nail_amudi tarafından postalanan herşey
-
“ZAFER” İŞARETİ DEĞİL, EVLADINA KAVUŞMA SEVİNCİ!..
“ZAFER” İŞARETİ DEĞİL, EVLADINA KAVUŞMA SEVİNCİ!.. DAĞDAN İNME SÜRECİNİN ÖNÜNE TAŞ KOYANLARI ANALAR AFFETMEZ!.. HABUR’DA ŞOV YAPANLAR, AVRUPA’DAN GELENLERİ KARŞILARKEN “SESSİZ ÇOĞUNLUĞUN” ÖFKESİNİ DİKKATE ALIRLAR VE AYNI HATALI TAVRI TEKRARLAMAZLAR!.. Süreç nereye gidiyor?.. PKK'nın DTP bünyesine girmesine gidiyor. Şu anda PKK'nın söyleyip de DTP'nin söyleyemediği bir şey var mı?.. Bölgeyi "Kürdistan" diye nitelemek dahil. "Mahalli seçimler Kürdistan'ın haritasını çizdi" sözünü bir DTP milletvekili söyledi. DTP'ye yönelik hukuki bir yaptırım mı uygulanıyor? Anayasa Mahkemesi'ndeki kapatma davası dahil, davalar kadük olma yolunda değil mi? Evet, PKK'nın hayat alanı bitti. Amerika tarafından, PKK lider kadrosu uyuşturucu şebekesinin liderleri olarak tanımlandı. Avrupa da o yolda ilerliyor. Zaten İran, Suriye ve Irak (Bağdat yönetimi ve Iraklı Kürtler) PKK’nın tasfiyesi konusunda hem fikir. PKK için terör yolu kaldı mı?.. Kalmadı. Şimdi dağa çıkan çocuklar, süklüm püklüm değil de, "onur"larıyla oradan indirilmeye çalışılıyor. Onun için "teslim olma" yerine "barış adamı" payesi veriliyor. Olsun elma şekeri her zaman iyi bir rehabilitasyon aracıdır. Yeter ki, dağdan insinler ve DTP saflarında siyaset yapsınlar. Dağdan inenler, Meclis'e gelip, DTP kürsüsünden hitap etmek istemekteymişler. Bu arada Meclis Başkanı ile de görüşmeyi arzu etmekteymişler. Olsun, ne olacak? Zaten DTP orada değil mi? Emine Ayna'dan daha fazlasını söylemeyeceklerine eminim. Bu memleket hepsine şerbetli hale geldi. Öcalan çıksa DTP ya da "Partiye bilmem ne..."nin başına geçse, sorun olmaz. Oy oranı yüzde 5-6'nın üstüne mi çıkar sanıyorsunuz? Hayır. Fakat benim dikkatimi çeken ve çok merak ettiğim birkaç hususu daha sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim. PKK’lılar teslim olmaya bilmem kaç bin dolarlık ciplerle gelmişler Habur'a... Müthiş para yapmışlar demek ki... Dağda üretim müthiş! Ne üretip sattılar da aldılar bu cipleri acaba? İronik! Abdullah Öcalan'ın bir serveti var mı, ne dersiniz?... Karayılan kaç ağa eder?.. Avrupa'daki PKK'lıların serveti ölçülebilecek boyutta mıdır?.. PKK'nın biriktirdiği servet, dağdaki, diyelim 5-6 bin militan arasında pay edilecek midir PKK dağılınca? Ne sorular değil mi?.. Onlar "onur" derdinde ben bölüşülecek paradan bahsediyorum. PKK-DTP, süreci baltalamanın ve tıkamanın yolunu arıyor. Böyle olunca kapsamlı bir pişmanlık yasası çıkarılması, koruculuk sisteminin kaldırılması gibi atılacak adımların da önünü tıkıyor. PKK ve uzantısı DTP’nin, Türkiye kamuoyunun duyarlılıklarını provoke ederek, sadece dağdan inmek için bekleyenlerin değil, onların analarının, babalarının yanı sıra, yıllar önce PKK şiddeti nedeniyle Mahmur’a göç etmek zorunda kalmış binlerce vatandaşın da dönüş yoluna mayın döşüyor. Habur’dan başlayarak Diyarbakır’da devam eden olaylar tamamen tahrik ve provokasyon unsuru taşımaktadır. Bütün iyi niyet ve olumlu beklentilerle ters düşmektedir. Bu noktada şuna da vurgu yapmak şart. Ahmet Türk’ün bugün basına yansıyan “Eğer Türkiye kamuoyunda oluşan tepkileri önemsemezsek, demokratik açılım sürecinin önünü tıkarız” sözlerine, bence başta PKK yönetimi olmak üzere, DTP’liler ve Kürt aydın-siyasetçileri kulak vermeli. Zira, ateşle oynayan ateşin içinde yanar. PKK-DTP-İmralı, tahrik etmeden, şov yapmadan, ucuz ajitasyonlarla prim yapmaya çalışmadan bu işi halletmeleri gerekiyor. Yoksa, ortada ne açılım ne de süreç kalır. Bu işte en sahici olanlar kim mi dersiniz?.. Bence analar. "Bir oğlum dağda, bir oğlum hapiste..." diyen analar var ya... İşte onların yüreği pır pır ediyordur şimdi... O zafer işaretleri PKK için mi? Sanmam. Evladına kavuşma sevincidir o. Bence PKK o analardan korksun. Zira, evlatlarının dağdan inmelerine ramak kala, bu süreci engelleyenlerden en büyük hesabı bu analar soracaktır. SON SÖZ… Sürecin önünün tıkanmaması için, Habur’da şov yaparak “Sessiz Çoğunluğu” öfkelendirenler, umarım Avrupa’dan gelenleri karşılarken aynı hatalı tavrı tekrar etmezler… Nail Amudi
-
POPÜLİST ŞOVLAR DEMOKRATİK AÇILIM SÜRECİNİ ZORA SOKAR!..
POPÜLİST ŞOVLAR DEMOKRATİK AÇILIM SÜRECİNİ ZORA SOKAR!.. “İMRALI-KANDİL-DTP” ÜÇLÜSÜ, AİLELERİN, DAĞLARIN VE MÜLTECİ KAMPLARINDAKİLERİN BEKLENTİLERİ BOŞA ÇIKARMAMALI VE TÜRKİYE KAMUOYUNUN DUYARLILIKLARINI DİKKATE ALMALIDIR!.. KÜRT AİLELER, ÇOCUKLARININ DAĞDAN İNMESİ SÜRECİNİN ÖNÜNÜ KESENLERDEN HESAP SORACAKTIR!.. Teslim olan 34 PKK’lı törenlerle kahramanlar(!) gibi karşılanıyor, otobüsler üzerinde zafer turları atılıyor, kutlamalar yapılıyor. Merak ediyorum, bunlar neyi kutluyorlar?.. Neyin turunu atıyorlar?.. Hangi zaferden söz ediyorlar?.. Zannedersiniz ki, büyük bir marifet yapmış geri dönüyorlar. Bakınız, şunu hemen tespit etmekte yarar görüyorum. PKK denilen kanlı örgüt, çoğunluğu Kürt olmak üzere onbinlerce insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olmuş, Kürtlerin demokrasinin ve ekonominin nimetlerinden yararlanmasının en büyük engelini oluşturmuştur. Bugün gelinen noktada, ABD, Avrupa ve bölge ülkeleri tarafından yalnızlığa mahkûm edilen PKK silahlı mücadeleyi kaybetmiş, “terör örgütü” kimliğinin yanı sıra, “uyuşturucu ticareti, insan kaçakçılığı, haraç, kara para, çocuk kaçırma vb” organize suç örgütü kimliğiyle de mutlaka “yok edilmesi gereken örgüt” olarak ilan edilmiştir. ABD, daha önce terör örgütleri listesinde ilk sıraya koyduğu PKK’nın, yönetici kadrolarını da “uyuşturucu” kaçakçısı ilan ederek, yakalanmaları yönünde harekete geçmiştir. Düne kadar PKK’ya duygusal yaklaşan Avrupa ülkeleri ise, örgütün terörist kimliğinin idrakine vararak, ardı arkası kesilmeyen operasyonlarla örgütün Avrupa’daki yönetici kadrolarını birer birer yakalayarak cezaevine koymuş ve PKK’nın “uyuşturucu, haraç” gibi finansman kaynaklarını kurutma konusunda kararlı olduğunu net bir şekilde göstermişlerdir. Yıllarca PKK’yı Türkiye’ye karşı kullanarak çıkar sağlayabileceğini düşünen Suriye, İran ve Irak (Irak yönetimi ve Iraklı Kürtler), örgütün “ayrılıkçı” ve “taşeron” niteliğinin farkına vararak, PKK’nın bitirilmesi konusunda Türkiye ile etkili bir mücadele konusunda en üst düzeyde işbirliğine girmişler, İran Ordusu iki günde bir Kandil’i bombalarken, ülkesindeki örgüt mensuplarına aralıksız operasyonlar düzenlerken, Suriye’de yakaladığı PKK’lıları Türkiye’ye iade ederek, bu konudaki samimiyetini ortaya koymuştur. Neyse uzatmayayım… Zafer nutukları(!) atarak bu hezimetini gizlemeye çalışan PKK, kaybetmiştir... Yolun sonuna gelmiştir… Örgütün lideri İmralı Cezaevi’nde ömür boyu hapse mahkûmdur. Halen hayatta olması ise, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin insafına bağlıdır. Dağdan inenlere kucak açılmasını ise, Türkiye’de yaşayan sağduyu sahibi insanlarca, dağdakilerin ailelerinin ‘Artık kan akmaması, gençlerin ölmemesi, birlikte yaşama iradesinin devam etmesi’ yönündeki taleplerine bir şans verilmesi arzusundandır diye düşünüyorum. PKK ve uzantısı DTP’nin buradaki amacı üzüm yemek mi, yoksa bağcıyı dövmek mi, onu iyi anlamak gerekiyor. Dağdan inen PKK’lılara yapılan karşılama, Türkiye’de sağduyu sahibi herkesi rahatsız etmiştir. Eğer 34 kişinin gelişi, Habur önüne binlerce insanı yığıp, PKK sembolleri ve Abdullah’ın posterlerinin açılarak gösteriye dönüştürülmeseydi sürece katkı olarak görülebilirdi. Türkiye’nin bundan sonra kapsamlı yeni adımlar atmasının önünü açar, yeni geleceklerin sınırdan geçişini rahatlatırdı. PKK, süreci desteklemek yerine kösteklemenin yolunu arıyor. Böyle olunca kapsamlı bir pişmanlık yasası çıkarılması, koruculuk sisteminin kaldırılması gibi atılacak adımların da önünü tıkıyor. Dağdakilerin yanı sıra, yıllar önce PKK nedeniyle Mahmur’a göç etmek zorunda kalmış binlerce vatandaşın dönüş yoluna da mayın döşüyor. Devletin, kendilerine gösterdiği hassasiyeti, aynı oranda DTP göstermiyor. DTP işi “şov havasına dönüştüreceğim” diye siyasi parti kimliğini yok etti ve terör örgütü PKK’nın sözcüsü olduğunu net bir şekilde ortaya koydu. Bu durum DTP’nin bundan sonraki muhataplığını tehlikeye sokmuştur ve sürece önemli bir darbe vurmuştur. PKK-DTP’nin bu tavrı, demokratik açılım sürecini sabote etme girişimine dönüştürülmüştür. Kürt ailelerin beklentilerini boşa çıkarmış, dağlardaki gençlerin evlerine dönüşlerini zora sokmuştur. Son olaylar tamamen tahrik ve provokasyon unsuru taşımaktadır. Bütün iyi niyet ve olumlu beklentilerle ters düşmektedir. Dünyanın her yerinde teröristler teslim olurlar, teslim alınırlar. Ama hiçbirinde onlara böyle şölen, tören, zafer turları düzenlenmez. Dağdan inen insin, teslim olan olsun. Ancak, bunu yaparken Türkiye’de yaşayan milletin acısıyla, gururuyla, duygularıyla oynanmasın. Bu noktada şuna da vurgu yapmak şart. Ahmet Türk’ün “Devlet bir adım atarsa PKK on adım atar” diyor. Devlet, bu konudaki samimiyetini ve kararlılığını uygulamalarıyla gösteriyor. Bütün tahrik dolu açıklama ve ucuz ajitasyonlara rağmen, göstericilere yönelik soruşturma açılmaması ve gelenlerin hepsinin bir gün içinde serbest bırakılmaları bile, tek başına bu samimiyetin bir göstergesidir. SON SÖZ… Demokratik açılım sürecinde İmralı-Kandil-DTP üçlüsü çok önemli bir sınav veriyor. Tahrik etmeden, şov yapmadan, ucuz ajitasyonlarla prim yapmaya çalışmadan bu işi halletmeleri gerekiyor. Çocuklarının evlerine dönmeleri için Habur’a koşan Kürt aileler ile Irak’taki kamplarda sefalet içinde yaşayan binlerce mültecinin beklentilerini boşa çıkaracak her türlü yaklaşımdan uzak durmalılar. Türkiye kamuoyunun duyarlılığını dikkate almalılar. Yoksa, ortada ne açılım ne de süreç kalır. Tabii o zaman da başta Kürtler olmak üzere, birlikte yaşama iradesini bugüne kadar kaybetmeyen sağduyu sahibi vatandaşlar, Irak’taki terör mağdurları, PKK-DTP-İmralı üçlüsünden bunun hesabını mutlaka soracaktır. Nail Amudi
-
DEMOKRATİK AÇILIMI SABOTE ETMEYE ÇALIŞANLAR KİMLER?
DEMOKRATİK AÇILIMI SABOTE ETMEYE ÇALIŞANLAR KİMLER? ATEŞLE OYNAMAK!.. KÜRTLERİ İÇERİDEN KEMİREN KURTÇUKLAR: PKK VE DTP!.. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un basın-yayın organlarına yansıyan açıklamasında net ve açık konuşuyor: “Türk Silahlı Kuvvetleri, teröristler var oldukça görevine devam edecektir!” Şimdi bu sözleri son gelişmeler çerçevesinde irdeleyelim… Bu açıklama ne anlama geliyor?.. Eğer PKK ve uzantıları barış istiyorlarsa tek çözüm yolu PKK’nın silah bırakmasıdır.. Peki, PKK ve uzantılarının bugünkü tavrı ne?.. PKK ve yandaşları hem silah bırakmaya yanaşmıyorlar hem de doymak bilmeyen bir canavar gibi her şeyi istiyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, yapılacak demokratik açılım bunları tatmin etmeyecek. Ne verirseniz verin daha fazlasını isteyecekler. Yani?.. Varlığını teröre borçlu olan PKK ve uzantıları, Kürt gençlerinin kanı üzerinden rant sağlamak ve saltanatlarını sürdürmek isteyeceklerdir. Bazı aydınlar ve gazeteciler diyorlar ki, “Demokratik açılım süreci sonunda Kürtlere demokratik haklar ve eşitlik verilecek…” Ama, “bunlar zaten var!..” Bazı önyargılı ve ezberci tayfanın itirazlarını duyar gibi oluyorum… Onun için kafalarda soru işaretleri kalmasın diye, “bunlar zaten var” cümlesini biraz açayım… Eğer öyle olmasaydı Kürt kökenli milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı, meclis başkanı, belediye başkanı, general, vali, emniyet müdürü, yargıç, savcı, doktor olabilir miydi?.. Hangi Kürt kökenli vatandaşın, yasal yönden öbür yurttaşlardan eksiği var?.. Güneydoğu Anadolu’da yaşayan yurttaşlar, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları gibi ülkenin her yerinde, her alanda, her konuda serbestçe faaliyet gösteremiyorlar mı?.. Seyahat, eğitim, ikamet, sağlık, yargı, basın vs. özgürlükleri yok mu?.. Anayasa önünde eşit değiller mi?.. T.C. Anayasası’nın 10.maddesi yeteri kadar açık değil mi?.. Yoksa açık da anlaşılmak mı istenmiyor? Kürt kökenli çocuklar okullara alınmıyorlar mı? İlkokul, lise, üniversitelere kayıtları yapılmıyor mu?.. Öyleyse diyorum ki, bunu inkâr edenler “yalancıdır, müfteridir!” Şöyle bir çevrenize bakın... Sanayide, ticarette, sanat ve eğlence dünyası dahil tüm sektörlerde zirveye tırmanmış Kürt kökenli vatandaşların ne kadar çok olduğunu göreceksiniz. Halen Maliye Bakanı olarak görev yapan Mehmet Şimşek’in “Ben de Kürt’üm” demesi sizce bir şey ifade etmiyor mu?.. Buna rağmen ayrılıkçılar, bölücüler, emperyalist güçlerle işbirliği yapanlar, Kürt gençlerinin kanlarıyla beslenen, onların üzerinden siyaset yapmaya çalışan teröristler, Kürtlerin her şeyden mahrum edildiklerini, hatta dillerini yazmaktan ve konuşmaktan bile mahrum bırakıldıklarını(!) ileri sürüyorlar. Kürt aydınlar ve siyasetçiler, Güneydoğu’daki feodal yapıya, ağalık düzenine karşı neden sessiz kalıyorlar?... Unutulmamalıdır ki, bölgedeki feodal yapı çökertilmedikçe bölge insanı ezilmekten kurtulamaz. Meşhur bir atasözü var; “Ağacın kurdu içinde olur…”. Evet, bugün Kürtleri ezen, mayınla-bombayla parçalayan, sömüren, kemiren kurtçuklar PKK ve DTP’dir. Etnik milliyetçilik söylemlerle Türkiye Devletini inkâr edip, milleti bölerek hak aradıklarını iddia eden PKK ve uzantıları, Türkiye’yi parçalamak isteyen emperyalist güçlerin maşasıdır! Bunların Kürtlerin haklarıyla falan bir ilgileri yoktur. Onların tek bir hedefi vardır: Yargılanarak ömür boyu hapse mahkum olan cezaevindeki Abdullah’ı kurtarmaktır! PKK=Abdullah, Abdullah=Dava! Varsa yoksa Abdullah’ın burun akıntısı, saçlarının uzunluğu, baş ağrısı, diş ağrısı, kadın ihtiyacı, plazma TV eksikliği, gazetesi vesaire… Peki, Kürtlerin, sosyal, ekonomik ve kültürel alandaki kalkınması, aşiret düzeni, töre cinayetleri, Diyarbakır sokaklarının altyapısı, işsiz gençler, fuhuş, uyuşturucu, sosyal adalet, din sömürünün engellenmesi, hurafelerle mücadele ve dolayısıyla demokrasinin nimetlerinden yararlanması için verilecek mücadele ne olacak?... Ne PKK’nın, ne de Abdullah, ne Osman’ın, ne de siyasi baronların (DTP) umurunda değil… Demokratik açılıma katkı yapması ve öncülük etmesi için göreve davet edilen DTP, “Öcalan’la anlaşmadan barış olmaz!” diyerek, gerçek niyetini ortaya koyarken, demokratik açılım sürecinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Abdullah’ın yakalanmasının üzerinden 10 yıl geçti. Abdullah 62 yaşına girdi. Hayatını cezaevindeki hücrede tamamlamak istemiyor. “Sorunu çözmek için işbirliğine hazırım” demesinin sebebi budur. “Türkiye’nin partisi olacağız” iddiasıyla ortaya çıkan DTP, etnik siyasete dayalı görüşün temsilcisi olarak Türkiye’nin Güneydoğusu’na sıkışıp kalmış bir parti olmaktan öteye geçememiştir. SON SÖZ… Ülkenin bütünlüğü elden giderse Anadolu etnik bir cehenneme dönüşür! Ateşle oynamak doğru değildir! Anadolu, etnik kaynaşmanın etnik ayrışmayı her zaman yendiği bir yerdir ve hep öyle kalmalıdır… Kürtler başta olmak üzere, Türkiye’de yaşayan sağduyu sahibi herkesin vakit çok geç olmadan idrak etmesi gereken tek gerçek de budur diye düşünüyorum. Nail Amudi
-
DEMOKRATİK AÇILIM SÜRECİNDE GAZETECİLER VE AYDINLAR!..
DEMOKRATİK AÇILIM SÜRECİNDE GAZETECİLER VE AYDINLAR!.. “Teröre Hizmet Değil, Halkın Huzur Ve Güvenliği İçin Çaba Göstermek, Demokrasinin Hizmetinde Olmak!..” Açılımcı piyasasına yeni katılanlar var; “biz kardeşiz, bölünmeyiz, kan akmasın, anneler ağlamasın, solcular da açılıma hemen katılsın” diyerek seçkin demokratlık yükseltiyorlar. Şimdi moda bu!.. Kan akmasın… Analar ağlamasın!.. Sanki kan aksın, analar ağlasın, Türk ile Kürt birbirini boğazlasın, 25 yıl süren terör sürsün, çözüm olmasın, barış gelmesin, demokratik açılımlar yapılmasın diyen var… Açılımcılar ayıp ediyor… Halkı aptal yerine koyuyor… Gerçeği saklıyorlar… Çatışmayı, ölmeyi, öldürmeyi isteyen, dileyen PKK ve siyasi uzantıları’dır. 25 yıl önce Abdullah Öcalan’ın başlattığı terör eylemleri, emperyalizmin Ortadoğu petrollerine sahip olmak için “böl-bağımlı yap-yönet” stratejisi uyarınca ABD, AB ve komşu ülkeler tarafından desteklendi, kayırıldı, gözetildi. Türkiye teröre onbinlerce insanını kurban verdi, binlercesi sakat kaldı… Terör, güneydoğu Anadolu başta olmak üzere, ülkemizin her yöresinde ağır tahriplere neden oldu. Terör nedeniyle köylerden, beldelerden, kasabalardan kentlere göçler yaşandı. Yoksulluk, işsizlik yükseldi…Doğruysa, terörün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ekonomik maliyeti 300 milyar dolar oldu. Başta Güneydoğu Anadolu olmak üzere Türkiye’nin sosyal ve ekonomik refahına büyük katkı sağlayacak GAP benzeri projeler aksadı, hatta bir ara durma noktasına geldi… Bütün bunların sorumlusu PKK’dır… Abdullah Öcalan’dır… PKK’nın başındakilerdir... PKK’nın siyasi uzantılarıdır… 40 bin kişinin ölümüne sebep olan devlet değildir, Türk ordusu da değildir. Açılımcılar, yazar Orhan Pamuk’un, Nobel Ödülü’nü almadan önce, belgesiz, kanıtsız sorumsuzca konuştuğu gibi, sanki 40 bin kişiyi öldüren, kanın akmasına, annelerin ağlamasına, babaların kahrolmasına, köylerin boşalmasına, yoksulluğun artmasına neden olan devletmiş gibi anlatıyorlar ve “gel özür dile, açılıma sen de katıl...” bezirgânlığı yapıyorlar. Açılımcı gazeteciler?!.. Açılımcı aydınlar?!.. Rol çalan artistler gibi... Gazetecinin ve aydınların görevi “açılım paketinin içinde ne var” bunu merak etmek, bulmak ve halka açıklamak, demokrasiye, gerçek anlamda barışa ve kardeşliğe hizmet etmektir. Gazetecinin ve aydınların görevi “Devlet Kürtleri ezdi, 40 bin kişi öldü, köyler boşaltıldı, barış yapalım, neye mal olursa olsun bu sorunu çözelim” yalan propagandasının aleti olmak, terörün sözcülüğünü yapmak değildir. Evet, gazetecinin ve aydınları görevi uyarmaktır, demokrasiye hizmettir… Mesele bugünden yarına bitmeyecektir… Bu bir süreçtir! Önemli olan önce silahların susmasıdır… Unutmayınız ki, bu ülkede terör nedeniyle yaşanan acılar çok, ama çok büyük ve de çok taze!.. Lütfen biraz sessizlik!.. Çok konuşarak ya da çok tartışarak sorunlar çözülmez, aksine içinden çıkılmaz bir durum alabilir. Eğer PKK, bir yandan “silahlı eylem yapmama” kararı aldığını söyleyip, diğer yandan da “her türlü savaş durumuna hazırız” diye tehdit etmek, başta mayınlama olmak üzere silahlı eylemlerini sürdürmek, medyanın gazına gelip konuşmak yerine kendilerinden beklenen makul ve mantıklı adımları süratle atarsa, diğer taraftan da vatandaşların kafasını karıştırıp, meşgul etmekten, karamsarlığa itmekten başka bir işe yaramayan konuşmalarıyla ve yazılarıyla gündem yaratmaya çalışanlar, biraz susup, çözümü uzmanlara bırakırlarsa, eminim Türkiye’de çok daha olumlu gelişmeler yaşanacaktır. Son söz… Türkiye’nin üniter, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti yapısına katkı sağlayan bir çözüm demokratik süreç içerisinde mutlaka ortaya konulmalıdır. Aksi durumda, herkes kaybedecektir… Emperyalizmin kışkırtmalarına rağmen, bugüne kadar “birlikte yaşama iradesi”ni kaybetmeyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, ülkenin iç dinamikleriyle bu sorunu çözebilecek güce ve kabiliyete sahip olduğuna inanıyor. Öyleyse, biraz sessizlik lütfen!.. Sözüm en başta aydınlara ve gazetecileredir… Nail Amudi
-
Etnik Milliyetçilik Yaparak Prim Yapamazsınız!..
Etnik Milliyetçilik Yaparak Prim Yapamazsınız!.. Türkiye, Birlikte Yaşama İradesini Hiçbir Zaman Kaybetmeyecek!..” PKK’nın “eylemsizlik” kararını uzatmasının yeterli olmadığını, “koşulsuz silah bırakması” gerektiğini vurgulayan Şerafettin Elçi, önceki gece Can Dündar’ın NTV’de sunduğu “Neden?” programında “etnik milliyetçilik” yaparak eleştirdiği PKK ve DTP’nden farklı bir çizgide olmadığını ortaya koydu. KADEP Başkanı Şerafettin Elçi; “PKK’nın eylemsizlik kararını uzatması yeterli değildir. Bu karar, silah bırakmaya dönüşmelidir. Elde silah durdukça yeniden çatışma ihtimali yüksektir. PKK saflarında silahlı çatışma yanlısı grupların olduğunu biliyoruz. PKK’lıların elinde silah bulundukça, ateşkes veya silahlı eylemleri durdurma söylemleri inandırıcı görülmemektedir. Kalıcı bir barış ve huzur ortamı için PKK, çok net ve kesin bilmeli ki, silahlı mücadele Türkiye’nin başını ağrıtsa da, daha çok Kürtlere zarar vermektedir. Bu nedenle PKK, koşulsuz silahlarını bir daha eline almamak üzere toprağa gömmeli ve silahlı kadrolarını Türkiye dışına çıkarmalıdır. Kürt meselesinin çözümüne yönelik açılımın önünü kesmemelidir. Günümüzde terörist örgüt damgası yiyen bir hareketin başarı şansı sıfırdır. PKK ile DTP aynı çizgidedir. Sadece Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasına koşullanmış bir politika izleyen PKK-DTP, Kürtleri temsil edemez. Çözümün tarafı olamaz” demişti. Programda yaptığı açıklamalarla Kürtler arasında taban bulamayan ve partisi için oy avcılığına soyunan Elçi, önümüzdeki süreçte Kürtler arasında yaşanacak cepheleşme ve yüzleşmenin de işaret fişeğini yakmış oldu. Ben asıl Şeraffetin Elçi’nin; “Kürtler kandırıldılar. Kürt sorunun çözümü federatif sistemdedir. Devletin kurucusu olarak Türkler ve Kürtler belirtilmelidir” sözlerini irdeleyerek, zaman zaman aynı paralelde açıklama yapan DTP’lilere cevap vermek istiyorum. Etnik milliyetçilik yaparak prim sağlamaya çalışan Şerafettin Elçi ve onun gibi düşünenler, tarihi gerçekleri çarpıtıyorlar. Kürtler konusunda önemli çalışmaları bulunan Batılı uzmanlardan David McDowall’a göre, Yavuz Sultan Selim zamanında kendi rızalarıyla Osmanlı’ya katılan Kürtler, genellikle kendi yaşadıkları Doğu Anadolu yöresinde Osmanlı Ordusuna hafif süvari olarak destek verdiler, küçük çaplı çatışmalarda önemli rol oynadılar. Sultan Abdülhamid, kendi adını vererek kurduğu “Hamidiye Alayları” ile Kürtleri bölgede önemli bir askeri güç haline getirdi. Hamidiye Alayları, özellikle Ermeni çetelerine karşı başarılar sağladı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında ise Rus işgaline karşı direndiler. Kürtler, Birinci Dünya Savaşı’nda genel olarak Osmanlı İmparatorluğu’na büyük bir sadakat gösterdiler. Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki Osmanlı Ordusu’nun büyük bölümü Kürtlerden oluşuyordu. (Claude Cahen, Osmanlılardan Sonra Anadolu, sf.100 vd)Kurtuluş Savaşı boyunca da durum değişmez. Ankara hükümetine karşı çıkan isyanlar, Kürt bölgelerine kıyasla Türk bölgelerinde daha fazladır. İranlı Kürt tarihi uzmanı Ali Rıza Şeyh Attar, durumu şöyle özetler: “Kürtler, Sevr’e gönül bağlayamazdı; Türk güçlerinin pan-İslamcı sloganları, köklü bir İslami inanca sahip Kürtler için İngilizler tarafından vaadedilen özerklikten daha cazipti.” (Kürtler, Bölgesel ve Bölge Dışı Güçler, s. 109) Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığında Kürtlerin sadakatinin farkındaydı ve daha önce Diyarbakır’da 16.Kolordu’da görev yaparken tanıdığı bu insanlara güveniyordu. 16 Haziran 1919’da Kazım Karabekir Paşa’ya yolladığı telgrafta; “Doğu vilayetleri halkının, Ermeni çetelerinin acımasızlığına ve taarruzlarına hedef olmuş, en büyük felaketi görmüş bir unsur olmak sıfatıyla, birlik ve fedakarlık lüzumunu en önce takdir ettikleri iftiharla görülmektedir. Bu sebeple ben Kürtleri de bir öz kardeş olarak bağrımıza basıp, tek bir milleti bir nokta etrafında birleştirmek ve bunu dünyaya Müdafaa-i Hukuku Milliye cemiyetleri vasıtasıyla göstermek karar ve azmindeyim.” Zaten Kürt aşiretleri de, “din ve vatan uğrunda açılacak mücadeleye katılmaya hazır olduklarını” Kazım Karabekir Paşa’ya açıkça bildirmişlerdir. Kürtleri, Milli Mücadele’ye kazandıran Atatürk, Hamidiye Alayları’ndan kalan Kürt milisleri önce Müdafaa-i Hukuku Milliye cemiyetlerine, sonra da düzenli orduya katmıştır. Urfa ve Maraş’ın düşman işgalinden kurtarılmasında çok önemli roller üstlenen Kürtler, İsmet Paşa’nın ifadesiyle “Milli Mücadele devamınca bu memleketin evlatlarına yakışır şekilde gayret gösterdiler.” Ancak Kürtlerin, içinde “bağımsız Kürdistan” kurmak isteyen küçük bir milliyetçi grup vardı. Başlarında Şerif Paşa’nın bulunduğu bu “Jön Kürtler”, düşman kuvvetlerle anlaşarak önce 1919’da Paris Konferansı, sonra 10 Ağustos 1920’deki Sevr Anlaşması’nda boy gösterdiler ve tarihte geçerlilik kazanmayan Sevr’e, “Kürt halklarının Türkiye’den bağımsızlık elde etmeleri” yönünde bir madde eklettiler. Ancak bu kadro, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Kürt liderler tarafından şiddetle kınandı. Erzurum, Erzincan, Van ve Diyarbakır’dan 30 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliği’ne, “Türklerin ve Kürtlerin, soy ve din itibariyle kardeş olduklarını ve hiçbir zaman ayrılıklarının düşünülemeyeceğini, Kürtlerin hiçbir zaman Türkiye’den bağımsız bir devlet olma taleplerinin bulunmadığını” vurgulayan protesto mektupları yolladı. Ahmet Arif, Mehmet Sıdık, Bediüzzaman Said Nursi, Kürtler adına yayınladıkları ortak bildiride, Sevr Anlaşması’nın kabul edilmediğini ve lanetlendiği belirterek, Kürtlerin ayrılık taleplerinin olmadığını vurguladılar. Kürt din alimleri de, Anadolu müftülerinin yayımladığı ve Milli Mücadele’de Atatürk’ün yanında olunduğu yönündeki fetvayı imzaladılar. Lozan görüşmeleri yapılırken Batılı devletlerin Kürtleri “azınlık” olarak göstermekte ısrar etmeleri üzerine ise, Kürt kökenli Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım 1922’de Meclis kürsüsüne çıkıp şöyle demişti: “Avrupalılar diyorlar ki, ‘Türkiye’de yaşayan akalliyetlerin (azınlıkların) en büyüğü, en kesretlisi (kalabalığı) Kürtlerdir.’ Bendeniz Kürdoğlu Kürdüm. Binaenaleyh, bir Kürt olarak sizi temin ederim ki, Kürtler hiçbir şey istemiyorlar. Biz Kürtler vaktiyle Avrupa’nın Sevr paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve bütün manasıyla bize hak vermek isteyenlere aynen iade ettik. Türk Milletinin bir ferdi olarak, Türklerle birlikte Devletimiz için kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemiyoruz.” Bir sonraki celsede ise, Diyarbakır, Van, Urfa, Siirt, Bitlis, Erzurum, Erzincan, Mardin, Muş, Kastamonu, Pozan, İzmir, Antep, Malatya milletvekillerinin hepsi şu cümlelerin altına imza attılar: “Türk, Kürt bir kütle-i vahidedir. Kürtler, hiçbir vakit Türkiye camiasından ayrılamaz ve bunu ayırmak için hiçbir kuvvetin gücü yetmez.” (Türk Parlamento Tarihi, II. Cilt, TBMM Yayınları, s.343) DTP lideri Ahmet Türk diyor ki, “Kuzey Irak’ta Kürtler, Saddam tarafından baskı altına alındıklarında dağlara veya Türkiye’ye kaçtılar… Güneydoğu Anadolu’daki şiddet olayları sırasında binlerce insan köylerinden göç etmek zorunda kaldı. Ancak bunlardan hiçbiri başka bir ülkeye kaçmadılar, dağlara da çıkmadılar. Göçmek zorunda kaldıklarında İstanbul’a, Mersin’e veya Antalya’ya gittiler. Bu durum, Türkiye’deki Kürt kökenli Türk vatandaşlarının burayı bir vatan olarak gördüklerinin ispatı değil midir?” (CNN Türk, Ankara Kulisi, 20 Haziran 2009) Yurtseverlik, kan ve ırk bağını değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çıkarlarını ön plana alır. Yurtseverlik, insanlarımızı Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Gürcü, Laz, Alevi, Sünni olarak değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak görür ve aralarında ayrım yapmaz. Yurtseverlik, ABD ve AB’ne, Türk düşmanı ya da dostu olarak değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarları bağlamında, eşitlik ve sosyal adalet ilkeleri çerçevesinde bakar. İster Türklük, ister Kürtlük duygusuyla olsun, Türkiye’de etnik çatışmayı körüklemek, Türkiye’ye büyük zarar verecektir. Dünyada etnik milliyetçiliğin marjinalleştiği toplumlarda; büyük kitlelerin ve kitle kuruluşlarının, aynı zamanda aydınların büyük çoğunluğunun o toplumlarda eski “çatışmacı” kültürleri aştıkları ve bu şekilde doğası itibariyle çatışmacı olan etnik milliyetçiliğin toplumdan “tecrit” edildiği görülecektir. Son söz… Anadolu, etnik kaynaşmanın etnik ayrışmayı her zaman yendiği bir yerdir ve hep öyle kalacaktır… Nail Amudi
-
ÖCALAN’IN ELİNDEKİ REHİN SİYASETÇİLER!..
ÖCALAN’IN ELİNDEKİ REHİN SİYASETÇİLER!.. SANAL PARTİ DTP, KÜRTLERİ TEMSİL ETMİYOR!.. DEMOKRATİK ÇÖZÜM SÜRECİNİ SABOTE EDENLERİ KÜRTLER AFFETMEYECEKTİR!.. Türkiye’de “Kürtlerin hayrına” bir gelişme varsa, yani DTP’lilerin o çok sevdikleri sözcükle “çözüm” ümidi ufukta göründüyse PKK boş durmaz, bu işi baltalamak için derhal ortaya çıkar. Evet, maalesef beni yanıltmadılar… Çözüme yönelik önemli gelişmelerin yaşandığı bir süreçte Eruh ve Çukurca’da askerlere yönelik kanlı eylemlerin yankıları daha bitmeden, bu defa da sivil-asker gözetmeksizin mayınlı eylemlere, bombalı saldırılara yöneldiler. “Demokratik eylem” adı altında vatandaşları güvenlik güçlerine karşı kışkırtarak “serhildan” (isyan) provaları yaparken, PKK’nın sözcülüğünü yapan DTP’liler ise çözümü sabote etmeye yönelik pervasızca açıklamaları birbiri ardına sıraladılar, sıralamaya da devam ediyorlar… Evet, PKK’ya “silah bırak” çağrısı yapan Kürt aydın ve siyasetçileri başta olmak üzere Türkiye kamuoyu, hatta uluslararası toplum, PKK-DTP ve Öcalan üçlüsüne “Devlet, Kürtlerin taleplerini dinlemeye başlamışken, ‘demokratik açılım’ gündemdeyken bunu nasıl yaparsınız?” diye soruyor… Aslında tam da bu yüzden “bunu” yapıyorlar zaten. Dolayısıyla hiç kimsenin şaşırmamış olması lazım. Kürt meselesinin çözümüne yönelik olarak devletin başlattığı ve kararlı bir şekilde sürdürüleceğinin işaretlerinin verildiği “demokratik açılım”a destek vermelerini bekleyen yoktu. Hem PKK hem de onun siyasi uzantısı sanal parti DTP, geçmişte olduğu gibi bugün de “Kürtlerin hayrına” olduğunu gördükleri bu gelişmeye karşı tavır almakta gecikmedi. PKK kanadı kan dökerek, karşı tarafı tahrik etmeye çalışarak, “eylemsizlik” kararı almasına rağmen mayınlama, bombalama ve pusu eylemlerini gerçekleştirerek bunu yaparken, DTP kanadı ise, imkansızı gündeme getirerek “Öcalan’ı muhatap almazsanız bölünmeyi düşünürüz” diyerek akıllarınca devleti tehdit ediyorlar. PKK’yı anladık. Nihayetinde bir terör örgütüdür ve akan kanın durması onun sonu demektir. Dolayısıyla “normalleşme”ye taraftar olmasını bekleyemezsiniz… Peki, kendilerinden çokça bahsedilen “aklı başında”(!) veya “vicdanlı”(!) DTP’liler nerelerde?.. İşte onlar “rehin”… Kimin elinde rehinler?.. Abdullah Öcalan’ın elinde… Hem DTP’nin hem de PKK’nın izlemekte olduğu politikaları “yattığı yerden” belirleyen Öcalan’dan söz ediyorum. DTP geçmişte de örgütün baskısındaydı. Öcalan’ın tasvip etmediği herhangi birinin yönetimde yer alması, vekil falan olması mümkün değildi. O zaman “örgüt siyaseti” adına müdahale vardı. Bugün ise Öcalan tamamen kendi kişisel talepleri adına rehin tutuyor DTP’yi. Üstelik artık “Öcalan’ın tecridi kaldırılsın” taleplerini de aşan beklentilere kapılmış görünüyor. Belki de pazarlığı yukarıdan başlatmak için böyle yapıyor, bilemiyorum. Ama DTP’nin bir “siyasal parti” olarak bütün siyasal taleplerini Öcalan’ın kişisel taleplerine rehin ettiği de bir gerçek. Nitekim Öcalan’ın son açıklamalarında DTP’lilere yönelik eleştirileri bunun somut göstergesidir diye düşünüyorum. İnanılır gibi değil ama gerçek bu… Türkiye’de siyasi bir parti olarak faaliyet gösterdiği ve Kürtlerin temsilcisi olduğu iddiasında olan DTP, ne yazık ki “sanal” bir parti olmaktan öteye geçememiştir. Aslında DTP’liler arasından ortaya çıkıp, “Kürt meselesinin çözümüne yönelik devletin başlattığı demokratik açılımı destekliyoruz. Kürtlerin refahı, huzuru ve güvenliği için akan kanın durması için elimizi taşın altına koymaya hazırız” demek isteyen çok kişi var gibi gözüküyor. Ama bunu ancak “Sayın Öcalan”ın(!) kişisel durumuyla ilgili talepleri devlet tarafından kaale alınırsa, söyleyebilirler. Böyle bir durum hiçbir zaman söz konusu olamayacağına ve kendileri de Öcalan’a karşı çıkmayı göze alamayacaklarına göre, DTP’lilerin Kürt meselesinin çözümüne yönelik demokratik açılıma destek vermeyecekleri ortadadır. O zaman herkesin şu gerçeğin idrakinde olması gerekir: DTP’lilerin “Akan kan dursun, eller tetikten çekilsin” demelerini bundan sonra hiç kimse ciddiye almayacaktır. Son söz… Sorun varsa acı vardır, üzüntü vardır, sıkıntı vardır, eziyet vardır. Çözüm varsa rahatlama vardır, huzur vardır, selamet vardır, mutluluk vardır. Çözümün karmaşıklığını, zorluğunu, meşakkatini, risklerini hafifletecek olan iradedir, kararlılıktır, iyi niyettir, samimiyettir, azimdir. Evet, irade varsa, kararlılık varsa, iyi niyet, samimiyet ve azim varsa, her şey hal yoluna konabilir, her engel aşılabilir. Nail Amudi
-
“OPERASYONLAR DURSUN, ASKER DAĞDAN ÇEKİLSİN!” SÖYLEMİ GERÇEKÇİ Mİ?..
“OPERASYONLAR DURSUN, ASKER DAĞDAN ÇEKİLSİN!” SÖYLEMİ GERÇEKÇİ Mİ?.. PKK, EYLEMSİZLİK KARARINA UYUYOR MU?.. PKK, KÜRT AYDIN VE SİYASETÇİLERİNE YÖNELİK CİNAYETLERİN HESABINI VERMEYECEK Mİ?.. Milliyet’ten Hasan Cemal, Radikal’den Cengiz Çandar geçtiğimiz hafta Güneydoğu Anadolu yollarındaki gezilerini tamamladılar ve son noktayı koyarken aynı tespiti yaptılar: “Şimdi ne yapılmalı? Parmakları tetikten çekerek, dağda silahların sustuğu bir ortamda ‘barış açılımı’na devam etmektir en iyisi...” Kürt meselesinin çözümüne yönelik tartışmaların yaşandığı süreçte en çok DTP tarafından dile getirilen bir öneri var: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK’lıların dolaştığı bölgelerde operasyon yapmaması…” Evet burada söylenen şey, askerin “dağdan çekilmesi”dir. “Eylemsizlik” kararına rağmen PKK kanlı eylemlerinin devam etmesi sonrasında ortalıkta şöyle bir iddia dolaşıyor; “Şu an dağda bulunan PKK’lıların daha çok Suriyeli gruplar ya da onların kontrolündekiler olduğu, bunların mevcut durumun devam etmesi için uğraştıkları, Kürt meselesinin çözümüne yönelik barış ve demokratikleşme sürecini sabote etmeye çalıştıkları…” Bu iddia doğru olsa da olmasa da devletin güvenlik güçlerinin, bunların dolaştıkları bölgelerden çekilmesini ve bu bölgeleri onların denetimine bırakmasını savunmak, duruma “demokratik açılım”ın ötesinde bir “savaş halinde barış görüşmeleri” mantığıyla bakmak anlamına gelir. Unutulmaması gereken bir gerçek vardır ki, dağda dolaşmak ve asayişi sağlamakla yükümlü olanlar güvenlik güçleridir. Eğer PKK’nın “eylemsizlik kararı” geçerliyse, örgüt mensuplarının o bölgelerden süratle çekilmeleri gerekir. Bunun yanına, bugün kamuoyunun gözden uzak tuttuğu, daha doğrusu PKK’nın başta Kürtler olmak üzere toplumun dimağından silmeye çalıştığı, özellikle 90’lı yıllarda ve sonrasında devam eden süreçte Güneydoğu Anadolu’da işlenmiş faili meçhul cinayetlerin dosyalarının açılmış olmasını da eklemek gerekiyor. Söz konusu kanlı dönemde, PKK denetim altına alamadığı birçok Kürt aydınını ve siyasetçisini ortadan kaldırdı. Örgütün şiddet politikasına karşı çıkan ve silahlı mücadelenin Kürtlere zarar verdiğini savunanlara yönelik, örgüt içi infazların yanı sıra, Avrupa’da yaşayan bazı PKK muhalifi Kürtlere yönelik de infazlar gerçekleştirildiği unutulmamalı. (Hikmet Fidan, Kani Yılmaz, Faruk Bozkurt, Kemale Sor, Siphan Rojhilat ilk akla gelenler…) Bugün faili meçhul cinayetlerin, itirafçıların ya da Hizbullah’ın işlediği cinayetlerin peşine düşüldüğü gibi aynı şekilde PKK’nın farklı görüşteki Kürtlere yönelik icraatlarının da takibinden vazgeçilmemelidir. Yine, PKK’nın, bölgedeki kanlı köy baskınlarında, aralarında bebeklerin, kadınların, imamların, öğretmenlerin de bulunduğu binlerce Kürdün öldürülmesi… Evet, eğer “dağdan indirme” planı ortaya çıktığında “affı olmayan” olayların içine PKK’nın bu cinayetleri de alınırsa ve bunların peşine inandırıcı bir şekilde düşülürse Kürtlere ciddi şekilde güven verilmiş olur. DTP ve “demokratik açılım”a katkıda bulunmak isteyen Kürt siyasetçiler ve aydınlar “operasyonlar dursun” yerine “PKK eylemsizlik kararına tam uysun” demek ve geçmişle hesaplaşmanın içine “Kürtlerin Kürtleri öldürmelerinin” de alınmasını istemek durumundadır. PKK elindeki silahları bırakmadığı veya en azından kadrolarını Türkiye topraklarından çekmediği müddetçe, ne kadar ateşkes(!), ne kadar eylemsizlik(!) ilan ederse etsin kan akmaya devam edecektir. Eğer PKK “kendini savunma” bahanesiyle gerçekleştirilen bu saldırılarla açılım sürecinde daha etkili ve güçlü olacağını sanıyorsa yanıldığını çok geçmeden anlayacaktır. Her şehit haberi, PKK’nın bir daha kolay kolay yakalayamayacağı bir fırsatı elinin tersiyle itmekte olduğunu bir kez daha gösteriyor. Birkaç kez yazdığım bir hususu burada tekrarlamak istiyorum: PKK’lılar “kayıtsız şartsız silah bırakma”ya hazır olduklarını ilan etmeleri ve bu konuda samimi olduklarını gösterecek bir-iki somut adım atmaları durumunda gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Son söz… Bir sorunun demokratik çözümünden söz ediyorsak adres TBMM’dir. İmralı değil! Kandil değil! Bir elde zeytin dalı, öteki elde silah olmaz. “Demokratik sabır” çözüm için tek yoldur. Nail Amudi
-
TÜRKİYE’DE KÜRTLER VE DTP ÜZERİNE!..
TÜRKİYE’DE KÜRTLER VE DTP ÜZERİNE!.. “PKK ve DTP, Kürtler Adına Konuşamaz!..” “Asli Unsur Kürtler, Gelecekleri İçin Türkiye’nin Üniter ve Demokratik Yapısına Sahip Çıkmalılar!..” Geçenlerde KONDA isimli saygın ve güvenilir bir araştırma şirketinin verileri yansıdı basın-yayın organlarına... KONDA’nın verilerine göre 2008 yılında yapılan araştırma sonucuna göre Türkiye’de yaşayan Kürtlerin oranı, çocuklar dahil, yüzde 15.7 olarak açıklandı. Evet, buradan hareketle siyasi formüller üretilebilir mi?.. Kürt milliyetçileri bunu yapıyor, ama Kürtlerin hepsi bu görüşte mi?.. Kürtlerin hepsi siyasi tercihlere mi sahip?.. Türkiye genelinde Kürt oranı yüzde 15.7, ama DTP’nin aldığı en yüksek oy ancak yüzde 5.7’dir. Yine KONDA’nın yaptığı araştırma sonuçlarına göre, İstanbul’da yaşayan Kürtlerin oranı yüzde 15’tir. Peki, DTP İstanbul’da ne kadar oy alıyor? Sadece yüzde 4... Öyleyse, her zaman sorduğum bir soruyu bir kere daha sormak istiyorum; PKK ve siyasi uzantısı DTP, bütün Kürtler adına konuşabilir mi?.. Kürtlerin tek temsilcisi olduklarını söyleyebilirler mi? Cevap veriyorum; Kesinlikle hayır. Araştırma sonuçlarını irdelemeye devam ediyorum… KONDA’ya göre, Türkiye’de kendisinin Kürt olduğunu ifade edenlerin yüzde 34’ü, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin dışında, yani tüm ülkeye yayılmış vaziyette. Büyük şehirlere göçen seküler Kürtler, Kürt kimliğini öne çıkarıyor ve çoğunlukla DTP’ye oy veriyorlar. Muhafazakâr olanlar ise, etnik kimliği değil, “birlikte yaşama iradesi”ni öne çıkararak, çoğunlukla DTP dışındaki diğer partilere oy veriyorlar. Eğer olaya sosyolojik açıdan bakarsak, göç, şüphesiz bir entegrasyon yaratıyor. Ama terörün durduğu 1999 yılından sonra da Batı’ya göç devam ediyor. Demek ki, olay “zorla göçürme” değildir. İyi hayat şartlarına duyulan özlem, dünyanın her yerinde gelişmiş yörelere göç eğilimi yaratır. KONDA’ya göre, batı illerine göçen Kürtlerin yarısı bundan memnundur. Araştırma verilerine göre, göç eden Kürtlerin beklentileri, zamanla daha bir yerleşecekler ve memnuniyetleri hızla artacaktır. Bence burada “varoş” sorunu önemlidir. Kürtlerin Mersin’de yüzde 72’si, İstanbul’da yüzde 22’si varoşlarda yaşıyor. Varoş, sosyal izolasyon ve siyasi radikalizm eğilimi yaratır. Nitekim, KONDA’dan aldığım verilere göre, 2009 büyükşehir belediye seçimlerinde DTP Mersin’de iki Kürtten birinin, İstanbul’da ise sadece beş Kürtten birinin oyunu alabilmiştir. “Kentsel dönüşüm” projeleri ve ekonomik hareketlilik geliştikçe, bu izolasyon kırılıp entegrasyon daha da güçlenecektir diye düşünüyorum. Dolayısıyla varoşlardaki kapalı dini cemaatlerin de çözüleceğini vurgulamak istiyorum. Yine KONDA’ya göre, Kürt nüfus oranı, istatistik dilinde “Ortadoğu Anadolu” denilen Hakkari, Van, Tunceli gibi 8 ilimizin bulunduğu yörede yüzde 79’dur. Bu oran; “Güneydoğu Anadolu” denilen Şırnak, Diyarbakır, Mardin gibi 9 ilimizin bulunduğu yörede yüzde 64, “Kuzeydoğu Anadolu” denilen Iğdır, Ağrı, Erzurum gibi 7 ilimizin bulunduğu yörede ise yüzde 32’dir. DTP’nin oyları ise, bu üç istatistiksel bölgeyi kapsayan Doğu Anadolu’da yüzde 22, Güneydoğu Anadolu’da ise yüzde 25’tir. DTP sadece Van, Batman, Diyarbakır, Şırnak ve Hakkâri’de yüzde 45’i geçebilmiştir. DTP dışındaki diğer partilerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki oy oranları yüzde 40 civarındadır. Burada şu da önemli: Bu bölgelerde de güçlü bir göç eğilimi var. Kürtlerin yüzde 60’ının bulunduğu yerde yaşamak istediği tek bölge Güneydoğu Anadolu’dur. Bu oran Kuzeydoğu ve Ortadoğu Anadolu bölgelerinde yüzde 35 civarına düşüyor. Kürtlerde çoğunluk göçmek veya “belirli şartlarda” göçmek istiyor. Peki, bunun anlamı nedir?.. Önce refah arzusudur bunun anlamı. Piyasa ekonomisi, şehirleşme, ulaştırma, hatta ekonomide “sermaye hasıla oranları” gibi teknik veriler; bunlar fevkalade önemli dinamiklerdir. Eğer ayırımcılık olsaydı, bu sosyal hareketlilik olmazdı. “Üniter devlet”in kıymetini bilelim. “Demokratik açılım”la da kültürel özgürlükler genişleyecektir, bunu yıllarca PKK terörünün mağduru Kürtler de istiyor haklı olarak. Aslında Güneydoğu sorununa sınıfsal açıdan da bakmak gerekir. Temel sorun Güneydoğu Anadolu’da süregelen feodal yapının ta kendisidir. Çözüm önerileri yapılırken Kürt aydın ve siyasetçiler, özellikle 30 yıldır çekilen acıları ve ekonomik bedeli unutmamalıdır. Kabul edilmesi olanaksız olan, ayağı yere basmayan (bölge meclisleri, federal yapı, özerklik, federasyon vs. gibi) fantezilere kapılmamalıdırlar. Bin yıldır birlikte yaşamış olan Türkler ve Kürtler emperyalist güçlerin çıkarlarına alet olmamalıdır. Temel değerlerimiz zedelenmeden farklı etnik kökenden gelen vatandaşlarımızın dillerini, kültürlerini ve geleneklerini geliştirmeleri desteklenmeli, bireysel haklarda Avrupa ülkelerindeki standartlar göz önünde bulundurulmalı. Kökenimiz ne olursa olsun, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin başlıca görevi, kan akmasını durdurmak, emperyalistlerin taşeronu haline gelen ve Kürt gençlerinin kanı üzerinden siyaset yapmaya çalışan PKK’ya karşı çıkmak ve gelecek kuşaklara güçlü, müreffeh, barış içinde el ele yaşanan bir ülkenin bugünden temellerini atmak olmalıdır. Son söz… Türkiye’nin ulusal ve toprak bütünlüğü; demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti ilkeleri; bireysel özgürlüklerin Avrupa ölçütünde genişletilmesi “demokratik açılım”ın ana parametreleri olmalıdır.
-
SİLAHLARIN GÖLGESİNDEN ÇIKAMAYAN DTP, ÇÖZÜMÜ SABOTE ETMEYE ÇALIŞIYOR!..
SİLAHLARIN GÖLGESİNDEN ÇIKAMAYAN DTP, ÇÖZÜMÜ SABOTE ETMEYE ÇALIŞIYOR!.. “Sorun Üretenler Nasıl Çözümün Muhatabı/Aktörü Olabilirler?..” Sorunu üreten faktörler arasında şartlar, aktörler, anlayışlar, politikalar, yöntemler gibi birçok husus sayılabilir. Şartlar aynıyken, aktörler aynıyken, millete bu acıyı yaşatanların anlayış ve zihniyeti aynıyken sorun da ortadan kalkmaz, çözüm de bulunamaz. Eğer bir çözümden bahsediliyorsa, şartların değişmiş olması gerekir. Ancak şartların değişmesi tek başına yeterli değildir. Asıl değişmiş olması gereken, temel yaklaşım ve perspektiftir. Bu acının yaşanmasına neden olan aktörlerin zihniyetleri ve zihniyet dünyası değişmeden, bunun ürünü olan politikalar da değişmez. Sorunu üreten aktörler duruyorsa, yani aynı etkinlikteyse yine çözümün önünü açmak zordur. Şimdi deniyor ki, sorunun tarafları işin içinde olmadan çözüme ulaşılamaz. Ben de diyorum ki, sorunu üretenler, bu millete bu acıyı yaşatanlar çözümün nasıl aktörü olsunlar? Eğer bugün çözüm imkanı konuşuluyorsa, ortada değişen şartlar, farklı bir konjonktür vardır ve en önemlisi bir zihniyet değişimi söz konusu olmalıdır. Sorunu kronikleştiren, acının yaşanmasına neden olan, işi içinden çıkılmaz hale getirenlerin böyle bir süreçte öne çıkartılması, ancak çözümsüzlükte ısrar etmek demektir. Elbette sorunun bir şekilde içinde yer alan kişi, örgüt veya siyasi uzantısı partilerin belli bir etki gücü vardır. Bunu göz ardı etmek, tüm faktörleri gerçekçi bir şekilde değerlendirmemek olur. Ancak çözüm sürecini tek bir faktöre endekslemek, çözüm iradesinin samimiyetini gölgeler. Devletin çözüm konusundaki kararlılığından rahatsızlık duyan DTP Milletvekili Emine Ayna, “Sorununun çözümü için Abdullah Öcalan ve PKK muhatap alınmalı” derken, bir yandan da “DTP’nin siyasi kimliği olmadığını ve örgütün ipoteği altında olduğunu” açıkça kamuoyuna ikrar ederek, çözüm sürecini sabote etmeye çalışıyor. Yine, örgütün televizyonuna konuşan Kandil sözcülerinden Nuriye Kespir, “Türk Başbakanı” ifadesini kullanarak, bilinçaltındaki gerçek niyeti, daha doğrusu Kandil’in “ayrılıkçılık”, “etnik milliyetçilik”, “üniter devlet”, “birliktelik”, “barış”, “kardeşlik” söylemlerindeki samimiyetsizliğini, yani “çözümsüzlük” ya da “çözüm sürecini sabote etmeye” yönelik bir yaklaşımı ortaya koyuyor. Son olarak PKK’nın basın-yayın organlarında yer alan açıklamasında deniliyor ki, “Dünyanın her yerinde ister ulusal bir sorun olsun ister bir toplumsal sorun olsun demokrasinin gereği sorunlar muhataplarıyla tartışılarak çözülür. Açıkça belirtelim ki sorunun muhatabını tanımamakla dünyanın hiçbir yerinde sorunlar çözülmediği gibi, Türkiye'de de Kürt sorunu çözülemez”. Peki, bugün Türkiye’de yaşayan Kürtlerin yaşadıkları sorunların muhatabı kimdir? Meseleye demokratik hak ve özgürlük canibinden de bakılsa, sosyo-ekonomik beklentiler açısından da bakılsa işin muhatabı; ne PKK’nın ipoteğinden kendisini kurtaramayan DTP, ne 30 yıllık süreçte gerçekleştirdiği şiddet eylemleriyle binlerce insanın ölümünden ve yaralanmasından sorumlu olan PKK, ne de ülkeyi bölmek, parçalamak suçundan ömür boyu hapse mahkûm olan İmralı Sakini Abdullah Öcalan’dır. Evet, sorunun asıl muhatabı Türk, Kürt, Laz, Arap, Süryani, Çerkes, Ermeni, Yahudi yani Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan tüm vatandaşları ile TBMM ve devletin demokratik kurumlarıdır. Bu talepleri ifade eden kişiler, kurumlar, sivil toplum örgütleri, partiler elbette bu meselenin gündeme taşınmasında, siyasetin konusu yapılmasında etkili olması gereken aktörlerdir. Herkes, çözüm sürecine yapıcı bir katkıda bulunmak isteyebilir, etkili olduğu kesimler üzerinde bir rol de oynayabilir. Bunu küçümsemek veya göz ardı etmek ancak siyasi bir söylem olur. Eğer meseleye terör açısından bakılırsa PKK sorunun zaten ta kendisidir. PKK'nın ve siyasi uzantısı DTP’nin Abdullah Öcalan'ı muhatap pozisyonuna oturtmaya çalışması, hem yanlıştır, hem de gerçekçi değildir. Abdullah Öcalan'ın PKK ve onun siyasi uzantıları ilgili konularda bir etki gücü olduğu şüphesizdir. Bu süreçte kendi çapında bir rol oynamak da istiyor olabilir. Ancak Kürt meselesinin çözümünde temsilci, sözcü, muhatap gibi bir konuma oturtulmaya çalışılması fevkalade yanlıştır. Adeta meseleyi bir sorunu çözmeye değil, bir kişiyi kurtarmaya dönüştürme gayreti içine girmektir. Böyle bir fırsatçılık, aynı zamanda asıl niyetleri de açık eder. Türkiye, kendi iç dinamikleri ve iradesiyle demokratikleşme yolunda açılımlar yaptı, daha da yapacaktır. Bunları, uluslararası toplum tarafından terör örgütü kabul edilen PKK veya siyasi temsilcileri veya ömür boyu mahkum bir şahıs istiyor diye değil, demokrasinin standartlarının yükseltilmesi için yapmıştır, yapmaya da devam edecektir. Ama bildiğim bir şey varsa, o da; devletin muhatap almayacağı tek kesim; Kürtlerin tek temsilcisiymiş gibi hareket eden, onların demokrasinin nimetlerinden yararlanması yerine ömür boyu hapse mahkum olmuş bir şahsın hapisten kurtarılması” üzerine politika izleyerek, demokratik sistemin kendilerine yüklediği siyasi misyonu hiçe sayan, muhatap diye bir terör örgütünü ve onun liderini gösterecek kadar aymazlık içinde olan, silahların gölgesinden kendisini kurtaramayan DTP’dir. Son söz… PKK ve siyasi uzantıları zafer kazanmış(!) edalarından, şantaj ve tehditten, Abdullah Öcalan'ın muhatap alınması talebi gibi olmayacak dualara amin demekten vazgeçmelidir. Çözüm sürecini Öcalan'ın yol haritası hazırlamasına endekslemek hem yanlıştır, hem büyük bir haksızlıktır. Şimdi, Öcalan'ın yaptığı çalışmayla meselenin zemin bulacağını düşünerek, sürecin merkezine onu oturtmak, gidişatı doğru okuyamamak olur. Kürt meselesine sahip çıkmak, bu konuda görüş beyan etmek, hak-özgürlük sorunlarını dert etmek, PKK'nın veya DTP'nin ipoteği altında da değildir. Kimse gölge etmezse, Öcalan da susmayı öğrenirse... Kürt sorununda çözüm sağlanır. ***********
-
ÇÖZÜM İRADESİ!..
ÇÖZÜM İRADESİ!.. “Kürt Sorununun Çözümü Sürecinde DTP De En Az Devlet Kadar Kararlı ve Samimi Olmalı, Silahların Gölgesinden Kurtulup, Demokrasi Sürecine Sahip Çıkmalı ve Yapıcı-Birleştirici İradeyi Ortaya Koyabilmelidir!..” Sorun kelimesi ne kadar tatsız ve iticiyse, çözüm kelimesi o kadar hoş ve sevimlidir. Sorun varsa, acı vardır, üzüntü vardır, sıkıntı vardır, eziyet vardır. Çözüm varsa rahatlama vardır, huzur vardır, selamet vardır, mutluluk vardır. Büyük ve karmaşık sorunların küçük ve basit çözümleri olmaz. Uzun süreli, kronikleşmiş sorunların kısa vadede hemen gerçekleşir çözümleri yoktur. Çözümün karmaşıklığını, zorluğunu, meşakkatini, risklerini hafifletecek olan iradedir, kararlılıktır, iyi niyettir, samimiyettir, azimdir. Raporlar, projeler, paketler, eylem planları, yol haritaları işin ayrıntısıdır. Önemli olan ne yapmak istediğiniz ve yapma iradenizdir. İşin nasıl olacağı teknik bir konudur, öncelikle teknisyenlerin, uzmanların meselesidir. Evet, irade varsa, kararlılık varsa, iyi niyet ve azim varsa, her şey hal yoluna konabilir, her engel aşılabilir. Teknik konularda herkes ahkam kesebilir, farklı farklı hedefler, yöntemler, usuller, reçeteler önerebilir. Anayasal düzenlemelerden kurumsal düzenleme ve uygulamalara kadar birçok konu gündeme getirilebilir. Ama öncelikle “nasıl” sorusuna değil, “ne” ve “niçin” sorusuna cevap bulmalıyız. Ne istendiği konusunda uzlaşılırsa, diğerleri daha kolay halledilir. Her çözüm bir uzlaşıdır. Her uzlaşının ise belli kişiler, kurumlar, taraflar arasında masa başında gerçekleşmesi de gerekmez. Uzlaşı, temel hassasiyetler, beklentiler, ilkeler üzerinde olur. Toplumsal kabül, en büyük uzlaşıdır. Asgari müşterekler öncelikle temel amaca yoğunlaşmakla şekillenmelidir. Peki bugün umumiyetle istenen nedir?.. Kan akmasın. İnsanlar ölmesin. Silahlar hem sussun, hem de toprağa gömülsün. Her türlü baskı, nefret, dışlayıcılık, ayrımcılık son bulsun. İsyan, başkaldırı, şiddet, terör bir yöntem olarak gündemden düşsün. İnsanlar açlık, yokluk, yoksulluk, çaresizlik, geri kalmışlık ıstırabından kurtulsun. Bu topraklarda binlerce yıldır en güçlü şekilde var olan ve her türlü provokasyona karşı etnik çatışma yaşanmasını engelleyen “birlikte yaşama iradesi” sürdürülebilsin. Sevgi, hoşgörü, kardeşlik, birlik-bütünlük, dayanışma geçerli olsun. Adalet, hakkaniyet hüküm sürsün… Evet, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bunları istiyor. Kimse kendi formülünü, toplumun talebi gibi dayatmamalıdır. Kürt kökenli vatandaşları talep, beklenti ve ihtiyaçlarıyla PKK'nın veya siyasi uzantısı DTP'nin siyasi proje ve fantezilerinin örtüştüğünü düşünmek de bir yanılgıdır. İdeolojik ve etnik saplantıların tatminiyle, demokratik hak ve özgürlüklerin karşılık bulmasını birbirine karıştırmamak durumundayız. Özü kaçırıp, şekilde boğulanlar çözümsüzlüğün tarafı olmak bir yana topluma hesap vermekten kurtulamazlar… DTP Edirne Kongresi’nde “Barış isteğine kurşun sıkılmaz” pankartları açıldı, DTP İl Başkanı Beşir Berke “PKK’nın eylemsizlik kararına rağmen hükümet ve diğer sistem ortaklarının (orduyu kastediyor) savaşta direnmesi nedeniyle operasyonların devam ettiğini” söyledi. Öte yandan Abdullah Öcalan “Türkiye Başbakanı”nın muhatabı (ve de tek muhatabı) imiş gibi haberler yapılıyor. Sanki Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile terör örgütü PKK’nın ilişkisi terör nedeniyle değil de “iki devlet” arasında bir meydan muharebesinin arkasından mütareke yapılıyormuş gibi. Sanki terör örgütü canı istediğinde saldırılarına, mayın döşemelerine ara verip, canı istediğinde bir saldırıda Türk-Kürt demeden 15-20 kişiyi katletmiyormuş da ordu durup dururken operasyon yapıyormuş gibi... Sanki Kürtleri PKK temsil ediyormuş gibi... Ama doğruyu DTP Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk söylemiş; “partisinin bu süreçte üzerine düşeni yapmadığını, yapsaydı bu ölümlerin olmayacağını”... Ve eklemiş: “Biz kardeşliği savunuyoruz”... Oysa samimiyetini sonuna kadar götürse, bugüne kadar sadece terör örgütüne kardeşlik yaptıklarını da söylemesi ve “kendisine saldırmayana durup dururken mayın döşemekle, karakollara gece yarısı saldırı yapmakla bir yere varılamaz. Önce PKK silahı tümüyle bırakmalı, biz bunu savunuyoruz” demesi gerekirdi. Bugün düne göre daha umutluyuz. Eğer birileri çözüm sürecini sabote etmeye, engellemeye, gözden düşürmeye kalkışırsa, bugüne kadarki ve bundan sonraki tüm vebali de üstlenmiş olur. Sorun, daha fazla demokrasi, daha fazla hak ve özgürlükler temelinde çözülür. Çözüm sürecinin yönü demokratikleşmedir. Dolayısıyla yürütülen sürecin en önemli özelliği geçmişten ders alıp geleceği birlikte kurarak çocuklarımıza güçlü bir ülke bırakma azmidir. Kökenimiz ne olursa olsun, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin başlıca görevi, kan akmasını durdurmak; gelecek kuşaklara güçlü, müreffeh, barış içinde el ele yaşanan bir ülkenin bugünden temellerini atmak olmalıdır. Evet, herkes sorunun değil, çözümün bir parçası olmalı ve herkes iyi niyetli bir şekilde makule yaklaşmalıdır. ***********
-
“TÜRK BAŞBAKANI”!?..
“TÜRK BAŞBAKANI”!?.. KANDİL’İN GERÇEK NİYETİ “ÇÖZÜM SÜRECİ”Nİ SABOTE ETMEK Mİ?” İYİ NİYET VE SAMİMİYET VARSA ANCAK ÇÖZÜM SÜRECİ İŞLER! “Kandil’in Sözcüleri “Etnik Milliyetçiliği” ve “Ayrılıkçılığı” Körükleyici Açıklamalardan Uzak Durmalılar!” Önceki gece örgütün televizyonu Roj TV ekranlarına yansıyan bir açıklama, Kandil’in “çözüm süreci” ve Apo’nun “yol haritası” konusundaki iyi niyet ve samimiyetinin sorgulanmasına neden oldu. “Roj Aktüel” programına telefonla katılan PKK sözcülerinden Sözdar Avesta (namı diyar Nuriye Kespir); “Çatışmasızlık sürecini 1 Eylül tarihine kadar uzatılmasını sağlayan önderliğimizin sorunun demokratik çözümüne önemli katkıları olduğuna inanıyorum…” dedikten sonra, bakın açıklamasının devamında ne diyor: “Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye giderken konuyla ilgili yaptığı açıklama…” “Türk Başbakanı”!?.. Acaba, bilinçaltında kalmış bir düşüncenin dışa vurumu mu, yoksa Kandil’in “ayrılıkçılık”, “etnik milliyetçilik”, “üniter devlet”, “birliktelik” söylemlerindeki samimiyetsizliğin, yani “çözümsüzlük” niyetinin ifade şekli mi? “Türk Başbakanı”?!.. “Ötekileştirme” ya da “Türk-Kürt” çatışmasını körüklemeye yönelik siyasi bir söylem mi? Nasıl yorumlarsanız yorumlayın, ama şunu unutmamak gerekiyor. İmralı Sakini Abdullah Öcalan’ın, “tarihi fırsat” bağlamında 15 Ağustos’ta açıklayacağı “yol haritası” öncesinde Kandil sözcülerinin bu tarz açıklamaların, tek bir anlamı olabilir; samimiyetsizlik, kötü niyet, düşmanca yaklaşımın devam, kısaca “Çözüm sürecini sabote edilmesi!..” Bence en korkuncu, Önderliğin(!), Abdullah Öcalan’ın örgüt üzerinde devam ettiği öne sürülen otoritesinin hiçe sayılması… Ey Nuriye Kespir denilen PKK yöneticisi… Sen çıkıp “Türk Başbakanı” diyorsun ya, bak Önderliğin, Murat Karayılan’ın ve DTP’nin “Çözüm için adres gösterdiği ve açıklayacağı yol haritasının altına imza atmaya hazır olduğunu” açıkladığı Abdullah Öcalan ne diyor? Abdullah Öcalan, daha geçen hafta yaptığı bir açıklamada “Ben buradan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Erdoğan ve ana muhalefet lideri Sayın Baykal’a açık çağrımı yapıyorum. Biz Cumhuriyetin başlangıç ilkelerine karşı değiliz. Mustafa Kemal’e karşı değiliz!..” diyor. Bu açıklama ne anlama geliyor? PKK’nın ilk çıkış gerekçelerinin değişen bölge ve dünya koşulları gerçeğinde terk edildiğini, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarıyla ilgili herhangi bir beklentisinin kalmadığını, “Bağımsız Kürdistan” düşünün kanla boyanmış halıların altına süpürüldüğü anlamına geliyor. Sözdar Avesta, Abdullah Öcalan’ın yol haritasının ilk durağında “tek devlet, tek bayrak” sloganı olduğunun ya farkında değil, ya da bilinç altındaki ayrılıkçı ve düşmanca emelleri dışa vurmaktan kendini alamıyor. Peki, halen PKK’nın Kandil’deki fiili lideri Murat Karayılan, Hasan Cemal’e ne demişti; “Biz bağımsız devlet istemiyoruz. Federasyon da istemiyoruz. Türkiye’nin üniter devlet yapısını bozmayan bir çözümden yanayız. Bu söylediklerimiz taktik değildir.” PKK adına konuşan ve halen bazı gerçekleri idrak etmekte güçlük çeken Sözdar Avesta başta olmak üzere, benzer yaklaşım içinde olanlara bazı noktalara bir kere daha hatırlatmak istiyorum; Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırlarını tartışmayan, ayrılıkçı olmayan ve şiddete başvurmayan bir Kürt hareketi için artık PKK’nın dağda dolaşmasına gerek yok. İkincisi, “Türkiye çözümü” karşılıklı güven ortamında ancak boy atabilir. Üçüncüsü, etnik-siyasal bölücülüğün bir tezahürü olan “özerklik-muhtariyet” vb. kavramları telaffuz edenler, çözüm sürecine katkıda bulunamazlar. Dördüncüsü, bu tür etnikçi ifadeler, “demokratik cumhuriyet” söyleminin taktiksel olduğu sonucunu doğurur ki, buradan sadece maraza çıkar. Bu marazanın da çözümsüzlüğü ve güvensizliği nasıl çoğalttığı biliniyor. Çözüm yolunun önündeki bariyerler (Sözdar Avesta gibi düşünen ve konuşmaya devam edenler susturulmadan) kaldırılmadan söylenecek her söz karşılıksız kalmaya mahkum olacaktır. Son cümle… Çözümün karmaşıklığını, zorluğunu, meşakkatini, risklerini hafifletecek olan iradedir, kararlılıktır, iyi niyettir, samimiyettir, azimdir. Raporlar, projeler, paketler, eylem planları, yol haritaları işin ayrıntısıdır. Önemli olan ne yapmak istediğiniz ve yapma iradenizdir. İşin nasıl olacağı teknik bir konudur, öncelikle teknisyenlerin, uzmanların meselesidir. Ama hiçbir çözüm, sadece teknisyenlerin ve bürokratların varlığıyla ve ürettikleriyle gerçekleşmez. Çünkü değiştirilemeyecek, yeniden ele alınamayacak hiçbir teknik mesele yoktur. İrade varsa, kararlılık varsa, iyi niyet ve samimiyet varsa, her şey hal yoluna konabilir, her engel aşılabilir. Kandil-İmralı ve DTP’de zihniyet değişmeli, ütopik taleplerden ve beklentilerden vazgeçilmedir. Zira, artık gerçek dünyanın idrakine varılmalıdır. Kan akmasın. İnsanlar ölmesin. Silahlar hem sussun, hem de toprağa gömülsün. Her türlü baskı, nefret, dışlayıcılık, ayrımcılık son bulsun. İsyan, başkaldırı, şiddet, terör bir yöntem olarak gündemden düşsün. Sevgi, hoşgörü, kardeşlik, birlik-bütünlük, dayanışma geçerli olsun. Bugün düne göre daha umutluyuz. Ama birileri çözüm sürecini sabote etmeye, engellemeye, gözden düşürmeye kalkışırsa, bugüne kadarki ve bundan sonraki tüm vebali de üstlenmiş olur. Evet, herkes sorunun değil, çözümün bir parçası olmalı, herkes iyi niyetli bir şekilde makule yaklaşmalıdır. ***********
-
DTP BU KADAR SİNİRLENMEMELİ VE SEÇMENİN SESİNE KULAK VERMELİ!..
DTP BU KADAR SİNİRLENMEMELİ VE SEÇMENİN SESİNE KULAK VERMELİ!.. DTP Eşbaşkanları Ahmet Türk ile Emine Ayna imzasıyla Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Kürt Federe Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ve Federe Parlamento Başkanı Adnan Müftü'ye geçen hafta bir mektup gönderilmiş. Mektupta deniyor: "Kamuoyuna yansıyan Hiwa Listesi'nin seçimlere katılmasının engellenmesi haberi partimiz tarafından büyük üzüntüyle karşılanmış ve demokrasi adına kaygılandırmıştır. Türkiye'de Kürtler adına siyaset yapan partiler seçimlere katılabilmektedir. (Hayret, bu gerçeği ancak çıkarlarına uygun olduğu zaman dile getiriyorlar) Yıllarca anti-demokratik ve despotik uygulamalara karşı mücadele yürütmüş sizlerin Federal Kürdistan Bölgesi'nde ironik bir şekilde Kürtler'in özgürlüğü ve demokratikleşmesi için mücadele eden 'Hiwa Listesi' gibi bir oluşumun siyaset dışı bırakmasının Irak'ın ve Federal Kürdistan'ın demokratikleşmesine katkı sağlamayacağını düşünüyoruz" Peki, Ahmet Türk ile Emine Ayna'yı Kürt liderlere mektup gönderecek kadar kızdıran olay ne? Hiwa Listesi’nin sırrı ne? Özetle aktarayım: Kuzey Irak'ta 25 Temmuz'da parlamento seçimleri yapılacak. Seçime katılmak için 41 partinin oluşturduğu 16 ittifak listesi başvurdu. Irak Yüksek Seçim Kurulu 16 listeden 15'ine onay verdi, birini reddetti. Engellenen ittifak "Hiwa Listesi" adını taşıyor. Kurul başvuruyu reddetmesine gerekçe olarak; "Hiwa Listesi"nin adaylarını "Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi" üyelerinin oluşturmasını, yani PÇDK'nın silahlı bir örgüt olmasını gösterdi. PÇDK, adını koymak gerekirse, uluslararası toplum tarafından ilan edilen terör örgütleri listesinde ilk sırada yer alan PKK’nın Irak’taki siyasi ve silahlı uzantısı. Türkiye'deki DTP ile aynı kefeye konur mu, cevabını vicdanlara bırakıyorum, ama DTP liderlerinin Irak Yüksek Seçim Kurulu'nun kararına Kuzey Irak liderlerini eleştirecek kadar öfkelenmeleri, yine de bir fikir edinmeye yetiyor diye düşünüyorum. Irak merkezi yönetiminin daha önce seçimlere katılmasına izin verdiği PÇDK'nin 25 Temmuz’daki seçime katılmasına izin vermemesi, Kuzey Irak yöneticilerinin de bu yasağa ses çıkarmamaları, aslında çok önemli bir mesaj veriyor: "PKK'ya ve uzantılarına Iraklı Kürtlerin ve Bağdat yönetiminin hoşgörü dönemi artık bitmiştir." Ancak bu tutum değişikliğinin, doğal olarak, gelecekte de devamının gelmesi gerekiyor. Hak-Par Genel Başkanı Bayram Bozyel'in Kuzey Irak'taki temaslarının sonuçlarıyla ilgili basına yaptığı açıklamalar da "Devam"ın, daha doğrusu "Son"un pek uzak olmadığını ortaya koyuyor. Hak-Par Başkanı Bozyel'e göre, dünyanın en tehlikeli terör örgütlerinden Tamil Kaplanları’nın sonunun getirilmesi sonrasında, ABD, Türkiye ve Irak (Iraklı Kürtlerin öncülüğünde) başta olmak üzere, Avrupa ülkeleri, hatta İran ve Rusya, PKK'nın tasfiyesi için 4 aşamalı bir plan üzerinde anlaştılar. Sadece bölge ülkeleri için değil, uluslararası toplum için de tehdit oluşturan PKK'yı tasfiye etme planına yönelik çalışmalar hızlandı. Dört ayaklı plana göre önce Kuzey Irak'taki Mahmur kampı boşaltılacak ve buradaki 10 bin kişi Türkiye'ye getirilecek. Kandil Dağı'ndaki PKK'nın dağ kadrosu ise Mahmur'a yerleşecek ve burada silahlardan arındırılacak. Lider kadro da Irak pasaportuyla Norveç başta olmak üzere Avrupa ülkelerine gönderilecek. Türkiye de bu sürece paralel olarak "affı" da kapsayan bir çözüm paketi hazırlayacak. Bayram Bozyel başta olmak üzere Kürt siyasetçi ve aydınları, PKK’nın üst düzey kadrosunun bu plana sıcak baktığını belirtiyorlar. Evet, böyle bir planın uygulanması, PKK'nın -ister bitmesi, ister bitirilmesi deyin- sonu anlamına geliyor. Ve de Kürt sorununun çözümündeki başlıca ipoteğin ortadan kalkması. Çünkü birçok yazımda ifade ettiğim gibi, PKK terörü ortadan kalkmadan Kürt sorununun demokratik süreç içerisinde çözülmesi imkansız görünüyor. Nitekim, bir araştırma kurumunun yaptığı ankete göre, Kürt sorununun çözüm sürecine yönelik olarak DTP seçmeninin yüzde 60’ının “Önce PKK silah bırakmalı ve sürecin önünü açmalı” demesi de, bu saptamayı destekler nitelikte bir bulgudur. (Milliyet, 5 Temmuz 2009) Buradan bir kere daha Iraklı Kürtlere kızan DTP’li siyasetçileri, kan, gözyaşı ve kargaşadan siyasi rant elde etme girişimlerinden vazgeçmeye ve uzak durmaya davet ediyorum. DTP’ye düşen sorumluluk; sorunu silahla değil, konuşarak çözebilmeyi sağlamak ve diyalog ortamını yaratmaktır. Bunun yolu da çok açıktır: DTP, dağ romantizminden kurtulup, sorunu konuşulamaz hale getiren silahlı mücadeleyi durdurmaya konsantre olmalıdır. Bugün PKK, Kürt sorununun çözümünü engelleyen bir noktadadır. PKK elini tetikten çekmeli ve güvenlik güçlerinin önüne çıkmamalıdır. Kürt sorununu PKK değil ancak demokratik güçler çözebilir. Gelinen süreçte Türkiye uzun yıllar süren terör belasını defetmenin eşiğine gelmiştir. O eşik aşılınca da Türk'üyle, Kürt'üyle tüm toplum daha güçlü, daha zengin bir ülkede yarınlara umutla bakabilecektir. *********** Araştırmacı Yazar
-
“İMRALI-KANDİL-DTP” ÜÇGENİNDE “AFOROZ” İLAN EDİLMEYE HAZIRLANILAN “AJAN-İŞBİRLİKÇİ” KİM?
“İMRALI-KANDİL-DTP” ÜÇGENİNDE “AFOROZ” İLAN EDİLMEYE HAZIRLANILAN “AJAN-İŞBİRLİKÇİ” KİM? “Silahların susması” ve “Kürt sorunun çözümü” sürecine ilişkin çabaların sürdürüldüğü bir dönemde “İmralı-Kandil-DTP” üçgeninde “Baydemir” krizi yaşanıyor. Osman Baydemir, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olmasına hem İmralı, hem de Kandil sıcak bakmamasına rağmen adaylıktan çekilmemişti. Seçim sonrasında da “Osman Baydemir’in başarısı” diyerek, parti yerine kendini ön plana çıkarmak istemesinin, Osman Baydemir ile “Kandil-İmralı-DTP” üçgeni arasındaki iplerin gerilmesine neden olduğu belirtiliyor. Dün gece bilgisayarıma düşen ilginç bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum. Belediye başkanı seçildikten sonra, televizyon ve gazetelerde daha sık boy göstermeye başlayan Osman Baydemir’in, özellikle “silahların susması” ve “Kürt sorununa çözüm” sürecine yönelik açıklamalarının, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ü rahatsız ettiği belirtiliyor. Ahmet Türk’ün, çeşitli kanallardan “Partiden bağımsız hareket etmekten vazgeç” mesajını duymazlıktan gelen Osman Baydemir’in, DTP içerisinde “genel başkanlık” için bazı milletvekilleriyle yakın temas içerisine girmesinin de, başta Ahmet Türk olmak üzere, İmralı ve Kandil’i fena şekilde kızdırdığı konuşuluyor. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ndeki “yolsuzluk” ve “kadrolaşma” (Baydemir muhaliflerinin yolsuzluk suçlamasıyla birer birer belediyeden uzaklaştırılması) iddialarının partinin imajına büyük zarar verdiğini belirten DTP’li bazı milletvekillerinin, Osman Baydemir’in, belediye işçilerinin maaşını ödemek yerine, Diyarbakır’ın acil çözüm bekleyen altyapı sorunlarını çözmek yerine, iki de bir Avrupa ülkelerine uçmasından ve zamanının büyük bölümünü bu ülkelerde harcamasından, “maddi kaynak temini için çalışıyorum” diyerek Avrupalı yetkililerle para pazarlıklığı(!) içine girmesinden şikayetçi oldukları belirtiliyor. “İmralı-Kandil-DTP” üçgeninde “Baydemir hangi ülkenin ajanlığını yapıyor?” “DTP Başkanlığına mı oynuyor?”, “Sorunun çözüm sürecinde Kandil ve İmralı’yı dışarıda mı bırakmak istiyor?”, “Türkiye’nin Gerry Adams’ı mı olmak istiyor?” gibi soruların da yoğun şekilde tartışıldığı öne sürülüyor. Baydemir krizinin boyutlarıyla ilgili olarak Avrupa ve Diyarbakır’daki dostlarımdan gelen e-postalardan derlemeye çalıştığım bazı saptamalarım… 29 Mart yerel seçimleri sonrasında Almanya’nın en büyük gazetelerinden “Frankfurter Allgemeine Zeitung”da (22 Nisan 2009) “Kürtlerin Sesi” başlığıyla seçim sonuçlarına ilişkin yayınlanan yorumda, “Yerel seçimlerin asıl galibi Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir oldu. PKK yönetiminin karşı çıkmasına rağmen aday olan Baydemir’in oyların üçte birini alarak görevinde kalması olağanüstü bir zafer olarak nitelendirilebilir. Osman Baydemir bugün Leyla Zana’dan sonra Kürtler arasında DTP’nin en fazla tanınan ve sevilen siyasetçisidir” denilmesi dikkatlerden kaçmamıştı. Daha önce resmi kutlamaları boykot ederek iştirak etmemesine rağmen, 19 Mayıs’ta Diyarbakır’da devletin düzenlediği resmi etkinliklere katılan Osman Baydemir’in, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile samimi görüntülerinin medyaya yansıması sonrasında, “DTP-İmralı-Kandil” üçgeninde “Baydemir’in öne çıkmak için her türlü yolu denediği ve örgütün çözüm için izleyeceği stratejiyi yok sayarak, pazarlık gücünü yok ettiği” yorumlarının yapılmasına neden olmuştu. Yine rahatsızlığı boyutlandıran benzer iki gelişme daha… Geçen hafta (23 Haziran) Antalya’da düzenlenen belediye başkanları toplantısında konuşan Osman Baydemir; “Açık ve net söylüyorum, artık beraber çalışma zamanıdır. Kapı kapanırsa pencere, pencere kapanırsa baca, baca da kapanırsa bu defa tünel kazarak içeriye gireceğim. Çünkü bu ev hepimizindir. Bu itibarla sizlerle (devlet yetkilileriyle) yeni bir sayfa, yeni bir dönem başlatmamız gerek. Sayın Bakanımızla son derece nezaket çerçevesinde tokalaştım. Hal hatır sorduk. Ayrıca kendisiyle gündemdeki konulara ilişkin özel olarak da görüştüm. Görüşlerimi kendisine ilettim. Son derece yararlı bir görüşme olduğuna inanıyorum” derken, Diyarbakır’da her yıl geleneksel olarak düzenlenen “Kültür ve Sanat Festivali” öncesinde (26 Haziran 2009) yaptığı basın toplantısında da; “Cumhurbaşkanlığı kurumumuzun Kürt sorununda bugüne kadar yıpranmamış bir kurum olduğuna inanıyorum. Cumhurbaşkanlığı makamının güvenilir bir makam olduğunu düşünüyorum” demişti. Öte yandan, Osman Baydemir’in özellikle son dönemde İmralı-Kandil-DTP karşıtı siyasi Kürt oluşumlarla da yakın işbirliği içinde olduğu öne sürülüyor. İşte birkaç örnek... Seçimler sonrasında kutlama ziyaretine gelen KDP-KYB heyetlerini kabulde yaptığı konuşmada Osman Baydemir; “Seçim sonuçlarıyla Diyarbakır halkı bir kez daha yüzümüzü güldürdü. Ben de halkıma layık olmaya çalışacağım. Aldığımız oy bugüne kadar alınan en yüksek oydur. Halkımız hizmet ve samimiyetimizin karşılığını vermiştir” diyerek, dikkat ediniz, ne DTP, ne de PKK’yı çağrıştıracak tek bir kelime kullanmıyor, sadece “ben” merkezli söylemi hizmet anlayışına endeksleyen tamamen duygusal(!) bir yaklaşımla, belki de beyninin gizli bir köşesindeki asıl niyetini tamamen duygusal (!?) olarak ortaya koyuyor. Almanya’nın kontrolündeki PKK muhalifi Kürtler (Şükrü Gülmüş ve arkadaşları) tarafından yönlendirilen “Nasname” isimli internet sitesinde “İmralı’nın Bizim İçin Çizeceği Yol Haritası Girdaptır” başlıklı bir yorumda, “İmralı-Kandil-DTP” üçlü sarmalına ağır eleştiriler yöneltiliyor. Kürtlerin bu üçlüyü artık dışlamaları istenirken, “muhatap alınması gereken adres” olarak bakın kim/kimler gösteriliyor: “Elbette Kürtler de akil adamlarını oluşturup sağlıklı bir diyaloğun gelişmesi için olumlu bir zemin yaratmalıdırlar. Kendi Akil Adamlarımız içinde ise; Osman Baydemir(!!!), Kemal Burkay, Recep Maraşlı, İsmail Beşikçi gibi değerli kişiler olabilir.” (Nasmane, 18 Haziran 2009) Daha bitmedi!.. Osman Baydemir, 17 Haziran 2009’da Diyarbakır Büyükşehir Belediyesini ziyaret eden ABD Büyükelçisi Jeffrey’e bakın neler söylüyor: “Şiddet insanların yaşamından artık çıkmalıdır. Siyasetin önünü açabilmenin olmazsa olmaz koşulu ölümlerin durmasıdır. Eller artık tetikten çekilmelidir. Samimiyetle aşılamayacak hiçbir sorunumuz yoktur. Sorunun çözümünde ve barışta Diyarbakır’ın rolü oldukça önemli ve etkili olacaktır. Üzerime düşeni yapmaya hazırım!” Baydemir, sorunun çözümünde adres olarak kendini gösterirken, aynı saatlerde DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ise, sorunun çözümü için muhatap alınması gereken adres olarak İmralı’yı işaret ederek, Abdullah Öcalan da avukatlarla yaptığı son görüşmede son noktayı koyuyordu; “Kürtlerin temsilcisi benim.” Bakalım, “İmralı-Kandil-DTP” üçlü sarmalında büyük rahatsızlığa neden olan “Osman Baydemir” krizi nasıl aşılacak?.. Kopma noktasına gelen ipler kimin boynuna dolanacak? Hikmet Fidan, Kani Yılmaz… Son söz… İmralı, Kandil, DTP ve Osman Baydemir’e… Bugün Kürtler sadece Kürt milliyetçiliğine, etnik ayrımcılığa, şiddete odaklanan bir siyasetçi, parti ve belediye başkanını yeterli bulmuyor ve desteklemiyor. Halk, artık kendi günlük sorunlarıyla ilgilenen, eğitim, işsizlik, altyapı başta olmak üzere bölgenin sosyal, ekonomik sorunları için çözüm üretebilen, belli bir kesimi değil gerçekten vatandaşı kucaklayan, sadece bölgenin değil ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sorunlarına projelerle çözüm üreten ve demokratik sürece katkı sağlayacak bir parti, siyasetçi ve belediye başkanı istiyor. Uzun yıllardır bölge DTP’li belediye başkanlıklarının yönetiminde olmasına rağmen, halen toprak reformu, işsizlik, yoksulluk, sağlık, eğitim, imar, töre cinayetleri, dış ticaret gibi konulara katkı sağlayacak bir proje göremedik. Varsa yoksa Osman Baydemir örneğinde olduğu gibi, yolsuzluk, yurt dışı gezileri, aşk skandalları, İsviçre’deki banka hesaplarının şişirilmesi… Ne diyelim, Kürt sorunu bahane, Baydemir şahane!.. ***********
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNE MAHKUM OLAN KÜRT SORUNU!.. Kürtler, Kürt Sorununun DTP veya PKK’ya Mal Edilmesinden Rahatsız!.. Kürt Siyasetçilerinin Kıblesi İmralı-Kandil Değil, Kürtler Olmalı!.. Tüm çağrılara rağmen, dağlardaki silahlı kadrolarını yurt dışına çekmemekte direnen ve “eylemsizlik kararı” almasına rağmen “meşru savunma” adı altında uzaktan kumandalı mayınlarla can almaya devam eden PKK ve siyasi uzantısı DTP, Kürt sorununun çözümü konusunda kıblelerini Kürtler yerine, yine İmralı’ya yönelttiler. DTP’liler için kendilerini seçerek Meclis’e gönderen Kürtlerin ne düşündüğü değil, İmralı sakininin Ağustos ayında açıklayacağını söylediği “yol haritası”(?) daha önemli. Onun için DTP sessizliğe gömüldü… Peki, Kürtler ne düşünüyor? Bu sorunun cevabı ile ilgili düşüncelerimi söylemeden önce, sizlere bölgeyi gezen bir dostumun gönderdiği e-posta’dan söz etmeyi düşünüyorum; “Diyarbakır ve Batman'daki izlenimlerimi sıcağı sıcağına size aktarmak istiyorum. Birer konuşma yapmak üzere gittiğim her iki şehrimizde karşılaştığım insanların özellikle Kürt sorununa yaklaşımlarında dikkat çeken ve üzerinde durulması gereken bir yan vardı. O da, Kürt sorununun DTP veya PKK'ya mal edilmesine karşı duyulan rahatsızlık. Bölgede PKK’nın önemli bir sempatizan kitlesinin varlığı kuşkusuz. Ancak Kürt sorununun bütün çerçevesinin DTP tarafından çizilmesi bölgedeki diğer unsurlarda giderek daha büyük rahatsızlık veriyor. Rahatsızlığın önemli bir kaynağı da, sorunların çözümünde kendini giderek bir muhatap olarak kabul ettirdiği düşünülen DTP'nin bunu PKK'nın silahlı terörü sayesinde başardığını lanse etmeye çalışmasıdır. Sonuçta DTP'nin şu veya bu yolla bölgedeki başka unsurları çözümde denklem dışına itmesinin bir strateji olduğu düşünülüyor. DTP de devletin Kürt sorununun çözümüne ilişkin yaptığı veya yapacağı bütün açılımları dağdakilerin fedakârca mücadeleleri sayesinde elde edilmiş kazanımlar olarak telkin eden propagandayı çalıştırmaktan geri durmuyor. Bu durum, Kürt açılımının önünde kazasız belasız aşılması zor mayınlı bir alan yaratmakta, bir yandan da PKK'nın askeri vesayetini daha da pekiştirmektedir. Bunu yaparken hedefinin Kürt sorununun çözümü olmaktan çıkıp giderek politik kârının kontrolü güvenceye alınmış bir Kürt milliyetçiliği olduğunu da daha fazla belli ediyor. Aslında bu saatten sonra toplumun önemli unsurlarının da olumlu katılımlarının açıkça ortaya çıkmasıyla çözüm yoluna girmiş olan sorunun ısrarla ‘Kürt sorunu’ olarak nitelenmesinin de bir karşılığı kalmıyor. Çünkü sorun artık gerçekten de bir ‘Kürt sorunu’ değil bir ‘Kürt milliyetçiliği sorunu’na dönüşmeye yüz tutuyor. Bütün gerekçelerini Kürtlüğü inkâr eden bir Türk milliyetçiliğine bağlayan bir Kürt milliyetçiliğinin ne sorunun çözümüne bir katkısı olacağı ne de Kürtlere bir fayda sağlamayacağı çok açık. Ayrıca kendi “öteki”sini kötülükte adım adım, ama kötü bir biçimde taklit etmekten öte bir anlamı olmuyor. Son seçimlerde bölgede başka partilere nazaran almış olduğu oy oranlarının, DTP'nin kendini Kürt sorununun tek muhatabı gibi sunmasını bir ölçüde kolaylaştırdığına kuşku yok. Hem Diyarbakır hem Batman'da insanların siyasal bilinç düzeyinin yüksekliği ilk anda göze çarpıyor. O kadar ki, bu siyasallık düzeyi ancak çok yüksek demokrasilerde hayal edilecek cinsten bir şey gibi geliyor. Katılımda bulunanların çoğunun siyasal sistemden memnuniyetsizliklerini ifade ediyor olmaları ise bu durumla ilginç bir tezat oluşturuyor tabi. Türkiye gerçekten de çok ilginç potansiyelleri olan bir ülke. Demokratik kurallar içinde soruna demokratik süreç içerisinde çözüm arayanlara inanmak giderek zorlaşıyor.” Değerli dostumun düşüncelerini aynen paylaşıyor ve birkaç ilave yapmak istiyorum. Evet, barıştan, kardeşlikten, insan haklarından, demokrasiden sürekli söz edip Türkiye’nin üniter devlet yapısı içinde Kürtlere eşit haklar verilmesini isteyenlerin sözcüsü olduğunu iddia eden, ancak Kandil’in sözcülüğünü yapmaktan öteye gidemeyen DTP’liler, uluslararası toplum tarafından terör örgütü olarak kabul edilen PKK’lı teröristlere “gerilla”, yargılanarak ömür boyu hapse mahkum edilen İmralı sakinine “Sayın” diyerek ve bu şahsı soruna çare olarak göstererek, aslında gerçek niyet ve samimiyetlerini ortaya koyuyorlar. DTP'nin yerine getirdiği işlevin, geniş halk kitleleri tarafından bu açıdan çok ciddi olarak sorgulandığını görüyoruz. DPT'nin Meclis'teki varlığı demokrasi-temsil açısından ne kadar önemliyse, DTP'nin demokrasinin kurallarını sindirmiş olması ve şiddetle (terör örgütüyle) arasına mesafe koyması da o denli önemlidir. Bu açıdan DTP'nin büyük bir zaafı olduğu tartışma kaldırmayacak oranda ortadadır. Ancak her şeye rağmen DTP kapatılmamalı, DTP'nin üzerine gidilmemeli, DTP'yle diyalog kurulmalı ve sorunlar DTP'yle ilişki kurularak çözülmelidir diye düşünüyorum. Ama… Buna karşın DTP’nin de siyasete ve demokrasiye olacak inancı zedeleyecek her türlü adımdan kaçınması, kendisini PKK'nın meşrulaştırılmasına hasretmemesi, sistemle sistem dışındaymışcasına pazarlıkçı politik tutumunu değiştirmesi gerektiğini de üstüne basarak vurgulamak istiyorum. Bu tür politikalarla DTP bir sonuca ulaşamayacağı gibi, en vahimi demokrasiye ve temsile, siyasete olan inancı önemli ölçüde baltalamakta ve Kürt sorununun çözümünü geciktirmekte, hatta imkansız hale sokmaktadır. Demokrasi, demokratlık ve demokrat gerektirir… Ancak bilmeliyiz ki demokrasi toplumsal güçlü bir irade ve inanca da ihtiyaç duyar. Eğer bu sorunun çözümünde yol almak istiyorsak, demokrasi türlü, farklı, kombine önlemlerin ortak dili olmalıdır. Asayiş tedbirleri, ekonomik tedbirler, hak ve özgürlük alanında yapılacak iyileştirmeler, kimlik sorununa yaklaşım, tüm bu farklı önlemlerin her birisi demokratik mantıkla iç içe olmalı, demokrasi fikri ve ilkeleri bu farklı yöntemleri birbirine bağlayan ana unsuru teşkil etmeli ve Türkiye’nin üniter devlet yapısına zarar verecek her türlü yaklaşımdan titizlikle kaçınılmalıdır. DTP ve Kürt siyaseti, silahlı bir örgütün elinde rehin durumunda olmaktan kurtulmadan, sorunun çözüm sürecinde ilerleyebilme olanağı da pek mümkün görülmüyor. ***********
-
İNFAZLAR VE GARİPLİKLERLE DOLU BİR ÖRGÜT!..
İNFAZLAR VE GARİPLİKLERLE DOLU BİR ÖRGÜT!.. SORUNUN ÇÖZÜM ADRESİ: DEMOKRATİK GÜÇLER!.. Kandil’de neler oluyor?.. Abdullah Öcalan’ın yakalanması örgütü derinden sarstı. Herkes şoke oldu. Ancak bu kaos ortamından Murat Karayılan, Duran Kalkan, Rıza Altun, Cemil Bayık ve Zübeyir Aydar’dan oluşan rant çetesi yararlandı ve örgüt yönetimini ele geçirdi. PKK içerisinde liderlik ve örgüt politikasının belirlenmesi konusunda yaşanan anlaşmazlık, reformistler (şiddet karşıtları) olarak adlandırılan Osman Öcalan, Nizamettin Taş, Hıdır Yalçın, Halil Ataç, Hüseyin Kaytan, Hıdır Sarıkaya, Tahsin İnanç, Selahatin Gün’ün de aralarında bulunduğu çok sayıda üst düzey sorumlunun örgütten ayrılmalarıyla sonuçlandı. Türkiye’de demokrasi sürecini baltalamaya, etnik ayrımcılığı körükleyerek Türk-Kürt çatışması yaratmaya çalışan taşeron örgüt PKK’da, rant kavgasına bağlı olarak “örgütü kimin yönettiği” yönündeki tartışmalar boyutlanırken, örgüt içi infazların da sonu gelmiyor. İşte “intihar etti”, “kendini yaktı”, “yıldırım düştü”, “kayadan yuvarlandı”, “selde boğuldu”, “psikolojik bunalımdaydı”, “kalp krizi geçirdi”, “kaza kurşunu” türünden bahanelerle kamuoyuna duyurulan infazlardan sadece birkaçı: Faruk Bozkurt, Engin Sincer, Kemale Sor, Siphan Badoshiva, Yasin Kanat, Viyan Soran, Berzan Dürre, Mustafa Günaydın, Murat Bayun, Nazime Adtürk, Salih Tatoğlu, Abdurrahman Öz, Bilal Dilek, Özcan Koyuncu, Atilla Kanda, Şeyhmus Erden, Suriyeli Ziryan, Sakine Kahraman, Akif Zagros, Şirvan Nali, Mehmet Taş, Şahbettin Kereman, Hikmet Fidan, Kani Yılmaz, Sabri Tori, Sarı İbrahim, Ziryan, Hogir Merqani, Berxwedan Amed… Aslında PKK, salt Kürtler için değil dünya bazında bir takım garipliklerin de yaşandığı bir örgüt diye düşünüyorum. İşte bir anda aklıma gelenler… 1.“Dünyadaki en büyük sorun zihniyet sorunudur” belirlemesinde bulunup, kendisine yıllarca emek vermiş insanları, sırf farklı düşünüyor diye infaz eden tek örgüt PKK’dır. 2. “Dünyada ekolojik denge bozuluyor, ekoloji sorunu dünyanın en büyük sorunlarından biridir. Bu sorunun derhal çözümü için mücadele edilmesi gerekiyor” belirlemesinde bulunarak, aklına geldikçe petrol-doğalgaz boru hatlarını bombalayan, her yere mayın döşeyen, ormanları yakarak dünyadaki ekolojik dengeyi savunmak adına silahlı mücadele yürüten tek örgüt bilin bakalım hangisidir? Düşünmenize gerek yok. Yanıt; yine PKK’dır. 3. “Mayınlardan en fazla sivillerin zarar gördüğünü, PKK’nın, kara mayınlarının kullanılmaması yönündeki anlaşmaları kabul ettiğini ve bu konuda uluslararası kuruluşların denetimine açık olduğunu” ilan ederek, İsviçre’de Cenevre Çağrısı Örgütü ile “mayın kullanmama” anlaşması imzalayan, ancak aradan 24 saat geçmeden mayınlar patlatarak aralarında çocukların ve kadınların da bulunduğu sivilleri parçalayan örgüt hangisi?.. Doğru tahmin; PKK. 4. “Kadın sorunu dünyanın en büyük sorunudur” diyerek 12 ve 13 yaşlarındaki kız çocuklarını kaçıran ve ellerine silah vererek, erkek egemenlikli zihniyete karşı mücadele etmesi için bu gencecik kızların bedenine intihar kalıbını bağlayan, en insani duyguların adına bile “yoz ilişki” diyerek yüzlerce kadın üyesini infaz eden örgüt… Kendinizi düşünmeye zorlamayın. Siz yine tahmin edersiniz… PKK… 5. “Tahakküm ve sömürü sistemi hiyerarşinin ortaya çıkışıyla başlamıştır, onun için toplum içerisindeki tahakküm ilişkilerini aşmak için kesinlikle hiyerarşik her türlü sistemin ortadan kaldırılması gereklidir” belirlemesinde bulunarak, “bi can, bi xwin, em bi terene ey serok” (Canımızla Kanımızla Seninleyiz Ey Başkan) sloganını sabahtan akşama kadar dilinden düşürmeyerek dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş imtiyazlara sahip bir lider kültü yaratan tek örgüt olma birinciliğini de yine kimseye kaptırmıyor PKK… Bakalım önümüzdeki günlerde Kandil’deki garipliklerin hangi istikamete gideceğini beraber göreceğiz. Ancak gerçek olan şu ki, PKK yönetiminin şiddet politikasında ısrar etmesi, dağlardaki Kürt çocuklarının yaşama şanslarını ellerinden alıyor. Kürtlerin kanı üzerine saltanatını kuran PKK yönetimi, kendileri ile birlikte binlerce Kürt evladının da acı sonunu hazırlıyor. Bugün dünyaya jandarmalık yapan dev bir güce karşı, ellerinde sadece ferdi silahları bulunan PKK mensuplarını hedef haline getiren ve ölüme sürükleyen İmralı-Kandil çizgisindekileri, Kürtler unutmayacak ve vicdanlarında affetmeyecektir. Son söz… Artık silahla, kan dökerek bir yere varılamaz. Aksine, Kürt sorunundaki eksikliklerin giderilmesini isteyenler dahi, PKK terörüne tepki gösterdiklerinden dolayı susuyorlar. Bugün PKK, Kürt sorununun çözümünü engelleyen bir noktaya gelmiştir. PKK elini tetikten çekmeli, güvenlik güçlerinin önüne çıkmamalı. Türkiye sınırları dışına çekilmeli. Mayınlama başta olmak üzere her türlü terör eylemine son vermeli. Eylemsizlik kararına samimi olarak uyduğunu göstermeli. Herkes şunu iyi bilmeli ki, eğer Kürtlerin talepleri varsa, bunlar TBMM’de ve siyasi alanda ortaya konulmalı. Kürt sorununu PKK değil ancak ve ancak demokratik güçler çözebilecektir. ***********
-
SARKIK YORUM ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ!..
SARKIK YORUM ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ!.. “DTP’liler, Etnik Çatışma Yaratmaya Yönelik Yalan ve Yanlış Söylemleri Terk Ederek, Demokratik Sürece ve Birlikte Yaşama İradesine Sahip Çıkmalılar!..” Demokratik kurallar içinde “soruna” demokratik süreç içerisinde çözüm arayanlara inanmak giderek zorlaşıyor. Kürt sorununun çözümüne yardımcı olmak amacıyla silahlı eylemlere 15 Temmuz’a kadar ara verdiğini açıklayan terör örgütü, doğasındaki kalleşlik gereği yollara döşediği mayınları patlatıyor, karakollara baskınlar düzenlemeye devam ediyor. Güya üzerlerine gelinmezse eylem yapmayacaklar, savunma durumunda olacaklardı. Yola mayın döşeyip, uzaktan kumandayla patlatmak veya askeri karakollara baskın düzenlemenin savunma ile nasıl bir alakası olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Neyse... Barıştan, kardeşlikten, insan haklarından, demokrasiden sürekli söz edip Türkiye’nin üniter devlet yapısı içinde Kürtlere eşit haklar verilmesini isteyenlerin sözcüsü olduğunu iddia eden, ancak Kürtlere ihanet ederek, PKK’nın sözcülüğünü yapmaktan öteye gidemeyen DTP’liler, Avrupa Birliği, ABD başta olmak üzere uluslar arası toplum tarafından terör örgütü olarak kabul edilen PKK’lı teröristlere “gerilla”, yargılanarak ömür boyu hapse mahkum edilen terör örgütünün başındaki şahsa da “Sayın” diyerek ve bir kısmı PKK içinde olmak üzere binlerce Kürdün katledilmesine önderlik yapan bu şahsı soruna çare olarak göstererek, aslında gerçek niyet ve samimiyetlerini ortaya koyuyorlar. Neyse… Ben asıl sizlere, geçtiğimiz hafta basın-yayın organlarına yansıyan bir haberin, daha doğrusu sırrını açığa vurmaktan çekinmeyen, “sarkık” görüşleriyle öne çıkan birinin açıklamasından bahsetmek istiyorum. Demokratik rejimin sağladığı olanaklarla ihanet, bölücülük kol kola… DTP Milletvekili Sırrı Sakık, partisinin Çanakkale kongresinde yaptığı konuşmayla, Çanakkale zaferini istismara yeltenmiştir. Sarkık görüşleriyle meşhur Sakık; “...Çanakkale’de ölenler ortak vatan için mücadele ettiler. Ama ne yazık ki, 1921’de Anayasa’da ‘Bu vatan Kürtler’in ve Türkler’in ortak vatanıdır’ diyen Mustafa Kemal ve arkadaşları, 1924’te ret ve inkâr politikalarıyla, Çanakkale’de toprağa gömülenlere ihanet ettiler. 1924’te tek ırk, tek dil yarattılar” diyerek, ayrımcılığa ve bölücülüğe yeni bir örnek daha verdi. Sırrı Sakık, “yalan ile yanlış”ı karıştırıp, çarpık bir zihniyetin söylemlerini “tarihi gerçekmiş” gibi kamuoyuna servis yaparak, vatandaşların kafasını karıştırmaya çalışıyor. Hemen şunu belirtmeliyim ki, 1921 Anayasası’nda “Bu vatan Türklerle Kürtlerin ortak vatanıdır” diye bir ibare kesinlikle yoktur. 16 Ocak 1923 günü İzmit’te yaptığı basın toplantısında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk şöyle der: “Ayrı bir Kürtlük düşünülemez. Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denilir.” Bu açıklama 1924 Anayasası’na da bir madde olarak konulmuştur. Böylece, ne Kürtler ne de diğer etnik topluluklar inkâr edildi. Anayasada “Türk” sıfatı açıkça “Türkiyeli” anlamında kullanıldı. 1921 ile 1924 Anayasalarının farkına gelince... Temmuz 1923’te Lozan imzalanmış, “ulus” devletin kuruluş süreci başlatılmıştı. Dış faktörler değişmişti. Hukuki ve anayasal yapı ona göre oluşturuldu. Dolayısıyla ortada ihanet falan yok, geleceğin o günkü koşullara göre yeniden çizilmesi var. Türkiye’nin temel değerlerine insafsızca saldıranların silahların susması, barış, kardeşlik, uzlaşma sloganları bana hiç inandırıcı gelmiyor... Türkiye, her etnik kimlikten, her inançtan tüm yurttaşların yurdu ise ve biz adil bir toplumun eşit vatandaşları olmak istiyorsak, iş, aş ya da başka bir saikle yurt diye bildiğimiz bu coğrafyanın üniter yapısına zarar verecek yaklaşımlardan kaçınmalıyız. Zira üniter devletten vazgeçmek, tarihin akışına karşı koymaktır. Kürt sorunu, Kürt meselesi, terör, Güneydoğu sorunu gibi hangi kavramla açıklanırsa açıklansın, Cumhuriyet tarihi boyunca, özellikle 1980’li yıllardan itibaren yaşanılan, ülkemize/insanımıza/tüm değerlerimize, tarif edilemez acılar/kayıplar verdiren bu sorunun çözülebilmesi için kurumsal, örgütlü, bireysel her desteğin, katkının ortaya çıkarılmasının, insanlık borcu olduğu bir zaman tüneli içindeyiz. Bu tünelden birlikte çıkmak ve geleceğe birlikte, el ele yürümek zorundayız. Son söz… İster iş ve aşın peşinde, ister eğitim için, ama isterse keyfini çıkarmak için tüm yurdu, Türk-Kürt, ortak evimiz olarak yaşamalı, tüm odalarını, sofasını, avlusunu, bahçesini kardeşçe paylaşmalı, binlerce yıl gerçekleştirdiğimiz bir arada yaşama kültürümüzü, geleneğimizi, kendi kimliklerimize sevgi ve saygıyı ihmal etmeden, içe kapanmadan, yeniden kaynaşarak, yakınlaşarak, daha güçlü bir duygu ile yaşamayı başarmalıyız… Ama bölücülüğü teşvik etmeyen, etnikleşmeyen bir demokratikleşme süreciyle bunu başarmalıyız… ***********
-
SİLAHSIZ ÇÖZÜMÜN ANAHTARI!..
SİLAHSIZ ÇÖZÜMÜN ANAHTARI!.. “PKK’nın Vadelere Bölünmemiş, Kayıtsız Şartsız Bir Ateşkes İlan Etmesi ve Bunu Samimi Olarak Yerine Getirmesi!.. Barıştan, silahsız çözümden söz edildiği bir dönemde, PKK’nın mayın döşemeye devam etmesi ve geçtiğimiz hafta yedi askerin daha şehit düşmesi elbette şiddetle kınanacaktır. Bu böyle gitmez, gidemez. Eğer silahsız çözüm diyorsanız, barışı gerçekten savunuyorsanız, o zaman parmağınızı biran önce ve süresiz tetikten çekeceksiniz. Dağlardaki silahlı adamlarını Türkiye sınırları dışına çekip, silahları bir daha almamak için toprağa gömeceksiniz. Bunu başka yolu yok. PKK’nın şunu çok iyi hesap ettiği kanaatindeyim; silahlı mücadeleyle ulaşabileceği azami noktaya bugün gelmiştir, bundan öte silahla yapacağı bir şey yoktur. İnandırıcı olabilmenin, barış yolculuğunu başlatabilmenin yolu, yineliyorum, “silahları ön koşulsuz biran önce susturmak”tan geçiyor. Bu açıdan PKK’nın 1 Haziran’da süresi dolan “tek taraflı ateşkes”i 15 Temmuz’a kadar uzatması, bu tarihten sonra da Eylül ayı başına kadar uzatma ihtimalinin gündemde bulunması olumlu bir gelişmedir ama... “Ama”sı vardır ve şudur: PKK, eğer ateşkes konusunda hakikaten kararlıysa, o zaman Türk Silahlı Kuvvetleri’yle temastan kaçınacak yerlere, daha doğrusu dağlardaki silahlı adamlarını Türkiye sınırları dışına çekmelidir. Öncelikli adım budur. PKK, bu adımı atabilecek mi? PKK’nın ateşkesi vadelere bağlaması kesinlikle yanlıştır. Barış ve silahsız çözüm beklentilerinin yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Yeni bir süreç kapıda! İmralı’da da, Kandil’de de, Güneydoğu’da da, bu iş artık böyle gitmez, barış zamanı gelmiş durumda, silahlar artık sussun havası gitgide ağır basmaya başladı. Onun için yeni bir süreç açılabilir. Bir siyasi liderin şu sözlerinin altını bir kere de ben çizmek istiyorum: “Bazı taleplerimi hukuk ve demokrasi içinde dile getireceğim, savunacağım, taleplerimi terör yaptırımıyla takip etmeyeceğim denilmeli. PKK’nın dağdan ineceği, bir daha silaha başvurmayacağı netlik kazansın, bu durum ortaya çıksın, işte o zaman her şey daha rahat konuşulabilir ve tartışılabilir. Ancak o zaman Türkiye’de acı bir dönemin kapanması için hepimiz üzerimize düşeni ve gerekli işbirliğini yapabiliriz.” Öte yandan, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün geçtiğimiz hafta altı askerin şehit olması üzerine yaptığı ve şehit ailelerine başsağlığı dileyen açıklamasını gerçekten önemsiyorum. Çünkü, PKK’ya da açık ve net bir eleştiri var Ahmet Türk’ün bu çağrısında... Ahmet Türk şöyle diyor: “Silahsız çözüm isteyen elini tetikten çeksin. Açık dille ifade ediyoruz. Bu saatten sonra her kim ki demokratik bir çözümden yana ise ve her kim ki, silahsız bir çözüm arzuluyorsa, elini mutlaka tetikten çekmelidir. Siyasetin önünü açabilmenin olmazsa olmaz koşulu silahlı eylemlerin durmasıdır.” Fiili bir ateşkes sürecinde silahların susmasıyla birlikte, yeni bir süreç açılabilir ve bu süreçte diyalog mekanizmaları da devreye sokulabilir. Her an bir “meşru müdafaa” ya da “zorunlu çatışma” ya da “misilleme” eylemine imkân verecek karşılaşmaların yaşanmasını mutlaka önlemek gerekiyor. PKK eğer “ateşkes ve eylemsizlik” kararında samimiyse, Türk askeriyle temasa gelmeyecek yerlere çekilebileceğini göstermelidir. Son sözüm İmralı Cezaevi’nden örgütü yönlendirmeye çalışan Abdullah Öcalan’a: Abdullah Öcalan, Ahmet Türk’ün çağrısını yinelemeli; örgüte “elini tetikten çek” demeli ve ellerin tetiğe gitmemesini garantileyecek kuvvet kaydırmaları için talimat vermelidir… Unutmayınız ki, bu ülkede terör nedeniyle yaşanan acılar çok, ama çok büyük ve de çok taze!.. Çok konuşarak, tartışarak sorunlar çözülmez, aksine içinden çıkılmaz bir durum alabilir. Karayılan, bir yandan “silahlar sussun” diye tekrarlayıp, diğer yandan da “her türlü savaş durumuna hazırız” diye tehdit etmek, medyanın gazına gelip konuşmak yerine kendilerinden beklenen makul ve mantıklı adımları süratle atarsa, diğer taraftan da vatandaşların kafasını karıştırıp, meşgul etmekten, karamsarlığa itecek başka bir işe yaramayan konuşmalarıyla ve yazılarıyla gündem yaratmaya çalışanlar, biraz susup, çözümü uzmanlara bırakırlarsa, eminim çok daha olumlu gelişmeler yaşanacaktır. Bugün barış için tarihi bir fırsat yakalanmış olduğu tespiti doğruysa, PKK bu türden adımları pekala atabilecek durumdadır. Evet, PKK bunu yapabilir, yapmalıdır. *********** ***********
-
GERÇEK AMAÇ ÇÖZÜMSÜZLÜK MÜ?
GERÇEK AMAÇ ÇÖZÜMSÜZLÜK MÜ? PKK’NIN İDRAK EDEMEDİĞİ GERÇEK NE? “DAĞDA SİLAHLI İNSANLAR DOLAŞTIKÇA, MAYINLAR PATLAMAYA DEVAM ETTİKÇE, SİLAHLAR TOPRAĞA GÖMÜLMEDİKÇE, ÇATIŞMA YAŞANMAMASI VE TARİHİ FIRSATIN GERÇEKLEŞMESİ MÜMKÜN DEĞİL!..” PKK’nın ve siyasi uzantılarının “silahlar susmalı” söylemlerinde samimi olduklarını varsayarak, Kürt sorununun barışçıl çözümü için “yeni açılımlar” ve “tarihi fırsat” yakalandığı, örgütün eylemsizlik kararını uzatması gerektiği konuları tartışılırken, Hakkari’nin Çukurca kırsalından gelen haber, tartışmaları tek bir noktaya getirdi: Silahlar sussun da kim susturacak bu silahları? Bu saatten sonra silahların susturulabilmesinin tek bir yolu kalmıştır: PKK’nın başındaki Murat Karayılan’ın, “eylemsizlik kararına kesinlikle uyulması ve dağlardaki silahlı kadroların Türkiye sınırları dışına çekilmesi” yönünde talimat vermesi ve örgütün bunu biran önce uygulaması. Ancak o zaman silahlar susmuş ve çözüm süreci başlamış olabilir. Ama dağda silahlı insanlar dolaştıkça, mayınlar patlamaya devam ettikçe hiçbir zaman silahlar susmayacaktır. Hiçbir ülkenin güvenlik gücü, dağda kafileler halinde silahlı adamların dolaşmasına ve mayınlar patlatmasına göz yumamaz. Karayılan, “Silahlar sussun” dedi ama, bu sözlerin üzerinden bir hafta geçmeden PKK yine kanlı bir eylem gerçekleştirdi. O zaman “silahlar sussun, barış istiyoruz, çözüm istiyoruz, Türkiye’nin üniter yapısına saygılıyız, operasyonlar dursun” vesaire sözleri de havada kalmıştır ve asıl can alıcı soruları gündeme getirmiştir: PKK çözümsüzlük mü istiyor?.. Karayılan, kadrolarına söz geçiremiyor mu?.. Örgütü kim yönetiyor?.. Kandil, örgütün silahlı kanadını kontrol edemiyor mu?.. PKK’da neler oluyor?.. PKK yöneticileri, bu kanlı eylemlerle kendi yok oluş süreçlerini hızlandırdıklarının ve tarihi fırsatı kaçırdıklarının farkına varamıyorlar mı?.. Ahmet Türk’ü bile çileden çıkaran ve PKK’yı ilk defa eleştirmesine neden olan son mayınlama eylemi, örgüt içerisindeki derin yapılanmanın bir sonucu mu, yoksa Karayılan ve ekibinin ‘değiştik’ söylemleri sadece tribünlere yönelik mi?.. Evet, “Türk Ordusu çekilsin, operasyonlar dursun…” Pardon ama, nereden çekilecek Türk Ordusu? Dağda silahlı adamlar dolaşırken, uzaktan kumandalı mayınlarla askerler şehit edilirken, şantiyeler basılırken, mühendisler kaçırılırken, köylüler haraca bağlanırken, operasyonlar neden ve nasıl duracak ki? Uzaktan kumandayla gerçekleştirilen mayınlama eylemlerinin Kandil’den gelen doğrudan emirle değil de yerel inisiyatifle yapıldığına kim inanır ki? Son eylem, örgütün başındakilerin söylemlerindeki samimiyetsizliği net bir şekilde ortaya koymuştur. “Silahlar sussun…” Önce kendi samimiyetine ve örgüt üzerindeki tam hâkimiyetine Türkiye kamuoyunu inandırması gerekmiyor mu Karayılan’ın? Karayılan, kendi örgüt organlarına o anlaşılmaz kelimelerle dolu ve inanılmaz uzunlukta demeçlerde Hasan Cemal’e söylediklerini neden söylemiyor? Neden orada “silahlar sussun” demiyor. Çözüm sürecinin önünün açılabilmesi için mutlaka silahların toprağa gömülmesi ve örgüt kadrolarına yönelik şiddet ve ayrılıkçı propagandadan vazgeçilmesi gerekiyor. Susturun, sussun! PKK, “eylemsizlik” olarak nitelendirdiği tek taraflı “ateşkes” çağrılarında inandırıcılığını kaybetmiştir ve üstelik de son eylem çözümsüzlük sürecine önemli bir katkı sağlamıştır. Demagoji yapmanın, palavra atmanın ve bilgiçlik taslamanın hiç kimseye yararı yok ve şimdiye kadar olmamıştır. Tersini düşünenler son 90-100 yıl içinde Türkiye, İran, Suriye ve Irak'ta yaşananları tarafsız bir akılla hatırlayıp okusunlar. Kâbusların da, hülyaların da gerçeklerle ilgisi yok. Hayal âleminde yaşayanlar da kâbus görenler de nasıl olsa kafalarını sağa sola vura vura uyanacaklar. Zaman kaybedip ağır bedeller ödemek yerine, bu coğrafyada bizi birbirimize adeta mahkûm eden ortak çıkarlara eğilmeliyiz. Bizler yekdiğerimizi hoşgörüyle sevmeye mecburuz. Birlikte yaşama iradesine her zamankinden fazla sahip çıkmalıyız. Aksi takdirde hep birlikte mahvoluruz. Eğer PKK, gerçekten silahların susmasını ve sorunun çözümlenmesini istiyorsa, gerçekten Kürtlerin huzur ve güvenliğini düşünüyorsa, gerçekten Kürtlerin hakları için mücadele ediyorsa, gerçekten bağımsız Kürt devleti istemiyor ve Türkiye’nin üniter yapısına saygılıysa, gerçekten kendilerinin ve Kürtlerin geleceğini Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak çıkarları çerçevesinde görüyorsa, gerçekten söylemleri taktiksel değil ve taşeron bir örgüt değilse, öncelikle eylemsizlik kararını harfiyen uygulamalı, dün Hakkari’de yaşanan mayınlama tarzındaki terör eylemlerine son vermeli, örgüt içerisinde şiddet yanlısı gruplar varsa, onları tasfiye etmeli ve Türkiye’de demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesinin önünde engel olmaktan çıkmalıdır. Bir kere daha dikkat çekmek istiyorum; dağda silahlı insanlar dolaştıkça, mayınlar patladıkça silahlar susamaz. Hiçbir ülkenin güvenlik gücü de, dağda kafileler halinde silahlı adamların dolaşmasına göz yumamaz. PKK yöneticileri, bölgedeki ve Türkiye’deki gelişmeleri doğru okumalılar. Türkiye’nin bütün sorunlarını, kendi iç dinamikleriyle çözme kabiliyeti olduğunu görmeliler ve buna inanmalılar. *********** ***********
-
PKK VE SİLAHLARIN SUSMASI ÜZERİNE SOMUT ÖNERİLER!..
PKK VE SİLAHLARIN SUSMASI ÜZERİNE SOMUT ÖNERİLER!.. Herkesin Kürt sorununda yeni bir döneme girildiğini düşündüğü bir dönemde Türkiye’nin en önde gelen gazetecilerinden biri ayağına kadar geliyor. Kendisiyle dört saat boyunca görüşüyor ve Türk kamuoyunu heyecanlandıracak, ümitlendirecek, rahatlatacak hiç ama hiçbir şey söylemiyor; "Silahlar sussun. PKK artık eski PKK değil. Ayrılmak istemiyoruz. Federasyon istemiyoruz. Üniter devlet yapısını bozmayan bir çözümden yanayız!” Eski tas eski hamam... Evet, PKK lideri Murat Karayılan’ın Milliyet’ten Hasan Cemal’e verdiği mülakatta yeni bir şey söylemediği, hiçbir umut verici açılım yapmadığında ısrarlıyım. Buna rağmen mülakat çok geniş bir ilgi gördü, hatta PKK sorunu ve dolayısıyla Kürt sorununda yeni bir eşiğe gelinmiş olduğunun işareti olarak nitelendi. Bu tür yorumları yapanlarla aramdaki en büyük farkı şöyle tanımlayabilirim: Onların büyük çoğunluğu PKK’yı bir “nesne”, bir “figüran” olarak görürken, ben örgütü, dış etkilere açık olmakla birlikte kendi bağımsız gündemine göre hareket eden bir “özne” olarak kabul ediyorum. Onlar, PKK ve Kürt sorunlarının çözümlerinin esas olarak Ankara, Washington ve Erbil arasındaki birtakım pazarlıklardan geçtiğini düşünürken, ben çözümün Türkiye içinde olduğuna inanıyorum. Diğer bir deyişle Karayılan mülakatını abartarak önemseyenler, aslında PKK’yı, kendi başına hareket yeteneği olmayan, onun bunun kullandığı bir güç (nesne) olarak sunuyorlar. Onlara göre PKK’lıların “artık değiştik, makul bir noktaya geldik” demeleri yeterli. Benim gibi düşünenlerse, PKK’nın bunun çok ötesine gitmesini, çözüm konusunda samimi olduklarını Türk kamuoyuna kanıtlayacak somut adımlar atmasını bekliyor. Daha önceki yazılarımda da vurguladığım üzere, kilit adım “PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması”dır. Bunun hemen gerçekleşmesinin mümkün olmadığı ortada, ancak Karayılan gidişlerinin bu yöne doğru olduğunu açık bir şekilde gösterecek bazı mesajlar verebilirdi. Bunu yapmadığı gibi, her an en şiddetli şekliyle çatışmaların yeniden başlayabileceğini ve buna hazır olduklarını söyledi. Böyle yapmakla da çok önemli bir fırsatı tepmiş oldu. Bir kere daha dikkat çekmek istiyorum; dağda silahlı insanlar dolaştıkça silahlar susamaz; hiçbir ülkenin güvenlik gücü de, dağda kafileler halinde silahlı adamların dolaşmasına göz yumamaz. Peki kalıcı bir çözümde samimi olduklarını kanıtlama noktasında Karayılan somut olarak ne söyleyebilirdi? Sanılanın aksine PKK, bu noktada çok şey yapabilir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Birincisi; PKK kent merkezlerindeki patlayıcı ve diğer mühimmatı bir an önce teslim veya imha etmelidir. Silahlı mücadeleye sadece “meşru müdafaa” için başvurduğunu söyleyen ve sivillere yönelik eylemleri “terörizm” olarak niteleyen bir örgüt aynı zamanda büyük kentlerde tonlarca patlayıcı bulunduruyor. Bu tür mühimmatı, medyayı da haberdar ederek teslim etmesi kamuoyunda PKK’nın samimiyeti hakkındaki kuşkuları bir ölçüde dağıtabilir. Örgüt, bugüne kadar büyük kentlerde ya kendisi bombalı saldırı düzenledi ya da bazı taşeronlarına düzenletti. İkincisi; PKK bundan böyle taşeron kullanmayacağını deklare etmelidir. Büyük kentlerde kanlı terör eylemlerine imza atan “Kürdistan Özgürlük Şahinleri”nin (TAK), doğrudan Karayılan’a bağlı yan bir örgütlenme olduğu söyleniyor. Bu iddia doğru olmayabilir, ancak TAK’ın PKK’nın taşeronu olarak işlev gördüğü ve buna benzer başka yapıların da olduğu ya da olabileceği ortada. (Bu noktada “Devrimci Karargah” gibi bazı radikal Türk solu örgütlerinin, tümüyle PKK’nın denetiminde ve onun çıkarları için faaliyet gösterdiklerini de akılda tutalım) “Meşru müdafaa” ile hiçbir ilgisi olmayan büyük şehirlerdeki terör eylemleri, Türk-Kürt çatışmasını ateşleme potansiyeli taşıdıkları için ciddi birer risk kaynağıdır. Bu nedenle PKK’nın her türden taşeronlaştırmaya son verdiğini açıklaması iç barışa çok ciddi katkıda bulunacaktır. Üçüncüsü; mayınlı saldırılara son verip döşenmiş mayınların haritaları verilmelidir. Son dönemde çok derin yaralar açan mayınlı saldırıların da “meşru müdafaa” ile hiçbir ilgisi olmadığı açık. PKK’nın bu tür saldırılara son vermesi ve yapmış oldukları mayınlamaların temizlenmesine yardımcı olmaları, “silahların susması” için çok isabetli bir başlangıç olacaktır. Dördüncüsü; ülke içindeki militanlar kademeli bir şekilde sınır dışına çekilmelidir. Abdullah Öcalan, yakalanmasının ardından PKK militanlarının ülke dışına taşınmasını gerçekleştirebilmişti. O tarihte devletin tüm kanatları böyle bir çekilmeden memnun olmadığı için örgüt ciddi kayıplar da vermişti. Ama bugünün şartlarında PKK’nın güçlerini çekeceğini ilan etmesi durumunda bunun daha sakin ve olaysız bir şekilde tamamlanabileceğini öngörebiliriz. Unutmayınız ki, bu ülkede terör nedeniyle yaşanan acılar çok, ama çok büyük ve de çok taze!.. Çok konuşarak, tartışarak sorunlar çözülmez, aksine içinden çıkılmaz bir durum alabilir. Eğer Karayılan, bir yandan “silahlar sussun” diye tekrarlayıp, diğer yandan da “her türlü savaş durumuna hazırız” diye tehdit etmek, medyanın gazına gelip konuşmak yerine kendilerinden beklenen makul ve mantıklı adımları süratle atarsa, diğer taraftan da vatandaşların kafasını karıştırıp, meşgul etmekten, karamsarlığa itecek başka bir işe yaramayan konuşmalarıyla ve yazılarıyla gündem yaratmaya çalışanlar, biraz susup, çözümü uzmanlara bırakırlarsa, eminim çok daha olumlu gelişmeler yaşanacaktır. Son söz: Bugün barış için bir fırsat yakalanmış olduğu tespiti doğruysa, PKK bu türden adımları pekala atabilecek durumdadır. Evet, PKK bunu yapabilir, yapmalıdır. *********** ***********
-
PKK’SIZ “YENİ BÖLGE DÜZENİ”!..
PKK’SIZ “YENİ BÖLGE DÜZENİ”!.. Kandil’den örgütü yönetmeye çalışan Murat Karayılan’ın, Hasan Cemal’e verdiği mülakatta yeni bir şey söylemediği, örgütün gerçek anlamda silah bırakıp, demokrasi sürecine katkı sağlamaya yönelik umut verici bir açılım yapmadığı yönündeki düşüncemde ısrarlıyım. Karayılan mülakatını abartarak önemseyenler, aslında PKK’yı, kendi başına hareket yeteneği olmayan, onun bunun kullandığı bir güç (nesne) olarak sunuyorlar. Onlara göre PKK’lıların “artık değiştik, makul bir noktaya geldik” demeleri yeterli. Benim gibi düşünenlerse, PKK’nın bunun çok ötesine gitmesini, çözüm konusunda samimi olduklarını Türk kamuoyuna kanıtlayacak somut adımlar atmasını bekliyor. Bundan önceki üç yazımda da vurguladığım üzere, burada kilit adım PKK’nın “kayıtsız şartsız silah bırakması”dır. Bunun hemen gerçekleşmesinin mümkün olmadığı ortada, ancak Karayılan, gidişlerinin bu yöne doğru olduğunu açık bir şekilde gösterecek bazı mesajlar verebilirdi. Bunu yapmadığı gibi, her an en şiddetli şekliyle çatışmaların yeniden başlayabileceğini ve buna hazır olduklarını söyledi. Örgütün yayın organlarına bakıldığında da, Karayılan’ın açıklamalarına paralel şantaj ve tehdidin devam ettiği görülüyor. Ama PKK, böyle yapmakla da çok önemli bir fırsatı tepmiş oluyor. Eğer Karayılan bir yandan “silahlar sussun” diye tekrarlayıp diğer yandan “her türlü savaş durumuna hazırız” diye tehdit etmek yerine bazı somut vaatler dile getirmiş olsaydı, Türkiye ileriye daha umutla bakabilirdi. PKK bunu yapabilir ve yapmalıdır. Neyse, ben asıl bugün bir iki kilit sorunun cevabını irdelemek istiyorum. Bunlardan birincisi; “Kürt sorunu çözülecek mi?” Kürtler arasındaki ayrılıkçı eğilimlerin bütünüyle ortadan kaldırılmasının bir yolu yok. Etnik milliyetçilik modern dünyanın gerçeklerinden biri çünkü. Ama Kürtlerin çoğunun bu eğilimde olmadığı, ortak kültürün ve tarihin getirdiği kardeşlik bağını yeniden güçlendirmenin mümkün olduğu da bir gerçek. Dolayısıyla, kardeşlik duygusunun ve birlikte yaşama iradesinin süreç sonunda galip geleceğini ümit ediyorum. Ama yaraların kolayca kabuk bağlayacağını düşünmek de safdillik olur. Uzunca bir yara sarma dönemi bekliyor olacak süreç sonrasında bizleri. İkinci soru: “Peki PKK tasfiye edilecek mi?” PKK’nın tasfiyesinin kısa zamanda gerçekleşmesini beklemek doğru olmasa da, Türkiye’nin geleceğinde bu örgütün yerinin olmadığı anlaşılıyor. PKK’nın varlığı bir yönüyle uluslararası dengelerin gereğiydi veya Türkiye’nin o dengeler içinde oynadığı rolün. Bu bakımdan PKK’nın tasfiyesini Türkiye’nin bu bölgede üstlenmesi beklenen yeni rolle ilgili olarak, en başta da “petrol ve doğalgaz terminali” rolü açısından düşünmek gerekir. Hatırlarsanız, Batı dünyası için PKK’nın tasfiyesi ihtiyacı ilk olarak Bakü-Ceyhan boru hattının inşası sürecinde gündeme gelmişti. Örgütün eylem alanı boru hattının güzergâhıyla çakıştığı için, enerji koridorunun güvenliği konusu PKK’yı Kuzey Irak denklemi içine hapseden süreci başlatmış oldu. Bugünkü konjonktürde de PKK’nın tasfiyesi ve hatta Kürt meselesinin hal yoluna girmesi, Türkiye’nin bu bölgede kendisinden beklenen rolü oynayabilmesi için gerekli görülüyor. Washington’daki yeni yönetimin Türkiye’nin jeopolitik değerini güçlü vurgularla gündeme getirmesi, bu çerçevede Obama’nın kıta dışında ilk ülke ziyareti için Türkiye’yi seçmesi bir şeylerin habercisi diye düşünüyorum. Washington’un bu dönemde Ankara’ya daha önce olmadığı kadar ihtiyacı var. Bunun için hem PKK’nın Türkiye için bir ayak bağı olmaktan çıkması arzu ediliyor, hem de Irak’ta bir denge kurulmaya çalışılırken PKK’nın bu dengeye müdahil olmasının yolu kapansın isteniyor. Son cümle… Yeni bir “bölge düzeni” oluşuyor. Ama unutulmamalı ki, o düzenin sürdürülebilir olması Türkiye’ye bağlıdır. Dolayısıyla burada Türkiye’yi rahatsız edecek bir yapının mevcudiyetine izin verileceği düşünülemez. PKK, halihazırda homojen bir yapıda ve tek bir gücün kontrolünde olmadığı için, daha da önemlisi Kürt ayrılıkçı hareketinin toplumsal tabanı da mevcut olduğu için terör örgütünü bir hamlede tasfiye etmenin imkanı yok. Ancak yeni bölge düzeninde de PKK’ya yer olmadığı çok açık. *********** ***********
-
BİRAZ SESSİZLİK LÜTFEN!...KONUŞMA DEĞİL, ÇÖZÜM İÇİN BİRAZ SUSMAK!..
BİRAZ SESSİZLİK LÜTFEN!...KONUŞMA DEĞİL, ÇÖZÜM İÇİN BİRAZ SUSMAK!.. PKK’DAN BEKLENEN! Eylemsizlik Kararına Uyulması!.. Silahların Gömülmesi!.. Silahlı Kadroların Sınırların Dışına Çıkarılması!.. Kürt Konferansında Alınacak Karara Uyulması!.. Kadroları Şiddete Yönelik Propagandalardan Vazgeçilmesi!.. Demokratik Sürece Katkı Sağlanması! PKK ve siyasi uzantıları tarafından son dönemde "Silahlar sussun. PKK artık eski PKK değil. Ayrılmak istemiyoruz. Federasyon istemiyoruz. Üniter devlet yapısını bozmayan bir çözümden yanayız!” deniliyor. Bu söylenenlerin ne kadar gerçekçi ve sorunların çözümü için atılmış adımlar olduğunu sorgulamakta yarar var diye düşünüyorum. Her şeyden önce Murat Karayılan’ın sözlerinin “yeni”, “çözüm için ümit verici” bir şey olmadığını söylemek istiyorum. Zira, PKK’nın aldığı pozisyonları haddinden fazla önemsemenin, ortada hiçbir “somut” adım, hatta vaat bile yokken “PKK üstüne düşeni yaptı ya da yapmaya hazır, şimdi sıra devlette” demenin tam da çözümü sabote ettiğini düşünüyorum. PKK’nın ve siyasi uzantılarının silahları susmasına yönelik söylemlerinin kamuoyunda yankı bulduğu ve herkesin bir şeyler söylediği bir dönemde, PKK’da bu söylemlerle uyuşmayan o kadar çok gelişme yaşanıyor ki, Karayılan’ın “silahlar sussun” sözleri havada kalıyor. Aslında bu cümle Karayılan’a has değil. PKK ve ona yakın çevreler stratejilerini yıllardır bu önerme üzerine oturturlar. İlkin, sanki çatışmanın öznesi silahların bizzat kendisiymiş gibi “silahlar sussun” demenin anlamsızlığını vurgulamak şart. Ardından, her “silahlar sussun” çağrısının peşinden çok gürültülü bir PKK (veya onun taşeron örgütlerinden birinin) eyleminin patlak vermesi, bu cümlenin içini iyice boşaltmış durumda. “Silahlar sussun” diyenlerin ne kadar samimi olduklarını göstermek için önce kendi silahlarını susturmaları gerekir. Peki son altı aylık süreçte yaşananlara bakıldığında gerçekten bu söylem inandırıcı mı? İşte size PKK’nın “silahların susması ve silah bırakılması” ile ilgili söylemlerini havada bırakan “çözümsüzlük” örneklerinden sadece birkaçı… Hatırlayacağınız üzere, PKK, 1 Haziran’a kadar “eylemsizlik” kararı alındığını duyurmuştu. Peki, hakikaten eylemsizlik kararına uyuldu mu? Hayır. Her gün asker-sivillere yönelik “mayınlama” eylemleri başta olmak üzere, terör eylemleri devam ediyor. Hatta, bu eylemleri gerçekleştirenler bizzat örgüt yöneticileri tarafından teşvik ediliyorlar. Kamuoyuna “mayınlama eylemini tasvip etmiyoruz” diyenler, arkalarını dönüp örgüt kadrolarına tam aksini söylüyorlar ve gençleri dağlara çağırmaktan geri durmuyorlar. PKK, ABD, Avrupa Birliği, Iraklı Kürtler ve Türkiye’deki Kürt aydın-siyasetçilerin “Şiddet eylemlerine son verilmesi ve silah bırakılması” çağrılarına kulak tıkarken, “ateşkes”, “barış”, “silahların susması” gibi söylemlerinin ciddiye alınmamasından rahatsızlık duyuyor. Hatta, silahların susmasından bahsedildiği bir dönemde, silahlı kadroların başındaki kişi, yeteri kadar eylem gerçekleştiremediği gerekçesiyle görevden alınıyor ve yerine “şahin” olarak bilinen bir kişiyi getiriliyor. Başka bir çözümsüzlük örneği daha… Iraklı Kürtlerin öncülüğünde, bütün Kürt örgütlerin katılımıyla bir “Kürt konferansı” düzenlenerek, sorunun çözümüne katkı sağlamak amacıyla bir girişim başlatıldı. Bu konferansta, PKK’nın “ön koşulsuz silah bırakması” konusu dahil, neler yapılabileceği konuşulacaktı. Ancak “silah bırakma” lafını duyar duymaz PKK yöneticileri, bu konferansa katılmayacaklarını, alınacak hiçbir kararı tanımayacaklarını, konferansa katılacak Kürtlerin de “düşman” olduklarını ilan ederek, samimiyetlerini bir nebze ortaya koymuş oldular. Bir kere daha dikkat çekmek istiyorum; dağda silahlı insanlar dolaştıkça silahlar susamaz; hiçbir ülkenin güvenlik gücü de, dağda kafileler halinde silahlı adamların dolaşmasına göz yumamaz. İnanıyorum ki, PKK yöneticileri, bu defa bölgedeki ve Türkiye’deki gelişmeleri doğru okuyabilecekler ve demokrasinin önünü tıkamaktan vazgeçecekler. Türkiye’nin bütün sorunlarını, kendi iç dinamikleriyle çözme kabiliyeti vardır. Çözüm için reçete: PKK, biran önce silahlı kadrolarını Türkiye sınırları dışına çekmelidir. Gerçek anlamda eylemsizlik süreci başlatmalı ve örgüt kadrolarına yönelik olarak silahsızlanma ile ilgili çalışmalarını süratle uygulamaya koymalıdır. Bunun için de PKK yöneticileri, yayın organları ve örgüt sorumluları aracılığıyla, silahlı kadrolara yönelik “kahramanlık ve şiddet” propagandası yapmaktan, gençleri dağlara çağırmaktan vazgeçip, barışın herkesin yararına olacağını, silahla sorunların çözümünün mümkün olamayacağını uygun lisanla kadrolara anlatmalıdır. Biliyorum, PKK’nın silahtan arınması o kadar kolay değil, ama imkânsız da değil. Son sözüm, her gün gazete köşelerinde para için yazanlara, televizyon ekranlarında ahkâm kesenlere…Eğer şimdiye kadar sizin söyledikleriniz olsaydı, sorun biterdi. Sizce de artık biraz susmak ve gelişmelerin biraz olsun kendiliğinden gelişmesine izin vermek gerekmiyor mu? Herkes her şeyi bildiğini zannederek konuşursa, sorunun çözümüne yönelik hiçbir hayırlı gelişme yaşanamaz. Atalarımızın “söz gümüş ise, sükut altındır”, “Sükut ikrardandır” sözlerini, bugün hem PKK’nın başındakilere, hem de Türkiye’de her gün medya aracılığıyla hiç durmadan konuşan, konuştukça sorunun çözümüne yönelik gelişmelerin önünü tıkayan, süreci baltalayan ve rant peşinde konuşanlara hatırlatmakta yarar görüyorum. 30 yıldır konuşanlar, artık sessiz kalmanın, susmanın sorunun çözümüne daha büyük katkı sağlayacağını görmeliler. Her gün “PKK, Kürt Sorunu, Güneydoğu Sorunu” dediğiniz noktada, aslında çözümün önünü tıkamış oluyorsunuz. Unutmayınız ki, bu ülkede terör nedeniyle yaşanan acılar çok, ama çok büyük ve de çok taze!.. Lütfen biraz sessizlik!.. Lütfen sükut içinde bekleyin. Çok konuşarak, tartışarak sorunlar çözülmez, aksine içinden çıkılmaz bir durum alabilir. Eğer Karayılan, bir yandan “silahlar sussun” diye tekrarlayıp, diğer yandan da “her türlü savaş durumuna hazırız” diye tehdit etmek, medyanın gazına gelip konuşmak yerine kendilerinden beklenen makul ve mantıklı adımları süratle atarsa, diğer taraftan da vatandaşların kafasını karıştırıp, meşgul etmekten, karamsarlığa itecek başka bir işe yaramayan konuşmalarıyla ve yazılarıyla gündem yaratmaya çalışanlar, biraz susup, çözümü uzmanlara bırakırlarsa, eminim çok daha olumlu gelişmeler yaşanacaktır. Artık türbinlere oynamaktan vazgeçip, maça konsantre olmak, 90 dakikanın sonunda, uzatmalara ve penaltılara gitmeden, (kaybedecek zaman kalmamıştır) Türkiye’nin üniter, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti yapısına katkı sağlayan bir çözüm demokratik süreç içerisinde mutlaka ortaya konulmalıdır. Aksi durumda, herkes kaybedecektir… Emperyalizmin kışkırtmalarına rağmen, bugüne kadar “birlikte yaşama iradesi”ni kaybetmeyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, ülkenin iç dinamikleriyle bu sorunu çözebilecek güce ve kabiliyete sahip olduğuna inanıyor. Öyleyse, biraz sessizlik lütfen!.. *********** ***********
-
İNANDIRICILIK, SAMİMİYET VE PKK MAYINLARI ÜZERİNE!..
İNANDIRICILIK, SAMİMİYET VE PKK MAYINLARI ÜZERİNE!.. “Patlayan Her Mayın, Barış, Demokrasi ve İnsan Hakları Sürecini Sabote Ediyor!..” “…Silahlar sussun, kimse kimseye saldırmasın!..” “…Diyarbakır’daki dershane önünde patlatılan bomba kontrolümüz dışında gerçekleşen bir eylemdi. Bu tür kanlı eylemleri tasvip etmiyoruz. Biz bağımsız devlet istemiyoruz. Federasyon da istemiyoruz. Türkiye’nin üniter devlet yapısını bozmayan bir çözümden yanayız…” “…Maalesef oldu. Diyarbakır Lice’de ve Hakkâri Şemdinli’de yapılan saldırıları ve 9 askerin MAYINLAMA sonucu ölmeleri bizi üzdü. Bu eylemler merkezde planlanmadı, örgütümüzün yerel birimleri tarafından planlanmış ve uygulanmış. Biz onaylamadık ve çok üzüldük!..” “…Bu söylediklerimiz taktik değildir!..” (??????) Böyle demiş PKK’nın fiili yöneticisi Murat Karayılan, Milliyet Gazetesi’nde Hasan Cemal’e. Hasan Cemal’in Irak’ın kuzeyinde yaptığı röportajlar önemliydi, ilgi çekti. Hasan Cemal’in yaptığı en önemli görüşme Murat Karayılan’la konuşmasıydı. Bu konuşmanın en çarpıcı yanı ise, “PKK’nın artık bağımsız bir Kürt devleti istemediği, Kürtlerin kimliklerine ve kültürlerine saygı gösterileceğine söz verilmesi halinde silahı bırakacaklarını” belirtmesiydi. Terör çıkmazına saplanan paramiliter örgütün başındaki Murat Karayılan’ın “ateşkes” ve “silahların susması”na yönelik söylemleri Türkiye’de hararetle tartışılırken, hatta bazıları bu söylemleri ciddi alıp, Murat Karayılan ve PKK ile ilgili kamuoyunda sempati yaratmaya çabalarken, önceki gece televizyon ekranlarına ve gazetelere yansıyan haberler, PKK’nın ve başındaki kanla beslenen vampirlerin gerçek yüzünü ve alçaklığın yer dibindeki uzantısının acımasızlığını bir kere daha ortaya koydu: “PKK’lı teröristler tarafından uzaktan kumandalı mayınlama eylemi sonucunda Şırnak’ın Cevizdüzü Köyüne mensup 5 sivil hayatını kaybetti.” “Şırnak’ın Toptepe Köyü kırsalındaki maden ocakları bölgesinde kömür toplayan Beşir Sevin isimli köylü, PKK’lılar tarafından döşenen mayına basması sonucunda ağır yaralandı.” Uluslararası toplumun tepkisinden çekinen PKK, “bir daha mayın kullanmayacağını” defalarca kamuoyuna deklere etmesine rağmen, mayınlardan bir türlü vazgeçemiyor. Gün geçmiyor ki, PKK mayınları can almasın, sakat bırakmasın. PKK, uluslararası zeminde meşruiyet kazanabilmek için 18 Temmuz 2006'da BM'nin hazırladığı Genava Call'u (Cenevre Çağrısı) imzalayarak antipersonel mayın kullanmayacağını taahhüt etmesine rağmen mayınlama eylemlerine devam ediyor. PKK mayınlarına en sert tepki Diyarbakır’daki sivil toplum örgütlerinden geldi. Diyarbakır İnsan Hakları Derneği tarafından yayınlanan basın açıklamasında (11 Mayıs 2009), silahların susması ve sorunların demokratik süreç içerisinde çözülmesinin konuşulduğu bir dönemde Cevizdüzü ve Toptepe köylerinde PKK tarafından döşenen mayınların patlatılması sonucu 5 sivilin ölmesi, 2 sivilin de ağır yaralanması şiddetle protesto edildiği vurgulanarak, şöyle denildi; “Mayınlar Türkiye’de can almaya devam ediyor. Her yıl ortalama yüzlerce kişi mayınların kurbanı oluyor veya sakat kalıyor. Uzaktan kumandayla patlatılan mayınlar, güvenlik güçlerinin yanı sıra, çocukları, kadınları da hedef alıyor. Bu tür saldırıları nefretle kınıyor, PKK’yı, Türkiye’de barışa ve demokratik sürece zarar veren mayınlama eylemlerine derhal son vermeye çağırıyoruz. Hiçbir gerekçe masum insanları vahşice öldürmeyi haklı kılamaz.” “Handicap International” adlı uluslararası sivil toplum kuruluşu tarafından açıklanan “Terörizm Raporu”nun mayınlarla ilgili bölümünde de; “Mayınların insanlık için felaket olduğu, 84 ülkenin mayınlar nedeniyle sıkıntı yaşadığı, dünyada her yıl yaklaşık 20 bin çocuğun ve yetişkinin mayınların kurbanı olduğu, özellikle terör örgütlerinin son yıllarda mayınlama eylemlerine yöneldiği, bu tür eylemlerden en büyük zararı sivillerin gördüğü” vurgulanmıştı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi Müdürü Prof.Dr.Muammer Kaya’nın, “mayın mağdurları” ile ilgili araştırmasının sonuçlarını konu alan basın toplantısındaki şu sözleri, aslında terörün korkunç boyutunu gözler önüne sermeye yetiyor; “PKK terör örgütü tarafından döşenen mayınlara basma sonucunda Türkiye’de 1999-2008 yılları arasında 598’ü sivil, 1089 kişi öldü, 5 binin üzerinde kişi de sakat kaldı. Ölen sivillerin 300 kadarı çocuk.” ABD tarafından yayınlanan 2008 Yılı İnsan Hakları Raporu’nda, “PKK'nın döşediği mayınlar nedeniyle 42 sivilin hayatını kaybettiği” vurgulanmıştı. Leyla Zana’nın dediği gibi “PKK Kürtlerin sigortası mı?” Yoksa, Ahmet Türk’ün, Celal Talabani’nin, Şerafettin Elçi ve Kemal Burkay’ın dediği gibi, “Kürtlere en büyük zararı PKK mı veriyor?” Kürtler için gerçekten kimler, ne istiyorlar acaba? Bölgede yaşayan sivillerin (çoğunluğu çocuk) mayınla parçalanarak ölmesinin, Kürtlerin çıkarlarına nasıl bir hizmeti olabilir ki? *********** ***********
-
PKK'nin bir numarasi Karayilan'dan baris cagrisi...
MURAT KARAYILAN’IN SAMİMİYETİ ÜZERİNE!.. Terör örgütünün başındaki Murat Karayılan, Hasan Cemal’e önemli açıklamalar yapmaya devam ediyor: “PKK artık eski PKK değil” diyor ve ekliyor; “Ayrılmak istemiyoruz. Federasyon da istemiyoruz. Üniter devlet yapısını bozmayan bir çözümden yanayız!” Karayılan, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden ve Kürt kültürünün yaşatılmasından da söz ediyor ve ekliyor: “Böyle bir sürecin başlayabilmesi için önce silahlar susmalıdır!” Evet, bir bakıma haklı, silahlar konuşurken devletin oturup dağdakilerle müzakere etmesi beklenemez! Bir önceki yazımda da sormuştum: “Tamam, silahlar sussun da, kim susturacak?” PKK’nın silahları susturması mümkündür, fakat devletin resmi gücü olan ordunun PKK karşısında silah bırakıp kışlasına geri dönmesi mümkün değildir. Zira devlet, Max Weber’in de dediği gibi, güç kullanma tekeline sahip olan örgütlenmedir. Bu tekeli paylaştığı an, devlet olmaktan çıkar! Karayılan’ın sözleri çeşitli açılardan ilginç. Birincisi, PKK’nın hedefleri nerdeyse kültürel haklar ve güçlendirilmiş yerel yönetimlere indirgenecek kadar daraltılmış. O zaman da ister istemez akıllara hemen şu sorular geliyor: Bu mütevazı hedefler için bunca dağa çıkmalara, ölmelere ve öldürmelere gerek var mıydı? Daha barışçıl ve sivil yöntemlerle bu hedefler gerçekleştirilemez miydi? İkincisi, hedeflerini bu kadar daraltmış bir PKK’yı dağda tutmak gittikçe daha zor olmaz mı? Üçüncüsü, “10 erin pusuda şehit edilmesi, Diyarbakır’da dershaneye bomba atılması” gibi olaylar anımsatılınca, Murat Karayılan hep aynı şeyi söylüyor, “Bu eylemler merkezde planlanmadı, örgütümüzün yerel birimleri tarafından planlanmış ve uygulanmış. Biz onaylamadık ve çok üzüldük!” O zaman da akla iki olasılık geliyor: Ya Karayılan PKK örgütünü denetleyememektedir, ya da o eylemlerden sorumlu olduğu halde yalan söylemektedir! Her iki durumda da kendisiyle bir anlaşma yapmak anlamlı değildir, denebilir. Dördüncüsü, dağdaki terör örgütünün lideri, ovada sivil bir kuruluş olması gereken DTP’den çok daha yumuşak, uzlaşmacı ve barışsever görünüyor! Oysa tersi olmalıydı, değil mi? Buna benzer sorulara ve tereddütlere rağmen, terör örgütünün başındaki şahsın bu sözleri ciddiye alınmalıdır. Çıkış yolu olarak bir genel affı savunanlar olsa da, bunun kolay olacağını sanmıyorum. Hem aflarla ilgili olarak geçmişte yaşanan olumsuz deneyimler, hem de PKK’yla savaşta öldürülmüş binlerce kişinin anısı, buna engel olacaktır. Ama pişmanlık yasası daha etkin ve işler hale getirilebilir. Evet, resmen değilse bile fiilen silahlar susturulabilir! Yanılmıyorsam son bir yılda bunun uygulaması da yapıldı. PKK saldırmadıkça, ordu dağlarda PKK’lı avına çıkmadı! Söylendiği gibi PKK’da bir çözülme yaşanıyorsa ve örgüt içinde anlaşmazlıklar varsa, bu doğru bir yol olmalı. Bir kere daha dikkat çekmek istiyorum; dağda silahlı insanlar dolaştıkça silahlar susamaz; hiçbir ülkenin güvenlik gücü da, dağda kafileler halinde silahlı adamların dolaşmasına göz yumamaz. Bazıları, “Türk Ordusu çekilsin, operasyonlar dursun” şeklindeki açıklamaları da mantıkla açıklamak mümkün değil. Nereden çekilecek Türk Ordusu? Ortada bir işgal mi var ki, o topraklardan çekilsin. Dağda silahlı adamlar dolaşırken operasyonların durmasından söz etmek mümkün değil. Son söz… Bugün PKK, tam anlamıyla bir yol kavşağında. Gidebileceği her iki yol da örgütün etkinliğini gösteriyor. Bunlardan biri Kandil’in kapanması ve silahlı mücadelenin bitmesiyle sonuçlanacak. Diğeri ise, etkinliğini tamamen yitirmeyeceği, ancak yine de dağılma sürecini gündemde tutacak bir sürece götürecek. PKK üstünde uluslararası bir baskı var ve giderek artıyor. Başta Washington olmak üzere¸ Brüksel, Irakta da Erbil ile Bağdat silahlı mücadelenin bırakılmasını istiyor. Terör sürdükçe bir yere varılamayacağı, artık herkes tarafından kabul ediliyor. PKK, kurtulunması hiç kolay olmayan bir çıkmazda. Kurtuluşu ne mi? Silah bırakarak, gençlerin evlerine dönmelerine izin vermesi ve demokrasinin önünü açması… *********** ***********
-
PKK VE SAMİMİ OLMAK İÇİN!.. SİLAHLAR SUSMALI!..
PKK VE SAMİMİ OLMAK İÇİN!.. SİLAHLAR SUSMALI!.. “Diyarbakır’daki dershane önünde patlatılan bomba kontrolümüz dışında gerçekleşen bir eylemdi. Bu tür kanlı eylemleri tasvip etmiyoruz. Biz bağımsız devlet istemiyoruz. Federasyon da istemiyoruz. Türkiye’nin üniter devlet yapısını bozmayan bir çözümden yanayız. Bu söylediklerimiz taktik değildir. Böyle bir sürecin başlayabilmesi için önce silahlar sussun! ” Böyle demiş PKK’nın fiili yöneticisi Murat Karayılan, Milliyet Gazetesi’nde Hasan Cemal’e. Samimi olduğunu varsaymak istiyorum Karayılan’ın, Kürt sorununun barışçıl çözümü için gerçekten bir fırsat yakalandığına inandığını düşünmek istiyorum. Ama sonra takılıp kalıyorum: Silahlar sussun da kim susturacak? Çok basit bir yöntemi var silahları susturmanın. Karayılan, Abdullah Öcalan’ın 1999’da yaptığını yapar, bütün silahlı güçlerine Türkiye’den çıkma talimatı verebilir mesela. O zaman silahlar susmuş olur. Ama dağda silahlı insanlar dolaştıkça silahlar susamaz; hiçbir ülkenin güvenlik gücü, dağda kafileler halinde silahlı adamların dolaşmasına göz yumamaz. Karayılan, “Silahlar sussun” diyor ama aynı gün düğmeye basılmışçasına Diyarbakır Lice’de ve Hakkâri Şemdinli’de yapılan saldırıları, 10 askerin şehit düşmesini “Maalesef oldu, biz de üzgünüz” diye geçiştiriyor. Bu saldırılar sonrası kendi örgütünün yayımladığı intikam bildirisini de unutuyor. Sonra da, “silahlar sussun” diyor. Susturun o zaman. Bazıları, “Türk Ordusu çekilsin, operasyonlar dursun” diyor. Pardon ama, nereden çekilecek Türk Ordusu? Dağda silahlı adamlar dolaşırken operasyonlar neden dursun ki? “Silahlar sussun” deniyor. Peki, kim konuşturuyor silahları? 9 askerin şehit olduğu mayınlı saldırı için Karayılan, “Üstlerine doğru operasyona gelindiği sanılmış, mayın döşenmiş” diyor. Aynı yolda kaç kez keşif yapıldığını, oraya o zırhlı personel taşıyıcıyı parçalayacak kadar (100 kilo) patlayıcının nasıl ve ne kadar zaman önce gömüldüğünü, uzaktan patlatma mekanizmasının nasıl hazırlandığını, yani bu eylemin haftalar önceden planlanmaya başlandığını görmüyor mu Karayılan? Bu eylemin Kandil’den gelen doğrudan bir emirle değil de yerel inisiyatifle yapıldığına kendisi inanıyor mu ki, bizim inanmamızı bekliyor? Bu kadar da samimiyetsizlik olmaz ki. Sonra da “silahlar sussun” diyor. Önce kendi samimiyetine ve örgüt üzerindeki tam hâkimiyetine bizi inandırması gerekmiyor mu Karayılan’ın? Kendi örgüt organlarına o anlaşılmaz kelimelerle dolu ve inanılmaz uzunlukta demeçlerde Hasan Cemal’e söylediklerini neden söylemiyor? Neden orada “silahlar sussun” demiyor. Susturun, sussun! PKK, “eylemsizlik” olarak nitelendirdiği tek taraflı “ateşkes” çağrılarında inandırıcılığını giderek yitiriyor. Son söz… Demagoji yapmanın, palavra atmanın ve bilgiçlik taslamanın hiç kimseye yararı yok ve şimdiye kadar olmamıştır. Tersini düşünenler son 90-100 yıl içinde Türkiye, İran, Suriye ve Irak'ta yaşananları tarafsız bir akılla hatırlayıp okusunlar. Kâbusların da, hülyaların da gerçeklerle ilgisi yok. Hayal âleminde yaşayanlar da kâbus görenler de nasıl olsa kafalarını sağa sola vura vura uyanacaklar. Zaman kaybedip ağır bedeller ödemek yerine, bu coğrafyada bizi birbirimize adeta mahkûm eden ortak çıkarlara eğilmeliyiz. Bizler yekdiğerimizi aşkla ve şevkle sevmeye mecburuz. Aksi takdirde birlikte mahvoluruz. Eğer PKK, gerçekten Kürtleri düşünüyorsa, gerçekten Kürtlerin hakları için mücadele ediyorsa, gerçekten bağımsız Kürt devleti istemiyor ve Türkiye’nin üniter yapısına saygı gösteriyorsa, gerçekten söylemleri taktiksel değilse ve gerçekten taşeron bir örgüt değilse, öncelikle Türkiye’de demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesinin önünde engel olmaktan çıkmalıdır. Çözüm; ancak PKK’nın teröre son vererek önkoşulsuz silah bırakması ve sonrasında barışçıl ve entegrasyonu geliştirecek politikalarla sağlanabilir.
-
ŞERAFETTİN ELÇİ’DEN PKK’YA VE KÜRTLERE KÜRT AYDIN VE SİYASETÇİLERİ, PKK ŞİDDETİNE SESSİZ KALMAMALI!..
ŞERAFETTİN ELÇİ’DEN PKK’YA VE KÜRTLERE KÜRT AYDIN VE SİYASETÇİLERİ, PKK ŞİDDETİNE SESSİZ KALMAMALI!.. PKK KÜRTLERİ TEMSİL ETMİYOR!.. PKK’nin şiddet politikasında ısrarlı olmasının gereksiz, anlamsız ve yanlış olduğunu vurgulayan Kürt aydınlarından Şerafettin Elçi (Katılımcı Demokrasi Partisi Genel Başkanı) Türkiye’de yaşanan sorunların silahla çözülemeyeceğine dikkat çekerek, Kürtleri sağduyulu olmaya, PKK’yı da “silahlı eylemlere derhal son vererek, silah bırakmaya” çağırdı. “PKK’nın silahlı eylemleri tırmandırmasının, ne Kürtlere, ne Türkiye’ye, ne bölgenin barış ve huzuruna, ne de PKK’nın kendisine hiçbir yararı yoktur” diyen Şerafettin Elçi, PKK’nın şiddet politikasında ısrar etmesi ve silah bırakmaması durumunda yok olacağına dikkat çekti. Bugün Gazetesi’ne ilginç açıklamalarda bulunan Şerafettin Elçi, AB’ne katılım sürecinde Türkiye’nin Kürtlere yönelik çok önemli demokratik reformlar gerçekleştirdiğini vurgulayarak, şöyle dedi; “Türkiye, rejimin normalleşmesi, demokratikleşmesi, sivilleşmesi, özgürlük alanının genişletilmesi ve Kürtlerin taleplerinin büyük ölçüde karşılanması açısından adeta devrim niteliğinde değişiklikler yaptı. Yapılanlar henüz eksik olabilir, tam anlamıyla uygulamada yansıması görülmeyebilir. Ancak, yapılanları küçümsememek, sahiplenmek ve üzerine daha iyilerinin inşa edilmesi için fırsat verilmesi gerekiyor. Atılan olumlu adımlar bağlamında TRT Şeş’ten Kürtçe yayın yapılması, DEP milletvekillerinin serbest bırakılması, OHAL’in kaldırılması, DGM’lerin kapatılması, kültürel faaliyetlerde Kürtçe kısıtlamaların kaldırılması, bölgeye yönelik eğitim, sağlık, sosyal ve ekonomik alanda yatırımlara yönelinmesi çok olumlu gelişmelerdir. Bunları küçümsememek lazım. Bu reformlar, özgürlük alanını genişletmiş ve siyasi meselelerin daha rahatça tartışılabileceği, yumuşak bir ortam yaratmıştır. Böylesine bir ortamda PKK, yeniden silahlı eylemleri tırmandırmaya başlamış ve bölgede yeniden kan dökülmesine neden olmuştur. PKK yönetiminin, şiddet politikasında ısrarın, her şeyden önce kendisini marjinalleştireceğini bilmesi gerekir. Zira, silahlı mücadelenin en fazla muhtaç olduğu Kürt halkının kitlesel desteği bulunmamaktadır. Hatta Kürt halkının büyük bir bölümü şiddet politikası nedeniyle PKK’ya oldukça tepkilidir. PKK’nın silahlı eylemleri tırmandırması, şiddetin reddedildiği dünya konjonktürüne ters düşmekte, AB ülkeleri ve bge devletleri tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. Elimizde PKK’nin dış güçlere hizmet ettiğini ve Türk-Kürt çatışması çıkarmak suretiyle Türkiye’nin AB sürecini engellenmeyi hedeflediğini ortaya koyan belgeler var. Halkımıza PKK gerçeğini anlatmalıyız. Şiddette ısrar eden PKK yönetimi, genç fidanlarımızı ölüme sürüklüyor, Kürt halkının demokrasi mücadelesine zarar veriyor. Abdullah Öcalan, tek başına büyük bir adada özel doktor ve yemeklerle çok iyi besleniyor. PKK yönetimi Abdullah Öcalan ile ilgili yalan propagandalarla Kürtlerin insancıl ve yurtsever duygularını sömürüyor. PKK, hayatta kalabilmek için müthiş bir tezgah kurmuştur. Aslında PKK yönetimi ve örgütün ipoteği altındaki Kürt siyasetçilerinin birçoğu, müebbet hapse mahkum edilmiş bir adamla Kürt sorununun çözülemeyeceğini, Abdullah Öcalan’ın Devlet tarafından hiçbir zaman muhatap alınmayacağını çok iyi biliyor. Kürt aydınları ve siyasetçileri, PKK’nın saplandığı şiddet bataklığını görmelerine rağmen, seslerini çıkarmaya cesaret edemiyorlar. PKK cinayetlerine sessiz kalıyorlar. Bugün Diyarbakır’da belediye başkanlığı yapan zat için varsa yoksa Abdullah Öcalan. Kürt halkının insanca koşullarda yaşaması umurunda değil. PKK’nın şiddet politikası, sadece Türkiye’nin AB sürecini engellemekte ve Kürtlere büyük zararlar vermektedir. PKK yönetimi şu gerçeği unutmamalıdır; şiddet şiddeti getirir. Şiddete karşı çıkan Kürtler kurtuluşu ve çözümü, Türkiye’nin AB’ne katılma sürecine destek vermekte ve silahlar yerine, demokrasi ve barışın egemen olduğu bir ortamda görmektedir. DTP bölgedeki bütün Kürt halkını temsilden çok uzaktır. Bazı illerde yüzde 50'nin üzerine çıkmakla beraber bölge genelini baz aldığımız zaman aldıkları oy Kürt halkının yüzde 30'unu geçmemektedir. Onun için DTP'nin ‘Ben Kürt halkını temsil ediyorum’ iddiası yersizdir. DTP'nin kendinden olmayan Kürtleri dışlayıcı, onlara karşı hasmane bir tavır takınması bölgede büyük rahatsızlık yaratıyor. Baskı kurucu tavrı ciddi bir tepkiye neden oluyor. Bu tepkiler ileride DTP'den farklı güçlü partileri doğurabilir. ‘Halkı özgürleştireceğim’ diye yola çıkan bir örgütün o halk üzerinde şiddete dayalı baskı kurması kadar haksız bir şey olamaz. Nereden gelirse gelsin halk üzerinde baskı ve şiddeti reddetmek lazım. Yapılanlar DTP adına yapılıyor. Bunun bazı işaretleri görüldü seçimlerde. Bazı partilerin bürolarına, adaylarına şiddet uygulandığını görüyoruz.” Şerafettin Elçi’nin son derece yerinde bulduğum saptamalarına küçük bir ilavede bulunmak istiyorum. Bölgede yaşanan şiddet ortamı nedeniyle bir kayıp kuşak olarak gençler, aşık olmayı, sevmeyi unutan, sevda öykü ve ezgileri yerine acılarla dolu öykü ve türkülerle büyüyen, geleceğimiz olan gençler, şiddetin sona ermesi ve bölgede huzur ortamının tesisiyle yeniden nefes almaya başlamışlardı ki, etrafta PKK’nın silah sesleri yeniden duyulmaya başladı. Kesin olarak inandığım bir şey var: Kürtler artık şiddet, ölüm, kan istemiyor. Kürtler daha özgür, daha demokratik bir Türkiye’de sosyal, ekonomik ve kültürel yönden daha iyi yaşamak istiyor. Kürtler, medeni dünyanın bir parçası olmak, çocuklarının dağlarda ölmesini istemiyor. Gençlerini okutmak, iş sahibi yapmak, geleceğini kurtarmak istiyor. Toplum olarak akıllanmak için bundan böyle ille de yüksek faturalar ödemek gerekmiyor. Yeterince acılar çektik. Daha fazlasına ihtiyaç yok. Etnik kavgaların ne korkunç facialara yol açtığını kimse unutmasın. Türkiye böyle bir faciaya sürüklenirse, korkunç yıkımlar olur. Çare; siyasettir, demokratik politikadır. Çare; soğukkanlı, bağnazlıktan uzak, ılımlı ve sağduyulu yaklaşımlarla şiddete karşı çıkılması ve demokratikleşerek, günün koşullarına uygun bir tutum kazanmasıdır.