nail_amudi tarafından postalanan herşey
-
DÜNYA MAYINLAR GÜNÜ’NDE PKK MAYINLARI CAN ALMAYA DEVAM EDİYOR
DÜNYA MAYINLAR GÜNÜ’NDE PKK MAYINLARI CAN ALMAYA DEVAM EDİYOR Kör terörün karşımıza ne zaman ve nerede çıkacağı hiç belli olmaz. Bazen pusuya yatar, bazen baskın yapar, çoğu zaman da arkadan vurur. Çünkü kalleştir. Lakin, kalleşin de kalleşi var. O da “mayın”… Korkaklığın sanayileşmiş hali. Utanmazlığın, *****liğin toprağa gömülmüş olanı. Alçaklığın yer dibindeki uzantısı… “Dünya Mayınlarla Mücadele Günü” (4 Nisan) dolayısıyla bir basın toplantısı düzenleyen BM Genel Sekreteri Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, “Mayınların insanlık için felaket olduğunu, 84 ülkenin mayınlar nedeniyle sıkıntı yaşadığını, dünyada her yıl yaklaşık 20 bin çocuğun ve yetişkinin mayın kurbanı olduğunu, özellikle terör örgütlerinin son yıllarda mayınlama eylemlerine yöneldiğini ve bu tür eylemlerden en büyük zararı sivillerin gördüğünü” vurguladı. Mayınsız Bir Türkiye Girişimi Bölge Temsilcisi Cengiz Analay da, İnsan Hakları Derneği’nde yaptığı basın toplantısında (4 Nisan 2007), Mayın Bilincini Geliştirme Günün’nde iyi haberleri olmadığını, mayınların bilinenin aksine savaşlardan daha fazla barış zamanlarında yoğun şekilde kullanıldığını, cins, dil, inanç ve düşünce farkı gözetmeksizin masum insanları hedef aldığını belirterek, “Maalesef, mayınlar Türkiye’de ve dünyada can almaya devam ediyor. Türkiye’de tablo hiç iç açıcı değil. Her yıl ortalama 180 kişi mayınların kurbanı oluyor veya sakat kalıyor. Uzaktan kumandayla patlatılan mayınlar, güvenlik güçlerinin yanı sıra, çocukları, kadınları da hedef alıyor. Toplumumuz mayınlar konusunda daha duyarlı olmalı ve sivilleri hedef alan bu tür saldırıları nefretle kınamalılar” diyerek, mayınlara karşı kamuoyuna “acil eylem” çağrısında bulundu. Dünya Mayınlarla Mücadele Günü üzerinden bir hafta geçmeden (11 Nisan 2006) televizyon ekranlarına ve gazetelere yansıyan bir haber, terörün ve mayınların korkunç boyutunu bir kere daha gözler önüne serdi; “PKK mayınları Van’ın Çatak ilçesinde yine can aldı: 1 çocuk parçalanarak öldü, 3’ü ağır yaralı!..” Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon ve Mayınsız Bir Türkiye Girişimi Sözcüsü Cengiz Analay’ın da dikkat çektiği üzere, terör örgütleri tarafından kolay bir eylem biçimi olması nedeniyle son yıllarda yaygın şekilde kullanılan mayınlar, PKK için de özel bir anlam içeriyor. PKK’lı teröristlerce döşenen mayınlar, başta çocuklar olmak üzere, masum ve korunmasız yüzlerce kişinin ölümüne ya da sakat kalmasına neden oluyor. Oysa, 26 Temmuz 2006’da PKK’nın yayın organlarına yansıyan haberlerde, “PKK, İsviçre’de Cenevre Çağrısı Örgütü yetkilileri ile yaptığı görüşme sonrasında, kara mayınlarını kullanmamayı kabul etti” deniliyordu. PKK’nın televizyonu Roj TV’ye konuşan örgüt sözcüsü Fehman Hüseyin, mayınlardan en fazla sivillerin zarar gördüğünü, PKK’nın, kara mayınlarının kullanılmaması yönündeki anlaşmaları kabul ettiğini ve bu konuda uluslararası kuruluşların denetimine açık olduklarını ilan etmişti. Bu açıklamalarının üzerinden 6 ay geçmedi, aralarında 88’i çocuk, 100’ün üzerinde sivil mayınların kurbanı oldu. PKK tarafından son dönemde yaygın olarak kullanılan uzaktan kumandalı bomba ve mayın patlatma türü eylemler, hedef gözetmemesi nedeniyle insanlık dışı olarak nitelendiriliyor. Türkiye’de terör örgütünün mayınlarına en çok kurban veren illerin başında; Tunceli, Bingöl, Siirt, Diyarbakır ve Van geliyor. Gözü dönmüş örgüt mensupları, yerleşim bölgelerinde, mezralarda veya herhangi bir köyün etrafında, yolunda, patikasında mayın arazileri oluşturmaya devam ediyorlar. Bu arazilerde yaşayan siviller her gün ölümle ve uzuvlarını kaybetmek riskiyle karşı karşıyalar. PKK’lı kadrolarının birbirleriyle yaptıkları telsiz konuşmalarında “Mayın tarlasında hasılat nasıl?.. Birkaç yüz ölü, bin kadar bacak, yarısı baldırdan aşağı, bir de el ve çok sayıda parmak, birkaç göz, kulak…” diyerek sohbet ettikleri yönünde internet sitelerine yansıyan haberler, insanın kanını donduruyor. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi Müdürü Prof.Dr.Muammer Kaya’nın, “mayın mağdurları”nı konu alan basın toplantısındaki şu sözleri, aslında terörün korkunç boyutunu gözler önüne sermeye yetiyor; “PKK terör örgütü tarafından döşenen mayınlara basma sonucunda Türkiye’de 1999-2006 yılları arasında 589’ü sivil, 988 kişi öldü, 3 binin üzerinde kişi de sakat kaldı.” PKK paramiliter örgütü ile mücadelede en küçük bir olayda dünyayı ayağa kaldıran İnsan Hakları Dernekleri, elini, kolunu, bacağını, yüzünü, gözünü, canını PKK mayınına kurban veren çocukların acı çığlıkları karşısında da suskun kalabilecekler mi?.. Susmak, onaylamaktır. Sivil toplum örgütleri, isimlerine yakışır hareket etmezlerse, bırakın toplumu, kendi vicdanlarına karşı nasıl dürüst kalacaklar?.. Nail Amudi [email protected]
-
ŞİDDETTE ISRARIN SONU!..TABANINI KAYBEDEN PKK, DTP’Nİ DE ERİTTİ!..
ŞİDDETTE ISRARIN SONU!..TABANINI KAYBEDEN PKK, DTP’Nİ DE ERİTTİ!.. Tarihi doğru okuyamayan ve olmayacak taleplerde bulunarak, şiddet politikasında ısrarlı olan PKK, hem kitle desteğini büyük oranda kaybetti, hem de Kasım 2007’de yapılacak genel seçimler öncesinde “etnik milliyetçilik” siyaseti yaparak prim sağlayabileceğini düşünen Demokratik Toplum Partisi’nin erimesine neden oluyor. Nevruz kutlamalarının, endişelerinin aksine, büyük bir olay çıkmadan tamamlanmasında, hem güvenlik güçlerinin sağduyulu yaklaşımlarının, hem de düzenleme komitelerinin PKK’nın şiddet tuzağına düşmeyen yaklaşımlarının büyük rolü olmuştur. Bölgede yaşayan arkadaşlarımdan bilgisayarıma gelen haberler, başta Diyarbakır olmak üzere, PKK’nın halen güçlü olduğunu iddia ettiği birçok yörede, her türlü baskı ve şantaja rağmen Nevruz kutlamalarına katılımın geçen yıllara göre çok az, coşku düzeyinin de daha düşük kaldığına işaret ediyor. Bu gelişmelerin en temel nedeni; bölge halkının artık şiddete dayalı politikalardan yorgun düşmüş olmasıdır. Türkiye’nin, son yıllarda demokratikleşme alanındaki önemli çabaları, bölgeye yönelik sosyal ve ekonomik kalkınma projeleri ve hukuk reformlarına rağmen, halen PKK ve uzantısı oluşumların şiddet ve etnik milliyetçiliği esas alan siyasetten vazgeçmemeleri, sivillere yönelik eylemlerin sürmesi, mayınların can almaya devam etmesi, çocukları hedef alacak kadar kör terör anlayışının öne çıkması, esnaflara ve işadamlarına yönelik haraç alma ve saldırılar, bölge halkını PKK’ya karşı sesini yükseltmesine neden olmuştur. Çocuklara yönelik bombalı eylem sonrasında Şemdinli’de 40 bin kişinin PKK’ya karşı yürümesi, halkın artık PKK’dan korkmadığının, şiddete boyun eğmeyeceğinin ve devletin bölgeye yönelik yatırımlarına (sosyal, ekonomik, kültürel, eğitim) sahip çıkacağının en önemli işaretidir. Şiddetin, temelde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan halkın çıkarları aleyhine işlediği gerçeği net bir şekilde görüldü. Geçen yıl Diyarbakır’da meydana gelen olaylar buna tuz biber ekti. PKK’nın sokak eylemleri ve kepenk kapatma baskılarından en çok zararı bölge esnafı ve iş çevreleri gördü. Bölgenin ileri gelen işadamları, şiddeti destekleyen siyasi akımların kendilerine nasıl zarar verdiğini fark etti ve bunu açıkça, korkusuzca kamuoyuna deklare etti. “Barış İçin Diyarbakır Girişimi” tarafından düzenlenen panele katılan Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Şah İsmail Bedirhanoğlu, “Bölgede şiddet ve çatışma var olduğu sürece Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin sosyal, ekonomik, kültürel kalkınması mümkün değil. Bölge halkı adına PKK’ya bir kere daha sesleniyor ve şiddeti yöntem olarak kullanmaktan vazgeçerek, sorunun çözümü için silah bırakmaya çağırıyoruz. PKK, demokrasi ve ekonomik kalkınma sürecinin önünü kesmemeli” diyerek, bölge halkının PKK şiddetinden duyduğu rahatsızlığa tercüman olmuştu. Yine, sorunların demokratik sistem içerisinde çözülmesinden yana olduklarını vurgulayan İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi Başkanı Selahattin Demirtaş ise, “Türk-Kürt birlikteliğinin ve barışın temellerinin sanıldığından daha güçlü olduğunu” vurgulayarak, “Bu birlikteliği ve barış ortamını bozmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Sorunların çözümü silahta değildir. PKK, Kürtlerin haklarını savunuyorsa, silah bırakmalı ve demokratik sürecin önünü tıkamamalıdır” demişti. Bugün ortaya çıkan tabloya şöyle bir bakacak olursak; PKK’nın kitle desteğinin hızla eridiği, buna bağlı olarak da “Türkiye partisi” olduğu yönündeki söylemlerin aksine, PKK-İmralı çizgisi ve denetiminden bir türlü çıkamayan ve “etnik milliyetçilik” politikasına bel bağlayan DTP’nin de bu erimeden büyük oranda payını aldığıdır. Bu gelişmenin, önümüzdeki seçimlerde sandığa yansıması sürpriz olmayacaktır. İster ittifakla girsin, ister çeşitli illerden bağımsız adaylar gösterilsin, DTP’nin zihinlerindeki sayıda Meclis’te temsil olanağı bulamaması yüksek bir ihtimal olarak görünüyor. Çünkü, İmralı’dan ve Kandil’den gelen farklı talimatlarla kafası karışan DTP, bölge halkının taleplerine ve sorunlarına doğrudan cevap veremeyen sığ bir siyasi hareket olarak kan kaybedecek, hatta yok olacaktır. Kitle desteği olmayan bir hareketin ayakta kalma şansı yoktur. Zira, sel felaketinin yaralarını hala saramayan, kanalizasyon şebekesi çöktüğü için hava sıcaklığının artışıyla birlikte salgın hastalık tehlikesiyle burun buruna gelme ihtimali yüksek Diyarbakır, Batman, Siirt gibi illerde DTP’li belediyelerin, halkın ve şehirlerin sorunlarıyla ilgilenmek gibi asli görevlerini unutup, yargılanarak ömür boyu hapse mahkum olmuş ve dünyada eşi benzeri olmayacak şekilde rahat bir cezaevinde cezasını çeken Abdullah Öcalan’ın saç teliyle ve “Sayın” kelimesi gibi halkın beklentilerinden ve taleplerinden uzak konularla göz boyamaya çalışması sonucunda, halkın desteğini kaybetmesi de elbette kaçınılmaz olacaktır. PKK, hızla çözülüyor. Örgüt içi gruplaşmalar ve iktidar/rant kavgaları bu çözülmeyi hızlandırıyor. Hükümetten "çözüme dönük güven verici adımlar" gelmesi halinde, ateşkesi gündemlerine alacaklarını söyleyen PKK yöneticilerinin asıl kendilerinden kaynaklı güven sorununu nasıl giderebileceklerini göstermeleri gerekiyor. Bunun için PKK yöneticileri, ikide bir ortaya çıkıp Mayıs’ta “şiddetin yeniden tırmanacağı” yönünde tehditler savurmak yerine, silahlı güçlerini sınır dışına çıkartacaklarını ve yakın zamanda silah bırakacaklarını beyan ederlerse, sorunun köklü çözümüne olanak sağlayacak yeni bir zeminin oluşmasına katkı sunabilirler. Yok öyle yapmazlar da, "ya benimle çözersiniz ya da size çözdürtmem!" tehdidini savurmaya devam ederlerse, işte o zaman çözümsüzlüğe katkı sunmuş olurlar ve sadece Avrupa ülkeleri, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’yi değil, “silahlı mücadelede ısrar politikasıyla” Kürtleri de, bu defa her zamankinden daha sert bir şekilde karşılarında bulacaklardır. KONDA’nın Milliyet Gazetesi’nde bir hafta süreyle yayınlanan anket sonuçları, başta Kürtler olmak üzere, Türkiye’de yaşayan herkesin şiddet istemediğini ve sorunun çözümü için PKK’nın mutlaka silah bırakması gerektiğini ortaya koymaktadır. Türkiye’de yaşayan sağduyu sahibi herkes şunu unutmamalı: Irkı, dili, dini, cinsi, mezhebi ne olursa olsun, hoşgörü, öbürünü rencide edecek her türlü yaklaşımdan kaçınmak, sosyal münasebetler, evlilik yoluyla kaynaşmadan ödün verilmeden; kasisli, keskin virajlı, uçurumlu yoldan demokrasinin, insan haklarının, eşitliğin ve hukukun egemen olduğu yöne doğru emin adımlarla, düşmeden yola devam. Binlerce yıldır birlikte yaşama iradesini göstermeyi başaranlar, bu defa da başaracaksınız!.. Nail Amudi Nail Amudi
-
PKK’DA NELER OLUYOR? LİDERLİK RANT KAVGASI VE HİZİPLEŞMEDE SON DURAK
PKK’DA NELER OLUYOR? LİDERLİK RANT KAVGASI VE HİZİPLEŞMEDE SON DURAK: TOPLU İNTİHARLAR!.. Murat Karayılan, Cemil Bayık, Fehman Hüseyin, Sabri Ok, Remzi Kartal, Zübeyir Aydar Ateşkes kararına rağmen şiddet eylemlerini sürdürmesi nedeniyle Avrupa ülkelerinin yanı sıra, İran, Suriye ve Türkiye’de örgüte yönelik operasyonların aralıksız sürmesi sonucunda köşeye sıkışan PKK’da, Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrasında tırmanan liderlik/rant kavgası, “Türkiyeli-Suriyeli”, “Bingöllü-Urfalı”, “DTP-PKK”, “Kandil-İmralı”, “kadın-erkek” şeklinde hizipleşmelerle boyutlanırken, örgüt içerisinde “güvercinler-şahinler” arasında da “ateşkesin uzatılarak, silah bırakılması sürecinin başlatılması” veya “silahlı eylemlerin tırmandırılması” konularındaki görüş ayrılıkları had safhaya ulaştı. Kandil Dağı’nda Murat Karayılan, Fehman Hüseyin ve Cemil Bayık üçgeninde yaşanan liderlik/rant kavgası ve örgüt içi hesaplaşmaya, Avrupa alanının yanı sıra, PKK’nın siyasi uzantısı ve vekil partisi konumundaki DTP’nin yöneticileri ile cezaevi çıkışlıların da dahil olması, “PKK’da neler oluyor? Örgütü kim yönetiyor?” tartışmalarını gündeme taşıdı. PKK yöneticilerinin, Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarını bahane ederek, Mayıs ayı ile birlikte şiddetin tırmandırılacağı yönündeki açıklamaları sonrasında örgüte yönelik operasyonların yoğunlaşmasıyla sürekli kayıplar veren PKK’da, örgüt içi hizipleşme, liderlik/rant kavgası, kadınlara yönelik ahlak dışı uygulamaların da baskısıyla örgüt kadrolarının psikolojik bunalıma düştükleri ve toplu kaçışların, intiharların, teslim olmaların, infazların örgütün dağılma sürecini hızlandırdığı belirtiliyor. Yerel kaynaklara göre, Kandil Dağı’na yakın bir bölgede faaliyet gösteren 11 PKK’lının toplu olarak intihar ettikleri öğrenildi. Örgüt tarafından “psikolojik bunalımdaydılar, dağ ortamına ayak uyduramadılar, ajanlık yapıyorlardı” vb. açıklamaların inandırıcı olmadığına işaret eden aynı kaynaklar, ölenlerin çoğunluğunun bayan olmalarının, toplu intihardan ziyade örgüt içi infaz olabileceğini öne sürüyorlar. Geçen haftalarda “Bürüsk” kod adlı Galip Enyüce’nin, sorumluluğu altında bulunan 7 arkadaşını mağarada kurşuna dizerek öldürdükten sonra güvenlik güçlerine teslim olmasının yankıları sürerken, Şırnak'ın Silopi ilçesinde PKK'dan kaçmayı başaran “Yaprak” ve “Helin” kod adlı örgüt sorumlusu bayanların, örgütte taciz ve tecavüze uğrayan çok sayıda arkadaşları olduğunu belirterek, "Tecavüze, elle tacize uğrayanlar oluyor. Kadınlara tecavüz eden ve taciz edenlere ceza veriliyor, fakat bu çok az bir ceza. Oysa bayanlara yönelik cezalar infaza kadar gidiyor. Son dönemde bayan kadrolara yönelik psikolojik baskının dozajı öylesine arttı ki, kaçma planı yapan çok sayıda bayan kadro var” şeklindeki açıklamalarıyla, örgüt içinde yaşanan trajediyi gözler önüne serdiler. Öte yandan, yerel kaynaklara göre, geçen ay Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirilen PKK’nın 5.Kongresi, Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Fehman Hüseyin arasında liderlik/rant savaşına sahne oldu. Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrasında örgüt yönetimini ele geçiren Murat Karayılan’ın, İmralı Cezaevi’ndeki Abdullah Öcalan’ın açıklamalarına sansür uygulaması, örgütün yayın organının başına kendi adamlarını getirmesi, Abdullah Öcalan’ın geçmişteki kararlarını eleştirmesi, Kani Yılmaz ve Ramazan Topbaş’ı öldürtmesi, örgütün Avrupa sorumlusu Rıza Altun’u görevden alarak yerine Canan Kurtyılmaz’ı getirmesi, PKK’nın silahlı kanadının başındaki Suriye kökenli Fehman Hüseyin ve yandaşlarına yönelik kapsamlı bir tasfiyeye girişmesi, Türkiye’li kadroları örgütün stratejik noktalarına yerleştirmesi, hem Kandil, hem Türkiye, hem de Avrupa alanında Murat Karayılan’a yönelik tepkileri doruk noktaya ulaştırdı. Murat Karayılan tarafından 5.Kongre öncesinde stratejik noktalardaki örgüt sorumlularına iletilen talimatta, PKK’nın yeni politikasını HPG kadrolarına aktarmada zaafiyet gösteren, ateşkes kararına rağmen, eylemlilik sürecinde ısrarlı olan HPG sorumlularının Kandil’e acil olarak özeleştiri vermeleri istenerek, örgütün yeni paradigmasını anlayamayan, kadrolara anlatamayan veya anlatmayan HPG yönetim kadrolarının değiştirilmesinin öneminin vurgulanması, örgüt içerisinde ipleri iyiden iyiye gerdi. Öte yandan, Avrupa alanında Murat Karayılan tarafından Rıza Altun’un yerine görevlendirilen Canan Kurtyılmaz ve Nedim Seven’in geçen ay Fransa’da tutuklanmaları sonrasında, ortaya çıkan boşluğu Zübeyir Aydar ve Remzi Kartal’ın doldurma çabaları, Kandil-Avrupa hattında yeni bir kavganın yaşanacağını gösteriyor. Ancak liderlik ve rant kavgasında asıl mücadelenin, Kandildeki baronlar ile Türkiye alanında DTP’nin varlığına rağmen siyasal alanda boy göstermeye başlayan ve Abdullah Öcalan tarafından “halef” olarak gösterilen Sabri Ok arasında yaşanması bekleniyor. Kandil Dağı’nda PKK’ya hakim olmaya çalışan Murat Karayılan, cezaevinden çıktıktan sonra örgütün liderliğine soyunan Sabri Ok’u “yıllardır sürdürülen silahlı mücadelenin rantını yemek”le suçlarken, Abdullah Öcalan’ın desteğini arkasına alan Sabri Ok’un ise, silahlı mücadele yerine demokrasi alanına geçilmesi gerektiği, Kandil’in misyonunu tamamladığı, silahlı eylemlerin mücadeleye büyük zarar verdiği, örgütün silahtan arındırılarak yeniden yapılandırılması ve silahtan rant sağlayanların biran önce yönetimden uzaklaştırılmaları gerektiği yönündeki söylemleri dikkat çekiyor. Abdullah Öcalan ile yakın temas içinde olan Sabri Ok’un, Kandil’in yanı sıra, Avrupa alanında öne çıkmaya çalışan Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar’ı da “yıllardır örgütün rantını Avrupa’da yemekle” suçladığı öne sürülüyor. Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile birlikte dağılma sürecini yaşayan PKK’da, Ortadoğu, Avrupa ve Türkiye alanında tırmanan rant/liderlik savaşının sancılı geçmesi bekleniyor. Nail Amudi Nail Amudi
-
KURT ISYANLARI, ASIRETLER, PKK, DTP UZERINE!..
KURT ISYANLARI, ASIRETLER, PKK, DTP UZERINE!.. ETNIK MILLIYETCILIK CIKMAZI 1925 Şeyh Sait isyanı tam bastırılmak üzereyken Fethi Okyar kabinesi değişti ve İsmet Paşa yeni hükümeti kurdu. İlk işi Takrir-i Sükûn Kanunu'nu çıkarmak oldu. Tarih daha sonra bu kanun çerçevesinde 17-18 Kürt isyanının daha bastırıldığını yazıyor. Tüm bu isyanları bastırırken devletin amaçları defalarca ilan ediliyor: Aşiretler arasındaki çatışmaları önleyerek, asayişi tesis etmek, Kürtleri askere almak, Kürtleri vergiye tabi tutmak, Kürt çocukların okula gitmesini sağlamak, Kürt aşiretleri yerleşik hale getirmek. Yani kanunlar çerçevesinde gerçekleştirilen bu harekâtlar, merkezi otoritenin tesisi, Kürtlerin ulus-devlet inşasına katılmasını ve toplumla bütünleştirilmesi için aşiret yapısının dağıtılmasını amaçlıyordu. Aslında bu isyanları bastırmak çok zor değildi. Osmanlı, aşiret yapısını imhaya yönelmediğinden, Tanzimat uygulamalarına karşı çıkan Bedirhan isyanını 1860'larda kolayca bastırmış ve ağa ailesini paşalık unvanlarına gark ederek İstanbul'a yerleştirmişti. Oysa aşiret yapısı; ilkel, ama çok güçlü, klan, kan bağı, geniş aile kavramlarıyla iç içe geçmiş, değerleri çevresiyle sürekli çatışma ve kahramanlık üzerine kurulmuş, katı bir hiyerarşiye sahip ve dış etkilere kapalı. Seyit denen din adamları rakip aşiretler arasında işbirliğini sağladığından din çok önemli. Hz. Muhammet, İslam'ı aşiret dışına çıkarıp evrensel din yapmıştı. Bu aşiretlerse, dini içeri hapsederek aşırı mutaassıp bir inanç sistemi yarattılar. Bu yapı, bugün bile Türkiye'nin laiklik sorununa olumsuz etkide bulunuyor. Öte yandan bu yapı, çokeşlilik, töre cinayetleri vb. örflerle kadını eziyor. Şimdi her alanda çok sayıda yetenekli Kürt var. Oysa aşiret yapısı dolayısıyla Kürtler tarihte kültür yaratacak simalar yetiştiremediler. Dilleri yeterince gelişemedi. Ekonomik faaliyetleri göçebe hayvancılığa inhisar etti. Bazı küçük ve kısa ömürlü emirlikler dışında siyasi varlıkları olmadı. Aşiret yapısı, şimdi Irak'ta da görüldüğü üzere, değil demokrasiye, millet ve devlet yaratmanın ilk adımlarını atmaya bile elverişli değil. Aşiret mensubu aşiretine çok güçlü aidiyet duygularıyla bağlı. Dış düşman karşısında diğer aşiretleri de kardeş görebiliyor. Ama bu bugünkü anlamıyla milliyetçilikten farklı bir duygu. İlk kez bir dış gücün büyük desteğiyle Irak’ın kuzeyinde aşiret yapısına dokunmadan girişilen devlet/millet inşasının geleceği ise henüz bilinmiyor. Cumhuriyet Türkiyesi, “isyanları” bastırmak suretiyle işte bu yapıyı kırmayı amaçladı. Bu politikanın saptanması ve uygulanmasında İstiklal Savaşı'na katılmış çok sayıda yüksek düzey Kürt de görev aldı. Ve çok zor bir mücadeleye rağmen aşiret yapısı ancak kısmen tahrip edilebildi. Bugün okumuş-yazmış, ekonomide başarılı, siyasette aktif Kürtler gibi, çoğu PKK ve siyasi uzantısı DTP'nde toplanan Kürt etnonasyonalistleri de bu mücadele sonucunda oluşturulan yerleşik toplumun ürünleri. Kürtler için çok acılara mal olan bu mücadeleden dolayı Cumhuriyet'e minnet duymalarını beklemesek de, tarihi olduğu gibi kabul edip birlikte geleceğe yönelecek olgunluğu umabilmeliyiz. Birçok yabancı araştırmacının da belirttiği gibi, Türk halkında Kürtlere karşı düşmanlık yok. Ancak son yapılan anketlerin de ortaya koyduğu gibi, Türkiye kamuoyunun büyük çoğunluğu “Kürt sorunu” veya “Güneydoğu sorunu”nun dış güçler tarafından kışkırtıldığını düşünüyor ve sorunların çözümü için PKK terörünün bitirilmesi için güvenlik güçlerine her türlü desteği veriyor. PKK ve uzantısı oluşumlar için tarihi doğru okumak, olmayacak taleplerden vazgeçmek ve kendilerine çok daha fazla zarar verecek bir felaketten hepimizi kurtarmak açısından belki de son fırsat diye düşünüyorum. Eğer PKK, şiddet politikasını sürdürme yönünde tercih kullanırsa, bunun yaratacağı sonuçları şimdiden kestirmek zor. Ancak şu biliniyor ki, PKK’nın şiddet eylemleri karşı milliyetçilik duygularını tahrik ediyor, şiddet yanlısı kesimlerin güçlenmesine yardım ediyor. Bunun farkına varan Kürtler de, “PKK’nın şiddet politikasına” daha gür bir sesle karşı çıkıyor. Bugün Türkiye’de Kürtlerin siyasi ve demokratik taleplerini barışçı yöntemlerle dile getirmeleri imkanı mevcuttur. Bu imkanı kullanmaları, Türkiye’nin demokratikleşmesine de katkıda bulunacaktır. PKK’nın önkoşulsuz silah bırakarak, anayasal düzen içerisinde demokrasinin gereklerini yerine getirmesi, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini kolaylaştıracak, demokratikleşmenin hızlanmasını sağlayacak, böyle bir gelişmeden sadece PKK değil, Türkiye’de yaşayan herkes yararlanacaktır. Unutulmaması gereken en önemli nokta, ne Güneydoğu, ne Doğu Anadolu, ne de Türkiye’nin başka bir yerinde artık kimse silah sesi duymak istemiyor. Nail Amudi Nail Amudi
-
DTP VE PKK İLİŞKİSİ ÜZERİNE!..
DTP VE PKK İLİŞKİSİ ÜZERİNE!.. DTP, TOPLUMSAL BARIŞ VE BİRLİKTELİK KONUSUNDA SAMİMİ VE İNANDIRICI DEGİL DTP'nin ciddi bir değişimden geçmesi, inandırıcılık sorununu çözmesi gerekiyor. Demokratik Toplum Partisi, parlamenter siyaset çıkışıyla üzerindeki “PKK'nın vekil partisi olma” yönündeki iddiaları silebilecek mi? CNN Türk'te (16 Mart 2007) yayınlanan “Ankara Kulisi” isimli programda Fikret Bila ve Murat Yetkin’in sorularını yanıtlayan DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, DTP'nin önündeki en ciddi sorunun “inandırıcılık”, yani “söylem” ve “eylem” farkı olduğunu ortaya koydu. Nasıl mı, kısaca özetlemeye çalışayım; Birincisi; DTP'nin kendi kitlesine karşı inandırıcılık sorunu var. DTP, Ahmet Türk'ün de daha önce ifade ettiği gibi, PKK ile aynı tabanı paylaşıyor. Anlamı şu: Şu an DTP'ne oy vereceklerin, verme ihtimali yüksek olanların siyasi istikameti PKK ekseninde belirleniyor. DTP içinde aktif olanlardan bir kısmının yakınları dağlarda. Dolayısıyla sınır ötesi operasyon yapılacağı türü haberlerden tedirgin oluyorlar. DTP'nden bu konuyu daha fazla gündeme getirmesini istiyorlar. Oysa DTP, bu kadar söylediğinde dahi Türkiye'deki yasalarla başı beladan kurtulmuyor. Bu çelişki DTP'ni iki arada bir derede bırakıyor. İkincisi; DTP'nin kendi kadrolarıyla inandırıcılık sorunu var. 24 Aralık 2006'daki DTP Diyarbakır Merkez İlçe Kongresi'nde Ahmet Türk, PKK'nın ateşkesini sürdürmesi için Meclis'te girişimde bulunmayı amaçlayan “Ankara yürüyüşüne” DTP tabanından bile ilgi gösterilmediğinden yakınmıştı. "Diyarbakır'da halk bizi yalnız bıraktı. Kendimizi halka talimat veren bir konumda görmemeliyiz. Kendimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Geçmişte yaptığımız yanlışlardan dolayı özür diliyoruz" sözleri Ahmet Türk'e aittir. Üçüncüsü; DTP'nin hitap etmek istediği kitleye karşı inandırıcılık sorunu var. Yıllarca hapis yatan Orhan Doğan'ın "Dört Kürt seçmenden üçünün oyunu alamıyoruz" yakınması, bu sorunu en iyi anlatan cümle. Ahmet Türk, "Türkiye partisiyiz" sözüyle yalnızca Kürt kökenli seçmene hitap etmek istemediğini söylüyor. “Dünya değişiyor, Ortadoğu yeniden şekilleniyor, Türkiye de Kürt sorununu çözerek değişmeli” diyor. Oysa, mevcut siyasetiyle, diğer seçmen kitlesi bir yana Kürt kökenli seçmen oylarının bile ancak çeyreğini alabiliyor. Bunun anlamı, kendi tahminlerine göre her dört Kürt kökenli seçmenden üçünün oylarını etnik kökenlerine göre değil, her çağdaş, çok partili sistemde olduğu gibi siyasi tercihlerine göre kullandığıdır. Ahmet Türk ve DTP'liler, bu açıdan hatanın kendilerinde ve bugüne dek izledikleri siyasette olduğu konusunu biran önce gündemlerine almalılar. Hata, belki de PKK ile arasında mesafe koymak bir yana, dağda silahla gezen PKK'lılar üzerinden siyaset yapma çabasındadır. Söylem-eylem farkı derken en çok yasal siyasetin yasadışı siyaset üzerinden sürdürülmek istenmesi kastediliyor çünkü. Dördüncüsü; DTP'nin yalnızca söylem-eylem farkında değil, söyleminin tutarlılığında da inandırıcılık sorunu var. Ahmet Türk, programda, “Tabii Kürtlerin kendi içinde ne istediğine karar vermesi lazım, Kürtler içinde diyalog da gerekiyor” yaklaşımını birkaç kez vurguladı. Bunun üzerine “Çoğulcu sistemde herkes siyasi tercihine göre oy kullanır, etnik tercihine değil. Bu etnik milliyetçilik değil mi?” sorusuna doyurucu yanıt veremedi. DTP, Türkiye partisi olmak istiyorsa, PKK ile arasına mesafe koyma ve bu Kürtçülük merkezli bakışı terk etmek zorunda değil mi? DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'ün, Ankara'daki son Kurultayda söylediği önemlidir. DTP'nin yüzde 10 barajını gerekirse bağımsız adaylarla aşarak Meclis'e girmek istemesi önemli bir gelişme. Fikirlerin dağda silahla söylenmesindense, Meclis kürsüsünden ifadesi gerekli. Ama DTP'nin hem kendi kitlesi, hem de genel seçmen kitlesi nezdindeki görüntüsünü aklaması için ciddi bir değişimden geçmesi, inandırıcılık sorununu çözmesi gerekiyor. DTP Başkanı Ahmet Türk'ün çeşitli basın-yayın organlarına son dönemde yansıyan açıklamalarını şöyle bir yorumlamak gerekirse; bölge halkı sadece Kürt konusuna odaklanan bir partiyi yeterli bulmuyor, desteklemiyor. Halk artık kendi günlük sorunlarına çözüm getiren bir parti istiyor. Genel sorunlara çözüm önerilerinin yetersiz olduklarını bizzat DTP sözcüleri kabul ediyorlar ve parti toplantılarında dile getiriyorlar. DTP’nin; işsizlik, yoksulluk, sağlık, eğitim, kentin imarı, töre cinayetleri, dış ticaretle ilgili projeleri neler, belli değil. DTP, PKK’nın sözcülüğünü yapmak ve örgüt yöneticilerinin talimatlarını yerine getirmekten, “yasal ve siyasi bir parti olduğu” gerçeğini bugüne kadar hep arka plana attı veya atmak zorunda kaldı. Ama bugün PKK ile DTP arasında ihtilaf, çekişme ve sürtüşme yaşandığı ve iplerin kopma noktasına geldiği gözlerden kaçmıyor. “DTP, Abdullah Öcalan'ın İmralı'dan talimatıyla kurulan ve adını bile Öcalan'ın koyduğu bir siyasi parti değil mi? Öyleyse, DTP ile PKK arasında nasıl bir ihtilaf olabilir ki?” diye soranları duyar gibi oluyorum. Son dönemde DTP ile PKK’nın söyledikleri, ilk defa birbiriyle örtüşmüyor. Mesela PKK, DTP'lilerin seçime bağımsız aday olarak katılmalarına kesinlikle karşı çıkıyor ve parti olarak girilmesi yönünde DTP’ne baskı yapıyor. DTP temsilcilerinin eğilimi ise, seçime bağımsız aday olarak girip, Meclis'te bağımsız bir grup kurmak. Bu, DTP ile PKK arasındaki çok temel bir ayrılık konusu olarak gündemde. Ancak partiye yakın çevrelerde konuşulan asıl konu; PKK'ya çok yakın duran DTP’nin, PKK'nın iki yıldır tekrar başlatıp tırmandırdığı şiddet eylemleri yüzünden oldukça önemli oranda oy kaybetmesi... Silah ve şiddetten usanan bölge insanı, geçmişte yaşanan acı ve gözyaşı dolu günlere tekrar dönmek istemiyor. İnsanlar, bu konuda o kadar kararlı ki, silahlı çatışmalarda öldürülen örgüt mensuplarının cenaze ve taziyelerinde bile barışı savunuyor, örgütün silah bırakması yönündeki beklentisini yüksek sesle dile getiriyor. Çocuğu dağda ölmüş anne, “Artık kurşun sıkılmasın. Başka çocuklar ölmesin, PKK silah bıraksın, çocuklarımızın evlerine dönmelerine izin verilsin” diye haykırıyor. Oysa eskiden böyle değildi, “Bu ölümün intikamı alınır” diyordu insanlar. Şimdi bölgede “İntikam alınmasın, kimse ölmesin, iş olsun, altyapı olsun, töre cinayetleri bitsin, çocuklar sokaklarda kalmasın, herkes demokrasinin nimetlerinden yararlanabilsin, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmanın önündeki şiddet engeli ortadan kalsın artık” sesleri yükseliyor. Tabanda böylesine radikal bir değişim olduğu için de PKK bölgedeki desteğini kaybetmek üzere. PKK’nın mevsimsel ve takvime bağladığı ateşkesi yeterli bulmayan halk, bir daha eline almamak üzere örgütün silahlarını toprağa gömmesini ve demokratik hukuk devletinin gereklerine uygun şekilde hareket etmesini bekliyor. Geçmişte halkın oylarıyla seçilen Kürt milletvekilleri Meclis'e girmenin büyük bir fırsat olduğunu göremediler ve PKK’nın baskısına boyun eğerek, demokrasi yerine kör terörün yanında oldular. Bugün yanlış yaptıklarını kabul ediyorlar. Leyla Zana da, Orhan Doğan da, diğerleri de “hata yaptık, silahın değil, demokrasinin yanında olmalıydık” diyerek, günah çıkarıyorlar. Bunu söylerken sonlarının Hikmet Fidan gibi olmasından belki korkuyorlar, ama 28 yıllık sürecin getirdiği noktada bugün silahın çözüm olmadığını görebiliyorlar. Artık şiddete başvurma yoluyla “Kürt kökenli vatandaşlara yeni haklar” sloganının geçerliğini yitirdiğini görenler, siyasi gelecekleri için yeni formüller ile yeni partiler kurmaya başlıyorlar. Birilerine yanlış yolda olduklarını anlatmak siyasetçilerin görevidir. PKK’nın ateşkes sözüne rağmen, yeni şiddet eylemleriyle insanları öldürmeye devam etmesi yürekleri sızlatıyor. PKK’nın bundan sonra gelip, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni teslim alacak, ordusunu yenecek bir durumu olmayacak. O zaman silah kullanmakta ısrar etmenin gereği var mı? Mantıklı ve gerçekçi olmak lazım. Türkiye, şiddet eylemleri nedeniyle 30 bin insanı ve milyonlarca dolarını kaybetti. Kürtlerin beklentisi ve örgüt yönetimine düşen, PKK’nın derhal silah bırakmasıdır. DTP, bugüne kadar kendisinden bekleneni veremedi, sorunların çözümü için toplumsal projeler üretemedi. “Böyle dersem PKK kızar” gibi bir handikabın içerisine kendisini hapsetti. Kürtlerin düşüncelerine tercüman olamadı, inandıklarını dile getiremedi. PKK’dan çekinerek, korkarak siyaset yapıldığı sürece sorun yaşanmaya devam edecektir. Türkiye’deki sorunlar, militarist sistemle çözülemez. PKK’nın bugün yaptığı militarizmdir ve çözüm militarist anlayıştan geçmiyor. Nail Amudi Nail Amudi
-
PKK’NIN “ZEHİR” PROVOKASYONU TUTMADI!..
PKK’NIN “ZEHİR” PROVOKASYONU TUTMADI!.. “Abdullah Öcalan’ın Sağlığı ve Cezaevi Koşulları Oldukça İyi!..” Abdullah Öcalan’ın sağlığını ve cezaevi koşullarını bahane ederek, Kürtleri yeniden şiddet ortamına çekmeye ve insani duyguları istismara çalışan PKK’nın, “Abdullah Öcalan’ın zehirlendiği” yönünde iddialarının gerçeği yansıtmadığı ortaya çıktı. Avrupa ülkelerinde geçen ay gerçekleştirilen operasyonlar sonrasında güç durumda kalan ve “terör, uyuşturucu, kara para aklama, haraç” suçlamalarıyla çok sayıda örgüt sorumlusu yakalanan ve yargı önüne çıkarılan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanmasına gerek olmadığı” yönündeki kararıyla şok olan paramiliter örgüt PKK’nın, 21 Mart Nevruz öncesinde Batı kamuoyunun dikkatini yeniden Türkiye üzerine çekmek ve örgüt yandaşlarını aktif hale getirebilmek amacıyla, “provokasyon” amaçlı bu tür iddiaları, uluslararası toplum tarafından gerçekçi bulunmuyor. BBC, Amerika’nın Sesi Radyosu, Rus Haber Ajansı Ria Novosti, Fransa’daki “Dernieres Nouvelles d'Alsace” gibi gazetelerde (1-2 Mart 2007) Adalet Bakanlığı’nın konu ile ilgili basın açıklamasına geniş yer verilen haberlerde; 16 Şubat 1999 tarihinden beri İmralı Cezaevi’ndeki Abdullah Öcalan’ın avukatlarının, Roma’da düzenledikleri basın toplantısında ‘müvekkillerinin 6 saç teline yapılan tıbbi inceleme sonuçlarında kronik zehirlenme bulgularına rastlanıldığını’ yönündeki iddiaları gerçeği yansıtmadığı, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’de müebbet hapis cezasına mahkum edilen diğer kişilerin yararlandığı tüm haklardan istifade ettiği, sağlık muayenelerinin düzenli olarak yapıldığı, bugüne kadar ciddi bir sağlık problemi olmadığı, Abdullah Öcalan’ın avukatlarının, Avrupa Konseyi Delegeler Komitesi’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Öcalan’ın yeniden yargılanmasına gerek olmadığı’ yönündeki kararının ardından, Roma’da böyle bir basın toplantısı düzenlemelerinin, uluslararası ilginin yeniden hükümlünün üzerine çekilebilmesi amacına yönelik olduğuna dikkat çekildi. Bu arada, Abdullah Öcalan’ın saç telinin analizini yaptığı ve “zehirlendiği” yönünde rapor verdiği iddia edilen Fransız Doktor Pascal Kintz, “zehirlenme ve ölümcül hastalık” konusunda net bir bilgi veremeyeceğini belirterek, “Kendisine bir paket içerisinde getirilen 6 adet saç telini incelediğini, ancak bu miktarın ve yapılan analiz sonuçlarının yeterli olmadığını, buradan hareketle vücutta bulunan stronsiyum hakkında fazla bilgi verilemeyeceğini, tamamlayıcı analizlere ihtiyaç olduğunu” vurguladı. Doktor Kintz, elindeki saç telleri ile kesin bir şey söylemenin mümkün olmadığını, Abdullah Öcalan’ın sağlık durumu hakkında net bir bilgi verilebilmesinin ancak kan ve idrar tahlilleri ile mümkün olabileceğini belirtti. Aslında, Abdullah Öcalan’ın, günlük, aylık ve üç aylık periyotlarda doktor heyetleri tarafından düzenli olarak kontrolden geçirildiği ve kontrollerde bugüne kadar ciddi olarak nitelendirilebilecek bir rahatsızlığına rastlanmadığı çeşitli tarihlerde kamuoyuna duyurulmuştu. PKK’nın vekil partisi ve siyasi uzantısı konumundaki Demokratik Toplum Partisi’nin Gençlik Kolları tarafından birkaç ay önce Şanlıurfa’da düzenlenen bir seminerde konuşan Abdullah Öcalan’ın avukatlarından Hatice Korkut, PKK’nın iddialarının aksine, “Abdullah Öcalan’ın sağlık koşullarının oldukça iyi olduğunu, iklim koşullarına bağlı olarak alerjik birtakım problemlerinin bulunduğunu, ancak bunların önemli olmadığını” vurgulayarak, Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarına objektif bir biçimde dikkat çekmişti. Cezaevi çalışanlarının hem Abdullah Öcalan’a, hem de ziyaretçilerine ve avukatlara çok iyi davrandıklarını belirten Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Hatice Korkut, Öcalan’ın cezaevi koşulları hakkında ayrıntılı bilgiler vererek, şunları söylemişti; “Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşulları oldukça iyi. Cezaevi görevlileri Öcalan’ı aşağılayıcı hiçbir davranışta bulunmuyorlar ve ziyaretçilere de saygılı davranıyorlar. Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nden kardiyolog, dahiliye, psikolog, ortopedi ve diş hekiminden oluşan 5 kişilik uzman doktor heyeti, Abdullah Öcalan’ı ayda 2 kere check-up’tan geçiriyor. Abdullah Öcalan’a iyi davranan doktorlar, onun sağlığı için iyi niyetli olarak ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Abdullah Öcalan, tepeden tırnağa muayene edilerek, kan ve idrar örnekleri alınıyor, röntgeni çekiliyor ve diş tedavisi yapılıyor. Muayene sonunda doktorlar tarafından düzenlenen tutanaklar, Abdullah Öcalan tarafından da memnuniyetle imzalanıyor.” Abdullah Öcalan da, muhtelif tarihlerde avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamalarda (Roj TV, Özgür Politika Gazetesi, Ekim-Kasım 2005, Mart-Eylül 2006) check-up’tan geçtiğini doğrulamış ve fiziki/ruhsal sağlığının iyi olduğunu vurgulayarak, “Fiziki ve ruhi sağlık açısından çok iyiyim. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Ancak kronik anjin, faranjit ve sünizit gibi rahatsızlıklarım sürüyor. Doktorlar ellerinden geleni yapıyorlar” demişti. Abdullah Öcalan’ı İmralı Cezaevi’nde ziyaret eden Avrupa Konseyi heyetlerinin, “mahkumiyet ve cezaevi koşullarının oldukça iyi olduğu” yönündeki raporlarının mevcudiyetine dikkat çeken “Frankfurter Rundscahu” (11.08.2006) ve “Welt Am Sonntag” (06.08.2006) gazetelerinde yayınlanan haberlerde ise; “Avrupa Konseyi heyetleri, çeşitli tarihlerde Abdullah Öcalan’ı cezaevinde ziyaret ettiler. Heyetler, terörist Öcalan’ın mahkumiyet koşullarının iyi olduğunu saptadılar. Avrupa Konseyi heyetleri tarafından hazırlanan raporlarda; ‘Öcalan’ın hücresinin iyi ışıklandırıldığı ve uygun döşendiği, mahkumun yeterince hareket etme olanağının bulunduğu, gazete ve kitap okuyabildiği, radyo dinleyebildiği’ vurgulandı. Ancak tüm açıklamalara rağmen, PKK yönetimi, Öcalan’ın cezaevi koşullarının iyi olmadığı iddiasıyla, ‘şiddeti tırmandırma’ tehdidini sürdürüyor” denilmişti. Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin hapishane, psikiyatri kliniği ve karakollarını “habersiz” ziyaret etme yetkisine sahip olan Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) tarafından açıklanan muhtelif tarihli raporlarda da, “Abdullah Öcalan’ın hiçbir şekilde kötü muamele görmediğine, cezaevi koşullarının iyi olduğuna” dikkat çekilmişti. Geçen yıl Abdullah Öcalan’ı cezaevinde ziyaret eden CPT Genel Sekreteri Trevor Stevens da; “Abdullah Öcalan’ın hücresindeki maddi koşulları oldukça iyi olarak nitelendiriyoruz. Mahkumun sağlık kontrolleri düzenli olarak yapılıyor, her gün gazeteleri okuyabilme imkanı var. Avukatlarıyla periyodik olarak görüşebiliyor. Radyo dinleyebiliyor” demişti. Öte yandan, PKK’nın, Abdullah Öcalan üzerinden yürüttüğü propagandalara tepki gösteren Kürt tandanslı siyasi partilerden HAK-PAR’ın eski Genel Başkanı Abdülmelik Fırat ve selefi Sertaç Bucak ise, çeşitli tarihlerde yaptıkları basın açıklamalarında, Abdullah Öcalan ile ilgili gerçekleri kamuoyuna şöyle aktarmışlardı; “Abdullah Öcalan, tek başına büyük bir adada özel doktor ve yemeklerle çok iyi besleniyor. PKK yönetimi, ‘Başkanın gözü ağrıyor, karnı şişti, balgamı birikti, kilo aldı’ vs. propagandalarla Kürtlerin insancıl ve yurtsever duygularını sömürerek, hayatta kalabilmek için müthiş bir tezgah kurmuştur. Aslında PKK yönetimi ve örgütün ipoteği altındaki Kürt siyasetçilerinin birçoğu, müebbet hapse mahkum edilmiş bir adamla Kürt sorununun çözülemeyeceğini, Abdullah Öcalan’ın Devlet tarafından hiçbir zaman muhatap alınmayacağını çok iyi bilmelerine rağmen bu oyuna alet oluyorlar. PKK, varlığını sürdürebilmek için ömür boyu hapiste kalacak bir adamdan medet umacak kadar aciz bir duruma düşmüştür. Taşeron olarak kullanılan PKK’nın şiddet politikasının, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin zararına olduğunu herkes biliyor. PKK’nın, Abdullah Öcalan’ın sağlık koşulları ile ilgili provokasyon amaçlı söylemlerine karşı Kürtler uyanık olmalılar…” Aslında, “Abdullah Öcalan’ın zehirlendiği” yönündeki provokasyon türü bu tür haberler yeni değil. Hatırlanacağı üzere, PKK propaganda merkezleri Eylül 2006’da “Abdullah Öcalan’ın öldüğünü” iddia ederek, bir süre kamuoyunu meşgul etmişlerdi. Ancak “Yalancıların mumu yatsıya kadar bile yanmadı”, bu defa da yanmayacaktır. Abdullah Öcalan’ın bilinen ve sıradan hastalıklarının ötesinde, ölümcül bir rahatsızlığının bulunmadığı, terör nedeniyle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum olmuş bir hükümlünün haklarını sonuna kadar kullandığı, cezaevi koşullarının en iyi şartlarda olduğu bilinirken, PKK’nın, Öcalan’ın 6 saç telini bahane ederek neden kıyamet koparıyor derseniz… Birincisi; Avrupa ülkelerinin yanı sıra, İran, Suriye ve Türkiye’de gerçekleştirilen operasyonlar sonucunda finansman kaynaklarını (uyuşturucu, insan kaçakçılığı, haraç vb.) ve tabanını büyük oranda kaybeden ve köşeye sıkışan PKK, 21 Mart Nevruz öncesinde uluslararası kamuoyunun dikkatini Türkiye üzerine çekmeye, insani duyguları istismar ederek, örgüt yandaşlarını yeniden şiddet ortamına çekmeye, başta Diyarbakır olmak üzere, bölgede diğer Kürtçü gruplara kaptırdığı liderliği yeniden kazanmaya çalışıyor. İkincisi; bugüne kadar tüm propagandalarının merkezine koyduğu Abdullah Öcalan hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanmasına gerek olmadığı” yönündeki son kararının etkilerini asgariye indirerek, “Abdullah Öcalan” objesini kaybetmemek, insani duyguları istismar ederek kullanmayı sürdürmeyi istiyor. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, Mayıs 2007’de bozacağını ilan ettiği “ateşkes” kararına, Nevruz’da tırmandıracağı şiddet eylemleri ile “haklılık”(!) kazandırarak, var oluşundaki ve özündeki şiddeti Türkiye gündemine yeniden getirerek, Türk turizmini ve ekonomisini baltalamak suretiyle, taşeronluk yaptığı oluşumların gözüne girmeye, onlardan finansman temin etmeye çalışıyor. Rant ve liderlik için önce birbirlerini, daha sonra Abdullah Öcalan’ın kardeşi Osman Öcalan’ı “zehirlemeye” kalkışan Murat Karayılan, Fehman Hüseyin ve Cemil Bayık çetesi, bu defa “Abdullah Öcalan’ın zehirlendiğini” iddia ederek, yolun sonuna gelen örgütü toparlamaya çalışıyorlar. Ancak başta Kürtler olmak üzere, Türkiye ve uluslararası kamuoyu, bu defa da PKK’nın şiddet tuzağına düşmeyecektir. Türkiye’de huzur ve güvenliği güçlendirmenin yolu, duygusal tepkiler, öfkeler, hissi patlamalar, çatışmalar, kutuplaşmalar, itişip kakışmalar değildir. Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel alanda gelişip güçlenmesidir. Bu da, duygusal patlamalarla değil, gerçekçi yaklaşımlarla mümkün olabilir. Ülkesini seven ve huzur, refah isteyen herkese bir görev düşmektedir: Provokasyonlara karşı sağduyu ve soğukkanlılığı kaybetmemek, tepkilerin hukuk çerçevesinin dışına çıkmaması… Küçük bir uyarı da, son yıllarda Türkiye’nin turizm alanındaki yükselişinden büyük rahatsızlık duyan Avrupa ülkelerindeki bazı seyahat şirketlerinin önyargılı ve tamamen ticari menfaatleri çerçevesinde PKK’nın bu tür iddialarını destekleyen yaklaşımlarına; kör terörün, nerede, ne zaman, kimi vuracağı belli olmaz. Nail Amudi Nail Amudi
-
KÜRT KONFERANSI VE PKK ÇIKMAZI!..
KÜRT KONFERANSI VE PKK ÇIKMAZI!.. Geçen ay Ankara’da yapılan “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”na ilişkin daha önce kaleme aldığım “Bir Konferansın Anatomisi” başlıklı yazıma, “birlikte yaşama iradesine ve demokrasiye sahip çıkan” sağduyu sahibi çok sayıda kişiden teşekkür içeren elektronik posta mesajı aldım. (Tabii, her zaman olduğu gibi yine PKK’lılardan tehdit ve küfür içeren mesajlar almaya devam ediyorum.) Ancak, o yazımda değinemediğim ve önemli bulduğum bazı noktaları sizlerle paylaşmak istiyorum. Ne yazık ki, herkesin çok şeyler beklediği bu konferansın sonucunda da önceki benzer toplantılarda söylenenlerden farklı bir şeyler ortaya konulamadı. Toplantı sonuç bildirgesinde “Dağdakiler için siyasi af ilan edilmesi, Kürtçe’nin kendi bölgesinde resmi dil olması bölgedeki doğal kaynakların kısmen de olsa bölgeye tahsisi, bölgesel otonomiyi sağlayacak yeni bir anayasa yapılması” gibi bilinen ve Türkiye gerçeğiyle bağdaşmayan talepler sıralandı. Hatta, “Türkiye Barışını Arıyor” konferansında, aralarında çocukların da bulunduğu binlerce masum insanın ölümüne, yaralanmasına neden olan, sadece bölgenin değil, Türkiye’nin ekonomik, sosyal, kültürel kalkınmasını engelleyen, milyarlarca dolar maddi kayba neden olan PKK’ya “gerilla” diyenler bile çıktı. Öncelikle, “Gerillanın adını terörist koyduk” diyerek PKK’yı “gerilla” olarak nitelendiren Yaşar Kemal’e sormak istiyorum; PKK’nın bombaları, kaleşnikofları ne için var? Şiirleri yazmak için mi, adam öldürmek için mi? (Geçenlerde kaleme aldığım ve Aksiyon Dergisi’nin 25 Aralık 2006 tarihli sayısında yayınlanan yazımda, PKK tarafından düzenlenen bir yarışmanın ödülü olarak birinciye “M-16”, ikinciye “kaleşnikof”, üçüncüye “el bombası” ve “tabanca” verileceğini aktarmıştım.) Konferansın başaramadığı, yine aynı şey: PKK'ya karşı tavır alamamak. Sonuç bildirgesi “silahlı çatışmaların karşılıklı olarak acilen durdurulması”nı istiyor. Bu talebin gerçekçi olmadığını vurgulamak istiyorum. Burada yapılması gereken tek şey, PKK'nın "silahı koşulsuz bırakmasını istemek" değil mi? Kuşkusuz Türkiye'de demokratik haklar konusunda eksiklikler olabilir, ancak son yıllarda alınan mesafeye, demokratikleşme alanındaki reformlara rağmen, adına ister Kürt sorunu deyin, ister Güneydoğu, ister terör, ne derseniz deyin, devlete kızdığınız için silaha sarılıp dağlara çıkmak, orada cinayet şebekesi kurmak, Antalya'da, Kuşadası'nda, Diyarbakır'da bombalı saldırı emirleri vermek, kabul edilemez bir şey. Türkiye'de devletin yaptığı hatalar için "hukuk yolu" var. Devlet düzeni, iyi kötü bir "hesap verme" konsepti üzerine kurulu. PKK cinayetleri, kör terörü ise örgüt yöneticilerinin yanına kar kalıyor. Bu gerçeğin altını bir kere daha çizdikten sonra, diyorum ki, keşke katılımcılar "silahlar karşılıklı dursun" gibi devlet ve terör örgütü arasında yanlış bir "ahlaki eşitlik" denklemi kurmaktansa, doğrudan PKK'ya "mevsimsel ateşkesler inandırıcı değil, bir daha eline almamak üzere silahları toprağa göm ve koşulsuz silahı bırak” çağrısında bulunulabilseydi. Bu çağrının sadece toplantıya katılanların değil, Türkiye’de yaşayan herkesin ve bölgede yaşayan vatandaşların talebi olduğunun altı kalın çizgilerle çizilebilseydi… Yaşar Kemal gibi bir şahsiyete yakışan, her şeyden önce, binlerce masum insanın ölümüne neden olan ve Avrupa Birliği, ABD ve BM tarafından terör örgütleri listesine alınmış bir örgütü “gerilla” diye ibra etmek değil, aksine sorunun çözümünün ön koşulunun PKK’nın silah bırakmasından geçtiğini vurgulayarak, örgüte silah bırakması yönünde çağrıda bulunmak olmalıydı. Siyaseten tartışılabilecek konular ne olursa olsun, insani bakımdan öncelikli olan, silahların susması, şiddetin, ölümlerin durması olmalıdır. Dağda, ovada, şehirde silahlı dolaşan ve insanları öldürmeye devam eden teröriste karşı Devletin sonuna kadar mücadele etmek görevidir. Bütün demokrasilerde de, dünyanın bütün ülkelerinde de bu böyledir. Böyle bir çağrıyı Ahmet Türk bile yapmıştır. Diyarbakır’daki tahribat olayları sırasında bölgeden 13 işadamı ve esnaf kuruluşu “hak arama yolu”nun şiddet değil, meşru yollar olduğunu vurgulayan bir bildiri yayınlamışlardı. Toplantı ile ilgili dikkatimi çeken bir husus; konferansa katılan birçok kişi, Kürt sorununa bildiride öngörülen bir çözümün demokratik olacağına inanıyor ve böyle bir çözüm olmazsa Türkiye’nin demokratik ülke sayılmayacağını iddia ediyor. Oysa, kendi kaderini tayin hakkını düzenleyen 2625 sayılı Birleşmiş Milletler Bildirisi, seçimle hükümeti oluşmuş (yani demokratik rejime sahip) ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini bozacak, değil silahlı, hiçbir eylem yapılamayacağını hükme bağlıyor. Yani uluslar arası hukuka göre, konferans sonuç bildirisindeki çözüm, demokrasi anlamına gelmiyor. Demokrasi adına Türkiye’den istenen çözüm, demokratik değil, siyasi niteliktedir. Buna çözüm demek de güç zaten. Zira belli bir süre sonunda kopmanın geleceğine kuşku yok. İspanya Bask’ta verdiği tüm ödünlere rağmen, ETA terörü tehdidiyle, bağımsızlık amaçlı taleplerin önüne geçememiştir. Kaldı ki, kendi kaderini tayin hakkı tarihte bir kez kullanılıyor. Misak-ı Milli Belgesi ve Erzurum Kongresi bildirisi, Kürtlerin bu hakkı kullandıklarını gösteriyor. Daha sonra Şeyh Sait’in gerici isyanı bu çizgiden ayrılmayı amaçladı. Şimdi de PKK ve DTP, daha çağdaş bir söylemle, aynı hakkı tekrar ve kopma amacıyla kullanma talebinde bulunuyor. Ulus-devletin oluşturulması sürecinde Kürtlerin çektikleri sıkıntıları anlamak ve empati göstermek mümkün. Ancak Mehmet Uzun’un söylediğinin aksine ne yüksek devlet katında, ne de Türkiye’de Kürtlere hiçbir zaman bir nefret olmadı. Mücadele için nefret kaçınılmaz bir duygu değil. Yine onun sandığının aksine, ulus-devlet ömrünü tamamlamadı. Ulus-devlet nasılsa tarihin “çöplüğüne” gidecek demek, sorunu gerçeklere göre çözmeye çalışmak yerine, istemeden de olsa, etnik çatışmayı yeğlemek demektir. Demokratik rejime kadar vuku bulan isyanların bastırılmasında öncelikli amaç hiçbir zaman Kürt kimliğini yok etmek falan değildi, bölgedeki aşiret yapısını ortadan kaldırmaktı. Aşiretler arası çatışmaları önlemek, vergi, askerlik ve eğitimi yerleştirmek, bölgenin sosyal, ekonomik ve kültürel kalkınmasını engelleyen aşiret, töre gibi olumsuzlukları ortadan kaldırmaktı. Aslında bu nankör bir mücadeleydi. Çünkü bugün Kürt kimliği üzerine siyaset yapanlar, Kürtlerin kanları üzerine rant kavgası verenler, bölge halkının acil temel sorunlarını (işsizlik, yoksulluk, eğitim, sağlık, töre cinayetleri, kentlerin imarı, altyapı sorunları, vb) çözümlemekle uğraşmıyorlar. “Kalkınma istiyoruz” deseler de, kalkınmanın gerçekleştirilmesine imkan bırakmıyorlar, hatta önünü kesiyorlar. Sorunları büyüyen toplumun şikayetlerini de, kimlik taleplerini desteklemekte kullanarak, iyi yüzlü davranıyorlar. Bu cümleye dikkat: “Kürtlerin demokratik siyaset yapmalarını paramiliter bir örgüt, yani PKK önlüyor.” PKK’ya rehin olmaktan kurtulmadıkça, Kürtlerin siyaset yapmaları ve demokratik taleplerde bulunmalarının pek anlamı yok diye düşünüyorum. Silah ve şiddet çıkmaz sokaktır görüşünü öteden beri benimsemiş, PKK silahı ebediyen bırakmalı diye düşünen, artık bölgede sokaktaki adamın da kesin olarak silah ve şiddete karşı olduğunu bilen Kürt aydınları ve siyasetçileri, PKK ile devleti aynı kabın içine koyan, ikisini karşı karşıya getirip pazarlık kapısı aralayan tavırların, yaklaşımların, söylemlerin “Türkiye’de barışa ve demokrasiye” katkı sağlamayacağını göremiyor, ya da görmek istemiyorlar. Türkiye'de yaşayan Kürtlerin hissiyatı ne olursa olsun, önce basit bir gerçeğin anlaşılması lazım: Öldürmek, sadece cinayettir. Dolayısıyla, her şeyden ama her şeyden önce silahların susması ve yok edilmesi gerekir. Silahlı bir örgüt, amacı ne olursa olsun, dağlarda dolaşıyor, fırsat bulduğunda Kürt köyleri dahil köyleri basıp sivilleri de öldürüyorsa, yol kenarına döşediği uzaktan kumandalı patlayıcılarla can alıyorsa, o ülkenin o örgüte 'Ama senin amacın meşru' demesi söz konusu olamaz. Meşru amaçlar, insan öldürmek başta olmak üzere şiddete yaslanan araçları meşru kılmazlar. Cinayet cinayettir. PKK'nın bu sorumluluğunu ve barış adımının ondan gelmesi gerektiğini unutan, gözden kaçıran, görmezden gelen bir barış arayışı, maalesef başarıya ulaşamaz. Başlangıç noktası deyince, önce PKK’nın silah bırakması akla gelmelidir diyenlerin sesine mutlaka kulak verilmesi gerekiyor. Her şey tartışılmalı, konuşulmalı. Ama, başta Kürtler olmak üzere, Türkiye’de yaşayan, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne inanan sağduyu sahibi herkes, paramiliter örgüt PKK’ya karşı tavrını açıkça ortaya koymalıdır… Çözüm için doğru denklem bu… Nail Amudi Nail Amudi
-
ÖNCE YAK, SONRA KAHRAMAN İLAN ET!..
ÖNCE YAK, SONRA KAHRAMAN İLAN ET!.. PKK’nın yayın organlarından Fırat Haber Ajansı’nın internet sitesine yansıyan (10 Şubat 2007) ilginç bir haber dikkatlerden kaçmadı; “Diyarbakır’ın Diclekent Semti’nde PKK mensubu Murat Kargı (35) Avrupa’da PKK’ye yönelik operasyonları ve Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişini protesto etmek amacıyla bedenini ateşe verdi. 2004 yılında cezaevinden çıkan Kargı’ya ilk müdahale Diyarbakır Devlet Hastanesi’nde yapılmasına rağmen, hayati tehlikeyi atlatamadı…” PKK’nın, sivillerin yanı sıra, örgüt kadrolarına ve muhalif Kürtlere yönelik cinayetlerini de yakından takip ettiğim için, haberdeki “kendi yakma” olayı hakkında küçük bir araştırma yaptım ve Diyarbakır’daki yaşayan arkadaşlarımdan bu olayın aslını öğrenmeye çalıştım. Aldığım cevap, maalesef yine şaşırtmadı. Çünkü PKK, insanlık dışı cinayetlerine bir yenisini daha eklemek üzereydi. PKK, geçen yıl bir kere denediği “önce yak, sonra kahraman ilan et” taktiğini yeniden gündeme taşıyordu. Kurban seçilen Murat Kargı’nın tirajik hikayesi şöyle: Örgüt yöneticilerinin emirlerini sorgulamadan aralarında çocukların da bulunduğu onlarca sivili öldüren Murat Kargı, güvenlik güçleri ile girdiği çatışmada yakalanır. Uzun yıllar cezaevinde yattıktan sonra 2004 yılında tahliye olan Kargı, katıldığı arkadaş toplantılarında cezaevinde kendisine sahip çıkmayan örgüt yönetimini eleştirir. Örgütün tehditlerine boyun eğmeyen Kargı, PKK’dan ayrıldığını açıklar. Ancak örgüte yönelik eleştirilerini sürdürünce, PKK’lılar tarafından feci şekilde dövülür. Kafasına aldığı darbeler nedeniyle psikolojisi bozulan Kargı, örgütün paspas taktiğiyle, “uygun zamanda harcanacak örgüt kadroları listesine” alınır. Geçen hafta başından itibaren Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen operasyonlarda hem örgüt sorumlularını, hem de finansman kaynaklarını büyük oranda kaybeden ve köşeye sıkışan PKK, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra yediği ikinci büyük darbeyi (Murat Karayılan’ın açıklamaları) unutturabilmek için “harcanacaklar listesine aldığı” Murat Kargı’yı, hayatının baharında (35 yaş) propaganda malzemesi olarak kullanmakta bir sakınca görmez. Üzerine benzin dökerek yakılan Murat Kargı, ağır yaralı Diyarbakır Devlet Hastanesi’ne kaldırılır. İnsanlık dışı bu eylem, PKK yayın organlarınca; “Murat Kargı, Abdullah Öcalan ve Avrupa’daki PKK’ya yönelik operasyonları protesto için kendini kahramanca yaktı” şeklinde duyurulur. Murat Kargı’ya yönelik bu insanlık dışı eylem ilk değil. Geçen yıl da, PKK’nın Irak’taki uzantısı PÇDK yönetiminde rol alan, 2005 yılından itibaren de örgütün silahlı kanadığı HPG’de aktif faaliyet gösteren, ancak örgütün şiddet politikasını onaylamayarak, Osman Öcalan yandaşları ile irtibata geçen Viyan Soran, Murat Karayılan’ın talimatıyla, “kendisini yaktı” görüntüsü verilerek öldürülmüştü. Süleymaniye’ye gömülen Viyan Soran için göstermelik bir tören düzenlemeyi ihmal etmeyen PKK, cinayetin gizlenmesine yönelik olarak, Viyan’ın ağzından, senaryo gereği 25 sayfalık “Abdullah Öcalan’ın tecrit uygulamasını protesto” içeren bir de mektup hazırlatmıştır. Geçtiğimiz ay da Viyan Soran’ı anma töreninde, “önce yakıp, sonra kahraman ilan ettiği Viyan Soran” için methiyeler düzen PKK, aslında bu tür cinayetlerin devam edeceğinin işaretlerini vermişti. Oysa, Abdullah Öcalan, hangi gerekçeyle olursa olsun, örgüt mensupları ve yandaşlarının kendilerini yakma türündeki eylemlerine kesinlikle karşı olduğunu defalarda vurgulamış ve bu tür eylemleri yasaklamıştı… Abdullah Öcalan’ın “kendinizi ateşe verme veya intihar yerine, demokratik eylemlere yönelin” şeklindeki talimatına rağmen, bu tür eylemlerin sürdürülmesi PKK’da otorite boşluğunu ve “PKK’yı kim yönetiyor?” sorularını bir defa daha gündeme taşıyor. Ancak, PKK yönetimi, bu tür eylemlerle bir taşla iki kuş vurmak istiyor: Bir taraftan, örgüt için sorun çıkaran örgüt mensuplarını “kendini yakmış” gibi göstererek tasfiye etmek veya gözden çıkarılan kadroları propaganda malzemesi olarak kullanmak, diğer yandan cinayetlere kılıf uydurmak, örgüt yönetimine karşı çıkanlara gözdağı vermek… PKK yönetimi, Abdullah Öcalan’ın adını kullanarak “halen Abdullah Öcalan için kendini yakacak kadrolarımız var” düşüncesini yaratarak da, kadroları ve taraftarları üzerinde etkin olmaya çalışıyor. Bugün PKK’nın başındaki Murat Karayılan, Fehman Hüseyin, Cemil Bayık şunu unutmamalı: “İntihar etti”, “kendini yaktı”, “yıldırım düştü”, “kayadan yuvarlandı”, “selde boğuldu”, “psikolojik bunalımdaydı”, “kalp krizi geçirdi”, “kaza kurşunuyla kafadan kendini vurdu” türünden bahanelerle kamuoyuna duyurulan Faruk Bozkurt, Engin Sincer, Yasin Kanat, Viyan Soran, Berzan Dürre, Mustafa Günaydın, Murat Bayun, Nazime Adtürk, Salih Tatoğlu, Abdurrahman Öz, Bilal Dilek, Özcan Koyuncu, Atilla Kanda, Şeyhmus Erden, Suriyeli Ziryan kod, Sakine Kahraman, Akif Zagros, Şirvan Nali gibi yüzlerce cinayetin gerçek nedenleri mutlaka açığa çıkarılacak ve Kürtler bu cinayetleri işleyen katillerden mutlaka hesap soracaklardır. Bu cinayetler, Murat Karayılan, Fehman Hüseyin, Cemil Bayık ve ardıllarının kanlı defterlerine kara bir leke olarak yazılırken, defterin altına koyu renk ve silinmesi mümkün olmayan bir kalemle “ileride yargı önüne çıkarıldıklarında bu cinayetlerin hesabını mutlaka verecekler” notunun düşülmesi ihmal edilmiyor tabii ki… Nail Amudi Nail Amudi
-
İNSAN HAKLARI DERNEKLERİ NEDEN HALA SUSUYORLAR?..
İNSAN HAKLARI DERNEKLERİ NEDEN HALA SUSUYORLAR?.. “300 ÇOCUK PKK MAYINININ KURBANI!..” Kör terör, dünyadaki en ****** ve kalleş olandır. Bazen pusuya yatar, bazen baskın yapar, çoğu zaman da arkadan vurur. Çünkü kalleştir. Lakin, kalleşin de kalleşi var. O da “mayın”… Korkaklığın sanayileşmiş hali. Utanmazlığın, rezilliğin toprağa gömülmüş olanı. Alçaklığın yer dibindeki uzantısı… “Ateşkes” ilan ettiğini açıklayan PKK, mayınlarla can almaya devam ediyor. PKK mayınları, birçok vatandaş ve güvenlik mensubunun yanı sıra, bugüne dek 300 çocuğun hayatına mal oldu. Basın yayın organlarına yansıyan haberlere göre, PKK mayınlarına basarak yaralanan çocuk sayısı ise 285’i buldu. Oysa, 26 Temmuz 2006’da PKK’nın yayın organlarına yansıyan haberlerde, “PKK, İsviçre’de Cenevre Çağrısı Örgütü yetkilileri ile yaptığı görüşme sonrasında, kara mayınlarını kullanmamayı kabul etti” deniliyordu. PKK’nın televizyonu Roj TV’ye konuşan örgüt sözcüsü Bahoz Erdal, mayınlardan en fazla sivillerin zarar gördüğünü, PKK’nın, kara mayınlarının kullanılmaması yönündeki anlaşmaları kabul ettiğini ve bu konuda uluslararası kuruluşların denetimine açık olduklarını ilan etmişti. Bu açıklamalarının üzerinden 6 ay geçmedi, aralarında 300’ü çocuk, 500’ün üzerinde sivil mayınların kurbanı oldu. Son olarak 10 Aralık 2006 günü Bingöl'ün Genç ilçesi kırsalında PKK mensuplarının döşediği mayının patlaması sonucu 2 çocuk öldü, 3 çocuk ağır yaralandı. “Barış”, “demokrasi”, “ateşkes” söylemlerinde olduğu gibi, PKK’nın “mayın kullanmama” konusundaki sözünün de ne kadar samimi olduğu ortaya çıkmıştır. “Dünya Mayın Tehlikelerine Karşı Korunma Günü”nde konuşan Birleşmiş Miletler Genel Sekreteri Kofi Annan, “Mayınların insanlık için felaket olduğunu, dünyada her yıl yaklaşık 20 bin çocuğun ve yetişkinin mayın kurbanı olduğunu, özellikle terör örgütlerinin son yıllarda mayınlama eylemlerine yöneldiğini ve bu tür eylemlerden en büyük zararı sivillerin gördüğünü” vurgulamıştı. Kofi Annan’ın da dikkat çektiği gibi, terör örgütleri tarafından kolay bir eylem biçimi olması nedeniyle son yıllarda yaygın şekilde kullanılan mayınlar, PKK açısından özel bir anlam içeriyor. PKK tarafından son dönemde yaygın olarak kullanılan uzaktan kumandalı bomba ve mayın patlatma türü eylemler, hedef gözetmemesi nedeniyle insanlık dışı olarak nitelendiriliyor. Türkiye’de terör örgütünün mayınlarına en çok kurban veren illerin başında; Tunceli, Bingöl, Siirt, Diyarbakır ve Van geliyor. PKK mayını kurbanlarının açıklamaları yürekleri parçalarken, mevsimsel taktik gereği “ateşkes” ilan ettiğini açıklayan PKK yönetimi, kırsaldaki kadroları üzerindeki hakimiyetini kaybetmiş görünüyor. Gözü dönmüş örgüt mensupları, yerleşim bölgelerinde, mezralarda veya herhangi bir köyün etrafında, yolunda, patikasında mayın arazileri oluşturmaya devam ediyorlar. Bu arazilerde yaşayan siviller her gün ölümle ve uzuvlarını kaybetmek riskiyle karşı karşıyalar. PKK’lı kadrolarının birbirleriyle yaptıkları telsiz konuşmalarında “Mayın tarlasında hasılat nasıl?.. Birkaç yüz ölü, bin kadar bacak, yarısı baldırdan aşağı, bir de el ve çok sayıda parmak, birkaç göz, kulak…” diyerek sohbet ettikleri yönünde internet sitelerine yansıyan haberler, insanın kanını donduruyor. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi Müdürü Prof.Dr.Muammer Kaya’nın, “mayın mağdurları”nı konu alan basın toplantısındaki şu sözleri, aslında terörün korkunç boyutunu gözler önüne sermeye yetiyor; “PKK terör örgütü tarafından döşenen mayınlara basma sonucunda Türkiye’de 1999-2006 yılları arasında 589’ü sivil, 988 kişi öldü, 3 binin üzerinde kişi de sakat kaldı.” Bu arada, basın-yayın organlarına yansıyan bir haber, kör terörün kalleşçe yöntemi mayına karşı bir umut oldu. PKK mayınlarına karşı çalışmalarını sürdüren bir şirketin, yeni bir “jammer” cihazı ürettiği duyuruldu. Kurumsal güvenlik ve gizlilik politikası gereği isminin açıklanmasını istemeyen şirketin genel müdürü, yaklaşık 1 milyon dolarlık yatırımla dünyanın değişik ülkelerinde kullanılan, farklı özellikteki tüm “jammer” türü cihazları, tek sistemde topladıklarını ve üretilen cihaza “mayın savar” adını verdiklerini vurguladı. Vahşet sınırlarımızın dışında olunca, İnsan Hakları Dernekleri nutuklar atmaktan kendilerini alamıyorlar. Peki, ülke sınırları içinde PKK mayınları sonucu bebekler havaya uçunca, neden çıtları çıkmıyor? Bu günahsız yavruların PKK tarafından katledilmesini normal mi buluyorlar? PKK terör örgütü ile mücadelede en küçük bir olayda dünyayı ayağa kaldıran İnsan Hakları Dernekleri, elini, kolunu, bacağını, yüzünü, gözünü, canını PKK mayınına kurban veren çocukların acı çığlıkları karşısında da suskun kalabilecekler mi?.. Susmak, onaylamaktır. Sivil toplum örgütleri, isimlerine yakışır hareket etmezlerse, bırakın toplumu, kendi vicdanlarına karşı nasıl dürüst kalacaklar?.. Kemikleri, henüz kemik değil, süt adeta… Parmakları minyatür. Sizi bilmem, ben en çok parmaklarına bayılırım bebeklerin.. Bir santim. Oyuncak insan… Okşamaya çekinirsin. Zedelenecekmiş gibi gelir. Öpücük kondururken bile özen gösterirsin. Ama bakıyorum… Hepsi kan revan içinde. Birinin bacağı kopmuş. Oracıkta ölmüş hemen tabii. Zaten ne canı var ki. PKK’nın ***** mayını canını alıvermiş oracıkta… Nail Amudi [email protected]
-
PKK NIN 28 YILLIGINA BAKIS!..
PKK şiddeti, 1984 ila 1999 tarihleri arasında 30 bini aşkın kişinin canına mal oldu. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Şubat 1999'da yakalamasından altı ay sonra örgüt bir ateşkes ilan etti ve Şubat 2002'de örgütün dağıtılacağını açıkladı. Fakat PKK ortadan kaybolmadı. Kadrolarını Türkiye'den Kuzey Irak'a kaydırdı. PKK adını, KADEK olarak değiştirdi ve eylemlere son verdiğini ve demokrasiden yana bir gündemi olduğunu ilan etti. PKK şiddetinin sona ermesiyle birlikte, sükunet, huzur ve güven hakim olunca Türkiye’de, demokrasi alanında çok önemli reformlar yapıldı; Kürtçe yayın ve eğitime izin verildi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırıldı, Olağanüstü Hal Uygulaması sona erdi, Kürtçe kurslar açıldı, Devletin televizyon kanalında belli saatlerde Kürtçe yayına izin verildi. Parlamento, kamuoyunun ezici çoğunluğunun Abdullah Öcalan'ın asılmasını istemesine rağmen idam cezasını kaldırarak Öcalan'ın hayatını bağışladı. Ağustos 2003 tarihinde bir Af Kanunu çıkartılarak, örgüt kadrolarına PKK'dan ayrılarak demokratik hayata yeniden başlamaları için çok önemli bir şans verildi. Ancak bugün resim çok farklıdır. PKK, 1 Haziran 2005’den itibaren ateşkesi yürürlükten kaldırdı. Bu tarihten itibaren PKK'nın bombalama, mayınlama eylemleri sonucunda çok sayıda sivil ve güvenlik mensubu hayatını kaybetti. PKK, 1 Eylül’den sonra tek taraflı ateşkes ilan ettiğini açıkladı. Ancak bu karar, uluslar arası toplum tarafından inandırıcı bulunmadı, çünkü ateşkesten sonra da örgütün eylemleri sürüyor. PKK şiddetinin doruk yaptığı dönemlerde Türkiye’nin can kaybı oranı ABD ordusunun Irak'taki zayiat oranına yaklaştı. PKK güvenli bir sığınak olarak Kuzey Irak'a yöneldi. ABD’nin kontrolündeki Kandil Dağı örgütün karargahı. Tahminen 3.500 PKK üyesi Kuzey Irak'ta çeşitli kamplarda barınıyor. PKK saldırıları Türkiye'de kamuoyunun sert tepkisine neden oluyor. İlk olarak Türkiye kamuoyu, çoğu Kuzey Irak'tan gelen PKK şiddetindeki canlanmadan Washington'u sorumlu tuttu. Tek başına bu faktör ABD-Türkiye ilişkilerine zarar veren en önemli faktördür. İkincisi, PKK'nın Avrupa'daki geniş destek ağından yararlanmasından dolayı, Türkiye kamuoyunun büyük bir bölümü Avrupa'yı, Türkiye aleyhtarı teröre yardım ve yataklık yapmakla suçluyor. Bu tarz bir algılama Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine de zarar veriyor. PKK'yı anlamak için, 1973 yılından itibaren örgütü tanımlayan özellikleri anlamak gerekir. İlk olarak, örgüt, bir kişi kültüdür. PKK üyeleri ve sempatizanları, Öcalan'a, Kürtçe ‘amca’ anlamına gelen "Ape" derler. Öcalan bilinçli olarak bu kültü güçlendirmiştir. Abdullah Öcalan, Turkish Daily News Gazetesi’ne (10 Ocak 1998) yaptığı açıklamada; "Herkes benim yaşama biçimime bakmalıdır. Benim yemek yeme, düşünme biçimim, talimatlarım, hatta hareketsizliğim bile dikkatle incelenmelidir. Bunlarda birçok neslin alacağı dersler vardır, çünkü Apo büyük bir öğretmendir" diyor. PKK mensupları çoğunlukla kendilerine "Apocu" derler, bu şekilde, Öcalan'ın, grubun kimliğini ve kaderini belirlemekteki merkezi rolünü vurgulamış olurlar. İkincisi, PKK, 1970'lerde prestijli Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde (Mülkiye) okurken Öcalan, o dönemde birçok entelektüelin benimsediği Maoizm'den etkilenmişti. Öcalan, Türkiye'nin Marksist-Leninistlerini çok yumuşak buldu. Zamanla çevresindeki hiçbir şeyin yeterince iyi olmadığına, çünkü bunların kapitalist ve emperyalist olduğuna ikna oldu. Politikası, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yetişmiş olmasından kaynaklanan kırsal feodal değerleri ve Ankara'da iken geliştirdiği, köylülerle ilgili Maoist takıntıyı yansıtıyor. Öcalan, Mülkiye'den 1978 yılında ayrıldı ve PKK'yı kurdu. Grup "Kürtlere yönelik baskıcı sömürüyü kınadı" ve Türkiye'deki sistemi devirmek için devrim çağrısında bulundu. PKK, Güneydoğu Anadolu’da Marksist-Leninist çizgide yönetilecek "demokratik ve birleşik bir Kürdistan" kurmak istiyordu. O dönemde Türkiye'de işçi sınıfı olmadığı için, devrimin esas gücü, bir işçi-köylü ittifakı olacaktı. Öcalan'ın liderliğinde, köylüler "halk ordusunun ana gücü" olacak ve bu da Öcalan'a arttırılabilir bir insan gücü kaynağı sağlayacaktı. Zamanla bu vizyonun bir sonucu olarak 30 binden fazla Kürt köylüsü hayatını kaybetti. Üçüncüsü, PKK, Kürt ulusal mücadelesini tekeline almak istiyor. Öcalan, onun operasyon sahası olan Türkiye'nin doğusunda başka bir Kürt solcu veya milliyetçi grubun faaliyet göstermesini hoş görmedi. Bütün Kürt rakiplerini faşist olarak nitelendirdi ve onları ortadan kaldırmak üzere hareket etti. 1970'lerin sonlarında, PKK, Devrimci Halkın Birliği, Halkın Kurtuluşu, Devrimci Doğu Kültür Derneği (DDKD)'ni büyük oranda yok etti. Öcalan yalnızca şiddete dayanan grupları değil, aynı zamanda Kemal Burkay'ın Kürdistan Sosyalist Partisi(PSK) de dahil barışçı Kürt siyasi grupları ortadan kaldırarak, birçok alanda Kürtlerin barışçı siyasi eylem umutlarına son verdi. Ayrıca Türkiye ile aidiyet bağı kuran Kürtleri de hedef aldı. 1979 yılında PKK, tanınmış muhafazakar Kürt politikacısı ve Türkiye'nin doğusunda zengin bir toprak sahibi olan Mehmet Celal Bucak'ı öldürerek ulusal çapta adını duyurdu. PKK'lılar Bucak'ı, "köylüleri sömüren biri" olarak kınıyorlardı. Bucak, bu şekilde öldürülen birçok Kürtten birisi oldu ve bu eğilim devam etti. Örgütten toplu kopmalar ve örgüt içi infazlar aralıklarla sürdü. Çok sayıda örgüt sorumlusu Abdullah Öcalan veya PKK yönetimi ile aynı görüşü paylaşmadığı anda öldürüldü. PKK-Vejin hareketi ilk örneklerden… Son olarak Osman Öcalan ile birlikte örgütün önde gelen çok sayıda ismi PKK’dan ayrılarak PWD’yi kurdular. Ancak Kani Yılmaz ve Hikmet Fidan’ın PKK tetikçileri tarafından öldürülmeleri, muhalif Kürt grupların yeniden sessizliğe bürünmelerine neden oldu. Dördüncüsü, PKK yabancı patronlara bağımlıdır. Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği ve onların Suriyeli taşeronları grubun finansmanını karşılıyordu. Sovyet ajanları PKK kadrolarını, Şam ve Lübnan'da olmasına rağmen Suriye'nin kontrolünde bulunan Bekaa vadisinde eğitti. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, Öcalan, PKK söyleminin Marksist bileşenine büyük Kürt milliyetçiliği ve daha muhafazakar Kürtlere hitap eden İslami bir cilayı da dahil etti. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra PKK güvenli bir barınak bulmak için Yunanistan'a ve Kuzey Irak'ın Kürtlerin yönetiminde olan bölgelerine yöneldi. Yunan hükümeti PKK teröristlerinin, Atina'nın dışındaki Lavrion mülteci kampına sızmalarına izin verdi. PKK, 1991 ayaklanmasından sonra Irak diktatörü Saddam Hüseyin'in bölgede kontrolü kaybetmesi üzerine güvenli bir sığınak olarak Kuzey Irak'a bel bağladı. Türkiye'nin sınır ötesi operasyonları, PKK'nın varlığını azalttı, ancak kökünü kazıyamadı. Türkiye'nin laik sistemine karşı çıkan İran'daki teokratik rejim, PKK'yı uzun süre Türkiye'ye karşı kullanılacak yararlı bir araç olarak gördü. Tahran yönetimi, PKK'nın, İran'da yaklaşık elli bölgede 1200 civarında üye bulundurmasına izin verdi. Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra PKK liderliği, Kuzey Irak'ta üslenen üst düzey bir kurmaylar heyetine geçti. Bunlardan en önemlisi grubun yeni şahin lideri ve Öcalan'ın kişi kültünün muhtemel varisi Murat Karayılan'dı. Abdullah Öcalan'ın kardeşi Osman Öcalan, örgüt içinde çoğunluk desteğine sahip değildi, Karayılan'a karşı koymak üzere Yurtsever Demokratik Parti’yi (PWD) kurmak için Ağustos 2004 tarihinde PKK'dan ayrıldı. Fakat bu girişim başarıya ulaşamadı ve Osman Öcalan tekrar PKK ile uzlaştı. Bugün PKK'nın silahlı kanadının şefi Cemil Bayık ve mali işler şefi Duran Kalkan, yönetici troykasını oluşturmak için Karayılan'a katıldılar. Avrupa Birliği sürecinde Türkiye'de önemli reformlar yapılmasının akabinde PKK ateşkes ilan etti ve kendisini barışçı bir grup olarak yeniden tanımlamaya çalıştı. Fakat barış söylemi, PKK'nın dağ kadrolarının moral düzeylerini düşürünce ve demokratik siyaset grubun varoluş nedenini aşındırınca, liderler tekrar şiddete yöneldiler. Irak'taki savaş da PKK'nın Kuzey Irak'taki güvenli barınaklarını muhafaza etmelerine imkan sağladı. PKK, Beyaz Saray'ın terörizmle küresel savaş söylemine rağmen, ABD Merkez Komutanlığı’nın da kendisine karşı harekete geçme arzusu içinde olmadıklarını daha başından sezdi. PKK, güvenli barınaklarını (Irak'taki kampları) şiddet eylemlerini düzenlemek için kullanıyor. Irak'taki isyandan ödünç aldığı teknolojileri kullanarak ve Türk güvenlik güçleriyle temastan kaçınmak arzusuyla, grup giderek artan şekilde, uzaktan kumandalı bombalar, yola döşenen mayınlar ve diğer el yapımı patlayıcı maddeler kullanıyor. PKK'nın Kuzey Irak'ta insan kaynağını barındırması kadar önemli bir gelişme de, PKK'nın mali kaynaklarının Avrupa tarafından temin ediliyor olmasıdır. Avrupa Solu, uzun zamandır PKK'yı destekliyor. İtalyan Başbakanı Massimo d'Alema'nın Komünist Hükümeti, Suriye’nin Şubat 1998'de kovmasından sonra Öcalan'ı İtalya'ya kabul etti. Türk güvenlik güçleri tarafından Kenya'da yakalandığı zaman, Öcalan bir Kıbrıs Rum pasaportu taşıyordu ve Yunanistan'ın Nairobi'deki Büyükelçiliğinden çıkmak üzereydi. PKK, ayrıca Avrupa'nın içine derin kök saldı. Sempatizanları Türkiye'den Avrupa'nın güvenli bölgelerine kaçırmak için 1990'larda kurulan bir ağı kullanan örgüt, finansman sağlamak için uyuşturucu kaçakçılığı, AB'ye insan kaçakçılığı ve kadın ticareti alanlarında önemli bir varlık oluşturdu. PKK uyuşturucu ticaretinden önemli kazançlar sağlıyor. BM'nin Uyuşturucu ve Suç Ofisi, Orta Asya, Afganistan ve başka ülkelerden Avrupa'ya uzanan uyuşturucu ticaretinin yılda 5 milyar dolarlık bir hacme sahip olduğunu tahmin ediyor. Avrupalı istihbarat analistlerine göre, bunun yarısı PKK'ya gidiyor. Paris'te bulunan Çağdaş Suç Tehdidini Araştırma Bölümü Müdürü François Haut, PKK'nın, Paris'in varoşlarında satılan narkotiğin yüzde 80'inden sorumlu olduğunu söylüyor. Ayrıca PKK "Avrupa'daki eroinin yüzde 40'ının üretimi ve dağıtımından sorumlu" olarak görülüyor. PKK Avrupa'da yalnızca suç çetelerini yönetmiyor, aynı zamanda propaganda yapıyor ve finansman toplayan şubeler de kuruyor. Faaliyet göstermek için Avrupa'daki özgürlük ve liberalizmden yararlanan bu gruplara aşağıdakiler de dahildir: -Kurdishinfo.com: Brüksel'in ev sahipliği yaptığı bu web sitesi MHA haber ajansına aittir. Bu ajansın merkezi Carl Ulrich Caddesi 13, 63263, Neu Isenburg, Almanya adresindedir. Terörle mücadele uzmanları bu ajansı Avrupa'daki en etkili PKK yanlısı örgütlerden birisi olarak görüyor. -Kürdistan Gençliği Özgürlük Hareketi (Tevgera Ciwanen Azad a Kürdistan, TECAK): Şiddet yanlısı bir grubun web sitesine son zamanlara kadar Danimarka ev sahipliği yapıyordu. Web sitesinde yer alan bilgiye göre, TECAK'ın bir kolu olan Kürdistan Özgürlük Şahinleri (Teyrebazen Azadiya Kurdistan, TAK) aralarında İstanbul, Antalya ve Marmaris'teki bombalı saldırılar da dahil Türkiye'de çok sayıda saldırı gerçekleştirdi. -Kürdistan Halk Kongresi: PKK'nın bu koluna ait bir web sitesi (Kongra-Gel.com) var ve bunun ikiz sitesi (mirror site) Brüksel'de bulunuyor. -İtalya'daki Officio de'Informazione del Kürdistan: Roma'da bulunan PKK enformasyon bürosunun web sitesine İtalya ev sahipliği yapıyor. Web sitesi UIKI-Onlus'e gönderilmek üzere bağış topluyor ve irtibat bilgileri veriyor. -Roj TV: Merkezi H.C. Andersens Bulvarı 39, DK-1553, Kopenhag'da (Danimarka) bulunan bir televizyon kanalıdır. Şebekenin ayrıca Danimarka'nın Aarhus kentinde bulunan bir web sitesi de var. PKK yanlısı yayın ve propaganda yapıyor, PKK liderleriyle mülakatlar yayınlıyor ve Türkiye'ye karşı şiddet eylemleri çağrısında bulunuyor. -Mezopotamya Televizyonu: Danimarka'da bulunuyor ve PKK yanlısı propaganda yapıyor. Şebekenin Kopenhag'da bulunan bir web sitesi de var. Roj TV gibi, Mezopotamya televizyonu da Fransa'nın Eutelsat şirketinin sahibi olduğu uydu üzerinden yayın yapıyor. -Sardasht TV: Bu Kürt müzik yayıncısı online olarak faaliyet gösteriyor ve Roj TV'ye bağlı. Web sitesine Kopenhag (Danimarka) ev sahipliği yapıyor. -Öcalan'a Özgürlük: Almanya'nın Köln kentinde bulunuyor, web sitesi de aynı şehirde. Organizasyon "Öcalan'a Özgürlük-Kürdistan'da Barış için Uluslararası İnisiyatif" kampanyası olarak tanımlanıyor. -Denge-Mezopotamya: Merkezi Berlin'de bulunan bu web sitesi PKK yanlısı web sitelerine bağlantı sunuyor. PKK, silahlı kanadını siyasi kanat ile tamamlamak için Türkiye'deki gerilimden uzaklaşmış, rahatlamış çevrenin de avantajlarından yararlanıyor. 23 Ekim 2005 tarihinde PKK’nın Türkiye’de sözcülüğünü yapan Halkın Demokrasi Partisinin (HADEP) üç eski milletvekili, Demokratik Toplum Hareketi'ni kurduklarını açıkladılar ve hareket daha sonra Demokratik Toplum Partisi (DTP) olarak adını değiştirdi. Öcalan bu hareketin işlerine yakından müdahale etti. Dahası, Öcalan da örgütün yayın organı Özgür Politika gazetesinde yayımlanan açıklamasında, DTP'nin politikalarının şekillenmesinde rolünün olduğunu kabul etti. DTP, HADEP gibi PKK'nın ikincil örgütü olduğunu kabul ediyor ve PKK’nın siyasi kanadı olarak faaliyet gösterdiğini gizlemiyor. Türkiye kamuoyu, AB’nin terör örgütleri listesinde yer alan PKK'nın Avrupa içinde özgürce faaliyet göstermesini kabul edilemez buluyor. Şiddet eylemlerine son vermeyen PKK’ya yönelik Türkiye kamuoyunun tepkisinin tonu giderek artan biçimde Batı aleyhtarı bir hal alıyor. ABD’nin yanı sıra, Avrupa hükümetlerinin de uzun zamandır PKK ile mücadele etmekten kaçınmaları tepkinin boyutlanmasına neden oluyor. Aralarında Hıdır Yalçın, Rıza Altun, Zübeyir Aydar, Muzaffer Ayata, Mahmut Kılınç, Nedim Seven, Ali Haydar Kaytan, Canan Kurtyılmaz, Nuriye Kesbir de dahil bir çok PKK lideri Avrupa’da yaşıyor. Bir çoğu Belçika'ya vatan diyor. PKK liderlerinin çoğunun İsviçre bankalarında yüklü miktarda paraları olduğu biliniyor. PKK’lılar, Avrupa ülkelerinde haraç alma, adam kaçırma, insan kaçakçılığı ve uyuşturucunun yanı sıra, siyasi kampanyalar yoluyla da para toplama işini koordine ediyorlar. Toplanan paraların büyük bir bölümü Kuzey Irak’taki örgüt kamplarına iletiliyor. Avrupa Birliği, ancak 2002 yılında örgüt ismini KADEK olarak değiştirdiği zaman PKK'yı terör örgütü olarak kabul etti. Nisan 2004'de AB, Kongra-Gel'i de terör örgütü olarak nitelendirdi. Yedi ay sonra Hollanda güvenlik kuvvetleri Liempde'de PKK'nın bir eğitim kampını kapattı ve yirmi dokuz kişiyi tutukladı. Hollanda yetkililerine göre bu kişiler Türkiye'de saldırılar gerçekleştirmek üzere eğitim görüyorlardı. 5 Eylül 2005 tarihinde Alman İçişleri Bakanlığı PKK yanlısı Özgür Politika gazetesinin yayıncısı E.Xani Presse ve Verlags'ı kapattı, ancak Alman Federal İdare Mahkemesi bir ay sonra bu kararı bozdu. 19 Eylül'de Alman yetkilileri Mezapotamia -Nachrichtenagentur haber ajansını (MHA) ve Roj Online'nın web sitesini kapattı. Buna karşılık birçok AB ülkesi hala PKK ve yan kuruluşlarına hoşgörü göstermeye devam ediyor. PKK şiddeti, Türkiye’de kayıpların artmasına neden olurken, ABD ve Avrupa aleyhtarlığının da artmasına neden oluyor. PKK'nın yeniden eylemlere başlamasından duyulan hayal kırıklığı, Türkiye kamuoyunun Washington ve AB’ne yönelik tutumlarını da olumsuz etkiliyor. PKK'nın taktik gereği ilan ettiği mevsimsel ateşkes yeterli değildir. PKK'nın, kökü kazınmasa bile, grubun Avrupa'daki medya ve finans kollarının kapatılması, lider kadrosunun yakalanarak Türkiye’ye iadeleri gibi etkili ve kısa vadeli tedbirler yoluyla PKK'yla mücadele edilmesi hem ABD, hem de Avrupa'nın menfaatinedir. Türkiye reformları uygularken, PKK'nın "ateşkesine" bağlı kalacağına dair iyimserlik, gerçekçi değildir. Böylesi bir umut PKK'nın ideolojisini yanlış anlamaktır. Öncelikle PKK, silahları mutlak olarak susturmalıdır. PKK bu konuda, net ve güvenilir bir tutum sergilemelidir. Ateşkes deniliyor, ama hala mayınlar patlıyor, hala cenazeler geliyor. Bunlar PKK içindeki “silahlı mücadele yanlılarının” provokasyonu olabilir, ancak PKK yönetimini elinde bulunduran Murat Karayılan ve diğerleri, “silahlarla işleri olmadığını” ilan etmedikçe, bu provokasyonların amacına ulaşacağı da bilinmeli. Bence, sorunların çözümü için atılması gereken ilk ve en önemli adım budur. Nail Amudi [email protected]
-
BU NASIL TECRİT?...
BU NASIL TECRİT?... “Abdullah Öcalan’ın Sağlığı ve Cezaevi Koşulları Oldukça İyi!..” Abdullah Öcalan’ın sağlığını ve cezaevi koşullarını bahane ederek, Kürtleri yeniden şiddet ortamına çekmeye çalışan ve insani duyguları istismara çalışan PKK’nın, “Abdullah Öcalan’ın, İmralı’da ağır tecrit koşulları altında tutulduğu, sağlığı ve cezaevi koşullarının iyi olmadığı” yönünde yürüttüğü propagandaların gerçeği yansıtmadığı ortaya çıktı. İşte somut belge: PKK’nın yayın organı Toplumsal Demokrasi Gazetesi’nin 24 Kasım 2006 günlü yayınında manşetten yayınlanan fotoğraf, bu gerçeği teyit ediyor. İnanmayanlar, lütfen gazetede yayınlanan fotoğrafı dikkatlice incelesinler ve Öcalan ile ilgili gerçekleri görsünler… “Ağır hücre koşullarında olduğu” iddia edilen Abdullah Öcalan’ın bulunduğu odadan bir kesit!.. Geniş bir pencere, aydınlık ve geniş bir oda… Kütüphane ve içinde çeşit çeşit yüzlerce kitap… Yatak, küçük dolap, kalemler, masa… En ilginç olanı ise, 1 litrelik pet şişede hazır su… Bırakın cezaevlerini, dışarıdaki milyonlarca insanın barınmak için yaşamsal bir ortam bulamadığı düşünülünce… Aslında, Abdullah Öcalan’ın, günlük, aylık ve üç aylık periyotlarda doktor heyetleri tarafından düzenli olarak kontrolden geçirildiği ve kontrollerde bugüne kadar ciddi olarak nitelendirilebilecek bir rahatsızlığına rastlanmadığı çeşitli tarihlerde kamuoyuna duyurulmuştu. Demokratik Toplum Partisi Gençlik Kolları tarafından geçen ay Şanlıurfa’da düzenlenen bir seminerde konuşan Abdullah Öcalan’ın avukatlarından Hatice Korkut, PKK’nın iddialarının aksine, “Abdullah Öcalan’ın sağlık koşullarının oldukça iyi olduğunu, iklim koşullarına bağlı olarak alerjik birtakım problemlerinin bulunduğunu, ancak bunların önemli olmadığını” vurgulayarak, Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarına objektif bir biçimde dikkat çekmişti. Cezaevi çalışanlarının hem Abdullah Öcalan’a, hem de ziyaretçilerine ve avukatlara çok iyi davrandıklarını belirten Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Hatice Korkut, Öcalan’ın cezaevi koşulları hakkında ayrıntılı bilgiler vererek, şunları söylemişti; “Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşulları oldukça iyi. Cezaevi görevlileri Öcalan’ı aşağılayıcı hiçbir davranışta bulunmuyorlar ve ziyaretçilere de saygılı davranıyorlar. Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nden kardiyolog, dahiliye, psikolog, ortopedi ve diş hekiminden oluşan 5 kişilik uzman doktor heyeti, Abdullah Öcalan’ı ayda 2 kere check-up’tan geçiriyor. Abdullah Öcalan’a çok iyi davranan doktorlar, onun sağlığı için iyi niyetli olarak ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Abdullah Öcalan, tepeden tırnağa muayene edilerek, kan ve idrar örnekleri alınıyor, röntgeni çekiliyor ve diş tedavisi yapılıyor. Muayene sonunda doktorlar tarafından düzenlenen tutanaklar, Abdullah Öcalan tarafından da memnuniyetle imzalanıyor.” Abdullah Öcalan da, muhtelif tarihlerde avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamalarda (Roj TV, Özgür Politika Gazetesi, Ekim-Kasım 2005, Mart-Temmuz 2006) check-up’tan geçtiğini doğrulamış ve fiziki/ruhsal sağlığının iyi olduğunu vurgulayarak, “Fiziki ve ruhi sağlık açısından çok iyiyim. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Ancak kronik anjin, faranjit ve sünizit gibi rahatsızlıklarım sürüyor. Doktorlar ellerinden geleni yapıyorlar” demişti. Abdullah Öcalan’ı İmralı Cezaevi’nde ziyaret eden Avrupa Konseyi heyetlerinin, “mahkumiyet ve cezaevi koşullarının oldukça iyi olduğu” yönündeki raporlarının mevcudiyetine dikkat çeken “Frankfurter Rundscahu” (11.08.2006) ve “Welt Am Sonntag” (06.08.2006) gazetelerinde yayınlanan haberlerde ise; “Avrupa Konseyi heyetleri, çeşitli tarihlerde terörist Abdullah Öcalan’ı cezaevinde ziyaret ettiler. Heyetler, terörist Öcalan’ın mahkumiyet koşullarının iyi olduğunu saptadılar. Avrupa Konseyi heyetleri tarafından hazırlanan raporlarda; ‘Öcalan’ın hücresinin iyi ışıklandırıldığı ve uygun döşendiği, mahkumun yeterince hareket etme olanağının bulunduğu, gazete ve kitap okuyabildiği, radyo dinleyebildiği’ vurgulandı. Ancak tüm açıklamalara rağmen, PKK yönetimi, Öcalan’ın cezaevi koşullarının iyi olmadığı iddiasıyla, ‘şiddeti tırmandırma’ tehdidini sürdürüyor” denilmişti. Tüm Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin hapishane, psikiyatri kliniği ve karakollarını “habersiz” ziyaret etme yetkisine sahip olan Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) tarafından açıklanan muhtelif tarihli raporlarda da, “Abdullah Öcalan’ın hiçbir şekilde kötü muamele görmediğine, cezaevi koşullarının çok iyi olduğuna” dikkat çekilmişti. Öcalan’ı cezaevinde ziyaret eden CPT Genel Sekreteri Trevor Stevens; “Abdullah Öcalan’ın hücresindeki maddi koşulları oldukça iyi olarak nitelendiriyoruz. Mahkumun sağlık kontrolleri düzenli olarak yapılıyor, her gün gazeteleri okuyabilme imkanı var. Avukatlarıyla periyodik olarak görüşebiliyor. Radyo dinleyebiliyor” diyerek, PKK/KONGRA-GEL tarafından “Öcalan’ın tecrid edildiği ve sağlık koşullarının iyi olmadığı” yönündeki propagandaların gerçeği yansıtmadığına dikkat çekmişti. HAK-PAR’ın eski Genel Başkanı Abdülmelik Fırat ve selefi Sertaç Bucak ise, düzenledikleri basın toplantılarında, Abdullah Öcalan ile ilgili gerçekleri kamuoyuna şöyle aktarmışlardı; “Abdullah Öcalan, tek başına büyük bir adada özel doktor ve yemeklerle çok iyi besleniyor. PKK yönetimi, ‘Başkanın gözü ağrıyor, karnı şişti, balgamı birikti, kilo aldı’ vs. propagandalarla Kürtlerin insancıl ve yurtsever duygularını sömürerek, hayatta kalabilmek için müthiş bir tezgah kurmuştur. Aslında PKK yönetimi ve örgütün ipoteği altındaki Kürt siyasetçilerinin birçoğu, müebbet hapse mahkum edilmiş bir adamla Kürt sorununun çözülemeyeceğini, Abdullah Öcalan’ın Devlet tarafından hiçbir zaman muhatap alınmayacağını çok iyi bilmelerine rağmen bu oyuna alet oluyorlar. PKK, varlığını sürdürebilmek için ömür boyu hapiste kalacak bir adamdan medet umacak kadar aciz bir duruma düşmüştür. Taşeron olarak kullanılan PKK’nın şiddet politikasının, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin zararına olduğunu herkes biliyor. PKK’nın, Abdullah Öcalan’ın sağlık koşulları ile ilgili provokasyon amaçlı söylemlerine karşı Kürtler uyanık olmalılar…” PKK yönetimi, Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarını bahane ederek, yeniden şiddeti tırmandırmak istiyor… Ancak Kürtler, PKK’nın şiddet tuzağına düşmemeliler ve PKK’nın yayın organında yayınlanan “Abdullah Öcalan’ın cezaevi fotoğrafına” biraz daha dikkatli bakarak, artık kimlerin, nasıl bir oyun peşinde olduklarını görebilmeliler. Ülkede huzur ve güvenliği güçlendirmenin yolu, duygusal tepkiler, öfkeler, hissi patlamalar, çatışmalar, kutuplaşmalar, itişip kakışmalar değildir. Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel alanda gelişip güçlenmesidir. Bu da, duygusal patlamalarla değil, gerçekçi yaklaşımlarla mümkün olabilir. Ülkesini seven, ve huzur, refah isteyen herkese bir görev düşmektedir: Provokasyonlara karşı sağduyu ve soğukkanlılığı kaybetmemek, tepkilerin hukuk çerçevesinin dışına çıkmaması… Nail Amudi [email protected]
-
KÜRTLER, ÇÖZÜM İSTİYORLARSA PKK ŞİDDETİNE KARŞI KESİN TAVIR ALMALILAR!..”
KÜRTLER, ÇÖZÜM İSTİYORLARSA PKK ŞİDDETİNE KARŞI KESİN TAVIR ALMALILAR!..” PKK’nın, mevsimsel ateşkes kararını inandırıcı bulmayan Kürt siyasetçilerin, örgüte yönelik eleştirilerinin dozu artarak sürerken, etnik milliyetçilik temelinde yürütülen politikaların da Türkiye’nin Avrupa Birliği ve demokratikleşme sürecine bir katkısının olmayacağına dikkat çekiliyor. Abdülmelik Fırat’ın koltuğuna oturmasının hemen ardından bir internet sitesine konuşan HAK-PAR Genel Başkanı Sertaç Bucak (22 Kasım 2006), PKK’nın, silahlı güçleriyle Kürt siyasetini vesayet altında tutmaktan vazgeçmesi gerektiğini vurgulayarak, örgütün şiddet eylemlerini sürdürmesinin Türkiye’nin demokratikleşme sürecine engel olduğuna dikkat çekti. PKK’nın ateşkes kararının inandırıcı olmadığını vurgulayan Bucak, örgütün silahlarını gömmesi gerektiğini vurgulayarak, şöyle dedi; “PKK, ateşkese rağmen mayınlama türü eylemlerini sürüyor. Örgütün şiddet politikası, Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecini baltalıyor. Kürtlere zarar veren bu politika, dün olduğu gibi bugün de PKK tarafından belirlenmiyor. Daha önceleri Suriye, İran tarafından kullanılan PKK, bugün ABD tarafından kullanılıyor. Bugün birçok Kürt aydın ve siyasetçisi, taşeron olarak kullanılan PKK ile birlikte hareket ediyor. Birçok saf insanımız da, PKK’nın şiddet tuzağına düşmüş görünüyor. Elimizdeki belgelerden yola çıkarak, PKK’nın, ABD’nin kontrolünde hareket ettiğini, Türk-Kürt çatışması çıkarmak suretiyle Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin engellemek istenildiğini sabır ve inatla halkımıza anlatmaya devam edeceğiz. Bunları kamuoyuna açıkladığımıza sinirlenen PKK yönetimi, insanlık dışı bir uygulamayla infazlara yöneldi. Kürtler, bu infazlara karşı sessiz kalmamalıdır. Abdullah Öcalan, tek başına büyük bir adada özel doktor ve yemeklerle çok iyi besleniyor. PKK yönetimi, ‘Başkanın gözü ağrıyor, karnı şişti, balgamı birikti, burnu aktı, kilo aldı, tek başına sıkıldı’ vs. propagandalarla Kürtlerin insancıl ve yurtsever duygularını sömürerek, hayatta kalabilmek için müthiş bir tezgah kurmuştur. Taşeron olarak kullanılan PKK’nın ve vekili DTP’nin Kürtlere verecek bir şeyleri kalmamıştır. PKK var olduğu sürece, Kürtleri çok kritik ve zorlu günler bekliyor. Aydınlarımız, PKK’nın saplandığı bataklığı görmelerine rağmen, seslerini çıkarmaya cesaret edemiyorlar. Aydınlarımız gerçeklere karşı sessiz ve edilgendirler. Bu tür aydınların toplumumuza yararı değil zararları vardır. Çünkü bu aydınlar, PKK’nın Kürtlere zararlı politikasını halkımıza anlatmaktan korkuyorlar. Örneğin, Şerafettin Elçi, geçenlerde bir TV programında ‘PKK ile ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?’ şeklindeki bir soruya, ‘konumuz PKK değil’ diyerek, korkakça bir cevap vermiştir. Çünkü Şerafettin Elçi, Kürtlükten rant kapma peşindedir. Yine, bugün Diyarbakır’da belediye başkanlığı yapan zatın gözleri felfecir okuyor. Bu zata göre, varsa yoksa Üveys’in oğlu. Kürt halkının insanca koşullarda yaşaması umurunda değil. Çünkü rant peşinde koşan bu zat, siyasi geleceğini İmralı’da görecek kadar ütopik bir yaklaşım içerisindedir. Oysa bugün Kürtlere kurulan tuzağın mimarı İmralı’dadır. Bölgedeki sıkıntıların sona ermesi için Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması gerektiğini düşünüyorum. Bölge halkına şu çağrıyı yapmak istiyorum: Sorunların şiddet yoluyla çözülmesi mümkün değildir. Kürtlerin, şiddeti yöntem olarak benimsemiş ve bir türlü bundan vazgeçemeyen PKK ile vekili DTP’ye karşı açıkça tavır almaları gerekir. PKK, Kürtlerin temsilcisi değildir ve olamaz. Biz sonuna kadar Kürt halkına PKK gerçeğini anlatmaya devam edeceğiz.” Sertaç Bucak’ın açıklamalarına bir ilave: Etnik milliyetçiliğin birbirini tetiklediği ortamı dağıtmadan, ne Kürt halkının çıkarlarından ne de güvenliğinden söz edemeyiz. Ama bu ortamın dağılması için bugüne kadar Kürtler adına konuşan politikacıların da ellerini taşın altına koymaları gerekiyor. Etnik sorunlar birçok ülkede var, her birinin özelliği ayrı. Ama çok genel iki çizgi dikkat çekiyor: Evvela teröre karşı çıkmak! Terör, masaya oturarak değil, yolu kesilerek durdurulur. Terörle mücadele ederken, etnik milliyetçiliğin kaynaklandığı nüfus kesimini demokrasi yoluyla siyasi sisteme, kalkınma yoluyla da toplumun geneline entegre etme politikaları geliştiriliyor, bunun yolları açılıyor. Türkiye'nin ilave bir şansı var: Nüfusumuz o kadar iç içe geçmiştir ki, Kürtçü gruplar da boş hamasetin ötesinde, bırakın "ayrılma"yı, uygulanabilir bir "ayrışma" programı bile sunamıyorlar. Baba Hakkâri'de, oğul Edirne'de; nasıl böleceksin?! Kan gövdeyi götürür! Onun için, etnik milliyetçilik temelinde politika yapan Kürt siyasetçilerin girişimleri fiyaskoyla sonuçlandı. Kürtler “etnik milliyetçilik” oyununa gelmeyecektir. Unutulmamalı ki, PKK’nın sözcülüğünü yapan DTP, Kürt kimliğini sahiplenen kitlelerden bile umduğu oyu ve desteği alamıyor. Çünkü PKK’yı aşamıyor, onun vekil partisi olmaktan öteye geçemiyor. Somut bir örnek: 21 Kasım 2006 tarihinde Diyarbakır’da PKK televizyonu Roj TV’ye destek amacıyla Danimarka Başbakanı Rasmussen’e mektup gönderdikleri gerekçesiyle yargılanan belediye başkanları ile ilgili ilginç bir gelişme, PKK-DTP ve belediye başkanları arasındaki ilişkiye ışık tutuyor… Duruşmaya sanık olarak katılan Adıyaman’ın Yaylakonak Belediye Başkanı Hasan Karaya ile Batman’ın Beşiri ilçesine bağlı İkiköprü Beldesi Belediye başkanı Fahrettin Astan, mahkeme başkanına şunları ifade ediyorlar: “Danimarka Başbakanı Rasmussen’e gönderilen mektubun içeriğine kesinlikle katılmıyoruz. Söz konusu mektubun altına bilgimiz dışında isimlerimiz yazılmış ve imzalarımız atılmıştır.” Sahte bildirim, sahte imza, sahte beyan… PKK-DTP-Roj TV yalanlarına bir yenisini daha ekleyebilirsiniz… Türkiye’de siyaset yapan Kürtler, PKK terörünü açıkça ve mutlak bir biçimde reddetmeli, şiddeti teşvik eden her türlü söz ve eylemden özenle kaçınmalı, çözüm arayışlarını demokratik ve hukuk sürecinde, dışarıda değil, içeride yoğunlaştırmalı, anayasal hak talep edebilmek için öncelikle, o anayasayı tanımak gerektiği unutulmamalılar. Huzur ve güven ortamının tesisinde en önemli koşulu; Kürt siyasetçilerinin PKK’nın ipoteğinden kendilerini kurtararak, etnik milliyetçilik temelindeki politikaları terk etmeleri ve üniter Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sağlamaya yönelik siyaset yapmalarıdır. Terörün durması olumlu bir gelişmedir. PKK mevsimlik değil de, inandırıcı şekilde terörü bırakırsa, Türkiye’de “reform, kalkınma, demokrasi, ekonomi, dostluk, hoşgörü" için tüm yolların doğal olarak açıldığı görülecektir. Nail Amudi [email protected]
-
ROJ TV YALAN HABER YAPIYOR!..
ROJ TV YALAN HABER YAPIYOR!.. YALANCI PKK’NIN MUMU YATSIYA KADAR BİLE YANAMADI!.. SEL FELAKETİ İÇİN TOPLANAN PARALAR, KANDİL’E Mİ AKIYOR?.. Avrupa Birliği’nin terör örgütleri listesindeki PKK’nın televizyonu Roj TV, ekranlarına taşıdığı yalan haberlerle Kürtleri kışkırtmaya devam ederken, “Avrupa Sınır Ötesi TV Sözleşmesi” esaslarını ihlal etmeyi sürdürüyor. 18 Ekim 2006 günü Roj TV’nin akşam haber bültenlerine şöyle bir haber yansıdı; “Mardin'in Nusaybin ilçesinde bir toplu mezar ortaya çıktı. Köylüler, 17 Ekim günü Antalya'da ölen bir akrabalarını defnetmek için, Koru (Hırebra Baba) köyü civarındaki mağaraların bulunduğu bölgede mezar kazmaya başladı. Ancak kazılan yer 3 metre genişliğindeki bir mağaraya denk geldi. Mağaranın taşını kıran köylüler, içinde onlarca cesede ait kemiklerin bulunduğu bir toplu mezara rastladı. Toplu mezardaki kemiklerin, '1915 yılında Osmanlı Ordusu tarafından katledilen Ermenilere ait olduğu' tahmin ediliyor.” “Nusaybin ilçesine bağlı Koru köyünde bir toplu mezar ortaya çıktı!..” Aslında haber bu kadar!.. Ancak, geçmişte birçok benzer örneklerinde olduğu gibi, PKK televizyonu Roj TV, bu haberi, araştırmaya, mezar ile ilgili incelemeleri beklemeye gerek duymadan, Avrupa Sınır Ötesi TV Sözleşmesi’nin “tarafsızlık” ve “çok yönlü” habercilik ilkelerini hiçe sayarak, PKK propaganda merkezinin talimatına uygun şekilde ekranlara yansıttı. Ancak, daha önce olduğu gibi, bu defa da, gerçeklerin kamuoyuna aksetmesi gecikmedi ve PKK-Roj TV’nin yalanı, yatsıya kadar bile yanmadan ortaya çıktı. Mardin’in Nusaybin’e bağlı Akarsu Beldesi Koru Köyü’nde 18 Ekim 2006 tarihinde ortaya çıkarılan toplu mezar ile ilgili araştırmalarını tamamlayan bilim adamları, konu ile ilgili ayrıntılı bir rapor hazırladılar. Bakınız, PKK televizyonu Roj TV’den kamuoyuna duyurulan haberin aslı, uzmanlar tarafından hazırlanan Bilimsel Rapor’da nasıl ortaya konuluyor; “Toplu mezara ilişkin yapılan inceleme sonucunda, mezarın, Nusaybin ilçesine bağlı Koru Köyü’nün doğusunda bulunan onlarca kaya mezardan biri olduğu tespit edilmiştir. Ortaya çıkarılan kaya mezarların, geç Roma dönemiyle erken Bizans dönemi aile mezarları olduğu belirlenmiştir. Bu mezarın, benzer örneklerine çevre köylerde de sık sık rastlanılmaktadır. Anadolu mezar geleneği içerisinde kaya mezarları, ayrı bir özellik sergilemektedir. Anadolu uygarlıklarına ait kaya mezarları, kişilerin ekonomik durumları ve sosyal konumlarına göre farklı mimari yapı özellikleri taşımaktadır. Binlerce yıl öncesine ait olduğu tespit edilen kaya mezarları ile ilgili haber, PKK televizyon kanalı (Roj TV) tarafından provoke amaçlı olarak kamuoyuna yanlış yansıtılmış olup, gerçekle ilgisi bulunmamaktadır.” (Güneydoğu Ekspres Gazetesi, 4 Kasım 2006) Evet, bilim adamlarının raporu “Roma ve Bizans dönemine ait kaya mezarlar olduklarını” ortaya koymaktadır. Bakalım, PKK televizyonu bu bilimsel raporu da kamuoyuna yansıtıp, özür dileyecek mi?.. Hiç sanmıyorum, çünkü PKK-Roj TV’de bu tür yalan haberlere daha önce de rastlamıştık. Hafızalarımızı şöyle bir yoklayalım!.. Roj TV’nin 12 Nisan 2006 tarihindeki haber bülteninde “Rize’de linç girişimi” başlığı altında yayınlanan haberde; “Ağrı/Patnos doğumlu Faruk Amedi isimli şahsa, sırf Kürt orijinli olduğu gerekçesiyle saldırıda bulunuldu. Cadde ortasında darp edilerek kanlar içinde bırakılan Kürt orijinli Faruk Amedi’nin sık sık belirsiz saldırılara maruz kaldığı belirtildi” denilmişti. Savcılığa intikal eden olay sonrasında ise, Faruk Amedi’nin, Nusret Özyiğit tarafından Rize/Belediye Parkı içindeki çay ocağında darp edildiği, iki şahsın aralarının bir alışveriş nedeniyle açık olduğu, Faruk Amedi’nin başında basit bir müdahale ile iyileşebilecek şekilde bir yara bulunduğu, Faruk Amedi’nin davacı olmaması nedeniyle Nusret Özyiğit’in serbest bırakıldığı ortaya çıkmıştı. PKK-Roj TV, sadece yalan haberler yaparak kamuoyunu yanıltmıyor, Avrupa Sınır Ötesi TV Sözleşmesi’ne aykırı şekilde, insanların bizzat isimlerini vermek suretiyle “öldürülmeleri” yönünde “hedef” de gösteriyor. Güvenlik güçlerinin Cudi Dağı’nda gerçekleştirdiği operasyonlara ilişkin PKK tarafından 3 Nisan 2006 tarihinde yayınlanan basın açıklaması, aynı akşam Roj TV’nin haber bültenlerinde ekranlara yansıdı; “30 Mart 2006 tarihinde Şırnak’a bağlı Cudi Dağı’na yönelik Türk ordu güçleri tarafından kapsamlı bir operasyon gerçekleştirilmiştir… Gite köyü korucularından N.T. ve C.K. (yayında şahısların isimlerine açıkça yer veriliyor) Türk Ordu güçlerinin operasyonu öncesinde PKK güçlerini ihbarda bulunmuş ve bu operasyonda aktif rol oynamışlardır…” (Bu şahısların can güvenlikleri açısından ad ve soyadlarının sadece baş harfleri verilmiştir.) Avrupa Sınır Ötesi TV Sözleşmesi’ni ihlal eden bu yayınlar, PKK-Roj TV ilişkisini net bir şekilde gözler önüne sererken, bugüne kadar ifade özgürlüğü kapsamında Roj TV’yi kapatmamakta direnen Danimarkalı yetkililerin, “Avrupa Sınır Ötesi TV Sözleşmesi” esasları ve terörizmle mücadele kapsamındaki uluslararası anlaşmalar çerçevesinde ortaya konulan yeni belgeler ışığında, Roj TV’nin kapatılması yönündeki taleplere daha gerçekçi yaklaşması bekleniyor. Küçücük bir ilave!.. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşanan sel felaketinde hayatlarını kaybedenlere Allah’tan rahmet dilerken, felaket konusunda taraflı haberler veren ve “doğal bir afeti” dahi Devlet aleyhine propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalışan PKK yayın organlarını şiddetle protesto ediyorum. Belediye Başkanı oldukları il, ilçe veya beldelere hizmet etmek yerine, günlerini Avrupa ülkelerinde PKK ve Abdullah Öcalan için harcayan, vatandaşlardan toplanan vergileri altyapı çalışmaları yerine, yurt dışı seyahatlerinde harcayan HADEP-DEHAP’lı belediye başkanlarına karşı başta Kürtler olmak üzere, Türkiye kamuoyunu tepki göstermeye ve PKK’nın “provokasyonlarına” karşı herkesi uyanık olmaya çağırıyorum. En büyük korkum; PKK ve uzantısı Heyva Sora Kürdistan ile belediyeler tarafından “sel felaketi”nin yaralarını sarmak için başlatılan kampanyalarda toplanan yardım paralarının, Ramazan, Kurban, deprem vb. örneklerde olduğu gibi, bu defa da “Kandil Dağı”ndaki PKK saltanatına aktarılması… Nail Amudi [email protected]
-
SERAFETTIN ELCI’YE CEVAP!..
SERAFETTIN ELCI’YE CEVAP!.. “Etnik Milliyetcilik Yaparak Prim Yapamazsiniz!..” PKK’nin ateskes degil, silah birakmasi gerektigini vurgulayan Serafettin Elci, dun gece Can Dundar’in NTV’de sundugu “Neden?” programinda “etnik milliyetcilik” yaparak, elestirdigi PKK ve DTP’nden farkli bir cizgide olmadigini ortaya koydu. PKK’nin “ateskes” kararini aciklamasinin ardindan bir basin aciklamasi (2 Ekim 2006) duzenleyen Serafettin Elci; “PKK’nin tek tarafli silahli eylemleri durdurma karari almasi yeterli degildir. Bu karar, silah birakmaya donusmelidir. Elde silah durdukca yeniden catisma ihtimali yuksektir. PKK saflarinda silahli catisma yanlisi gruplarin oldugunu biliyoruz. PKK’lilarin elinde silah bulundukca, ateskes veya silahli eylemleri durdurma soylemleri inandirici gorulmemektedir. Kalici bir baris ve huzur ortami icin PKK, cok net ve kesin bilmeli ki, silahli mucadele Turkiye’nin basini agritsa da, daha cok Kurtlere zarar vermektedir. Bu nedenle PKK, kosulsuz silahlarini bir daha eline almamak uzere topraga gommeli ve silahli kadrolarini Turkiye disina cikarmalidir. Turkiye’deki reformlarin onunu kesmemelidir. Gunumuzde terorist orgut damgasi yiyen bir hareketin basari sansi sifirdir. PKK ile arasina mesafe koyamayan DTP de cizgisi degistirmelidir” diyerek, PKK ve DTP’ni uyarmisti. Programda yaptigi aciklamalarla Kurtler arasinda taban bulamayan “Hur Kurtler” isimli yeni partisi icin oy avciligina soyunan Elci, onumuzdeki surecte Kurtler arasinda yasanacak cephelesme ve yuzlesmenin de isaret fisegini yakmis oldu. Seraffetin Elci’nin; “Kurtler kandirildilar. Kurt sorunun cozumu federatif sistemdedir. Devletin kurucusu olarak Turkler ve Kurtler belirtilmelidir” sozleri, programa katilan konuklarin yani sira, izleyicilerden de tepki gordu. Can Dundar, programa yuzlerce tepki mesajinin geldigini soyledi. Turkiye Cumhuriyeti vatandaslari arasindaki birlikte yasama iradesini ve Turkiye’de Kurtlerin disindaki diger etnik unsurlarin da yasadigini gormezlikten gelerek, “etnik milliyetcilik” propagandasiyla prim saglamaya calisan Serafettin Elci, aslinda PKK ve DTP’nden farkli olmadigini da ortaya koyarken, tarihi gercekleri carpitmistir. Kurtler konusunda onemli calismalari bulunan Batili uzmanlardan David McDowall’a gore, Yavuz Sultan Selim zamaninda kendi rizalariyla Osmanli’ya katilan Kurtler, genellikle kendi yasadiklari Dogu Anadolu yoresinde Osmanli Ordusuna hafif suvari olarak destek verdiler, kucuk capli catismalarda onemli rol oynadilar. Sultan Abdulhamid, kendi adini vererek kurdugu “Hamidiye Alaylari” ile Kurtleri bolgede onemli bir askeri guc haline getirdi. Hamidiye Alaylari, ozellikle Ermeni cetelerine karsi basarilar sagladi. Birinci Dunya Savasi yillarinda ise Rus isgaline karsi direndiler. Kurtler, Birinci Dunya Savasi’nda genel olarak Osmanli İmparatorlugu’na buyuk bir sadakat gosterdiler. Dogu Anadolu Bolgesi’ndeki Osmanli Ordusu’nun buyuk bolumu Kurtlerden olusuyordu. (Claude Cahen, Osmanlilardan Sonra Anadolu, sf.100 vd) Mustafa Kemal, Samsun’a ciktiginda Kurtlerin sadakatinin farkindaydi ve daha once Diyarbakir’da 16.Kolordu’da gorev yaparken tanidigi bu insanlara guveniyordu. 16 Haziran 1919’da Kazim Karabekir Pasa’ya yolladigi telgrafta; “Dogu vilayetleri halkinin, Ermeni cetelerinin acimasizligina ve taarruzlarina hedef olmus, en buyuk felaketi gormus bir unsur olmak sifatiyla, birlik ve fedakarlik luzumunu en once takdir ettikleri iftiharla gorulmektedir. Bu sebeple ben Kurtleri de bir oz kardes olarak bagrimiza basip, tek bir milleti bir nokta etrafinda birlestirmek ve bunu dunyaya Mudafaa-i Hukuku Milliye cemiyetleri vasitasiyla gostermek karar ve azmindeyim.” Zaten Kurt asiretleri de, “din ve vatan ugrunda acilacak mucadeleye katilmaya hazir olduklarini” Kazim Karabekir Pasa’ya acikca bildirmislerdir. Kurtleri, Milli Mucadele’ye kazandiran Ataturk, Hamidiye Alaylari’ndan kalan Kurt milisleri once Mudafaa-i Hukuku Milliye cemiyetlerine, sonra da duzenli orduya katmistir. Urfa ve Maras’in dusman isgalinden kurtarilmasinda cok onemli roller ustlenen Kurtler, Ismet Pasa’nin ifadesiyle “Milli Mucadele devaminca bu memleketin evlatlarina yakisir sekilde gayret gosterdiler.” Ancak Kurtlerin, icinde “bagimsiz Kurdistan” kurmak isteyen kucuk bir milliyetci grup vardi. Baslarinda Serif Pasa’nin bulundugu bu “Jon Kurtler”, dusman kuvvetlerle anlasarak once 1919’da Paris Konferansi, sonra 10 Agustos 1920’deki Sevr Anlasmasi’nda boy gosterdiler ve tarihte gecerlilik kazanmayan Sevr’e, “Kurt halklarinin Turkiye’den bagimsizlik elde etmeleri” yonunde bir madde eklettiler. Ancak bu kadro, Dogu ve Guneydogu Anadolu’daki Kurt liderler tarafindan siddetle kinandi. Erzurum, Erzincan, Van ve Diyarbakir’dan 30 ayri Kurt asiret lideri, Fransiz Yuksek Komiserligi’ne, “Turklerin ve Kurtlerin, soy ve din itibariyle kardes olduklarini ve hicbir zaman ayriliklarinin dusunulemeyecegini, Kurtlerin hicbir zaman Turkiye’den bagimsiz bir devlet olma taleplerinin bulunmadigini” vurgulayan protesto mektuplari yolladi. Ahmet Arif, Mehmet ***********, Bediuzzaman Said Nursi, Kurtler adina yayinladiklari ortak bildiride, Sevr Anlasmasi’nin kabul edilmedigini ve lanetlendigi belirterek, Kurtlerin ayrilik taleplerinin olmadigini vurguladilar. Kurt din alimleri de, Anadolu muftulerinin yayimladigi ve Milli Mucadele’de Ataturk’un yaninda olundugu yonundeki fetvayi imzaladilar. Lozan gorusmeleri yapilirken Batili devletlerin Kurtleri “azinlik” olarak gostermekte israr etmeleri uzerine ise, Kurt kokenli Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasim 1922’de Meclis kursusune cikip soyle demisti: “Avrupalilar diyorlar ki, ‘Turkiye’de yasayan akalliyetlerin (azinliklarin) en buyugu, en kesretlisi (kalabaligi) Kurtlerdir.’ Bendeniz Kurdoglu Kurdum. Binaenaleyh, bir Kurt olarak sizi temin ederim ki, Kurtler hicbir sey istemiyorlar. Biz Kurtler vaktiyle Avrupa’nin Sevr pacavrasi ile verdigi butun haklari, hukuklari ayaklarimiz altinda cignedik ve butun manasiyla bize hak vermek isteyenlere aynen iade ettik. Turk Milletinin bir ferdi olarak, Turklerle birlikte Devletimiz icin kanimizi doktuk, onlardan ayrilmadik ve ayrilmak istemedik ve istemiyoruz.” Bir sonraki celsede ise, Diyarbakir, Van, Urfa, Siirt, Bitlis, Erzurum, Erzincan, Mardin, Mus, Kastamonu, Pozan, Izmir, Antep, Malatya milletvekillerinin hepsi su cumlelerin altina imza attilar: “Turk, Kurt bir kutle-i vahidedir. Kurtler, hicbir vakit Turkiye camiasindan ayrilamaz ve bunu ayirmak icin hicbir kuvvetin gucu yetmez.” (Mustafa Akyol, Kurt Sorununu Yeniden Dusunmek, Mart 2006) Demokratik Toplum Partisi’nin lideri Ahmet Turk diyor ki: “Kuzey Irak’ta Kurtler, Saddam tarafindan baski altina alindiklarinda daglara veya Turkiye’ye kactilar… Guneydogu Anadolu’daki siddet olaylari sirasinda binlerce insan koylerinden goc etmek zorunda kaldi. Ancak bunlardan hicbiri baska bir ulkeye kacmadilar, daglara da cikmadilar. Gocmek zorunda kaldiklarinda Istanbul’a, Mersin’e veya Antalya’ya gittiler. Bu durum, Turkiye’deki Kurt kokenli Turk vatandaslarinin burayi bir vatan olarak gorduklerinin ispati degil midir?” (CNN Turk, Ankara Kulisi, 4 Aralik 2005) Turkiye, kendine yonelik saldirilara karsi en guzel ve en etkin yaniti, butun oteki millet, irk ve devletlerle iliskilerinde, esitlik ve adalet esasina dayali bir yurtseverce davranis icinde verebilir. Yurtseverlik, kan ve irk bagini degil, Turkiye Cumhuriyeti Devleti’nin cikarlarini on plana alir. Yurtseverlik, insanlarimizi Turk, Kurt, Rum, Ermeni, Gurcu, Laz, Alevi, Sunni olarak degil, Turkiye Cumhuriyeti vatandaslari olarak gorur ve aralarinda ayrim yapmaz. Yurtseverlik, ABD ve AB’ne, Turk dusmani ya da dostu olarak degil, Turkiye Cumhuriyeti’nin cikarlari baglaminda, esitlik ve sosyal adalet ilkeleri cercevesinde bakar. Ister Turkluk, ister Kurtluk duygusuyla olsun, Turkiye’de etnik catismayi koruklemek, Turkiye’ye buyuk zarar verecektir. Dunyada etnik milliyetciligin marjinallestigi toplumlarda; buyuk kitlelerin ve kitle kuruluslarinin, ayni zamanda aydinlarin buyuk cogunlugunun o toplumlarda eski “catismaci” kulturleri astiklari ve bu sekilde dogasi itibariyle catismaci olan etnik milliyetciligin toplumdan “tecrit” edildigi gorulecektir. Kurtulus Savasi’nin Cumhuriyet’le taclandirilmasi, millet egemenliginin Turkiye Buyuk Millet Meclisi’nin olusumu ile kullandirilmasinda, laik-demokratik Turkiye hedefinin temellerinin atilmasinda, etnik aidiyetleri, inanc farkliliklari ne olursa olsun, T.C. vatandaslarinin oynadigi kurucu ve yaratici rol, vatan ve millet kavramlarina, tarihsel birikimimizi de katarak saglam, icerigi olan bir yapi kazandirmistir. Bu sebeple, Anadolu, etnik kaynasmanin etnik ayrismayi yendigi bir yer haline gelmistir. Son gelismelere iliskin de ilave bir saptama… Etnik sorunlar bircok ulkede var, her birinin ozelligi ayri. Ama cok genel iki cizgi dikkat cekiyor: Evvela terore karsi cikmak! Teror, masaya oturarak degil, yolu kesilerek durdurulur. Ocalan da “ateskes” aciklamasinda, terorle bir noktaya gelinebilecegini "ama nihai cozume ulasilamayacagini" soyluyor kendi tabanina. Terorle mucadele ederken, etnik milliyetciligin kaynaklandigi nufus kesimini demokrasi yoluyla siyasi sisteme, kalkinma yoluyla da toplumun geneline entegre etme politikalari gelistiriliyor, bunun yollari aciliyor. Turkiye'nin ilave bir sansi var: Nufusumuz o kadar ic ice gecmistir ki, Kurtcu gruplar da bos hamasetin otesinde, birakin "ayrilma"yi, uygulanabilir bir "ayrisma" programi bile sunamiyorlar. Baba Hakkâri'de, ogul Edirne'de; nasil boleceksin?! Kan govdeyi goturur! Onun icin, Melik Firat'in girisimi fiyaskoyla sonuclandi. Kurtler, Serafettin Elci’nin de “etnik milliyetcilik” oyununa gelmeyecektir. Unutulmamali ki, PKK’nin sozculugunu yapan DTP, Kurt kimligini sahiplenen kitlelerden bile umdugu oyu ve destegi alamiyor. Terorun durmasi olumlu bir gelismedir. PKK mevsimlik degil de, inandirici sekilde teroru birakirsa, Turkiye’de “reform, kalkinma, demokrasi, ekonomi, dostluk, hosgoru" icin tum yollarin dogal olarak acildigi gorulecektir. Nail Amudi [email protected]
-
PKK NIN YENİ KURBANLARI KİMLER?..
PKK NIN YENİ KURBANLARI KİMLER?.. PKK Tetikçileri, Bayrampaşa Cezaevi’nin Mümtaz Direnişçilerinin Peşinde!.. Sivillere yönelik cinayetlerinin yanı sıra, örgüt içi infazlar nedeniyle de tepkileri üzerinde toplayan PKK’da, “Suriyeli-Türkiyeli”, “Bingöllü-Urfalı” kadrolar arasındaki hizipleşme tırmanırken, PKK’nın yeni kurbanları da belli oldu. PKK’nın ölüm listesine Bayrampaşa Cezaevi’nden tahliye olan iki örgüt sorumlusu eklendi. Kani Yılmaz’ı ve “Sarı İbrahim” kod adlı Ramazan Toptaş’ı öldürterek örgüt içerisindeki konumunu sağlamlaştıran Murat Karayılan, PKK tetikçilerine bu sefer de örgütün Bayrampaşa Cezaevi eski sorumlularından Ferhan Güllü ve Sadrettin Aydınlık’ı hedef gösterdi. Yürekleri ve beyinleri kendilerine ait olmayan, niçin ve kimi öldürdüklerini bilmeden, cinayetlerine bir yenisini daha eklemek için harekete geçen PKK tetikçileri, Bingöllü Ferhan Güllü ve Muşlu Sadrettin Aydınlık’ı arıyorlar. PKK tetikçilerinin, Ferhan Güllü’yü Köln’de bir tren garında yakaladıkları ve trenin altına itekleyerek, cinayete “intihar süsü” vermeye çalıştıkları, ancak Güllü’nün son anda trenin altında kalmaktan kurtularak kaçmayı başardığı belirtiliyor. PKK’dan kaçmayı başaranlar tarafından oluşturulan bir internet sitesine yansıyan habere göre, PKK yönetimi, Güllü ve Aydınlık hakkında alınan ölüm kararının gerekçesini “mafya grupları ile işbirliği yapmak” şeklinde açıklıyor. Örgüte yakın çevreler, yıllarca Bayrampaşa Cezaevi’nde örgüt adına sorumluluk yürüten mümtaz direnişçi (!) Güllü ve Aydınlık’ın, ölüm listesine konulmalarının arkasındaki nedenlerin farklı olduğuna işaret ediyorlar. Aynı çevreler, cezaevinden çıktıktan sonra katıldıkları toplantılarda ve sohbetlerde; PKK yönetiminin şiddet politikasını eleştirdiklerini, silahlı mücadele yoluyla sorunların çözümünün mümkün olmadığını, Hakkari ve Diyarbakır’da çocukların feci şekilde öldürülmelerinin örgütün ideolojisi ve söylemleriyle çeliştiğini, örgüt kadrolarında “Türkiyeli-Suriyeli”, “Urfalı-Bingöllü”, “kadın-erkek” vb. ayrımcılığın tırmandığını, Diyarbakır’daki bombalama eyleminin Murat Karayılan ile liderlik mücadelesine giren Suriyeli Fehman Hüseyin yandaşlarınca, Karayılan’ın güç duruma düşürülmesi amacıyla gerçekleştirildiğini, bu eylemin Karayılan’ın talimatıyla Suriye’de öldürülen Vifak Partisi sorumlularına bir misilleme olarak gerçekleştirildiğini, örgüt tarafından “Barış Grupları” olarak kamuoyuna duyurulan ve güvenlik güçlerine teslim edilen kadrolar başta olmak üzere, cezaevine düşen örgüt mensuplarının kaderlerine terk edildikleri, Avrupa ve dağ kadrolarının sadece kendilerini düşündüklerini, örgütün tüm söylemlerinin birbiriyle çeliştiğini, örgüt adına toplanan milyonlarca doların Avrupa ve Kandil arasında paylaşılırken, cezaevlerinin unutulduğunu” belirterek, kendilerini cezaevinde unutan PKK ile yollarının ayrıldığını açıklamalarının, “örgütün ölüm listesine” alınmalarına neden olduğu belirtiliyor. Öte yandan, Bingöllü Ferhan Güllü ve Muşlu Sadrettin Aydınlık’ın, örgüt adına İstanbul’da topladıkları yüklü miktardaki parayla birlikte ortadan kayboldukları öne sürülüyor. Hatırlanacağı üzere, PKK’nın son Kongresi’nde yönetimi ele geçiren Murat Karayılan’ın, Avrupa’daki muhalif Kürtler için bir “ölüm listesi” hazırladığı ortaya çıkmıştı. Karayılan, tasfiye için de Avrupa sorumlusu Canan Kurtboğa ile örgüt çevrelerinde “katil” olarak anılan Çukurcalı Behzat kod adlı Nedim Seven’i görevlendirmişti. Nitekim, ölüm listesinde yer alan PKK’nın eski İtalya sorumlusu Kemal Kara, Paris’teki 1 Mayıs kutlamaları sırasında, PKK’lıların saldırısından ağır yaralı kurtulmayı başarmıştı. Örgüt içi infazların ve ölüm listelerinin sonu gelmeyecek gibi görünüyor. PKK’nın bugünkü durumu ile ilgili küçük bir saptama yaptıktan sonra, Kürtlerin kafalarına takılan birkaç soruyu PKK yönetimine yüksek sesle sormak istiyorum. Evet, AB’nin terör örgütleri listesine alınması sonrasında şiddet politikasında ısrarlı olan ve aralarında çocukların da bulunduğu sivilleri hedef almaya devam eden PKK, Avrupa’nın yanı sıra, İran-Irak-Suriye-Türkiye’deki operasyonlar sonucunda köşeye sıkışmış, tabanının desteğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bunun birkaç nedenini sıralarsak: Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının getirdiği moral çöküntüsü ve örgütsel sorunlar. Hemen ardından PKK’nın “Öcalan’ı kurtarma” örgütüne dönüşmesi, buna bağlı olarak ideolojik boşluk ve kimliksizlik, Batı ülkelerinin çoğu tarafından terör örgütü olarak görülme; eleman bulma ve para toplamada zorluklarla karşılaşma, değişik zamanlarda yaşanan ve önemli isimleri kapsayan bölünmeler, eski kadroların iyice hantallaşıp yozlaşması, silahlı eğitim alan binlerce militanın atıl bir şekilde yıllarca beklemesi, yasal siyasi çalışmalarda gözle görülür başarısızlık, harekete yakın belediyelerde yaşanan yolsuzluklar, örgüt içi iktidar/rant savaşları. İşte Kürtlerin PKK yönetiminden cevabını beklediği birkaç soru: Faruk Bozkurt, Engin Sincer, Siphan Badoshiva, Kemal Güneş, Hikmet Fidan, Kani Yılmaz, Sabri Tori, Veli Çat, Yasin Kanat, Viyan Soran, Berzan Düre, Hisen Mehmud Ebas, Mahmut Arda, Mustafa Yaygır, Mustafa Günaydın, Murat Bayun, Nazime Adtürk, Salih Tatoğlu, Abdurrahman Öz, Bilal Dilek, Özcan Koyuncu, Atilla Kanda, Şeyhmus Erden, Mehmet Şener… Aslında liste uzun… Yıllarca örgüt için mücadele eden bu kişiler, örgüt içi hesaplaşmanın kurbanları… Ölüm talimatını verenler ve uygulayanlar kimler? PKK yönetiminin şiddet politikasını eleştirdikleri için öldürüldükleri doğru mu? Abdullah Öcalan için kendini yaktığı iddia edilen Viyan Soran, yoksa örgütün bir kurbanı mı?.. (Gözden çıkarılan ve ‘kayadan düştü’, “köpekten korktu kendini attı’, ‘psikolojik bunalımdaydı’, ‘kaza kurşunu’ diye açıklanan diğer infazlarda olduğu gibi…) Rusya’daki Ayntav Kürt Evi’nin Başkanı olan Tambov İli Duması Milletveki Cemal Çatoyeviç Şamoyan’ın da ölüm listesinde adı var mı? Karayılan’ın adamı Mehmet Eşiyok’un, infaz kararının alınmasında bir parmağı olabilir mi? Süleyman Soğan’ın oğlu Hakan gibi, Avrupa ülkelerinden kaçırılarak Irak’a götürülen binlerce çocuğa ne oldu? İngiliz muhabirin kız çocuklarına örgüt sorumlularınca tecavüz edildiği yönündeki haberi gerçek mi? Birleşmiş Milletler ve İsveç Çocukları Koruma Örgütü “Radda-Bamen”in yayınladığı raporlarda “PKK, 1999-2005 yıllarında 5 bin civarında çocuğu kaçırıp, eğitim kamplarında ideolojik/silahlı eğitim verdi. İsveç, Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Suriye, Yunanistan, Türkiye, Irak, Ermenistan ve İran’dan kaçırılan bu çocuklar, örgütün silahlı eylemlerinin yanı sıra, kadro temini ve uyuşturucu satışında da kullanılıyor” deniliyor. PKK yönetimi bu raporu yalanlamayacak mı, yoksa yalanlasa da kimseyi ikna edemeyeceğini mi düşünüyor? Kürtlerden toplanan paralar, Roj TV’nin reklam gelirleri örgüt yöneticilerinin Avrupa ülkelerindeki gizli hesaplarına aktarılıyor mu? Dağdaki kadrolar aç sefil yaşarken, Avrupa ülkelerinde boy gösteren örgüt sorumluları nasıl bir yaşam sürdürüyorlar? Avrupa’dakilerin yaşam standartları nedir? Mesela ne tip arabalar kullanıyorlar, nasıl evlerde kalıyorlar, marka olmayan kıyafetler ve ayakkabı giyiyorlar mı? Özgür Politika gazetesi sorumlularından evli olan Cemal Uçar, gazetede muhabir olarak çalışan genç bir kızla gayri meşru ilişki yaşıyor mu? Suzan Samancı-Aydın Dere, Ayşe Kartal-Sedat Günay, Nigar Yıldız-Mehmet Tanboğa arasında yaşananlar ile ilgili olarak basına yansıyan “cinsel skandal-ahlak dışı ilişki” haberleri doğru mu? PKK’dan kaçmayı başaran 35 kadından biri olan 29 yaşındaki Dilaram’ın, Kandil Dağı’nda bayan kadrolara tecavüz edildiği, hamile kalanların öldürüldüğü yönündeki açıklamalarına PKK yönetimi ne diyor? PKK’da yaşananlar, Necdet Buldan’ın “PKK’da Kadın Olmak”, Selim Çürükkaya’nın “Apo’nun Ayetleri” isimli kitaplarında anlatılanlar kadar insanlık dışı mı? Rıza Altun Fransa, Muzaffer Ayata Almanya vatandaşlığına alındılar mı? Murat Karayılan, Cemil Bayık, Haydar Kaytan, Fehman Hüseyin, Zübeyir Aydar, Duran Kalkan… Sırada kimler var? Hemşehricilik halen örgüt içinde görevlendirmede belirleyici bir etken mi? Murat Karayılan’ın Türkiyeli, Fehman Hüseyin’in Suriye ve İranlı kadroları yanına çekerek, örgüt liderliği için savaştıkları, Abdullah Öcalan’ın gözden çıkarıldığı, sadece figüran olarak kullanıldığı doğru mu?. Neyse, soruların sonu gelmeyecek, ama bu soruları sormaya devam edeceğim… Nail Amudi [email protected]
-
KÜRTLER, PKK’NIN DİYARBAKIR’A DÖŞEDİĞİ MAYINLARA BASMAMALI!..
KÜRTLER, PKK’NIN DİYARBAKIR’A DÖŞEDİĞİ MAYINLARA BASMAMALI!.. “Çocukları Öldürecek Kadar Gözü Dönen PKK Terörü Lanetlenmeli ve Demokrasiye Sahip Çıkılmalı!..” Kör terörün çocukları gözeteceğini mi bekliyordunuz? PKK terörü, şiddetin gözü dönmüş hali olarak neyi gözetebilir ki? Çocuklar da, arkasına gizlendiği bütün kutsal amaçlar gibi değersizdir teröristler için. PKK’nın Diyarbakır’da sivil halka yönelik termoslu katliamının yankıları sürerken, bombalama eyleminin “provokayon mu”, yoksa PKK’nın “planlı bir eylemi mi” olduğu da netleşiyor. Diyarbakır’daki bombalama olayını irdelemeden önce geçmişi şöyle bir hatırlamakta yarar görüyorum. 19 Mart 1993: Beka Vadisi’nde bir toplantı yapan Abdullah Öcalan’ın, PKK’nın “tek taraflı ateşkes ilan ettiğini” açıklamasının ardından, terhis olmuş 33 er Bingöl’de öldürüldü. 31 Ağustos 2006: Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki devir teslim ve terfi törenlerinin hemen sonrasında, örgütün dağdaki önemli ismi Murat Karayılan, örgüt içi bildiri yayınlayarak, “ateşkes” kavramını yeniden ortaya attı. 1 Eylül sabahı PKK’nın kendi içinde ateşkesi tartıştığı, örgüt yanlısı yayın organlarına yansıdı. Karayılan’ın açıklamaları, 11 Eylül 2006 tarihinde PKK’nın siyasi uzantısı Demokratik Toplum Partisi Eşbaşkanı Ahmet Türk tarafından kamuoyuna duyuruldu. Ertesi gün 200 aydın tarafından yayınlanan ve PKK’ya “şartsız silah bırakması” yönündeki çağrı da, Türkiye’de yaşayan herkesin şiddete karşı tepkisini dile getiriyordu. Ancak bu çağrıya PKK’nın cevabı, kimliğine ve özüne uygun oldu. Kanla beslenen değirmen kan öğütmeye devam etti. Yürekleri ve beyinleri kendilerine ait olmayan PKK mensupları, niçin ve kimi öldürdüklerini bilmeden, Diyarbakır’ın Bağlar Beldesi Koşulu Parkı yakınlarında bir termosun içine yerleştirdikleri bombaları patlattılar; 8’i çocuk, 10 masum insan hayatını kaybetti. Mart 1993 ve Eylül 2006 tarihlerinde yaşanan PKK katliamları arasında ilginç benzerlikler göze çarpıyor. 1993’te 33 erin öldürülmesi üzerine Abdullah Öcalan ve Cemil Bayık, “eylemi kendilerinden habersiz ve izin almadan gerçekleştiren Şemdin Sakık hakkında örgüt içi soruşturma başlattıklarını” açıklarken, Sakık ise, “eylemi Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın gerçekleştirdiğini” öne sürmüştü. Ancak daha sonraki gelişmeler, eylemi yapanlar arasında Şemdin Sakık’ın olduğunu ve Cemil Bayık’ın da olayı bildiğini ortaya koydu. Türkiye’nin 13 yıl sonra benzer bir olaya sahne olmasının dikkat çekici olduğunu belirten Serbesti Dergisi Yazı İşleri Sorumlusu Ümit Fırat, Aksiyon Dergisi’ne yaptığı açıklamada (18 Eylül 2006), “Birilerinin, varlıklarını sürdürebilmek için Diyarbakır’da o bombayı patlattığını” belirterek, şöyle dedi; “Ahmet Türk’ün ve aydınların PKK’dan koşulsuz silah bırakmasını istemesi çok önemli bir gelişmeydi. Şiddet politikası nedeniyle Kürtlerin desteğini önemli ölçüde kaybetmeye başlayan PKK’nın güç duruma düştüğü bir dönemde, Diyarbakır’da yaşanan bombalama eylemi, toplumda nefret ve kin duygularını körükleyecek. 1993’teki örnekte olduğu gibi, şiddet olayları yeniden tırmanabilir. Bu durumdan herkesin zarar göreceği bilinmeli ve Kürtler şiddetin tuzağına düşmemeli. Hiçbir gerekçe, masum insanları öldürmeye haklılık kazandıramaz. Provokasyonlara karşı halkımız uyanık olmalı” diyerek, durumun hassasiyetine dikkat çekiyor. PKK’nın silah bırakması için imza atan 200 aydından biri olan Tarık Ziya Ekinci, örgütün şiddet politikasında ısrarlı olmasının Kürtlere büyük zararlar verdiğini belirterek, şöyle diyor; “PKK, DTP’nin tabanıdır. Bu nedenle Ahmet Türk, PKK’yı açıktan karşısına alamıyor, ‘PKK terör örgütüdür’ diyemiyor. PKK silah bırakırsa, DTP nefes alacak ve toplumsal ve sosyal sorunların çözümüne yönelik daha rahat politikalar üretebilecek. Ancak PKK şiddet eylemleriyle buna izin vermiyor. Diyarbakır’da hedef gözetmeyen bombalama, Türkiye’de etnik çatışmayı körüklemeye yönelik bir eylem. Türkiye’de demokratik reformların önünün açılabilmesi ve güven ortamının yeniden tesisi için PKK’nın silah bırakıp, yurt dışına gitmesi gerekir. Bir daha silaha bulaşmaması şartıyla bunu biran önce yapması gerekir. Belki sonrasında bir af gündeme gelebilir. PKK ‘Devlet operasyonları durdursun, biz de silah bırakalım, ateşkes yapalım” diyor. Böyle bir şart olmaz ve kabul de görmez. Gerçekçi olmak lazım. Hiçbir devlet kendi silahlı kuvvetlerini, terörle mücadeleden geri durduramaz, geri çekemez. Sorunların demokratik anlamda çözümü için öncelikle dağdakilerin silah bırakması ve reformların önünü açması gerekir. PKK kendisine karşı hiç kimseyi istemiyor ve konuşturmuyor. PKK, sorunun çözümünün sadece kendisinde olduğuna inanıyor, ama yanılıyor. PKK yönetimi, durmadan ‘barış’tan, ‘demokrasi’den söz etmektedir. Ancak tam her şey yoluna girmişken, sorunlar demokratik ortamda tartışılmaya başlanmışken, Diyarbakır’daki patlama barış ve demokratikleşme sürecinin yeniden askıya alınmasına neden olabilir.” Kürt-Der Başkanı İbrahim Güçlü de, PKK’nın “önemli bir merkez olarak gördüğü, ancak desteğini kaybetmeye başladığı Diyarbakır’da yeniden öne çıkabilmek için böyle bir patlamayı gerçekleştirmiş olabileceğine” dikkat çekerek, şöyle diyor; “İlkbaharda Diyarbakır’da başlayan ve günlerce süren eylemlerde PKK psikolojik anlamda büyük yara almıştı. PKK’ya destek veren Diyarbakırlılarda, artık ‘silahlı PKK’nın Kürtlere bir yarar getirmeyeceği’ bilinci ciddi bir biçimde oluşmaya başlamıştı. Diyarbakır’daki olaylar, PKK’nın son yıllarda yaşadığı en ciddi kırılmadır. Daha önce PKK’ya yardım eden (haraç veren) önemli bir kesim PKK’nın şehirde organize ettiği gösterilerden sonra yardımını kesti, bazı aşiretler de örgüte katılan çocuklarını dağdan indirmek için büyük bir çaba içine girmeye başlamışlardı. PKK, bombalama olayını Devlet’e yıkarak, bir taşla iki kuş vurmayı planladı; hem taban desteğini yeniden canlandırmak, hem de Türkiye’de etnik çatışmayı körüklemek. Kürt sorunun çözümünün önündeki en büyük engel PKK terörüdür. PKK öldürmekle ve ölmekle bir yere varamayacağını görmeli.” Haklı terör yoktur, olamaz. Terör, bir silahlı propaganda yöntemidir ve insanlık suçudur. Terör örgütleri, bu yöntemi, önce halkı korkutmak, sindirmek, otorite kurmak, devlet otoritesine alternatif oluşturmak ve sonra da “dava”ları desteğe dönüştürmek ve süreci siyasallaştırmak için kullanırlar. PKK’nın izlediği yol da bu yoldur. Halk arasında destek bulamayan terör örgütleri yaşayamaz. Bu nedenle halkın tutumu, belirleyici derecede önemlidir. Halkın teröre karşı durması, terör örgütüne gönüllü, gönülsüz destek vermekten kaçınması, her eyleme tepki vermesi etkili olur. Terör örgütünü zor duruma düşürür. Terörü lanetlemesi, mahkum etmesi giderek bu yöntemi çıkmaza sokar. Bu açıdan başta Diyarbakır olmak üzere, Türkiye’nin dört bir yanından PKK terörüne yönelik tepkilerin yüksek sesle haykırılması, şiddetin sonunu getirecektir. Çok kültürlülüğü ile zengin Anadolu, bölünmeye uygun bir toprak değildir. Bu çağ artık bölünme çağı değil, bir arada yaşama, birlikte yaşama iradesini gösterebilme çağıdır. Türkiye’nin de çok kültürlü konumunu korumaktan başka çaresi yoktur. Türkiye hepimizin ülkesidir. Türkü, Kürdü, Çerkezi, Lazı, Rumu, Yahudisi, Ermenisi, Asurisi, Süryanisi, hep birlikte, bu topraklarda barış ve kardeşlik içinde yaşamayı çoktan hak etmişlerdir. Günümüz; etnik milliyetçilik yerine, demokratik milliyetçiliğe ve yurtseverliğe gerçek anlamda sahip çıkma günüdür. Türkiye’nin de, Türkiye’de yaşayanların da tek doğrusu budur. Nail Amudi [email protected]
-
KÜRTLER, PKK’NIN ŞİDDET TUZAĞINA DÜŞMEMELİ!..
KÜRTLER, PKK’NIN ŞİDDET TUZAĞINA DÜŞMEMELİ!.. “Önce Van, Sonra Diyarbakır!.. PKK, Önce Öldürüyor, Sonra İnkar Ediyor!..” Kürtlerin “ateşkes ve silah bırak” çağrılarının yükseldiği bir süreçte, PKK’nın 12 Eylül 2006 gecesi Diyarbakır’daki Koşuyolu Parkı’nda gerçekleştirdiği bombalı eylemde, 8’i çocuk 10 sivilin öldürülmesinin yankıları sürerken, Kürtlerden ve uluslararası çevrelerden gelebilecek tepkilerden çekinen örgüt yönetiminin, geçmişte olduğu gibi, “katliamı üstlenmeme” yönündeki tavrı, yerli ve yabancı kamuoyu tarafından inandırıcı bulunmadı. Almanya’da yayınlanan Stuttgarter Nachrichten, Stuttgarter Zeitung ve Badische Neuste Nachrichten gazetelerine yansıyan yorumlarda, (15-18 Eylül 2006) Diyarbakır’daki bombalı eylemin PKK’lı teröristler tarafından gerçekleştirildiği vurgulanarak, şöyle denildi; “Daha önce İstanbul, Mersin, Van, Antalya ve Marmaris’te sivilleri öldüren PKK’lı teröristler, bu sefer de Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Diyarbakır’da bomba patlattılar. PKK’nın bombalı eyleminde aralarında çocukların da bulunduğu 10 sivil ölürken, onlarca kişi yaralandı. Bombalı eyleme tepki gösteren Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, “Bu eylem, barış çabalarına vurulmuş bir darbedir’ derken, başta insan hakları dernekleri olmak üzere, Türkiye’deki farklı kesimlerden PKK eylemine tepki yağdı. Bu eylemin, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki sivil toplum örgütlerinin ve Kürt siyasetçilerin PKK’ya silah bırakması yönündeki çağrıları sonrası gerçekleşmesi, PKK’nın ‘ateşkes’ ve ‘barış’ açıklamalarının sorgulanmasına neden oldu. PKK’nın Diyarbakır’da gerçekleştirdiği bombalı eylemde ölenlerin çoğunluğunun sivil Kürtler olması ve kurbanlar arasında çocukların bulunması, örgüte duyulan nefreti bir kat daha artırıyor. PKK’nın şiddet eylemlerini tırmandırması, bölgenin sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmesini engellediği gibi, çatışmaların sona ermesi için verilen çabaları da sekteye uğratıyor. Sorunun demokratik ve barışçıl yollardan çözümü için PKK’nın somut adım atması ve silahları bıraktığını açıklaması gerekiyor.” Bu arada, Koşuyolu Parkı’nda yapılan olay yeri incelemeleri, eylemin PKK tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koydu. Olay yerinde bulunan telsiz, kilit ve termos parçaları ile patlamada kullanılan bomba düzeneğinin daha önce PKK’lı teröristlerce gerçekleştirilen eylemler ile (3 Kasım 2005 Dicle, 5 Haziran 2005 Hani, 9 Mart 2006 Van, 22 Mayıs 2006 Lice’de) aynı olduğunu gösteriyor. Hatırlanacağı üzere, 9 Mart 2006 tarihinde PKK’lı teröristler tarafından Van’ın şehir merkezinde gerçekleştirilen bombalama eyleminde, patlama sırasında bölgede bulunan vatandaşların yanı sıra, yolcu taşımacılığı yapan bir minübüs ve belediye aracı ile çevredeki binalar zarar görmüş, saldırıda eylemi gerçekleştiren PKK’lı teröristin yanı sıra, 2 vatandaş ölmüş ve bazılarının durumu ağır olmak üzere 18 kişi yaralanmıştı. Patlamanın hemen ardından “Eylemle bir ilgimiz yok” diyen PKK yönetimi, bir gün sonra cinayetin bir PKK mensubu tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıkınca; “Saldırı Dengtav kod Devrim Solduk adlı militanımızın kendi inisiyatifiyle ve yanlışlıkla gerçekleşmiştir. Yanlış hedef seçilmiştir. Halkımızdan özür dileriz” açıklamasında bulunmuştu. Özürleri kabahatlerinden büyüktü… PKK’nın özür dilemesindeki etken ölenlerin sivil olmasından kaynaklanıyordu. Eğer eylem bir polis otosunun veya askeri aracın yanında gerçekleşmiş olsaydı, örgüt yine böyle bir özür mesajı yayınlayacak mıydı? Hiç sanmıyorum. O zaman eylemi gerçekleştiren, “kahraman” ilan edilecek ve cinayetin haklılığından dem vurulacaktı. Nitekim PKK yönetimi, örgüt kadrolarına yönelik yayınladığı bildirilerde, eylemi gerçekleştiren Devrim Solduk’u “kahraman” ilan ederek, intihar saldırıları ve cinayetlere haklılık kazandırmaya çalıştı. Yani kamuoyuna karşı “pişmanlık” ve “özür”den bahsedilirken, örgüt kadrolarına yönelik “kahramanlık” propagandası yapılarak, bu tür eylemler özendirilmeye devam edildi. PKK sözcülüğü yapmaktan bir türlü vazgeçemeyen Demokratik Toplum Partisi temsilcileri de, cinayetin gerçekleştirildiği yere karanfil bırakarak, olayı kınadıklarını açıklamışlardı. Bugün Diyarbakır’da yaşananlar, Van’da yaşananların kopyası. Ancak farklı olan, artık PKK’nın yalanlarının dünya kamuoyunda kabul görmemesi... Nitekim, Avrupa Parlamentosu tarafından Eylül ayının sonunda yayınlanacak Rapor’un 21.paragrafında; “PKK terörünü şiddetle kınıyoruz. Sivil halka yönelik şiddet eylemlerinin hiçbir mazeretini kabul etmiyoruz. Terörle mücadelesinde Türkiye ile tam bir dayanışma içinde bulunduğumuzu ilan ediyoruz” denilerek, (Milliyet Gazetesi, 18 Eylül 2006) Türkiye’nin terörle mücadelesinin desteklendiği vurgulanırken, PKK’nın terörist kimliği de bir defa daha tescillendi. PKK kör terörü kana doymuyor. Ülkenin her yerinde hiçbir ayırım yapmadan ölüm kusuyor. Karanlıklar içinden kurşun sıkıyor, kalleşçe döşediği mayınları, oraya buraya koyduğu bombaları patlatıyor. Masum ve günahsız insanları çoluk çocuk, yetişkin, ana, baba demeden öldürüyor. Sözlerim açık ve net: Nereden gelirse gelsin, hangi amaç için olursa olsun masum insanları öldüren her türlü eylemi terörist bir eylem olarak nitelendiriyor ve cinayeti gerçekleştirenler ile ölüm talimatını verenlerin yargı önüne çıkarılmaları gerektiğine inanıyorum. Sorunların şiddet yoluyla çözülemeyeceğine, bölgede kan akıtarak herhangi bir değişimin veya dengeleri dönüştürecek bir inisiyatifin elde etme şansının kalmadığına bir kere daha dikkat çekmek istiyor ve herkese sesleniyorum; PKK terörüne ve cinayetlere ahlaki olarak karşı durmadın mı özgürlüğe dokunamazsın. Şiddet ve cinayetler, şimdiye kadar zorluklarla büyütülen demokrasi ve kardeşlik filizlerini zedeliyor. Bölge halkı, yeniden şiddet ve gözyaşı istemiyor. Halk, silah ve şiddet yerine, sorunların demokratik ortamda, konuşularak çözülmesini istiyor. Şiddete sürükleyenlere karşı durabilecek, akıntıya kapılmayacak, akıllı hamlelerle ateşleri söndürecek önderlikler arıyor. Asıl sorun haklı olmak değil, sürüklenmemek, şiddeti aşma becerisi göstermektir. İster Türklük, ister Kürtlük duygusuyla olsun, Türkiye’de etnik çatışmayı körüklemek, Türkiye’ye büyük zarar verecektir. Bugün çatışmacı ideolojiler çağın gerisinde kalırken, rasyonel, uzlaşmacı, müzakereci, pratik, çoğulcu görüşler gelişiyor. Dünyada etnik milliyetçiliğin marjinalleştiği toplumlarda; büyük kitlelerin ve kitle kuruluşlarının, aynı zamanda aydınların büyük çoğunluğunun o toplumlarda eski “çatışmacı” kültürleri aştıkları ve bu şekilde doğası itibariyle çatışmacı olan etnik milliyetçiliğin toplumdan “tecrit” edildiği görülüyor. Aşırı uçların hiç kuşkusuz ki kendilerine göre meşru acıları var. Ancak, o acılarla, akıtılan kan ve gözyaşlarıyla güzel bir geleceğin kurulamayacağı, şiddetin her iki tarafı da tüketeceği, geçmişin tutsağı olarak bir yere varılamayacağı anlaşılmalıdır. Gerek Kuzey Irak’ta, gerekse Türkiye’de siyasi sürece dahil olamayacağını hisseden PKK, eski kirli çatışma ve şiddet günlerinin koşullarını yeniden yaratmaya çalışıyor. Çünkü PKK yönetimi, Türkiye’nin demokratikleşmesinin kendisinin sonu olacağını çok iyi biliyor. Diyarbakırlılar başta olmak üzere Türkiye’de demokrasiye ve insan haklarına inanan sağduyu sahibi herkes; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak demokratik/çağdaş milliyetçiliğe ve yurtseverliğe destek verildiğini, etnik ayrımcılığı ve şiddeti temel alan tüm grupların karşısında olunduğunu yüksek sesle haykırmalıdır. Bu ses Diyarbakır’dan öylesine gür çıkmalı ki, çocukları öldürecek kadar küçülen ve çaresiz kalan PKK’nın, Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve sorunlara çözüm arayışının önünü tıkamasına izin vermemeli. Nail Amudi [email protected]
-
İNSAN HAKLARI DERNEĞİNDEN PKK YA TEPKİ!..
İNSAN HAKLARI DERNEĞİNDEN PKK YA TEPKİ!.. “Hiçbir gerekçe, insanları öldürmeye haklılık kazandıramaz!.. Kör Terörü Lanetliyoruz!..” 1 Eylül Dünya Barış Günü öncesinde Kandil’de toplanan basın mensuplarına “barış, demokrasi, insan hakları”ndan yana olunduğunu belirterek, “ateşkes, silah bırakmak”tan bahseden PKK’nın, Marmaris, Antalya, İstanbul ve Kocaeli’nde sivilleri hedef alan insanlık dışı eylemlerine, başta İnsan Hakları Derneği olmak üzere, toplumun her kesiminden lanet yağıyor. Geçen hafta İngiltere tarafından “sivilleri hedef alan PKK terör örgütü ile aynı olduğu” gerekçesiyle İngiltere tarafından yasaklanan TAK’ın utanmadan ve sıkılmadan bu eylemleri üstlenmesi ve Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarını bahane göstermesi, başta İnsan Hakları Derneği olmak üzere, kamuoyu tarafından nefretle karşılandı. İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi’nden yapılan basın açıklamasında (28 Ağustos 2006), son dönemde şiddet eylemlerini tırmandıran PKK’nın, sadece insanların yaşam hakkını değil, Türkiye’de toplumsal barışı ve demokratik süreci de hedef aldığına dikkat çekilerek, şöyle denildi; “PKK’nın, Marmaris, İstanbul, Kocaeli ve Antalya’da gerçekleştirdiği eylemlerde aralarında yabancıların da bulunduğu çok sayıda insan yaralanırken, 4 vatandaşımız da ölmüştür. Bu eylemlerin sorumluları, en yüksek değer olan yaşam hakkını hedef almanın ötesinde, toplumsal barışı ve demokratik hakları da hedef almıştır. Dünyada ve Türkiye’de barışı, hoşgörüyü ve karşılıklı saygıyı geliştirecek tutum ve davranışlara ihtiyaç olduğu bir dönemde, sivilleri hedef alan PKK’nın eylemlerini lanetliyoruz. İnsan Hakları Savunucuları olarak bizler, her koşulda, başta yaşam hakkı olmak üzere insan haklarının korunmasını savunmaktayız ve bunun mücadelesini vermekteyiz. PKK’nın insan yaşamını hedef alan şiddet eylemleri hiçbir zaman sorunlara çözüm olamayacaktır. Hiçbir gerekçe, en yüce değer olarak gördüğümüz insan yaşamına son vermeye haklılık kazandıramaz. Bu acılara hiçbir zaman alışmayacağız. PKK’nın, insan haklarına ve insancıl hukuka aykırı bu tür eylemlerini hiçbir zaman onaylamıyoruz.” Türkiye’de herhangi bir sorunun şiddet yoluyla ve kavgayla çözülebileceğine inanmak büyük bir yanılgıdır. Eğer gerçekten barış ve demokrasi isteniyorsa, silahları bırakıp, demokratik yasal sürecin gereğini yerine getirmekten başka bir çıkış yolu yoktur. Bu çıkmaz yolda ısrar, acıları daha da artırmaktan başka bir sonuç yaratmayacaktır. Hak arama imkanlarının ve özgürlüğünün giderek genişlemekte olduğu bir ülkede, silahlı eyleme yönelerek, sivillerin siyasi amaçlar için kaçırılması veya öldürülmesinin, hiçbir şekilde meşru görülemeyeceğini, PKK’dan başka herkes anladı. PKK, şiddet yoluyla hayatta kalmaya çalışıyor. PKK yönetiminin taktiği, bugün tutmuyor. Çünkü Türkiye’de demokrasi zihniyeti, ülkenin dört bir köşesine, en ücra noktalara kadar kök salmış durumda. PKK kör terörü, sadece Türkiye’de değil, uluslararası kamuoyunda da tepkilere neden oluyor. PKK yönetimi, aydınların, demokratik kitle örgütlerinin, Avrupa ülkelerinin “şiddetten vazgeçme” yönündeki taleplerini duymazlıktan geldiği sürece, marjinalleşmeye bir adım daha yaklaşacağını unutmamalıdır. PKK, şiddet seçeneğini tercih ettikçe, Türkiye’de de şiddeti tercih edenlerin öne çıkacağı, şiddetin, karşı şiddeti körükleyeceği, bundan da en büyük zararı Türkiye’de yaşayan tüm insanların göreceği unutulmamalıdır. Türkiye’de toplumsal barışın ve demokratik sürecin gücü, etnik kökeni ne olursa olsun tüm bireylerin daha eşit, daha özgür, daha müreffeh olmasındadır. Bir elde silah, bir elde zeytin dalı politika yapmanın hayalini bu ülkede kuranlar bir noktayı iyi bilsinler ki, bu yol Türkiye’de kapanmıştır. Şiddet ve terörün, çözüm olamayacağı görülmüştür. Çözüm; özgürlükçü demokrasidedir. Farklı etnik ve kültür gruplarından oluşan toplumların bir arada, kardeşçe yaşaması, ancak özgürlükçü demokrasi içerisinde mümkün olabilir. Çocukların ve kadınların da içinde bulunduğu minibüslerin, trenlerin bombalanması, trafoların tahrip edilmesi, dükkanların taşlanması, belediye otobüslerinin yakılması, petrol-gaz boru hatlarının yakılması, Türkiye’de demokrasiye, özgürlüklere, huzur, barış ve istikrarın yok edilmesine yönelik eylemlerdir. Kör terörün doğuracağı anarşi kimseye fayda sağlamayacaktır. Türkiye’de yaşayan insanlarımız, bu topraklarda barış, kardeşlik ve HOŞGÖRÜ içinde yaşamayı çoktan hak etmişlerdir. Türkiye, hepimizin ülkesidir. PKK, provokasyonlardan vazgeçmeli, silah bırakarak, demokratik yasal sürecin gereklerini yerine getirmelidir. Bugün Türkiye’de gelinen noktada sorunlar, silahlı şiddet dışında, demokratik bir ortamda, bireysel özgürlüklerin yaygınlaştırılmasıyla, HOŞGÖRÜ ve uzlaşmayla çözülebilir. Nail Amudi [email protected]
-
TERÖRÜN YUVASI KANDİLE BOMBA YAĞIYOR!..
TERÖRÜN YUVASI KANDİLE BOMBA YAĞIYOR!.. PKK PERİŞAN!.. Şiddeti tırmandırmaya yönelik faaliyetleri sürdürmekte ısrar eden ve İran’da ayrılıkçı faaliyetleri körükleyen PKK’ya karşı tavrını sertleştiren Tahran yönetimi, bir taraftan örgüte yönelik kapsamlı operasyonlar düzenlerken, diğer taraftan yakalanan örgüt sorumlularını Türkiye’ye teslim ediyor. Kuzey Irak'ın Kandil Dağı'na yuvalanan PKK’lı teröristlerin kamplarını dört gündür bombalayan İran, PKK için en büyük sıkıntı olmaya devam ediyor. İran’ın önde gelen Baztab Haber Ajansı'nın görgü tanıklarına dayandırarak verdiği haberde, saldırıda en az 40 PKK'lının öldürüldüğü, örgütün çok sayıda yaralıyı Raniye ve Erbil'e taşımaya çalıştığı kaydedildi. İran ordusunun PKK’ya yönelik daha şiddetli bir operasyon hazırlığında olduğu da bildirildi. Ayrıca, Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) haber sitesine göre, Kandil Dağı'na gitmek isteyen bir grup gazeteci, PKK’nın engeliyle karşılaştı. Halihazırda PKK, kayıpların gerçek sayısını dışarıya yansıtmak istemiyor, Örgüt içinde dağılmayı önlemek için de bilgileri gizli tutmaya çalışıyor. Bu arada, İran, aralarında terör örgütü PKK’nın 4 üyesinin de bulunduğu 9 teröristi tutukladı. Batı Azerbaycan Eyaleti Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Reşidi, Keyhan Gazetesi’ne yaptığı açıklamada (21 Ağustos 2006), İran-Türkiye sınırında, PKK ve İran Kürdistan Demokratik Partisi üyesi 12 terörist ile İran güvenlik güçleri arasında çatışma çıktığını söyledi. Reşidi, çatışmadan sonra, İran Kürdistan Demokratik Partisi’nin 5 üyesiyle biri kadın 4 PKK teröristinin tutuklandığını bildirdi. Teröristlerle birlikte çok sayıda mühimmatın da ele geçirildiğini belirten Reşidi, PKK’lı teröristlerin Türkiye’ye iade sürecinin de başlatıldığını vurguladı. Öte yandan PKK terör örgütüne yönelik operasyonların aralıksız süreceğini vurgulayan İran İçişleri Bakan Yardımcısı Ali Asger Ahmedi, Cumhuri İslam Gazetesi’ne yaptığı açıklamada şöyle dedi; “PKK’nın şiddet eylemlerinin tırmandırılması yönünde karar alması sonrasında örgüte yönelik operasyonların aralıksız sürdürüldüğünü, bu kapsamda çok sayıda teröristin ölü ele geçirildiğini, operasyonlarda yakalanan PKK’lı teröristlerin terörle mücadele kapsamında Türkiye’ye iade edilmeye devam edileceğini” vurguladı. İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hamid Rıza Asefi ise, düzenlediği basın toplantısında (21 Ağustos 2006), “Terör örgütü PKK’nın, İran ve komşu ülkelerin toprak bütünlüğüne ve siyasi birliğine karşı yürüttüğü faaliyetlere izin verilmeyecektir. İran, terörle mücadelede Türkiye ile aynı saflarda yer alıyor. Geçen ay İran’da yakalanan 22 terör örgütü PKK sorumlusu Türkiye’ye teslim edilmiştir. PKK’nın yuvalandığı Kandil Dağı’nı bombalamaya devam edeceğiz” diyerek, İran’ın PKK’ya yönelik tutumun daha da sertleşeceğinin işaretlerini verdi. Medyada görüldüğü gibi PKK kıpırdanış değil, çöküş içinde. Dağ kadroları yorgun; 20 yıldır anlamsız bir mücadele uğruna dolanıp şiddet saçıyorlar. Örgüt “Kürt milliyetçisi” olmaktan çıkıp, “Öcalan’ı kurtarma örgütü” haline gelmiş durumda. İdeolojik olarak iflas ettiklerini biliyor, altlarındaki gençleri tutmakta zorlanıyorlar. İmralı’daki Öcalan, PKK’ya destek verenler için bir sembol olmaya devam etse de örgütün kontrolü onda değil. Dağdaki Murat Karayılan ya da Cemil Bayık gibi isimler, hem kendi aralarında, hem İmralı, hem DTP, hem de Avrupa’daki kadrolar ile güven bunalımı yaşıyorlar. En önemlisi de, PKK içindeki birçok grup yılgınlık içinde silah bırakmak istiyor. Abdullah Öcalan İmralı’dan örgüte “silah bırakılması” yönünde çağrı yapabileceğini açıkladı bile. Kısacası PKK güçlü değil, zayıf. İşte bu yüzden de silahı bırakıp dağdan inme aşamasına geldi. Son dönemdeki şiddetin tırmanmasının ardında da bu yatıyor. PKK içindeki şiddet yanlısı şahinler, örgütü bir arada tutmak için sürekli eylem emri veriyor. Amaçları tasfiye planının uygulanmaması. Ancak yolun sonu göründü… Nail Amudi [email protected]
-
SURİYE DE SUİKAST!..
SURİYE DE SUİKAST!.. PKK Tetikçileri, Bu Defa Başaramadılar!.. Sivillere yönelik cinayetlerinin yanı sıra, örgüt içi infazlar nedeniyle de tepkileri üzerinde toplayan PKK’da, Suriyeli-Türkiyeli kadrolar arasındaki hizipleşme tırmanırken, PKK tetikçilerinin Suriye’de faaliyet gösteren Kürt gruplara yönelik saldırıları hız kesmiyor. Kani Yılmaz’ı ve “Sarı İbrahim” kod adlı Ramazan Toptaş’ı öldürterek örgüt içerisindeki konumunu sağlamlaştıran Murat Karayılan, PKK tetikçilerine Suriye’deki Kürt liderleri hedef gösterdi. Geçen sene Suriye Kürtleri Demokratik Vifak Partisi’nin kurucusu Kemal Sor (Kemal Afrini) kod adlı Selahattin Nuri Ali’nin kanını döken ve kanla beslenmeye devam eden değirmen, yeni kurban olarak kendisine yine aynı partinin Kamışlı sorumlusu Abdülfettah Dahir’i seçmişti. Ancak bu defa, yürekleri ve beyinleri kendilerine ait olmayan PKK tetikçileri, niçin ve kimi öldürdüklerini bilmeden, cinayetlerine bir yenisini daha ekleyemediler… Suriye’deki yerel kaynaklara göre, sabaha karşı Abdülfettah Dahir’in evine bahçe ve çatı katından girmeye çalışan PKK tetikçileri, komşuların durumu fark ederek güvenlik güçlerine haber vermeleri sonucu, Dahir’i öldüremeden kaçmak zorunda kaldılar. Abdülfettah Dahir’in komşularının açıklamaları doğrultusunda, suikast girişiminde bulunan PKK tetikçilerinin yakalanması için geniş kapsamlı operasyon başlatan Suriye güvenlik birimlerince, Salih Yusuf, Nurettin Gulo, Ahmed Gulo, Mahmud Gulo, Ahmed Alluş, Feremez Said isimli PKK tetikçilerinin saklandıkları “Demokratik Birlik Partisi” (PYD) bürosunda yakalandıkları kaydedildi. Yakalanan PKK mensuplarının üzerlerinde ele geçirilen suikast listesinde çok sayıda Suriye Kürtleri Demokratik Vifak Partisi sorumlusunun yanı sıra, PWD mensuplarının da isimlerinin yer aldığını vurgulayan Suriyeli yetkililer, Kamışlı cezaevine konulan PKK’lıların sorgularının devam ettiğini ve PKK’nın çökertilmesine yönelik operasyonların süreceğini belirtiyorlar. PKK’nın elinden son anda kurtulan Suriye Kürtleri Demokratik Vifak Partisi Kamışlı sorumlusu Abdülfettah Dahir’in, uzun süredir PKK’nın Suriye uzantısı PYD sorumlularından tehdit telefonları ve mesajları aldığı belirtiliyor. Örgüte yakın çevreler, PKK’nın şiddet politikasının Kürtlere zarar verdiğini vurgulayan Abdülfettah Dahir’in, Türkiyeli kadroları kollayan Murat Karayılan’ın, Fehman Hüseyin’i destekleyen Suriyeli Kürtlere ve örgüt kadrolarına yönelik “baskıcı-ayrımcı” tutumunu eleştirdiğini belirtiyorlar. Suriye Kürtleri Demokratik Vifak Partisi’nin bir toplantısında konuşan Abdülfettah Dahir, Vifak Partisi kurucusu Kemal Sor (Kemal Afrini) kod adlı Selahattin Nuri Ali’nin ve Hisen Mehmud Ebas’ın PKK tarafından öldürüldüğünü, Karayılan’ın Kemal Sor’un katillerinin serbest bırakılması ve cinayet ile ilgili gerçeklerin kamuoyuna yansımasının engellenmesi için KYB yönetimine yüklü miktarda rüşvet teklif ettiğini, PYD’nin Suriye’de tabanı kalmadığını, Suriye Kürtlerinin PKK’yı ve uzantılarını Suriye’de istemediklerini belirterek, PKK’ya tepkisini dile getirmişti. Hatırlanacağı üzere, PYD’nin başkanı iken, örgütün silahlı eylem kararını doğru bulmayarak, Osman Öcalan’ın grubu (PWD) ile birlikte hareket eden ve “Suriye Kürtleri Demokratik Vifak Partisi”ni kuran Kemal Sor (Kemal Afrini) kod adlı Selahattin Nuri Ali, 17 Şubat 2005 tarihi gecesi, Süleymaniye’de PKK tarafından öldürülmüştü. Cinayet ile ilgili olarak “Yurtsever Demokrat Parti”nin (PWD) web sitesine yansıyan haberde şöyle denilmişti; “Cinayetin hemen sonrasında PKK tetikçilerine kuryelik yapan yerel halktan biri yakalandı. Kuryenin itirafları sonucunda KYB’ye bağlı güçler tarafından yürütülen operasyon sonucunda 7 PKK tetikçisi silahlarıyla birlikte ele geçirildi. Tetikçiler, Rüstem ile Şahin isimli PKK sorumlularınca yönlendirildiklerini itiraf ettiler. Sanıkların üzerinden çıkan silahların, Kemal Sor cinayetinde kullanıldığı belirlendi. Cinayetin PKK tetikçileri tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koyan birçok delil mahkeme heyetinin elinde mevcut. Mahkeme, bu delillere dayanarak sanıkları cezalandırmıştır. Sanıkların ifadelerinden, bizzat ölüm talimatını veren kişilerin Cemil Bayık ve Murat Karayılan olduğu da netleşmiştir. Sanıklar, eylemde kullanılan malzeme ve silahları dağdan getirdiklerini de itiraf etmişlerdir. Yargılama sonucunda PKK tetikçileri ömür boyu hapse mahkum edildiler. Bu alçak saldırı, Kürt halkının PKK’ya olan nefretini bir kat daha artırmıştır. PKK’dan ayrılanlar, örgüt yönetiminin gerçek yüzünü deşifre ettikçe, bu ve benzeri saldırılar sürecektir. Çünkü karanlığa sığınanlar, aydınlıktan korkarlar. Sipan Rojhilat ve Kemal Sor, PKK yönetiminin karanlık yanlarını aydınlattıkları için öldürüldüler. Kürtler sessiz kaldığı sürece, PKK cinayetlerinin sonu gelmeyecektir.” Dikkatimi çeken en önemli şey; Türkiye’de insan hakları konusunda en küçük bir olumsuzluk yaşandığı zaman dünyayı ayağa kaldıran, üst üste basın açıklamaları yapan, uluslararası kuruluşlara şikayet mektupları yazan İnsan Hakları Derneği ve Demokratik Toplum Partisi sözcülerinden PKK’nın Kürtlere ve örgüt sorumlularına yönelik cinayetleri ile ilgili olarak bugüne kadar tek bir söz çıkmadı. Tuhaf bir suskunluk... Niye? Örgüte körü körüne bağlılık... Örgüt hata yapmaz ezberi... Şiddet kültürü karşısında boyun eğmek belki de... Hepsi olabilir. Ama globalleşen dünyada Kürtleri gerçek anlamda mutluluğa götürecek ve sorunlarını çözecek en önemli unsur; İmralı-Kandil çizgisindeki şiddet kültürünü reddederken, demokrasi kültürünü benimsemeye çalışmaktır. PKK cinayetleri ve suikastleri karşısında suskun kalmaktan kurtulabilmek, şiddet kültürüne isyan etmektir önemli olan... İşte esas soru: Kürt aydın ve siyasetçileri bunu yapabilecek mi?.. Küçük hareketlenmeler gözleniyor. Ancak gerçek barışın, demokrasinin yolunu açabilmek için artık inandırıcı olunması ve ezberlerin bozulması gerekiyor. Başarabilecek misiniz?.. Nail Amudi [email protected]
-
ABD: PKK TERÖR ÖRGÜTÜ MUHATAP ALINAMAZ!..
ABD: PKK TERÖR ÖRGÜTÜ MUHATAP ALINAMAZ!.. SOMUT TEDBİRLER UYGULANMAYA BAŞLANDI!.. PKK’nın, ABD’nin kontrolündeki Kuzey Irak’ta faaliyet göstermesine ve sivillere yönelik şiddet eylemlerini tırmandırmasına karşılık Washington’un halen somut tedbirleri ortaya koyamaması uluslararası toplumun tepkisine neden olurken, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, terör örgütleri listesinde yer alan PKK’nın hiçbir zaman muhatap alınmadığını, bundan sonra da alınmasının söz konusu olmadığını vurguladı. 20 Ağustos 2006 tarihinde bir grup gazeteciye PKK ile mücadelede gelinen son aşamayı, Türkiye ve Irak yönetimi nezdinde yapılan görüşmeler ışığında değerlendiren Büyükelçi Wilson, ABD’nin terörizmle mücadele kapsamında PKK’ya yönelik somut tedbirleri uygulayacağının işaretini verdi; “Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan'ın da söylediği gibi, terörle mücadele için koordinatör atamanın PKK'yı muhatap almak olacağı şeklindeki yorumlara itibar edilmemesi gerekiyor. PKK’nın terör örgütleri listesinde olduğu ve öyle kalacağını hepimiz biliyoruz. Bugüne kadar PKK'yı muhatap almadık, bundan böyle de almayacağız. Kimsenin endişe etmesine gerek yok. ABD Hükümeti, Türkiye'ye PKK ile müzakere edilmeyeceğinin garantisini vermiştir. PKK'yla mücadele için 'donanımsız, vasıfsız, yetersiz' bir koordinatör atayacağımız söyleniyor. Çok yakında bunun böyle olmadığını göreceksiniz. Koordinatörümüz; uluslararası düzeyde diplomasi ve terör deneyimi olan, Türkiye'yi çok iyi bilen ve olabilecek en yüksek seviyeye sahip birisi olacak. PKK ile mücadelede etkin olmak için Türkiye ile yaklaşık bir yıldır yoğun bir mesai harcıyoruz. Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Türk Hükümeti’ne Kuzey Irak'taki PKK varlığının ortadan kaldırılacağına dair güvence verdi. Bu güvencenin ardından hem Kuzey Irak'ta, hem Avrupa'da yani dünyanın her yerinde PKK'ya karşı büyük bir hareket başlatıldı. Güvenlik ve istihbarat birimleri çok yoğun çalışıyor. Kuzey Irak'taki PKK büroları kapatılıyor. Son olarak ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Sean McCormack tarafından PKK'ya yapılan 'silah bırakma' çağrısını Türkiye'nin yadırgamasını kabul ediyoruz. Emin olun, PKK'ya 'silah bırakma' çağrısının ötesine geçeceğiz. Türkiye de biliyor ki, bu ciddi mücadele zaman alıyor. Yakında Türkiye'yi tatmin edecek 'somut adımlar' gelecek. ABD, Irak ve Türkiye arasındaki üçlü PKK toplantısı için gün sayıyoruz. Ama biraz daha beklememiz gerekecek. Çünkü, şu anda Türkiye-ABD ve Türkiye-Irak yönetimleri arasında çok yoğun ikili görüşmeler yürütülüyor. Bu görüşmelerin somut sonuçları, üçlü toplantıda geliştirilip, değerlendirilecek.” Geçen hafta ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan basın açıklamasında, PKK terör örgütüne “silah bırak” çağrısı yapılarak, şöyle denilmişti; "Bu şiddet, Türk ve bölge halkları için daha demokratik ve güvenli bir gelecek ihtimalini zayıflatmakta ve PKK'nın, temsilcisi olduğunu iddia ettiği Türkiye'nin Kürt kökenli vatandaşlarının beklentilerini önemli ölçüde geriletmektedir.” Merkezi Washington’da bulunan düşünce kuruluşu “Ulusal Güvenlik İşleri Musevi Enstitüsü” (JINSA) tarafından yayınlanan raporda ise (3 Ağustos 2006), ABD’nin PKK terörüne karşı beklenen somut adımları atmamasının, küresel terörizme karşı yürüttüğü mücadelenin ahlaki gücünü zayıflattığı vurgulanarak, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki teröristlere karşı kendini savunma hakkı bulunduğunun altı çizilmişti. JINSA’nın raporunda, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’un söylediği gibi, Türkiye’nin Kuzey Irak’a sınır ötesi bir operasyon düzenlemesinin “belki akıllıca olmayabileceği, ancak Irak’ın PKK terörüne karşı gerekli tedbirleri alacak gücünün olmaması nedeniyle, terörizmle mücadele kapsamında Türkiye’nin PKK terörüne karşı sınır ötesi operasyon düzenlemesinin meşru bir hak olduğuna dikkat çekilmişti. Irak’ta, 130 bin ABD askerinin desteğine rağmen sivilleri katletmeye devam eden ve Türkiye’ye yönelik şiddet eylemlerini tırmandıran PKK terör örgütüne karşı harekete geçilmediğine işaret edilen JINSA’nın raporunda, bu durumun ABD’nin küresel terörizmle mücadelesine büyük zarar verdiği ve samimiyetinin sorgulanmasına neden olduğu vurgulanmıştı. JINSA tarafından düzenlenen “Yenilenen PKK Tehdidi: Türkiye, Irak ve ABD’ye Etkisi” konulu panelde konuşan, “American Enterprise Institute” adlı düşünce kuruluşunun terör uzmanı Michael Rubin ise, PKK’nın sadece Türkiye için değil, bölge ülkeleri ve ABD için tehdit oluşturan terörist bir örgüt olduğunu vurgulayarak, sivilleri katleden bu terör örgütünün herhangi bir şekilde meşruluğundan söz edilemeyeceğine dikkat çekmişti. PKK’nın, Kürtleri temsil etmediğini ve marjinal bir grup olduğunu, Irak’lı Kürtlerin de PKK’ya karşı olduğunu, ancak gerekli güvenlik tedbirlerini alamadıklarını belirten Rubin, “PKK tehdidi konusunda ABD samimi olmalıdır. PKK’ya karşı sessiz kalınması, Beyaz Saray’ın küresel terörizme karşı yürüttüğü mücadelenin ahlaki gücünü de zayıflatıyor. Bush yönetiminin, PKK sorununu çözememesi, çok tehlikeli bir emsal oluşturuyor. Bu durum, topraklarında Hizbullah örgütünün terörist faaliyetler düzenlemesine izin veren Lübnan Hükümeti’nin tutumuna da meşruiyet kazandırıyor” diyerek, ABD’nin terörizmle mücadelede tutarlı ve samimi olması gereğine dikkat çekti. ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşu “Washington Institute” tarafından 10 Ocak, 7 Mart, 12 Nisan ve 15 Mayıs 2006 tarihlerinde yayınlanan muhtelif raporlarda da; “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1483 sayılı kararı uyarınca Irak topraklarındaki egemen güç olarak belli yasal sorumluk üstlenen ABD’nin, terör örgütü olarak ilan ettiği PKK’nın Kuzey Irak’ta barınmasına izin vermesi ve terörist eylemlerine karşı somut adımlar atmamasının, uluslararası toplumun ABD’nin terörle mücadele konusundaki ciddiyetini sorgulamasına neden olduğu” vurgulanmıştı. Nail Amudi [email protected]
-
SİVİL TOPLUM PKK YI BIR KERE DAHA UYARDI
SİVİL TOPLUM PKK YI BIR KERE DAHA UYARDI Dünya Barış Günü’nde Silah Bırak!.. Kendisi gibi düşünmeyen aydınları ve sorunun demokratik çerçevede çözümü için mücadele edenleri hedef alan PKK, şiddet yoluyla hayatta kalma mücadelesi içinde. PKK, gerek Kuzey Irak’ta, gerekse Türkiye’de siyasi sürece dahil olamayacağını hissettikçe, eski kirli çatışma ve şiddet günlerinin koşullarını yeniden yaratmaya çalışıyor. PKK’nın yeniden silaha sarılmasının ve şiddeti tırmandırmasının ana nedeni, çözülmeyi önlemek ve örgütsel varlığını sürdürebilmek. Mayın ve bombalarla hedef gözetmeksizin sivilleri de hedef alan ve bölgede şiddeti tırmandırmaya çalışan PKK’ya karşı, başta bölge halkı ve Kürt siyasetçiler olmak üzere, aralarında akademisyen, yazar, gazeteci, hukukçu, sivil toplum örgütü lider ve üyelerinin de bulunduğu aydınlar, üniversiteler, ABD ve Avrupa ülkeleri yetkililerinden tepki mesajları ve “silah bırak” çağrıları her geçen gün artıyor. Son olarak, Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Derneği (GÜNSİAD) Başkanı Şah İsmail Bedirhanoğlu, PKK’nın en kısa süre içinde koşulsuz silah bırakması gerektiğini vurguladı. Bedirhanoğlu, dernek binasında düzenlediği basın toplantısında (16 Ağustos 2006), bölgede yeniden tırmanan şiddet ortamının toplumun her kesimi gibi iş camiasını da olumsuz etkilediğini belirterek, şöyle dedi; “Bölgede şiddet ve çatışma var olduğu sürece Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin sosyal, ekonomik, kültürel kalkınması mümkün değil. Son zamanlarda PKK’nın tırmandırdığı şiddet eylemleri, bölge halkının özlediği barış ve huzur ortamının yaratılmasına engel olmaktadır. Bölge halkı adına PKK’ya bir kere daha sesleniyoruz; PKK en kısa süre içinde koşulsuz olarak silah bırakmalı. PKK bunu yaptığı takdirde, sivil inisiyatiflerin önünü açacak, tüm toplumun ikna edilebilmesi için zemin yaratacaktır. Bunun Avrupa Birliği sürecindeki Türkiye demokrasisi için gerekli, hatta zorunlu olduğunu düşünüyoruz. ” Geçen hafta benzer bir açıklama da Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu’dan gelmişti. Sorunların silahla çözülmesinin mümkün olmadığını vurgulayan Tanrıkulu; “Türkiye’deki sorunların, Avrupa Birliği sürecinin desteklenmesi, demokrasinin tüm kurum kurallarıyla içselleştirilmesi, özgürlüklerin yaygınlaştırılması ve hukukun üstünlüğünün tesis edilmesiyle çözülebileceğine inanıyoruz. Toplantıya katılan bütün sivil toplum örgütleri temsilcileri olarak, sivillere yönelik eylemlerini sürdüren ve bölgeyi yeniden şiddet ortamının içine çekmeye çalışan PKK’ya, biran önce silah bırakması yönündeki çağrımızı yineliyoruz” demişti. Sorunların demokratik sistem içerisinde çözülmesinden yana olduklarını vurgulayan Mazlum-Der Genel Başkanı Ayhan Bilgen; “Öncelikli olan PKK’nın silahlı eylemlere son vermesidir” derken (16 Ağustos 2006), İnsan Hakları Genel Başkanı Yusuf Alataş ise, Türk-Kürt birlikteliğinin ve barışın temellerinin sanıldığından daha güçlü olduğunu vurgulayarak; “PKK’nın koşulsuz silah bırakmasını istiyoruz. Dünya Barış Günü’nde PKK’nın şiddet eylemlerine son vererek, silah bıraktığını açıklaması hepimizin dileğidir” vurgusu yaptı. Öte yandan, Prof.Dr.Gençay Gürsoy, Kutbettin Arzu, Mesut Öztürk, Murat Belge, Osman Kavala, Nebahat Akkoç, Rojbin Tugan, Oya Baydar, Mustafa Karaalioğlu, Ali Bayramoğlu, Salim Uslu, Sedat Yurtdaş, Sezgin Tanrıkulu, Şahismail Bedirhanoğlu, Tarhan Erdem, Yusuf Alataş, Ayhan Bilgen, Can Paker, Derya Sazak, Elif Şafak, Zozan Özgökçe’nin de aralarında bulunduğu bir grup aydın tarafından yayınlanan ortak bildiride (30 Temmuz 2006) şöyle denilmişti; “Bu memleketin bazı köşeleri bazı köşelerinden daha az kıymetli değil. Türkiye’nin bir köşesinde yaşanan bir acı, hepimizin meselesi. Orada açılan bir yara, herkesi acıtır, kanatır, sızlatır. Hepimiz aynı gemideyiz; kadınlar, erkekler, Türkler, Kürtler, Lazlar, Aleviler, göçle gelenler, işsizler, azınlıklar, şiddet mağdurları… Kemalist-dinci, Türk-Kürt gibi kategoriler etrafında kutuplaşmış bir söylemin parçaları olmayı reddediyoruz. Ortadoğu ve dünyadaki son hadiseler, hem yeni gelişmelere hem de yeni sorunlara gebe. Bu tarihsel dönemeçte, kendi dinamikleriyle sorunlarını çözebilen, demokrasi ve özgürlüklerini geliştirerek, sosyal barış ve adaleti gerçekleştirecek bir Türkiye için çaba göstermeliyiz. Ülkemizde gerilimi tırmandırıcı, tahrik edici ve hukuk kurallarını aşan her türlü eyleme karşı çıkmalıyız. Sorunların şiddet yoluyla çözülmesi mümkün değildir. Silahla siyaset olmaz. Demokratik reformların sürdürülebilmesi ve Türkiye’de barışın kalıcı olabilmesi için silahlı eylemlere son verilmelidir.” Ortak değerlerimize sımsıkı sarılarak, terör olaylarını tekrar ülkemizin gündemini işgal etmesine, özellikle bölge halkının çektiği ekonomik sıkıntıları dayanılmaz boyutlara getirmesine izin vermemeliyiz. İşsizlik, tüm ülkemizin olduğu gibi Güneydoğu Anadolu Bölgemizin de en önemli sorunlarından biridir. Bu gerçeği göz önünde tutarak, hızlı bir büyüme stratejisi çerçevesinde istihdamın üzerindeki yükler azaltılmalı, yatırımları özendirecek ve istihdamı artıracak önlemlere destek sağlanmalıdır. Ancak bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel yönden kalkınmasının önündeki en büyük engelin PKK terör örgütü olduğu unutulmamalı ve halkımız örgütün provokasyonlarına gelmemelidir. Cumhuriyetimizin temel ilkesi üniter yapımıza sahip çıkılarak, temel hak ve özgürlüklerin ve kültürel hakların geliştirilmesi, kullanılması sürecine katkı sağlayacağı göz önünde tutularak, hukukun üstünlüğünü engelleyecek eylem ve davranışlardan kaçınılmalıdır. Geldiğimiz noktada sorunlar, silahlı şiddet dışında demokratik bir ortamda, bireysel özgürlüklerin yaygınlaştırılmasıyla, hoşgörü ve uzlaşmayla çözülebilir. PKK provokasyonlardan vazgeçmeli ve koşulsuz silah bırakmalıdır. Şiddet ve terörün, çözüm olamayacağı görülmüştür. Çözüm; özgürlükçü demokrasidedir. Farklı etnik ve kültür gruplarından oluşan toplumların bir arada, kardeşçe yaşaması, ancak özgürlükçü demokrasi içerisinde mümkün olabilir. Çocukların, kadınların öldürülmesi, trenlerin bombalanması, trafoların tahrip edilmesi, dükkanların taşlanması, belediye otobüslerinin yakılması, aslında demokrasiye, özgürlüklere, huzur, barış ve istikrarın yok edilmesine yönelik eylemlerdir. Bu tür eylemlerin, sıkıntıların giderilmesi yolundaki çabaları engelleyeceği tüm kesimlerce bilinmelidir. Ayrıca, terörün doğuracağı anarşiden kimsenin fayda sağlamayacağı da… Doğacak kaos ortamından ekonomik ve siyasi açıdan en çok bölge insanımız olmak üzere tüm Türkiye’nin telafisi imkansız zararlar göreceği unutulmamalıdır. Türkü, Kürdü, Çerkezi, Lazı, Rumu, Yahudisi, Ermenisi, Asurisi, Süryanisi, hep birlikte, bu topraklarda barış ve kardeşlik içinde yaşamayı çoktan hak etmişlerdir. Nail Amudi [email protected]
-
İNSAN HAKLARI DERNEKLERİ SUSKUNLUKLARINI NE ZAMAN BOZACAKLAR?..
İNSAN HAKLARI DERNEKLERİ SUSKUNLUKLARINI NE ZAMAN BOZACAKLAR?.. Geçen hafta basın-yayın organlarına yansıyan haberlerde, “PKK, İsviçre’de Cenevre Çağrısı Örgütü yetkilileri ile yaptığı görüşme sonrasında, kara mayınlarını kullanmamayı kabul etti” deniliyordu. PKK’nın televizyonu Roj TV’ye konuşan örgüt sözcüsü Bahoz Erdal da (27 Temmuz 2006), mayınlardan en fazla sivillerin zarar gördüğünü, PKK’nın, kara mayınlarının kullanılmaması yönündeki anlaşmaları kabul ettiğini ve bu konuda uluslararası kuruluşların denetimine açık olduklarını ilan ederek, PKK’nın “AB’nin terör örgütleri listesinden çıkarılması gerektiğini” savunuyordu. Bu açıklamanın üzerinden 24 saat geçmeden televizyon ekranlarına ve gazetelere yansıyan bir haber, PKK’nın samimiyetini ve gerçek yüzünü bir kere daha gözler önüne serdi; “Bingöl'ün Genç ilçesi kırsalında terör örgütü PKK mensuplarının döşediği mayının patlaması sonucu 2 çocuk öldü, 3 çocuk ağır yaralandı.” Son üç ayda PKK’nın döşediği mayınlar nedeniyle aralarında çocukların ve kadınların bulunduğu 23 sivil hayatını kaybederken, yüzlercesi de sakat kaldı. (Aksiyon Dergisi, 24 Temmuz 2006) Nisan tarihini “Dünya Mayın Tehlikelerine Karşı Korunma Günü” olarak ilan ettiğini açıklayan Birleşmiş Miletler Genel Sekreteri Kofi Annan, “Mayınların insanlık için felaket olduğunu, dünyada her yıl yaklaşık 20 bin çocuğun ve yetişkinin mayın kurbanı olduğunu, özellikle terör örgütlerinin son yıllarda mayınlama eylemlerine yöneldiğini ve bu tür eylemlerden en büyük zararı sivillerin gördüğünü” vurgulamıştı. Kofi Annan’ın da dikkat çektiği gibi, terör örgütleri tarafından kolay bir eylem biçimi olması nedeniyle son yıllarda yaygın şekilde kullanılan mayınlar, PKK açısından özel bir anlam içeriyor. PKK tarafından son dönemde yaygın olarak kullanılan uzaktan kumandalı bomba ve mayın patlatma türü eylemler, hedef gözetmemesi nedeniyle insanlık dışı olarak nitelendiriliyor. Türkiye’de terör örgütünün mayınlarına en çok kurban veren illerin başında; Tunceli, Bingöl, Siirt, Diyarbakır ve Van geliyor. PKK’nın bölge halkına en büyük zulmü olarak nitelendirilen “mayın kurbanları” ile ilgili birkaç haber daha… “Serdar Dönmez isimli vatandaş evine giderken, Tunceli-Ovacık karayolunda PKK’lı teröristler tarafından yola döşenen mayına basması sonucu hayatını kaybetti. Serdar Dönmez, Tunceli İl Çevre Müdürlüğü’nde memur olarak çalışıyordu.” (Zaman Gazetesi, 2 Mart 2006) “Van’ın Çaldıran ilçesinin Gülizar köyünde yaşayan Veysel Ezer ve Şeref Ecer, koyunlarını otlattıkları arazide, PKK tarafından döşenen mayına basarak hayatlarını kaybettiler.” (NTV, 7 Mart 2006) “Bingöl’ün Genç ilçesi yakınlarında kadastro çalışması yapılan arazide mayın patlaması sonucu Fehmi Doğan isimli kadastro teknisyeni öldü, mühendis Furkan Yazar ve işçi Ayhan Ağırbaş ağır yaralandı. Mayının el yapımı olduğu ve PKK’lı teröristler tarafından döşendiği tespit edildi. (Sabah Gazetesi, 17 Mart 2006) “Şırnak’taki bir okulun yanındaki yolda top oynayan çocuklar, teröristlerin daha önceden döşedikleri mayına bastılar. Patlamada yaşları 10-16 arasında değişen 2 çocuk ölürken, 6’sı ağır yaralandı. Mayınların patladığı bölgede yapılan araştırma sonucunda, mayınların okul yakınındaki polis karakoluna giden güvenlik görevlilerini hedef alan tuzaklama mayını olduğu anlaşıldı.” (Milliyet Gazetesi, 13 Nisan 2006) “Nesin Öner, 14 yaşında. Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Uzunova Köyü’nde 2 Nisan 2006 tarihinde PKK’nın döşediği mayının patlaması sonucu sol gözünü, sol kolunu, sol ayağını ve sağ elinin üç parmağını kaybetti. Nesin Öner, yaşadıklarını güçlükle anlatıyor; ‘Okuluma gidiyordum. Birden bir patlama oldu. Gözlerimi yoğun bakımda açtım. Baktım kolum, ayağım yok, yüzüm de görünmüyordu. Yüzümü yıkamak istiyorum, tuvalete gitmek istiyorum; yapamıyorum. Aynaya bakamıyorum. Çocukken geldim bu hale. Normal arkadaşlarım gibi koşabilmek isterdim. PKK mayını, bacağımı, kolumu, yüzümü almakla kalmadı, hayatımı çaldı.’ Anne Nazime Öner; ‘Sabah kalkıyoruz, üzülüyor. Neden elinin ve yüzünün olmadığını, biz olmadan nasıl yaşayacağını soruyor. Hep yanında olacağımı, ona bakacağımı, onu besleyip, tuvalete götüreceğimi, yıkayacağımı, yemeğini yapacağımı, hiçbir zaman yalnız bırakmayacağımı söylüyorum. Ama o kendi başına yapmak istiyor. Yapamayınca da kahroluyor, ölmek istediğini söylüyor. Mayını yerleştirenlere lanetler okuyarak, kendisine bunu yapan teröristlerden hesap sorulmasını istiyor.” (Zaman Gazetesi, 10 Nisan 2006) PKK mayını kurbanlarının açıklamaları yürekleri parçalarken, terör örgütü dağılma ve çözülmeleri ört bas etmek için gözü dönmüş bir şekilde yerleşim bölgelerinde, mezralarda veya herhangi bir köyün etrafında, yolunda, patikasında mayın arazileri oluşturmaya devam ediyor. Bu arazilerde yaşayan siviller her gün ölümle ve uzuvlarını kaybetmek riskiyle karşı karşıyalar. PKK’lı teröristler, Kuzey Irak’taki örgüt kamplarında bomba eğitimi alırlarken, birbirleriyle yaptıkları konuşmalarda “Bu sene mayın tarlasında hasılat nasıl?..” Birkaç yüz ölü, bin kadar bacak, yarısı baldırdan aşağı, bir de el ve çok sayıda parmak, birkaç göz, kulak…” diyerek, insan yaşamını hiçe saymayı sürdürüyorlar. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi Müdürü Prof.Dr. Muammer Kaya’nın, “mayın mağdurları”nı konu alan basın toplantısındaki şu sözleri, aslında terörün korkunç boyutunu gözler önüne sermeye yetiyor; “PKK terör örgütü tarafından döşenen mayınlara basma sonucunda Türkiye’de 1999-2006 yılları arasında 299’u güvenlik görevlisi, 289’ü sivil, 588 kişi öldü, 3 binin üzerinde kişi de sakat kaldı.” Lübnan’da bebeklerin ***** füzelerle vurulduğu dakikalarda, Bingöl’de ***** bir mayın daha patladı… Bizim bebekler oradaydı… Elif öldü… Hani şu bacağı kopan… Öbürü Bayram… Can çekişti, ama nefesi yetmedi... Ahmet ile Besile de ağır yaralı. Gazetelerin ön sayfalarında bu çocukların fotoğraflarını göremedik. Çünkü Lübnanlı bebekler vardı manşetlerde. Evet, “bebek bebektir, Lübnan’ı Türkiye’si olmaz…” Haklısınız, ama ben diyorum ki, Lübnanlı bebekler manşet olurken, bizim bebekler neden haber olmuyor? Vahşet sınırlarımızın dışında olunca, İnsan Hakları Dernekleri nutuklar atmaktan kendilerini alamıyorlar. Peki, ülke sınırları içinde PKK mayınları sonucu bebeklerimiz havaya uçunca, neden çıtları çıkmıyor? Bu günahsız yavruların PKK tarafından katledilmesini normal mi buluyorlar? PKK terör örgütü ile mücadelede en küçük bir olayda dünyayı ayağa kaldıran İnsan Hakları Dernekleri, elini, kolunu, bacağını, yüzünü, gözünü, canını PKK mayınına kurban veren çocukların acı çığlıkları karşısında da suskun kalabilecekler mi?.. Susmak, onaylamaktır. Sivil toplum örgütleri, isimlerine yakışır hareket etmezlerse, bırakın toplumu, kendi vicdanlarına karşı nasıl dürüst kalacaklar?.. Kemikleri, henüz kemik değil, süt adeta… Parmakları minyatür. Sizi bilmem, ben en çok parmaklarına bayılırım bebeklerin.. Bir santim. Oyuncak insan… Okşamaya çekinirsin. Zedelenecekmiş gibi gelir. Opücük kondururken bile özen gösterirsin. Ama bakıyorum… Hepsi kan revan içinde. Birinin bacağı kopmuş. Oracıkta ölmüş hemen tabii. Zaten ne canı var ki. PKK’nın ***** mayını canını alıvermiş oracıkta… Nail Amudi [email protected]
-
PKK NIN ŞİDDET TUZAĞINA DÜŞMEYELİM!..
PKK NIN ŞİDDET TUZAĞINA DÜŞMEYELİM!.. Şiddetten Beslenen PKK Terörünün Panzehiri: Birlikte Yaşama İradesi, Demokrasi ve Etnik Ayrımcılığı Tecrit!.. Abdullah Öcalan yakalanmasının ardından örgütüne "sınır ötesine çekilme" ve "silahları susturma" talimatını vermişti. PKK, gerek Kuzey Irak’ta, gerekse Türkiye’de siyasi sürece dahil olamayacağını hissettikçe, eski kirli çatışma ve şiddet günlerinin koşullarını yeniden yaratmaya çalışıyor. PKK’nın yeniden silaha sarılmasının ve şiddeti tırmandırmasının ana nedeni, çözülmeyi önlemek ve örgütsel varlığını sürdürebilmek. PKK’nın liderlik kadrosu, Türkiye’de Kürtlerin geleceğe umut ve güvenle bakacakları bir ortamı sağlayacak koşulların oluşmaya başladığını görüyor. PKK ve Abdullah Öcalan için ölmenin bir Kürdün öncelikli görevi olduğu inancı kaybolurken, dağa çıkartacak insan bulmak da gittikçe zorlaşıyor. İmralı'da ortaya konulan "demokratik cumhuriyet" tezi, aslında PKK'nın kuruluş ideolojisinin inkârı anlamına geliyor. Çünkü dört parçada (Türkiye, İran, Irak ve Suriye'de) Marksist-Leninist temelde bağımsız bir Kürdistan kurmak için yola çıkan PKK, İmralı sürecinde geldiği anlayış çizgisiyle, sadece tabanını değil tavanını da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Örgütün başkanlık konseyini oluşturan etkili isimlerden birçoğu örgütten ayrılırken, tabanda da büyük ölçekli bir güç kayması meydana geldi. PKK, İsrail-Filistin çatışması dolayısıyla barut fıçısına dönen ve Suriye, İran'ı da içine alarak büyüme potansiyeli yaratan Ortadoğu'daki savaş oyununun içine Türkiye'yi de çekmek istiyor. Son dönemde kanlı eylemlerini artırmasının arkasındaki asıl sebep, Türkiye’yi tuzağa düşürmek. PKK, Türkiye’ye nasıl bir tuzak hazırlıyor?.. Bu sorunun cevabını, bir dönem HADEP Genel Başkan Yardımcılığı yapan, ancak HADEP-PKK ilişkisi nedeniyle partiden kopan Kürt aydını Mehmet Metiner irdeliyor; “Son dönemde Türkiye’de şiddeti tırmandıran PKK’nın hedeflerini söyle sıralayabiliriz: Silahlı mücadeleyi derinleştirerek politik Kürt mahallesinin patronu olduğunu göstermek. Kendi dışındaki Kürt muhalefetini de silah zoruyla bloke etmek veya oluşturacağı kanlı oyunla boşa çıkartmak. Silahı aynı zamanda siyasetin bir şantaj aracı olarak kullanmak. Ancak silahlı mücadele için gerekli olan ulusal-ideolojik talepler, bizatihi Öcalan tarafından ortadan kaldırıldığı için PKK geçmişteki gibi kitlesel desteğe sahip değil.Kürt kitlesinin gücünü yeniden arkasına alabilmek ve dilediği zaman onları militan unsurlar olarak mobilize edebilmek için geniş bir mağduriyet alanı oluşturmak. Tıpkı geçmiş dönemde olduğu gibi bölgeyi bir ateş çemberinin içine sokmak ve güvenlik güçlerinin demokrasi, hak ve özgürlükleri askıya alan otoriter güvenlikçi yaklaşımlarını ön plana geçirmek. Türkiye'nin tahammül sınırlarını zorlayarak ve Türk toplumunun milliyetçi duygularını tahrik ederek Türkiye’yi sınır ötesi bir operasyona mecbur etmek. Böylece Türkiye’yi sadece ABD ve AB ile değil, Iraklı Kürtler ve Araplar'la da karşı karşıya getirmek. İçerde oluşacak "Türk-Kürt düşmanlığı" üzerinden kendini yaşatmak. Sonuçta AK Parti iktidarının sonunu hazırlayacak ekonomik-siyasal bir kriz ortamına Türkiye'yi sürüklemek…” (Bugün Gazetesi, 21 Temmuz 2006) Mehmet Metiner’in saptamalarını son derece önemli buluyorum. Sorunun çözümünde hiçbir şekilde muhatap güç olarak kabul edilmeyeceğini gören PKK, artık kaybedecek bir şeyinin kalmadığının bilincinde son hamlelerini yapıyor. Türkiye'nin ABD'yi karşısına alması halinde ABD'nin de kendisini Türkiye'ye karşı kullanmak isteyebileceğini ve böylelikle bölgede tekrar etkili bir aktör haline gelebileceğini varsayıyor. Hep söylediğim bir şeyi bir kez daha vurgulamakta yarar görüyorum: Terör, ne kadar tahammül sınırlarının dışına çıkarsa çıksın, Kürt vatandaşlarımızı PKK'nın kucağına itmeyecek tek mücadele stratejisi, "demokrasiyi derinleştirmek"ten geçiyor. PKK'nın "terörü derinleştirme" siyasetine karşı demokrasiden ödün vermeyen etkili bir mücadele stratejisinde ısrarın, Türkiye’nin terörle mücadeledeki başarısı için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bütün terör örgütleri gibi PKK da çatışma ve şiddet ortamından besleniyor, kitle temeli buluyor ve militan sağlıyor. Terör örgütünün palazlanma taktiklerinden en dikkat çekici olanı budur. Yıllarca bölgede aydınları ve sorunun demokratik çerçevede çözümü için mücadele edenleri hedef alan PKK, şiddeti tırmandırmak suretiyle Türkiye’de milliyetçiliği körüklemeye çalışıyor. Eski tarz yöntemlerle hayatta kalmaya çalışan PKK yönetiminin bu taktiği tutmayacaktır. Çünkü Türkiye’de demokrasi zihniyeti, çok daha güçlü bir biçimde ülkenin dört köşesine, en ücra noktalara kadar kök salmaya başlamıştır. İşte bu nedenle PKK yönetimi, demokrasinin tıkanması ve Türkiye’de Kürt-Türk ayrımı yaratarak vatandaşlarımızın birbirine düşmesi için çaba gösteriyor. Çünkü çatışma olmazsa, şiddet yerine sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel alandaki gelişmeler, başta Diyarbakır olmak üzere, Türkiye’de etkin hale gelirse, masum sivillerin ve dağlardaki gençlerin cesetleri üzerinden saltanatını sürdüremeyeceğini ve kepenk kapatmak zorunda kalacağını çok iyi biliyor. Bu yüzden de PKK’nın şiddeti tırmandırma çabalarına karşı, yetkililerin, terörle mücadelenin demokratik hukuk devleti çerçevesinde sürdürüleceği yönündeki mesajlarını çok önemli buluyorum. Türkiye’de barışın ve güven ortamının yeniden tesisi ve kalıcı olabilmesi için, birlikte yaşama iradesinin korunabilmesi ve üniter devlet içerisinde farklı görüşlerin özgürce dile getirilebilmesi, demokratik alandaki reformların önünün açılabilmesi için devlet yetkilileri kadar, “PKK ile aynı tabanı paylaştıklarını” söylemekte bir mahsur görmeyen bölgedeki belediye başkanlarının, Kürt siyasetçilerin ve sivil toplum örgütlerinin açıklamaları da sorumluluk taşımalı. İster Türklük, ister Kürtlük duygusuyla olsun, Türkiye’de etnik çatışmayı körüklemek, Türkiye’ye büyük zarar verir. Türkiye’nin ve dünyanın evrimine şöyle bir bakacak olursak; çatışmacı ideolojiler çağın gerisinde kalırken, rasyonel, uzlaşmacı, müzakereci, pratik, çoğulcu görüşlerin geliştiği, doğası itibariyle çatışmacı olan etnik milliyetçiliğin toplumdan “tecrit” edildiği görülecektir. Türkiye’de, bugün tüm aydın ve siyasetçilerden beklenen, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak demokratik/çağdaş milliyetçiliğe ve yurtseverliğe destek verildiğini, etnik ayrımcılığı ve şiddeti temel alan tüm grupların karşısında olunduğunu, “PKK terörüne karşı çıkıldığını”, “Sorunların çözümü için ön koşulun PKK’nın silah bırakması olduğunu” yüksek sesle haykırmaktır. Türkiye’nin dört bir yanından yükselen bu sesler öylesine gür çıkmalı ki, PKK’nın, Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve sorunlara çözüm arayışının önünü tıkamasına izin vermemeli. Nail Amudi [email protected]
-
SİVİL TOPLUMDAN PKK YA UYARI!..
SİVİL TOPLUMDAN PKK YA UYARI!.. SİLAHLA SİYASET OLMAZ!.. Kendisi gibi düşünmeyen aydınları ve sorunun demokratik çerçevede çözümü için mücadele edenleri hedef alan PKK, şiddet yoluyla hayatta kalmaya çalışıyor. PKK yönetiminin taktiği, bugün tutmuyor. Çünkü Türkiye’de demokrasi zihniyeti, ülkenin dört bir köşesine, en ücra noktalara kadar kök salmış durumda. Mayın ve bombalarla hedef gözetmeksizin sivilleri de hedef alan ve bölgede şiddeti tırmandırmaya çalışan PKK’ya karşı, başta bölge halkı ve Kürt siyasetçiler olmak üzere, aralarında akademisyen, yazar, gazeteci, hukukçu, sivil toplum örgütü lider ve üyelerinin de bulunduğu aydınlar, üniversiteler, ABD ve Avrupa ülkeleri yetkililerinden tepki mesajları ve “silah bırak” çağrıları yükseliyor. "Barış İçin Diyarbakır Girişimi” tarafından düzenlenen panele katılan Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Şah İsmail Bedirhanoğlu, “Bölgede şiddet ve çatışma varolduğu sürece Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin sosyal, ekonomik, kültürel kalkınması mümkün değil. Bölge halkı adına PKK’ya bir kere daha sesleniyor ve şiddeti yöntem olarak kullanmaktan vazgeçerek, sorunun çözümü için silah bırakmaya çağırıyoruz. PKK, demokrasi ve ekonomik kalkınma sürecinin önünü kesmemeli” diyerek, bölge halkının PKK şiddetinden duyduğu rahatsızlığa tercüman oldu. Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu da, sorunların silahla çözülmesinin mümkün olmadığını vurgulayarak, şöyle dedi; “Türkiye’deki sorunların, Avrupa Birliği sürecinin desteklenmesi, demokrasinin tüm kurum kurallarıyla içselleştirilmesi, özgürlüklerin yaygınlaştırılması ve hukukun üstünlüğünün tesis edilmesiyle çözülebileceğine inanıyoruz. Toplantıya katılan bütün sivil toplum örgütleri temsilcileri olarak, sivillere yönelik eylemlerini sürdüren ve bölgeyi yeniden şiddet ortamının içine çekmeye çalışan PKK’ya, biran önce silah bırakması yönündeki çağrımızı yineliyoruz.” Sorunların demokratik sistem içerisinde çözülmesinden yana olduklarını vurgulayan İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi Başkanı Selahattin Demirtaş ise, “Türk-Kürt birlikteliğinin ve barışın temellerinin sanıldığından daha güçlü olduğunu” vurgulayarak, “Bu birlikteliği ve barış ortamını bozmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Sorunların çözümü silahta değildir. PKK, Kürtlerin haklarını savunuyorsa, silah bırakmalı ve demokratik sürecin önünü tıkamamalıdır” dedi. Öte yandan, Prof.Dr.Gençay Gürsoy, Kutbettin Arzu, Mesut Öztürk, Murat Belge, Osman Kavala, Nebahat Akkoç, Rojbin Tugan, Oya Baydar, Mustafa Karaalioğlu, Ali Bayramoğlu, Salim Uslu, Sedat Yurtdaş, Sezgin Tanrıkulu, Şahismail Bedirhanoğlu, Tarhan Erdem, Yusuf Alataş, Ayhan Bilgen, Can Paker, Derya Sazak, Elif Şafak, Zozan Özgökçe’nin de aralarında bulunduğu bir grup aydın tarafından yayınlanan ortak bildiride (30 Temmuz 2006) şöyle denildi; “Bu memleketin bazı köşeleri bazı köşelerinden daha az kıymetli değil. Türkiye’nin bir köşesinde yaşanan bir acı, hepimizin meselesi. Orada açılan bir yara, herkesi acıtır, kanatır, sızlatır. Hepimiz aynı gemideyiz; kadınlar, erkekler, Türkler, Kürtler, Lazlar, Aleviler, göçle gelenler, işsizler, azınlıklar, şiddet mağdurları… Kemalist-dinci, Türk-Kürt gibi kategoriler etrafında kutuplaşmış bir söylemin parçaları olmayı reddediyoruz. Ortadoğu ve dünyadaki son hadiseler, hem yeni gelişmelere hem de yeni sorunlara gebe. Bu tarihsel dönemeçte, kendi dinamikleriyle sorunlarını çözebilen, demokrasi ve özgürlüklerini geliştirerek, sosyal barış ve adaleti gerçekleştirecek bir Türkiye için çaba göstermeliyiz. Ülkemizde gerilimi tırmandırıcı, tahrik edici ve hukuk kurallarını aşan her türlü eyleme karşı çıkmalıyız. Sorunların şiddet yoluyla çözülmesi mümkün değildir. Silahla siyaset olmaz. Demokratik reformların sürdürülebilmesi ve Türkiye’de barışın kalıcı olabilmesi için silahlı eylemlere son verilmelidir.” Şiddet ve terörün, çözüm olamayacağı görülmüştür. Çözüm; özgürlükçü demokrasidedir. Farklı etnik ve kültür gruplarından oluşan toplumların bir arada, kardeşçe yaşaması, ancak özgürlükçü demokrasi içerisinde mümkün olabilir. Çocukların, kadınların öldürülmesi, trenlerin bombalanması, trafoların tahrip edilmesi, dükkanların taşlanması, belediye otobüslerinin yakılması, aslında demokrasiye, özgürlüklere, huzur, barış ve istikrarın yok edilmesine yönelik eylemlerdir. Bu tür eylemlerin, sıkıntıların giderilmesi yolundaki çabaları engelleyeceği halkımız tarafından bilinmelidir. Ayrıca, terörün doğuracağı anarşiden kimsenin fayda sağlamayacağı da… Doğacak kaos ortamından ekonomik ve siyasi açıdan en çok bölge insanımız olmak üzere tüm Türkiye’nin telafisi imkansız zararlar göreceği unutulmamalıdır. Türkü, Kürdü, Çerkezi, Lazı, Rumu, Yahudisi, Ermenisi, Asurisi, Süryanisi, hep birlikte, bu topraklarda barış ve kardeşlik içinde yaşamayı çoktan hak etmişlerdir. Nail Amudi [email protected]