheden başlamayı becerebildiğinde ise, kesin bilgiye ulaşır."

    Sir Francis Bacon

     

    "İnançlı bir insanın şüpheci bir insandan daha mutlu olması, sarhoş bir insanın ayık birinden daha mutlu olmasından farklı değildir."

    George Bernard Shaw

     

    "Şüphe ve belirsizlik içinde, bilgiden yoksun olarak yaşayabilirim. Bence bu şekilde yaşamak, yanlış olabilecek cevaplarla yaşamaktan daha ilginçtir."

    Richard Feynman

     

    "Toplum için tehlikeli olan, inançsızlık değil, inançtır."

    George Bernard Shaw

     

    "Aşırı şüphe, aşırı kolay inanmadan daha iyidir."

    Robert G. Ingersoll

     

    Beynim, ruhuma bir ağaç yada bir ev duyumsadığını telkin ettiğinde, yerini, boyutlarını ve başka özelliklerini bildiğim bir ağacın yada bir evin gerçekten benim dışımda var olduğunu hiç duraksamadan söylerim. Aynı şekilde hiçbir insan yada hayvan bu gerçekliği sorgulamaz. Örneğin bu kuşku bir köylünün aklına düşer ve karşısında duran kahyasının var olmadığını söylerse, çok geçerli nedenlerle adama 'deli' derler; oysa bir felsefeci böyle duygular geliştirdiğinde, sıradan insanlarınkini kat kat geride bırakan bilgisine ve engin kavrayışına hayran olmamızı bekler."

    (Euler'in Bir Alman Prensesine Mektupları, Mektup 97, 1761)

     

    "Bilim dünyası dışındakilerin, bilim hakkında en fazla canlarını sıkan şey, büyük ihtimalle doğaötesi iddiaların bilim adamları tarafından dogmatik bir şekilde reddidir. Fakat bilimin reddettiği, o iddialar değil, o iddiaları desteklemek üzere ileri sürülmüş kanıtlardır. Bilimsel kanıt, tanımı gereği, herkesin hemfikir olacağı kadar güçlü olmalıdır. Bilim adamları, sihirbazlar gibi, gösterinin en önemli yerinde ellerini örtemezler. Bunu yaparlarsa seyirciler yuhalar ve domates atar... Bilim, bilim adamının bir fikre nasıl ulaştığını umursamaz. Fakat fikrini desteklemek için kullandığı delili umursar. Delil, iddiaya inanmayanları dahi ikna edecek güçte olmalıdır. Sadece inananları değil."

    Alan Cromer

     

    "Bana öyle geliyor ki, uçan daire gözlemlerinin, dünyasal zekanın irrasyonel karakteristiklerinden kaynaklanıyor olması, dünya dışı zekanın rasyonel karakterlerinden kaynaklanıyor olmasından çok daha olasıdır."

    Richard Feynman

     

    "Kötü bir argümanı cevaplamanın en iyi yolu, devam ettirmektir."

    Sydney Smith

     

    "Pek çok insan, düşünmektense ölmeyi tercih eder. Aslında, ölürler de."

    Bertrand Russell

     

    "Pek çok kişi, kafalarındaki önyargıları başka bir şekilde düzenlerken düşündüklerini zannetmektedir."

    William James

     

    "Eğer insanları, düşündüklerine inandırırsanız, sizi severler. Gerçekten düşündürürseniz ise, sizden nefret ederler."

    Don Marquis

     

    "Zihin, kaldırabileceğinden daha fazla bilgiyle karşı karşıya kalırsa, anlamlı (ve genellikle onaylayıcı) fikirler arar. Sonuç olarak, beklentilerimizle uyuşmayan delilleri minimize ederek, baskın dünya görüşünün kendi kendini onaylamasını sağlamaya çalışırız."

    Frank J. Sulloway

     

    "Yanlış bir argümanın ilacı, daha iyi bir argümandır. Fikirlerin bastırılması değil."

    Carl Sagan

     

    "Hayat, rastlantısal olarak değişen kopyalayıcıların, rastlantısal olmayan hayatta kalışlarının ürünüdür. Şurası çok açıktır ki, eğer Darwinizm, zannedildiği gibi sadece şansa dayalı bir teori olsaydı, işe yaramazdı."

    Richard Dawkins

     

    "Yaratılışçılık yanlıştır. Tümüyle, açıkça ve kesinlikle yanlıştır. Daha da gidebilirim. Yanlışlığın dereceleri vardır. Yaratılışçılar ölçeğin en dibindedir. Kendi pozisyonlarının doğruluğunu iddia edebilmek için, bilinen tüm entrikaları kullanırlar. Hatta pek çok kez, açıkça, dürüstlükten uzaklaşırlar. Bilimsel yaratılışçılık sadece yanlış değildir, aptalca bir şekilde imkansızdır. İnsan düşüncesinin grotesk bir parodisi ve insan zekasının açık bir yanlış kullanımıdır. Kısacası, inançlı biri için, yaratılışçılık teorisi Tanrı'ya hakarettir."

    Michael Ruse

     

    "Tanrılar kötülükleri yeryüzünden kaldırabilir mi veya kaldıracak mı veya istese de kaldırabilir mi; yoksa bunu yapamaz mı, yoksa yapmayacak mı, veya nihayette Tanrılar hem yapabilir ve hem de yapmak istiyorlar mı?.. Eğer Tanrılar yeryüzünden kötülükleri kaldırmak istiyorlar da kaldıramıyorlarsa o zaman onlar her şeye gücü yeten değillerdir. Eğer yapabilirler de, yapmak istemiyorlarsa o zaman onlar iyiliksever değillerdir. Eğer onların kötülüğü kaldırmaya ne güçleri ne de istekleri varsa o zaman onlar ne her şeye gücü yeten, ne de iyilikseverlerdir. Ve son olarak eğer Tanrı'lar kötülüğü kaldırma gücüne sahipseler ve kaldırmayı istiyorlarsa o zaman kötülük nasıl ortaya çıkmıştır?"

    Epiküros

     

    "Epiküros' un sorduğu sorular hala cevaplanmamıştır: Tanrılık kötülüğü ortadan kaldırmayı istiyor mu, yoksa buna gücü mü yok? Gücü var da niyeti mi yok? O zaman kötü niyetli (bedhah) mıdır? Tanrı kötülüğü kaldırmak için hem güce sahiptir ve hem de istekli midir.? O zaman kötülük niye vardır?"

    David Hume

     

    "Tanrı dünyamızdan kötülükleri ya atmak istiyor da atamıyor, ya atabilir ama atmak istemiyor, ya ne atabiliyor ve atmak istiyor."

    Papaz Lactantius

     

    "Sonsuz bir varlık kendisini sınırlayacak mekanda ve zamanda bulunamaz. Öyleyse hiç bir yerde değildir, hiç bir yerde olmayan şey de yok demektir.,"

    Gorgias

     

    "Tüm dinler beni hasta ediyor. Din insanları ayırdı. Geniş bir şapka giyip elinde duman tüten bir keseyle ortalıkta dolaşan papayla yüzünü beyaza boyayıp bir kayaya dua eden bir Afrikalı arasında bir fark olduğunu sanmıyorum."

    Howard Stern

     

    "Daha dün iman esasları olarak kabul ettiğimiz bir çok şeyi bugün fabl diye anlatıyoruz."

    Michel E. de Montaigne

     

    "Beni kontrol edecek olan o kimdir? Neden Ben sınırsız özgürlükle davranıp, konuşup, yazıp, düşünemiyorum? Evren için ben neyim, ya da, evren, o benim için ne? Yanlışın ve doğrunun, düşüncenin ve adetlerin zincirlerini kim yarattı? Ve ben onları taşımak zorunda mıyım ?"

    Robert D. Richardson

     

    "Din kemoterapi gibidir, bir sorunu çözebilir, ama arkasından bir milyon tane daha yaratabilir."

    John Bledsoe

     

    "Günah sadece diğer insanların canını gereksiz yere yakmakta yatar. Diğer bütün günahlar uydurulmuş saçmalıklardır."

    Robert A. Heinlein

     

    "Tanrı olmadığını ispatlayabileceğimi iddia etmiyorum. Aynı şekilde Şeytan'ın uydurma olduğunu da ispatlayamam. Hıristiyan tanrısı var olabilir, Olimpus'un tanrıları da varolabilir, ya da eski Mısır'ın, ya da Babil'in. Ama bu varsayımlardan hiçbiri diğerinden daha olası değildir. Bunlar, olası bilgilerimizin bile dışında duruyorlar, herhangi birisini ciddiye almak için hiç bir sebep yoktur."

    Bertrand Russell

  16. ŞAMANİZM

     

    Şamanizm ilkel kavimlerde görülen, ruhlarla insanlar arasında aracılık yaptığı ve hastaları iyileştirme gücüne sahip oldugu kabul edilen Şamanlar çevresinde yoğunlasan inanç sistemidir. Ata ruhlarına ve doğa varlıklarına tapınmaya dayanan eski bir Asya dinidir.

     

    On üçüncü yüzyılda Avrupalı gezginlerin Mançu-Tunguz halklarından duydukları Şaman kelimesi daha sonra Sibirya sihirbazlarına verilen bir isim olarak yaygınlaşmıştır. Şamanizm ise genellikle Sibirya kavimlerinin din inançlarını ve bu inançlara bağlı olarak dini merasimlerini ifade eden bir terim olup, Kuzey Asya halkları arasında yaygın olan Şaman kelimesi etrafında kurulan, çoğunlukla dini karaktere sahip inançları ve bir takım faaliyetleri ifade için kullanılır. Çok geniş bir alana yayılan Şamanlık, Türk Mogol eski kültür tarihinde önemli yer tutar.

     

    Çin kaynaklarindan anlasıldığına göre eski Orta Asya Şamanizminin temelleri Gök Tanrı, Güneş, yer, su, atalar ve ocak yani ates kültleriydi. Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ve beraberliği ve de uyumu düsüncesi yer alır. Evren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler alemi bir bütün olarak düsünülür. Dünya ve Gök, yaratma eylemini birlikte iş birliği halinde gerçeklestirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından ötürü kutsaldır. İste bu yüzden Asya'nın göçebe halklarında Gökle Yer Su'yu sayma ve bunlara saygı gösterme, bu göçebe halkların inanışlarının özünü olusturuyordu.

     

    Dağın eteğinde ya da zirvesinde, nehrin yada gölün kıyısında, yolun ya da atın baglandığı direğin yanında bir göçebenin kutsamayla eylemleri, tüm yaşamın ortak bir bilinci paylaştığı doğaya dönüktür. Şamanlıktaki bir diğer inanışta, insan neslinin sonsuz bir şekilde devamlılığı düsüncesidir. Şamanist olan birisi kendini baba, dede ve atalarına ait olan bir hayatın devamı olarak görür, bunları bilir ve sayar yani Atalar kültü hakimdir. Bununla birlikte söz konusu insan aynı zamanda kendi geleceğini de sonraki nesillerde görmektedir ki bu durum varolusun ana anlamıdır. Bundan dolayı bu insanin görevi çocuk ve torunlarına toplumun en iyi yanlarıni aşılayarak yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır.

     

    Şamanizm en eski inanç sistemidir. Türklerin, Moğolların ve Asya göçebelerinin eski dinidir. İnançlarına göre bir yanda gök yüzünü mesken tutmus iyilik tanrıları, bir yanda yer altının karanlığına gömülmüs kötülük tanrılarının ve ağaçta, taşta, dağda, suda, ateşte, ayda, güneşte uyuyan ruhların varlığına inanırlar. Samanlar, bu Tanrı ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapan kişilerdir. Eski Türklerde iyi ruh "Bay Ülgen", kötü ruh "Erlik" diye adlandırılmıştır. "Bay Ülgen" aynı zamanda iyi ruhlarin başında bulunan, onlara emir veren bir tanrıdır.

     

    Tanrı ve en büyük semavi ruh, semanin en üst tabakasında bulunan insan şeklinde bir varlık olarak tasavvur edilmiştir. Gökte yaşadığına inanılan bu en büyük ruh, insanları, ovaları, ateşi, yeri, güneşi, ayı, yıldızları yaratmış, kainatin nizamını başlatmıştır. Yine Şamanist kavimlere göre, gökte ve yerde meydana gelen çeşitli tabiat olayları, birtakım ruh ve tanrıların eseri idi. Hastalık gibi ölüm de, onlara göre, kötü ruhların bir eseri sayılıyordu.

     

    Agaçlara, taşlara, su kaynaklarının etrafına bez bağlamak Şamanizm'de önemli bir ritueldir. Gökteki Tanrılara beyaz, yer-su ruhlarına kırmızı, yer altı Tanrılarına ve ruhlarına ise siyah bez parçaları kullanılıyordu. Bu yolla, Tanrılara dilek ve isteklerini ilettiklerine inanıyorlardı.

     

    Kaynak:http://www.parapsikolojidernegi.org/samanizm.htm

  17. MOONCULUK

     

    Moonculuk Kuzey Koreli Sun Myung Moon tarafından Güney Kore'de kurulmuş bir harekettir. Kore'de "Tong" Batıda ise "Birleşik Kilise", "Kutsal Ruh Birliği", "Birleşik Aile", "Moon Teşkilatı" vb. isimlerle anılır.

     

    1920 yılında Kuzey Kore de doğan Moon önceleri Budist, sonra Presbiteryen Kilisesine girmiş daha sonrada Yehova Şahitleri dinini benimsemiştir. 1936 da İsa'nın kendisine görünerek "Tanrının Krallığını" kurmasını teklif ettiğini açıklayınca Yehova Şahitleri dininden kovulmuştur. Güney Kore'ye geçen Moon burada da yaklaşık 20 yıl boyunca Allah'la, Budha'yla, Musa ile konuştuğunu etrafa yaymıştır. Moon'un fikirleri 1950 yılında G.Kore sınırları aşarak Japonya ve Batıya yayılmıştır. Moon 1954 yılında Güney Kore'nin başkenti Seul'de, bütün dinleri birleştirmeyi amaçlayan, uzlaştımacı (sinkretik) "Birleşik Kilise"yi kurmuştur. Moonculuk hareketi 1959'da Amerika'ya taşınmış ve burada da gelişmeye devam etmiştir.

     

    Hareket mali kaynak temin için, ticari hayata el atmış; balıkçılık, bitkisel üretim gibi yollarla zenginleşme imkanı bulmuştur. Moonculuk ticari hayatın yanında kültüre de el atmış yüksek tahsil araştırmaları için bir "ilahiyat okulu" kurmuştur. Mooncular çeşitli ülkelerde hareketin fikirlerini yayan ve mali yönden destekleyen dergi, gazete gibi yayınlar çıkartmaktadırlar.

     

    "Birleşik Kilise"ye katılanlar, genellikle iyi tahsil görmüş, yirmi taşını geçmiş orta sınıf gençleridir. Japonya'da ve Batı'da bütün vaktini bu dini harekete ayıranlar (fultaym üyeleri), topluluğun merkezlerinde kalmakta, Kore'dekiler ise bu işi kendi evlerinde yürütmektedirler. Kendini tamamen harekete vakfeden üye sayısı Batıda onbini geçmezken, Doğuda bu rakam, aşağı yukarı, Batı'dakinin iki katı kadardır. Fultaym üyelerin hayat tarzı, hareketin teolojisinin gerektirdiği "yenileştirme"yi sağlamak için, çok çalışma ve fedakarlığa dayanır. Hareketin mal varlığını artırmak, ya da yeni katılmalar sağlamak için çok zaman harcanır. Üyelerden evlilik öncesi ve hatta sonrasında hizmet içi bekar kalmaları beklenir. İki üç sene hizmet etmiş üyeler Moon tarafından eşlendirilir; yüzlerce, hatta binlerce çift aynı anda bir evlendirme töreniyle takdis edilir. Takdis, önemli bir ayindir. Ayrıca her tarafta, ay ve yılın ilk gününde, ya da hareketin kutsal günlerinde and içilir.

     

    Moonculuğun Görüş ve Düşünceleri

     

    "Birleşik Kilise"nin teolojisi, yeni bir dini anlayış üzerine kurulmuştur. Bu hareket mensupları, Mesihi bin yıllık devre anlayışına sahiptir. Onlar, hayatlarını "Göğün Krallığı"nın yeryüzünde yeniden hakim olması gayesine adamışlardır. Bu noktada diğer Mesihi yeni dini hareketlere ve bir bakıma Yehova Şahitlerine benzerler.

     

    Moon'nun "İlahi Prensip" kitabı, Hıristiyan Kutsal Kitabının, bütün dinleri birleştirmek üzere, yeni bir yorumunu sunmaktadır. Bu Kitapta Tanrı, birtakım temel, evrensel prensiplere göre alemi yaratan, zati nitelikleri bulunan, bir varlıktır. Bütün yaratıklar olumlu ve olumsuz (erkek ve dişi) elemanlardan ibarettir. Bunlar, sıra ile, daha büyük bir bütün teşkil etmek üzere, bir verme-alma ilişkisi vasıtasıyla, daha geniş fertler içinde birleşirler. Adem ve Havva, Tanrının onlarla bir sevgi verme-alma ilişkisi içine girebileceği için yaratılmıştır. Asli gaye; onların evlilikte Takdis edilecekleri bir mükemmellik merhalesine ulaşmaları ve böylelikle onların çocukları, çocuklarının çocukları Tanrı ile tam uyumlu, günahsız bir dünya kurmalarıydı. Bu, olmadı. Kovulma, sadece bir yasak elmanın, yenilişi değil, bütün güçlerin en üstünü olan sevginin istismarını içinde bulunduran bir itaatsizliğin sonucudur. Tanrı, başmelek Lusifer'e (şeytan)Adem ile Havva'ya göz kulak olmasını istemişti. Ancak o, Tanrı' nın Adem'e olan sevgisini kıskandı ve Havva ile (ruhani bir şekilde) cinsel ilişki kurdu. Bunun üzerine Havva, Adem'i kendisiyle (bedeni) cinsel ilişki kurmaya ikna etti. Bu şekilde, Tanrı merkezli değil de, Lüsifer merkezli; vaktinden önce zamansız birleşme sonucu Asli Suç, sonraki bütün nesillere geçti. Tarih, Havva ile Şeytanın adi davranışıyla bozuldu. Moon'un "İlahi Prensip" kitabı, bu olayı şöyle bitirmektedir: Bütün tarih, Tanrı ve insan tarafından alemin Tanrı'nın istediği duruma getirilmesi girişimi olarak görülebilir. Kutsal Kitab'ın bazı anahtar figürleri de bunu göstermektedir.

     

    "İlahi Prensip"e göre yanlışın düzeltilmesi Mesih ile gerçekleşecektir. Mesih ve karısı, Adem ile Havva'nın yapamadığını yapacaktır. Onlar, gerçek ana-babayı oluşturacaklar ve onların evlilikte takdis ettikleri kimseler, asli suçsuz doğan çocuklara sahip olacaklardır. Bütün bunların olabilmesi için insanın Mesih'i kabul etmeye hazırlanacağı bir kuruluş olmalıdır. Böyle bir kuruluş, geçmişin kötülüklerini, kötü borçları silecek, iyi işlerin bir garantisi olacaktır. Mesih'in rolü, asli suçtan azade, beşeri ana babadan doğma bir kimsenin üstleneceği bir iştir. "İlahi Prensip"e göre İsa böyle bir kimse idi, alemi yeniledi. Ancak Vaftizci Yahya'nın hatası sonucu evlenme fırsatı bulmadan öldürüldü. Böylece o aleme ruhani bir kurtuluş getirdiyse de, ölümüyle bedeni bir kurtuluş sağlayamadı. İsa'dan önceki devre ve sonraki ikibin yıl arasındaki çok sayıda ki benzerleri günümüzün "İkinci Geliş Zamanı" olduğuna delalet ettiği kabul edilebilir.

     

    İşte bu düşünceler altında Birleşik Kilise Mensupları, Moon ve Karısının gerçek ana-baba olduklarına inanırlar. Hareketin mensuplarına ait literatüründen Moon'un kendisini Mesih olarak gördüğü ve takipçilerinden de böyle görmelerini beklediği anlaşılmaktadır. Mensupları da Moon'u "Tanrının Göndermişi" kabul etmektedirler.

     

    Mooncular'ın sigara, içki kullanmaları, zina yapmaları kesinlikle yasaktır.

     

    Günümüzde Moonlar

     

    Birleşik Kilisenin telkinleri her tarafta muhalefetle karşılaşmıştır. Bu hareketin beyin yıkama yoluyla veya zihin kontrolü teknikleriyle üyelerin celbettiği ve alıkoyduğu, aileleri böldüğü, liderleri lüks içinde yaşarken üyelerinin istismar edildiği, teşkilat baskısıyla yürütüldüğü, komünizme karşı bir hareket olarak programlandığı, Güney Kore haber alma teşkilatıyla (KCIA) alakası bulunduğu, silah imalatıyla uğraştığı, dünyaya hakim olup Moon'la bir teokrasi kurmak istediği, fitneci bir teşkilat olduğu, vergi ve muhaceret kurallarını bozduğu gibi suçlamalar yapılmıştır. 1982'de, Amerikan federal mahkemesi, vergi yolsuzluğu suçuyla, Moon'u onsekiz ay hapse mahkum etmiştir. Bu olay sonrasında Moon, faaliyet alanını Güney Amerika, Avrupa ve Ortadoğu'ya yöneltmiştir. Hareket 1989'lara kadar, antikomünist mücadelesini sürdürmüştür. Şimdi artık Amerika'da Muhafazakarların desteğini kazanmaya çalışmaktadır. Ancak Amerika'daki Protestan çevreler Moon'u ve taraftarlarını kabullenememiştir.

     

    Moonculuğun günümüzde en büyük faaliyetlerinden birisi her yıl ayrı ülkede düzenledikleri gençlik kamplarıdır. Değişik dinlerden ve ülkelerden gençler masrafları Moonlar tarafından karşılanarak kamplara davet edilmekte ve kamptaki gençler arasında dinler arası diyalog kurulmaya çalışılmaktadır. Ülkemizden de bu kamplara katılımlar olmaktadır.

     

    Moonculuk günümüzde ayrı ve diğer dinlerden tamamen bağımsız bir din olarak insanlar tarafından kabul görmektedir. Büyük bölümü (400.000) Güney Kore 'de olmak üzere Fransa, ABD ve diğer ülkelerde toplam 2.000.000 taraftarı mevcuttur..

     

    Kaynak: http://www.insiyatifprojesi.net/modules.ph...age&pid=181

  18. Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Yahudilik

     

    Kuran'da, Yahudilikten bahsedilen âyetlerin sayısı oldukça fazladır. Onlardan "Ben İsrail", "Yahud" vb. deyimlerle söz edilen âyetler bulunduğu gibi, bir bölümünde bazı peygamberler (Hz. Yakub... gibi) konu edilirken, Yahudilerle ilgili olarak bilgi verilir. Ayrıca Kur'ân'daki "Ehl-i Kitap" deyiminin şümûlüne, onlar da girerler.

     

    Kur'ân'da, Yahûdiler ile ilgili olarak verilen bilgileri şöylece sınıflandırmak ve sınırlamak mümkündür:

     

    1- Allah tarafından Yahûdilere bahşedilen nimetler.

     

    2- Uymakla yükümlü oldukları dînî hükümler.

     

    3- Peygamberler tarafından kendilerine getirilen hükümlerle tebliğleri değiştirmeleri ve doğru yoldan sapmaları.

     

    4- Allâh'a karşı ahidlerini bozmaları, verdikleri sözden dönmeleri ve bunu alışkanlık hâline getirmeleri.

     

    5- Yaptıkları kötü işler yüzünden zillet ve meskenete uğramaları.

     

    6- Yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışmaları.

     

    7- Bazı peygamberler ile sâlih kimselere iftirâ etmeleri veya onları öldürmeleri.

     

    8- Basit menfaatleri uğruna gerçeklere yüz çevirmeleri.

     

    9- Allah'ın, Yahûdilere tavsiyeleri. Yahûdilerin tarihçesiyle ilgili olarak Kur'ân'da, Hz. Musâ'ya kadar olan dönem hakkında yer alan bilgiler şu şekilde özetlenebilir:

     

    Hz. İbrahim, Ulu Allah'ın seçkin kıldığı peygamberlerden biridir (Alu İmrân, 33-34; Meryem, 58-59). O, ne Yahûdi ve ne de Hıristiyan'dır. O, müşriklerden de değildir. Allah'ı "bir" tanıyan gerçek müslümanlardandır (Alu İmrân, 67, 95; Meryem, 43, 47). Ulu Allah, onu dost edinmiştir (Nisâ, 125). O çok içli, yumuşak huylu, konuksever ve kendini Allah'a adamış, dosdoğru bir kimsedir (Hûd 75; Tevbe,114; Meryem, 41; Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX,107). O, görevini tam olarak yapan (Bakara, 124) ve kendisine suhuf verilen (A'lâ, 19) bir peygamberdir. Ona, göklerin ve yerin sırları, yakînî bilgi bahşedilmiştir. Bununla ilgili olarak Kur'ân'da şöyle denir: "Biz İbrahim'e, yakînen bilenlerden olması için, göklerin ve yerin melekutunu şöylece gösteriyorduk"(En'âm, 7/75). Hz. İbrahim, Allah'dan başka putlara, ay, güneş ve yıldızlara tapınan babası (Âzer) ile kavmine karşı, görmeyen; batan, zevl bulan şeylere, Şeytana tapınılmayacağını anlatmaya çalışır. Kendicinin Ulu Allah'a tapındığını, O'na hiçbir şeyi ortak koşmadığını, onları ve yonttuklarını O'nun yaratığının, dolayısıyla o'na ibadet, şükür etmeleri gerektiğini, çünkü O'na döneceklerini bildirir. Onlar, hattâ babası, bu dâvete uymadılar. Ona, babalarını da böyle bulduklarını söylediler (En'âm, 74-80; Enbiyâ, 58-67; Sâffât, 85-95: Meryem, 44; Ankebût, 17; Şuarâ, 70-82). Hz. İbrahim, düşmanının putlar; dostunun da âlemlerin Rabb'i olduğunu belirterek şöyle diyor: "Beni yediren de, içiren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifâ verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O'dur. Âhiret gününde yanılmalarını bana bağışlamasını umduğum O'dur" (Şuarâ, 26/79-82). Hz. İbrahim, görevini yapmış, tebliğde bulunmuştur. Onu ateşe atarlar, fakat Ulu Allah onu ateşten kurtarır (Ankebût, 24; Enbiyâ, 70; Sâffat, 93).

     

    Kur'ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim ile ilgili olarak verdiği kıssalarda insanlara, Allah ve âhiret inancı konusunda yol göstermekte, ibret vermekte ve onları düşünmeye dâvet etmektedir (bkz. Bakara, 260; En'âm, 76-79; Sâffât, 85-94).

     

    Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'i ve onun soyundan gelenleri peygamber kıldı. Onlara iyi işler işlemelerini, namaz kılmalarını, zekât vermelerini emretti (Enbiyâ, 73). Hz. İbrahim, Allah'dan, iyilerden olacak bir çocuk istedi (Sâffât,100-101). Allah da ona ihtiyarlığında İsmail ve İshâk'ı verdi (İbrahim, 39).

     

    İsmail çocukken babası, rüyasında onu kurban ettiğini gördü ve bunu ona açtı. İsmail, babasına emrolunduğu şeyi yapmasını, kendisini sabredenlerden olacağını söyledi. Böylece Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmek için yanı üzere yatırdı. Ulu Allah, rüyasındaki emre bağlılıkları sebebiyle bir kurban gönderdi (Sâffat, 102-107). Hz. İsmail doğru, uysal, sabırlı, sözünde sâdık bir kimse olarak Cebrâîl aracılığıyla kendisine vahyedilen, Allah'ın bir peygamberidir; çevresine zekâtı, namazı emretmiştir (Sâffat,101; Meryem, 54-55; Enbiyâ, 85; Sâd, 48; Bakara, 156; Âlu İmran, 84).

     

    Hz. İshâk da doğru, sâlih, mübârek kılınmış, hidâyete erdirilmiş, âhiret yurdunu düşünen, gönülden Allah'a bağlı bir peygamberdi (Enbiyâ, 72; En'am, 84; Saffât, 113; Sâd, 45-47). İshâk, annesi çok yaşlıyken Allah'ın bir lütfu olarak bahşedilmiş ve annesi bu olaya çok sevinmiştir (Zâriyât, 29-30; Hd, 72-73; Meryem, 49; Sâffat 112). Hz. İshak da, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail gibi, kendisine vahyolunan peygamberlerden olmuştur (Nisâ, 163; Hd, 71).

     

    Hz.Yakûb, Hz.İshâk'ın ardından müjdelenen, kendisine vahiy indirilen peygamberlerden, dinde kuvvetli, hâlis, sâlih, sabırlı, hidâyete erdirilmiş bir kimse idi (Bakara, 136; Âlu İmran, 84; Nisâ,163; Hûd, 71). Hz. Yakûb'un en sevgili oğlu Hz. Yusuf; ihlâslı, ilim ve hikmet sahibi, güzel bir yaratılışa sahip, Rüyâ tâbirini bilen, kendisine vahiy gelen peygamberlerdendi (Yûsuf, 4-8,15, 21-24; En'âm, 84; Mü'min, 34).

     

    Hz. Yusuf, çocukluğunda bir gün babasına, "rüyamda on bir yıldız, güneş ve ay'ın sona secde ettiklerini gördüm" der (Yûsuf,12/4). Bu rüyâyı dinleyen babası ona, bunu kardeşlerine anlatmamasını söyler (Yûsuf, 5). Ayrıca Hz. Yakub, ona, Allah tarafından seçileceğini, kendisine rüyâ tâbiri öğretileceğini, daha öncekilere olduğu gibi, Allah'ın hem ona, hem Yakub âilesine nîmetini tamamlayacağını söyler (Yûsuf, 6). Kardeşleri, rüyâsında gördüğü gibi, Yûsuf'u kıskanırlar. Onu, ortadan kaldırmayı plânlarlar. Babalarının iknâ ederek onu yanlarında götürür ve kuyuya atarlar. Onu bir kurdun yediğini söyleyip, kanlı gömleğini babalarına gösterirler. Bir yolcu kafilesi, Yusuf'u kuyudan çıkarıp beraberlerinde Mısır'a götürerek bir vezîre satarlar. Vezirin karısı, Yusuf'a âşık olur ve kendisine sahip olmasını ister. Yusuf reddedince de kadın, ona iftirâ eder ve Yusuf zindana atılır. Zindanda, rüyâ tâbir eder. Mısır Melîki, bir rüyâ görür. Bu rüyâyı, kimse tâbir edemez. Yusuf'un iki hapishane arkadaşı, onu Melîke tavsiye ederler. Melîkin rüyâsını yorumlayan Yusuf, saraya alınır ve Mısır hazînesine memur yapılır. Bir süre sonra, zahîre almak üzere Mısır'a gelen kardeşleri, onun huzûruna çıkarlar. Yusuf, kardeşlerini tanır, bir vesileyle ailesini Mısır'a getirtir. İsrail oğulları, böylece Mısır'a yerleşirler (Yusuf, 7-100).

     

    Hz. Yusuf zamanında Mısır'a yerleşmiş olan İsrailoğulları, daha sonra Firavun'un zulmüne uğrayarak, uzun bir esâret hayatı yaşamaya başlarlar. Onları bu sıkıntıdan Hz. Musa kurtarır.

     

    Tevrât'a Göre Hz. Musa

     

    Yusuf un ölümünden sonra Mısır'da Yahûdiler çoğalmaya başlayınca, yeni Firavun, Yusuf'un hizmetlerini unutup bundan endişelendi. ilerde ülkelerine yönelecek bir saldırıda düşmanla işbirliği yapmaları endişesiyle onlara eziyet etmeye başladı. Bu arada onların çoğalmalarını önlemek için, her doğan erkek çocuğun öldürülmesini emretti. Musa, işte böyle bir zamanda doğdu. Annesi onu, ancak üç ay gizleyebildi. Sonra onu ziftlenmiş bir sepete koyarak ırmağa bıraktı. Nil kıyısındaki sazlıklara bıraktığı sepetin durumunu, Musa'nın kız kardeşi Meryem gözlüyordu. Nil'de yıkanmakta olan Firavun'un kızı, onu buldu ve bir İbrânî çocuğu olduğunu anlayıp ona acıdı. Meryem, çocuğu emzirmesi için bir İbrânî kadın çağırabileceğini söyledi. Firavun'un kızının kabul etmesi üzerine gidip annesini çağırdı. Çocuk ona verildi ve "sulardan çekilmiş" anlamına gelen "Moşe" (Musa) adı verildi (Hurûc Çıkış, I/8-22; II/1-7). Musa, gençlik yıllarında Yahûdilerin yanına gider, şikâyetlerini dinlerdi. Yine bir gidişinde, Mısırlılardan birinin, bir Yahûdiyi dövdüğünü gördü. Yahudiyi koruyarak Mısırlıyı öldürdü. Olayın duyulması üzerine Musa, Midyan'a kaçtı. Orada Midyan kâhininin kızıyla evlendi. Kâhinin sürüsünü otlatırken, Tanrı'nın meleği, Horeb'de bir çalı ortasında, ateş alevinde ona göründü. Yanan çalının ateşi bir türlü bitmek bilmiyordu. Bunu merak edip geri dönen Musa'yı çalının ortasından Allah çağınp şöyle dedi: "... Ben, babanın Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı, İshâk'ın Allah'ı ve Yakub'un Allah'ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah'a bakmaya korkuyordu. Ve Rab dedi: Gerçekten Mısır'da olan kavminin sıkıntısını gördüm... Onların feryâdını işittim; çünkü onların acılarını bilirjm... Ve şimdi gel ve benim kavmimi, İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarmak için seni Firavun'a göndereyim" (Hurûc-Çıkış, III/1-13).

     

    Böylece Musa, Yahûdîleri Mısır'dan çıkarmak üzere görevlendirilmiş oldu. Kardeşi Hârun da ona yardımcı olarak verildi. Bu görevi yerine getirmek üzere Musa Mısır'a geri döndü. Kavmini Mısır'dan çıkarıp Ken'an diyarına götürmek istediğini, bunun Allah'ın emri olduğunu söyleyince Firavun, "Allah kimdir ki, ben ona itaat edeyim" diyerek onları saraydan kovdu. İkisi arasında mücâdele başladı. İş, mucize göstermeye kadar vardı. Firavun, bütün sihirbazlarnı topladı. Onlar da bütün hünerlerini ortaya koydular. Musa'nın asâ'sı (değneği) kocaman bir yılan olup, onların bütün sihirlerini yuttu. Bütün bunlara rağmen Firavun, İsrailoğullarının Mısır'dan çıkmalarına izin vermedi. Bunun üzerine Rab Yahve, "Mısırlılara belâ vereceğini, insandan hayvana kadar bütün ilk doğanları öldüreceğini" bildirdi. Allah, Musa aracılığıyla Mısır topraklarına "on felâket" verdi. Firavun, bu işlerin olduğunu görünce onların Mısır'dan çıkmalarına izin verdi.

     

    İsrail oğulları, Kızıldeniz'e doğru yola çıktılar. Ancak Firavun, kararından pişman olarak onların peşlerine düştü. Kızıldeniz'e ulaştıklarında Musa elini denize uzattı, sular yarıldı, İsrail oğulları geçti. Sonra Musa tekrar elini uzattı, sular eski halini uldı ve Firavun ile ordusu boğuldu (Hurûc Çıkış, VII/9-12; XII/21-31).

     

    Kaynak:http://www.sevde.de/Dinler/yahudilik.htm

  19. YAHUDiLiK (MÜSEViLiK)

     

    Yaşayan ilâhî kaynaklı dinlerden, mensûbu en az olan bir din. Günümüzde yeryüzünde yaklaşık 15-24 milyon dolayında Yahûdî vardır. Yahûdili'ğin, dinler tarihinde özel bir yeri bulunmakta ve bu din, en eski ilâhi kaynaklı din olarak nitelendirilmektedir. Mâzisi birkaç bin yıl geriye giden bu dinin başta gelen özelliklerinden biri İsrail oğulları ile Tanrı arasındaki "ahd'e kutsal kitaplarında geniş yer ayrılmasıdır. Bu nedenle bu din, bir "ahid dini" olarak da bilinmektedir. İsrail oğullarının başına gelen bütün sıkıntıların, onların bu ahde uymamaları, verdikleri sözü tutmamalarından ileri geldiği, hem kendi mukaddes kitaplarında, hem de Kur'an-ı Kerîm'de belirtilmektedir.

     

    Bu din, Bâbil Sürgünü'nden sonra millî bir din haline getirilmiştir. Ancak bu din, tek Tanrı'ya, vahye dayanan mukaddes kitâba ve peygamberlere yer vermesiyle millî dinlerden; millileştirilip bir ırka tahsis edilmesiyle de, ilâhî dinlerden farklı bir durum arz etmektedir. Aslında bugünkü Yahudiliğin bir din mi, ırk mı, yoksa millet mi olduğu, pek net değildir. Tartışmaya girmeden onun kendine has özellikleri ve nitelikleri bulunan bir din olduğu, benzerinin bulunmadığı ve bu yüzden de tanımının zor olduğu söylenebilir. Çünkü Yahûdilikte din ve ırk içiçe girmiş olduğundan birini dinlerinden ayırmak güçtür. Onun en güzel tanımını, mukaddes kitaplarında yer alan "Balam" hikâyesindeki şu cümle yapmaktadır: "İşte ayrıca oturan bir kavimdir ve milletler arasında sayılmayacaktır"(Sayılar, 23/9).

     

    Yahudiler, mukaddes kitaplarında yer alan ifadelere dayanarak kendilerini, dünya milletleri arasından seçilmiş kavim olarak görürler. Tanrı, bu kavmi Sina'da kendine muhatâp kılmış, onlarla ahidleşmiş, onlardan buyruklarına uyacakları konusunda söz almış ve Hz. Mûsa'nın şahsında onlara Tevrât'ı göndermiştir. Bu dinin odak noktası, Kudüs'deki "Mâbed"dir. Tahribinden önce bu Mâbed'in bir odasında "Ahid Sandığı" bulunmaktaydı. Yahûdiliğin sembolü, "Yedi kollu şamdan" ve "altı köşeli yıldız" (Hz. Dâvûd'un yıldızı)dır.

     

    Yahudiliğin Tarihi Seyri

     

    M. Ö. İkinci bin yılın başlarında Yahudilik Hz. İbrahim'in oğlu İshak'la sahneye çıkmıştır. İshak'tan sonra Yakub (a.s) yerine geçti (İbn Haldun, Tarih,2/40). Yakub'un diğer adı "İsrail" idi. Dolayısıyla Yakub'un oğullarının adıyla anılan on iki kabile de İsrail oğullarını oluşturdu. Bundan sonra Yusuf (a.s)'un daveti (Taberî, Tarih,1/185) üzerine Yakub ve oğulları Mısır'a göç ettiler (İbn Esir, Kâmil, 1/155).

     

    Yahudilik, sözün tam manasıyla İsrail oğullarının Babil'de geçirdikleri sürgünden sonra inkişaf etmiştir. Oradan Filistin'e döndükten sonra (M.d. 538) İlahi şeriatı bildiren Tevrat, daha fazla bütün hayatın merkezi sanılmıştır. Yahudilere mahsus hükümleri havi Tevrat'a göre, Yahudiler yabancılarla evlenemezler. Bu durumda kendilerini ileride üstün ırk saymalarına kadar vahim sonuçlara ulaşmıştır (A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, 110).

     

    M. Ö. İki binlere değin İsrail oğulları Mısır'da üçüncü sınıf insan muamelesi gördüler, orada tutsak kaldılar. Ta ki kavmin içinden (İsrailoğullarından) Musa'nın, onları Firavun'un zulmüne karşı Hak'la gelip kurtulmalarına kadar. İsrailoğulları Ken'an iline ulaşarak kurtuldular. Musa, Şeriatıyla İsrailoğullarına iki özellik kazandırdı. Biri, Allah'ın kanunlarına itaat etmek, diğeri ise isyana, başkaldırmaya yönelten bir tabiat hali.

     

    Ken'an ülkesinde başta Filistinliler olmak üzere çeşitli topluluklarla savaşmak zorunda kalan Yahudiler, İ.Ö 990 dolayında Hz. Davud'un peygamberlik ve liderliğiyle bileşik bir devlet (krallık) şeklinde örgütlenerek Kudüs'ü ele geçirdiler.

     

    Hz. Davut'a (a.s) gönderilen Zebur adlı semavi kitap, Tevrat'ın hükümlerini tasdikleyici olarak geldi. Bu yüzden Yahudilik İsa'ya kadar sürecektir.

     

    İ. Ö. Dokuzuncu yüzyıldan beşinci yüzyıla kadar Aramiler, Asurlular ve Babillilerle çeşitli savaşlar sürmüştür. Babilin Yahuda Krallığını ele geçirmesi ile İsrail oğulları yeni bir sürgün dönemine giriyordu.

     

    Yahudilik kendi tarihinde Büyük İskender'in İ.Ö. 322'de Filistin'i ele geçirmesi ile İ.Ö. 4-2 y.y'lar Helenistik bir dönemin başlangıcı olmuştur. Helenistik dönemde Suriye, Anadolu, Babil ve İskenderiye'de Yahudilik önemli merkezler elde etmişti. Bu dönemde Yahudiliğin kutsal metinleri Yunanca'ya tercüme edildi. Mısır'da zengin tarih, şiir, felsefe birikimi Yunan bilgisiyle oluştu.

     

    Bu dönem için biraz farklı bilgi şöyledir: Aşağı yukarı M.Ö. Üç yüz senesinden M.Ö. yüz beş senesine kadar Yâhudi dini büyük bir devir yaşamıştı. Selevkyalı hükümdarların, Yahudileri Helenistik fikir ve siyaset sistemlerine mecbur bırakmalarına karşı 175-143 seneleri arasında Makkabe'lerin isyanları sayesinde Yahudiler evvela dinî, sonra da siyasî hürriyet elde etmişlerdir. Selevkyalıların devrini müteakip Romalı hakimiyet devrinde tekrar Filistinli vatanperestlerin birçok isyan hareketleri meydana gelmiştir.

     

    O zaman da, Eski Ahid çeşitli kaynaklardan gelen, çeşitli yazar tertip edicilerin izlerini gösteren rivâyet, hikayet, tarihi ve şairane kısımlarının bir kül haline getirilmesinden sonra şimdiki şeklini almağa başlamıştır (A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, III).

     

    "Yahudiliğin Helenistik dönem"i İ.Ö. 63-İ.S.135 arasında süren Roma egemenliğine kadar devam etti.

     

    Roma egemenliği sırasında bağımsız devlet fikri yoğunlaştı. Hristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte o yıllar Yahudilik en önemli mezhep çatışmaları yaşadı.

     

    Birbirini takip eden başarısız ayaklanmalar Yahudilikte büyük yıkıma yol açtı. Bunun ardından (doğal olarak) Yahudilik kendi içine dönmeye başladı. Bu dönem, "Talmud'un geliştirilmesi" adıyla II. yüzyıldan XVIII. yüzyıla değin sürdü. Filistin ve Babil'deki amoralar Filistin ve Babil talmudlarını vücuda getirdiler. Bunlardan Babil Talmudu Yahudi yaşamının o zamanlardaki temelini oluşturdu. Akdenizdeki Yahudi topluluğu V. yüzyılda parçalandıysa da Yahudi takviminin korunması ve hahamların çabalarıyla Avrupa'da Yahudi topluluğu tutunabildi. Diğer yandan Filistin'den Babil'e geçen hahamlık kurumu Yahudiliğin Şeriat sistemini bu yeni ülkenin şartlarına başarıyla uyguladı. VII. ve VIII. yüzyılda İslâm'ın genişlemesiyle birlikte "goon" adıyla anılan Babilli Yahudi önderler kendi geleneklerini bütün yahudi toplumlarına ulaştırdılar.

     

    Ortaçağda Yahudilik, kültürel köklerini Babil'e dayandıran Sefardi Yahudileri (ki bunlar Endülüs-İspanya'da idiler. Bunlar Müslüman-Arap kültüründen etkilenmişlerdir) ve Aşkenazi yahudileri (ki bunlar da Avrupa'nın latin-hristiyan kültüründen etkilenmiş Fransız-Alman Yahudileridir) türünde biçimlenmişlerdir. Yine XII. yüzyılda Alman Aşkenazileri arasında Hasidilik, XIII. yüzyılda Provence ve Kuzey İspanya'daki Talmud akademilerinde ortaya tefekküre dayalı olarak çıkan bir Kabala türü de Yahudi mistisizminin en tipik örneklerini oluştururlar. Bütün bu sayılan kültürlerin arasında çeşitli çatışmalar ortaya çıktı. Gerek bu çatışmalar, gerek hristiyan yöneticilerin baskıları ve gerekse 1306 yılında Fransa'dan Yahudilerin sürülmesi Yahudi kültürünü çözümsüz ve bağlılarının açıktan dinî bağlılığı söyleyememesi dolayısıyla dinin bağlılar açısından kendi içinde kalmasına sebep olmuş, bu durum XVIII. yüzyıla kadar sürmüştür.

     

    XVIII. yüzyıldan sonraki en önemli hareket Haskala adıyla bilinen Yahudi aydınlanması olarak gerçekleşti. Bu dönemde Haskala özellikle Rusya'da ruhbanlık karşıtı bir harekete dönüştü, toplumsal ve ekonomik reform talepleriyle birlikte gelişerek yayılma ortamı buldu. Batı Avrupa'da 1800-1815'te Napolyon döneminde başlayan "Yahudi Reformu Hareketi" de Haskala'ın ürünü sayılır. Reformcu yahudilik Almanya'da 1840'larda kurumlaşırken Avrupa'nın büyük bölümünde başarısız kaldı. Ancak ABD'de yaygınlaştı.

     

    Yine bu yıllarda "fanatik yahudilik" (1845) Almanya'sında görüldü. Fanatik Yahudilikte de günümüze değin sürecek gelenekçilik hakimdi.

     

    XIX.y.y'larda dindışı özellikleriyle "siyonizm hareketi" reform hareketlerinin sonuçlarından birisi olması açısından önemlidir. Siyonist hareket ulusal canlanma ve ana yurda dönme yönünde geliştirdiği plan ve programla 1948'de İsrail Devleti'nin kurulmasını sağlayacak kadar Yahudilik açısından başanlıydı.

     

    II. Dünya savaşı sıralarında Nazi Almanya'sının giriştiği Yahudi soykırımından bu yana Yahudilerin yerleşim açısından temel olarak Avrupa'nın dışında İsrail, SSCB ve ABD'de toplandıkları dikkat çeker.

     

    Günümüzdeki Yahudi İsrail Devleti resmen "gelenekçi yahudiliği" benimsemiştir.

     

    Bu genel bilgiden sonra, bu kavmin dünya literatüründe "Yahûdî, İbrânî, İsrail oğulları" gibi terimlerle adlandırılmasının kısaca açıklanması yapılacaktır. Çünkü konunun iyi anlaşılabilmesi bu terimlerin bilinmesine bağlıdır:

     

    Yahudî: Hz. İshâk'ın oğlu Hz. Yâkûb'un on iki oğlu vardı; dördüncü oğlunun adı "Yuda" veya "Yahuda" idi. Bu nedenle onun adına dayanarak İsrailoğullarına, "Yahudî" denmiştir. Filistin'in göneyinde kurulan Yuda veya Yahuda Krallığı da, ayrıca bu adın kaynağı olarak ileri sürülmektedir. Çünkü (Ürdün'ün batısı, Samiriye'nin güneyindeki bölge, yuda veya Yahuda adına nisbet ediliyordu. Esaretten sonra genel olarak halk "İsrailliler" diye adlandırılırken, şahıslar birbirine "Yahudi" diyorlardı.

     

    Böylece onların torunları da günümüze kadar bu adla anıldılar.

     

    İbrânî: Bu kelime, "İbrî" veya "Hibrî" kelimelerinden gelmektedir. Bu kelimeler, M.Ö. XV-XIV. yüzyıllarda Filistin'de görülen göçebe bir kabîlenin adıdır; "öte tarafın insanları" anlamında, Fırat ve Ürdün nehirlerinin öbür kıyısından gelmiş olan göçmenleri ifade eder. Yahûdîlere bu ad, Ken'an ülkesinin yerlileri tarafından verilmiştir. Bu konuda Yahûdî mukaddes kitabında bilgi verilmektedir (Tekvîn, XI/27-28; Tesniye, XXVI/5-6).

     

    İsrâîl: Bu kelime, Tanrı ve insanlarla güreşip yenen anlamında Hz. Yâkûb'a, Tanrı tarafından verilmiş bir lâkabdır. Bu husus, Tevrât'ta yer almaktadır (Tekvîn, XXXII/28; XXXV/9-15; Hoşea, XII/4-5). Yahûdi Ansiklopedisinde kelimenin asıl anlamının belirsiz olduğu, Tevrat'ta "Tanrı ile güreşen" şeklinde yer almasına rağmen, "Tanrı ile mücâdele eden" anlamına gelebileceği belirtilmektedir. (The Universal Jevish Encyc, V/613). Taberî ise, Hz. Yâkub'a gece içinde Allah'a giden anlamında "İsrâil" dendiğini yazmaktadır (Taberî, Thiru't-Taberî, I/320). Ayrıca on iki Yahudî kabîlesi de "İsrail” adıyla anılmaktadır (Çıkış Hurûc, III/16). Ancak, bu adın, Hz. Süleymân'dan sonra ikiye ayrılan ülkenin kuzeyinde kalan bölümünü teşkil eden kabîlelerin krallığını nitelendirmek üzere kullanıldığını belirtmek gerekir. Bununla birlikte Bâbil Sürgününden sonra Yahûda (Yuda)'ya geri dönen İbrânîler, Yahûda kabilesine mensup olmalarına rağmen, genel olarak "İsrailliler" adını aldılar.

     

    Yahûdî inancına göre bu ad Yâkûb'a, Tanrı tarafından verilmiştir. Bu nedenle Yahûdîlik milli bir din, Yahova da millî bir tanrı olarak kabul edilmiştir. Onlara göre İsrail oğulları seçkin bir kavimdir. Sonraları bu ad genelde, bütün Yahudileri kapsayacak bir biçimde kullanılmıştır. Bugünkü Yahudi Cumhuriyeti de bu adı kullanmaktadır.

     

    Bu kavim, Ken'an diyarına (Filistin) yerleşmeden önce "İbrânî", orada "İsrailliler", Sürgün'den sonra da genelde "İsrailoğulları", ferden "Yahudi" şeklinde adlandırmıştır. Ancak bu üç terim, birbirinin yerine kullanılmış ve halen kullanılmaktadır; yani, üçüyle de aynı din mensuptan ve aynı topluluk ifade edilmektedir (G. Tûmer-A.Küçük, Dinler Tarihi, 110-111; Dinler Tarihi Ansiklopedisi, II 361 vd).

     

    Tevrât'a Göre Yahûdîliğin Tarihçesi

     

    Yahûdîliğin tarihçesi, onların kutsal tarihini oluşturan mukaddes kitaplarına dayanır. Mukaddes kitap, âlem'in ve ilk insanın yaratılışından, peygamber Malaki'ye kadar geçen olayları içinde bulundurur.

     

    Samî ırkından sayılan İbrânîler, kildânilerin Ur şehrinden çıkıp Harran'a gelirler (Tekvîn, XI/27-30). Yahve (Tanrı), Abram'a (Hz. İbrahîm) Harran bölgesinden, Ken'an diyarına göçmesini buyurur. O da karısı Saray'ı, kardeşinin oğlu Lut'u (Hz. Lût) ve Harran'da kazandıklarını da yanına alarak Ken'an diyarına varırlar. O zamanlar orada Ken'ânîler bulunmaktaydı. Tanrı, Abram'a görünüp o ülkeyi, onun nesline vereceğini bildirir. Abram da, kendine görünen Rab için bir mezbah (kurban kesme yeri) yapar. Memlekette kıtlık çıkınca Abram, Mısır'a gider. Mısır'a yaklaştıklarında Abram, karısı Saray şöyle der: "İşte biliyorum ki, sen görünüşü güzel bir kadınsın; ve olur ki Mısırlılar seni görünce: Bu, onun karısıdır derler ve beni öldürürler, fakat seni sağ bırakırlar. Senin yüzünden bana iyi davranılsın, senin sebebinle canım yaşasın diye: Onun kız kardeşiyim' de. Ve vâkî oldu ki, Abram Mısır'a girdiği zaman, Mısırlılar kadının çok güzel olduğunu gördüler ve Firavun'un emîrleri onu gördüler ve onu Firavun'a medhettiler; kadın, Firavun'un sarayına alındı. Ve onun yüzünden Abram'a iyi davrandı; ve onun koyunları, sığırları oldu. Ve Rab, Abram'ın karısı Sara'dan dolayı, Firavun'u ve onun sarayını büyük vuruşlarla vurdu. Ve Firavun, Abram'ı çağırıp dedi: Bana bu yaptığın nedir? Bu senin karın olduğunu niçin bana bildirmedin? Niçin, Bu benim kız kardeşimdir' dedin, ben de onu karı olarak aldım ve şimdi, işte karın, al ve git! Ve onların hakkında Firavun adamlara emretti; ve onu ve karısını ve kendisine ait olan her şeyi gönderdiler" (Tekvîn, XII/1-20).

     

    Abram ve beraberindekiler, Mısır'dan böylece ayrıldılar. Çok zengindirler. Çobanları arasındaki bir tartışmadan sonra Abram'la Lut, birbirinden ayrılırlar. Lut, doğuya doğru gider. Abram ise, Ken'an diyarında oturur. Abram, bulunduğu bölgede hakimiyetini kabul ettirir ve bu arada esir edilen kardeşi (daha önce kardeşinin oğlu olarak belirtilir. Bkz. Tekvîn, XII/5. Karş. Tekvîn, XIV/14-16) Lut'u kurtarıp yanına alır (Tekvîn, XIII-XIV. Bâb.).

     

    Bu olaylardan sonra Rab, rüyâsında Abram'a görünür, ona yardım edeceğini bildirir. Abram, O'ndan zürriyet ister. Tanrı da vereceğini vâdeder. Karısı Saray'ın teklifi üzerine câriyesi Hacer ile evlenir ve ondan İsmail doğar. Bu sırada Abram, seksen altı yaşındadır (Tekvîn, XI-XIV. BâB). Doksan dokuz yaşına geldiğinde Tanrı ona görünür ve onun zürriyetini çoğaltacağını bildirir. Bunun üzerine Abram, yüzüstü düşer ve Allah, onunla şöyle konuşur: "Ben ise, işte, ahdim seninledir ve birçok milletlerin babası olacaksın ve artık adın Abram (yüce baba anlamında) çağırılmayacak, fakat İbrahim (cumhûr -halk, umûm-'un babası anlamında) olacak; çünkü seni birçok milletlerin babası ettim. Ve seni ziyâdesiyle semereli kılacağım ve seni milletler yapacağım ve senden sonra zürriyetini, Allah olmak için seninle ve senden sonra zürriyetinle benim aramda ahdimi, nesillerince ebedî ahid olarak sabit kılacağım. Ve senin gurbet diyarını, bütün Ken'an diyarını, sana ve senden sonra zürriyetine ebedî mülk olarak vereceğim ve onların Allah'ı olacağım" (Tekvîn, XVII/1-8).

     

    Allah, İbrahim'den ve zürriyetinden gelecek olanlardan ahid olarak her erkek çocuğun sünnet edilmesini ister. Yine Allah, İbrahim'e, karısı Saray'ın, bundan sonra Sara (prenses anlamında) olarak çağırılmasını ve ondan bir oğul vereceğini, adının da İshak olacağını bildirir. Böylece Sara, Hacer'i kıskanmaktan kurtulmuş olacaktır.

     

    İbrahim, ahid gereği, kendisi doksan dokuz, İsmail de on üç yaşında iken, aynı gün sünnet olurlar. Öte yandan Sara, İshâk'ı doğurur. İbrahim, oğlu İshâk'ı sekiz günlükken sünnet ettirir. Çocuk büyüyüp sütten kesildiğinde İbrahim, oğlu için büyük bir ziyâfet verir. Bu sırada İsmail'in güldüğünü gören Sara, İbrahim'den, onu kovmasını ister. Bu durum İbrahim'e kötü görünür. Ancak Allah, İbrahim'e, Sara'nın dediğini yapmasını, çünkü neslinin, İshâk'ın adıyla çağrılacağını söyler. Hacer, İsmail'i alıp çöle gider (Tekvîn, XVII/19-27; XXIXII. BâB).

     

    Bir gün Allah, İbrahim'i denemek için, ondan biricik oğlu İshâk'ı kurban etmesini ister (İslâm'a göre Hz. İsmail) İbrahim emri yerine getirmek üzere bir mezbah yapıp bıçağı eline aldığında Rabb'ın Meleği göklerden ona çağırıp çocuğu boğazlamamasını, çünkü emri yerine getirdiğini bildirir. Bunun üzerine İbrahim, gözlerini kaldırdığında, çalılıkta bir koçun hazır olduğunu görür ve onu kurban eder. Bu olay üzerine Rab, ona, sözünü yerine getirdiğinden dolayı, zürriyetinin düşmanlarının kapısına hâkim olacağını ve zürriyetinden gelen bütün milletlerin mübârek kılınacağını bildirir (Tekvîn, XXV/1-20).

     

    İbrahim, yüz yetmiş beş yaşında iken ölür. "Ve oğulları İshâk ve İsmail onu Mamre karşısında olan Makpela Mağarasına, Hitti Tsohar oğlu Efro'nun tarlasına, İbrahim'in Het oğullarından satın aldığı tarlaya gömdüler. İbrahim ve karısı Sara, oraya gömüldüler ve vâkî oldu ki, Allah, İbrahim'in ölümünden sonra İshâk'ı mübârek kıldı" (Tekvîn, XXV/8-11).

     

    İshâk'ın çocuğu olmadığından Rabb'a yalvarır, Esav ve Yakub adlı iki oğlu olur. Bir gün ülkesindeki kıtlık sebebiyle İshâk, Filistinlerin kralı Abimelek'in ülkesi Gera'ya gider. Orada karısını, kızkardeşi olarak tanıtır. Durumu anlayan Kral, niçin böyle yaptığını sorar. O da, elinden alınıp kendisine zarar gelme korkusundan böyle yaptığını söyler (Babası Abram (İbrahim)in aynı hareketini karşılaştırmak için bkz. Tekvîn, XII/10-20; XVI/6-12). Bunun üzerine Kral, onları korur. Varlık sahibi olurlar. Ancak, Filistinler, onları kıskanarak ülkelerinden çıkarırlar.

     

    İshâk artık yaşlanmış ve gözleri görmez olmuştur. Bunun üzerine Yakub, babasının sevdiği Esav'ın yerine, hîle ile kendisini mübârek kıldırır. Bunu öğrenen Esav çok sinirlenir ve onu öldüreceğini söyler. Yakub, Harran'a gitmek üzere oradan ayrılır. Gecelediği yerde, rüyâsında, yerden göğe doğru yükselen bir merdiven görür. Bu merdivenden, Allah'ın melekleri çıkıp inmektedir. Başı, göklere ermiştir. Rab, ona şöyle der: "Baban İbrahim'in Allah'ı ve İshâk'ın Allah'ı Rab benim. Üzerinde yatmakta olduğun diyarı sana ve senin zürriyetine vereceğim; ve senin zürriyetin, yerin tozu gibi olacak ve garba ve şarka ve şimâle ve cenuba yayılacaksın ve yerin bütün kabîleleri senden ve zürriyetinde mübârek kılınacaktır..." (Tekvîn, XXVIII/13-15)..

     

    Yakub, uyanınca, "Burası Allah'ın evidir ve bu, göklerin kapısıdır" deyip oraya "Beyt el-Lehem" (Allah'ın evi) adını koyar; yoluna devam edip Harran'a ulaşır. Orada annesinin kardeşi Laban'ın yanında çalışır; onun iki kızı yanında, iki de câriyeden on iki oğlu ve bir de kızı olur. Onları alıp Ken'ân'a babasının yanına döner.

     

    Yakub, çocuklarından en çok Yusuf (Yosef)'u sever. Bu yüzden kardeşleri onu kıskanırlar. Yusuf, bir rüya görür ve kardeşlerine anlatır. Bu rüyâda, "kardeşleriyle birlikte bir tarlada buğday demetleri bağladıklarını, kendi demetinin dik durduğunu, ötekilerin demetlerinin ise, kendisininkinin çevresini kuşatıp eğildiklerini" söyler. Kardeşleri, bu rüyâdan onun, kendilerine hâkim olacağı anlamını çıkarırlar, ona karşı kin ve kıskançlıkları artar. Yusuf, bir başka rüyâsında güneş, ay ve on bir yıldızın, kendisine secde ettiğini görür. Bu rüyâyı babası ve kardeşlerine anlattığında, babası onu azarlayıp, "Gerçek ben ve anan ve kardeşlerin yere kadar sana eğilmek için mi geleceğiz?" der. Kardeşleri onu kıskanırlar, babası da bu sözü yüreğinde tutar. Yakub, Yusuf'u sürüleri otlatmakta olan kardeşlerinin yanına gönderince onlar da onu, elbiselerini çıkararak bir kuyuya atarlar. Daha sonra da kuyudan çıkarıp onu, Mısır'a giden tüccarlara yirmi gümüşe satarlar. Babalarına, kardeşlerini bir canavarın yediğini söyleyip, onun kana batırılmış entarisini gösterirler.

     

    Yusuf, Mısır'da, Firavun'un bir memuru olan Potifar tarafından satın alınır. Potifar'ın karısı Yusuf'a aşık olup, ilgisine karşılık görmeyince iftira ederek onu hapse attırır (Tekvîn, XXXIX/20). Yusuf, hapisteyken, Firavun'un gördüğü bir rüyâyı tâbir ederek (yorumlayarak) hapisten kurtulur ve Firavun'un yanında önemli bir mevkie yükselir (Tekvîn, XLI/40). Daha sonra Filistin'de bulunan babası Yakub ve kardeşlerini Mısır'a getirtir. İsrail oğulları, böylece Mısır'a yerleşmiş olurlar (Tekvîn, XLIII. BâB). Önceleri burada rahat bir hayat geçiren Yahûdiler, zamanla büyük sıkıntılara, köleliğe düşerler (Çıkış, I/12-13). Onları bu sıkıntıdan kurtarıp "Arz-ı Mev'ûd"a (Vâdolunmuş toprak Filistin'e) döndüren Moşa (Hz. Mûsâ) olur (Tah. M.Ö, 1250).

     

    Musa, Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulup onları izleyememesi sonucu Yahûdileri, Sina'ya getirir. Burada, Sina Dağında, Hz. Mûsâ'ya Tevrât ve On Emir verilir. Yahûdiler Sina çölünde kırk yıl dolaşırlar. Mûsâ'dan sonra Yeşu onları Filistin'e götürür (Çıkış-Hurûc, VII-XL. Bâblar; Yeşu, I-XXIV. BâB). Filistin'de Hâkimler ve Krallar devrinden sonra Kral David (Hz. Dâvûd, M.Ö. 1013-973), Kudüs'ü alır ve Yahûdilerin en parlak devresini başlatır (bk. II. Samuel, V-IX. Bâblar). Oğlu Kral Şelomo (Hz. Süleymân, M.Ö. 973-933), babası tarafından hazırlatılan yere kutsal Mâbed'i inşa ettirir. O zamana kadar bir çadırda korunan ve içinde On Emir tabletleri bulunan mukaddes Ahid Sandığı, Mâbed'in bir odasına konur (bk. I. Krallar, V-IX. Bâblar).

     

    Hz. Süleymân'ın ölümünden sonra krallık, güneyde Yuda (Yahuda), kuzeyde İsrail olmak üzere ikiye ayrılır (I. Krallar, XI-XII. Bâblar vd.). On kabîle, İsrail; ikisi de, Yuda Krallığına bağlanır. Önce İsrail Krallığı, Asurlular tarafından M.Ö. 721'de; sonra da Yuda Krallığı Babilliler tarafından M.Ö. 586'da yıkılır. Mâbed tahrîb edilir ve Yahûdiler, Babil'e sürgün edilir. Sürgünde Yahûdi halkı, Ezra'nın çevresinde birleşir ve M.Ö. 538'de Kudüs'e döner. Mâbed, M.Ö. 520'den sonra yeniden onarılır (bkz. Daniel, Ezra, Ester).

     

    Yahûdi Mukaddes Kitabı, önceki peygamberler kadar, sonraki küçük peygamberlere de yer verir. Bâbil Sürgünü döneminde İşaya, Yermiya (Yeremya) gibi peygamberler gelmiştir. İlya-Mesih'ten önceki peygamber, Malaki'dir.

     

    Yahûdi tarihinde Kudüs, İskender'den sonra Ağidler, Selefkî'lerin eline geçti. Mâbed (Tapınak), M.Ö.168'de yağma edildi. Makkabî'ler, yeniden hâkimiyeti sağladılarsa da, M.Ö. 63'de başlayan Roma esâreti dönemi, M.S. 70'de Roma'lı komutan Titus'un, Kudüs'ü ve bu arada Mâbed'i de yakıp-yıkmasıyla sonuçlandı. Yahudiler, dünyanın her tarafına dağıldılar. Mâbed'den arta kalan Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) yüzyıllarca onlarda millî ve dinî şuûru ayakta tutmuştur. Mesîh inancının verdiği ümit, onlarda bu şuûrun devamlı varlığını sürdürmesini temîn etmiştir.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.