Zıplanacak içerik

nail_amudi

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

nail_amudi tarafından postalanan herşey

  1. PKK’NIN 23 YILLIK SÜRECİNE BİR BAKIŞ!.. NEREDEN NEREYE?.. PKK ŞİDDETTEN VAZGEÇEBİLİR Mİ?.. Geçen hafta PKK, 15 Ağustos’un (kan dökmeye başlamalarının) 23. yıldönümü kutlarken, örgütün yayın organlarına “gurur, onur, kahramanlık, başarı, coşku” gibi kavramlar yoğun şekilde yansıdı. “PKK, 23 yıllık süreçte nereden nereye geldi?” Bu sorunun cevabını, şöyle bir irdelemek istiyorum. PKK şiddeti, 1984 ila 2007 tarihleri arasında çoğunluğu Kürtlerden oluşan 35 bini aşkın insanın canına mal oldu. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Şubat 1999'da yakalanmasından altı ay sonra örgüt, bir ateşkes ilan etti ve silahlı kadroların dağıtılacağını açıkladı. Fakat PKK ortadan kaybolmadı. Kadrolarını Türkiye'den Kuzey Irak'a kaydırdı. PKK adını, KADEK olarak değiştirdi ve eylemlere son verdiğini ve demokrasiden yana bir gündemi olduğunu ilan etti. PKK şiddetinin sona ermesiyle birlikte, sükunet, huzur ve güven hakim olunca Türkiye’de, demokrasi alanında çok önemli reformlar yapıldı; Kürtçe yayın ve eğitime izin verildi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırıldı, Olağanüstü Hal Uygulaması sona erdi, Kürtçe kurslar açıldı, Devletin televizyon kanalında belli saatlerde Kürtçe yayın başladı. Parlamento, kamuoyunun ezici çoğunluğunun Abdullah Öcalan'ın asılmasını istemesine rağmen idam cezasını kaldırarak Öcalan'ın hayatını bağışladı. Ağustos 2003 tarihinde bir Af Kanunu çıkartılarak, örgüt kadrolarına PKK'dan ayrılarak demokratik hayata yeniden başlamaları için çok önemli bir şans verildi. Ancak bugün resim çok farklıdır. PKK, 1 Ekim 2006 itibariyle ateşkes ilan ettiğini açıkladı. Ancak bu karar, uluslararası toplum tarafından inandırıcı bulunmadı, çünkü ateşkesten sonra da örgütün eylemleri sürdü ve halen de sürmekte. PKK'nın bombalama, mayınlama eylemleri sonucunda çok sayıda sivil ve güvenlik mensubu hayatını kaybetti, kaybediyor. PKK saldırıları Türkiye'de kamuoyunun sert tepkisine neden oluyor. İlk olarak Türkiye kamuoyu, çoğu Kuzey Irak'tan gelen PKK şiddetindeki canlanmadan Washington'u sorumlu tutuyor. Tek başına bu faktör, ABD-Türkiye ilişkilerine zarar veren en önemli etkendir. İkincisi, PKK'nın Avrupa'daki geniş destek ağından yararlanmasından dolayı, Türkiye kamuoyunun büyük bir bölümü Avrupa'yı, Türkiye aleyhtarı teröre yardım ve yataklık yapmakla suçluyor. Bu tarz bir algılama, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine de zarar veriyor. PKK'yı anlamak için, 1973 yılından itibaren örgütü tanımlayan özellikleri hatırlamak gerekir. İlk olarak, örgüt, bir kişi kültüdür. PKK üyeleri ve sempatizanları, Öcalan'a, Kürtçe ‘amca’ anlamına gelen "Ape" derler. Öcalan bilinçli olarak bu kültü güçlendirmiştir. Abdullah Öcalan, Turkish Daily News Gazetesi’ne (10 Ocak 1998) yaptığı açıklamada; "Herkes benim yaşama biçimime bakmalıdır. Benim yemek yeme, düşünme biçimim, talimatlarım, hatta hareketsizliğim bile dikkatle incelenmelidir. Bunlarda birçok neslin alacağı dersler vardır, çünkü Apo büyük bir öğretmendir" diyor. PKK mensupları çoğunlukla kendilerine "Apocu" derler, bu şekilde, Öcalan'ın, grubun kimliğini ve kaderini belirlemekteki merkezi rolünü vurgulamış olurlar. İkincisi, 1970'lerde prestijli Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde (Mülkiye) okurken Öcalan, o dönemde birçok entelektüelin benimsediği Maoizm'den etkilenmişti. Öcalan, Türkiye'nin Marksist-Leninistlerini çok yumuşak buldu. Zamanla çevresindeki hiçbir şeyin yeterince iyi olmadığına, çünkü bunların kapitalist ve emperyalist olduğuna ikna oldu. Politikası, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yetişmiş olmasından kaynaklanan kırsal feodal değerleri ve Ankara'da iken geliştirdiği, köylülerle ilgili Maoist takıntıyı yansıtıyordu. Öcalan, Mülkiye'den 1978 yılında ayrıldı ve PKK'yı kurdu. Grup "Kürtlere yönelik baskıcı sömürüyü kınadı" ve Türkiye'deki sistemi devirmek için devrim çağrısında bulundu. PKK, Güneydoğu Anadolu’da Marksist-Leninist çizgide yönetilecek "demokratik ve birleşik bir Kürdistan" kurmak istiyordu. O dönemde Türkiye'de işçi sınıfı olmadığı için, devrimin esas gücü, bir işçi-köylü ittifakı olacaktı. Öcalan'ın liderliğinde, köylüler "halk ordusunun ana gücü" olacak ve bu da Öcalan'a arttırılabilir bir insan gücü kaynağı sağlayacaktı. Zamanla bu vizyonun bir sonucu olarak 30 binden fazla Kürt köylüsü hayatını kaybetti. Üçüncüsü, PKK, Kürt ulusal mücadelesini tekeline almak istiyor. Öcalan, onun operasyon sahası olan Türkiye'nin doğusunda başka bir Kürt solcu veya milliyetçi grubun faaliyet göstermesini hoş görmedi. Bütün Kürt rakiplerini faşist olarak nitelendirdi ve onları ortadan kaldırmak üzere hareket etti. 1970'lerin sonlarında, PKK, Devrimci Halkın Birliği, Halkın Kurtuluşu, Devrimci Doğu Kültür Derneği (DDKD)'ni büyük oranda yok etti. Öcalan yalnızca şiddete dayanan grupları değil, aynı zamanda Kürdistan Sosyalist Partisi(PSK) de dahil, barışçı Kürt siyasi grupları ortadan kaldırarak, birçok alanda Kürtlerin barışçı siyasi eylem umutlarına son verdi. Ayrıca Türkiye ile aidiyet bağı kuran Kürtleri de hedef aldı. 1979 yılında PKK, tanınmış muhafazakar Kürt politikacısı ve Türkiye'nin doğusunda zengin bir toprak sahibi olan Mehmet Celal Bucak'ı öldürerek ulusal çapta adını duyurdu. PKK'lılar Bucak'ı, "köylüleri sömüren biri" olarak kınıyorlardı. Bucak, bu şekilde öldürülen birçok Kürtten birisi oldu ve bu eğilim devam etti. Örgütten toplu kopmalar ve örgüt içi infazlar aralıklarla sürdü. Çok sayıda örgüt sorumlusu Abdullah Öcalan veya PKK yönetimi ile aynı görüşü paylaşmadığı anda öldürüldü. PKK-Vejin hareketi ve Mehmet Şener ilk örneklerden… Son olarak Osman Öcalan ile birlikte örgütün önde gelen çok sayıda ismi PKK’dan ayrılarak PWD’yi kurdular. Ancak Engin Sincer, Ramazan Topbaş, Kani Yılmaz ve Hikmet Fidan’ın PKK tetikçileri tarafından öldürülmeleri, muhalif Kürt grupların yeniden sessizliğe bürünmelerine neden oldu. Dördüncüsü, PKK yabancı patronlara bağımlıdır. Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği ve onların Suriyeli taşeronları grubun finansmanını karşılıyordu. Sovyet ajanları PKK kadrolarını, Şam ve Lübnan'da olmasına rağmen Suriye'nin kontrolünde bulunan Bekaa vadisinde eğitti. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, Öcalan, PKK söyleminin Marksist bileşenine büyük Kürt milliyetçiliği ve daha muhafazakar Kürtlere hitap eden İslami bir cilayı da dahil etti. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra PKK güvenli bir barınak bulmak için Yunanistan'a ve Kuzey Irak'ın Kürtlerin yönetiminde olan bölgelerine yöneldi. Yunan hükümeti PKK teröristlerinin, Atina'nın dışındaki Lavrion mülteci kampına sızmalarına izin verdi. PKK, 1991 yıllarından sonra Irak diktatörü Saddam Hüseyin'in bölgede kontrolü kaybetmesi üzerine güvenli bir sığınak olarak Kuzey Irak'a bel bağladı. Türkiye'nin sınır ötesi operasyonları, PKK'nın varlığını azalttı, ancak örgütün Irak’ın kuzeyine yerleşmesine engel teşkil etmedi. Bugün PKK terörüne karşı kayıplar veren İran, Irak ve Suriye, PKK'yı uzun süre Türkiye'ye karşı kullanılacak yararlı bir araç olarak gördüler.. Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra PKK liderliği, Kuzey Irak'ta üslenen üst düzey bir kurmaylar heyetine geçti. Bunlardan en önemlisi grubun yeni şahin lideri ve Öcalan'ın kişi kültünün muhtemel varisi Murat Karayılan'dı. Abdullah Öcalan'ın kardeşi Osman Öcalan, örgüt içinde çoğunluk desteğine sahip değildi, Karayılan'a karşı koymak üzere Yurtsever Demokratik Parti’yi (PWD) kurmak için Ağustos 2004 tarihinde PKK'dan ayrıldı. Fakat bu girişim başarıya ulaşamadı. Bugün PKK'nın silahlı kanadının şefi Cemil Bayık ve mali işler şefi Duran Kalkan, yönetici troykasını oluşturmak için Murat Karayılan'a katıldılar. Ancak Suriyeli Fehman Hüseyin, kendisini ve silahlı kadroları PKK yönetiminden farklı görmeye devam ediyor. Avrupa Birliği sürecinde Türkiye'de önemli reformlar yapılmasının akabinde PKK ateşkes ilan etti ve kendisini barışçı bir grup olarak yeniden tanımlamaya çalıştı. Fakat barış söylemi, PKK'nın dağ kadrolarının moral düzeylerini düşürünce ve demokratik siyaset, grubun varoluş nedenini aşındırınca, liderler tekrar şiddete yöneldiler. Irak'taki savaş da, PKK'nın Kuzey Irak'taki güvenli barınaklarını muhafaza etmelerine imkan sağladı. PKK, Beyaz Saray'ın terörizmle küresel savaş söylemine rağmen, ABD Merkez Komutanlığı’nın da kendisine karşı harekete geçme arzusu içinde olmadıklarını daha başından sezdi. PKK, güvenli barınaklarını (Irak'taki kampları) şiddet eylemlerini düzenlemek için kullanıyor. Irak'taki isyandan ödünç aldığı teknolojileri kullanarak ve Türk güvenlik güçleriyle temastan kaçınmak arzusuyla, grup giderek artan şekilde, uzaktan kumandalı bombalar, yola döşenen mayınlar ve diğer el yapımı patlayıcı maddeler kullanıyor. PKK'nın Kuzey Irak'ta insan kaynağını barındırması kadar önemli bir gelişme de, PKK'nın mali kaynaklarının Avrupa tarafından temin ediliyor olmasıdır. Avrupa Solu, uzun zamandır PKK'yı destekliyor. Sempatizanlarını Türkiye'den Avrupa'nın güvenli bölgelerine kaçırmak için 1990'larda kurulan bir ağı kullanan örgüt, finansman sağlamak için uyuşturucu kaçakçılığı, AB'ye insan kaçakçılığı ve kadın ticareti alanlarında önemli bir varlık oluşturdu. PKK uyuşturucu ticaretinden önemli kazançlar sağlıyor. BM'nin Uyuşturucu ve Suç Ofisi, Orta Asya, Afganistan ve başka ülkelerden Avrupa'ya uzanan uyuşturucu ticaretinin yılda 5 milyar dolarlık bir hacme sahip olduğunu tahmin ediyor. Avrupalı istihbarat analistlerine göre, bunun yarısı PKK'ya gidiyor. Paris'te bulunan Çağdaş Suç Tehdidini Araştırma Bölümü Müdürü François Haut, PKK'nın, Paris'in varoşlarında satılan narkotiğin yüzde 80'inden sorumlu olduğunu söylüyor. Ayrıca PKK "Avrupa'daki eroinin yüzde 40'ının üretimi ve dağıtımından sorumlu" olarak görülüyor. PKK Avrupa'da yalnızca suç çetelerini yönetmiyor, aynı zamanda propaganda yapıyor ve finansman toplayan şubeler de kuruyor. PKK, silahlı kanadını siyasi kanat ile tamamlamak için Türkiye'deki gerilimden uzaklaşmış, rahatlamış çevrenin de avantajlarından yararlanıyor. 23 Ekim 2005 tarihinde PKK’nın Türkiye’de sözcülüğünü yapan Halkın Demokrasi Partisi’nin (HADEP) üç eski milletvekili, Demokratik Toplum Hareketi'ni kurduklarını açıkladılar ve hareket daha sonra Demokratik Toplum Partisi (DTP) olarak adını değiştirdi. Abdullah Öcalan bu hareketin işlerine yakından müdahale etti. Dahası, Öcalan da örgütün yayın organı Özgür Politika gazetesinde yayımlanan açıklamasında, DTP'nin politikalarının şekillenmesinde rolünün olduğunu kabul ederken, 22 Temmuz genel seçimlerinde bağımsız adaylarla Parlamento’ya giren ve grup kuran DTP Genel Başkanı Ahmet Türk “PKK’ya terörist diyemeyiz” diyerek, bu açıklamayı yalanlamadı. Türkiye kamuoyu, AB’nin terör örgütleri listesinde yer alan PKK'nın Avrupa içinde özgürce faaliyet göstermesini kabul edilemez buluyor. Şiddet eylemlerine son vermeyen PKK’ya yönelik Türkiye kamuoyunun tepkisinin tonu giderek artan biçimde Batı aleyhtarı bir hal alıyor. ABD’nin yanı sıra, Avrupa hükümetlerinin de uzun zamandır PKK ile mücadele etmekten kaçınmaları tepkinin boyutlanmasına neden oluyor. Aralarında Hıdır Yalçın, Zübeyir Aydar, Muzaffer Ayata, Mahmut Kılınç, Nedim Seven, Ali Haydar Kaytan, Canan Kurtyılmaz, Nuriye Kesbir de dahil bir çok PKK lideri Avrupa’da yaşıyor. Türkiye’nin, kırmızı bültenle aradığı Rıza Altun’un Fransa’dan Kuzey Irak’a kaçmasına, Fransız ve Avusturya güvenlik birimlerinin ses çıkarmaması, Avrupa hükümetlerinin terörle mücadele konusundaki samimiyetlerini net bir şekilde ortaya koymuştur. PKK liderlerinin çoğunun İsviçre bankalarında yüklü miktarda paraları olduğu biliniyor. PKK’lılar, Avrupa ülkelerinde haraç alma, adam kaçırma, insan kaçakçılığı ve uyuşturucunun yanı sıra, siyasi kampanyalar yoluyla da para toplama işini koordine ediyorlar. Toplanan paraların büyük bir bölümü Kuzey Irak’taki örgüt kamplarına iletiliyor. Avrupa Birliği, ancak 2002 yılında örgüt ismini KADEK olarak değiştirdiği zaman PKK'yı terör örgütü olarak kabul etti. Nisan 2004'de AB, Kongra-Gel'i de terör örgütü olarak nitelendirdi. Bugün ise, PKK, tüm isimleri ve yan kuruluşları ile birlikte ABD ve AB’nin terör örgütleri listesinde yer alıyor. Buna rağmen, PKK’nın şiddet eylemlerine karşı beklenen tedbirlerin alınmaması, Türkiye kamuoyunun ABD ve AB ülkelerine yönelik tepkisinin artmasına neden olmaktadır. PKK silah bırakırsa, Parlamento’ya giren DTP nefes alacak ve toplumsal sorunların çözümüne yönelik daha rahat politikalar üretebilecektir. Ancak PKK şiddet eylemleriyle buna izin vermiyor. Türkiye’de demokratik reformların önünün açılabilmesi ve güven ortamının yeniden tesisi için PKK’nın silah bırakması şarttır. PKK “Devlet operasyonları durdursun, biz de silah bırakalım” diyor. Böyle bir şart olmaz ve kabul de görmez. Gerçekçi olmak lazım. Sorunların demokratik anlamda çözümü için öncelikle dağdakilerin silah bırakması ve reformların önünü açması gerekir. PKK kendisi dışında hiç kimseyi konuşturmuyor. PKK, sorunun çözümünün sadece kendisinde olduğuna inanıyor, ama yanılıyor. Çünkü şiddet politikasında ısrar ve örgüt içi infazlar PKK’nın sonu olacaktır. Bu noktada Kürtlere büyük görevler düşüyor. Bilmek zorundalar ki, tek başlarına Kürt sorununu çözemezler. PKK’nın yürüttüğü şiddet politikası ve silahlı mücadeleye benzer bir mücadele sonuçsuz kalmaya mahkumdur. O halde Türkiye’de yaşayan Kürtler, çağdaş demokrasi hareketini örgütlemek zorundalar. Çünkü Kürtlerin demokrasiye ihtiyaçları var. Ekonomik açıdan olaylara bakacak olursak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya devlet bir şeyler yapmaya çalışıyor, ama özel sermaye buraya gitmek istemiyor. Bırakın Türk, yabancı sermayedarı, Kürt sermayedar bile PKK şiddeti nedeniyle bölgeye gitmiyor. Son yıllarda PKK yönetimi, durmadan “barış”tan, “demokrasi”den söz etmektedir. Ancak tam bir şeyler yoluna girmişken, demokratik reformlar gerçekleşirken, bölgede huzur ve güven yeniden tesis edilmiş, sosyal ve ekonomik yatırımlara başlanmışken, PKK yönetiminin yeniden silahlı eylemleri tırmandırma kararı alması ve bunu Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarına endekslemesini ciddi olarak irdelemek gerekiyor. PKK, hayatta kalabilmek için müthiş bir tezgah kurmuştur. Aslında PKK yönetimi ve örgütün ipoteği altındaki Kürt siyasetçilerinin birçoğu, müebbet hapse mahkum edilmiş bir kişiyle sorunların çözülemeyeceğini, Abdullah Öcalan’ın Devlet tarafından hiçbir zaman muhatap alınmayacağını çok iyi biliyor. PKK, Kürtlerin sesine kulak vermeli ve şiddet politikasına son vererek, silah bırakmalıdır. PKK’nın, Kürtlerin “ağabey” dedikleri Kürt aydını Tarık Ziya Ekinci’nin şu çağrısına (Rızgari, 9 Ağustos 2007) kulak vermesi gerektiğini düşünüyorum; “Tecrübelerle sabittir, görüşme, konuşma, diyalog ancak terörün bitmesiyle, silahların terk edilmesiyle mümkün olabilir. DTP, samimiyetle Kürt sorununun çözümünde mesafe almak istiyorsa, ki bu aynı zamanda kendilerine oy verenlerin de beklentisidir, tutarlı demokratik aydınları da yanlarına alarak ve hatta onlara öncülük ederek, Türkiye’de demokrasiyi örgütlemek ve bu sürecin önünü tıkayan PKK’ya, derhal silah bırakması yönünde çağrıda bulunmak, hatta bunun takipçisi olmak durumundadırlar. PKK, tamamen silahlı mücadeleyi bırakırsa, DTP, Türkiye’de demokrasi güçlerinin sempatisini sağlayabilir. PKK’nın bir an önce koşulsuz ve süresiz silah bırakmasını, sahadan çekilmesini ve demokratik reformların önünü açması gerektiğine inanıyorum. PKK, izlediği yöntemlerle halen en büyük zararı Kürtlere vermektedir. Eğer PKK, gerçekten Kürtleri düşünüyorsa, gerçekten Kürtlerin hakları için mücadele ediyorsa, taşeron bir örgüt değilse, öncelikle Türkiye’de demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesinin önünde engel olmaktan çıkmalıdır.” Nail Amudi Nail Amudi
  2. EKINCI DE UYARDI: PKK'YE SAHNEDE YER YOK!.. Kürtlerin “ağabey” dediği Kürt aydını Tarık Ziya Ekinci, her zaman teröre karşı çıktığını vurgulayarak, 22 Temmuz seçimlerinde sandığa giden Kürtlerin verdikleri oylarla terör’e prim vermediklerini açıkça ortaya koyduklarına dikkat çekti. “Doğu Dramı”, "Vatandaşlık Açısından Kürt Sorunu ve Bir Çözüm Önerisi”, “Demokrasi ve Çokkültürlülük" adlı kitapları kaleme alan Tarık Ziya Ekinci, kitaplarında Kürt milliyetçiliğinin "sömürge, ulusal kurtuluş savaşı, bağımsızlık" gibi tezlerini eleştirerek, Kürt kimliğini "çokkültürlülük" kavramıyla savunuyor. Tarık Ziya Ekinci, “Rızgari” isimli haber sitesine yansıyan açıklamasında (09 Ağustos 2007) Kürt siyasetçi ve aydınlarına seslenerek; “Türkiye’nin demokratikleşme çabalarına destek olmak için elbirliği yapmaları ve PKK'nın silah bırakma kararı almasını sağlamaları için çaba göstermeleri” çağrısında bulunurken, PKK yönetimini de “derhal, koşulsuz ve süresiz olarak silah bırakma” konusunda uyardı. Ekinci, Kürt sorununun çözümü için PKK’nın hiçbir fonksiyonu kalmadığına, silahlı mücadeleyi bırakarak sahadan çekilmesi gerektiğine işaret ederek, seçim sonuçları, DTP, PKK ve Iraklı Kürtlerle ilgili önemli değerlendirmelerde bulundu: “HEP’in kuruluşunda ben de vardım. Amacımız Türkiye’de demokratik sorunların çözümüne katkı sağlamaktı. Ancak daha sonra PKK yanlıları partide söz sahibi olunca, ayrıldım. Ahmet Türk, PKK’yı açıktan karşısına alamıyor, ‘PKK terör örgütüdür’ diyemiyor. DTP, bu haliyle bir Türkiye partisi olamaz. Ama şunu yapabilir: Eskiden bir yaklaşım vardı, parti işçi sınıfının ideolojik öncüsüdür gibi. Ama öyle bir zamana geldik ki, artık hegemonya temelli bir politikanın geçerliliği yok. Kürtler de Kürtlerin öncülüğünde bir hareket peşindeler. Kürtlerin öncülüğünde bir hareketin de şansı yok. Bir Baskın Oran’ı bunların arkasından gitmeye ikna edemezsiniz, ama Türkiye’de karizması olan ve böyle bir demokrasi talebi olan bir Türk liderin öncülüğünde Kürt sorununu programını alan bir parti oluşturulabilir. İçinde sosyal demokrat, komünist, sosyalist, çevreci ve hatta liberallerin de yer alabileceği bir hareket oluşturulabilir. Böyle bir ortak parti programını, demokrasi programını uygulamada herkes içtenlikli olmalı. Avrupa Birliği’ni emperyalist bir kurum olarak görmek ve ona karşı çıkmak, kanımca Türkiye’de doğrudan doğruya demokrasiye karşı çıkmaktır. Böyle bir perspektif içinde bir hareket oluşturulabilir ve koşullar da vardır. PKK silah bırakırsa, DTP nefes alacak ve toplumsal sorunların çözümüne yönelik daha rahat politikalar üretebilecek. Ancak PKK şiddet eylemleriyle buna izin vermiyor. Türkiye’de demokratik reformların önünün açılabilmesi ve güven ortamının yeniden tesisi için PKK’nın silah bırakması şart. PKK ve yandaşları ‘Devlet operasyonları durdursun, biz de silah bırakalım, ateşkes yapalım” diyor. Böyle bir şart olmaz ve kabul de görmez. Gerçekçi olmak lazım. Sorunların demokratik anlamda çözümü için öncelikle dağdakilerin silah bırakması ve reformların önünü açması gerekir. PKK kendisi dışında hiç kimseyi konuşturmuyor. PKK, sorunun çözümünün sadece kendisinde olduğuna inanıyor, ama yanılıyor. Çünkü şiddet politikasında ısrar ve örgüt içi infazlar PKK’nın sonu olacaktır. Bu noktada Kürtlere büyük görevler düşüyor. Bilmek zorundalar ki, tek başlarına Kürt sorununu çözemezler. PKK’nın yürüttüğü şiddet politikası ve silahlı mücadeleye benzer bir mücadele sonuçsuz kalmaya mahkum. O halde Türkiye’de yaşayan Kürtler, çağdaş demokrasi hareketini örgütlemek zorundalar. Çünkü Kürtlerin demokrasiye ihtiyaçları var. Ekonomik açıdan olaylara bakacak olursak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya devlet bir şeyler yapmaya çalışıyor, ama özel sermaye buraya gitmek istemiyor. Bırakın Türk, yabancı sermayedarı, Kürt sermayedar bile PKK şiddeti nedeniyle bölgeye gitmiyor. Son yıllarda PKK yönetimi, durmadan ‘barış’tan, ‘demokrasi’den söz etmektedir. Ancak tam bir şeyler yoluna girmişken, demokratik reformlar gerçekleşirken, bölgede huzur ve güven yeniden tesis edilmiş, sosyal ve ekonomik yatırımlara başlanmışken, PKK yönetiminin yeniden silahlı eylemleri tırmandırma kararı alması ve bunu Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarına endekslemesini ciddi olarak irdelemek gerekiyor. PKK, hayatta kalabilmek için müthiş bir tezgah kurmuştur. Aslında PKK yönetimi ve örgütün ipoteği altındaki Kürt siyasetçilerinin birçoğu, müebbet hapse mahkum edilmiş bir adamla sorunların çözülemeyeceğini, Abdullah Öcalan’ın Devlet tarafından hiçbir zaman muhatap alınmayacağını çok iyi biliyor. PKK, Kürtlerin sesine kulak vermeli ve şiddet politikasına son vererek, silah bırakmalıdır.” Bu arada, Tarık Ziya Ekinci, Iraklı Kürtlere de küçük bir uyarıda bulunmayı ihmal etmiyor: “Irak’lı Kürtlerin dışarıya bağlantısını sadece Türkiye sağlayabilir. Iraklı Kürtlerin yaşayabilmesi Türkiye’nin iki dudağının arasındadır. Iraklı Kürtlerin temsilcileri Türkiye’ye yönelik yaptıkları açıklamalarda ve PKK konusunda çok dikkatli olmalılar. Türkiye’yi hiçbir zaman karşılarına almamalılar.” Tarık Ziya Ekinci’nin bu ilginç söylemlerine küçük bir ilavede bulunmak istiyorum: Tecrübelerle sabittir: Görüşme, konuşma, diyalog ancak terörün bitmesiyle, silahların terk edilmesiyle mümkün olabilir. Teröre karşı çıkmayan, hele de ona sözcülük yapan Kürt aydınlarının ve siyasetçilerin vebali büyüktür. DTP, samimiyetle Kürt sorununun çözümünde mesafe almak istiyorsa, ki bu aynı zamanda kendilerine oy verenlerin de beklentisidir: tutarlı demokratik aydınları da yanlarına alarak ve hatta onlara öncülük ederek, Türkiye’de demokrasiyi örgütlemek ve bu sürecin önünü tıkayan PKK’ya, derhal silah bırakması yönünde çağrıda bulunmak, hatta bunun takipçisi olmak durumundadırlar. PKK, tamamen silahlı mücadeleyi bırakırsa, DTP, Türkiye’de demokrasi güçlerinin sempatisini sağlayabilir. Ben PKK’nın bir an önce koşulsuz ve süresiz silah bırakmasını, sahadan çekilmesini ve demokratik reformların önünü açması gerektiğine inanıyorum. PKK’nın bugün hiçbir fonksiyonu kalmamıştır. Hatta bugün izlediği yöntemlerle en büyük zararı Kürtlere vermektedir. Eğer PKK, gerçekten Kürtleri düşünüyorsa, gerçekten Kürtlerin hakları için mücadele ediyorsa, taşeron bir örgüt değilse, öncelikle Türkiye’de demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesinin önünde engel olmaktan çıkmalıdır. Şimdi yapılabilecek tek şey var: Türkiye’de demokrasi hareketini, yani çağdaş nitelikli, evrensel boyutlu, insan haklarına saygılı, vatandaşlık kavramını ciddi şekilde yaşama geçirebilecek, hukukun üstünlüğüne bağlı ve bildiğimiz bütün bu evrensel demokrasi niteliklerine sahip bir demokrasi hareketi oluşturmak ve bu hareketin Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum demeden birlikte yaşama iradesine, demokrasiye ve üniter Türkiye’ye sahip çıkmak üzere çaba göstermek. Nail Amudi Nail Amudi
  3. LEYLALARI BIRAK, AYSELLERE BAK!.. BOLUNME DEGIL, BUTUNLESME!.. Turkiye Buyuk Millet Meclisi?nin acilisinda DTP?lilerin sergiledikleri yaklasima, ulusal ve uluslararasi kamuoyunun yani sira, ozellikle Kurt kokenli vatandaslardan buyuk destek geldi. PKK terorunun patlak vermesinden sonra belki de ilk kez, sorunun demokrasi icinde, Meclis zemininde cozume kavusturulabilecegi yolunda bir beklentinin ortaya cikmis olmasinin ve bu beklentiyi canli tutan jestlerin sergilenmesinin onemi azimsanmamalidir. Yeni surecte 1991?deki hatalarini yapmayacaklarini ima ve ifade eden DTP?lilerin, bu soylemlerine ne kadar sadik kalacaklari ve teror orgutu ile aralarina mesafe koymalari yonundeki beklentilere ne olcude cevap verebilecekleri onumuzdeki gunlerde daha net sekilde ortaya cikacaktir. Ancak, 1991 trajedisinin baskahramani Leyla Zana orneginde oldugu gibi, PKK?nin kolesi olmaktan kurtulamayan bazi kisi ve olusumlarin, yeni sureci baltalamak icin ardi ardina talihsiz aciklamalar yapmaktan geri kalmadiklari goruluyor. Ancak Leyla Zana?nin, DTP?ni guc durumda birakmayi hedefleyen ?Artik Kurdistan eyaletini kurmanin zamani gelmistir? sozlerini, DTP Esbaskani Aysel Tugluk cevaplamakta gecikmedi; ?Gundemimizde boyle bir sey yok. Halkimiz artik kavga ve siddet istemiyor. Sehit analari agladikca benim de yuregim parcalaniyor. Tarihsel sorumlulugumuz var. Turkiye?de akan kanin durmasini istiyoruz. Cikis noktamiz hosgoru. Etnik milliyetcilige dayali siyaset yanlis.? (Sabah, 8 Agustos 2007) Leyla Zana?nin ajitasyona yonelik aciklamalarinin ardindan, bu defa da PKK yoneticilerinin DTP?ni hedef alan aciklamalarinin ardi arkasi kesilmedi. DTP?liler Meclis?te demokratik mesruiyet zemininde adim atarken, PKK bos durmadi ve secimler oncesi kisa sureli ara verdigi siddet eylemlerini yeniden tirmandirarak, Turkiye?de ozlemi cekilen demokrasi, dostluk, kardeslik, hosgoru, diyalog atmosferini baltalamakta gecikmedi. Ancak cozum, Turkiye?nin toprak butunlugu ve demokrasi icinde aranacaksa, bunun platformu Kandil Dagi?ndan gelen talimatlar ya da ?mrali?dan yayimlanan fetvalar degil, TBMM kursusudur. Bu kursude gecerli olan da terorun degil, demokrasinin dilidir. DTP kadrolari ve yandaslari 22 Temmuz secim sonuclarinda su gercegi cok dikkatli tahlil etmeliler: DTP, temsilcisi oldugunu iddia ettigi ve arka bahcesi olarak gordugu Kurtlerden bekledigi oyu alamadi ve buyuk bir yenilgiye ugradi. Bu yenilginin nedenlerinin basinda, DTP kadrolarinin etnik milliyetcilik uzerinden yuruttugu gerilim ve catisma politikalarina bolge halkinin artik ragbet etmemesi geliyor. Eger DTP kadrolari terore, etnik milliyetcilige, boluculuge prim veren politikalarini surdururlerse, ilk yerel secimde Diyarbakir belediyesi basta olmak uzere, DTP?nin elindeki tum belediye baskanliklarini kaybedecek, 22 Temmuz?dan daha buyuk bir hezimete ugrayacaktir. Nitekim, DTP Parti Meclisi?nin 22 Temmuz secimlerinin sonuclarini degerlendirmek uzere 8 Agustos 2007 tarihinde yaptigi toplanti sonrasinda basinin karsisina cikan DTP Genel Baskanvekili Nurettin Demirtas, secimlerde basarisiz olduklarini kabul ederek, ?Demokratik toplumun yaratilmasina iliskin politikalar uretemedik. Programimizi somutlastirip Turk toplumuna anlatamadik, halklar arasinda kopru kuramadik? dedi. Ayrilikci, bolucu olduklari yonundeki nitelemelerden kurtulamadiklarini soyleyen Demirtas, devlete karsi pozitif elestiri getiremediklerini de belirterek ?Sikayetci parti olduk. Yol haritasini topluma dogru tasiyamadik. Butunlesmeden yana oldugumuzu ortaya koyamadik. Ama artik yuzumu Turkiye?ye donduk ve toplumsal barisin ve demokratik surecin kalici olmasi icin caba gosterecegiz? degerlendirmesinde bulundu. Bundan sonra oyle goruluyor ki, artik meydanlarda PKK?nin ayrilikci, bolucu, etnik milliyetcilige dayali siddet politikalarinin sozculugunu yapan Leyla Zana ve onun gibi dusunenler degil, Aysel Tugluk?un; ?Burada bizim acimizdan sorulmasi gereken, bolgedeki gelismeler karsisinda Kurtlerin tavrinin ne olacagidir. Bize gore, Turk halkinin korku ve kaygilari ciddi duzeyde gercekcidir ve anlasilmaya degerdir. Bugun icin Turkiye?nin, tekrar Sevr tehlikesine benzer bir tehditle karsi karsiya oldugu tespitini rahatlikla yapabiliriz. Turkiye?yi bolmek isteyenlerin amaci, Turk-Kurt catismasi yaratmaktir. Emperyalistlerin Kurtlere dayali politikasi Irak isgaliyle derinlesince, Sevr endisesi de hakli olarak Turkiye kamuoyunun gundemine geldi. Burada Kurtlerin gayet acik ve samimi olmalari gerekiyor. Kurt aydin ve siyasetcilerinin, sunu acikca beyan etmeleri gerekiyor: Misak-i Milli sinirlari mutlak suretle korunarak, ulkede yasanan sorunlara cozum aranacaktir. Emperyalist mudahalelere guvenmeden ve de Turkiye?nin toprak butunlugunu hedef almadan, gerceklik disi olmayan acilimlarla cozum arayisi icerisinde olunacaktir. Sevr korkularinin objesi Kurtler olmamalidir. Komsu ulkede yasananlar Turkiye?deki gerceklikle ortusmuyor. Zaten baska bir boyuttan bakilirsa, orasi da Misak-i Milli sinirlarindandir. Bu isgalci bir yaklasim degil, samimi ve gonullu bir kucaklasma olacaktir. Kurt aydin ve siyasetciler, etnik milliyetcilik temelinde yurutulen soylemlerden suratle kacinmali, bolunmeyi cagristiracak, catismayi korukleyecek ve eski korkulari animsatacak fotograflarda yer almamaya ozen gostermeliler. Sorunlar silahla cozulemez. Kan ve gozyasi acilari buyutuyor. Siddet ortamina hemen son verilir, harcanan enerji ulkenin birligini korumak icin yogunlastirilirsa, Turkiye?de yasayan herkesin sosyal ve ekonomik refahi artacak, demokrasi alaninda reformlarin onu acilacaktir. Her iki toplum arasindaki mevcut karsilikli duygudaslik korunabilirse, gecmiste yasanan acilar ve hatalar unutulup, silah yerine, kardesligi pekistirecek demokratik yaklasimlar desteklenirse, sorunlar kisa zamanda cozume kavusturulabilecektir. Bu ulkenin Turk-Kurt diye bolunmesinin maddi, psikolojik altyapisi asla olusmadi. Kurtarici motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliginin buyuklugu kendisini gosterdi ve gosterecek. O bir mucizedir, olumsuzdur. Uluslasmada temel direktir. Turk halkinin ortak bilincinde Sevr ve buyuk kurtarici imgesi cok guclu bir enerjiyle ortaya cikmaya baslamistir? sozlerine yansiyan (Radikal, 10 Temmuz 2007) gercekci ve rasyonel politikalarin gundeme tasinacagini dusunuyorum. Leyla Zana gibi dusunen kucuk bir azinligin bu tur saldirilarinin gelecek gunlerde artacagi cok aciktir. Hatta DTP?liler, yeni teror santajlari ve saldirilar karsisinda siyaset gemilerini nasil kurtaracaklarinin provasini simdiden yapsalar, gelecek muhtemel saldirilar karsisinda hazirliksiz yakalanmamis olacaklardir. Bu acidan bakildiginda DTP?liler, kendilerini terorun golgesinden uzaklastirdiklari olcude cozumun parcasi olacaklardir. DTP?liler yarinlarini planlarken ?orgut?un degil, Kurtlerin ?agabey? dedigi Tarik Ziya Ekinci?nin ?PKK tamamen silahli mucadeleyi birakirsa DTP Turkiye?de demokrasi guclerinin sempatisini saglayabilir. PKK bir an once sahadan cekilmeli ve silah birakmalidir? (Referans, 6 Agustos 2007) sozlerini dikkate almalidir. DTP?liler, kendisine oy verenlerin, birakin teroru, gerilim dahi istemediklerini, militanca tavirlari sevmediklerini, huzura, ekonomik gelismeye, is ve ticarete ihtiyac oldugu gercegini gormeliler. Turkiye?nin ve bu ulkede yasayan vatandaslarimizin esenligini isteyen herkes, cozumu terorde degil, demokrasi ve hukukun egemen oldugu uniter bir Turkiye?de aramalidir. Nail Amudi Nail Amudi
  4. nail_amudi şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    DTP GEMİSİ BATACAK MI? 22 Temmuz 2007 tarihli genel seçimin sonuçları çok çeşitli yönlerden yorumlanmaktadır. Yorumcuların buluştukları ortak payda, Kürt kökenli vatandaşların, etnik ayrımcılığa ve teröre prim vermedikleridir. Seçimlerin en önemli sonuçlarından biri ise, hiç kuşkusuz DTP adına seçimlere katılan ve parlamentoya giren 22 milletvekilidir. Sandıktan çıkan mesaj, başta PKK olmak üzere, bağımsız adaylarla Meclis’e giren DTP tarafından çok iyi okunmalıdır. Yeni süreçte 1991’deki hatalarını yapmayacaklarını ima ve ifade eden DTP’lilerin, bu söylemlerine ne kadar sadık kalacakları önümüzdeki günlerde ortaya çıkacaktır. Zira 1991 trajedisinin başkahramanı Leyla Zana, evine ve kendisine daha fazla zaman ayıracağını söylemesine karşın, büyük bir aşkla yeni süreci baltalamak için ardı ardına talihsiz açıklamalar yapmaktan kendini alamamıştır. Açıklamalarından tatilini fazla bulup evinde sıkıldığı anlaşılan Zana’nın en tahrik edici ifadelerle siyaset sahnesine dönüş yapmış olması, ancak kendisini unutulma korkusunun sarmış olmasına bağlanabilir. Nitekim, yeni bir manifestoyla, siyaset sahnesinde yol alacağını ifade eden DTP sakinlerinin gemisine açık bir bombardımanda bulunmaktan da kaçınmamıştır. Bu ve benzeri saldırıların gelecek günlerde artacağı çok açıktır. Hatta DTP’liler yeni terör şantajları ve saldırılar karşısında siyaset gemilerini nasıl kurtaracaklarının provasını şimdiden yapsalar, gelecek muhtemel saldırılar karşısında hazırlıksız yakalanmamış olacaklardır. DTP’liler kendi siyasi geleceklerine sivil ve kansız çözüm üretme iradelerine yöneltilen saldırıların önemli bir kısmının kendi içlerindeki provokatörlerden geleceğini de fark etmek zorundadırlar. Onları siyasette mahkum edecek gelişmeler diğer partilerden değil, tam tersine, terör örgütünden ve aşırılıklara müptela, mantıkla değil duygularıyla hareket eden kızgın provokatörlerden gelecektir. DTP’liler en çok PKK ve bu örgütün gerçekleştirdiği terörün tırmanması ve tanımlanması hususunda güçlük çekmektedirler. PKK, bir hata sonucu değil, bilerek ve isteyerek, bilinçli bir stratejik tercihin sonucu olarak on binlerce sivil ve masum Kürt ve Türk’ü öldürmek suretiyle ayakta kalmaya çalışarak, kan, silah, bomba, mayın ve cesetler üzerinden şantaj yaparak varlığını sürdürdüğü için bir terör örgütüdür. Bu noktada lafı eğip bükmeye çalışmak tutarlı bir yan taşımamakla beraber, hakkında asıl mücadele verilmesi gereken sorunlara da eğilmeye ket vuracaktır. Bu açıdan bakıldığında DTP’liler, kendilerini terörün gölgesinden uzaklaştırdıkları ölçüde ve bir elde siyaset diğer yanda şiddet ikileminden kurtuldukları ölçütte çözümün bir parçası olacaklardır. DTP’liler marjinal bir şiddet grubunun değil, Türkiye’nin partisi olduklarına önce kendileri inandıklarında toplum tarafından kabul göreceklerdir. DTP’liler onlara oy veren ve ümit bağlayanların içerisinden çıkacak gerilim ateşini söndürdükleri ve oylarını aldıkları insanların duyguları üzerinde sörf yapmadıkları ölçütte çözüm için önemli bir misyon yüklenebileceklerdir. DTP’liler toplumun duygusal olabileceğini ve hatta öfkelere kapılacağını hesap edip onların duygusal tepki beklentilerine karşı rasyonel akıl ürünü siyaset üretebildikleri takdirde, Türkiye’de aydınların desteğini arkalarında görebileceklerdir. DTP’lilerin ağzından alınacak ve halkı tahrik edecek cümlelerin ne kadar büyük sorunlara yol açtığını 1991 deneyiminde gördüklerini ve bu idrakle TBMM’nde olacaklarını anladıkları ölçütte çözümün aktörlerinden biri olabileceklerdir. DTP’liler yakından takip edileceklerdir. Üzerlerinde çok büyük bir sorumluluk vardır. Bu sorumluluğu basit popüler söylemlere kurban etmedikleri oranda, başta Kürtler olmak üzere Türkiye’de yaşayan sağduyu sahibi vatandaşların desteğini alabileceklerdir. “İlk görüşteki izleniminizin ikinci bir prova şansı yoktur” diyen ünlü İngiliz atasözü bu konuda da geçerlidir. 1991 süreci gerçektir, yaşanmıştır, son derece kötü harcanarak kaçırılmış bir şans, hatta şansın, fırsatın trajediye dönüşü olmuştur. 2007 süreci tamamen yeni bir algılayışın ve siyaset yapma anlayışının ortaya çıkışıdır. DTP’liler durumu böyle algıladıkları ve yorumladıkları ölçüde çözümün bir parçası olacaklardır. Silahların gölgesi, terörün arka bahçesi, 1991 sürecinin tekrarı halinde ağır bir fatura ortaya çıkacak ve bu faturayı herkesten çok DTP ödeyecektir. Çünkü bu toprakların insanı kavgadan, bir elde zeytin, diğer elde silah dolaşarak laf cambazlığı yapanlardan, gerilim stratejisinden ve en çok da PKK’nın siyaset alanını ve dilini bombaya hapsetmesinden bıkmıştır. Onun içindir ki, DTP, Ahmet Türk’ün ifadesiyle, büyük bir sürprizle karşılaşmıştır. Şiddetin yükünü omuzlamaya çalışacak bir DTP, bu yükün altında ezileceğini ve yok olacağını bilmek zorundadır. Leyla Zana’nın seçim meydanlarında, DTP’nin yeni bir başlangıç yapmasını engelleyecek beyanlarda bulunmuş olması, bundan sonraki süreçlerde bu ve benzeri torpillerin DTP gemisine doğru yol alacağının en açık göstergesidir. DTP’li siyasetçilerin önünde iki seçenek var: Ya daha merkeze çekilerek Kürt sorununu öncelikli mesele olarak gören bir Türkiye partisi olacaklar ya da sahneye başka yeni aktörlerin girmesini izlemek zorunda kalacaklar. Bakalım, DTP’liler gemilerini, siyasetin sahnesine mi taşıyacaklar, yoksa George Santayana’nın “Geçmişi hatırlamayanlar, onu tekrar etmeye mahkum edilmişlerdir” sözünü doğrularcasına, paramiliter PKK terörünün esaretine ve şantajına teslim edip batmasına mı yol açacaklar? Nail Amudi Nail Amudi
  5. SEÇİM SONUÇLARI ÜZERİNE!..KÜRTLER “TERÖR”E PRİM VERMEDİ!.. “DTP Oylarındaki Düşüş Ne Anlama Geliyor?” 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinin sonuçları, Kürt kökenli vatandaşların, etnik ayrımcılığa ve teröre prim vermediklerini gözler önüne serdi. Sandıktan çıkan mesaj, başta PKK olmak üzere, onun siyasi uzantısı olarak bağımsız adaylarla Meclis’e giren DTP tarafından çok iyi okunmalıdır. Kürtler, Meclis’e girecek olan DTP’li milletvekillerinden, demokrasiye inanmalarını ve “emir”le değil, demokrasi prensipleriyle hareket etmelerini bekliyor. Kürtler 22 Temmuz’un cehennem sıcağında sandık başına giderek, verdikleri oylarla, etnik milliyetçilik temelinde politika yapan ve PKK şiddetine net bir şekilde tavır koyamayan Kürt aydın ve siyasetçilerine açıkça şu mesajları vermiştir: “Kan ve gözyaşı değil, huzur ve güven ortamı istiyoruz. Kimliklerimizi rahatça ifade etmek istiyoruz, ancak terörü ve etnik ayrımcılığı da kesinlikle reddediyoruz.” 2002 seçimlerinde DEHAP’ın Diyarbakır’daki oy oranı yüzde 56 idi, bu seçimlerde DTP’li bağımsızların oy oranı yüzde 45’lere kadar indi. Yine, 2002 seçimlerinde DEHAP’ın oy oranı yüzde 5.6’lardan bu seçimlerde yüzde 3.1’lere kadar düşmüştür. Bu düşüşün en önemli nedeni, bölgede yaşayan vatandaşların huzur ve istikrar özlemidir. 2005 yılında Diyarbakır’da güpegündüz PKK tetikçileri tarafından öldürülen Kürt siyasetçi Hikmet Fidan’ın oğlu Zinnar Fidan, seçimlere bir hafta kala, Kürt kökenli vatandaşların bakışını net bir şekilde ortaya koymuştu (Sabah, 9 Temmuz 2007); “Eğer düşünebilseydik şiddet sarmalının zihnimizi esir eden, bizi papağanlaştıran zemininden, ‘ya hep ya hiç’ açmazından, başkalarının üzerinde gördüğümüzde nefretimizi tahrik eden ‘ya sev ya terk et’ dışlayıcılığından uzak dururduk. Hikmet Fidan cinayeti bu zihin sapıklığının ve paranoyanın eseridir. Gerek geniş halk kesimleri, gerekse Kürt örgütsel yapılanmaları ve Kürt aydın çevreleri olarak kendimize dönük kaba fanatizmi aşamıyoruz. Hikmet Fidan cinayeti bize bizden çıkarılmış bir faturadır. Kürtleri bir köy ahalisi, kendisini de köyün ağası zannedenlerin çıkardığı bir fatura. Babamın kader birliği yaptığı arkadaşları, onun kalleşçe öldürülmesi karşısında sustular. Korkudan seslerini çıkaramadılar ve çaresizce bir sessizliğe sığındılar. Emir-komuta zinciri ile yürüyen bir siyaset biçiminin hemen bitişiğindeki ölümler ve ölüm tehditleri ile nereye gidilebilir? Halkın temsilcileri olduklarını iddia edenler de bir cinayet şebekesinin tutsağı durumundalar. Çünkü onların iradesi ipotek altında. Çünkü onlar İmralı’daki köy ağasının zavallı bir marabası gibi hareket ediyorlar.” Zinnar Fidan’ın uyarılarına cevap, DTP Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’tan gelmişti. Aysel Tuğluk’un, Radikal’de (18 Temmuz 2007) çıkan makalesindeki şu şatırları önemsiyorum; “Türkiye’yi bölmek isteyenlerin amacı, Türk-Kürt çatışması yaratmaktır. Kürtlerin gayet açık ve samimi olmaları gerekiyor. Kürt aydın ve siyasetçilerinin, şunu açıkça beyan etmeleri gerekiyor: Misak-ı Milli sınırları mutlak suretle korunarak, ülkede yaşanan sorunlara çözüm aranacaktır. Emperyalist müdahalelere güvenmeden ve de Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef almadan, gerçeklik dışı olmayan açılımlarla çözüm arayışı içerisinde olunacaktır. Sevr korkularının objesi Kürtler olmamalıdır. Komşu ülkede yaşananlar Türkiye’deki gerçeklikle örtüşmüyor. Zaten başka bir boyuttan bakılırsa, orası da Misak-ı Milli sınırlarındandır. Kürt aydın ve siyasetçiler, etnik milliyetçilik temelinde yürütülen söylemlerden süratle kaçınmalı, bölünmeyi çağrıştıracak, çatışmayı körükleyecek ve eski korkuları anımsatacak fotoğraflarda yer almamaya özen göstermeliler. Sorunlar silahla çözülemez. Şiddet ortamına hemen son verilir, harcanan enerji ülkenin birliğini korumak için yoğunlaştırılırsa, Türkiye’de yaşayan herkesin sosyal ve ekonomik refahı artacak, demokrasi alanında reformların önü açılacaktır. Her iki toplum arasındaki mevcut karşılıklı duygudaşlık korunabilirse, geçmişte yaşanan acılar ve hatalar unutulup, silah yerine, kardeşliği pekiştirecek demokratik yaklaşımlar desteklenirse, sorunlar kısa zamanda çözüme kavuşturulabilecektir. Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir. Türk halkının ortak bilincinde Sevr ve büyük kurtarıcı imgesi çok güçlü bir enerjiyle ortaya çıkmaya başlamıştır. İrademizi her zaman için bütünleşmekten ve demokrasiden yana kullanacağız. ‘Farklılara evet, ayrılıkçılığa hayır’ diyerek, etnik ve hatta dinsel milliyetçiliğe prim vermeyeceğiz. Çözümü hep birlikte, Meclis çatısı altında, tam demokraside arayacağız. Bu bizim Türkiye’ye verilmiş sözümüzdür.” CNN Türk’te Şirin Payzın, seçimlerden iki gün önce Tuğluk’a bir kere daha sordu: Sizin bu ılımlı söylemlerinizi DTP de benimsiyor mu? Sizden ve diğerlerinden yarın başka şeyler duymayacak mıyız? Tuğluk, bu açıklamayı DTP’lilerin topluca benimsediğini belirtti ve kamuoyu önünde taahhüt sayılabilecek şekilde bir açıklama yaptı: “Samimiyiz. Biz bir gün başka, diğer gün başka şey söyleyecek insanlar değiliz!..” Evet, sorun buradadır: 22 Temmuz’da seçilerek Meclis’e girmeye hazırlanan Tuğluk ve arkadaşları, yarın başka bir şey söyleyecekler mi, yoksa istikrarlı bir şekilde meşruiyetçi ve ılımlı davranacaklar mı? Kesin olarak inandığım bir şey var: Kürtler artık şiddet, ölüm, kan istemiyor. Nitekim, 22 Temmuz seçimlerinde en fazla oy almaları beklenen yörelerde ilk sırada yer alamayışları da bu gerçeğin açık bir ifadesidir. Bölge halkı terörü destekleyen politikalara prim vermeyeceğini açıkça ortaya koymuştur. Leyla Zana ve onun gibi düşünen Kürt aydın ve siyasetçileri de, şiddet yanlısı, şoven milliyetçi ve Pankürdist yaklaşımların ancak teröre ideolojik kaynaklık ettiğini, barışa, huzura, demokrasiye set vuran tutumlar olduğunu hatırdan uzak tutmamalılar. Kürtler içinde, farklı anlayışlar olabilir. Aysel Tuğluk gibilerin sergilediği ılımlı üslup gelişip güçlenirse, bir arada yaşama iradesi elbette pekişecektir ve doğru olan da budur. “Beş yüzyıllık tarihsel ittifakımıza ve iki yüzyıllık modernleşme çabalarımıza sadık kalmayı” savunacaklarını söyleyen Tuğluk ve onun gibi düşünenler, inandırıcı olmak, bir arada yaşamayı kolaylaştırmak, hareketi sağduyulu bir çizgiye çekmek için Zana gibilerin tahrikçi ve şoven çizgisinden biran önce uzaklaşmalılar. Türkiye’nin üniter yapısına, birlikte yaşama iradesine zarar verecek her türlü yaklaşımdan uzak kalınmasının, sağduyunun bir göstergesi olacağı akıllardan çıkarılmamalıdır. Nail Amudi Nail Amudi
  6. DTP GEÇMİŞTEN DERS ALMALI!.. PKK’nın şiddet eylemleri, etnik siyaseti temel alan Kürt politikacıların çıkmazını ortaya koyarken, silahlı eylemlerin sorunların çözümüne hiçbir katkısının olamayacağını da gözler önüne seriyor. Geçen hafta PKK’nın televizyonu Roj TV’ye çıkan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, kimilerinin “küstahlık”, kimilerinin “cüretkarlık” dediği çıkışlarına yeni bir halka daha ekleyerek, PKK’yı “silahlı Kürt muhalefeti” diye nitelendirirken, bir gün sonra Amerikan “Christian Science Monitor” gazetesine verdiği demeçte “PKK, Kürtlerin 29 uncu isyanıdır” diyerek, Kürt siyasetçilerin cephesinde yeni bir şeylerin olmadığını ortaya koydu. Baydemir’in bu açıklamasına en önemli tepki, 6 Temmuz 2005 tarihinde Diyarbakır’da güpegündüz PKK tetikçileri tarafından öldürülen Kürt siyasetçi Hikmet Fidan’ın oğlu Zinnar Fidan’dan geldi. (Sabah, 10 Temmuz 2007), Zinnar Fidan, PKK korkusuyla, babasının cenazesi için ambulans vermeyen ve başsağlığı dilemeyen Osman Baydemir başta olmak üzere, Kürt aydınları ve siyasetçileri için çarpıcı tespitlerde bulundu; “Eğer düşünebilseydik şiddet sarmalının zihnimizi esir eden, bizi papağanlaştıran zemininden, ‘ya hep ya hiç’ açmazından, başkalarının üzerinde gördüğümüzde nefretimizi tahrik eden ‘ya sev ya terk et’ dışlayıcılığından uzak dururduk. Hikmet Fidan cinayeti bu zihin sapıklığının ve paranoyanın eseridir. Bu bizim ölümüzdür, ölümümüzdür. Kanı bedenimizdedir. Kan bedenimizdedir. Gerek geniş halk kesimleri, gerekse Kürt örgütsel yapılanmaları ve Kürt aydın çevreleri olarak kendimize dönük kaba fanatizmi aşamıyoruz. Düşmanı ve ötekiyi, her zaman ve daima kendi dışımızda aramak, bu hamasi üslupta ısrar etmek, Kürtler olarak bizi körleştiriyor, irrasyonel kılıyor ve bu irrasyonalitenin de sonuçları çok ağır ve trajik olabiliyor. Hikmet Fidan cinayeti bize bizden çıkarılmış bir faturadır örneğin. Kürtleri bir köy ahalisi, kendisini de köyün ağası zannedenlerin çıkardığı bir fatura. Babamın kader birliği yaptığı arkadaşları, onun kalleşçe öldürülmesi karşısında sustular. Korkudan seslerini çıkaramadılar ve çaresizce bir sessizliğe sığındılar. Emir-komuta zinciri ile yürüyen bir siyaset biçiminin hemen bitişiğindeki ölümler ve ölüm tehditleri ile nereye gidilebilir?” Bu cümleler her şeyi anlatmıyor mu? Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan halk, onların temsilcileri de bir cinayet şebekesinin tutsağı durumundalar. O nedenle Baydemir’in çıkışlarına öfkelenmeyin, tam tersine ona ve onun gibi davrananlara acıyın. Tabii ki, “Devlete de PKK’ya da eşit mesafedeyiz” diyecek, “Türk Ordusu ile PKK’nın eş zamanlı olarak silah bırakmasını” önerecek, Öcalan’ın yaşgününü kutlayacak, belediyenin araçlarında PKK malzemeleri taşınmasına en azından göz yumacak, PKK’lıların cenazelerine ambulans tahsis edip ailelerini ziyaret edecek. Çünkü onun iradesi ipotek altında. Çünkü o İmralı’daki köy ağasının zavallı bir marabası… Abdullah Öcalan, örgütün kuruluşunda “devrimci şiddet, devrimci terör kullanıyoruz” demişti ve o günden bugüne kadar PKK şiddet kullanmaya devam ediyor. Birilerine yanlış yolda olduklarını anlatmak siyasetçilerin görevidir. PKK’nın her geçen gün tırmanan şiddet eylemleriyle verdiği acılar yürekleri sızlatıyor. Demokratik Toplum Partisi, bugüne kadar kendisinden bekleneni veremedi, sorunların çözümü için toplumsal projeler üretemedi. “Böyle dersem PKK kızar” gibi bir handikabın içerisine kendisini hapsetti. Kürtlerin düşüncelerine tercüman olamadı, inandıklarını dile getiremedi. PKK’dan çekinerek, korkarak siyaset yapıldığı sürece sorun yaşanmaya devam edecektir. Politika, acizlik sanatı değil. DTP, “Tehlike var, işbirliği yapalım” diye hangi sivil kuruma, hangi siyasi partiye gitti? Tehlike belliydi, ancak siyaset üretemediler. PKK’yı dağdan indirebilen, silahlarını bıraktırabilen ve devletin de kabul edebileceği ortak bir toplumsal projeyi oluşturamadılar. PKK’nın kendisine göre doğruları olabilir. İşte diyorlar ki, “Devlet operasyonları durdursun, biz de silahı bırakalım, ateşkes yapalım.” Böyle bir şart olmaz ve kabul de görmez. Gerçekçi olmak lazım. Hiçbir devlet kendi silahlı kuvvetlerini, terörle mücadeleden geri durduramaz, geri çekemez. Sorunların demokratik anlamda çözümü için öncelikle dağdakilerin silah bırakması ve reformların önünü açması gerekir. Artık, eski dünya yok. Kapını kapatıp, evinin içinde istediğini yapamazsın. PKK’nın ve onun gibi düşünenlerin silah kullanmaya artık ihtiyaçları kalmadı. Niçin halen şiddet politikasında ısrar ediyorlar, silahtan medet umuyorlar, anlamak mümkün değil. DTP’nin bu söylemi açıkça seslendirmesi ve bununla ilgili çözüm projelerini hızla üretmesi gerekiyor. Kesin olarak inandığım bir şey var: Kürtler artık şiddet, ölüm, kan istemiyor. Kürtler daha özgür, daha demokratik bir Türkiye’de sosyal, ekonomik ve kültürel yönden daha iyi yaşamak, Kürtler, medeni dünyanın bir parçası olmak istiyor. Çocuklarının dağlarda ölmesini istemiyor. Gençlerini okutmak, iş sahibi yapmak, geleceğini kurtarmak istiyor. Gelinen noktada, herkes özellikle de Kürtler kendilerini gözden geçirmeli. Kürtler içinde, farklı anlayışlar olabilir, ancak Türkiye’nin üniter yapısına, birlikte yaşama iradesine zarar verecek her türlü yaklaşımdan uzak kalınmasının sağduyunun bir göstergesi olacağı akıllardan çıkarılmamalıdır. Nail Amudi Nail Amudi
  7. OSMAN ÖCALAN’DAN ŞOK AÇIKLAMALAR PKK yönetiminin, şiddet eylemlerini tırmandırma kararı alması üzerine örgütten ayrılarak önce PWD’yi (Yurtsever Demokrat Parti) kuran, ancak iki defa PKK tetikçileri tarafından öldürülmek istenen Osman Öcalan, PKK’nın şiddet eylemlerini tırmandırması, örgüt içi infazlar, PKK’nın alternatifi olduğunu iddia eden gruplar ve 22 Temmuz’da yapılacak genel seçimlere yönelik ilginç açıklamalarda bulundu. PKK’nın kuruluşundan bu güne kadar örgütün demokratikleşmesini isteyen birçok kişinin öldürüldüğünü vurgulayan Osman Öcalan, Irak’ın kuzeyinde yayınlanan “Cemaver Gazetesi”ne (2 Temmuz 2007) verdiği röportajda, PKK cinayetleri başta olmak üzere, birçok konuda görüşlerini aktardı. PKK’nın şiddet politikası nedeniyle, hiçbir zaman örgüte dönmeyi düşünmediğini açıklayan Osman Öcalan, Kürtlerin hakları için mücadele ettiğini iddia eden PKK’nın, bugün paralı askerlerden oluşan taşeron bir örgüt durumuna geldiğine dikkat çekti. PKK’nın şiddet politikasında ısrarlı olması nedeniyle örgütten ayrılmak zorunda kaldığını belirten Osman Öcalan, röportajda; “PKK, kendisine rakip olarak gördüğü kişilere veya Kürt gruplara karşı düşmanca politikalar izleyerek, onları yok etmek için şiddet uygulamıştır. Ancak PKK’nin alternatifi olduklarını öne süren Kürt grupların da Kürtler arasında tabanları yoktur. Etnik milliyetçilik temelinde faaliyet gösteren bu ittifakların, sürekli kendilerini tekrarlayıp durdukları için gelişme şansları da yoktur” dedi. Osman Öcalan, örgütten kaçan veya muhalif Kürtlere yönelik cinayetlerin karanlık bir yanının olmadığına, cinayetlerin PKK tarafından işlendiğinin açık olduğuna dikkat çekerek, şöyle dedi; “PKK’den ayrılma nedenimiz, örgüt yönetiminin siyasal terörü sürdürme kararıdır. Ağabeyim Abdullah Öcalan’ın yakalanması örgütü derinden sarstı. Türkiye’ye teslim olan Şemdin Sakık, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasında önemli rol üstlendi. Murat Karayılan, Duran Kalkan, Rıza Altun, Cemil Bayık ve Zübeyir Aydar’dan oluşan grup örgüt yönetimini ele geçirdi. Abdullah Öcalan’ın açıklamalarına bile sansür uygulamaktan çekinmeyen bu çetenin, şiddet politikasının sürdürülmesi yönündeki yaklaşımlarına karşı çıktım. Bu nedenle beni zindana attılar, sorguladılar, yargıladılar ve idam cezası verdiler. Ancak örgüt tabanı ve Kürtlerin tepkisinden çekindikleri için idam edemediler. Bu nedenle PKK tarihinde en büyük kopuşun içinde yer aldım ve bu kopuşun örgütlenmesine öncülük ettim. İlk çıkışımız PKK ve Önderliğinin şiddet politikasına yönelik eleştiriler şeklinde oldu. Şiddet yoluyla sorunların çözülemeyeceğini, silahlı eylem döneminin bittiğini, sorunların, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin desteklenmesiyle çözülebileceğini vurguladık. PKK yönetimini ele geçirenler ise, örgütün demokratikleşmesini sağlayamadıkları gibi, örgüt içinde ve dışında muhalefete izin vermeyerek, demokrasi yanlılarına yönelik baskı ve cinayetlerini sürdürüyorlar. PKK yönetimi, Siphan Rojhilat, Kemale Sor, Hikmet Fidan, Kani Yılmaz, Sabri Torin’i öldürtmüştür. Bu cinayetlerin karanlık bir tarafı yoktur. Bu insanların vurulmasının PKK’dan kaynaklandığı açıktır. Bu arkadaşları değişik defalar PKK tetikçilerine karşı uyardım. Ancak ne yazık ki, hepsi de PKK’nın kurbanı oldular. Kürtler PKK’dan korkmamalılar. Kürtlerin kanını akıtmaya devam eden Murat Karayılan, Duran Kalkan, Cemil Bayık, Mustafa Karasu, Ali Haydar Kaytan, Zübeyir Aydar’dan oluşan cinayet şebekesi hakkında Avrupa makamlarına suç duyurusunda bulunarak, PKK cinayetlerine karşı Kürt halkına ve uluslararası kamuoyuna acil yardım çağrısı yaptık. Türkiye’de yaşayan Kürtlerin yüzde 90’ı benim gibi, silahın, mayının, bombanın çözüm olmadığını düşünüyor. Demokrasi, tek çözüm yolu. Kürtler, demokraside ısrarlı olmalılar ve 22 Temmuz seçimlerinde PKK’ya boyun eğmeden, demokrasinin kazanması yönünde çaba göstermeliler.” Kız kardeşlerinden birinin PKK yanlısı, diğerinin ise PKK karşıtı olduğunu belirten Osman Öcalan, Murat Karayılan tarafından görevlendirilen tetikçilerin iki defa kendisine yönelik suikast girişiminde bulunduğunu, son olarak iki PKK tetikçisinin evini havaya uçurmak istediklerini, ancak başarılı olamadıklarını vurguladı. Yıllarca şiddetten medet uman ve bugün demokrasi gerçeğini kavradığını itiraf eden Osman Öcalan’ın da açıklamasına yansıdığı üzere, çözüm; silaha ve şiddet eylemlerine karşı kesin tavır almaktır. Silahı bir siyaset aracı olarak görenleri reddetmektir. PKK’nın mayınlı tuzaklarına düşmeden, barışın, demokrasinin ipine sarılalım ve gerisinin çıkmaz sokak olduğunu görelim. PKK cinayetlerine karşı net bir tavır almak, asgari demokratik bir tutumdur. Bu demokratik tutumun geliştirilmesi ve egemen tarz haline getirilmesi zorunludur. Ama ondan daha önemlisi, Kürtlerin, değerlerimiz üzerinde despotik bir tarz kuran, devrimci yurtsever mücadelenin önünde aşılması gereken bir barikat haline gelen İmralı Partisi’nin cinayetlerine ve bastırma kampanyasına karşı sessizliğimizi bozmak ve etkili bir biçimde durmak günün kaçınılmaz görevlerinden biridir!
  8. BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’İN UYUŞTURUCU RAPORU AÇIKLANDI “PKK Uyuşturucu Zengini!..” Terör örgütleri listesinde ilk sıralarda yer alan PKK’nın, en tehlikeli mafya örgütlenmesi olduğu ve uyuşturucudan topladığı paralarla terör eylemlerini finanse ettiği bir kez daha belgelenirken, Türkiye’nin terör ve uyuşturucuyla mücadeledeki başarısına övgüler yağıyor. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve İlgili Suçlar Dairesi (UNODC) tarafından Cenevre’de açıklanan (27 Haziran 2007) raporda, dünyanın en büyük uyuşturucu sağlayıcılarının Afganistan’ın güneyi, Güneybatı Kolombiya ve Doğu Myanmar gibi merkezi otoritenin dışındaki bölgeler olduğuna yer verilirken, Afganistan’dan gelen eroinin, PKK terör örgütü tarafından Yunanistan, İtalya ve Romanya üzerinden Avrupa ülkelerine taşındığı ve örgüt mensupları tarafından satılarak, önemli miktarda finansman sağlandığına dikkat çekildi. Latin ülkelerindeki eroin üretiminin geçen yıl düştüğü belirtilen raporda, dünya kokain talebinde de genel bir azalma olduğu, ancak ABD’ndeki düşüşe karşılık, bazı Avrupa ülkelerinde uyuşturucuya ciddi talep gözlendiği vurgulandı. Raporda, 15-64 yaş grubunda dünya nüfusunun yüzde 4.8’i, yani yaklaşık 200 milyon kişinin uyuşturucu kullandığı, bağımlı sayısının ise özellikle Avrupa ülkelerinde önemli oranda arttığı açıklandı. UNODC Raporu’nda, terör örgütlerinin uyuşturucu madde kaçakçılığının her safhasında (imalat, taşıma, aracılık, satış ve sokak satıcılığı gibi) yer alarak, finansal destek sağladıklarına dikkat çekilerek, Avrupa’da uyuşturucu ticaretini kontrol altında tutan PKK’nın, Afganistan, Pakistan ve Irak üzerinden getirilen uyuşturucuyu İtalya, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya’daki yasadışı örgütler ile işbirliği içerisinde Avrupa’ya nasıl aktardığı ve pazarladığı belgeleriyle ortaya konuldu. Raporun Türkiye bölümünde yer alan belgelere göre, geçen yıl Türkiye'nin 25 Avrupa ülkesinin yakaladığı eroin miktarına denk gelen oranda eroin ele geçirdiği belirtilerek, 2006 yılında Türkiye'nin yaklaşık 9 bin kilogram eroin yakalayarak, büyük bir başarının altına imza attığına dikkat çekildi. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) Mali Eylem Görev Grubu tarafından geçen ay (7 Mayıs 2007) yayınlanan “Uyuşturucu Raporu”nda da, PKK’nın, gelirinin büyük bölümünü uyuşturucu ticareti, insan kaçakçılığı, kara para aklama, haraç gibi organize suç faaliyetlerinden elde ettiği belirtilerek, son dönemde Türkiye’de tırmanan terör eylemleri ile birlikte örgütün Avrupa ülkelerinde organize suç faaliyetlerini de yoğunlaştırdığı vurgulanmıştı. EUROPOL tarafından Avrupa Birliği ülkelerinin İçişleri Bakanlarına sunulan benzer bir raporda ise, Avrupa için en ciddi tehlikeyi uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti, yasa dışı göç ve sahte para basımının oluşturduğu vurgulanarak, PKK’nın en tehlikeli mafya yapılanması olduğuna dikkat çekilmişti Avrupa’nın büyük şehirlerinde milyonlarca genci zehirleyerek dağdaki militanlarını besleyen PKK çetesi, uyuşturucu pazarını bölüşemediği için hem Avrupa kökenli mafya örgütleriyle, hem de örgütün parasıyla kaçan kendi adamlarıyla çatışıyor. Organize suç faaliyetlerinde kolaylıkla şiddete başvuran PKK, uyuşturucu satışından sağlanan parayı kişisel hesaplarına aktaran çok sayıda örgüt mensubunu infaz ederken, örgüte haraç vermeyi kabul etmeyen çok sayıda Kürt ailenin çocuğunu da Kuzey Irak’taki Kandil Dağı’na kaçırdı. Uluslararası toplum ve PKK haracı mağduru binlerce Kürt aile, Avrupa Birliği yetkililerinin, hangi isim altında olursa olsun, PKK mafyası için Avrupa’nın sığınılacak bir mekan olmasına izin vermemelerini, çifte standart uygulamadan, gençleri zehirleyen, çocukları kaçıran, kara para aklayan, haraç alan ve en önemlisi de şiddet eylemleri için ihtiyaç duydukları silahların alımı için Avrupa’daki para kaynaklarını en üst düzeyde devreye sokan PKK’ya karşı gerekli tedbirleri almalarını ve terörizmle mücadeledeki samimiyetlerini ortaya koymalarını bekliyor. PKK’nın bu kadar tehlikeli bir boyuta gelmesinin altında yatan neden, Avrupa ülkelerinin yıllardır terör örgütüne gösterdikleri müsamahadır. Almanya’nın ve tüm Avrupa ülkelerinin, PKK’dan kurtulmaları için biran önce önlem almaları ve sadece PKK ismini yasaklamakla yetinmeyerek, PKK güdümündeki örgüt ve derneklere de müdahale etmeleri gerekmektedir. PKK’nın faaliyetlerini finanse etmek için kurduğu suç şebekelerinden, özellikle doğrudan kendisini hedef alan uyuşturucu ticaretinden rahatsız olan ve harekete geçme gereği hisseden Avrupa’nın, artık bu örgütün Türkiye’deki masum insanlara yönelik uyguladığı terörü de görmesi ve aynı hassasiyetle hareket ederek, Türkiye’ye teröre karşı sürdürdüğü mücadelesinde destek olması gerekmektedir. Nail Amudi Nail Amudi
  9. PKK MAYINLARINA ULUSLARARASI TOPLUMDAN TEPKİ!.. Güvenlik güçlerinin yanı sıra, sivilleri de hedef alan PKK mayınlarına uluslar arası toplumun tepkisi artarak yükseliyor. Paramiliter örgüt PKK, Türkiye’de binlerce yıldır bir arada yaşama iradesi göstermiş insanları terör batağına çekmek için şiddetin her türlüsünü deniyor. Uluslararası toplumun tepkisinden çekinen PKK, “bir daha mayın kullanmayacağını” defalarca kamuoyuna deklere ederek, uluslararası zeminde meşruiyet kazanabilmek için 18 Temmuz 2006'da BM'nin hazırladığı Genava Call'u (Cenevre Çağrısı) imzalamış ve antipersonel mayın kullanmayacağını taahhüt etmişti. Ama, PKK mayınları can almaya ve sakat bırakmaya devam ediyor. ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından Jamestown Vakfı’nın yayın organlarından “Terrorism Focus”un 26 Haziran 2007 tarihli sayısında terör uzmanı Frank Hyland imzasıyla yayınlanan makalede, uluslararası terör örgütleri listesinde yer alan PKK’nın son dönemde güvenlik güçlerinin yanı sıra, sivillere yönelik mayınlama eylemlerini artırdığı vurgulanarak, şöyle denildi; “Terör örgütü PKK, ölümcül etkileri olan El Yapımı Patlayıcı Maddeleri (EYPM), hem askerleri, hem de sivilleri öldürmek için kullanılıyor. Son yıllarda PKK'nın stratejisinde bir değişiklik oldu. Terör örgütünün güvenlik güçlerine yönelik doğrudan silahlı saldırı yerine artık EYPM'i tercih ettiği görülüyor. Sadece son altı ay içinde 30'dan fazla PKK saldırısı bu şekilde düzenlendi. Hafif silahlı PKK’lı teröristlerin, donanımlı 200 bin Türk askeriyle yüz yüze savaşmaları Kürtlerin intiharı ile aynı manadadır. Bu durum, PKK'nın geçen dört yıl içinde söz konusu EYPM'in kullanımındaki artışını açıklamaktadır. Tek taraflı ateşkes ilan edip medya aracılığıyla dünya kamuoyu nezdinde sempati yaratmaya çalışan PKK, bugün insanlık dışı mayınlama eylemleriyle uluslararası toplumun tepkisini topluyor. Dünya genelinde terör örgütlerinin EYPM kullanımında artış görünüyor. Uzun zamandır Lübnan'daki Hizbullah tarafından İsrail Savunma Güçlerine karşı Güney Lübnan'da kullanılan EYPM, Irak'taki ABD ve müttefik askerlerinin yüzlercesinin ölümüne neden oluyor. Son olarak Afganistan'da da artan sayılarda kullanıldı. Bu ucuz ve ölümcül teknoloji şimdi PKK tarafından asker-sivil gözetilmeksizin yoğun şekilde kullanılıyor. Son bir ay içerisinde Türkiye'de en az 14 güvenlik görevlisi, PKK’lı teröristlerce, uzaktan kumandayla patlatılan kara mayınları kullanılmak suretiyle öldürüldü. 25 Mayıs 2007 tarihinde ise PKK’lı teröristler, Bitlis'ten Elazığ'a gitmekte olan bir yolcu trenini Van Gölü yakınlarında mayınlarla bombaladılar ve sekiz vagonun raydan çıkmasına neden oldular. Yine, 10 Haziran 2007 tarihinde ise PKK’lı teröristlerin İstanbul'daki bir mağazanın dışında, muhtemelen bir ses bombasının patlatması sonrasında en az 14 kişi hastanelere kaldırıldı. Türkiye'nin ve ABD'nin de dahil olduğu diğer ülke güvenlik güçlerinin yüz yüze olduğu EYPM'i önlemedeki temel sorun, konvansiyonel ordu birliklerinin çoğunun kolaylıkla teşhis edilebilmeleridir. Buna karşın aralarında PKK, El Kaide gibi terör örgütlerinin de bulunduğu terörist gruplar tarafından yoğun şekilde kullanılan EYPM herhangi bir tip obje olabiliyor ve geçmişte yağ tenekesi, yol kenarındaki çöp yığını, insanların üstlerine giydikleri kemer ve yelek, otomobil, ölü hayvanlar, cep telefonları, valiz, radyo/CD çalar, hatta öldürülmüş yoldaşlarının cesetlerinin şeklini almıştır. Liste hemen hemen sonsuz ve son yıllarda aktif olan terörist bomba imalatçılarının zengin hayal gücüne bağlı olarak sürekli değişiyor. Elektronik cihazların minyatürleştirilmesinde sağlanan gelişmeler EYPM tehdidini daha da arttırdı. Cep telefonları, çağrı cihazları, fırınların zaman ayarları gibi ucuz ve kolayca bulunabilir tetikleme cihazları, EYPM'in yapımını ve gizlenmesini kolaylaştırıyor. Türkiye’de asker ve sivillere karşı kullanılan EYPM parçalarının çoğu Irak içinden sağlanması, Türkiye’nin PKK’nın Irak’ın kuzeyindeki örgüt kamplarına yönelik operasyonunu gündeme getiriyor. Irak, adeta milyonlarca ton mühimmatın çevreye yayıldığı ve birçok durumda kolayca alınmaya hazır bulunduğu bir büyük cephanelik gibi. Bu durum da, PKK ve Türkiye'ye karşı saldırılarda bulunan diğer terör örgütlerin uzun yıllarca EYPM'in parçalarına ulaşabilmelerini güvence altına alıyor. Ayrıca Irak'ta üslenmek ve terörist faaliyetlerini buradan yürütmek PKK'ya, bir komşu ülkedeki sığınaklarından Türkiye'ye karşı eleman yetiştirme ve eğitme imkanı sağlıyor. ABD’nin kontrolündeki bir bölgede PKK’lıların EYPM temin ederek, buradan Türkiye’ye yönelik insanlık dışı eylemler gerçekleştirmesi, Türkiye kamuoyunun haklı tepkisine neden oluyor. PKK terör örgütünün Irak’taki faaliyetlerinin etkisiz kılınmasına yönelik Bush yönetiminin Türkiye’ye verdiği sözleri yerine getirmemesi, Türkiye-ABD arasındaki müttefik ve dostane ilişkilerin yanı sıra, Washington’un terörizmle mücadele konusundaki samimiyetinin de sorgulanmasına neden oluyor. ABD’li yetkililer, Irak’ın kuzeyinde rahatça faaliyet göstermesine izin verilen ve Türkiye’ye yönelik eylemlerini tırmandıran PKK’lıların, bir gün eğitimli El Kaide mensupları ile EYPM konusunda işbirliği yapabileceklerini gözden uzak tutmamalılar.” Görüldüğü gibi, PKK, son dönemde yoğun şekilde kullandığı mayınlama eylemleri ile gerçekleri kamuoyundan gizlemeye çalışsa da, gerçekler, uluslararası kuruluşların ve sivil toplum örgütlerinin dikkatinden kaçmıyor. Geçen ay Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde incelemelerde bulunan Uluslararası Mayın Yasaklama Kampanyası Editörü Loren Persi, PKK’nın mayınlama eylemlerine sert tepki göstermiş ve PKK tarafından köy ve mezraların yakınlarına döşenen mayınlar neticesinde aralarında çocukların da bulunduğu birçok sivilin ve güvenlik görevlisinin öldüğünü belirterek, PKK’nın mayınlama eylemlerine derhal son vermesi çağrısında bulunmuştu. Handicap International adlı uluslararası sivil toplum kuruluşunun geçen ay (17 Mayıs 2007) açıkladığı “Terörizm Raporu”nun mayınlarla ilgili bölümünde de; “Mayınların insanlık için felaket olduğu, 84 ülkenin mayınlar nedeniyle sıkıntı yaşadığı, dünyada her yıl yaklaşık 20 bin çocuğun ve yetişkinin mayınların kurbanı olduğu, PKK terör örgütünün son dönemde uzaktan kumandalı mayınlama eylemleri ile Türkiye’de aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda sivilin öldüğü ve yaralandığı” vurgulanmıştı. Bir yerde mayınları temizleyip, bölgeye ve ülkeye, insanlara, hatta komşulara hayat vermek için çaba gösterenler, diğer tarafta mayınlarla çocukları öldürecek kadar insanlık dışı eylemleri sürdürenler... Kürtler için gerçekten kimler, ne istiyor acaba?.. Nail Amudi Nail Amudi
  10. PKK’DA İÇ HESAPLASMA SÜRÜYOR!.. LİDERLİK/SİYASİ RANT KAVGASINA ÜÇ KURBAN DAHA!.. Kanla beslenen değirmen kan öğütmeye devam ediyor. Yürekleri ve beyinleri kendilerine ait olmayan tetikçiler, niçin ve kimi öldürdüklerini bilmeden, cinayetlerine yenileri eklerlerken, aslında bir gün sıranın kendilerine gelebileceğini görmekten halen uzaktalar… Türkiye’de demokrasi sürecini baltalamaya, etnik ayrımcılığı körükleyerek Türk-Kürt çatışması yaratmaya çalışan taşeron örgüt PKK’da, liderlik/rant kavgasına bağlı olarak “örgütü kimin yönettiği” yönündeki tartışmalar boyutlanırken, örgüt içi infazların da sonu gelmiyor. Kandil’in yanı sıra, Avrupa ve Türkiye alanından kaçışların artarak sürdüğü PKK’da, “dağ-şehir”, “kadın-erkek”, “Suriyeli-Türkiyeli”, “Bingöllü-Urfalı” kadroları arasındaki hizipleşmenin yanı sıra, Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrasında örgüt yönetimini ele geçiren Murat Karayılan ile silahlı kanadın başındaki Fehman Hüseyin arasında yaşanan liderlik kavgasının son kurbanları, Suriyeli “Şiyar” kod, “Sipan” kod ve “Agit” kod adlı örgüt sorumluları oldu. “Hawlati” ve “Kürdistan Report” gazetelerine yansıyan haberlere göre (21 Haziran 2007), Duhok’un Çoman ilçesine bağlı Kelatser Köyü yakınında Suriyeli üç PKK sorumlusunun kafaları kesilmiş cesetleri bulundu. Köy muhtarının ihbarı sonucu bölgeye gelen güvenlik güçleri ile ölüleri bölgeden kaçırmaya çalışan PKK’lılar arasında silahlı çatışma çıktığı, ancak PKK’lıların cesetleri bölgede bırakarak kaçmak zorunda kaldıkları kaydedildi. Yerel kaynaklar, Fehman Hüseyin tarafından hassas görevlere getirilen “Şiyar” kod, “Sipan” kod ve “Agit” kod adlı örgüt sorumlularının, Murat Karayılan’a yakınlığı ile bilinen Ronahi Amanos kod adlı Felek Er, Cesur Gever kod adlı İlyas Yıldırım ve Hozan Serhildan kod adlı Orhan Çağal’ın geçen ay Fehman Hüseyin’in talimatıyla öldürülmelerinin intikamının alınması amacıyla öldürülmüş olabileceklerini belirtiliyor. Geçen ay Soran ilçesinde PKK’nın kadın yapılanması sorumlularından “Ziryan” kod adlı bayanın, kafasına tek kurşun sıkılmış olarak ölüsü bulunmuştu. Örgüt içi hesaplaşmanın boyutunu gözler önüne seren bu cinayeti “kaza” olarak duyuran PKK açıklamasında; “Ziryan adlı örgüt sorumlusu kendi tüfeğini temizlerken silahın yanlışlıkla ateş alması sonucu kafasına isabet eden kurşunla ölmüştür” denilmişti. Bu arada, Amanoslar’da faaliyet gösteren PKK sorumlusu Azad kod Baran Karaağaç’ın, örgütten kaçmayı başararak, adli makamlara sığındığı kaydedildi. Yerel basın-yayın organlarına yansıyan haberlere göre, PKK’nın önde gelen sorumlularından Azad kod Baran Karaağaç’ın, bölgedeki örgüt yapılanması ile ilgili çok önemli açıklamalarda bulunduğu kaydedildi. Bugün PKK’nın başındaki Murat Karayılan, Fehman Hüseyin, Cemil Bayık şunu unutmamalı: “İntihar etti”, “kendini yaktı”, “yıldırım düştü”, “kayadan yuvarlandı”, “selde boğuldu”, “psikolojik bunalımdaydı”, “kalp krizi geçirdi”, “kaza kurşunu” türünden bahanelerle kamuoyuna duyurulan Faruk Bozkurt, Engin Sincer, Yasin Kanat, Viyan Soran, Berzan Dürre, Mustafa Günaydın, Murat Bayun, Nazime Adtürk, Salih Tatoğlu, Abdurrahman Öz, Bilal Dilek, Özcan Koyuncu, Atilla Kanda, Şeyhmus Erden, Suriyeli Ziryan kod, Sakine Kahraman, Akif Zagros, Şirvan Nali gibi yüzlerce cinayetin gerçek nedenleri mutlaka açığa çıkarılacak ve Kürtler bu cinayetleri işleyen katillerden mutlaka hesap soracaklardır. Bu cinayetler, Murat Karayılan, Fehman Hüseyin, Cemil Bayık ve ardıllarının kanlı defterlerine kara bir leke olarak yazılırken, defterin altına koyu renk ve silinmesi mümkün olmayan bir kalemle “ileride yargı önüne çıkarıldıklarında bu cinayetlerin hesabını mutlaka verecekler” notunun düşülmesi ihmal edilmiyor tabii ki… Dikkatimi çeken şey; Türkiye’de insan hakları konusunda en küçük bir olumsuzluk yaşandığı zaman dünyayı ayağa kaldıran, üst üste basın açıklamaları yapan, uluslararası kuruluşlara şikayet mektupları yazan insan hakları dernekleri ile bugün PKK tarafından belirlenen bağımsız adaylarla seçimlere giren Demokratik Toplum Partisi sözcülerinin, PKK’nın Kürtlere ve örgüt sorumlularına yönelik cinayetleri ile ilgili olarak bugüne kadar tek kelam etmemeleri. Tuhaf bir suskunluk bu. Şiddet kültürü karşısında boyun eğmek belki de... Ama globalleşen dünyada Kürtleri gerçek anlamda mutluluğa götürecek ve sorunlarını çözecek en önemli unsur; İmralı-Kandil çizgisindeki şiddet kültürünü reddederken, demokrasi kültürünü benimsemeye çalışmaktır. PKK cinayetleri ve suikastleri karşısında suskun kalmaktan kurtulabilmek, şiddet kültürüne isyan etmektir önemli olan... İşte esas soru: bugün bağımsız aday olan ve Parlamento’ya girerek, Kürtlerin sorunlarını demokratik platformda gündeme getirmeyi planlayan Kürt aydın ve siyasetçileri bunu yapabilecek mi?.. PKK boyunduruğundan kurtulabilecekler mi? Yoksa, Leyla Zana, Orhan Doğan’ın yaptığı hataları tekrarlayarak, Türkiye’yi demokratik çıkmaza sürükleyerek Kürtlere bir kere daha ihanet edecekler mi? Küçük hareketlenmeler gözleniyor. Ancak gerçek barışın, demokrasinin yolunu açabilmek için bugün artık inandırıcı olunması ve ezberlerin bozulması gerekiyor. Yoksa, örgüt içi rant kavgasına kurban edilen Kürt gençlerinin hesabını kim soracak?... Nail Amudi Nail Amudi
  11. TÜRKİYE’DE BİRLİKTE YAŞAMA İRADESİ DEMOKRATİK REFORMLARLA DAHA DA GÜÇLENİYOR!.. “Türk-Kürt Arası Evliliklerdeki Artış Dikkat Çekiyor!..” Paramiliter örgüt PKK’nın, yıllarca Türkiye’deki askeri ve sivil hedeflere karşı kanlı eylemleri Türkiye’ye çok pahalıya mal oldu. Yalnızca 30 binden fazla candan ve 100 milyar dolar olarak tahmin edilen maddi kayıptan söz etmeyeceğim. Tahmin edilemeyecek siyasi itibar kaybı, terör ortamından ürkerek Türkiye’den kaçan ya da gelmeye cesaret edemeyen dış ve iç yatırımcılar, dolayısıyla gelişemeyen ekonomi, artamayan istihdam, gerçekleştirilemeyen demokratik ve ekonomik reformlar, Avrupa Birliği sürecinde bir türlü beklenen başarının sağlanamaması. Bunlar, şu an aklıma gelen ve PKK nedeniyle Türkiye’nin dört bir yanında yaşayan insanların sosyal, ekonomik ve kültürel anlamda kaybettikleri. Ancak her şeye rağmen PKK’nın başarılı olamamasının, güvenlik güçlerinin altyapısının güçlü olmasının dışında çok önemli bir nedeni daha var; Her türlü şiddet tuzağına rağmen Türkiye’de yaşayan Kürtler ve Türkler birbirine düşmedi. Her gün şehit cenazeleri ile sarsılan Anadolu şehirlerinde, kasabalarında acı çekenler, hemşehrileri Kürtlere saldırıp intikama kalkışmıyor. PKK kör terörü ile mücadele hiçbir zaman Türk-Kürt çatışmasına dönüşmedi, dönüşmeyecek de. Bunda halkın sağduyusunun yanında, binlerce yıldır Anadolu topraklarında varlığını sürdüren birlikte yaşama iradesinin gücünden hiçbir şey kaybetmemesi etkin rol oynuyor. Nitekim, Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’nın basına yansıyan verileri, Türkiye’de birlikte yaşama iradesinin gücünü bir kere daha ortaya koydu. Araştırma verilerine göre, Türkiye’de Türklerle Kürtler arası evlilik oranı 1976 öncesi yüzde 3.8 iken, bu oran 1979-2006 yılları arasında yüzde 9’a çıktı. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması verileri, Türkiye’de Türklerle Kürtler arasında yapılan karma evliliklerin her geçen gün arttığını belgeledi. AB fonları ve Sağlık Bakanlığı’nın katkılarıyla öncelikle 80 ilde 20 bin hanede 15-49 yaşları arasında evlenmiş kadınlara, kendilerinin ve eşlerinin ana dilleri sorularak, etnik yapıları ortaya çıkarıldı. Buna göre, Türkiye’de Türkçe konuşan kadınların yüzde 88’i yine Türkçe konuşan erkeklerle evliyken, anadili Kürtçe olan kadınların yüzde 10’u anadili farklı olan erkekler ile evlenmiş. Araştırmaya göre, Türkiye’de yaşayan vatandaşların yüzde 87’sinin anadili Türkçe, yüzde 11’nin Kürtçe, geri kalan yüzde 2’sinin ise diğer etnik kökenlere mensup oldukları belirlendi. Yine araştırma sonuçlarına göre, anadili Kürtçe olan kadınların yüzde 51’nin evde kocalarıyla Türkçe konuştukları kaydedildi. Araştırmanın en ilginç verilerinden biri ise, Kürtler arasında eğitim seviyesi yükseldikçe Türklerle karma evlilik oranı yükseliyor. 5 yılda bir yapılan ve sonuçları uluslararası nüfus araştırmaları kurumlarıyla belli bir zaman sonra paylaşılmak zorunda olan Nüfus ve Sağlık Araştırması’nın sonuçlarını analiz eden ODTÜ Sosyoloji bölümü öğretim üyesi Ayşe Gündüz Hoşgör ve Jeroen Smits, Türklerle Kürtler arasında yapılan karma evliliklerin oranının kentleşmeyle beraber son on yılda önemli artış gösterdiğine dikkat çekiyorlar. Milliyet Gazetesi’nde geçen ay (15 Mayıs 2007) yayınlanan KONDA’nın “Biz Kimiz?” anketinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının “Güneydoğu” ve “Kürt sorunu”nu nasıl algıladıkları ve sorunun çözümüne yönelik neler düşündükleri rakamlarla ortaya konulmuştu. 50 bin vatandaşla yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilen anket sonuçları irdelendiğinde, Türkiye kamuoyu Kürt sorununun nedenlerini önem sırasına göre şöyle sıralanmıştı: Yabancı devletlerin kışkırtması, Kürtlerin ayrı devlet istemesi, genel sorunların Kürtlerle ilgiymiş gibi gösterilmesi, Kürtlerin kimlik sorunu, Devletin Kürtlere farklı davranması. Anket sonuçlarında dikkati çeken en önemli nokta, ankete katılan vatandaşların bu sıralamasının, PKK ve siyasi uzantısı partinin savundukları söylemlerle ters bir sıralama olmasıydı. Yine, anket sonuçlarında dikkatleri çeken bir başka yön ise, Türkiye kamuoyu, sorunun çözülmesi için terörün mutlaka yok edilmesi gerektiğini düşünüyor. Yüzde 90 gibi ezici bir oranda kabul gören bu görüşün, çözüm için atılması gereken ilk adım olarak algılanması yanlış olmaz diye düşünüyor ve eklemek istiyorum; PKK ve uzantısı siyasi oluşumların “ateşkes, barış, kardeşlik” söylemlerinin gerçeği yansıtmadığı, son dönemde yaşanan şiddet olayları ve mayınlama eylemleriyle bir kere daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bir elde silah, diğer elde zeytin dalı dolaşmak gerçekçi değil. Daha önce de defalarca vurguladığım üzere, sorunun çözümünün ön koşulu, “PKK’nın silah bırakması”dır. Yine, KONDA’nın anket sonuçları irdelediğinde, Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’nın sonuçlarıyla aynı şekilde, ana dili Kürtçe olanların oranı yüzde 11; “Ben Kürdüm diyenler” ise yüzde 9’dur. Dahası var: Türkiye’de yaşayan Kürtlerin yarısı, ülkenin batı illerinde yaşıyor. Türk-Kürt evlenmesinden doğan 3 milyon insan var. Ekonomik gelişme doğudan batıya iş gücü göçünü, batıdan doğuya da sermaye ve organizasyon göçünü gerektiriyor. Böyle bir sosyal vakıa ortadayken, nasıl ülkeyi ayırıp ayrı bir “ulus”tan bahsedilebilir ki? PKK ve uzantıları, şoven bir duyguyla bu sosyolojik gerçeği görmüyor ya da zorla, şiddetle bunu değiştirmek istiyor. Ama Türkiye’de yaşayan Kürtler, bu gerçeği görüyor ve benimsiyor. Türkiye’de geri çevrilemez bir “sosyolojik entegrasyon” yaşanıyor. Pan-Kürdist milliyetçilik de, Kürtçü veya Kürtçü etnik milliyetçilikler de artık bu sosyolojik gerçeğe aykırı hareket ettiklerini anlamalılar. Terörle bir türlü hesaplaşamayan Kürt aydın ve siyasetçileri, artık harekete geçmek zorundalar. Hala mahçup bir biçimde PKK’nın şiddet eylemlerini mazur görmekten, teröristlere “gerilla”, “şehit” demekten vazgeçmeliler. Bazen Öcalan’a “Sayın Öcalan” denilerek, bazen de haklı haksız, suçlu suçsuz ayrımı yapılmaksızın yapılan barış ya da ateşkes çağrılarıyla, “savaş bitsin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın” gibi klişe lafların ötesine geçmeliler. Bugün Türkiye’de kimsenin tarafgir bir “tarafsızlık” tutumu takınmaya hakkı yok. Yok olmamak için çırpınan ve şiddeti tırmandırarak ve emperyalistlerin taşeronluğunu yaparak ayakta kalabileceğini düşünen paramiliter PKK kör terörü, bugün için Türkiye’de sorunların çözümü için adımlar atılmasının önündeki en büyük engel. PKK, şiddet eylemleriyle rejimi provoke etmeye, Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştırmaya çalışıyor. Böyle bir düşman karşısında Türkiye’de yaşayan hiç kimse tarafsız kalmamalı. Sebebi, kaynağı, tarihi geçmişi ne olursa olsun, PKK şiddetine karşı herkes yüksek sesle haykırmalı. Taraf olmazsanız “çözüm” adına konuşma hakkını kaybedersiniz. Böyle bir tarafsızlığın bölgedeki sorunların çözümüne herhangi bir katkı yapabilmesi, kimseyi ikna edebilmesi mümkün olamaz. Etnik milliyetçiliğin her türlüsü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için bir tehdittir. Türkiye için yararlı tek milliyetçilik ise; Türkiye’deki vatandaşların tümünü kucaklayan ve tümünün haklarını savunan, tarihten gelen ortak değerleri ve kurumları ile Anayasa’nın değişmez ilkelerini esas alan bir “demokratik milliyetçilik”tir. Diğer deyişle, vatanseverlik, yurtseverliktir. Nail Amudi Nail Amudi
  12. DTP EŞBAŞKANI AYSEL TUĞLUK’TAN ŞOK AÇIKLAMALAR!.. DTP'nin ciddi bir değişimden geçmesi, inandırıcılık sorununu çözmesi gerekiyor. Demokratik Toplum Partisi, parlamenter siyaset çıkışıyla üzerindeki “PKK'nın vekil partisi olma” yönündeki iddiaları silebilecek mi? DTP Eşbaşkanı Aysel Tuğluk, Radikal İki’de yayınlanan “Sevr Travması ve Kürtlerin Empatisi” başlıklı yazısında, Birinci Dünya Savaşı’nın onur kırıcı anlaşmalarından biri olan Sevr’in, bugün Türk-Kürt çatışması üzerinden yeniden kurgulandığına ve ABD’nin Irak işgalinin de bu kaygıyı beslediğine dikkat çekti. Türkiye ve Irak’ta yaşanan Kürt sorununun, emperyalist müdahalelere açık hale gelmesinin Sevr endişesini artırdığını vurgulayan DTP’nin Diyarbakır’dan bağımsız aday gösterdiği Aysel Tuğluk makalesinde, “Burada bizim açımızdan sorulması gereken, bölgedeki gelişmeler karşısında Kürtlerin tavrının ne olacağıdır. Bize göre, Türk halkının korku ve kaygıları ciddi düzeyde gerçekçidir ve anlaşılmaya değerdir. Bugün için Türkiye’nin, tekrar Sevr tehlikesine benzer bir tehditle karşı karşıya olduğu tespitini rahatlıkla yapabiliriz. Türkiye’yi bölmek isteyenlerin amacı, Türk-Kürt çatışması yaratmaktır” diyor. DTP Eşbaşkanı Tuğluk makalesinde, Misak-ı Milli’nin mutlaka korunması gerektiğini vurgulayarak, şöyle devam ediyor; “Emperyalistlerin Kürtlere dayalı politikası Irak işgaliyle derinleşince, Sevr endişesi de haklı olarak Türkiye kamuoyunun gündemine geldi. Burada Kürtlerin gayet açık ve samimi olmaları gerekiyor. Kürt aydın ve siyasetçilerinin, şunu açıkça beyan etmeleri gerekiyor: Misak-ı Milli sınırları mutlak suretle korunarak, ülkede yaşanan sorunlara çözüm aranacaktır. Emperyalist müdahalelere güvenmeden ve de Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef almadan, gerçeklik dışı olmayan açılımlarla çözüm arayışı içerisinde olunacaktır.” Türkiye’de binlerce yıldır birlikte yaşamış Türklerle Kürtlerin birbirlerinin en doğal müttefiki olduğuna dikkat çeken Aysel Tuğluk, Irak’ın kuzeyinin Misak-ı Milli’nin bir parçası olduğunu vurgulayarak, “Sevr korkularının objesi Kürtler olmamalıdır. Komşu ülkede yaşananlar Türkiye’deki gerçeklikle örtüşmüyor. Zaten başka bir boyuttan bakılırsa, orası da Misak-ı Milli sınırlarındandır. Bu işgalci bir yaklaşım değil, samimi ve gönüllü bir kucaklaşma olacaktır. Bugün Türkiye’de korkular canlandırılıp iki toplum birbirine geriye dönüşümsüz düşman edilmek isteniyor. Kürt aydın ve siyasetçiler, etnik milliyetçilik temelinde yürütülen söylemlerden süratle kaçınmalı, bölünmeyi çağrıştıracak, çatışmayı körükleyecek ve eski korkuları anımsatacak fotoğraflarda yer almamaya özen göstermeliler.” Silahla sorunların çözülemeyeceğini vurgulayan Aysel Tuğluk, makalesinde; “Kan ve gözyaşının acıları büyütüyor. Şiddet ortamına hemen son verilir, harcanan enerji ülkenin birliğini korumak için yoğunlaştırılırsa, Türkiye’de yaşayan herkesin sosyal ve ekonomik refahı artacak, demokrasi alanında reformların önü açılacaktır. Burada dikkat çekmesi ve üzerinde durulması gereken husus, Türklerin Kürtlerin nezdinde sömürgeci ve despot, Kürtlerinse Türklerin nezdinde bölücü ve barbar olarak görülmesinin, bu tüm sıfatları kendinde barındıran Batı emperyalizminin işi olduğudur. Bu bakış açılarında direnmek, Türkiye’yi bölünmeye, Kürtleri ise sömürülmeye götürecek esas neden olacaktır. Her iki toplum arasındaki mevcut karşılıklı duygudaşlık korunabilirse, geçmişte yaşanan acılar ve hatalar unutulup, silah yerine, kardeşliği pekiştirecek demokratik yaklaşımlar desteklenirse, sorunlar kısa zamanda çözüme kavuşturulabilecektir. Bu ülkenin Türk-Kürt diye bölünmesinin maddi, psikolojik altyapısı asla oluşmadı. Emperyalist ülkeler kendi aralarında ilk kez bir araya gelip kalıcı hukuki, sosyolojik temelleri sağlam birliktelikler kuruyorlar. Oysa tarihleri kanlı çatışmalarla dolu. Bizler de aynı şeyleri kendi aramızda başarabiliriz. Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir. Türk halkının ortak bilincinde Sevr ve büyük kurtarıcı imgesi çok güçlü bir enerjiyle ortaya çıkmaya başlamıştır.” Aysel Tuğluk’un söylediklerini son derece önemsiyor ve destekliyorum. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'ün, Ankara'daki son Kurultayda söylediği önemlidir. DTP'nin yüzde 10 barajını bağımsız adaylarla aşarak Meclis'e girmek istemesi önemli bir gelişmedir. Fikirlerin dağda silahla söylenmesindense, Meclis kürsüsünden ifadesi gereklidir. Ama DTP'nin hem kendi kitlesi, hem de genel seçmen kitlesi nezdindeki görüntüsünü aklaması için ciddi bir değişimden geçmesi, öncelikle inandırıcılık sorununu çözmesi gerekiyor. DTP Başkanı Ahmet Türk'ün çeşitli basın-yayın organlarına son dönemde yansıyan açıklamalarını şöyle bir yorumlamak gerekirse; bölge halkı sadece Kürt konusuna odaklanan bir partiyi ve temsilciyi yeterli bulmuyor, desteklemiyor. Halk artık kendi günlük sorunlarına çözüm getiren bir parti, bir temsilci istiyor. Genel sorunlara çözüm önerilerinin yetersiz olduğunu bizzat DTP sözcüleri kabul ediyorlar ve parti toplantılarında dile getiriyorlar. DTP’nin veya onun desteklediği bağımsız adayların; işsizlik, yoksulluk, sağlık, eğitim, kentin imarı, töre cinayetleri, dış ticaretle ilgili projeleri neler, belli değil. DTP, PKK’nın sözcülüğünü yapmak ve örgüt yöneticilerinin talimatlarını yerine getirmekten, “yasal ve siyasi bir parti olduğu” gerçeğini bugüne kadar hep arka plana attı veya atmak zorunda kaldı. Ama bugün PKK ile DTP arasında ihtilaf, çekişme ve sürtüşme yaşandığı ve iplerin kopma noktasına geldiği gözlerden kaçmıyor. Silah ve şiddetten usanan bölge insanı, geçmişte yaşanan acı ve gözyaşı dolu günlere tekrar dönmek istemiyor. İnsanlar, bu konuda o kadar kararlı ki, silahlı çatışmalarda öldürülen örgüt mensuplarının cenaze ve taziyelerinde bile barışı savunuyor, örgütün silah bırakması yönündeki beklentisini yüksek sesle dile getiriyor. Çocuğu dağda ölmüş anne, “Artık kurşun sıkılmasın. Başka çocuklar ölmesin, PKK silah bıraksın, çocuklarımızın evlerine dönmelerine izin verilsin” diye haykırıyor. Oysa eskiden böyle değildi, “Bu ölümün intikamı alınır” diyordu insanlar. Şimdi bölgede “İntikam alınmasın, kimse ölmesin, iş olsun, altyapı olsun, töre cinayetleri bitsin, çocuklar sokaklarda kalmasın, okula gitsin, herkes demokrasinin nimetlerinden yararlanabilsin, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmanın önündeki şiddet engeli ortadan kalksın artık” sesleri yükseliyor. Tabanda böylesine radikal bir değişim olduğu için de PKK bölgedeki desteğini kaybetmek üzere. PKK’nın mevsimsel ve takvime bağladığı ateşkesi yeterli bulmayan halk, bir daha eline almamak üzere örgütün silahlarını toprağa gömmesini ve demokratik hukuk devletinin gereklerine uygun şekilde hareket etmesini bekliyor. Nitekim, bölgede yaşanan değişim süreci ABD’nin önde gelen haftalık dergilerinden Newsweek’in son sayısına (17 Haziran 2007) “Türkiye Kürtleri Kazanıyor” başlıklı makaleyle yansıdı; “Geçen yıl Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki şehirler güvenlik güçlerine karşı protestolarla sarsılırken, geçen hafta Şırnak ve Diyarbakır’ın da yer aldığı birçok kentte Kürtler tarafından bu defa PKK terörünü lanetleyen büyük mitingler düzenlendi. Bölge halkı Kürtçe sloganlarla PKK terörünü kınadı.” Geçmişte halkın oylarıyla seçilen Kürt milletvekilleri Meclis'e girmenin büyük bir fırsat olduğunu göremediler ve PKK’nın baskısına boyun eğerek, demokrasi yerine kör terörün yanında oldular. Bugün yanlış yaptıklarını kabul ediyorlar. Leyla Zana da, Orhan Doğan da, diğerleri de “hata yaptık, silahın değil, demokrasinin yanında olmalıydık” diyerek, günah çıkarıyorlar. Bunu söylerken sonlarının Hikmet Fidan gibi olmasından belki korkuyorlar, ama 28 yıllık sürecin getirdiği noktada bugün silahın çözüm olmadığını görebiliyorlar. Artık şiddete başvurma yoluyla “Kürt kökenli vatandaşlara yeni haklar” sloganının geçerliğini yitirdiğini görenler, siyasi gelecekleri için yeni formüller ile yeni partiler kurmaya başlıyorlar. Birilerine yanlış yolda olduklarını anlatmak siyasetçilerin görevidir. PKK’nın ateşkes sözüne rağmen, mayınlarla, bombalarla insanları öldürmesi, öldürmeye devam etmesi, Türkiye’nin dört bir yanında, Türk, Kürt demeden, herkesin yüreğini sızlatıyor. PKK son dönemde kör terörü tırmandırmasının, herhalde Kürtlerin çıkarlarının korunmasıyla bir ilgisi olamaz. DTP, bugüne kadar kendisinden bekleneni veremedi, sorunların çözümü için toplumsal projeler üretemedi. “Böyle dersem PKK kızar” gibi bir handikabın içerisine kendisini hapsetti. Kürtlerin düşüncelerine tercüman olamadı, inandıklarını dile getiremedi. PKK’dan çekinerek, korkarak siyaset yapıldığı sürece sorun yaşanmaya devam edecektir. PKK’nın bugün yaptığı kör terördür, militarizmdir. Ancak çözümün militarist anlayıştan geçmediğini başta Kürtler olmak üzere, Türkiye ve dünyada herkes anladı. “Bu örgüt kime taşeronluk yapıyor? sorusunun cevabını doğrusu benim gibi, herkes merak ediyor. Nail Amudi Nail Amudi
  13. PKK’NIN ŞİDDET TUZAĞINA DÜŞMEMEK!.. “Etnik Milliyetçi Teröre Karşı, Demokrasi ve Birlikte Yaşama İradesi!..” Ünlü filozoflardan Abraham Joshua Heschel, “İnsandan insana yönelen en büyük tehdit ırkçılıktır; minimum sebepler için maksimum nefretler üretir” diyerek, toplumları “etnik milliyetçilik” temelinde yürütülen şiddet eylemlerine karşı uyarıyor. Bugün PKK'nın her terör eylemi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden gelen her şehit cenazesi insanların yüreğini dağlarken, toplum vicdanında haklı tepkilere yol açıyor. Türkiye’nin dört bir yanında, Şırnak’ta, Diyarbakır’da, Tatvan’da, Samsun’da, Adana’da, İzmir’de, İstanbul’da, Ankara’da, Sakarya’da, Erzurum’da teröre lanet dalgası gitgide kabarıyor. PKK'nın her terör eylemi, ülkenin barış ve istikrarına bir darbe daha indiriyor, demokratik rejimden bir şeyler götürüyor ve sivil siyasetin alanını daraltıyor. PKK'nın mayınlarla hazırladığı şiddet tuzağı, ülkede milliyetçi-ulusalcı dalgayı körüklerken, Türkiye'yi bir cehennem çukuruna yuvarlayabilecek Türk-Kürt çatışmasına zemin hazırlıyor. PKK'nın şiddet tuzağı, her terör eylemi, Kürtlerin bu ülkedeki siyasal, toplumsal ve ekonomik durumunu daha kötüleştirecek gelişmelerin habercisi oluyor. Özetlersek, PKK'nın terör ve şiddet politikaları, Kürtler için de, Türkler için de kötülük demektir. Türkiye'de siyasal ve ekonomik istikrar bu yüzden gitgide zehirleniyor. 1990'lar bir daha mı? Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da halk bunu istiyor mu? Kürtler o korkunç filmi bir daha görmek ister mi? Hiç sanmıyorum. PKK'nın yolu, çıkmaz yoldur. Şiddetle, terörle, silahla, bu ülkede tecrübeyle sabittir, ancak cehenneme giden yolların taşları döşenir, o kadar. Yakın tarih böyle diyor. Türkiye, tekrar terör batağına çekilmek istenmektedir. Burada kamuoyunun dikkatini başka bir yöne çekmekte yarar görüyorum. Türkiye; doğuda terör tehdidi, batıda ise Yunanistan, Kıbrıs, adalar sorunuyla savaş tehdidi altında bırakılarak, hep köşeye sıkıştırılmak istenmiştir. Burada asıl amaç, Türkiye’nin ekonomik yönden zayıflatılması, uluslararası siyasi alanda zor duruma düşürülmesi ve savaş tehdidi altında kalan ülkenin savunma harcamaları yüksek tutularak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çağın gereklerine göre modernize edilerek küçültülmesine mani olunması çabaları yatmaktadır. Diğer bir anlatımla, dünyada enerjinin önemi, sanayi ve teknolojinin gelişmesiyle her geçen gün daha da artmaktadır. Ülkeler, dünya enerji kaynaklarının kontrolünü ne kadar çok ellerinde tutarlarsa, hem kendi ekonomilerini, hem de diğer ülkelere karşı her yönden üstünlük sağlayacaklarını çok iyi bilmektedirler. Bu nedenle günümüzdeki ve gelecekteki savaşlara “enerji savaşları” adını verebiliriz. Günümüz savaşlarında, medyayı kullanma, psikolojik yıpratma, ekonomik baskı ve akla gelebilecek tüm taktikler kullanılmaktadır. Günümüzde düzenli orduları yenmek için, artık savaş meydanları kullanılmamaktadır. Ülkelerin sosyo ekonomik ve sosyo kültürel yapıları çok iyi analiz edilerek, halkın etki altına alınması, ordu yöneticilerinin bir şekilde ikna edilmesi ve yıpratılması artık revaçtadır. Ancak bütün bunlara rağmen, birlikte yaşama iradesi gösterebilen halk direnişine karşı etkili bir yöntem henüz bulunamamıştır. Yakın bir gelecekte dünya petrol rezervlerinin tükeneceği bilinmektedir. Günümüzde petrol için yapılan savaşlar, önümüzdeki dönemde başka enerji kaynakları için yapılacaktır. Gelecekte muhtemel enerji kaynaklarından biri de “bor” madenidir. Dünya bor rezervlerinin yüzde 70’ine sahip olan Türkiye’nin gelecekteki önemi daha da artacaktır. Almanya’da bor ile çalışan arabanın yapıldığı kamuoyuna yansımıştır. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin tatlı su kaynaklarından tutun da diğer madenlerine kadar çok büyük bir zenginliğe sahip olduğu çok iyi bilinmektedir. Yakın bir gelecekte Türkiye’nin, gerek elinde bulundurduğu bu değerler, gerekse Avrupa’nın Ortadoğu’ya açılan kapısı olması ve jeopolitik-jeostratejik konumu nedeniyle ön plana çıkacağı ve öneminin daha da artacağı ortadadır. Bütün bu saptamalar ışığında, bugün Türkiye üzerine oynanan oyunların hepsinin gelecekteki enerji savaşlarının bir parçası olduğu açıkça görülmektedir. Karanlık güçlerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde tırmandırmak istedikleri terör oyununa ve ülke genelinde etnik milliyetçilik temelinde körüklenmek istenen çatışmalara karşı, başta ülke yöneticileri olmak üzere, siyasi parti temsilcilerinin ve tüm vatandaşların uyanık olması gerekiyor. Kürt kökenli vatandaşlar başta olmak üzere, bu ülkede birlikte yaşama iradesi gösterebilen ve demokrasiye inanan herkesin, taşeron olarak kullanılan PKK’nın şiddet tuzağına karşı bilinçli hareket etmesi ve terör oyununa gerekmektedir. Türkiye’de, Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Boşnak’ı, Çerkez’i, Arap’ı, Çingene’si, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni’si, Hıristiyan’ı ile tüm etnik, inanç-mezhep ve kültür farklılıklarının yarattığı gücü ve zenginliği görebilmeliyiz. Türkiye’de yaşayan tüm vatandaşlar kanunlar önünde eşit ve hürdür. Şiddete başvurmadığı sürece herkese hoşgörülü yaklaşılmalıdır. Tahriklere ve yönlendirmelere kapılıp şiddete başvurmanın kimi karanlık güçlere hizmet etmek olacağının ve Türkiye’ye, bütün vatandaşlarımıza çok büyük zararlar vereceğinin bilincinde olmalıyız. Terörün haklısı olamaz. Terör, bir silahlı propaganda yöntemidir ve insanlık suçudur. Terör örgütleri bu yöntemi, önce halkı korkutmak, sindirmek, otorite kurmak, devlet otoritesine alternatif oluşturmak ve sonra da “dava”ları desteğe dönüştürmek ve süreci siyasallaştırmak için kullanırlar. PKK’nın izlediği yol da bu yoldur. Halk arasında taban bulamayan terör örgütleri yaşayamaz. Bu nedenle halkın tutumu, belirleyici derecede önemlidir. Halkın teröre karşı durması, terör örgütüne gönüllü, gönülsüz destek vermekten kaçınması, her eyleme tepki vermesi etkili olur. Terörü lanetlemesi, mahkum etmesi giderek bu yöntemi çıkmaza sokar. Bu açıdan, başta Diyarbakır olmak üzere, Türkiye’nin dört bir yanından PKK terörüne yönelik tepkilerin yüksek sesle haykırılması, Türkiye’de yasalar çerçevesinde faaliyet gösteren siyasi partilerin yetkililerinin, “etnik bölücülüğü körükleyen, teröre prim veren” açıklamalar yerine, bölge halkının hislerine tercüman olarak, hoşgörüyü, kardeşliği pekiştiren, birleştirici ve yaşanan acıları unutturmaya, bölgenin ekonomik, sosyal, kültürel yönden kalkınmasına katkı sağlayacak bir misyonu cesaretle, korkmadan, yılmadan üstlenmelerinin, gerçek anlamda şiddetin sonunu getireceği bilinmelidir. Demokratik yapısını güçlendiren ve hukukun üstünlüğü ile şekillenen Türkiye’de “birlikte yaşama iradesi” vardır ve bu irade daha gelişecektir. Ülkede yaşanan şiddet eylemleri Türkü de yordu, Kürdü de. Sadece Doğu veya Güneydoğu Anadolu bölgeleri değil, Türkiye’nin tüm yörelerinde yaşayan vatandaşlar paramiliter bir örgütün mağduru oldu. Küçültmek, bölmek, koparmak, kardeş kavgası çıkartmak emperyalistlerin Türkiye üzerindeki emelleridir. Bu emellere kesinlikle alet olunmamalı. Acılarımız büyük de olsa, bağrımıza taş basıp, geçmişin acı dolu günlerine bir daha dönmemek için yeni ve temiz günlere, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün egemen olduğu, bireysel hakların eşit kullanılabildiği, çağdaş dünyanın gerisinde kalan etnik ayrımcılık yerine, üniter bir Türkiye’nin, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda başlattığı kalkınma hamlelerine katkı verilmelidir. Çok net ve açık olarak bilinmesi gerekir; çok kültürlülüğü ile zengin bir bahçeye sahip Anadolu, bölünmeye uygun bir toprak değildir. Bu çağ artık bölünme çağı değil, birlikte yaşama iradesini gösterebilme çağıdır. Türkiye’nin de çok kültürlü konumunu korumaktan başka çaresi yoktur. Günümüz; etnik milliyetçilik yerine, demokratik milliyetçiliğe ve yurtseverliğe gerçek anlamda sahip çıkma günüdür. Türkiye’nin de, Türkiye’de yaşayanların da tek doğrusu budur… Bu ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesten beklenen de sadece budur… Nail Amudi Nail Amudi
  14. BİRLEŞMİŞ MİLLETLER VE AVRUPA PARLAMENTOSU; “Terörist Ayrımı Yapmak Yanlış! PKK Terörist!” Ankara’da masum insanları hedef alan PKK’nın insanlık dışı eylemine tepkiler boyutlanarak sürerken, terörizmle mücadelede uluslararası işbirliğinin önemini vurgulayan Birleşmiş Milletler ve Avrupa Parlamentosu tarafından hazırlanan raporlarda, dünya ülkeleri yetkilileri uyarılarak, terör örgütleri arasında ayrım yapılmasının küresel terörizmle mücadeleyi etkisiz kıldığına, terör örgütlerinin birbirleri ile işbirliği yaparak daha da güçlenmesine neden olduğuna dikkat çekildi. Avrupa Parlamenteri (AP) Hıristiyan Demokrat Alman Elmar Brok tarafından hazırlanan “AP Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) Raporu”nda (25 Mayıs 2007), terör örgütleri arasında ayrım yapmanın yanlış olduğu belirtilerek, “Benim teröristim iyi, seninki kötü mantığı sürdükçe, terörizmle mücadelede başarıya ulaşılamayacağı” vurgulandı. Elmar Brok’un hazırladığı raporda, terör örgütlerinin hepsinin amacının aynı olduğuna işaret edilerek, şöyle denildi; “Terörün iyisi veya kötüsü olmaz. Terör nerede meydana gelirse gelsin, ister Şarm El Şeyh, ister Londra, ister Madrid, ister Ankara veya Bağdat… Masum insanları hedef alan terör kabul edilemez. AB’nin terör örgütleri listesinde yer alan bütün terör örgütlerine karşı aynı kararlılıkla mücadele edilmesi gerekiyor. El Kaide neyse, PKK da, IRA da, ETA da odur.” Elmar Brok tarafından hazırlanan raporu desteklediğini açıklayan Avrupa Parlamentosu'nun (AP) yeni Türkiye raportörü Hıristiyan Demokrat Grup üyesi Hollandalı Milletvekili Ria Oomen-Ruijten ise, PKK’nın “özgürlük savaşçısı”, “milis”, “gerilla” gibi tabirlerle anılmasının yanlış olduğunu vurgulayarak, “Bu terör belası ile uluslararası mücadele şart. Nerede olursa olsun teröre karşı çıkılmalı, terör örgütlerine prim verecek her türlü yaklaşımdan uzak kalınmalıdır. El Kaide, PKK, IRA, ETA vs. gibi terör örgütleri dünyanın neresinde olursa olsun şiddetle kınanmalıdır. Masum insanlara karşı terör eylemleri kesinlikle kabul edilemez. Terörist gölgesinde siyaset yapılamaz. Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan insanların büyük çoğunluğu zaten terör eylemlerine karşı çıkmaktadır. Bu insanlar huzur ve güven içinde yaşamak istiyorlar. Bölgenin ekonomik ve sosyal yönden kalkınmasının önündeki en büyük engel, terör örgütünün şiddet eylemleridir. Türkiye’de son dönemde hayata geçirilen reformlar, PKK’nın belini kırmıştır. PKK’nın sivillere yönelik bombalama eylemleri dehşet verici ve kabul edilemez. Terörle mücadelede Türkiye’nin yanındayız. Ankara’da masum sivilleri hedef alan korkunç ve korkakça saldırıyı şiddetle kınıyoruz” diyerek, Türkiye’nin terörizmle mücadeledeki kararlılığının desteklendiğini belirtti. Bu arada, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon tarafından görevlendirilen 16 uzmandan oluşan heyet, tanımı üzerinde uzlaşmaya varılamadığı için uluslararası topluluk tarafından, kendisine karşı ortak tavır alınamayan terörizme tanım getirdi. Birleşmiş Milletler, terörü şöyle tanımladı; “Herhangi bir hükümeti veya uluslararası bir kuruluşu, bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya zorlamak amacıyla halkın gözünü korkutmaya yönelik hareketler kapsamında ortaya çıkan ve sivil veya silahsız kişilerin ölümüne yol açan ya da bedensel olarak zarar veren her hareket terördür.” Böylelikle tüm dünyaya, terör kapsamına giren hiçbir eylemin en haklı gerekçelere dayansa bile hiçbir şekilde savunulabilir bir yöntem olmadığı mesajı verildi. Terörün bu yeni tarifiyle, bir ülkenin terörist dediğine bir başkası “özgürlük savaşçısı”, “direnişçi”, “gerilla”, “milis” diyemeyecek. Bu arada, 6 Haziran 2007 günü Ankara’da gerçekleşen AB-Türkiye Troyka Toplantısı’nda bir konuşma yapan Almanya Dışişleri Bakanı Steinmeier, Ulus'ta düzenlenen bombalı saldırı konusunda Türkiye'nin acısını yürekten paylaştıklarını belirterek, PKK terörünü lanetlediklerini ve terörle mücadelede Türkiye’nin her zaman yanında olduklarını vurguladı. Amacı ne olursa olsun, nerede olursa olsun ve kimin tarafından yapılırsa yapılsın terörizm, güvenlik ve barışın bir numaralı tehdidi olarak kınanmalıdır. Uluslararası terör örgütleri listesinde yer alan El Kaide ile PKK’ya aynı şekilde yaklaşılmazsa, El Kaide terörizmi kötü ve gayrimeşru, PKK terörizmi iyi ve meşru olarak kabul edilirse, tüm terör türleri ile savaşmaktan söz eden BM Güvenlik Konseyi’nin 1373 sayılı kararı ve onu izleyen kararları uygulanmazsa, terörle mücadelede uluslararası işbirliğinden söz edilmesi ve başarı imkansız hale gelir. Nitekim, BM Zirvesi’nde kabul edilen 1624 sayılı kararda, terör eylemlerinin teşvikinin yasaklanması çağrısı ile kalınmayıp, daha da ileri gidilmiş ve bu eylemlerin haklılığını savunanlara, mazeret bulanlara ve onları yüceltenlere karşı da üye ülkelerin gerekli yasal önlemleri almaları çağrısında bulunulmuştur. Terör bir insanlık suçudur ve ortadan kaldırılmadığı sürece tüm insanlığın evrensel sorunudur. Tüm ülkeler, Birleşmiş Milletler’in yeni “terör” tanımı çerçevesinde, ortak hareket etmedikleri sürece, terör can yakmaya devam edecektir. PKK yöneticilerinin, Afgan dağlarındaki El Kaide militanlarından zerre kadar farkı yoktur. ABD için El Kaide neyse, Türkiye için de PKK odur. Bağdat’ın canlı bombaları, Afganistan dağlarının çoluk çocuk ayırt etmeyen El Kaidecileri ABD vatandaşları için ne ifade ediyorsa, PKK da Türkiye’nin dört bir yanında yaşayan vatandaşlar için daha fazlasını ifade ediyor. ABD, PKK konusunda Türkiye kamuoyunun duyarlılığını anlamadığı takdirde, terörle mücadelede, “müttefiklik”, “işbirliği” vb. söylemlerin ciddiyeti sorgulanmaya mahkum kalacaktır. Nail Amudi Nail Amudi
  15. ULUS’TAKİ PATLAMA, PKK VE DTP ÜZERİNE!.. Ankara’nın Ulus semtinde canlı bomba Güven Akkuş isimli TTK militanı (PKK tarafından Mart 2007 tarihinde oluşturulan ‘Kürdistan İntikam Timleri’ isimli silahlı paravan grup) tarafından gerçekleştirilen insanlık dışı eylemin yankıları sürüyor. Ulus’taki insanlık dışı eylemi PKK üstlenmemekle taktiksel bir tutum geliştiriyor, ama masum insanları hedef alan canlı bomba eyleminin PKK’nın işi olduğu ve “göstere göstere geldiği” yolunda çok güçlü deliller var. Fakat “ilk akla gelen değildir” mantığıyla hareket edenler, olayın ardında başka güçler arıyorlar. Diyelim ki “derin devlet” yaptı. Peki neden? Kuzey Irak’a operasyon yapmayı iyice meşrulaştırmak. Bu gerekçe yeterince güçlü değil. Türk ordusunun Kuzey Irak’a girmesinin maddi şartları yıllardır mevcut; fazladan Ankara’da masum sivillerin ölmesi gerekmiyor. Tüm oklar PKK’yı işaret ediyor. Aslında, PKK’nın kirli tarihine şöyle bir bakmak yetiyor. Bilindiği gibi PKK, Ulus’taki saldırıyla hiçbir ilgileri olmadığını açıkladı. Ancak bu tek başına yeterli değil. Çünkü PKK sözüne güvenilecek bir örgüt değil. Örneğin “Kürdistan Özgürlük Şahinleri” tarafından gerçekleştirilen her eylemin ardından da benzer açıklamalar yapmıştı. Nitekim PKK bildirisinde, “şimdiye kadar hiçbir sivil hedefe yönelik eylememiz olmadığı gibi bundan sonra da olmayacaktır” deniyor. Halbuki PKK tarihi, hem kırsal alanda, hem büyük şehirler ve turistik bölgelerde nice masum sivilin katledilmesi örnekleriyle doludur. Bununla birlikte PKK tarihinde, örgütün merkezi denetimi dışında gerçekleşmiş olma ihtimali bulunan çok kritik eylemler de var. Örneğin Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu tarihteki PKK ateşkesi, Elazığ-Bingöl Karayolu’nda terhis olmuş 33 erin katledilmesiyle bozulmuştu. Ulus katliamı da, benzer bir şekilde PKK içi çekişmelerin ürünü olabilir. Son seçenekse PKK’nın, bilerek veya bilmeyerek, yerli veya yabancı bazı odaklar tarafından bu eyleme sevk edilmiş olmasıdır. Ancak PKK’nın belli bir strateji dahilinde bu eylemi gerçekleştirmiş olması en kuvvetli ihtimaldir. Çünkü örgüt aylardır “devlet bizimle masaya oturmuyor” diye öfkelenerek “ateşkes”ini bitireceği yolunda şantaj yapıyor. Abdullah Öcalan İmralı’dan benzer mesajlar veriyor. PKK’nın taşeron örgütü Kürdistan Özgürlük Şahinleri’nin elinde tonlarca A-4 patlayıcısı olduğu ve büyük şehirlerle turistik bölgelerde sivillere yönelik yeni eylemler planladığı biliniyor. Peki PKK neden böyle bir eyleme başvurmuş olabilir? Öncelikle terörü temel aldığı için; Kuzey Irak’a yönelik bir operasyonu, “siz yaparsanız biz de böyle cevap veririz” diye engellemek için; Tabii ki devletin kendisini muhatap almasını sağlamak için. Nitekim eylemin, PKK’nın silahlı kanadının (HPG) başında yer alan Bahoz Erdal kod adlı Suriyeli Fehman Hüseyin tarafından oluşturulan TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) benzeri bir paravan örgüt olan “TTK” (Timen Tolhildana Kürdistan-Kürdistan İntikam Timleri) tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Abdullah Öcalan’ın sağlık koşullarını bahane ederek tehditler savuran ve şehirlerdeki kanlı eylemlerini TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) isimli silahlı uzantısı aracılığıyla gerçekleştiren PKK’nın, TAK ile organik bağının açığa çıkması nedeniyle, Ulus’taki insanlık dışı eylemi TTK aracılığıyla gerçekleştirdiği belirlendi. Kendilerini “Kürdistan İntikam Timleri” (TTK) olarak isimlendiren PKK’nın TAK benzeri paravan örgütü tarafından, eylemin hemen ardından yayınlanan “Basına ve Kamuoyuna” başlıklı basın açıklamasında, (24 Mayıs 2007) Ankara’nın Ulus semtinde gerçekleştirilen insanlık dışı eylemin TTK militanı Güven Akkuş tarafından gerçekleştirildiği ve eylemin TTK tarafından üstlenildiği açıkça ortaya konularak; “22 Mart 2007 tarihinde kurulan örgütümüz (TTK), bu eylemi Güven Akkuş isimli militanımız aracılığıyla, Abdullah Öcalan’ın cezaevi ve sağlık koşullarının düzeltilmemesi nedeniyle gerçekleştirmiştir. Bu eylem ilk eylemimizdir. Eylemlerimizin arkası kesilmeyecektir” denildi. Ulus’taki kanlı eylemin hemen sonrasında Bahoz Erdal kod adlı Fehman Hüseyin imzasıyla örgüt kadrolarına yönelik yayınlanan bildiride de; “Eylemi TTK üstlenmiştir. TTK’nın ilk eylemidir. Eylemin amacı, Kürt Önderinin zehirlenmesidir” denilirken, örgüt kadrolarının kendi aralarında yaptıkları görüşmelerde birbirlerini tebrik ettikleri ve sevinç çığlıkları attıkları kaydedildi. Ancak TAK tarafından gerçekleştirilen her eylem sonrasında olduğu gibi, bu defa da PKK yöneticilerinin; “TAK-TTK ile PKK’nın ilgisi yoktur. TAK’ı, TTK’yı biz de eleştiriyoruz” diyerek, masum rolünü oynamaya devam ediyor. Bu bombalı saldırı bir kör terör’dür. Kör terörün amacı panik, siyasi kaos yaratmak ve demokratik düzeni kesintiye uğratmaktır. Kürt sorunu ya da Güneydoğu sorununun çözümüne hizmet etmez. Aksine çözüm için ortaya konabilecek açılımların konuşulmasını engeller. Kör teröre kimlik ayrımı yapmadan, toplu bir dayanışma ile karşı çıkmalıyız. İspanya’da örneğini gördüğümüz protestolar Türkiye’de de yapılmalı. Bunun öncüsü de sivil toplum örgütleri olmalı. Tek amaç olarak, masum insanları hedef alan kör terörü lanetlemekte birleşmeli. Öncelikle şunu söylemeliyim; terörle hiçbir siyasal amaca ulaşmak mümkün değildir, mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Yapılması gereken terör karşısında paniklememektir. Çünkü kör terörün amacı, panik ortamı yaratarak siyasal kaos yaratmak ve demokratik düzeni kesintiye uğratmaktır. Terörle mücadelenin en etkili aracı demokratik düzeni devam ettirmektir. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü ile demokratik yapıyı güçlendirmek ve demokrasiyi sürdürmektir. Türkiye’de bu konuda herkese görev düşmekte, ama özellikle DTP’ye tarihi bir görev düşmektedir. DTP, bu olayı kınamanın ötesine geçerek, terör konusunda kararlı bir duruşu kitlesel olarak ortaya koymalıdır. Bu bir anlamda onlar için de bir inandırıcılık sorunudur. Bu yüzden bağımsız adaylarla seçime girecek DTP’nin aday seçimi ve adayları, onların ulusal bir parti olup olmayacaklarının bir turnusol kağıdı olacaktır. Çünkü ulusal bir parti olmak, sadece etnik kültürel talepler değil, tüm halkın ortak taleplerine, ortak sorunlarına sahip çıkmak ve bunun siyasetini yapabilmektir. DTP’nin, sorunların demokratik sistem içinde çözüleceğine inanan yeni kadrolarla kendilerini güçlendirmeleri gerekmektedir. Nail Amudi Nail Amudi
  16. PKK’DA LİDERLİK/RANT KAVGASINDA SON DURAK: ULUS!.. ANKARA’DAKİ İNSANLIK DIŞI PATLAMANIN FAİLİ PKK’NIN PARAVAN ÖRGÜTÜ: “TTK” PKK’da Murat Karayılan ve Fehman Hüseyin arasında yaşanan liderlik ve rant kavgasında son durak; Ankara’nın Ulus semtindeki Anafartalar Çarşısı önündeki otobüs durakları. Sonuç; birbirinden hüzünlü, trajik hayat hikayeleri bulunan masum insanların ölümü ve yaralanması… Mevsimsel ve taktik gereği 1 Eylül 2006 tarihinden itibaren “ateşkes” kararı alan ve bu kararın milletvekili genel seçimleri sonrasına kadar uzatılması yönünde görüş açıklayan Murat Karayılan’a, Şemdin Sakık tarzı bir yaklaşımla önemli bir darbe daha mı?.. PKK’nın Kuzey Irak’taki son Genel Kurul toplantısı sonrasında harekete geçen ve örgütün silahlı kanadının yöneticilerine yönelik tasfiye hazırlığında olan Murat Karayılan’a karşı bir komplo daha mı?.. Ankara’nın Ulus semtinde gerçekleştirilen insanlık dışı eylemin, PKK’nın silahlı kanadının (HPG) başında yer alan Bahoz Erdal kod adlı Suriyeli Fehman Hüseyin tarafından oluşturulan TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) benzeri bir paravan örgüt olan “TTK” (Timen Tolhildana Kürdistan-Kürdistan İntikam Timleri) tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Abdullah Öcalan’ın sağlık ve cezaevi koşullarını bahane ederek tehditler savuran ve şehirlerdeki kanlı eylemlerini TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) isimli silahlı uzantısı aracılığıyla gerçekleştiren PKK’nın, TAK ile organik bağının açığa çıkması nedeniyle, Ulus’taki insanlık dışı eylemi TTK aracılığıyla gerçekleştirdiği belirlendi. Kör terörün kurbanları arasında yabancı uyruklu şahısların da yer alması nedeniyle, “terörist” kimliğini gizlemeye çalışan ve uluslararası toplumun tepkisinden çekinen PKK, kanlı eylemi üstlenmemişti. Almanya’daki dostlarımdan dün akşam bilgisayarıma düşen bir basın açıklaması, PKK yalanını tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Kendilerini “Kürdistan İntikam Timleri” (TTK) olarak isimlendiren PKK’nın TAK benzeri paravan örgütü tarafından, eylemin hemen ardından 24 Mayıs 2007 tarihinde yayınlanan “Basına ve Kamuoyuna” başlıklı basın açıklamasında, Ankara’nın Ulus semtinde gerçekleştirilen insanlık dışı eylemin TTK militanı Güven Akkuş tarafından gerçekleştirildiği ve eylemin TTK tarafından üstlenildiği açıkça ortaya konularak, şöyle deniliyor; “22 Mart 2007 tarihinde kurulan örgütümüz (TTK), bu eylemi Güven Akkuş isimli militanımız aracılığıyla, Abdullah Öcalan’ın cezaevi ve sağlık koşullarının düzeltilmemesi nedeniyle gerçekleştirmiştir. Bu eylem ilk eylemimizdir. Eylemlerimizin arkası kesilmeyecektir.” (Bildirinin orijinali elimde mevcuttur. Ancak eylemde ölen masum insanların ruhlarına saygımdan ve PKK’nın kanlı propagandasına alet olmamak için sadece eylemin üstlenildiği cümleleri sizlerle paylaşıyorum.) Nitekim, Irak’taki yerel kaynaklara göre, Ulus’taki kanlı eylemin hemen sonrasında Bahoz Erdal kod adlı Fehman Hüseyin imzasıyla örgüt kadrolarına yönelik yayınlanan bildiride; “Eylemi TTK üstlenmiştir. TTK’nın ilk eylemidir. Eylemin amacı, Kürt Önderinin zehirlenmesidir” denilirken, örgüt kadrolarının kendi aralarında yaptıkları görüşmelerde birbirlerini tebrik ettikleri ve sevinç çığlıkları attıkları kaydedildi. Ancak TAK tarafından gerçekleştirilen her eylem sonrasında olduğu gibi, bu defa da PKK yöneticilerinin; “TAK-TTK ile PKK’nın ilgisi yoktur. TAK’ı, TTK’yı biz de eleştiriyoruz” diyerek, masum rolünü oynamaya devam edecekleri anlaşılmıştır. “PKK-TAK” örneğinde olduğu gibi, “PKK ile TTK’nın aynı olduğu” gerçeği somut bir şekilde üç ay öncesinde, 21 Mart 2007 tarihinde kamuoyuna yansımıştı. Bahoz Erdal kod Fehman Hüseyin tarafından TAK ve “Apo’nun Fedaileri” ile birlikte Mart 2007’de kurulan TTK’nın imzasıyla yayınlanan “Basına ve Kamuoyuna” başlıklı basın açıklamasında şöyle deniliyordu: “…Önderimizin zehirlenmesine karşı sessiz kalınmayacaktır. Kürdistan İntikam Timleri (TTK) olarak bizler, önümüze koyduğumuz intikam hedefiyle katliamcılara yaşama şansı bırakmayacağız. Bunun için kurulmuş bir intikam gücüyüz.” (Bu bildirinin de metni elimde mevcuttur.) Bildiride dikkatimi çeken cümle: “TTK, katliamcılara yaşama şansı bırakmayacak…” Damatlık almak için Anafartalar Çarşısı’nda alışveriş yapan genç, 7 çocuğuna ekmek parası götürmek için sokaklarda dolaşan gariban seyyar köfteci, ailesinin geçimini sağlayan tezgahtar mı “katliamcı” oluyor?... Kürt gençlerinin kanları üzerine siyaset yapanlar, çocuklarının yaşayıp yaşamadığını soran anneleri babaları dövdürenler, hem tecavüz edip hem de hamile kaldı diye öldürenler, ne kadar kazandığını sormadan ne kadar vereceğini söyleyenler, “nasılsa hastalığın ölümcül” diye kandırıp, canlı bomba olarak masum insanları öldürmek için gönderenler, gerçeklere isyan edenleri “kayadan düştü”, “kaza kurşunu”, “selde boğuldu”, “yıldırım çarptı”, “psikolojik bunalımdaydı” diye katledenler, daha sonra bunları “kahraman”(!) ilan edip anıt mezar yaptıranlar, çocukların servisine bomba koyanlar, belediye otobüslerini yakanlar, yolcu minibüslerini, trenlerini bombalayanlar, dağdaki çobanları kaçırıp öldürenler, okulları yakanlar, din adamlarını, öğretmenleri kurşunlayanlar… Bomba patlatarak terör yapmak, öyle fazla eğitim gerektirmiyor, malzeme tedariki de çok zor değil! Londra olayında gördük, jöleden bile patlayıcı yapılabiliyormuş! PKK bir yandan dağlarda gerilla usulleriyle eğitilmiş terör unsurlarına eylem yaptırırken, öbür taraftan TAK-TTK diye organize ettiği, ancak uluslararası kamuoyunun tepkisinden çekindiği için sahiplenmediği, hatta reddettiği eylemlerle şehirlerde patlattığı bombalarla, insan öldürüyor, turizmi baltalayarak insanların ekmeğiyle oynuyor. Peki nereye varır bu? Türkiye yılgınlığa kapılıp onların istediği gibi terör örgütünü "muhatap" alarak masaya mı oturur? Beklentileri bu ama, asla! Bunu hiçbir devlet düşünemeyeceği gibi, hiçbir demokratik ülkede hükümetten de böyle bir şey beklenemez. Demokratik açılımlar, ancak terör tehdidi ortadan kalktığında söz konusu olabilir. Türkiye'deki reformlar da terör durduğu zaman yapıldı zaten. Terör ve gerilim tırmanmaya devam ederse, kabaran duygular bir arada yaşamayı zorlaştırır. PKK yayınları kan kokuyor! "Türkiye'yi cehenneme çevirmek"ten bahsedecek kadar gözleri dönmüş! Bu çılgınlık yayılırsa, bu terör eylemleri daha da tırmandırılırsa "bir arada yaşamak" gerçekten dinamitlenmiş olur! Bu kadar iç içe geçmiş insanların ayrılmasının nasıl bir felaket olacağını anlamak için Ben Kingsley'in muhteşem "Gandhi" filmini bir izleyin: Başta Gandhi gibi bir "Mahatma", yani "Büyük Ruh" olduğu halde, Müslümanlarla Hinduların ayrılıp iki devlet kurmaları sırasında patlak veren iç savaşın faturası 4 milyon ölü ve yıllarca altından kalkılamayan büyük bir harabiyettir! Türkiye'de "bir arada yaşama" ruhunu terör tahrip ederse, bu herkese felaketler getirir! Bundan en çok da PKK-TTK-TAK ve sempatizanları çekinmelidir! Türkiye’de yaşayan sağduyu sahibi herkes şunu unutmamalı: Binlerce yıldır birlikte yaşama iradesini göstermeyi başaranlar, bu defa da başaracaktır… Nail Amudi Nail Amudi
  17. ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜ’NDEN TÜRKİYE’YE ÖVGÜ, PKK’YA UYARI!.. Şiddet Hiçbir Sorunu Çözmez!.. PKK şiddetten vazgeçmeli!..” Uluslararası Af Örgütü (FİDH), Kürtlerin, Türkiye’de iyi şartlarda yaşadıklarını, hiçbir ayrımcılığa tabi tutulmadıklarını, ancak PKK’nın şiddet eylemlerinin Türkiye’de gerilimi tırmandırdığını, demokratik alandaki reform sürecinin önündeki en önemli engelin PKK’nın silahlı eylemleri olduğunu belirterek, örgütü şiddet politikasını terk ederek, silah bırakmaya çağırdı. Uluslararası Af Örgütü, 2006 yılında dünyada yaşanan hak ihlallerine ilişkin hazırladığı “Hak İhlalleri Raporu’nu, 23 Mayıs 2007 tarihinde Paris’te bir basın toplantısıyla kamuoyu ile paylaştı. FİDH’nın raporunun Türkiye bölümünde, Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi alanında son iki yıl içerisinde önemli reformların çıkartıldığına yer verilerek, “2006 yılında Türkiye’de şiddet yanlısı olmayan görüşleri nedeniyle hapis cezası çeken kimsenin olmadığı, gözaltının ilk anlarından itibaren, bir avukatla görüşme hakkı da dahil olmak üzere, alınan önlemler sayesinde kötü muameleye ilişkin bildirimlerin çok az olduğu, işkenceyle mücadele alanında da önemli başarılara imza atıldığı” vurgulandı. Özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde PKK tarafından alevlendirilen şiddetin Türkiye’de gerilimi artırdığı kaydedilen raporda, bu şiddetin, güvenlik güçlerini tahrik ettiği, ancak 1990’lardan itibaren PKK ile mücadele kapsamında yaşanan bazı aksaklıkların geçmişte kaldığına dikkat çekildi. Raporda, ateşkes ilanına rağmen, PKK’nın sivillere yönelik şiddet eylemlerini sürdürdüğü vurgulanarak, PKK tarafından kentlerde eylemlere yönlendirilen “Kürdistan Özgürlük Şahinleri” (TAK) gibi grupların da Türkiye’deki insan hakları alanındaki reform sürecini engellediğine dikkat çekildi. “Köye Dönüş Projesi” kapsamında da, bugüne kadar PKK terörü nedeniyle köylerini terk etmek zorunda kalan 378 bin 335 kişinin köylerine geri döndüğüne yer verilen raporda, bu kişilere Devlet tarafından 40 trilyon lira maddi yardımda bulunulduğu, ancak PKK’nın şiddet eylemlerini tırmandırması nedeniyle köylerin altyapı sorunları ve köylülerin rehabilitasyonları için verilen desteğin yeterli olmadığı belirtildi. Hatırlanacağı üzere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 5 Kasım 2005 tarihli kararında, yargısız infaz, köy yakma, köy boşaltma, kötü muamele ve işkence iddialarıyla Türkiye aleyhine açılan davayı reddederken, bu suçlamaların sorumlusunun PKK olduğunu tescil etmişti. AİHM, başvuruyla ilgili olarak Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal etmediği görüşüne hükmederek, dinlenen tanıkların “Köylülerin, terör örgütü PKK’nin baskıları nedeniyle köylerini terk ettiklerine” ilişkin savunmalarını dikkate almış ve “PKK terör örgütünün köy yaktığını, köylülere işkence yaparak zorla göç ettirdiğini” karara bağlamıştı. Son olarak, Türkiye tarafından terörle mücadele kapsamında meydana gelen zararların karşılanması ile ilgili Türkiye’de yapılan yasal düzenlemeleri yeterli gören AİHM, 17 Ocak 2006 tarihli kararıyla, bundan sonra köy boşaltmayla ilgili şikayetlerin, öncelikle Türkiye’de oluşturulan yasal mekanizmadan geçmek durumunda olduğunu tescil etmişti. Türkiye’nin çeşitli sorunları var; ister Kürt sorunu, ister terör sorunu, ister Güneydoğu sorunu deyin… Sorunları, demokrasinin standartlarını geliştirerek, derinleştirerek çözebiliriz. Asıl mesele budur. Demokrasinin sınırları genişledikçe, şiddet ortamı duruldukça, huzur ve güven arttıkça, silahlar yerini uygar tartışma ortamlarına bıraktıkça, Türkiye hem kendisine daha çok güvenir, hem sorunlara çözüm bulunur. Ama buna rağmen şiddet içinde olacağım diyenler olursa, onlarla ayrı mücadele etmek gerekir. Eğer gerçekten barışın dili hakim kılınmak isteniyorsa, PKK’nın silahı, mayını ve bombaları siyasi bir yöntem olarak bırakması gerekiyor. Bu ağırlık yaratılmadan barışın dilinin güçlenmesi kolay kolay mümkün değil. Takvime bağlanmış ateşkes olmuyor. Hiç kimse sorunları büyük kentlerin göbeğinde bomba patlatıp, masum insanların kanını dökerek çözemez. Burada, başta Kürtler adına siyaset yaptığını iddia edenler olmak üzere, Türkiye’de yaşayan ve insan yaşamına, onuruna saygı duyan, demokrasiye inanan sağduyu sahibi herkese büyük görevler ve acil sorumluluklar düşmektedir. Şiddeti hiçbir önkoşul olmadan lanetlemek ve şiddeti kendilerine yol seçenlerle hiçbir ilişki içinde olmamak, temel ilke olmalıdır. Öncelikle üzerinde anlaşılması gereken kural budur. Böyle bir mutabakata varmayı reddeden herkes, masum insanların kanına bulaşmış olacaktır. Benim gibi düşünenlerin, gözü dönmüş canilerin eylemi olduğunu, amacın Türkiye’yi kamplara bölmek, etnik milliyetçiliği körükleyerek çatışmalar yaratmak olduğunu bilerek, korkusuzca ve yüksek sesle tepki vermeleri gereklidir. Teröre karşı herkesin ortak zeminde buluştuğu, hukukun üstünlüğünün kabul edildiği bir ortamda hiçbir teröristin başarı şansı olamayacaktır. Anayasal hak talep edebilmenin, öncelikle o anayasayı tanımaktan geçtiği unutulmamalı… Türkiye’de herkes farkını dillendirebilmeli, ama bu durum, ülkenin milli birlik ve bütünlüğünü, üniter yapısını, birlikte yaşama iradesi ve demokrasi güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Nail Amudi Nail Amudi
  18. PKK MAYINLARINA SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNDEN TEPKİ!.. “Sivil Toplum Örgütleri’nden PKK Mayınlarına Karşı ‘Acil Eylem’ Çağrısı!..” Uluslararası toplumun tepkisinden çekinen ve “şiddete” dayalı varlığını gizlemek için her yolu deneyen PKK, “bir daha mayın kullanmayacağını” kamuoyuna deklere etmesine rağmen, mayınlarla can almaktan bir türlü vazgeçmiyor. PKK, mayınlama eylemleri ile ilgili gerçekleri kamuoyundan gizlemeye çalışsa da, uluslararası kuruluşların ve Türkiye’deki sivil toplum örgütlerin tepkisini almaktan kurtulamadı. Basın-yayın organlarına yansıyan haberlere göre, son bir hafta içerisinde Diyarbakır’ın Dicle ve Van’ın Çatak ilçelerinin kırsal kesiminde PKK mayınları yine can aldı: 2’si güvenlik görevlisi, 1’i çocuk 3 kişi öldü, 5 kişi de ağır yaralandı. Geçen hafta Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri’nde incelemelerde bulunan Uluslararası Mayın Yasaklama Kampanyası Editörü Loren Persi, PKK’nın mayınlama eylemlerine sert tepki gösterdi. Loren Persi tarafından yapılan basın açıklamasında (15 Mayıs 2007), PKK tarafından köy ve mezraların yakınlarına döşenen mayınlar neticesinde birçok suçsuz insanın (özellikle küçük çocukların) ve güvenlik görevlilerinin öldüğü belirtilerek, PKK’nın mayınlama eylemlerine derhal son vermesi çağrısında bulunuldu. PKK mayınlarına en sert tepki Diyarbakır’daki sivil toplum örgütlerinden geldi. Diyarbakır İnsan Hakları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (YURT-SAV) Başkanı Ahmet Büyükburç tarafından yayınlanan basın açıklamasında (16 Mayıs 2007), Dicle ve Çatak kırsalında PKK tarafından uzaktan kumanda ile patlatılan mayınların 1’i çocuk, 2’si güvenlik görevlisi 3 kişinin ölümüne neden olmasının şiddetle protesto edildiği vurgulanarak, şöyle denildi; “İnsan hakları savunucuları, PKK’nın insanlık dışı eylemlerine karşı sessiz kalmamalılar. Aksi halde, PKK cinayetlerine ortak olacaklardır. Kör terörün, ne zaman ve nerede kimi hedef alacağı belli değildir. Bugün barış, kardeşlik, demokrasi, insan haklarından bahseden sivil toplum örgütlerinin, en kalleş ve vahşi yöntemlere başvuran PKK’ya karşı sessiz kalmalarını anlamakta güçlük çekiyoruz. İnsan hakları dernekleri başta olmak üzere, tüm sivil toplum örgütlerini PKK’nın mayınlama eylemlerine karşı ‘acil eylem’ kampanyasına katılmaya çağırıyoruz.” “Mayınsız Bir Türkiye Girişimi”nin Bölge Temsilcisi Cengiz Analay ise, Diyarbakır’daki İnsan Hakları Derneği’nde yaptığı basın toplantısında (17 Mayıs 2007), mayınların bilinenin aksine savaşlardan daha fazla barış zamanlarında yoğun şekilde kullanıldığını, cins, dil, inanç ve düşünce farkı gözetmeksizin masum insanları hedef aldığını belirterek, “Maalesef, mayınlar Türkiye’de ve dünyada can almaya devam ediyor. Türkiye’de tablo hiç iç açıcı değil. Her yıl ortalama 180 kişi mayınların kurbanı oluyor veya sakat kalıyor. Uzaktan kumandayla patlatılan mayınlar, güvenlik güçlerinin yanı sıra, çocukları, kadınları da hedef alıyor. Toplumumuz mayınlar konusunda daha duyarlı olmalı ve sivilleri hedef alan bu tür saldırıları nefretle kınamalılar” diyerek, PKK mayınlarına karşı tepki gösterilmesi gereğine dikkat çekti. Handicap International adlı uluslararası sivil toplum kuruluşu tarafından 17 Mayıs 2007 tarihinde açıklanan “Terörizm Raporu”nun mayınlarla ilgili bölümünde de; “Mayınların insanlık için felaket olduğu, 84 ülkenin mayınlar nedeniyle sıkıntı yaşadığı, dünyada her yıl yaklaşık 20 bin çocuğun ve yetişkinin mayınların kurbanı olduğu, özellikle terör örgütlerinin son yıllarda mayınlama eylemlerine yöneldiği ve bu tür eylemlerden en büyük zararı sivillerin gördüğü” vurgulandı. Terör örgütleri tarafından kolay bir eylem biçimi olması nedeniyle son yıllarda yaygın şekilde kullanılan mayınlar, PKK için de özel bir anlam içeriyor. PKK’lı teröristlerce döşenen mayınlar, başta çocuklar olmak üzere, masum ve korunmasız yüzlerce kişinin ölümüne ya da sakat kalmasına neden oluyor. Oysa, 26 Temmuz 2006’da PKK’nın yayın organlarına yansıyan haberlerde, “PKK, İsviçre’de Cenevre Çağrısı Örgütü yetkilileri ile yaptığı görüşme sonrasında, mayın kullanmamayı kabul etti” deniliyordu. PKK’nın televizyonu Roj TV’ye konuşan örgüt sözcüsü Fehman Hüseyin, mayınlardan en fazla sivillerin zarar gördüğünü, PKK’nın, kara mayınlarının kullanılmaması yönündeki anlaşmaları kabul ettiğini ve bu konuda uluslararası kuruluşların denetimine açık olduklarını ilan etmişti. Bu açıklamalarının üzerinden 6 ay geçmedi, aralarında 88’i çocuk, 100’ün üzerinde insan mayınların kurbanı oldu. PKK tarafından son dönemde yaygın olarak kullanılan uzaktan kumandalı bomba ve mayın patlatma türü eylemler, hedef gözetmemesi nedeniyle insanlık dışı olarak nitelendiriliyor. Türkiye’de terör örgütünün mayınlarına en çok kurban veren illerin başında; Tunceli, Bingöl, Siirt, Diyarbakır ve Van geliyor. Gözü dönmüş örgüt mensupları, yerleşim bölgelerinde, mezralarda veya herhangi bir köyün etrafında, yolunda, patikasında mayın arazileri oluşturmaya devam ediyorlar. Bu arazilerde yaşayan siviller her gün ölümle ve uzuvlarını kaybetmek riskiyle karşı karşıyalar. PKK kadrolarının birbirleriyle yaptıkları telsiz konuşmalarında “Mayın tarlasında hasılat nasıl?.. Birkaç yüz ölü, bin kadar bacak, yarısı baldırdan aşağı, bir de el ve çok sayıda parmak, birkaç göz, kulak…” diyerek sohbet ettikleri yönünde internet sitelerine yansıyan haberler, insanın kanını donduruyor. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi Müdürü Prof.Dr.Muammer Kaya’nın, “mayın mağdurları”nı konu alan basın toplantısındaki şu sözleri, aslında terörün korkunç boyutunu gözler önüne sermeye yetiyor; “PKK terör örgütü tarafından döşenen mayınlara basma sonucunda Türkiye’de 1999-2006 yılları arasında 589’ü sivil, 989 kişi öldü, 3 binin üzerinde kişi de sakat kaldı.” PKK paramiliter örgütü ile mücadelede en küçük bir olayda dünyayı ayağa kaldıran İnsan Hakları Dernekleri, elini, kolunu, bacağını, yüzünü, gözünü, canını PKK mayınına kurban veren çocukların acı çığlıkları karşısında da suskun kalabilecekler mi?.. Susmak, onaylamaktır. Sivil toplum örgütleri, isimlerine yakışır hareket etmezlerse, bırakın toplumu, kendi vicdanlarına karşı nasıl dürüst kalacaklar?.. Aklıma takılan ve dikkatimi çeken küçük bir ayrıntıyı da sizlerle paylaşmak istiyorum; PKK, mayınlama eylemlerine son verdiğini ve bu konu ile ilgili Cenevre’de PKK yöneticilerinin imza attığını yayın organlarında “flaş” haber olarak bir hafta boyunca duyurmamış mıydı? Peki, PKK mayınları sonucu ölen insanlarla ilgili haberler, neden aynı yayın organlarında “es” geçiliyor, yani verilmiyor. Hem yap, hem de gizle… Acaba PKK sorumluları, gerçeklerin sonsuza kadar gizli kalacağına mı inanıyorlar?.. Nail Amudi [email protected]
  19. PKK-DTP’NİN SİYASİ RANT KAVGASI BOYUTLANIYOR!.. 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılacak milletvekili genel seçimlerine bağımsız adaylarla girme kararı, DTP ile PKK arasındaki siyasi rant kavgasını boyutlandırırken, diğer taraftan da partinin “ağaların mı, yoksa yoksulların partisi mi olduğu” tartışması yapılıyor. Demokratik Toplum Partisi (DTP)'nin belirlediği bağımsız adaylarla seçime girme stratejisi, parti içinde istenen desteği bulamadı. Parti içinde bir kanat, DTP'nin PKK’nın baskısına boyun eğmeden, hiç olmazsa bu defa özgürce hareket etmesi ve kendi adıyla seçimlere girerek, barajın zorlanması gerektiğini savunuyor. Ama, daha önemli itiraz, muhtemel bağımsız adaylar konusunda ortaya çıkıyor. “PKK’nın belirlediği adaylar mı, yoksa halk tarafından seçilen adaylar mı?” tartışması boyutlanıyor. DTP'nin 8-9 Mayıs’ta Diyarbakır'da düzenlediği toplantıda her iki yönde de itirazlar gündeme geldiği belirtiliyor. DTP'nin oy topladığı seçim bölgelerini iyi bilenler, PKK’nın şiddet politikasına karşı çıkamayan ve “Türkiye partisi” olmak yerine, “PKK’nın vekil partisi” olmakta ısrar eden, “kitle” yerine “kabile” partisi olmaktan bir türlü kurtulamayan DTP'nin, kentlerin yanı sıra, kırsal kesimlerde de çok oy kaybedeceği kanısındalar. DTP tabanının bir rahatsızlığı da; DTP'nin giderek daha fazla aşiret ağırlıklı bir siyasete yönelmesi. Partinin emekçilerden uzaklaşması, tabandaki itirazların en önemli yönünü oluşturuyor. DTP’nin, bugünkü yapısıyla Güneydoğu Anadolu ile Doğu Anadolu'daki aşiretleri, toprak ağalarını temsil ettiği görülüyor. Bu nedenle DTP tabanının, kendisine yakın başka partilere kaydığı, genel seçimler öncesinde tabanını kaybeden PKK’nın DTP’ni de erittiği kaydediliyor. Parti'nin kıdemli yöneticilerinden Genel Başkan Yardımcısı Sırrı Sakık, basın-yayın organlarına yansıyan açıklamasında; "DTP'nin toprak ağalığına karşı bir politikası var mı?" sorusuna şöyle yanıt veriyor: "Bizim yöneticilerimiz arasında da toprak ağaları var." Sakık'ın savunması da oldukça ilginç: "İstanbul'daki 5 dönüm toprakla, Diyarbakır'daki 5 dönüm toprak aynı para etmez. O nedenle Güneydoğu’daki toprak sahipleri toprak ağası sayılmaz." Rahatsızlığın bir başka nedeni de DTP'li belediyelerin karıştığı yolsuzluk iddiaları. Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu'da halk, belediyelerde yolsuzluk ve kadrolaşma nedeniyle düzgün hizmet alamıyor. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, başkan vekilini ve başkan yardımcısını değiştirmek zorunda kaldı. DTP'nin Diyarbakır, Batman, Şanlıurfa ve Van örgütlerinin de yolsuzluk iddiaları nedeniyle Genel Merkez'in istediği başarıyı gösteremediği belirtiliyor. Geçtiğimiz ay “kendisini Abdullah Öcalan için yaktığı” öne sürülen Murat Kargı’nın “Abdullah Öcalan veya PKK” için değil, “Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde yapılan ihale yolsuzluklarından elde edilen yüklü miktardaki paraların belediye hizmetleri yerine, bazı kişilerin şahsi hesaplarına aktarılmasını protesto etmek amacıyla, kendisini yaktığı ortaya çıkmıştı. Oy kaybı nedeniyle DTP tabanının umutsuzluğa kapıldığı belirtiliyor. Irak'ta yaşanan iç savaştan etkilenme olasılığı da DTP'lileri kaygılandırıyor. ABD'nin faktörü nedeniyle, "Devlet kursak bile bağımsız olamayız, kukla oluruz" görüşü hâkim. Bağımsız adaylıklar için Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, Leyla Zana, Orhan Doğan gibi DTP'lilerin yanı sıra Mihri Belli, Rakel Dink, Eşber Yağmurdereli gibi kişilerin de adları geçiyor. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ise aday olmayacağını açıkladı. DTP, "siyasal rakipleri" HAK-PAR ve KADEP'le ortak liste belirmeye de şimdilik sıcak bakmıyor. Delil Karakoçan'ın 10 Mayıs 2007 tarihli Gündem Gazetesi’nde çıkan yazısı da bunun bir göstergesi. Karakoçan, bir durum tahlili yaptıktan sonra adayların DTP'li olmasını istiyor ve ekliyor: "DTP, gerisi yalan..." Bu arada, Genel Merkez tarafından DTP’li belediye başkanlarına gönderilen bir talimat, belediye çalışanlarının tepkisine neden oldu. DTP’nin genel seçim çalışmalarında kullanılmak üzere, Türkiye’deki tüm DTP’li belediye çalışanlarından zorunlu olarak 1 maaş tutarı para toplanması (haraç) yönünde çalışma yürütüldüğü ortaya çıktı. DTP Genel Merkezi’nin talimatı doğrultusunda harekete geçen belediye başkanlarının, Mayıs 2007 ayından itibaren işçilerin maaşlarının tamamının kesmeye başladıkları, ihtiyaç duyulması durumunda Haziran 2007’de ikinci kez çalışanların maaşlarına el konulabileceği belirtiliyor. Uygulamayı “hukuk dışı” olarak nitelendiren belediye çalışanları, yargıya başvurmaya hazırlanırken, belediye başkanları tarafından “1 veya 2 maaş tutarındaki zorunlu para kesintisinin 12 ay üzerinden taksitlendirilebileceği” yönünde açıklamaların uygulamaya yönelik tepkileri azaltmadığı ve bu durumun DTP’nin oy kaybında etkili olabileceği kaydedildi. DTP’de yaşanan skandalların, seçimler öncesinde vatandaşların partiye yönelik tepkilerinin boyutlanmasına neden oluyor. Hatırlanacağı üzere, geçen ay Tuncer Bakırhan ile birlikte Brüksel’e giden DTP Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın, Avrupa Parlamentosu Milletvekili Feleknas Uca ile Lüksemburg Meydanı çıkışındaki bir barda sabaha kadar eğlendikleri ve geceyi birlikte geçirdikleri iddiaları, DTP Genel Merkezi ve belediyede şok etkisi yaratmıştı. Bugün bölge halkı, sadece Kürt konusuna odaklanan bir partiyi yeterli bulmuyor, desteklemiyor. Halk, artık kendi günlük sorunlarıyla ilgilenen, eğitim, işsizlik, altyapı başta olmak üzere kentin sorunları için çözüm üretebilen, belli bir kesimin değil gerçekten vatandaşı kucaklayan bir parti istiyor. Uzun yıllardır da bölgedeki belediye başkanlıklarının DTP’nin elinde olmasına ve seçimlere çok az bir süre kalmasına rağmen halen DTP’nin; toprak reformu, işsizlik, yoksulluk, sağlık, eğitim, kentin imarı, töre cinayetleri, dış ticaretle ilgili projeleri neler, belli değil. Çünkü DTP, PKK’nın sözcülüğünü yapmak ve örgüt yöneticilerinin talimatlarını yerine getirmekten, “yasal ve siyasi bir parti olduğu” gerçeğini bugüne kadar hep arka plana attı veya atmak zorunda kaldı. Aynı şekilde DTP’li belediye başkanları da bugüne kadar gündeme ya “PKK”, ya “Abdullah Öcalan”, ya da yolsuzluk, aşk skandalları ve yurt dışı gezileriyle gündeme geldiler. Yolsuzluk, siyasi rant kavgası, liderlik savaşı, intihar süsü verilerek yakılan insanlar, aşk dedikoduları, adam kayırma, rüşvet, halkın, emekçilerin yerine ağaların, aşiretlerin partisi olma, PKK ve Abdullah Öcalan’ın dışında hiçbir politika üretememe, çözüm üretme yerine sorun çıkarma, etnik milliyetçilik, tehdit ve şiddet… İşte DTP gerçeği!.. Son cümle; başta Kürtler olmak üzere, Türkiye kamuoyu, DTP üzerine düşen PKK gölgesinin net olarak ortadan kaybolmasını bekliyor… Bakalım, DTP bu defa başarabilecek mi?.. Nail Amudi Nail Amudi
  20. ÇOCUKLARI KAÇIRILAN VE İNFAZ EDİLEN KÜRT AİLELER, PKK YÖNETİMİNDEN HESAP SORUYOR!.. Abdullah Öcalan’ın sağlık koşullarını bahane eden PKK’lılar, Avrupa ülkelerinde terör estirip, uluslararası kuruluşları işgal ederlerken, çocuklarını PKK’ya kaptıran ve akıbetleri hakkında haberdar olamayan binlerce Kürt aile, başta Abdullah Öcalan olmak üzere, Murat Karayılan, Cemil Bayık, Fehman Hüseyin, Ali Haydar Kaytan, Zübeyir Aydar, Rıza Altun, Canan Kurtyılmaz, Nedim Seven, Muzaffer Ayata, Osman Baydemir, Remzi Kartal, Sabri Ok ve Osman Öcalan’dan “infazların” ve “çocuk kaçırmaların” hesabının sorulması amacıyla, uluslararası kuruluşlara “acil yardım” talebinde bulundu. 13 yaşındayken PKK tarafından kaçırılan Aydın Şahin’in ağabeyi Kalender Şahin’in etrafında toplanan çok sayıda mağdur Kürt aile, Abdullah Öcalan ve diğer PKK yöneticilerini Uluslararası Adalet ve Hukuk Komisyonu’na şikayet etti. Brüksel’de bir basın toplantısı düzenleyen avukat Selahattin Çoban (8 Mayıs 2007) çocukları PKK tarafından kaçırılan mağdur aileler adına uluslararası mahkemelere ve insan hakları derneklerine “acil yardım” çağrısında bulunduklarını belirterek, “Çocuk kaçıran ve öldürten PKK yöneticileri yargı önünde mutlaka hesap verecekler” dedi. Bir kardeşi PKK tarafından kaçırılan, diğer kardeşi ise “kaza süsü” verilerek öldürülen Kalender Şahin’in, PKK cinayetleri ve çocuk kaçırma eylemleri ile ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurduğu, ayrıca kaçırılan kardeşinin akıbeti hakkında bilgi alabilmek için İnsan Hakları Derneği’nden yardım talebinde bulunduğu, ancak muhatap bulamadığı kaydedildi. PKK mağduru Kalender Şahin imzasıyla dün gece bilgisayarıma düşen mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum. Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesine bağlı Günaltı Köyü’nden 14 yıl önce (1993) yılında İsviçre’ye göç eden Şahin ailesinin en büyük çocuğu olan Kalender Şahin, kendileri gibi binlerce PKK mağduru ailenin bulunduğunu, ancak bu ailelerin korkudan ses çıkaramadıklarını belirterek, kaybolan ve öldürülen kardeşleri ile ilgili olarak PKK sorumlularından hesap sormak için her yola başvurduğunu anlatıyor. İsviçre’nin Basel kentinde 2001 yılında, o dönemde İnsan Hakları Derneği’nin Diyarbakır Şube Başkanlığı’nı yapan Osman Baydemir’in de konuşmacı olarak katıldığı “İnsan Hakları ve Tecavüzler” konulu panelde, PKK tarafından kardeşi Aydın Şahin’in akıbetini sorduğu için, Baydemir’in önünde PKK’lılar tarafından feci şekilde dövülen ve hastanelik edilen Kalender Şahin’e kulak verelim; “Panelde daha konuşmaya başlamadan önce PKK’lılar tarafından taciz edildim. Kardeşimin yaşayıp yaşamadığını sorar sormaz da, salondaki PKK’lılar üzerime sopalarla saldırdılar. Onlara göre, en iyi çözüm bizim gibi mağdur ailelerin şiddet yoluyla susturulmalarıydı. Kardeşimize ait bir mezar taşı aramaya ya da akıbetini sormaya dahi hakkımız yoktu. Eğer sormaya devam edersek, aynı şekilde ölümle cezalandırılacaktık. Abdullah Öcalan’ın sağlığını bahane ederek dünyayı ayağa kaldıran PKK’lılar, demir çubukları kafamıza, gözümüze, bacağımıza indirirken yüksek sesle defalarca ‘hesabı sadece biz sorarız’ diye tehdit etmeyi de ihmal etmiyorlardı. En tuhaf olanı da, bu insanlık dışı saldırı gözlerinin önünde cereyan ederken, İnsan Hakları Derneği temsilcisi olduğunu iddia eden Osman Baydemir’in, olanı biteni sessizce seyretmesiydi. Benim konuşmamdan iki dakika önce insan haklarından, demokrasiden, tecavüzlerden bahseden, Türkiye’yi eleştiren insan hakları temsilcisi olduğunu vurgulayan Osman Baydemir, kardeşinin mezarını ya da akıbetini sormaktan başka bir şey söylemeyen Kalender Şahin’e yönelik insanlık dışı saldırıya sessiz kalarak, aslında bugün Türkiye’deki yüzlerde Kürt aydın ve siyasetçisinin tavrını da açıkça ortaya koymuş oluyordu.” Yüzlerce defa İnsan Hakları Derneği’ne başvurmasına karşın karşısında hiçbir muhatap bulamayan Kalender Şahin, olayı AİHM’ne de taşımış. Yaklaşık 3 yıl önce sorumlu tuttuğu Abdullah Öcalan ve PKK yöneticileri hakkında dava açan Şahin’in müracaatı kabul edilmiş. Ancak PKK’nın baskıları ve tehditlerinin yanı sıra, araya giren Kürt siyasetçilerin telkinleri sonucu, başvurusunu geri çekmek zorunda kalmış. Bugün Kalender Şahin, bir tek karanlık nokta dahi kalmaması için, PKK tarafından kaybedilen çocuklar ve gençlerin akıbetlerinin açıklanması noktasında mücadelesini sürdüreceğini dile getiriyor. Osman Baydemir’in şahsında İnsan Hakları Dernekleri’ni protesto eden ve onları iki yüzlü davranmakla suçlayan Kalender Şahin; “Kardeşim Aydın Şahin, 1 Mayıs 1981 doğumludur. Kayıp edildiğinde 17 yaşındaydı. 18 yaşın altında olan bir çocuğun eline silah vererek çatışmaya göndermek bile başlıca bir suçtur. Kardeşimle birlikte kaçırılan çocuklardan sadece Sevim Adıbelli’nin ailesine ulaşabildim. Ama onlar da sindirilmiş. Korkudan çocuklarının akıbetini soramıyorlar. PKK yönetimine kamuoyunun önünde bir kere daha soruyorum; Yıllar önce kaçırdığınız Aydın Şahin, Sevim Adıbelli, Sedat Bayraktar ve Levent Büker (Avukat İhsan Kandemir) neredeler? Abdullah Öcalan’ın ve PKK yöneticilerinin yaşama hakları var da, daha 18 yaşına girmemiş bu çocukların yaşama hakları yok mu? Ailelerin, evlatlarının başına ne geldiğini ve nasıl katledildiklerini bilme, hiç olmazsa mezarları görme ve katillerini tanıma, onlardan hesap sorma hakları yok mu? Kayıpsız ve çetesiz bir dünya, yaşama hakkı kutsaldır diye ortalıkta dolaşanlar, Abdullah Öcalan’ın küçük bir burun akıntısını, saçındaki üç teli bahane ederek dünyayı ayağa kaldırmaya çalışan, Avrupa ülkelerinde sokakları ateşe verenler neden susuyorsunuz, neden korkuyorsunuz? Bu bir çelişki, çifte yaklaşım, samimiyetsizlik, satılmışlık, kan ticareti ve rant kavgası değil mi?” Kalender Şahin mektubunun son bölümünde ise; “Adalet ve Hukuk Komisyonu, benim gibi mağdur aileleri mutlaka dinlemeli ve çocuklarımızın katili PKK’lıları yargı önüne çıkararak, en temel haklardan olan yaşam hakkının hesabını sormalı. İnsan haklarını gasp edenlere ve yaşama hakkını yok sayanlara dava açacağım. PKK tarafından Irak, İran, Suriye, Balkanlar ve Avrupa’da kaçırılan binlerce Kürt civanının akıbetlerinin ne olduğu hakkında PKK’dan hesap soracağım. Kayıp çocukların ailelerinin konuşmamaları için başlarına namlu dayayanlardan, sopalarla dövenlerden davacı olacağım. Mağdurları dinlemeyen, dövülürken görmezlikten gelen İnsan Hakları Derneği yöneticilerinden de hesap soracağım. Ne tehdit, ne dayak bu davanın takipçisi olmaktan bizi alıkoyamayacak” diyerek, uluslararası topluma ve insan hakları derneklerine “acil yardım” çağrısında bulunuyor. Kalender Şahin’in davasını üstlenen Avukat Sıtkı Zilan, PKK tarafından çocukları öldürülen aileler için sivil toplum kuruluşlarının da komisyonlar kurabileceğini vurgulayarak, Hizbullah gibi son dönemde PKK’nın çeşitli yerlerde toplu mezarlarının ortaya çıktığına dikkat çekiyor. Avukat Zilan, Brüksel’de düzenlediği basın toplantısında (7 Mayıs 2007), “PKK kamplarının bulunduğu Kandil yakınlarındaki kimi toplu mezarlar 5-10 kişiliktir. İran’da ise 160 kişilik toplu mezarlar bulunuyor. Örgüte katılan veya kaçırılan gençler PKK tarafından öldürülürüp, bu mezarlara atılıyor. Ancak PKK yönetimi, infaz ettiği gençler için ‘çatışmada öldü’ diye ailelerine yalan söylüyor. Ailelerin, infazlarla ilgili PKK’lı yöneticileri dava edebilmeleri için delillere ihtiyaç var. Yakalanan örgüt mensuplarının ifadeleri çok önemli. İnsan Hakları Dernekleri, gerçekten PKK’ya hizmet etmiyorlarsa, bunun öncüsü olabilirler. Yakalanan örgüt mensupları ile birebir görüşüp, kaybedilen çocukların akıbetleri hakkında delil toplayabilirler” diyerek, sivil oluşumları göreve çağırdı. PKK’nın uluslararası terör örgütleri listesinde yer aldığına işaret eden Avukat Selahattin Çoban ise, kayıp çocuklar konusunda resmi makamlar nezdinde hukuki bir sürecin yanı sıra, medyanın ve sivil toplum örgütlerinin baskısı sonucunda PKK’nın bu konuda hesap vermeye de zorlanabileceğine dikkat çekiyor. Teröristler tarafından kaçak yollardan Kuzey Irak’a geçirilen çocuklara, önce psikolojik eğitim veriliyor. Eylem kadroları ile görüştürülmeyen ve örgüt içerisinde yaşanan çarpıklıklardan uzak tutulan çocuklar, silah ve bomba eğitimi aldıktan sonra, kaçak yollardan Türkiye ve Avrupa ülkelerine sokuluyor. PKK tarafından sabotaj, uyuşturucu ticareti, kuryelik, gasp gibi eylemlerde kullanılan bu çocuklardan, aynı zamanda örgüte kadro temini için küçük yaştaki çocukların kandırılmasında da yararlanılıyor. Birleşmiş Milletler ve İsveç Çocukları Koruma Örgütü “Radda-Bamen”in de aralarında bulunduğu çeşitli sivil toplum örgütleri ve güvenlik birimleri tarafından çeşitli tarihlerde yayınlanan raporlarda; “PKK’nın, 3 binin üzerinde çocuğu kaçırıp, eğitim kamplarında ideolojik ve silahlı eğitim verdiği, Almanya, İsveç, Fransa, Belçika, Hollanda, Suriye, Romanya, Bulgaristan, İngiltere, Yunanistan, Türkiye, Irak, Ermenistan ve İran’dan kaçırılan bu çocukların, çoğunluğunun Kürt ailelerin çocukları olduğu, çocukların örgütün silahlı eylemlerinde kullanıldığı, özellikle kız çocuklarının yoğun şekilde cinsel tacize maruz kaldıkları, çocukları kayıp olan ailelerin adli makamlara başvurmaktan korktukları, çocukların akıbetini sormaya kalkışan ailelerin ise PKK’nın şiddetine maruz kaldığına” dikkat çekilerek, BM ve AB üyesi ülkelerin ilgili birimlerini, PKK’nın “çocuk kaçırma” eylemlerine karşı etkili tedbirler almaları yönünde uyarılara yer verilmişti. Nail Amudi Nail Amudi
  21. OECD’NİN UYUŞTURUCU RAPORU BİR KERE DAHA TEYİT ETTİ!.. PKK’NIN FİNANSMAN KAYNAĞI UYUŞTURUCU, İNSAN TİCARETİ VE KARA PARA’DAN!.. Avrupa Birliği’nin terör örgütleri listesinde yer alan PKK’nın, Avrupa’nın en tehlikeli mafya örgütlenmesi olduğu ve Avrupa’da topladığı paralarla terör eylemlerini finanse ettiği bir kez daha belgelendi. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) Mali Eylem Görev Grubu tarafından yayınlanan “Uyuşturucu Raporu”nda (07 Mayıs 2007), PKK’nın, gelirinin büyük bölümünü uyuşturucu ticareti, insan kaçakçılığı, kara para aklama, haraç gibi organize suç faaliyetlerinden elde ettiği belirtilerek, son dönemde Türkiye’de tırmanan terör eylemleri ile birlikte örgütün Avrupa ülkelerinde organize suç faaliyetlerini de yoğunlaştırdığı vurgulandı. OECD’nin 230 sayfalık raporunda, PKK’nın, mali kaynaklarını artırmak için özellikle Avrupa ülkelerinde yaşayan Kürtlerden haraç aldığı, ayrıca “spor”, “kültür”, “eğlence”, “vakıf” vb. isimler altında oluşturduğu paravan dernekler aracılıyla düzenlediği kampanyalar ve üye aidatları aracılığıyla da yüklü miktarda gelir sağladığına dikkat çekildi. PKK’nın, Avrupa ülkelerinde faaliyet gösteren “KARSAZ”, “Halkevi”, “Roj TV”, “Kürt Kızılayı” gibi paravan dernekleri aracılığıyla, kadro temininin yanı sıra, kara para aklama ve propaganda faaliyetlerini de organize ettiği belirtilerek, elde ettiği güçlü mali kaynaklarının silah alımının yanı sıra, Irak’ın kuzeyindeki örgüt kamplarına aktarıldığına işaret edildi. İletişim teknolojisinin örgütün kara para aklama faaliyetlerini kolaylaştırdığına işaret edilen OECD’nin raporunda şöyle denildi; “Emniyet Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele birimleri tarafından yayınlanan yıllık faaliyet raporlarında, PKK’nın uyuşturucu, insan kaçakçılığı, kara para aklama ve haraç alma faaliyetlerini gerçekleştirdiğini somut belgelerle ortaya koymaktadır. Geçen yıl PKK’nın faaliyetleriyle ilgili Avusturya, Fransa, Almanya ve Lüksemburg’da çok sayıda PKK’lı yakalandı. Fransa’da geçen yıl Temmuz ayında, terörizmi finanse etmek için kara para akladıkları belirlenen 9 PKK sorumlusu tutuklandı. 2006 yılı sonunda ise Belçika’da ve Almanya’da 2 PKK mensubu, örgüte finansman sağladıkları gerekçesiyle hapisle cezalandırıldı. Operasyonlarda ele geçirilen makbuz koçanları, yakalanan PKK’lıların Avrupa ülkelerinde yaşayan Kürtlerden ‘vergi’ adı altında haraç topladıklarını belgelerle ortaya koydu.” PKK’nın sadece Türkiye için değil, Avrupa ülkelerinin kamu düzenleri için de tehdit oluşturduğuna dikkat çekilen EUROPOL’ün geçen ay açıklanan “Terörizm Raporu”nda, (10 Nisan 2007) terör örgütleri listesindeki PKK’nın, ABD’nin kontrolündeki Irak’ın kuzeyini terör eylemleri için üs olarak kullanmasının kabul edilemez olduğu vurgulanmıştı. EUROPOL tarafından Avrupa Birliği ülkelerinin İçişleri Bakanlarına sunulan raporda, Avrupa için en ciddi tehlikeyi uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti, yasa dışı göç ve sahte para basımının oluşturduğu belirtilerek, PKK’nın en tehlikeli mafya yapılanması olduğuna dikkat çekilmişti EUROPOL’ün Terörizm Raporu’na göre, örgütün ekonomik kaynağının büyük bölümünü, özellikle İngiltere, Almanya, Fransa, Belçika, Avusturya ve Romanya üzerinden Avrupa’ya yaptığı uyuşturucu ve insan kaçakçılığından karşıladığı belgeleriyle ortaya konularak, PKK’nın, Afganistan ve Irak üzerinden getirilen uyuşturucuyu İtalya, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya’daki yasadışı örgütler ile işbirliği içerisinde Avrupa’ya aktardığı vurgulanmıştı, Bu arada, Almanya’da organize suçlarla mücadele için özel olarak kurulan ZKA’nın (Zollkriminalamt) yaptığı bir araştırma sonucunda (Mart-Nisan 2007), Almanya’da uyuşturucu kaçakçılığı ve haraç toplama eylemlerinde yakalananların büyük çoğunluğunu PKK üyelerinin oluşturduğuna dikkat çekilirken, “Avrupa’da yaygın bir gizli şebekesi ve işbirlikçileri olan PKK mafyası, bazı siyasi mülteciler ve yasadışı göçmen grupları vasıtasıyla uyuşturucunun sokaktaki satışını da kontrol ediyor” denildi. Avrupa’nın büyük şehirlerinde milyonlarca genci zehirleyerek dağdaki militanlarını besleyen PKK çetesi, uyuşturucu pazarını bölüşemediği için hem Avrupa kökenli mafya örgütleriyle, hem de örgütün parasıyla kaçan kendi adamlarıyla çatışıyor. Organize suç faaliyetlerinde kolaylıkla şiddete başvuran PKK, uyuşturucu satışından sağlanan parayı kişisel hesaplarına aktaran çok sayıda örgüt mensubunu infaz ederken, örgüte haraç vermeyi kabul etmeyen çok sayıda Kürt ailenin çocuğunu da Kuzey Irak’taki Kandil Dağı’na kaçırdı. Nitekim, Almanya’da faaliyet gösteren Tehdit Altındaki Halkları Koruma Organizasyonu (Gesellschaft Fuer Bedrohte Voelker-GFBV) tarafından “AB Yetkililerine Açık Mektup” başlığıyla yayınlanan (15 Nisan 2007) ve uluslararası kuruluşlar, güvenlik birimleri ile basın-yayın organlarına gönderilen mektupta, son dönemde tırmanan terör eylemleri ile birlikte örgütün, Avrupa ülkelerinde yaşayan Kürtlerden haraç toplama faaliyetlerini de yoğunlaştırdığına dikkat çekilmişti. Avrupa’da yaşayan PKK mağduru Kürtlerin “acil yardım” çağrılarına karşı yetkililerin uyarıldığı GFBV’nin mektubunda, şöyle denilmişti; “PKK, KADEK, KONGRA-GEL, ismi ne olursa olsun, terör örgütleri listesinde yer alan bu örgüt, sivillere yönelik şiddet uygulamalarının yanı sıra, uyuşturucu ve insan ticaretinden yüklü miktarda gelir sağlamaktadır. Geçmişte, Kürt hemşehrilerine karşı gerçekleştirdiği sonu gelmez çok sayıda terör eylemleri ile saygınlığını yitiren PKK’nın, hala Avrupa ülkelerinde barbarca, kavgacı eylemleriyle Kürt demokratların etkinliklerini tehdit etmesine, haraç almasına, insan kaçakçılığının yanı sıra, gençleri uyuşturucuyla zehirlemesine karşı sessiz kalınmamalıdır. PKK’nın, uyuşturucu, insan kaçakçılığı ve haraç faaliyetlerine karşı etkin tedbirler alınması için uluslararası kuruluşlara ve yetkililere ‘acil yardım’ çağrısında bulunuyoruz.” Uluslararası toplum ve PKK haracı mağduru binlerce Kürt, Avrupa Birliği yetkililerinin, hangi isim altında olursa olsun, PKK mafyası için Avrupa’nın sığınılacak bir mekan olmasına izin vermemelerini, çifte standart uygulamadan, gençleri zehirleyen, çocukları kaçıran, kara para aklayan, haraç alan ve en önemlisi de şiddet eylemleri için ihtiyaç duydukları silahların alımı için Avrupa’daki para kaynaklarını en üst düzeyde devreye sokan PKK’ya karşı gerekli tedbirleri almalarını ve terörizmle mücadeledeki samimiyetlerini ortaya koymalarını bekliyor. Nail Amudi Nail Amudi
  22. HALKLARI KORUMA ORGANİZASYONU DA AVRUPA’YI UYARDI: “PKK’nın Geliri, Uyuşturucu, İnsan Kaçakçılığı ve Haraç’tan!..” Terör örgütleri listesine alınması sonrasında gelir kaynakları yakın takibe alınan PKK’nın, finansman krizini aşmak için Avrupa ülkelerinde uyuşturucu ve insan kaçakçılığının yanı sıra, Kürtlerden “bağış”, “vergilendirme”, “gerillaya yardım” adı altında haraç toplaması, güvenlik birimlerinin yanı sıra, uluslararası kuruluşları da harekete geçirdi. Almanya’da faaliyet gösteren Halkları Koruma Organizasyonu tarafından “AB Yetkililerine Açık Mektup” başlığıyla yayınlanan (15 Nisan 2007) ve uluslararası kuruluşlar, güvenlik birimleri ile basın-yayın organlarına gönderilen mektupta, “AB’nin terör örgütleri listesinde yer alan PKK’nın, Avrupa ülkelerinde uyuşturucu, insan kaçakçılığı, kara para aklama, sahtecilik, haraç gibi organize suç faaliyetlerinden elde ettiği milyonlarca doları, silah alımında kullandığı” belirtilerek, son dönemde tırmanan terör eylemleri ile birlikte örgütün, Avrupa ülkelerinde yaşayan Kürtlerden haraç toplama faaliyetlerini de yoğunlaştırdığına dikkat çekildi. Avrupa’da yaşayan PKK mağduru Kürtlerin “acil yardım” çağrılarına karşı yetkililerin uyarıldığı mektupta, şöyle denildi; “PKK, KADEK, KONGRA-GEL, ismi ne olursa olsun, terör örgütleri listesinde yer alan bu örgüt, sivillere yönelik şiddet uygulamalarının yanı sıra, uyuşturucu ve insan ticaretinden yüklü miktarda gelir sağlamaktadır. Geçmişte, Kürt hemşehrilerine karşı gerçekleştirdiği sonu gelmez çok sayıda terör eylemleri ile saygınlığını yitiren PKK’nın, hala Avrupa ülkelerinde barbarca, kavgacı eylemleriyle Kürt demokratların etkinliklerini tehdit etmesine, haraç almasına, insan kaçakçılığının yanı sıra, gençleri uyuşturucuyla zehirlemesine karşı sessiz kalınmamalıdır. Şiddet politikasından hiçbir zaman vazgeçmeyen PKK’lılar, kendileri dışında düzenlenen her türlü etkinliği ve organizasyonu şiddet kullanarak engellemeye çalışıyorlar. 15 Mart 2007 tarihinde Berlin’de yaşayan PKK’lılar, örgütten bağımsız bir grup Kürdün, Nevruz kutlamalarını sopalar, demir çubuklar, bıçaklar ve ateşli silahlar kullanarak, sona erdirmeye çalışmışlardır. Gürültü patırtı çıkararak çevreyi rahatsız eden aşırı uçtaki bu kişiler, benzer bir şiddet eylemiyle, 22 Mart 2007 tarihinde Paris’te düzenlenen Nevruz kutlamalarını engellemeye çalışmışlar, etkinliğe katılan Türklere ve Kürtlere saldırarak, polisle çatışmışlar ve sokaktaki otomobilleri yakmışlardır. Diğer Avrupa şehirlerinde yaşayan Kürtlerden de, PKK’lıların haraç toplama faaliyetlerine karşı yoğun şikayet mektupları gelmektedir. PKK şiddetinden mağdur olan en önemli kesimlerin başında Yezidiler yer almaktadır. Yıllarca PKK baskısına boyun eğerek, örgüte ve uzantısı derneklere haraç vermek zorunda bırakılan Yezidiler, PKK tarafından örgütün çıkarları doğrultusunda kullanılmışlardır. Yezidilerin haklarını savunuyormuş gibi görünen PKK, aslında en büyük Yezidi düşmanı olduğunu geçen aylarda gerçekleştirdiği şiddet eylemleriyle bir kere daha kanıtlamıştır. PKK baskısına boyun eğmeyen Yezidileri, ‘ajan, hain, Kürt düşmanı’ ilan eden örgüt, Yezidileri dövmekte, hatta çocuklarını kaçırmaktadır. 17 Mart 2007 tarihlerinde Yezidi derneğini basan PKK’lılar, dernek yöneticilerini fena şekilde döverek hastanelik etmişler ve derneğin kasasındaki paralara el koyarak, binadaki malzemeleri kullanılamaz hale getirmişlerdir. PKK’nın, başta Kürtler ve Yezidiler olmak üzere, masum insanlara yönelik gerçekleştirdiği şiddet eylemleri yüzünden mümkün olduğu kadar çok sayıda Avrupa Birliği ülkesinde yasaklanması, örgütün uyuşturucu, insan kaçakçılığı ve haraç faaliyetlerine karşı etkin tedbirler alınması için uluslararası kuruluşlara ve yetkililere ‘acil yardım’ çağrısında bulunuyoruz.” Yazıyı kaleme alırken, bilgisayarıma, Almanya’dan yazan ve can güvenliği açısından ismini vermek istemeyen bir Kürt kardeşimizin ilginç mektubu düştü. PKK’nın haraç mağduru binlerce kişiden biri olan bu kardeşimiz, mektubundan bir kesitini, sizlerle paylaşmak istiyorum; “Geçen ay ofisime bir polis memuru geldi ve ‘PKK sizden haraç istedi mi?’ diye sordu. ‘Evet’ diyemedim. Çünkü PKK’lılar, benim ofisimin de bulunduğu sokaktaki Kürt dükkanlarından haraç istemişler ve hemen hemen hepsini de haraca bağlamışlardı. Dükkan sahiplerinin ses çıkarmamasından cesaretlenen PKK kabadayıları, bu iş iyi gitmeye başlayınca sokaktaki Kürt olmayanlardan da haraç istemeye kalkıştılar. Polis memurunun bize gelmesinden birkaç hafta sonra aynı sokaktaki Türk dükkanlarından da haraç isteyen PKK’lılar, Türkler tarafından meydan dayağına çekildiler ve ondan sonra da bir daha sokağa gelmediler. Fakat PKK’lılar, Kürtleri rahat bırakmadı tabii… Bu defa da, evini, ailesini geçindirmek için canla başla çalışan Kürt esnafı, KARSAZ denilen bir derneğe üye kaydetmek istediler. Üye aidatları oldukça yüksekti. Amaçlarını, Kürt esnafın çıkarına diye açıkladılar. Ama, biz geçmişteki örneklerden hareketle, paranın aslında nereye gideceğini çok iyi biliyorduk. Çünkü KARSAZ’ın yönetim kurulu üyeleri ve önde gelen yöneticilerinin çoğu, aynı zamanda PKK’nın önde gelen isimleriydi. ‘KARSAZ’a üye aidatı’ adı altında Kürt esnafı ve ailelerini haraca bağladılar. Bir tanıdık eşliğinde katıldığım bir konferans sırasında önce PKK’nın Bekaa vadisindeki kampında çekilen askeri eğitim görüntülerini, Abdullah Öcalan’ın siyaset dersini ve sonunda tüm Kürtlere vatan kurtarma video seansını gösterdiler. Konferansı yöneten PKK sorumlusu, önce Apo’ya sadakat nutukları attıktan sonra, orada bulunan ve hemen hemen hepsi de sıradan olan insanlara dedi ki, ‘herkes en azından yarım veyahut bir bütün aylık maaşını PKK’ye verecek.’ Evet ‘Verecek!..’ dedi., ‘Versin’ falan değil. Gerekçe olarak da, PKK’nın silah ve lojistik ihtiyaçları. Yine, bunu takiben ve bazı cılız itirazlara karşı, ev kirasıymış, yakacak, yiyecek masrafı, elektrik/telefon faturasıymış, çocukların eğitim giderleri falan, bunların kendisini hiç ilgilendirmediğini ve PKK’nin her şeyden daha önce geldiğini söyledi. Kendisini PKK’nın sorumlusu olarak tanıtan bu şahıs, Frankfurt, Köln ve başka şehirlerde haraç vermek istemeyen Kürtlerin ‘hain’ ilan edilerek, dükkanlarının nasıl yakıldığını anlatmaktan da çekinmedi. Hatta tehditkar bir ifadeyle, ‘PKK’ye para vermek istemeyen Kürtlerin çocukları, bugün dağlarda’ diye eklemeyi de ihmal etmedi. Küçüklüğünden beri tanıdığım ve Türklerle hiçbir ihtilafı olmamış ve aile dostluğu yaptığımız 14 yaşındaki Ahmet’in ve 15 yaşındaki Mervan’ın, Almanya’dan Kuzey Irak-Türkiye sınırına gönderilerek bir çatışmada ölmüş olmasını unutamıyorum. Bu olay beni bugün bile derinden üzüyor ve PKK’ya lanetimi daha da artırıyor.” Ne kadar kazandığınızı sormadan, ne kadar haraç vereceğinizi söyleyenler, veremeyenleri öldürenler, kız çocuklarını kaçırıp tecavüz edenler veya örgüt kamplarına devşirenler, “yardım”, “bağış” adı altında topladıkları paraları Murat Karayılan, Cemil Bayık, Zübeyir Aydar, Duran Kalkan’ın İsviçre’deki banka hesaplarına aktaranlar, örgüt yönetiminin dogmalarının dışındaki söylemleri dile getiren Kürtleri (şiddet karşıtlarını) silahla sindirmeye, katletmeye çalışanlar, ne kadar insancıl ve demokrat olabilirler ki?.. Nail Amudi Nail Amudi
  23. ALMANYA’DAN PKK’YA BÜYÜK BASKIN!.. “PKK’nın Mali Yapılanması ve Almanya Örgütlenmesine Ait Listeler Ele Geçirildi!..” Almanya’da “en tehlikeli örgüt” olarak nitelendirilen ve faaliyetleri 1993 yılından itibaren yasaklanan PKK’ya yönelik son beş yılın en büyük operasyonu gerçekleştirildi. Süddeutsche Zeitung ve Nürnberger Nachrichten gazetelerine (18-22 Nisan 2007) yansıyan haberlere göre, Köln, Nürnberg, Regensburg ve İngolstdat şehirlerinde PKK’ya ait derneklere ve 100’ün üzerinde örgüt mensubunun evlerine yapılan geniş çaplı aramalarda, aralarında Köln’deki Mala Kurda Derneği Başkanı Hayreddin İlter ve Nürnberg Kürt Kültür Derneği başkan yardımcısı İbrahim Işık’ın da bulunduğu 50’nin üzerinde örgüt mensubunun yakalandığı, çok sayıda örgütsel doküman ve 50 Euro’nun ele geçirildiği vurgulandı. Eyalet Polis Teşkilatı ve Ingolstadt Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı 200’ün üzerinde polisin katıldığı operasyonlarda, yaşları 27 ile 62 arasında değişen örgüt mensuplarının “terör örgütüne üye olmak”, “örgüt adına haraç toplamak”, “yasaklı örgüte ait yayınları satmak” gibi çeşitli suçlardan yargılanacakları kaydedildi. Şiddet politikasında ısrarlı olan PKK’nın finansman temini ve organize suç eylemlerine yönelik faaliyetlerine karşı taviz verilmeyeceğini vurgulayan Bavyera Eyaleti İçişleri Bakanı Gunther Beckstein; “Almanya’da yasaklı PKK veya yeni ismiyle KONGRA-GEL, problemlerini şiddetle çözmeye kalkışırsa, karşısında Alman güvenlik güçlerini bulacaktır. PKK, sadece Almanya’da değil, Türkiye’de de şiddeti temel politik araç olarak seçmemelidir. Esas olan, şiddetin hiçbir şekilde kullanılmamasıdır. Türkiye’de Kürtlere karşı ayrımcı bir yaklaşım izlenmiyor. Hukuk devletinde savcılar ve mahkemeler tarafından neyin suç teşkil edip etmediğine karar verilir. Almanya’da Öcalan’ın fotoğraflarının veya yasaklı örgüt PKK/Kongra-Gel’in sembollerinin taşınması, Öcalan lehine slogan atılması yasaktır. Buna Yüksek Mahkeme karar vermiştir. Yüksek Mahkeme bu kararını, çok kısa bir süre önce de tekrar tasdik etmiştir. 1993 yılından itibaren Almanya’da yasaklı bulunan PKK’nın, son dönemde eylemlerinde artış gözleniyordu. PKK’ya yönelik çok sayıda şikayet telefonları alıyorduk. Operasyonlar, mahkeme kararıyla gerçekleştirilmiştir” diyerek, PKK’ya yönelik operasyonların, tutuklama, hapis ve sınır dışı uygulamalarının süreceğine dikkat çekti. Basın-yayın organlarına yansıyan haberlere göre, PKK dernekleri ve evlerinde yapılan aramalarda; 20 adet bilgisayar, 150 adet PKK yayını, çok sayıda cep telefonu, propaganda malzemesi, haraç makbuzu, uçak bileti, rozet ile birlikte haraç yoluyla toplandığı belirlenen 50 bin Euro ve örgütün Almanya yapılanmasına ait listenin ele geçirildiği kaydedildi. Eyalet Polis Teşkilatı, ele geçirilen dokümanlar sayesinde yasadışı PKK terör örgütünün mali yapısı konusunda önemli bilgilere ulaşıldığını açıkladı. Bu arada, PKK’nın Almanya’nın çeşitli kentlerinde özel otomobillerin yakılması, caddelerin trafiğe kapatılması, işyerlerinin camlarının kırılması türünden kamu düzenini bozmaya yönelik eylemlerine Alman kamuoyu sert tepki gösteriyor. Financial Times Deutschland Gazetesi’nde yayınlanan bir yorumda (22 Nisan 2007); “PKK terörü, Avrupa ülkeleri için ciddi sorun teşkil ediyor. AB’nin terör örgütleri listesinde yer almasına rağmen PKK’nın Avrupa’da uygun faaliyet alanı bulması, örgüte karşı pasif tutum içinde olunmasından kaynaklanıyor. Terörün, Avrupa’nın güvenliğine yönelik en büyük tehlike oluşturduğu bir dönemde, eğer Avrupa ülkeleri PKK terörüyle ilgilenmez ise, kendilerini önemli bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya bulacaklardır. PKK mafyası, 1990'lı yıllarda örgütün taraftarlarını Avrupa'ya yasa dışı yollardan sokmasıyla oluşmuştur. PKK, bugün Kuzey Irak'tan Paris, Berlin ve Londra'ya ulaşan bir organize suç örgütü haline gelmiştir. PKK, sadece kamu düzenini bozmakla kalmıyor, aynı zamanda Avrupa’da uyuşturucu ticareti, kara para aklama, haraç alma, çocuk kaçırma, şantaj gibi yasa dışı yollardan maddi kaynak temin ediyor. İngiliz makamlarına göre PKK, AB'ne Doğu'dan gelen eroin maddesinin yüzde 60'ını kontrol ediyor. Avrupa, Türkiye'nin PKK terörüne karşı verdiği mücadeleye destek olmazsa, örgütün finansman kaynaklarının kurutulmasına yönelik işbirliği yapmazsa, sonuçlarına acı bir şekilde katlanmak zorunda kalacaktır. Bugün bazı Avrupa ülkelerinde yaşanan PKK’nın sokak terörü de bunun önemli işaretlerini veriyor” denildi. Almanya’da PKK’ya yönelik operasyon, ülkede faaliyet gösteren örgüt kadroları ve yandaşlarında şok etkisi yaratırken, Belçika’nın da PKK eylemlerine maddi destek verdiği ve örgütün faaliyetlerine katıldığı belirlenen ailelere yönelik sınır dışı uygulaması başlattığı belirlendi. PKK’nın yayın organlarına yansıyan habere göre, Belçika İltica Mahkemesi, Brüksel’de yaşayan Cevat Aktaş ve ailesinin, “PKK’nın eylemlerine katıldıkları ve örgüte maddi destek sağladıkları” gerekçesiyle Türkiye’ye sınır dışı edilmeleri yönünde karar aldı. Cevat Aktaş’ın, “Türkiye’de Kürtlerin kötü muamele gördükleri” yönündeki suçlamasını değerlendiren Mahkeme Başkanı’nın, “Türkiye’de Kürtlerin iyi şartlarda yaşadıkları ve her türlü hakka sahip olduklarını” vurguladığı ve sınır dışı kararının en kısa zamanda uygulanacağını açıkladığı kaydedildi. Avrupa’nın çeşitli kentlerinde milyonlarca genci zehirleyerek dağdaki militanlarını besleyen PKK, örgüte haraç vermeyi kabul etmeyen çok sayıda Kürt ailenin çocuğunu da Kuzey Irak’taki Kandil Dağı’na kaçırdı. PKK haracı mağduru binlerce Kürt, Avrupa’lı yetkililerin, hangi isim altında olursa olsun, PKK için Avrupa’nın sığınılacak bir mekan olmasına izin vermemelerini, şiddet eylemleri ve silahların alımı için Avrupa’daki para kaynaklarını en üst düzeyde devreye sokan PKK’ya karşı gerekli tedbirleri, Almanya örneğinde olduğu gibi almalarını bekliyor. Nail Amudi Nail Amudi
  24. PKK’DA “ŞAHİNLER” VE “GÜVERCİNLER”İN RANT KAVGASI!.. Ateşkes kararına rağmen şiddet eylemlerini sürdürmesi nedeniyle Avrupa ülkelerinin yanı sıra, Suriye, İran ve Türkiye’de örgüte yönelik operasyonların aralıksız sürmesi sonucunda köşeye sıkışan PKK’da toplu kaçışlar, intiharlar artarak sürerken, örgütün Avrupa, Ortadoğu ve Türkiye alanındaki “liderlik/rant kavgası” da boyutlandı. Örgüte yakın çevreler, geçen ay Kuzey Irak’ta gerçekleştirilen 5.Genel Kurul'da Murat Karayılan ile Ali Haydar Kaytan, Fehman Hüseyin, Mustafa Karasu ve Duran Kalkan arasında yaşanan liderlik savaşının, Türkiye ve Suriyeli kadrolar arasında iktidar mücadelesine dönüştüğünü, örgüt içerisinde “güvercinler-şahinler” arasında da “ateşkes” ve “silahlı eylemlerin tırmandırılması” konusunda görüş ayrılıklarının yaşandığını belirtiyorlar. PKK’nın, Irak’ın kuzeyini üs haline getirmesi ve buradan Türkiye’ye yönelik şiddet eylemlerini sürdürmesi nedeniyle, “sınır ötesi operasyon” tartışmalarının gündeme gelmesi nedeniyle, Iraklı Kürtlerin PKK’ya karşı cephe almaya başladıkları ve örgütten kaçışların, toplu intiharların, infazların had safhaya ulaştığı bir dönemde, Kandil Dağı’nda Murat Karayılan ile Fehman Hüseyin, Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan, Mustafa Karasu arasında yaşanan liderlik/rant kavgasına, Avrupa alanından Remzi Kartal, Zübeyir Aydar, Ali Rıza Altun, Canan Kurtyılmaz, Nedim Seven’in yanı sıra, Türkiye’den Sabri Ok’un da dahil olmasıyla, “Abdullah Öcalan’ın PKK üzerindeki egemenliği sona mı erdi? Öcalan’ın halefi ve PKK’nın yeni patronu kim? PKK bölünüyor mu?” sorularının cevabı tartışılmaya başlandı. Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrasında PKK içerisinde liderlik ve örgüt politikasının belirlenmesi konusunda yaşanan anlaşmazlık, Osman Öcalan, Kani Yılmaz ve Nizamettin Taş’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda üst düzey sorumlunun örgütten ayrılmasıyla sonuçlanmıştı. Örgüt yönetimini ele geçiren Murat Karayılan’ın, örgütün yayın organlarının başına kendi adamlarını getirerek, İmralı Cezaevi’ndeki Abdullah Öcalan’ın açıklamalarına sansür uygulaması, Öcalan’ın geçmişteki kararlarını sorgulaması ve eleştirmesi, Kani Yılmaz ve Ramazan Topbaş’ı öldürtmesi, örgütün Avrupa sorumlusu Rıza Altun’u görevden alarak yerine Canan Kurtyılmaz’ı getirmesi, PKK’nın silahlı kanadının başındaki Suriye kökenli Fehman Hüseyin ve yandaşlarına yönelik kapsamlı bir tasfiyeye girişmesi, ateşkese rağmen eylem yapan kadrolardan özeleştiri isteyerek, onları pasif görevlere getirmesi, Türkiye’li kadroları örgütün stratejik noktalarına yerleştirmesi, hem Kandil, hem Türkiye, hem de Avrupa alanında Murat Karayılan’a yönelik tepkilerin tırmanmasına neden olmuştu. 5.Kongre öncesinde atağa geçen Murat Karayılan yandaşlarının, Murat Karayılan karşıtı cephede yer alan Ali Haydar Kaytan hakkında “Tecavüzcü Coşkun”, Fehman Hüseyin için “Suriye ajanı”, Duran Kalkan’a yönelik de “ölümcül bir hastalığa yakalandığı” yönünde söylentiler çıkarttıkları belirlendi. Ancak, örgüt içerisindeki asıl kıyametin, Murat Karayılan taraftarlarının Fehman Hüseyin’e yönelik “örgüt yönetiminin ateşkes kararına rağmen Türkiye’de çocukları ve kadınları dahi hedef alıyor, bu eylemleri Suriye’de öldürülen örgüt mensuplarının intikamını almak için yapıyor, özeleştiri vermeli ve HPG (silahlı kanat) Murat Karayılan’a bağlanmalı” şeklindeki yaklaşımlar sonrasında koptuğu ve Karayılan-Hüseyin arasında gerilen ipin kopma noktasına geldiği kaydedildi. Murat Karayılan ve karşıtları (Ali Haydar Kaytan, Duran Kalkan, Mustafa Karasu) arasındaki liderlik/rant savaşı bütün şiddetiyle sürerken, bu kavgadan yararlanan ve “tarafsız konumdaymış” gibi hareket eden Cemil Bayık’ın, “Abdullah Öcalan’dan sonra örgütü yönetmek benim hakkım” diyerek, Suriye ve Lübnan’daki örgüt kadrolarını toparlayıp, PKK’da öne çıkmaya çalışmasının da, kavganın boyutlanmasına neden olduğu belirtiliyor. Bu arada, Canan Kurtyılmaz ve Nedim Seven’in geçen ay Fransa’da tutuklanmaları sonrasında, ortaya çıkan boşluğun Zübeyir Aydar ve Remzi Kartal tarafından doldurulma çabaları ise, Kandil-Avrupa hattında yeni bir kavganın başlamasına neden oldu. Zübeyir Aydar ve Remzi Kartal’ın, yakalanan PKK sorumlularının yerine geçerek, Avrupa’da PKK’dan farklı bir siyasi oluşumun temsilcileri gibi davranmaları, Karayılan tarafından görevden alınan Rıza Altun ile birlikte hareket ederek, Kurtyılmaz ve Seven’in “Avrupa ülkelerinde şiddetin tırmandırılması yönündeki” politikalarına karşı çıkarak, gizli servislerle işbirliği yapmalarının Kandil’i kızdırdığı kaydedildi. Öte yandan, Abdullah Öcalan ile yakın temas içinde olan Sabri Ok’un da, örgüt yandaşlarının katıldığı toplantılarda, “Silahlı eylemlere dayalı politikaların iflas ettiği, Kandil’in gelişmeleri doğru okuyamadığı ve misyonunu tamamladığı, Avrupa alanında Rıza Altun, Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar’ın yıllardır örgütün rantını yediklerini, bu kişilerin kaçarak mücadeleye hizmet edemeyecekleri, biran önce Türkiye’ye gelmeleri ve gerektiğinde, kendisi gibi cezaevine girerek, gerçek anlamda davaya bağlılıklarını göstermeleri gerektiği, aksi halde bu kişilerin PKK veya Kürtler adına söz söyleme haklarının olamayacağı, Abdullah Öcalan’ın söylemlerinin ve uyarılarının dışına çıkılması durumunda davanın kaybedileceği” yönünde açıklamalar yapmasının, Kandil ve Avrupa’daki rahatsızlığa neden olduğuna işaret ediliyor. Kandil Dağı’nda PKK’ya hakim olmaya çalışan Murat Karayılan, cezaevinden çıktıktan sonra örgütün liderliğine soyunan Sabri Ok’u “yıllardır sürdürülen silahlı mücadelenin rantını yemek”le suçlarken, Abdullah Öcalan’ın desteğini arkasına alan Sabri Ok’un ise, silahlı mücadele yerine demokrasi alanına geçilmesi gerektiği, Kandil’in misyonunu tamamladığı, silahlı eylemlerin mücadeleye büyük zarar verdiği, örgütün silahtan arındırılarak yeniden yapılandırılması ve silahtan rant sağlayanların biran önce yönetimden uzaklaştırılmaları gerektiği yönündeki söylemleri dikkat çekiyor. Bu arada, PKK içinde yaşanan rant ve liderlik kavgasının, DTP’ne de sıçradığı, aralarında il başkanları ve yöneticilerinin de bulunduğu çok sayıda DTP üyesinin, “Abdullah Öcalan, PKK ile ilişkiler, şiddet politikası, Barzani’nin Türkiye’yi hedef alan açıklamaları, seçimlere bağımsız adaylarla gidilmesi, belediye çalışanlarından partinin seçim giderleri için zorla para alınması, seçimlere katılacak adayların PKK yönetimi tarafından belirlenmesi, DTP’nin diğer Kürt partiler ile ittifak yapma arayışları” gibi pek çok konuda, DTP Başkanı Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk ile ters düşerek, partiden topluca istifa etmeye başladıkları öğrenildi. İstifa edenlerin diğer Kürt oluşumlara yönelmelerinin ise, PKK ve DTP arasında yeni bir krize neden olduğu kaydedildi. Öte yandan, PKK içerisinde “liderlik ve rant kavgası” yaşandığına işaret eden Abdullah Öcalan’ın da, avukatları aracılığıyla Kandil’e gönderdiği bir mektupta, “halefi olarak Sabri Ok’u ilan ettiğini” vurgulayarak, örgüt kadrolarına yönelik önemli uyarılarda bulunduğu öne sürüldü. Abdullah Öcalan’ın mektubunda; “Demokratikleşmeyi esas alın dedim. Onlar şiddete, infazlara ve tasfiyeye yöneldi. Bunlar benimle oyun oynuyorlar. Koltuğa gelince, birbirlerinin gözünü çıkarıyorlar. Ancak basit bir demokratik çalışmayı dahi geliştiremiyorlar. Benim adıma hareket ettiğini, benim haklarımı savunduğunu iddia edenler, örgüte ait kurumları ele geçirmişler. Halkımızın cebinden alınan paralarla kurulan radyo, TV, gazeteleri ele geçiren bu kişiler, sesimi kısmayı bile denediler? Devlet bile bu aşağılık heriflerin durumuna düşmedi, benim sesimi kısmadı. Bana sansür uygulayan aşağılıklar mutlaka hesap verecekler. Rıza’dan Abbas’a, Cuma’dan Cemal’e, Fuat’tan Bahoz’a herkes hesap verecek. Çünkü bu komplo içimizde. Bu komplo Yunan komplosundan daha beter” diyerek, kendisini dışlamaya çalışanlara karşı tavrını sertleştireceği mesajını verdi. PKK yöneticilerinin, Mayıs ayı ile birlikte şiddetin tırmandırılacağı yönündeki açıklamaları sonrasında örgüte yönelik sınır ötesi operasyonun gündeme gelmesinin yanı sıra, İran, Suriye, Türkiye ve Avrupa ülkelerinde yoğun operasyonlar sonucunda önemli kayıplar vererek, finansman krizi yaşayan PKK’da, liderlik/rant kavgası, “Türkiyeli-Suriyeli”, “Bingöllü-Urfalı”, “şahinler-güvercinler”, “Kandil-İmralı-Avrupa-DTP”, “kadın-erkek” şeklinde yaşanan hizipleşmeler, kadınlara yönelik ahlak dışı uygulamalar, toplu kaçışların, intiharlar, teslim olmalar, örgütün dağılma sürecini hızlandırırken, Türkiye’de sorunların silahla çözülemeyeceği konusunda hem fikir olan Kürtlerin desteğini büyük oranda kaybettiği görülüyor. Nail Amudi Nail Amudi
  25. KONDA’NIN 50 BİN KİŞİLİK ANKETİ NE DİYOR? TÜRKİYE KAMUOYUNUN “KÜRT SORUNU” VE “TERÖR”E BAKIŞI!.. “Kürt Sorunu Yabancı Kışkırtmasıdır!..” Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan ve Tarhan Erdem yönetimindeki KONDA’nın 50 bin kişiyle yüz yüze gerçekleştirdiği “Biz Kimiz?” anketinin yankıları sürüyor. Türkiye’nin toplumsal yapısına ilişkin güvenilir rakamlara ulaşılması hedefiyle gerçekleştirilen anketi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının “Güneydoğu” ve “Kürt sorunu”nu nasıl algıladıkları ve sorunun çözümüne yönelik neler düşündüklerinin rakamlarla ortaya konulması bakımından önemli bir çalışma olarak nitelendiriyorum. Şöyle bir irdeleyecek olursak, ankete katılan yaklaşık 50 bin vatandaşla yüz yüze görüşülerek iki soru yöneltiliyor ve “evet” ya da “hayır” şeklinde cevap verilmesi isteniliyor. Halka yöneltilen birinci soru: Güneydoğu sorunu veya Kürt sorunuyla ilgili aşağıdaki görüşleri doğru mu, yanlış mı buluyorsunuz? İkinci soru ise; Güneydoğu sorunu veya Kürt sorununun çözümü için aşağıdaki politikaları doğru mu, yanlış mı buluyorsunuz? Araştırma sonuçları irdelendiğinde, Türkiye kamuoyunun Kürt sorununun nedenlerini önem sırasına göre şöyle sıraladığı görülüyor: 1.Yabancı devletlerin kışkırtması, 2.Kürtlerin ayrı devlet istemesi, 3.Genel Sorunların Kürtlerle ilgiymiş gibi gösterilmesi, 4.Kürtlerin kimlik sorunu, 5.Devletin Kürtlere farklı davranması. Burada dikkati çeken en önemli nokta ise, ankete katılan vatandaşların bu sıralamasının, PKK ve aynı çizgiyi izleyen parti ve oluşumların tezleriyle ters bir sıralama olması. PKK ve uzantısı siyasi oluşumlar, Kürt sorununun temel kaynağını “Kürt kimliğinin tanınmaması” olarak ortaya koyuyorlar ve siyasal projelerini “bağımsız bir Kürt devleti” olarak tanımlıyorlar. Aynı çevreler, “Kürt sorununun yabancı devletlerin kışkırtması” şeklindeki görüşü ise tamamen reddediyorlar. Oysa, doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine Türkiye’de yaşayan vatandaşların algılaması, PKK ve uzantısı oluşumlarınkinin tam aksine, “Kürt sorununun en önemli nedeni olarak yabancı ülkelerin kışkırtması” şeklinde ortaya çıkıyor. Bu algılama aslında, önemli bir noktaya daha işaret ediyor; PKK ve uzantısı oluşumların Kürt sorunu bağlamında yürüttükleri propaganda ve söylemler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından kabul görmüyor. Anket sonuçlarında dikkatleri çeken bir başka yön ise, Türkiye kamuoyu, sorunun çözülmesi için terörün mutlaka yok edilmesi gerektiğini düşünüyor. Yüzde 90 gibi ezici bir oranda kabul gören bu görüşün, çözüm için atılması gereken ilk adım olarak algılanması yanlış olmaz diye düşünüyor ve eklemek istiyorum; PKK ve uzantısı siyasi oluşumların “ateşkes, barış, kardeşlik” söylemlerinin gerçeği yansıtmadığı, son dönemde yaşanan şiddet olayları ve mayınlama eylemleriyle bir kere daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bir elde silah, diğer elde zeytin dalı dolaşmak gerçekçi değil. Daha önce de defalarca vurguladığım üzere, sorunun çözümünün ön koşulu, “PKK’nın silah bırakması”dır. Yine, anket sonuçları irdelediğinde, ana dili Kürtçe olanların oranı yüzde 12; nüfus projeksiyonuyla yüzde 15; “Ben Kürdüm diyenler” ise yüzde 9’dur. Dahası var: Türkiye’de yaşayan Kürtlerin yarısı, ülkenin batı illerinde yaşıyor. Türk-Kürt evlenmesinden doğan 3 milyon insan var. Ekonomik gelişme doğudan batıya iş gücü göçünü, batıdan doğuya da sermaye ve organizasyon göçünü gerektiriyor. Böyle bir sosyal vakıa ortadayken, nasıl ülkeyi ayırıp ayrı bir “ulus”tan bahsedilebilir ki? Kürt milliyetçileri şoven bir duyguyla bu sosyolojik gerçeği görmüyor ya da zorla, şiddetle bunu değiştirmek istiyor. Ama Türkiye’de yaşayan halk, bu gerçeği görüyor ve benimsiyor. KONDA’nın kapsamlı araştırmasına göre, Kürtlerin sadece yüzde 38’i Kürt milliyetçiliğine, DTP’ne oy veriyor. Batı illerimizdeki Kürtlerde bu oran dörtte birden aşağıya doğru iniyor. Türkiye’de geri çevrilemez bir “sosyolojik entegrasyon” yaşanıyor. Pan-Kürdist milliyetçilik de, Kürtçü veya Kürtçü etnik milliyetçilikler de artık bu sosyolojik gerçeğe aykırı hareket ettiklerini anlamalılar. Terörle bir türlü hesaplaşamayan Kürt aydın ve siyasetçileri artık harekete geçmek zorundalar. Hala mahçup bir biçimde PKK’nın şiddet eylemlerini mazur görmekten, teröristlere “gerilla” demekten vazgeçmeliler. Bazen Öcalan’a “Sayın Öcalan” denilerek, bazen de haklı haksız, suçlu suçsuz ayrımı yapılmaksızın yapılan barış ya da ateşkes çağrılarıyla, “savaş bitsin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın” gibi klişe lafların ötesine geçmeliler. Bugün Türkiye’de kimsenin tarafgir bir “tarafsızlık” tutumu takınmaya hakkı yok. Yok olmamak için çırpınan terör, Türkiye’nin sorunlarının çözümü için adımlar atılmasının önündeki en büyük engel. Şiddet eylemleriyle rejimi provoke etmeye, Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştırmaya çalışıyor. Böyle bir düşman karşısında Türkiye’de yaşayan hiç kimse tarafsız kalmamalı. Sebebi, kaynağı, tarihi geçmişi ne olursa olsun, PKK şiddetine karşı herkes yüksek sesle haykırmalı. Taraf olmazsanız “çözüm” adına konuşma hakkını kaybedersiniz. Böyle bir sözde tarafsızlığın bölgedeki sorunların çözümüne herhangi bir katkı yapabilmesi, kimseyi ikna edebilmesi mümkün olamaz. Nail Amudi Nail Amudi

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.