Zıplanacak içerik

gloria

Φ Süper Üye
  • Katılım

  • Son Ziyaret

gloria tarafından postalanan herşey

  1. gloria şurada bir başlık gönderdi: Televizyon ve Radyo
    Sonunda başladı ve nasıl özlemişsem artık, gözlerim dola dola izledim. Leyla ile Mecnun'u çok özleyeceğimi biliyorum, çünkü ondaki samimiyet, diziyi dizi olmaktan çoook ötelere taşıyordu, Eminim bir çok Leyla ile Mecnun izleyicisi benim gibi düşünüyordur. Şu an Ben de Özledim i izlerken o samimiyetin tek taraflı olmadığını, benim yaşadığım bir çok duyguyu onların da yaşadıklarını gördüm. Bu insanlar işlerine saygı duyuyor, seviyor, hissediyor, pırıl pırıllar.. Hepsini ayrı ayrı çok seviyorum. Acayip bir final yazmışlar Leyla ile Mecnun'a, izleyememiştik ama en azından öğrenmiş olduk. Yarın da sanırım youtube a düşer, o zaman paylaşırım da... Burak Aksak'a da helal olsun ne diyeyim. Her sahnesi çok güzeldi işte.. Bunlar da ilk bölümden bazı sahneler Epey uğraşıp çektim be
  2. İyi midir bilmem ama ben kendisini inanılmaz çok seviyorum, onun kadar ilgili, hastasıyla sohbeti seven, inanılmaz özverili, ihtiyacım olduğu anda asla aramaktan çekinmeyeceğim başka bir doktor tanımıyorum. Böbrek taşı vs. gibi bir sorununuz varsa hiç düşünmeden gidebilirsiniz. Op. Dr. Erdal Alkan Randevu almak için: 444 7 888 Hastane: Memorial Şişli
  3. Ben de kendi doktorum Kanada'ya yerleşince yine onun tavsiyesiyle Amerikan Hastanesi'ndeki Doç. Dr. Ramazan Mercan'a gitmeye başladım. 2 yıldır doktorum o ve şu ana kadar herhangi olumsuz bir düşüncem yok, iyi ve ilgili bir doktor, tek sorun randevu almak için bir kaç hafta erken aramak gerekiyor.
  4. Kendimi seviyorum ve tanıyorum. Kendimle arkadaş değil, en iyi arkadaş olmak isterdim, dost olurdum. Başka biri olduğumda nasıl olurdum bilmiyorum ama şu anki kendim o başka birine çok şey katardı eminim. İçini biliyorum ben kendimin
  5. Bu konu da gerçekten çok sıkıntılı bir konu... BU deri hastalıkları çok inatçı oluyor, tedavi etmesi çok zor deri hastalıkları var, hani mesela egzama, bakınca sanki bir krem kullansan geçecek gibi duruyor ama yok yani, nasıl bir inatsa ne yaparsan yap geçmediği gibi bir de üstüne yayılıyor... Çok korkarım deri hastalıklarından aman bana bulaşmasınlar... Bu konuda herhangi bir önerim, fikrim yok ama önerisi olanların önerilerini çok merak ediyorum gerçekten de...
  6. Babam 4,5 yıl önce bir by-pass ameliyatı oldu. O zaman epey araştırmıştık, İstanbul'da Memorial Hastanesinin özellikle kardiyoloji alanındaki en iyi hastanelerden birisi olduğunu öğrenmiştik. Prof. Dr. Bingür Sönmez'in tabi bunda katkısı büyük... 2001 yılından bu yana Memorial Hastanesi'nin bölüm başkanlığını üstlenen Bingür Sönmez, Türkiye'deki kalp cerrahları arasında "en iyi" olarak bilinir. Bingür Hoca'nın ne kadar doğrudur bilmem ama yılda 700 ameliyat yaptığı söyleniyor. Sabahın köründe başlar gerçekten de ameliyat yapmaya ve gece saat 2:00'de işi bittiğinde tek tek hastalerını ziyaret eder, bu konuda çok ciddiyim, gerçekten de işi bitince evine gitmek yerine hastalarını tek tek ziyaret etmeyi tercih ediyor. Yorulmuyor hiç sanırım, inanılmaz mütevazi ve tatlı bir insan. Babam çok sever kendisini... Zaten önce doktoruna güvenmişti ve eli de son derece hafif (ki bu gerçekten önemli bir şey bence) ameliyattan sonra babamın çok az ağrısı sızısı olmuştu. Sorunsuz sıkıntısız bir nekahat dönemi geçirmişti.
  7. Lastikten havuz yapmak fikri de güzelmiş... Bahçe için hoş bir köşe yapılabilir sadece bir adet lastikle..
  8. Bu da tuplalardan yapılmış bir kitaplık, tuğlalar harç ile birleştirilirken araya raf yerine kullanılacak tahtalar da eklenmiş olmuş bitmiş... Çok güzel, çok pratik ve çok kullanışlı...
  9. Bunlar da pet şişelerin alt kısımlarının kesilerek alınmasından elde edilmiş... Güzel olmuş
  10. gloria şurada galeri fotoğrafı gönderdi: Üye Fotoğraf Galerileri
  11. Bugün Radikal gazetesi 3. köprü inşaatından son görüntüleri yayınlamış... Bir tanesini buraya ekliyorum... Bundan sonrası için 10 yıl beklemeye gerek yok, inşaat bitsin 3,4 yıl içinde, sadece o kadar kısa bir sürede bu fotoğrafta görülen yolun kenarında kalan yeşil alanlar var ya işte onları da göremeyeceğiz. Neden? Çünkü başbakan da diyor ya hani yol medeniyet demektir ve bu zavallıların medeniyetten ne anladığı ise çok açık; RANT! TALAN! Yani yol bitecek sonra TOKİ çıkacak ortaya; önce toplu konutlar yapılacak arkasından onların deyimiyle MEDENİYET gelmeye başlayacak oraya.... Düşünün artık ucu nereye kadar gider, gerisini hayal gücünüze bırakıyorum... MEDENİYET!!!!
  12. Bunların da inançlarına inançları tam. Beynini süs eşyası gibi kullanıp, akıldan mantıktan yoksun kalmak; körü körüne bir şeylere inanmak korkutucu bir şey. Vahim!
  13. gloria şurada cevap verdi: gloria başlık Roman Forumu
    Kitabtan birkaç sayfa, okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız... Altı yaşındaydı ve altı yaşında ölecekti. Korkudan titriyor, gözlerini böcekten ayıramıyordu. Ay çekirdeği tarlası kadar bir tavana bakıyor ama sadece onu görüyordu. Ay çekirdeği kadar bir böcek. Sivri ayaklarının etrafındaki tüyleri paça gibi duran, antenlerinin inceliği kirpik kadar olan bir böcek. Bîr böcek resmi kadar hareketsiz gövdesiyle, koyu bir loşluğun koyu griye boyadığı betonda simsiyah bir leke. Küçük kızın korkudan sulanmış gözleriyle aynı renkte. Çenesine kadar çektiği battaniyeyi terli avuçlarının içinde sıkıyor ve böceğin ne zaman yüzüne düşeceğini düşünüyordu. Merdivensiz bir ranzanın üst kalındaydı. Tavanla arasındaki mesafe yarım metreden azdı. Elbet uyuyakalacaktı. Elbet uyurken ağzım açacak ve böcek kendini boşluğa bırakıp dişlerinin arasından geçecekti. Ya da ünce battaniyesinin üzerine düşüp bir süre orada duracak, karnı acıkınca da küçük yüzüne ayak basıp burun deliklerinden birine girecek ve önüne ne çıkarsa kemirecekti. Bir saniyeliğine başını sağa çevirip uzattı ve yerden ne kadar yüksekte olduğunu anlamaya çalıştı. Ama bunun için bir saniye yeterli değildi. Tam olarak zemini görememiş, böceği gözden kaçırmamak için bakışlarını yeniden tavana çevirmişti. Daha önce de böcek görmüştü. Kendi evinin duvarlarında da, başka evlerin duvarlarında da. Hatta içine adım attığı her evin duvannda en az bîr tane böcek görmüştü. ‘Dereden geliyorlar” demişti babası. Dereden gelip tavanlara tırmanan. sonra da kendi ağırlığına dayanamayıp sobaya düşen daha büyük böcekler de görmüştü. Saflarının kesilmesine neden olan bitler kadar küçüklerini de. Duvarların içine hızla kaçıp yok olanları da görmüştü, şekerpancarı çuvallarının altında sakince öldürülmeyi bekleyenleri de. Fare bile görmüştü. Bir defasında bir kurt bile görmüştü. Gözlerini karartmış böcekten yüz kat daha büyük bir kurt. Ama hiçbirinden korkmamıştı. Hiçbirinde titrememiş, hiçbirinde ağlamamıştı. Çünkü hiçbirinde yalnız değildi. Aslında yine yalnız değildi. Altında yatanla birlikte, çevresinde otuz beş çocuk vardı. Ama onlar sayılmazdı. Çünkü hiçbirinin adını bilmiyordu ve öğrenmek için artık çok geçti. Uyuyorlardı. Uyku seslerini duyabiliyordu. Verdikleri nefeslerin tıkanmış burunlarına çarpıp kırılma gürültüsünü duyabiliyordu. Uykularında hırlayan çocuklar bir omuzlarından diğerine dönüyor, serin yüzlerini denk getirebilmek için yastıklarını başlarının altında çeviriyor, bir ayaklarını diğerinin topuğuyla kaşıyor ve böceği zerre kadar umursamıyorlardı. Kaçması gerekiyordu. Böcek üzerine düşmeden önce yataktan inmesi gerekiyordu. Ama nasıl inebilirdi ki? Merdiven olsaydı! Çıkması bile altında yatan çocuğun itmesiyle olmuştu. “Bir dahakine kendin çıkacaksın!” diyen çocuğun Kızgın çocuğun. Ani bir hareketle üzerindeki battaniyeyi yüzüne çekıi. Yıllar içinde katılaşmış battaniyenin dikenlesmiş tüyleri yanaklarına batmaya başladığı anda ne kadar büyük bir yanlış yaptığını anladı. Çünkü böceği göremiyordu artık. Oysa o hâlâ oradaydı. İnsanın görmediği şeyler yok olmazdı ki! Hem düşmanı gözetleyemedikten sonra gizlenmenin ne anlamı vardı? Hatta artık her şey daha tehlikeliydi. Böcek istediğini yapabilir ve kimsenin bundan haberi olmazdı. Çıkmıştı göz hapsinden. Ter damlaları belirdi yüzünde. Şakaklarında su çiçekleri açtı. Nefes alışverişi kalp atışlarını geride bıraktı. Kurtulacaktı oradan! Kurtulacaktı o böcekten! Kurtulacaktı yalnızlıktan! Bir yolunu bulacaktı. O yataktan inmenin bir yolunu bulacaktı. Bir yolu olmalıydı. Bir tane yeterdi. Araması uzun sürmedi. Yollardan en kısa olanı seçti. ‘Ne olursa olsun!” adında kestirme bir sokağa saptı. Sol eliyle battaniyeyi savurup sag eliyle kendini boşluğa doğru itti. “Nereye olursa olsun!” adındaki bir yere atladı. Alnı zemine değdiğinde tek alkış kadar ses çıktı. Boynunun kırıldığınıysa kimse duymadı. O ana kadar bir sinekkuşunun kanatları gibi atan kalbi betona çarpınca durdu. Altı yaşındaydı. Loşluğun ve korkunun böceğe benzettiği tavandaki çatlaksa ondan sadece bir yaş büyüktü. Yedi yıldır orada duruyor ve yedi yıldır, ışıklar kapanınca bir böceği andırıyordu. Ayaklarındaki tüylerin belirmesi içinse koridordaki ampulün yanması ve koğuş kapısının açık kalması gerekiyordu. Gözlerini alkış sesine açan Derdâ, yerde yalan çocuğun katlanmış ensesini gördü. Yüzü karanlığa gömülmüş olsada, tanıdı. Birkaç saat önce, gözlerine bakıp “Sen üstte yatacaksın!” dediği çocuktu. Bacaklarından itip tırmanmasına yardımcı olmuş, sonra da “Sesini duyarsam, keserim dilini!” demişti. Hatta diğer çocuklar duysun diye bağırarak söylemişti. Şimdiyse yerde yatıyordu çocuk. Hemen yanında. Belli ki düşmüştü. Atlamış olamazdı ya! Yastığının altından çektiği elini uzatıp çocuğun koluna dokundu. Yetmedi, parmaklarıyla yakaladığı omzunu sarstı Başını kaldırıp ranza demirlerinin arasından koğuşa baktı. Uyanık birini aradı. Dikilmiş bir başa rastlamayınca rahatladı. Yavaşça yatağından kalkıp çocuğun yanında dizlerinin üstüne çöktü. Bir kedi kadar hafif olan çocuğu omuzlarından tutup çevirdi. Kuçuk yüzü kan içindeydi, Derda başını kaldırıp çevresine baktı. Hâlâ kimsenin uyanmadığından emin olunca ağlamaya başladı. Ağzını, dişlerinin arasındaki alt dudağıyla Örttü. Kimseyi uyandırmayacak kadar sedirce hıçkırdı. Var olmayan bir böcekten korkup ranzasının üst katından atlayan küçük kız Yatırcalı’ydı. Korucu köyü Yatırca. İtirafçı köyü Yatırca. Çocukların dediği gibi, ajan köyü Yatırca, hatta orospu çocuğu Yatırca. Ve Yatırcalılara yardım etmek yasaktı Ölü bile olsalar onlara el uzatılmazdı. Bu yüzden Derdâ. o gece, ne nöbetçi Öğretmene haber verdi, ne de başka bir şey yaptı. Sadece ağladı. Sonra da kızın bedeninden yavaşça sıy. rılıp sessizce yatağına girdi. Çünkü kendisi de Yatırcalı’ydı Ve bu gerçeği okuldaki dört yüz otuz çocuğa unutturmak dört yılını almıştı. Ranzanın solundan üçgen biçiminde sarkan ve tek köşesi yere kadar uzanmış battaniyeyi, karanlığın içinde bir yelkene benzetti. Yatağını da bir tekneye. Gecenin içinde giden bir yelkenliye. Resimli bir kitapta görmüştü, içinde masmavi denizler olan bir kitapta. Rengârenk teknelerin direklerinde bembeyaz yelkenlerin uçuştuğu bir kitap. Tekne güvertelerinde san yağmurluklu küçük kızların ufka bakarak gülümsediği bir kitap. Bütün kızların mutlu olduğu bir kitap Ama sadece bir kitap. Aptal bir kitap. Hatta dünyanın en aptal ve en yalancı kitabı Çünkü o kızlar gerçekte yoktu. Eğer olsalardı, o sayfalara fotoğraflarını koyarlardı. Suluboyayla yapılmış gibi duran resimlerini değil… fısıldadı: “Allahım, inşallah rüyamda ölürüm.” -Uykumda” diye düzeltecekti ki. içinde yattığı tekne sessizce uykuya battı. On bir yaşındaydı Hem on hem bir. “Yatırcalı **** gebermiş!” Uyanmıştı. Ama uykusu her nereye gittiyse, peşinden gitmek için canını verirdi. Duymaya devam etti. “Düşmüş, kafasını yarmış Derda salağı da hala uyuyor! Kalksana! Kalk!” Seni tanıyordu, Nazenin’di adı. Babanı altı yıl önce öldürülmüştü. Bir karakolu basmaya çalışırken vurulmuştu. Cenazesini almak için bütün ilçe ayağa kalkmış, Özel harekâtın panzerleri sokaklarına girince de aynı hızla oturmuştu. Verilmeyen cenazenin hesabını sormak örgüte kalmış, onlar da roket atmak için geceyi beklemişlerdi. Ama ne gariptir ki, ilk vurdukları bina, ilçe Jandarma Komutanlığı’nın komşusu olan Nazeninlerin evi olmuştu. Küçük bir hesap hatası, ölü evinin iki duvarını yıkmış, bir bebeği kundağıyla birlikte parçalamıştı. Sonuçta cenazeyi kimse alamadı. Hatta ortada bir cenaze bile yoktu. Çünkü adamın cesedi, saldırılan karakolun civarındaki mağaralardan birine düşmüş ve doğa tarafından alıkonmuştu. Örgütün ilçe sorumlusu Nazenin’in ailesinden defalarca özur dilemiş, ancak söz verdiği kan parasının sadece yarısını ödemişti. Diğer yarıyı ise ilçe halkı, aileye itibar lirası üzerinden ödemeye devam ediyordu. Ziraat Bankası’ndan alınan krediyle iki duvarı onarılan ve yıllar sonra terör mağduru olarak aldıkları tazminatla iki oda ekledikleri evin en büyük kızı Nazenin’se payına düşen itibarla, öğrencisi oldu ğu yatılı bölge okulunda koğuş ablalığı rütbesine ulaşmıştı. Bütün bunların yanında, kundaktaki bebeğin kız olması. bütün İlçe halkının da hemfikir olduğu gibi, kan davası çıkmaması adına büyük bir şanstı. Hazenin’in sarsmasıyla Derda’nın gözkapakları gözlerinden kayıp açıldı. “Senin Yatırcalı gece yataktan düşmüş. Kalk, Yeşim öğretmen seni çağırıyor.” Konuşmadı, sadece başını salladı. Yattığı yerde doğrulur-ken ayakları da yere bastı. Koyduğu anda çekti topuklarını Başını kaldırıp, tepesinde dikilen Nazenin’e baktı ve beklediği emri aldı, “Temizle orayı da!” Tabanlarında ölen kızın kanı vardı. “Sana o çocuk altta yatacak, demedim mi?” Yeşim, yatılı bölge okuluna beş ay önce gelmişti. Yirmi iki bin metrekarelik alana kurulmuş okulu görünce adımları geri gitmiş, dört yüz otuz öğrencinin sadece dört öğretmenin sorumluluğunda olduğunu Öğrenince de geri geri koşmaya çalışmıştı. Eğer beş yıldır herhangi bir okula atanmayı bekliyor olmasaydı, bu fiziksel açıdan zor hareketi de becerebilirdi elbet. “Sana söylüyorum, duyuyor musun beni?” Keşke “Velini çağır!” diyebileceği bir okulda çalışıyor olsaydı. Ama bu okuldaki öğrencilerin velileri genelde ellerinde AK-47′lerle gelir ve “Sana iyi bakıyor muyuz, hoca hanım?” diyerek, istedikleri anda kötü de bakabileceklerini belirtirlerdi. Bu okulda tembel, yaramaz, kötü ya da haylaz çocuk yoktu. Bu okulda çocukların beyinlerini yıkayan ajan öğretmenler vardı. “Bebelerimizi bizden koparmaya geldiler!’ denilen öğretmenler vardı. Babaları devletle savaştığı için tutsak alınmış olan çocuklara sosyal bilgiler, matematik ve Türkçe Öğretilerek işkence ediliyor, çeşitli ödevler ya da yatılı sınavlarla ırzlarına geçiliyordu. Evlenme yaşı çoktan geçmiş olan on dördündeki bir kızın, kocası olacak yaştaki erkek hocalarla ne işi olabilirdi? Dinen de caiz değildi bu okullar. Ama ne yapacaksın? örgüt her zaman kollamıyordu ki insanı! Devletle yalnız kalınca, kaçacak bir yer kalmıyordu. Tertemiz tezeklerden yapılmış evlerin önünde kuduzla oynayan çocukların ensesinden tuttukları gibi atıyorlardı Yeşim’in kucağına. O da açıyordu kollarını. Sonra bir de utanmadan, omuzlarından tutup sarsıyordu. “Derda, cevap ver bana! Sen ne yaptığının farkında mısın?” Ama cevap verecek bir Derdâ var mıydı? Kalmış mıydı? Derda’nın ne kadarı on bir yaşındaydı? Bacakları mı, tırnakları mı, yanaklarının kemirilmiş içleri mi? Neresi çocuktu? Orgülerinden buhar gibi sıyrılmış saç telleri mi, kabukları bir türlü bağlanmayan topukları mı? “Peki, Derdâ, öyle olsun. Şimdi, yemekhaneye git. kahvaltını yap. Şu elini yüzünü de yıka.” Derdâ ne kadar çocuksa, 26 yaşındaki Yeşim de o kadar öğretmendi. Çekti ellerini kızın cılız omuzlarından. Son bir hamle yapıp üç parmağıyla tuttuğu çenesinden kaldırdı yüzünü. Göz göze gelmek bir işe yarardı belki. Bir ev kedisiyle bir sokak kedisi bir karış mesafeden bakıştılar. Pes eden Yeşim oldu. Kazanansa, Derdâ’nın kapalı dudakları. “Seninle sonra görüşeceğiz.” Küçük kızın kapının ardında kayboluşunu izleyen Yeşim masasının üst çekmecesini açıp sigara paketini çıkardı. Paketten bir sigara, birde çakmak çekti. İkisini de yaktı. Ağzı yüzü duman oldu. Yeşim’in gözleri biraz, daha yaşlandı, Bir kaç nefes boyunca kaçıp gitmeyi düşündü. Binadan çıkmayı, bahçeyi geçmeyi, demir kapılann arasından yürüyüp köye doğru koşmayı, kasaba minibüsüne binip siktir olup gitmeyi düşündü. Birkaç nefes sonra da geri döndü. Cam kül tablasında ezdi sigarayı. Söndü sandı. Ama hiçbir şey sönmedi. İki büklüm izmarit tütmeye devam etti. Bir daha denedi. Sonra bir daha. Karardı parmaklarının ucu. Kül yerleşti etle tırnağın arasına. Ama sönmedi sigara. Daha fazla da bakmadı. Gözlerini kapatıp beklemeye başladı. Ne olursa. Deprem, yangın. çığ, herhangi bir felaket. Her şeye nokta koyacak herhangi bir ilahi kalem ucu. Bekledi. Beklediği de oldu. Odanın, çerçevesine küçük gelen kapısı vurulmadan açıldı Gelen, müdür muavini Nesihti. Gözlüklü başını odaya sarkıt mış, mesai saatinde koltuğunda gözleri kapalı oturan genç öğretmene bakıyordu. “Yeşim Hanım, uyumanın sırası mı?” Gözler açıldı. “Kızın ailesi gelemeyecek. Köyün yolu kapalıyımış. Mutfak. taki et dolabına koyacağız şimdilik. Jandarma gelene kadar Siz de yemekhaneye inin. haydi. Çocuklar başıboş kalmasın ” Beklediği felaketlerden herhangi birine benzemese de. ölen çocuğun et dolabında saklanacağı haberi yeterince karanlıktı Göğsünün altında ne varsa kasıldı. Midesi ve karnı birbirini’ kenetlenip taşlaştı. Bir heykel yutmuş gibi ağırlaştı bedeni Ayağa kalkmadığını gören Nezih ısrar edecekti. Etti. “Yeşim Hanım, kimsenin bekleyecek hali yok. Haydi’” Kül tablası hâlâ tütüyordu. Yeşim’in gözleri, yükseldikçe silinen dumanı takip etti. “Demek ki insanlar kendilerini böyle kaybediyorlarmış” diye düşündü. Bir daha da bir şey düşünmedi. Cam kül tablasını alıp Nezih’e doğru fırlaltı Kapı, koridora kaçan gözlüklü başa kalkan oldu. Yeşim’in boşalan eli ağır bir zımbayı yakaladı. O da kül tablasının peşinden gitti. Sonra bir kalemlik, bir not defteri. 500 sayfa lık bir kitap izledi aynı rotayı. Son olarak da masadaki sınav kâğıtları havalandı. Uçuşmaya başladılar. Vahşi kuşlar gibi Birbirlerine çarpıp düştüler. Nezih’in sesi kapının kapatamadığı yerlerden geçip odaya giriyordu. “Yeşim Hanım! Kızım! Yeşim! Lan!” Bütün oda duyuyor ama Yeşim dinlemiyordu. Annesinin hediyesi bir takıma takıldı gözleri. Aynı renkten bir dolmakalem, tükenmez kalem ve mektup atacağı. Sapından tuttuğu gibi kaldırıp indirdi mektup açacağını, indirdiği yerde taş olmuş karnı vardı. Ölseydi bir sorun yoktu. Ama ne yazık ki hayatta kaldı…
  14. DERYA Kaybolmak Kayboldum! Zeytin ağaçlarının arasında kıvrılarak akarken karşıma aniden üçe ayrılan bir çatal çıktı. Toprak yollar doğuya, batıya ve güneye doğru uzanıyordu. Civarda ne bir tabela vardı ne bir işaret, ne de gidip adres sorabileceğim evler veya insanlar! Bir köpek bile yoktu görünürde. Sadece sonbahar rüzgârının dallarda hışırdayan sesi! Hangi yöne sapmam gerektiğini bilmiyordum, tozlu yolların her birini hava kararmadan teker teker deneyecek gücüm de kalmamıştı, vaktim de. Arabadan indim, çaresizlikle dört bir yanıma bakındım. Hiç tanımadığım yörenin tozlu dağ yollarında kaybolmuştum. Kilometrelerce ötedeki bir dünya metropolünde, tam da hayatının fırsatını yakalamışken, her şeyi tepip, düzenini bozup yollara düşen bir aptal da işte bunu hak ederdi: Kaybolmak! Sadece dağ yolunda değil, yanıtını bilmediği soruların, acı veren anıların, hâkim olamadığı olayların içinde de kaybolmak! Neden? Bir şapka kutusu yüzünden! Şu anda Ege’nin dağ yollarında kaybolmamın sebebi bir şapka kutusudur! Her şey, gözümün o kutuya takılmasıyla başladı. Singapur’a gitmeye hazırlanırken yolumun bambaşka bir yöne akmasına, hasır şapkamı ezilmemesi için anneme ait bir şapka kutusuna koymaya kalkışmamın neden olacağını; yaşamımın bir yuvarlak karton kutu yüzünden seyir değiştireceğini söyleseler, gülerdim herhalde. Oysa ne kadar da sık duymuştum aile büyüklerinden kaderimizi tesadüflerin yönlendirdiğini. Başıma gelecekleri bileydim, anneannemin tekrarlayıp durduğu sözlere saçmalık gözüyle bakar mıydım hiç! Kaderci aileme rağmen, hedefe ulaşmayı şansa hiç bırakmamıştım ben! Büyük boyutlu iki işimin Whitechapel Gallery’de sergilenmeye değer bulunmasının tesadüfle, şansla hiç ilgisi yoktu. Kendimi East End’deki galerilerden birine kabul ettirebilmek için, ne gerekiyorsa yapmıştım. Fakültede ve atölyede deli gibi çalışmamın yanı sıra, doğru yerlerde bulunmuş, doğru insanlarla tanışmış, doğru ipleri çekmiştim. Tüm bu çabalarımın meyvesini nihayet toplamak üzereydim. Hayatımın fırsatı, yapıtlarımın çok önemli bir sanat eleştirmeninin dikkatini çekmesiyle çıkmıştı önüme. Saygın bir sanat dergisine sadece işimin değil, benim de farklı olduğumu anlatan bir yazı yazmıştı adam: “İçindeki çığlığı işine yansıtabilen çok değişik bir sanatçı bu genç kadın! Sanki büyük bir yaralı kuş, malzemeyi kanat çırpışlarıyla paramparça ediyor, sonra tekrardan birleştiriyor, bütünleştiriyor, devasa bir acı gibi dikiyor ayağa. Uzaktan bakınca mermer dahi sanabilirsiniz yapıtını, oysa son derece hafif, kırılgan ve yırtılmaya hazır bir malzeme… kâğıt! Artistin becerisinde, çileyi asaletle çekmeyi bilen bir ırka mensup olmasının payı olduğunu düşünüyorum!” Hakkımdaki olumlu yazıda, çile çekmesini bilen bir ırka mensup olmamdan çok, İstanbul’un, görsel sanatta parladığı ve çeşitli başka nedenlerle pek moda olduğu bir dönemden geçiyor olmamızın payı vardı. Yüzyıllardır oburca tüketen zengin Batı ülkeleri, içine düştükleri ekonomik kriz sonucunda dünyadaki diğer ülkelerin yeraltı zenginliklerinin dışında, kültürleri bulunduğunu da fark etmişler, gözlerini bulundukları noktadan azıcık daha doğuya çevirmişler ve son yılların parlamaya başlayan yıldızını (ya da pazarını diyelim) keşfetmişlerdi. Onca zamandır görmezden geldikleri ülkenin sanatını şimdi merak ediyorlardı. Müziğimizi, resmimizi, edebiyatımızı da! Geç kalmışlardı ama olsun varsın, şikâyete hakkım yoktu çünkü benimle ilgili bu yazıdan sonra, gerisi çorap söküğü gibi gelmişti. Bugüne kadar ancak ünlü sanatçıların sergi açılışları için gittiğim galeride, yakında benim de iki ayrı işim sergilenecekti! Steven Marking’in yazısında söz ettiği gibi, bir kuşa benzerliğim olağandı ama ilk kez kanadı kırık, aciz bir kuş değil de yükseklere doğru kanatlanmış bir kuştum! Whitechapel’daki sergiye katılmam kesinleştiği anda, ev, atölye ve sergi alanı arasında deli gibi koşturmaya başladım. Bana verilecek yeri görmek ve ölçmek için elimde mezurayla kimbilir kaç kere gittim galeriye. Hocalarıma akıl danışmak için kapılarını tırmaladım, yetmedi görüşüne güvendiğim sanatçı arkadaşlarıma başvurdum. Sabahları erkenden kalkıp, daha önce yapmış olduğum işlerimin önünde saatler harcadım, her açıdan resimlerini çektim. Yeni bir yapıt hazırlamak için yeterli vaktim olmadığından elimdekilerle yepyeni bir konsept yaratmalıydım. Yapıtlarımı o konsepti yansıtır hale getirmeliydim. Her an deprem bekleyen bir şehirde doğup büyüdüğüm için, bu konuda duyarlıydım. Deprem korkumu yansıtmalıydım yapıtıma. Deprem sonrasının perişanlığını, kırılganlığını… Yok, hayır! Karamsar olmamalıydı eserim. İyimser, aydınlık, sevecen olmalıydı. Anadolu’dan izler taşımalı; yüzyılların birikimini yansıtmalıydı. Ait olduğum kimlik ilk kez köstek yerine destek olacaktı bana. Aslında o ana kadar köklerime özel bir düşkünlüğüm olmamıştı ama madem şu sıralar Doğulu kimliklerin yıldızı yükselmedeydi kibirli kıtada, elbette istifade etmeliydim Londra’da yaşayan bir Türk olmamdan! Günlerce düşündüm, kitaplar karıştırdım, sanat sitelerinde dolandım ve sonunda buldum: UMUT! Konseptim umut olacaktı, yeniden diriliş… küllerinden doğma… asla yenik düşmeme.. . Tüm bu saydıklarım, doğduğum ülkenin her an deprem ve darbe beklentisiyle yaşıyor olmasına ve her deprem ve her darbe sonrasında, umutsuzluğa direnişine de uygun düşüyordu. Benim işimi yapanlar, tanınmak isterler. Sadece yaşadıkları ülkelerde değil, çok geniş coğrafyalarda tanınmak. Kitap gibi binlerce, on binlerce, yüz binlerce satılmaz bizim ürünlerimiz. Ancak tek bir tane… üç boyutlu yapıtlar uygun bulunacağı bir alana, bir meydana, bir bahçeye, geniş tutulmuş bir bina girişine konulmak üzere satın alınır ancak! Elimize geçecek parayı iyi değerlendirebilirsek, değil aylarca, birkaç yıl dahi idare etmek mümkün olabiliyor diyordu, bilenler… Ah nerde o günler… Gücümün sadece hayalini kurmaya yettiği o mutlu günler bir gün bana da nasip olur mu diye düşünürken ve eğer bir yapıtımı satabilirsem, gelişmekte olduğunu bildiğim yeni baskı tekniklerini öğrenmek için Japonya’ya gitmeyi düşlerken, şans, parlak pullu bir balık gibi kucağıma düşmüştü. Kimbilir, belki de önemli bir galeride sadece yer almakla kalmayacaktı, satılacaktı da yapıtlarım ve işte o zaman ver elini Japonya! . Uzun süredir hiç olmadığım kadar mutluydum. Yerimde duramaz olmuştum ve son günlerin yorgunluğuna bir de yaklaşmakta olan serginin heyecanı binmişti. Açılışa kimleri çağıracağım, ne giyeceğim, saçımı kestirsem mi, çarpıcı olsun diye kızıla mı boyasam? Lisede öğrenciyken bir keresinde maviye boyamıştım saçlarımı sırf babamla annemi ifrit etmek için. Her yıkandığında rengi atan saçlarımla birkaç hafta papağan gibi dolanmıştım, hiç kızmadıklarını görünce boyadığıma pişman olmuş, bu kez kısacık kestirmiştim saçlarımı. Ergenlik dönemine giren kız çocukları neden özellikle de annelerinin canını yakmak ister illa? . Annemi kızdırmayı iş edinmekten vazgeçeli uzun zaman oldu. Hatta üzülmesin diye gayret bile sarf ediyorum artık. Babam görse ne sevinirdi. Ama babam yok ki! Esrarengiz bir şekilde kayboldu koca dünyanın içinde. Annemi ve beni terk ettiğinden beri kayıp. Önceleri canımı çok yakan bu duruma şiddetle isyan etme halim, geçti. Madem babam öyle tercih etti, ne hali varsa görsün! Böyle diyorum ama açılacak olan sergide yapıtlarımın önünde fotoğrafçılara poz verirken beni göremeyeceği için, taa en derininde kalbimin bir yer sızlıyor, ince ince! O beni, çocukluğumda sürekli sorun yaratan bir kız olarak bildi. Başarıma da şahit olsun isterdim. . Sergileyeceğim işleri tamamlayıp, açılışta giyeceğim giysiyi bulmak için kendimi sokaklara vurduğum hafta, Londra’nın meşhur yağmurları da bastırmaz mı birden. Sonbahar bütün hışmıyla geldi. Neredeyse on gün dur durak bilmedi ne rüzgâr ne de yağmur. Sonra, rüzgâr, yağmur ve ben son hızımızdayken birdenbire eşzamanlı olarak durduk. Rüzgâr düştü. Yağmur dindi. Ve bilgisayarıma bir mesaj geldi yeni kocasıyla tatile gitmiş olan annemden. Aceleyle, çalaparmak yazıldığı belli olan, savruk, telaşlı bir mesaj: Deryam, Singapur’dayız. David çok hastalandı, Bali’den, Singapur’daki Tropikal Hastalıklar Hastanesi’ne naklettiler. Öldürücü bir virüs kapmış. Ateşi üç gündür kırk civarında seyrediyor. Her tarafında kırmızı lekeler var. Çıldırmak üzereyim. Çaresizim. Lütfen hemen gel!… Otelinin ve hastanenin adını, adresini yazmış. Şaşırdım kaldım. Annem bu kez de Bali’de tatildeydi David’le. Zaten David’le dünyanın dört köşesini gezmek için evlenmiş gibiydi… Hep hayalini kurduğunu söylediği gibi, kocasıyla sakin bir hayatı değil, uçakları ve beş yıldızlı otelleri paylaşmaktaydı o gün bu gündür. David, bu nazlı, kırılgan ve kaprisli kadını mutlu etmek için gezegenimizi arşınlayıp duruyordu. Adamın sonunda hastalanması, bunca yol yorgunluğunu hesaba katarsak, normaldi. Daha birkaç ay önce anneme, “Abartmıyor musun bu seyahat merakını, ikinizi de bir uçak terminalinden toplayacağız bir gün,” demiştim, “Uçarken geçmişi düşünmüyorum,” diye yanıtlamıştı. İşte şimdi, geçmişi düşünmemek için iyi bir neden geçmişti eline, ölümün eşiğinde bir koca! Ama David gerçekten hasta mıydı acaba? Bu haber annemin bana karşı kullandığı bitmez tükenmez duygu sömürülerinden biri olabilirdi. Belki de şu anda bilmediğim bir nedenle beni istiyordu. En büyük ihtimal, Bali’den Singapur’a geçmişlerdi ve oradaki otelde, evde kalacağından korktuğu kızma uygun bir genç adama rastlamış olmasıydı. Bir bahaneyle çöpçatanlık yapacaktı. Çöpçatanlık genleri anneme, davulun illa dengi dengine vurması gerektiğine inanan Çerkez kökenli ailesinden geçmişti. Demode inançları hâlâ şiddetle savunan tutucu anneannemin kızıydı ne de olsa. En iyi evlilikler ailelerin onayıyla yapılırmış! Madem öyleydi, kızlarının ailecek içtenlikle onayladıkları ilk evliliği neden yürümemişti o halde? Bu soruyu annem ve babamın boşanmalarının ardından ne zaman sordumsa anneanneme, duymazlığa gelip, başını öte yana çevirdi hep. Annemin beni yanına çağırmasının bir başka nedeni, David’le baş başa kalmaktan sıkılması da olabilirdi, ne de olsa pek sık ve pek çabuk daralan bir yüreğe sahipti annem. Uzak ihtimal ama, okuma gözlüğünü ya da her gün aldığı ilaçlarından birini evde unutmuş da olabilirdi yolculuğa çıkarken. Yapmadığı şey değildi çünkü, evinde unuttuklarını, önemine göre birisi ya bulunduğu yere postalar ya bizzat götürürdü. Kısacası, annem alışmıştı şımarmaya. Acılar kraliçesi annemin ufak tefek şeylere üzülmesine hiç izin vermezdi, karısına böylesine düşkün ama onu aldatmaktan geri kalmamış olan babam. İkinci kocası da el üstünde tuttuğuna göre onu, bir ikinci mesaj her an gelebilirdi: “Gelirken komodinin ikinci gözünde unuttuğum gözlüğümü de yanına alıver canım,” gibisinden. Bu kadar şüpheci ve kötü niyetli olmamalıydım, belki de sahiden hastalanmıştı kocası ama sırım gibi adamın ölme noktasına gelmesi inandırıcı olmaktan uzaktı. Hastalandıysa da herhalde sadece gribe yakalanmıştı David. Bu nedenle ilk işim anneme şöyle bir mail atmak oldu: David kaldığınız lüks otelde öldürücü mikrobu nereden bulmuş? Yanıtı birkaç dakika içinde düştü posta kutuma. Denize girmeye gittiğimiz kumsalda sivrisinek sokmuş. Dengue virüsü kapmış. Doktoru önce ölüm tehlikesini atlattığını söyledi ama sakat kalma ihtimali varmış. Bittim ben, kızım! Mahvoldum. Beni yalnız bırakma. Geleceksin değil mi Derya? Acele internete girip araştırdım. Aman Tanrım! Abartmamış annem, tüm yazdıkları doğru! Kendine karşı aşılanmayanlara insafsızca davranan ********* bir virüsmüş bu! En çok sivrisineklerle bulaşıyormuş. Ölümden sıyırtanların felçli kalma ihtimali varmış. Ürperdim. Saatime baktım. Aradaki saat farkına göre uykuda olması gerekiyordu annemin, hele de gündüz saatlerini hasta başında geçiriyorsa! Ama orada sabahın üçüyken bana posta attığına göre, ayaktaydı. Uyku tutturamıyordu demek ki. Acıdım anneme. Bir mesaj daha atarak uyanık olduğuna göre telefon etmesini istedim. Az sonra çalan telefonumu açtım ve annemin ağlamaklı sesini duydum. “Deryacığım…” Konuşamadı, hıçkırmaya başladı. “Anne… N’olursun ağlama… her şey yoluna girer, merak etme…” “Hiçbir şey yoluna girmiyor Derya. Ben ne şanssız bir kadınım, tüm felaketler beni buluyor!” “Böyle konuşup kötü enerjileri üstüne çekme…” “Hayatımı tam düzene soktum diyordum, başıma gelene bak!” “David’in son durumu nedir? Ateşi düşmedi mi hâlâ?” “Ateşi hep yüksek ama bugün akşama doğru ilk defa kendine gelir gibi oldu. Gözlerini açtı, konuştu. Ateşi düşse bile daha en az iki-üç hafta yolculuk yasak. Kan değerlerinin yükselmesi lazımmış. Hastalığın tahribatını da henüz tam olarak bilemiyorlar. Bir sürü tahlil yapıyorlar her gün. Sen ne zamana aldın biletini? Geliyorsun değil mi?” Bir sessizlik oldu. Anneme sergiden söz etmeyi geçirdim
  15. Yıllardır aynı kadını bekleyen bir adam. Serhazinlerin son temsilcisi Müştak Serhazin. Şahane bir aşk için harcanmış bir hayat. Ve hayatını Osmanlı tarihine adamış hırslı bir kadın… Başarılarla dolu bir kariyer… Sapında Fatih Sultan Mehmed’in tuğrası bulunan mektup açacağıyla öldürülmüş bir tarih profesörü… Bir aşk cinayeti mi? Yoksa kökleri “Ulu Hakan”ın şüpheli ölümüne uzanan bir entrika mı? Osmanlı devletinin, bir imparatorluğa dönüştüğü zaferler ve ihanetlerle dolu günlerine yapılan sıradışı bir yolculuk. Ve bu heyecan verici yolculuk boyunca kulaklarımızdan eksik olmayan o kadim soru: Tarih geçmişte yaşananlar mıdır, yoksa tarihçilerin anlattıkları mı? Ve Fatih Sultan Mehmed Han… Mehmed Han oğlu Murad Han oğlu Mehmed Han… İki karanın ve iki denizin hâkimi. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi. Kostantiniyye’yi zapt eden padişah. Roma İmparatorluğu’nun doğal vârisi, farklı dinlerden, farklı dillerden, farklı ırklardan yepyeni bir millet yaratma aşkıyla yanıp tutuşan kudretli hükümdar. Uçsuz bucaksız ovalarda at koşturan ordular. Kılıç sesleri, savaş naraları, korku çığlıkları. Ardı ardına düşen şehirler, ardı ardına yıkılan devletler, ardı ardına el değiştiren kaleler. Kırk dokuz yaşında dünyaya nam salmış bir hükümdar. Ve değişmez kader. Akşama kavuşan gün. Ecel şerbetini içen insan. Ve Fatih Sultan Mehmed’in şüpheli ölümü. Ve onun iki şehzadesi. İkiye bölünen saray, ikiye bölünen devlet, hiçbir şeyden haberi olmayan bir halk. Ve iki şehzadenin kanlı boğazlaşması sürerken saray odasında unutulan Fatih Sultan Mehmed Han’ın cansız bedeni… *** 1 “Yirmi bir sene önce beni terk eden kadın” Biri, sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi itham eden kişi, bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız? O karlı öğleden sonra, Bahariye’deki evimde, sabırsızlıkla çalan telefonla başlamıştı bu tuhaf serüven. “Merhaba Müştak,” diyen sesin daha ilk hecesini duyduğumda tanımıştım onu; Nüzhet’ti. Yirmi bir sene önce beni terk eden kadın. Beni terk ederken bıraktığı o veda mektubunu saymazsak, yıllardır tek satır yazmayan, bir kez olsun telefonumun numarasını çevirmeyen, kapımı çalmayan, bir kuru selamı bile çok gören büyük aşkım, kalbimin ve hayatımın sultanı… Sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi, şimdi, “Merhaba Müştak,” diyordu telefonun öteki ucundan. Üstelik neşe içinde yüzen bir sesle; ne bir mahcubiyet, ne bir sıkıntı, ne de bir pişmanlık… Yine de onun pişkinliğinden çok kendime şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Hayır, bunca zamandan sonra sesini duyar duymaz, hemen tanıyışıma değil, bu son derece normaldi; çünkü ayrıldığımızdan beri, tıpkı ince uzun yüzü, iri mavi gözleri, alaycı bir kıvrımla biçimlenen dudakları gibi, o her zaman otoriter, hafif boğuk sesi de hiçbir zaman hafızamdan silinmemişti. Tuhaf olan, yıllardır bir gün olsun aklımdan çıkaramadığım, çıkarmak ne kelime, uzaklardaki varlığını, hayatın anlamı, vazgeçilmez bir ideal, kusursuz bir tanrıça imgesi haline getirdiğim, anılarını kutsal bir ayin gibi her gün hatırlayarak hep canlı tuttuğum kadın, hiç beklemediğim bir anda beni arayınca, zerrece etkilenmemiş olmamdı. Oysa son yirmi bir yılda bitmek tükenmek bilmez günlerimin çoğunu bu ânı hayal ederek geçirmiştim. Otuz beşinci yaş günümde hediye ettiği, o günden beri de duvardan indirmediğim, Nakkaş Sinan’ın çizdiği Fatih Sultan Mehmed’in güllü portresinin altındaki bu tarçın rengi koltuğa kendimi bırakıp gözlerimi telefona dikerek, saatlerce Chicago’dan beni aramasını beklemiştim. Hatta kimi günler, biraz da uykusuzluk ve içkinin yardımıyla, telefonun müjdeli bir haber verir gibi çaldığını, ahizeyi kaldırdığımda, onun kederle iyice boğuklaşan sesini duyduğumu, “Yanılmışım Müştak, burada aradığımı bulamadım. Gel beni al,” dediğini sanmıştım. Ama tuhaftır, yıllardır hayalini kurduğum o rüya gerçekleşince, ne heyecan, ne mutluluk, ne de bir sevinç uyanmıştı içimde. Sanki daha dün gördüğüm, sıradan bir arkadaşımla konuşuyor gibiydim. “Merhaba Nüzhet.” Benim ruhsuz, renksiz, ahenksiz sesimin aksine. Nüzhet coşkuyla atılmıştı. “Nasıl yahu? Nasıl tanıdın sesimi onca yıldan sonra?” “Bazı şeyler hiçbir zaman unutulmaz,” demek geçti aklımdan, hayır, onu önemsediğimi bilmemeliydi. “Çünkü sesin hiç değişmemiş,” dedim yapay bir tavırla. “Hâlâ genç.” Kendisine duyduğum bağlılıktan o kadar emindi ki, sözlerimdeki sahteliği fark edemedi. Neredeyse şuh bir kahkaha koyverdi telefonun öteki ucundan. “Genç mi? İlahi Müştak, altmışıma geldim. Gençlik mi kaldı!” Amerikan aksanının metalikleştirdiği bir Türkçeyle konuşuyordu ama gençlik mi kaldı, derken flört havasına girmişti bile. Nedense canımı sıktı bu hali, zalim olmaya karar verdim. “Haklısın yaşlandık ama sesin, bedenden daha geç bozulduğunu söylerler. Tenleri kırış kırış olmuş insanların bile sesleri daha geç yıpranırmış…” Attığım ok hedefini bulmuştu, anında sönüverdi neşesi. “Neyse, neyse… Sen nasılsın bakalım? Başarılarını okudum.” Dalga mı geçiyordu bu kadın benimle? Başarılarım! Benim başarılarım yoktu ki. Başarılı olan oydu. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, Osmanlı Klasik Çağı denince akla gelen ilk isimlerden biriydi. Amerika’dan Çin’e tüm önemli üniversiteler onu davet etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Yaptığı konuşmaları, verdiği tezleri okuyordum, gerçekten ilginçti. Osmanlı tarihine bambaşka bir yorum getirmeye çalışıyordu… “Getirdiği yorumlar gerçeğe uygun değil,” diye itiraz ediyordu her ikimizin de sevgili hocası, Tahir Hakkı Bentli. “Batı’nın gözlüğüyle bakıyor olaylara. Kız Chicago’ya gittikten sonra oryantalist mi oldu, nedir?” Nüzhet’i eleştirmesi hoşuma gitmesine rağmen, Tahir Hakkı’ya bu konuda katılmıyordum. Her tarihçinin bir görüşü olurdu. Bazılarımız olaylara Batı’nın gözlükleriyle bakarken, bazılarımız da Doğu’nunkiyle bakabilirdik. Tüm bunlardan arınmış objektif bir bakış belki mümkündü, ama yine de farklı disiplinlerin etkisinden tümüyle kurtulmak imkânsızdı. Tarih, zamanın etkisiyle eprimiş, kesinliğini yitirmiş, çoğu zaman hakkında yazılı bir vesika bile olmayan vakalara ve önemli şahsiyetlere dair yaptığımız tartışmalardan, yorumlardan başka neydi ki? “Tarih, tarihçilerin yazdıklarıdır” görüşüne tümüyle katılmasam da bu bilim, değişik bakış açıları taşıyan, taban tabana zıt düşünceler öne sürebilen, yeri geldiğinde birbirlerini dar kafalılıkla, cahillikle, şoven olmakla suçlamaktan bile çekinmeyen kişiler tarafından yazılmıyor muydu? Hayır, Nüzhet’e bu yüzden kızmıyordum -ki onun oryantalist olduğu da tartışılırdı-. Aslında kızmam gereken biri varsa o da Tahir Hakkı’ydı. Çünkü, sevgilime Chicago Üniversitesi’ndeki bursu sağlayan oydu. Tamam, isteyerek değil, bizimkinin dinmek bilmeyen ısrarlarıyla. Tabii çok sonra anlatacaktı Tahir Hakkı bu ısrarları bana… Benden gizli defalarca yalvarmış profesöre. Neyse, çabaları da sonuç vermişti işte. Değerli hocamız, şimdi onu oryantalist olmakla suçlasa da artık aramızdaki en başarılı akademisyen Nüzhet’ti. Evet, saklayacak değilim, bu başarısını da beni terk ederek, kendine yeni bir yol çizmesine borçluydu. Bendenize gelince, sahibi tarafından kurulması unutulmuş, antika bir saat gibi olduğum yerde kalmıştım. Evet, akademik kariyerime devam etmiştim; tezler hazırlamış, yayınlar çıkarmış, kitaplar yazmıştım. Evet, ben de çok önemli olmasa da birkaç yabancı üniversiteden davet almıştım, akademik kariyerimi ilerletmiş, sonunda profesör olmuştum. Evet, hayat devam etmişti, sevgililerim olmuştu, hatta biriyle neredeyse evlenme aşamasına kadar gelmiştim, ama bunların hepsi suretti. Aslında, Nüzhet’in beni bırakıp gittiği günde, gittiği yerde, gittiği anda kalakalmıştım. Mutsuz, umutsuz, hınç dolu… Evet, hınç dolu; saklayacak değilim, ona duyduğum tutkuyu, sevgiden çok nefretle beslemiştim yirmi bir yıldır. Yirmi bir yıl mı dedim, hayır yirmi bir yıl, sekiz ay, üç gün… Yıllar onu düşünerek geçmişti. Sadece güzel anılar değil, bana yaptığı haksızlıklar, ihanetler, hakir görmeler… Çoğunlukla ızdırap, çoğunlukla kahır dolu hatıralar… Bazen onu düşünürken kinden, öfkeden, hiddetten kaskatı kesilirdim. Hep masamın üzerinde duran, sapında Fatih Sultan Mehmed’in tuğrası işlenmiş şu gümüşten mektup açacağını, onun incecik bedenine defalarca saplarken bulurdum kendimi… Sonra bu dizginsiz nefretten utanır, derhal uzaklaştırırdım bu düşünceleri kafamdan. Daha doğrusu uzaklaştırmaya çalışırdım. Vefasız sevgilime ait ne kadar görüntü, ses, koku, iz, ne kadar anı varsa, hepsini hafızamdan silmek ister, onu tanıdığım güne, üniversitede ilk karşılaştığımız o dersliğe, beni tarih okumaya yönelten lisedeki öğretmenime belalar okurdum. Sonra öğretmenime de, kendime de, üniversiteye de haksızlık ettiğimi fark ederek sakinleşir, yapmam gerekenin kızmak değil, sadece Nüzhet’in hayaletini hayatımdan çıkarmak olduğunu anlardım. O kadar da zor olmasa gerekti. Fakat gösterdiğim her çaba hüsranla sonuçlanır, unuttum dediğim anılar eskisinden daha güçlü uyanır, bastırdım dediğim hisler eskisinden daha beter kabarmaya başlardı yüreğimde. Ne yazık ki, onun çok derinlere nakşolmuş varlığını bir türlü söküp atamazdım içimden. İşte bu sebepten, telefondaki sesini duyunca en küçük bir heyecan bile hissetmeyişim çok şaşırtıcıydı. Belki de farkına varmadan unutmuştum onu, belki onca yıldır, içimde aşk diye taşıdığım bu sarhoşluk bir yanılsamaydı, belki de o delice tutku, mesleki bir kıskançlıktı sadece. Önüne çıkan ilk fırsatta, beni hiç umursamadan yurtdışına gitmeyi tercih eden sevgilimin bu mantıklı girişiminin başarıya ulaşmasına duyduğum büyük öfkeydi… Telefonun öbür ucunda Nüzhet beklerken, aklıma bunlar gelince birden paniğe kapılır gibi oldum. Henüz kendimin bile tahlil etmekte zorlandığı bu durumun beni terk eden kadın tarafından sezilmesini istemiyordum. Anlayamadığım hislerimi, henüz olgunlaşmamış düşüncelerimi bastırıp, “Hayır,” diyerek engin gönüllü eski arkadaş rolüne bürünmeyi seçtim. “Hayır, başarılı olan sensin Nüzhet. Sen dünyanın alkışladığı bir bilim insanısın.” Dünyanın alkışladığı benzetmesi biraz abartılı kaçmıştı ama sesim inandırıcılığını koruyordu. “Ben akademik kariyerimi sürdürmeye çalıştım sadece…” “Şu huyun hiç değişmemiş,” dedi ciddileşerek. “Kendine haksızlık etmeyi hâlâ bırakmamışsın. Fatih’in ‘Kardeş Katli Fermanı’ hakkında yazdığın tezi okudum. Bence kusursuz bir çalışma…” Ne yalan söyleyeyim hoşuma gitti sözleri, yine de lakırdının nereye varacağını bilemediğimden alttan aldım. “O kadar önemli olduğunu düşünmüyorum. Bir tez hazırlamam gerekiyordu, ben de yazdım işte.” Konuyu değiştirmek istedim. “Sahi nereden arıyorsun? Chicago’dan mı?” “Ne Chicago’su ayol, Şişli’deyim Şişli’de!” İşte şimdi şaşırmıştım. “İstanbul’a mı geldiniz? Ne zaman?” “Önce düzelteyim tatlım. İstanbul’a gelmedik, geldim. Yani tek başıma…” “Eşin?” Sorar sormaz yaptığım yanlışı fark ettim, evlendiğini nereden biliyordum, uzaktan da olsa onunla alakadar olduğumu belli etmiştim işte. Ama umursamadı, onun hayatıyla ilgilenmemi son derece normal bir durum olarak kabul ediyordu. “Jerry mi? O iş bitti canım… Ayrıldık…” Sesi duygusallaşmamıştı bile. “Yürümedi. Yürütemedik…” Nedense, yüzünü bile görmediğim Jerry’e karşı bir yakınlık hissettim; terk edilmişlerin birbirine duyduğu hazin empati. “Üzüldüm.” Her zamanki dobralığıyla yanıtladı. “Üzülme canım. Yanlış bir evlilikti zaten. Kültür farkı önemliymiş… Onca yıl birlikte yaşadık, adamcağız rakı içmeyi bile öğrenemedi. Neyse… Ya sen? Sen evlenmedin mi?” Telefonu açtığımdan beri ilk kez bir şey kıpırdadı içimde; ölü bir denizde nereden çıktığı kestirilemeyen bir dalga… Ama bu uğursuz kıpırtıların beni ele geçirmesine izin veremezdim. “Evlenmedim…” diye kestirip attım. “Tercih etmedim…” O da uzatmadı. “Belki de doğru olanı yapmışsın… Evlilik bizim gibi insanlara göre değil…” Sesi titriyor muydu, yoksa bana mı öyle geldi. “Neyse… Bu akşam ne yapıyorsun?” Hoppala, nereden çıktı şimdi bu? Ne yani, hemen bu gece buluşalım mı demek istiyordu? Öncekinden daha büyük bir dalga kıpırdandı içimde… Derinlerde bir yerlerde ince bir sızı… Ama teslim olmaya niyetim yoktu. “Neden sordun?” diye oyaladım. Hemen çıkardı baklayı ağzından. “Bana gelsene… Seninle konuşmak istiyorum. Çok önemli bir konu…” İşte Nüzhet buydu, önemli olan sadece onun istekleriydi, onun hissettikleriydi… Sen yıllarca arama, sorma, sonra bir gün aklına esince telefonu çevir, bu akşam bana gelsene, de. Cüretkârlığın bu kadarına da pes doğrusu! Anında reddetmem gerekirdi. Her çağırdığında peşinden koşan, uysal bir köpek olmadığımı anlamalıydı artık. Benim de bir gururum, bir onurum, bir kişiliğim vardı. Artık dilediği gibi davranamayacağını ona göstermenin zamanı gelmişti… Gelmişti ne kelime, çoktan geçmişti bile. Geçmişti de ona gereken cevabı bir türlü veremiyordum işte. Zaten pek de işlek olmayan bu tembel dilim, Nüzhet söz konusu olunca tümüyle etkisiz hale geliyordu. Sadece dilim mi, ya zavallı aklım? Bu beklenmedik davetten olmadık manalar çıkararak, sahte umutları birbirine eklemeye başlamıştı bile. Tam da evlilik üzerine konuşurken, beni evine çağırıyor olması, ne anlama geliyordu şimdi? Ne demek istiyordu bu kadın? Yeniden başlayabileceğimizi mi ima ediyordu? Belki de yaptıkları için benden özür dileyecekti. Bütün o yaşadıklarından sonra, gerçek sevginin ikimizin arasındaki olduğunu söyleyecek, kendisine bir şans daha vermem için yalvaracaktı… Olabilir miydi? Aslında bu safiyane düşüncelere asla inanmamam gerekirdi. Üstelik anbean yükselen heyecanıma rağmen… “Saçmalama, yıllar önce, seni bırakıp giden kadın değil mi bu? Nasıl güvenebilirsin ona? Ne söylerse söylesin hemen reddetmelisin,” diyen sağduyumun oluşturduğu barikat hâla sapasağlam direnmeyi sürdürüyordu. Ama bir tek hayır sözcüğü bile bana yetecekken, ihtiyacım olan o kelime bir türlü çıkmıyordu ağzımdan. “Hem şu senin çok sevdiğin lazanyadan da yaparım.” Kararsızlığım, onu daha da ısrarcı kılmıştı. “Yanına da enfes bir şarap açarız, eski günlerdeki gibi…” Eski günlerdeki gibi… Öğle sonları Şevki Paşa Konağı’ndaki güneşli odamda sevişmelerimizi hatırladım, ürpererek. Dudaklarındaki nane tadı olduğu gibi ağzımı kapladı, ılık nefesi, yumuşak fısıldayışları… Sesi daha şimdiden o metalik tınıdan kurtulmuş, tatlılaşmış, neredeyse hoş bir mırıltıya dönüşmüştü. Yok, artık gizlisi saklısı kalmamıştı, açıkça flörte başlamıştı benimle. Ve mantığımın tüm direnişine rağmen, pek de karşılıksız kalmıyordu bu davranışı. Sağduyum karşı çıkmayı sürdürse de ruhumda ardı ardına sökün eden dalgalar, irademi çoktan ona doğru sürüklemeye başlamıştı bile. Ee sultan emredince kulun itaat etmemesi düşünülebilir mi? “Aynı evde misin?” dedim tamam hemen geliyorum, dememek için. Sanki böyle oyalanıyormuş gibi görünmek, o parmağını şıklatınca, hemen ona koştuğum gerçeğini değiştirecekti. Hayır, şu gurur meselesini artık bir kenara koymalıydım. İnsan kendinden kaçamazdı. Ne yapayım, ben böyle bir adamdım işte. Sesini ilk duyduğumda heyecan duymamam, yaşadığım şokun başka bir belirtisi olsa gerek. Gerçek ortadaydı; söz konusu Nüzhet’se kararsız, iradesiz, savunmasız, zavallı bir mahluka dönüşmem kaçınılmazdı. O zaman daha fazla direnerek kendime işkence etmenin ne lüzumu vardı? Tuhaf, böyle düşününce biraz rahatladım. Tabii, işte ben buydum. Kendimi affetmeliydim, kendimi anlamalıydım, kendimle barışık olmalıydım. Sesime hiçbir yapaylık katmadan sorumu yineledim. “Hani şu Hanımefendi Sokak’taki bina değil mi?” “Evet, Sahtiyan Apartmanı… Aslında pek huzurum yok burada… Sezgin satmak istiyor apartmanı.” Sisler arasından kıvırcık saçlı bir oğlanın sevimli yüzü belirdi. “Şu mavi gözlü çocuk mu?” “Evet, ama artık o tatlı çocuk yok… Paragöz herifin biri olmuş Sezgin…” Bıkkın, usanç içinde çıkıyordu sesi. “Her gün tartışıyoruz… Anlayacağın durum fena. Neyse, gelince konuşuruz… Bak, geç kalma… Bir de sürprizim var sana.” “Tamam, geç kalmam…” Bu son cümleyi söyledim mi, söylemedim mi? Bilmiyorum, sürpriz sözünü duyduktan sonra, kafatasımın içinde o tanıdık basıncı hissettiğimden aceleyle telefonu kapattığımı hatırlıyorum sadece. Çünkü beynimin derinliklerinde yankılanan o gizemli uğultunun, hızla bir sarsıntıya dönüşeceğini, ardından son hücresine kadar bütün bedenimi ele geçirerek benliğimi, boş bir ceviz kabuğu gibi o tuhaf karanlığın dipsiz uçurumuna savuracağını gayet iyi biliyordum. 2 “Üzerindeki giysiler gibi zamanı çoktan geçmiş bir adam” Sanki biri seslenmiş gibi uyandım… Kendime geldiğimde hâlâ karanlığın içindeydim. Kulaklarımda o bildik uğultu, bedenimde o tanıdık rahatlama… Zihnim, irademin görünmeyen ağırlığından kurtulmuş, o derin huzurla bir kez daha sarhoş olmuştum… Başıboş bir rüzgâr gibi dolaşıyordum sınırları silinmiş bir labirentin içinde… Etrafa bakacak oldum, başım döndü. Düşmemek için tutunacak bir yer arandım, sağ elim ahşap bir tırabzana tutundu. Karın ışığı sızıyordu bir yerlerden. Eski bir apartmanın içindeydim; geniş, mermer bir merdivenin basamaklarında… Yeniden etrafı seçmeye çalıştım; tanıdık geliyordu ama çıkaramıyordum. Bir yerlerde elektrik düğmesi olmalı. Bulmakta zorlanmadım, yan yanya açılmış demir kapının sağ tarafındaydı. Hâlâ hafifçe dönen başıma aldırmadan, basamakları inerek, duvardaki düğmeye dokundum. Tavandaki fersiz lambanın sarıya çalan kırmızı ışığı, binanın uzun zamandır boyasız kalmış kirli duvarlarını, ahşap asansörünü aydınlatınca tanıdım; Sahtiyan Apartmanı’nındaydım. Nüzhet’in dedesi tarafından yaptırılan, belki de bu semtin en eski binasında. Üçüncü kezdir aynı şey oluyordu işte. Bilincimi yitirdikten birkaç saat sonra bir yerlerde buluyordum kendimi. Emin olduğum tek şey, bulunduğum yerlerin, unutma krizi
  16. gloria şurada cevap verdi: gloria başlık Roman Forumu
    Birinci Bölüm 1 Olay, XX. yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evinde başlamıştı. O zamanlar daha Olric yoktu, daha o zamanlar Turgut’un kafası bu kadar karışık değildi. Bir gece yarısı evinde oturmuş duşunuyordu. Selim, arkasından birde herkesin bu durumlarda yaptığı gibi, mektuba benzer bir şey bırakarak, bu dünyadan birkaç gün önce kendi isteğiyle ayrılıp gitmişti. Turgut, bu mektubu çalışma masasının üstüne koymuş, karşısında oturup duruyordu. Selim’in titrek bir yazıyla karaladığı satırlar gözlerinin önünde uçuşuyordu. Harflerin arasında arkadaşının uzun parmaklarını seçer gibi oluyor, okuduğu kelimelerle birlikte onun kalın ve boğuk sesini duyduğunu sanıyordu. O zamanlar, henüz, Olric yoktu; hava raporları da günlük bültenlerden sonra okunmuyordu. Henüz durum, bugünkü gibi açık ve seçik, bir bakıma da belirsiz değildi. “Bu mektup, neden geldi beni buldu?” diye söyleniyordu hafifçe. Demek, hafifçe söylenme alışkanlığı, o zamana kadar uzanıyordu. Demek, kendi kendine konuşma o gece yarısı başlamıştı. Çevresindeki eşyaya duyduğu öfkenin ifade edilemeyen sıkıntısıyla bunalıyordu. Selim, belki bu yaşantıyı, önde bir salon-salamanje, arkada iki yatak odası, koridorun sağında mutfak-sandık odası-banyo, içerde uyuyan karısı ve çocukları, parasıyla orantılı olarak yararlandığı küçük burjuva nimetleri onu, nefes alamaz bir duruma getirmişti diye tanımlayabilirdi. Turgut, anlamsız bakışlarla süzüyordu çevresini henüz. Duvarlar, resim yaptığı dönemden kalma ‘eserlerle doluydu. Nermin çerçeveletmiş hepsini; benimle öğünüyor. “Resimlerini çerçeveletmişsin, iyi olmuş,” demişti Selim. “Ben değil, karım,” diye karşılık vermişti. Karısı odada yoktu. Bir resim aşağıda, bir resim yukarıda; bir duvar resimle doldurulmuş, bir duvarın yarısı boş: simetriyi bozmak için. Efendim? Efendim, derdi Selim olsaydı son heceye basarak. Ev sahibi de kızmıştı duvarların bu renge boyandığını görünce ama belli etmemişti. Tavana kadar aynı renk, böylece düzlemler daha kesin beliriyor, modern sanatın burjuva yaşantısına katkısı. Efendim? Oysa, ne güzeldi eskiden: tavana bir karış kala, bir parmak kalınlığında koyu renk, yatay bir çizgi çizilirdi; duvarın rengi orada biterdi işte. Selimlerin Ankara’daki evinde öyleymiş. Tek parti devrinin kalıntısı, fazla askeri bir düzen. O günlerde tavana kadar yükselen kitaplıklar yoktu herhalde; yatay çizgi kaybolurdu kitapların arkasında böyle olsaydı. İsteksiz bir kımıldanışla yerinden kalktı, kitaplığının karşısına geçti. Selim’e özenerek alınan kitaplar; yüzlerce kitap, çoğu hiç okunmamış duruyordu öylece. “Hiç evden çıkmadan beş yıl sürekli okusan, belki biter bu kitaplar,” demişti Selim. Ne demek? İçinde birden, hepsini okuyup bitirme ateşi yandı: kitapları her görüşünde yanan eski ateş. Kaç sayfa eder hepsi? Bin sayfa, beş bin sayfa, on bin sayfa. Bir sayfa kaç dakikada okunur, yemek ve uyku saatleri çıkarılırsa geriye günde kaç saat kalır, cumartesi, pazar ve bayramlar için daha uzun süre konursa… istersem yutarım hepsini. Okuldaki günleri aklına geldi: böyle, hırsla eline aldığı kitapların beş on sayfasını okuduktan sonra içinin bir balon gibi söndüğünü hatırladı. Bir kitabı bırakır ötekine saldırırdı. Bu ümitsizce çırpınış, bütün kitapların yüzüstü bırakılmasıyla sona erer, büyük bir utanç ve hayata dönüş buhranları gelirdi arkasından. Kitaplığının önünden zorla ayırdı kendini: oyuna gelmeyelim yeniden. Aynı zamanda yatak olabilen kanepeye oturdu ve bir düğmeye basınca içinden sahte ağızlıklara sokulmuş sigaralar çıkan kutudan bir sigara alıp Alâettin’in lâmbası biçimindeki çakmakla yaktı. Durum, ümit verici değildi: yerdeki halı, mobilyalara hiç uymuyordu. Düğün hediyesi. Ne yapalım, istediğimiz gibi halı alacak paramız yoktu. Sigarasını, yaprak biçimi gümüş tablada söndürdü. Karım kızacak. Bu tablalar neden duruyor öyleyse? Bilinmez. Çalışma masasına yaklaştı. Kaya’nın ayrı bir çalışma odası var. Orada ne çalışıyor? Bilinmez. Ben ne çalışıyorum? Mektubu okuyorsun yal Öyle ya. Selim’in yazdığı satırlara eğildi yeniden. Olay, böyle bir ortamda başlamıştı. Aslında, buna olay bile denemezdi. Turgut, yani bir bakıma bir zamanlar onun en iyi arkadaşı, olayı gazeteden, yani olayları veren bir ‘organ’dan öğrendiği için, olay diye adlandırılabilirdi bu durum. Turgut yeni uyanmıştı: her sabah kapıcının kapının altından attığı gazetenin hışırtısını bekliyordu. Sesi duyunca, karısını uyandırmamaya çalışarak, uyuşuk hareketlerle terliklerini aramış, sonra, yavaşça “olay’a doğru bilmeden yönelmişti. Yedinci sayfada, bir cinayet haberinin sonunu ararken birden çarpmıştı ‘olay’ gözüne. Sonra karısı, yatakta sarılarak onu teselli etmişti. Bu gece de erken yattı beni rahatsız etmemek için; rahmetliyi dilediğim gibi düşünebilmem için. Kendine düşeni yaptı fazlasıyla. Erken yatması nın başka bir nedeni de yarınki direksiyon kursu. Ben de yatıp uyumalıyım; herkes yatıp uyumuştur. Benden başka kimse, bu mektubun anlamını düşünmüyor. Kaya şimdi çalışma odasında olsaydı ne yapardı? Üniversiteli kızların soyunmasını seyrederdi. Hele bir tanesi varmış; her gece, her gece bacaklarını duvara dayayıp… Karısından gizli, yani kaçamak. Ben de kaçamak yapıyorum şimdi: karımdan gizli, Selim’i düşünüyorum. Hayır, gizli değil; biliyor kimi düşündüğümü. Gene de bir gizlilik var: ne düşündüğümü, nasıl düşündüğümü bilmiyor. Selim’i ve kızların bacaklarını… Selim de olsaydı seyrederdi, ben de seyrederdim. Olmuyor; düşünce suçlan, kaçamaklar artıyor. Ayağa kalktı, salondan çıktı, koridorun duvarına tutunarak karanlığı geçti. Yatak odasının kapısını itti; uyuyan karısını seyretti ışığı yakmadan. “Hayır, hayır.” İpek yorgan hışırdadı, karısı uyanır gibi oldu. “Uyusaydın artık,” diye mırıldandı, yorganın içinden. “Biliyorsun…” Biliyordu: kaçamak sona ermeliydi artık. Turgut, o sırada tehlikeyi göremiyordu: gene de bitmesi gerektiğini seziyordu bu olaya olan ilgisinin. Kaya’nın, karşı binadaki yarı aralık kırmızı perdelerin arkasını merak etmesinden öte, daha büyük bir tehlikeydi bu. Çıplak bir bacağın görüntüsüyle yatışan ilgiden daha keskin bir şey: bir görüntüsüyle yatışan ilgiden daha keskin bir şey: bir düşünce, geriye doğru giden bir merak. Selim olsa, sabaha kadar uyumaz, düşünür dururdu. Ben olsam yatardım. Üniversitede okurken de ben, gece yarısı olunca yatardım; o, çalışmasını sabaha kadar sürdürürdü. “Saçların dökülüyor, uykusuz çalışmaya dayanamıyorsun; oğlum Turgut, ihtiyarlıyorsun.” “Uykusuz kalabilmen sinir kuvvetinden. Benimki adale kuvveti.” Kollarıyla Selim’i soluksuz bırakıncaya kadar sıkardı: “Sen birden çökeceksin Selim. Çünkü neden? Çünkü için boş senin. Birden, kollarımın arasında için boşalacak: birden, üçüncü boyutunu kaybedip bir düzlem olacaksın ve ben de seni duvarda bir çiviye asacağım.” Havaya kaldırdığı Selim’i duvara sürüklerdi. Siyah saçlarından yakalayarak başını duvara dayar: “Dökülmeyen saçlarından asacağım seni,” diye bağırırdı. “Erkeğin kılları göğsündedir, oğlum Selim.” Hemen gömleğini çıkarır ve boynuna kadar bütün gövdesini kaplayan kıllarını gösterirdi Selim’e. “İğrençsin Turgut. Sen onları, üniversite kantinindeki kızlara göster. Kapat şu ormanı.” Bir erkeğin yanında soyunmasından sıkılırdı Selim. “Beni, aşağılara çekiyorsun Turgut. Senden kurtulmalıyım.” Turgut, pantalonunu da çıkarır, kollarını açarak bağırırdı: “Ben, senin bilinçaltı karanlıklarına ittiğin ve gerçekleşmesinden korktuğun kirli arzuların, ben senin bilinçaltı ormanlarının Tarzan’ı! yemeye geldim seni. Benden kurtulamazsın. Ben, senin vicdan azabınım!” “Bağırma, anladık. Benim vicdan azabım bu kadar kıllı olamaz. Ruhbilimci Tarzan, lütfen giyin.” Karısına karşılık vermeden yavaşça yatak odasından çıktı, kapıyı kapadı. Koridorda yürürken kollarını havaya kaldırdı: “Esir, Selim, esir,” diye mırıldandı. Selim’in, zevkle bağıran sesini duyar gibi oldu: “Yenildin demek, koca ayı. Evet, yenildin. Bu yenilginin tarihini hep birlikte bir kez daha yaşıyoruz. Kurtuluş Savaşı’nın ateş ve dehşet dolu günlerinden biriydi. Mühendishane’yi Berrii Hümayun’un üçüncü sınıfında talebeyken gönüllü olarak askere yazılan genç mülazim Selim Efendi, Afyon dolaylarında, Kartaltepe mevkiinde, tek başına mevzilenmişti. Düşman kurnaz bir kalabalıktı. Mülazımıevvel Selim, boynunda bir kayışla asılı duran dürbünü eldivenlerini çıkarmadan eline aldı; gözüne götürdüğü bu optik aletin okülerlerini iki parmağının iki zarif hareketiyle çevirerek, görüş alanı içine aldığı düşmanın görüntüsünü netleştirdi. Artık bütün hazırlıkları tamamdı; düşman hatlarını gözetliyordu. Üsküdar’da, Soğanağası’nda, minimini bir çocukken ahşap konaklarının tavan arasında hayal etmiş olduğu an, nihayet gelip çatmıştı. ‘Sadece üç bin kişi’, diye söylendi. Sonra, Tarzan gibi ‘Uuu..’ diye üç kere bağırdı, yumruklarıyla göğsünü dövdü. Düşman neye uğradığını şaşırmıştı. Silahlarını yere atarak kaçıyorlardı. Askerin başındaki Yunan zabiti, Türkün, bu gücünü göstermesi karşısında, yerinden bile kımıldayamamıştı;
  17. gloria şurada cevap verdi: gloria başlık Roman Forumu
    GELECEĞİ ELİNDEN ALINAN ADAMIN GEÇMİŞİ DE ELİNDEN ALINACAK DİYE KORKUYORDUK Tutunamayanlar’ın yazarı önsözlerle, bakış açıları ne olursa olsun “Hayatı ve Eserleri” türünden bönsözler üreten kalem efendileri ile inceden inceye alay ediyor. Aklıma çağdaş bir düşünürün, Jacques Derrida’nın, önsözün anlamsızlığını vurgulamak için önsözler üzerine bir kitabına yazdığı uzun önsöz geliyor: Oğuz Atay’a gönülden katılıyorum aslında; gene de “Hayatı ve Eserleri” için birkaç ön ya da son söz, daha doğrusu sondan bir önceki söz yazma gerekliliğini duyuyorum. Bir “hak”sa bu, biraz da şundan doğuyor: Yaşamamış, onun için de hiçbir şey yazmamış bir(kaç) kişinin ‘Hayatı ve Eserleri’ üzerine yazdım daha önce, neden Oğuz Atay vahasına girmeyeyim, diyorum. Tamtamına yarım yüzyıl önce doğmuş Oğuz Atay: 1934′te. 1977′de, 43 yaşında ölene dek, hızlı dönen bir dünyanın ne hızına, ne de ritmine ayak uydurabilmiş: Harflerine sinen siyah ama ince alayı biraz kazıyın, herkes adına kanayan vandal bir yürek bulursunuz orada. Doğduğu yıl, “kenarında” yaşadığımıza inandığı Batı dünyasına deccal inmiş: Hitler’in iktidara geldiği andan başlayarak, daralmış bir Türkiye’de geçirmiş çocukluğunu. Okuma-yazma öğrenmeye başladığı yıl, Joyce Finnegans Wake’i yayımlamış ve romanın sınırına değmiş. DP’nin iktidara geldiği yıl, Ankara Maarif Koleji’nde lise öğrencisi, İstanbul’da mühendislik öğrencisi olduğu yıllarda ise Türkiye’nin çehresi değişiyor inanılmaz bir hızla: Yeni binalar, yeni yollar, atölyeler yapılıyor; yeni bir çukur açılıyor Cumhuriyet’in ortasında. Mühendis çıktığı sırada Pazar Postası’nın içinde Oğuz Atay: Yazmayı ne ölçüde düşünüyor, yazmayı düşünüyor mu bunu bilmiyoruz, ama şirin de, düz yazı serüveninin de yoğun sarsıntı geçirdiği bir dönemde, bu sarsıntının “sahne”sini oluşturan Pazar Postası’nda amansız bir tanık olarak, sessiz ve geride, olup biteni izlediğini biliyoruz. 1954′te Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 1956′da Perçemli Sokak, 1957′de Vüsat O’Bener’in Yaşamasız’ı ile Kemal Tahir’in Rahmet Yolları Kesti’si, 1958′de Üvercinka, bir yıl sonra da İshak, Panayır ve Aylâk Adam çıkıyor. Türk şairi dili ve anlamı, sözdizimi ve mantığı köktenci bir yaklaşım içinde kurcalıyor. Düzyazıda da durum farklı değil: Şüphesiz, bir yanda Halit Ziya’nın, öte yanda Sait Faik’in açtığı koridorlarda, ama onlardan bir bakıma telâşla uzaklaşarak anlatım ve bildiri düzlemlerinde açık bir başkalaşım yaşanıyor. Oğuz Atay ne yapıyor, hâlâ bilemiyoruz. Nice yıl sonra, ölüme beş kala yazdığı gibi “biraz gecikmiş” olduğu için bu değişimi ıskalıyor mu, yoksa “aceleciliği” sayesinde belli bir basamağında değişim sürecine yetişiyor mu? Öyle sanıyorum ki, anı anına olmasa bile, Türk yazarının dili ile olan yüzyüze ve kıyasıya çekişmesine Oğuz Atay’ın tanık olmadığını söylemek güç. 27 Mayıs 1960. Yeni bir dönemeç, yeni bir anayasa, yepyeni kuramsal açılımlar, TİP kuruluyor, AP kuruluyor, TÖS kuruluyor. Avcıoğlu ve Soysal Yön’ü, Memet Fuat Yeni Dergi’yi, Cemal Süreya Papirüs’ü çıkarıyor. Nâzım Hikmet’in şiiri ve Kemal Tahir öne çıkıyor hızla. Türkiye’de, aynı anda, sosyalizm ve varoluşçuluk aydınlar arasında gündeme geliyor. Türk yazarının dil ve anlatım ile kavgası sürüyor bir yandan: Mısırkalyoniğne, Bakışsız Bir Kedi Kara, Hallaç ve Troya’da Ölüm Vardı aynı yıllarda günışığına çıkıyor, Joyce ve Faulkner çevriliyor. Öte yandan ‘köy gerçekliği’ ile tanışılıyor: Susuz Yaz’dan Yılanların Öcü’ne, Cemo’ya edebiyatın öteki yüzü çiziliyor. Artık hazırlanıyor Oğuz Atay: 1970′de TRT’nin açtığı yarışmaya katılacağı, bir jüri üyesinin deyişiyle “484 sayfalık bir emeğin ve tutkunun en açık belirtisi” elyazması, demin kaba hatlarını verdiğimiz bir ortamda yazılmıştır. Cumhuriyet döneminde yetişen aydın kuşaklarının biraz sarsak, daha çok da tutarsız, gamlı, traji-komik tarihini 32 kısım tekmili birden kucaklar Tutunamayanlar. İlk cildin yayımlanışında bile gizli bir ürpertiyle, hoşgörüyle maskelenmiş âtıl bir öfkeyle karşılanmış olması şaşırtıcı değildir aslında: Kıdem esasına göre düzenlenmiş bir “edepiyat ortamı”na, okulsuz ve alaysız onun için de okursuz ve alaycı bir konuk geldi sanılmış, bu amatör hayaletin nasıl olsa ‘tek’ kitapta kalacağı düşünülmüş, gene de bu ‘tek’ kitapla (bile) kalacağı fikri kolay kolay sindirilememiştir. Oysa konuk değildi Oğuz: Yüreğindeki kadar dağlayıcı bir acı vermeyen ama onu usul usul ölüm koridoruna ihbar eden beynindeki ur ile yolcuydu düpedüz. Onun için de, “Yedinci mühür”deki gibi sonlu bir oyunla biraz kendini, daha çok da ölümü oyalamayı seçti: 1970′den 1977′nin son ayına dek programına zorla giren hastalık ve ameliyatla, zorunlu olarak giren acı, alay ve hüzünle iki roman, bir düzineye yakın öykü, bir oyun ve bir günlük yazdı. Öldüğünde dördüncü romanından 60 sayfa kadar yazmış, Geleceği Elinden Alınan Adam adını verdiği bir anlatıyı da bütünüyle tasarlamış durumdaydı. Bu küçük önsözü açıkçası büyük bir sıkıntıyla, üstelik Oğuz’u kıs kıs gülerken görürmüşçesine bir duygu içinde yazdım, şu garip Orwell yılında. Bir iki özel tutamağım vardı, avuntum da orada. Oğuz Atay’ın çift portreli bir insan olarak düşünülebileceği kanısındayım: Biri neredeyse “pozitivist”, temel inançlarından soyutlanması güç, “dayanıklı” insan: Topografya kitabını, belki de Mustafa İnan’ın yaşam öyküsünü yazan, 1960′ların başında bir fikir dergisi çıkartmak için çırpınan kişi. Öteki, tam tersi oysa: Korkuyu beklerken tehlikeli oyunlara bile tutunamayan, gene de o oyunlarla yaşayan, geleceği elinden alınmış beyaz mantolu bir adam: Dipten sarsılmış, kırgın, hatta umutsuz biri: Günü geldiğinde yazdıklarının anlamına bile yetişemeyen Oğuz Atay. Biri gülüyorsa bu önsöze, öteki yalnızca bakıyordun İkisi de inanmıyordur şüphesiz. İkisi de soruyordur, sonra: “Ben buradayım sevgili okurum, sen neredesin?” * Bir Zar Atımı’nın önsözünde şunları yazar Mallarmé: “Bu not okunmasın ya da okunduktan sonra unutulsun isterdim.” Ben de bu önsöz için aynı dilekte bulunacağım Tutunamayanlar’ın okurundan: Romandan hemen hiç söz etmedim, kimse yazar ile okur arasına girmemelidir; Oğuz Atay’dan, o yaşarken olup-bitenlerden birkaç kıvılcım sürdüm önünüze: Bu kıvılcımlardan başkalarını çıkartmak daha kolay olabilir, diye düşündüm: “Tutunamayanlar” belli biri tarafından, belli tarih ve coğrafya enlem-boylamında, belli bir bağlamdan çıkıp belli bir bağlama doğru yazılmıştır – onu kuşatan gerçekliği onun gerçekliğinden soyutlamamak gerek. Öte yandan, bir kitabın ön ve arka kapağı arasında belki de “hiçkimsenin ürünü” bir metin yer alıyordun “Çağların, depremlerin, sellerin yazdığı” bir metin… Oğuz’un kendisine giderayak yakıştırdığı tamlama gerçekten de yakışıyor mu ona? Gerçekten de geleceğinin elinden alındığına inanabilir miyiz bugün? Ölümünden yedi yıl sonra, “Bütün Eserleri”ni yayımlamayı üstlenen İletişim Yayınları’na, genç okurlara bu geleceği göğüsleme olanağı verdiği için Oğuz Atay’ı unutmayanlar adına teşekkür etmek isterim: Bizlerin korkusu, geçmişin de elimizden alınması olasılığından kaynaklanmıyor muydu? ENİS BATUR Şubat 1984, İstanbul
  18. gloria şurada cevap verdi: gloria başlık Roman Forumu
    Şaksiper Kimdir, Eseri Nedir? Yıllar önce yayımlanmış bir broşürün adıydı bu. Ne yazık ki artık adını hatırlayamadığım müellifi, ünlü İngiliz yazarını şöyle 15-20 sayfalık küçük ama yoğun bir broşürle anlatıyordu. Kitapçığın kapağında “Şaksiper”in resmi bile vardı. Oğuz Atay’ın hayatını ve eserlerini kapsayan bir önsöz yazmak çabası da işte bu “adsız” araştırmacınınki kadar acıklı ve tuhaf görünüyor bana. Zaten Oğuz Atay’ın kendisi de, pek çok kurumun yanı sıra “önsözleri tefe koyup yerlebir etmişti. Biraz sonra ayrıntısıyla okuyacağınız gibi, Tutunamayanlar’da şöyle diyor meselâ: “‘Hayatı ve eserleri’. Hiç bıkmıyorum bunları tekrar tekrar okumaktan. Yazarın her kitabını okurken ‘Hayatı ve Eserleri’ yeniden karşıma çıkıyor. Bir daha, bir daha okuyorum. Sanki önceden ‘Hayatı ve Eserleri’ni bilmiyormuş gibi yapıyorum: yeni baştan heyecanlanmak için. Yalnız, yazarlar arasında bir birlik bulunmaması beni yoruyor. Hiç olmazsa önsözleri yazanlar, yılda bir kere toplanmalı ve aralarında ortak esaslar tespit etmeli. Bugünkü durum esef verici. Bakıyorsun bir yazar, çok zor birleştiriyor kelimeleri. Bir türlü cümleleri kuramıyor. Öyle diyor önsöz amca. Geçer karatahtanın başına diyor, yazar, bozar, uğraşır. Bütün bunları da yarı karanlıkta yapar. İstediği cümleyi bulunca da koşar, bütün ışıkları yakar. Ben de tam bu üstadın huylarını benimsemek üzereyken, bir önsöz daha geçiyor elime. Bu önsöz de yazarın coşkun bir ırmak gibi yazdığını anlatıyor. Kendisini tutamıyor bu adam: bıraksan günde yüz sayfa yazacak. (…) Kime hizmet edeceğimi şaşırıyorum. Onlara uşaklık etmekte zorluk çekiyorum. Biri İnsanlardan kaçıyor, öteki bir dakika yalnız kalamıyor. Sonunda hükümet el koyacak bu işe. Hepsine haddini bildirecek. Bizi zehirlemeye ne hakları var.” Herhalde bana katılıyorsunuz artık, Oğuz Atay’a önsöz yazmak, başa çıkılacak gibi bir iş değil. Öte yandan, insanın imzasının Oğuz Atay’ın kitabında yer almasının vereceği hoşluk duygusu ve bir de ‘ben bu işin altından kalkarım nasıl olsa’ düşüncesiyle (ya da düşüncesizliğiyle) ön sayfalar için önceden yer ayırtmış olmanın verdiği kaçınılmazlık var. Oğuz Atay ölümünden önceki yedi yıl süresince âdeta hummalı bir tempoda çalışarak birbiri ardından çeşitli dallarda birçok eser verdiyse de, sağlığında yeterince tanınmıştı denemez. Hatta, ölümünden altı yıl sonra günışığına çıkarılan o eşsiz günlüğünde kendisinin daha “yaşarken unutulduğu”nu söylüyor. Bunun sebebi şu olabilir: Aydın “sınıfı” içinde yer alıyordu Oğuz Atay ve o sınıfın derinlemesine tahlilini yapıyordu. Biraz karamsar, biraz acı, çokça güldürücü… aydınsı bir tahlil işte. Tüm romanlarının, öykülerinin ve oyununun ana konusunu bu meselenin oluşturduğu söylenebilir. Öylesine bir irdelemedir ki bu, sonunda ortaya hiç de küçümsenmeyecek boyutta bir “aydınlar destanı” çıkmıştır. Hatta bir “aydınlar marşı” değilse bile, tutmuş, “Şarkılar”ı yazmıştır Oğuz Atay. Durum bu noktada çatallaşmaktadır işte. Bütün bunları okuyan “aydın”lar, birdenbire billur bir boy aynasında çırılçıplak buluverirler kendilerini. Korkunç bir durum canım, utanç verici. Üstüne üstlük, sahnenin ortalık yerine öyle durup dururken pat diye düşüveren bu mühendis bozması çok da iyi yazmıyor muydu size. Alın bakalım. Kötü bir rüya gibi bir şeydi bu. Bir karabasan bile sayılabilirdi. Gözlerimizi derhal yeniden yumup, rüyasız, deliksiz, hasetsiz, yeniden uyumaktan başka çare yoktu. Allah hepimize rahatlık versin. Verdi de. Tutunamayanlar’ın ilk cildinin basılmasının üzerinden beş yıla yakın zaman geçti. Yaşantının fazlasıyla yoğun ve ‘olaylı’ geçtiği bizimki gibi ülkelerde on beş yıl bir ömre bedeldir. İşte bir ömrü tamamladık biz de ve işte yeni ve sağlıklı bir kuşak yetiştirdik bu arada pırıl pırıl umutlarla. Sağlıklı diyorum, çünkü Oğuz Atay’ın eseriyle ilgili bir de sağlıksız değerlendirme yapılıyordu gibime geliyor: Yani onun her satırına sinmiş olan korkunç mizahı, sanıyorum bazı insanlarda derin bir inançsızlığa, cynique bir tavra kaynaklık etti. Bunda biraz haksızlık var. Çünkü Oğuz Atay ne denli karamsar ölümle içiçe olursa olsun, her zaman biraz umudu barındırır içinde; “canım insanlar” der hep. Yani, Batıcıl aydın tipini bulamazsınız onda, soğuk, alaycı ve hepten inançsız. Onun kitaplarını daha sağlam bir değerlendirmeye tabi tutmak için de artık yeterli bir süre geçmiş olduğu umulur. İşte bütün bu sebeplerden ve başka sebeplerden dolayı, ölümünden yedi yıl sonra Oğuz Atay’ın yaşama şansı çok artmış durumda. Bu ‘önsöz’ü, Atay’ın Günlük’ünü günlük bir gazetede yayımladığımız sıralarda yazdığım ‘önsöz’den bir parça ile bitirmek istiyorum: O, ömür boyunca hep “acele etmiş”tir; bu yüzden de hep “geç kalmış” tır. Sürekli bir panik vardır hayatında: Bir kitap okur, bir komedi seyreder, yorulur. Birileriyle birlikte olur, derdini anlatamaz, telâşlanır ve incinir. Küçük dertler, biryerlere ödenmesi gereken paralar, bazı şeylerin tamir masrafları hiç eksik olmaz ve bu panik duygusuna katkıda bulunurlar. Ve hep acele edilir. Bu acele içinde ölümden mi kaçılıyordur, yoksa kovalanıyor mudur ölüm, orası pek belli değildir. Öyle bir kaçma-kovalamaca oyunu işte. Ve işte böyle çılgınca koşuştururken Oğuz, sırtından hiç çıkartmadığı mizah zırhının tangırtısı da dünyayı tutar. Nefes nefese koşarken bize hepimizin derdini anlatmak için üç roman, bir öykü kitabı, bir oyun, bir de şu “kırık” günlüğü, yani beşbuçuk yapıtı bırakan bir adamı unutmak birçok kişinin işine gelebilir belki, ama onu “unutturmak”, işte o biraz zor olabilir. Ne yapılsa nafile bence; perde yeniden açılıyor işte. Oğuz Atay, gerçeğin bağrından filizlenen oyundan, oyunun uzandığı ölümden, ölüm duyusundan doğan yaşantı damlasından, gözyaşında titreşen çılgın kahkahadan, delilikte tüneyen akıldan, akıldan türeyen gönülden örülmüş o çok gülünçlü ve çok acıklı dünyası ile Türk aydınını ve her şeyi yeniden kapsayacaktır yakında. ÖMER MADRA Şubat 1984, İstanbul
  19. İKİNCİ BÖLÜM İçeri girdiklerinde Dorian Gray’i gördüler. Sırtı onlara dönük halde piyanonun başında oturmuş, Schumann’m “Orman Manzaraları” eserine ait bir cildin yapraklarını karıştırıyordu. “Bunları bana ödünç vermelisin Basil!” diye bağırdı. “Onları öğrenmek istiyorum. Gerçekten çok büyüleyiciler.” “Bu tamamen senin bugün nasıl modellik yapacağına bağlı Dorian.” “Ah, poz vermekten yorgunum ve bire bir ölçülerde bir portrem olsun istemiyorum” diye cevap veren delikanlı, sinirli ve inatçı bir hareketle piyano oturağı üzerinde aniden geri döndü. Lord Henry’i görür görmez yanakları hafifçe kızardı ve ayağa kalktı. “Affını istirham ediyorum Basil; fakat yanında bir başkasının olduğunu bilmiyordum.” “Bu Oxford’dan arkadaşım Lord Henry Wotton, Dorian. Onunla biraz evvel senin ne harika bir model olduğunu konuşuyorduk ki geldin ve her şeyi mahvettin.” “Gelişiniz benim sevincimi mahvetmedi Bay Gray” dedi Lord Henry, ileri doğru yürüyüp ona elini uzatarak. “Teyzem bana sizden sıkça bahsederdi. Onun favorilerinden ve korkarım kurbanlarından biri de sizdiniz.” “Şimdiyse Lady Agatha’nm kara listesindeyim” diye karşılık verdi Dorian, yüzünde garip bir pişmanlık ifadesiyle. “Geçtiğimiz Salı günü, onunla Whitechapel’deki kulübe gitmeye söz vermiştim ama bunu tamamen unuttum. Birlikte bir düet yapmak için sözleşmiştik, üç düet sanırım. Bana ne söyleyeceğini bilmiyorum. Onu çağırmaya çok korkuyorum.” “Oh, teyzemle aranızı yapacağım. Kendisi size çok düşkündür. Üstelik orada bulunmayışınızın bir soruna yol açtığını sanmıyorum. Dinleyiciler bir düet dinlediklerini düşünmüşlerdir muhtemelen. Zira Agatha teyzem piyano başına oturduğunda iki insanmki kadar ses çıkarır.” “Bu onun adına çok korkunç bir şey, benim içinse gayet hoş” diye yanıtladı Dorian gülerek. Lord Henry ona baktı. Evet, çok hoş biçimli, kırmızı dudakları, açık mavi gözleri, altın sarısı kıvırcık saçlarıyla gerçekten olağanüstü yakışıklıydı. Yüzünde, onu görenlere güven telkin eden bir şey vardı. Gençliğin bütün tutkulu ve saf yanları kadar, bütün samimiliği dahi yüzünde aşikârdı. İnsan bu yüze baktığında, onun kendisini lekelenmekten koruduğunu hissederdi. Basil Hallward, hiç kuşkusuz ona büyük bir saygı duyuyordu. “Hayırseverlik adına çalışmak için çok cazipsiniz Bay Gray, fazlasıyla cazip.” Lord Henry kendisini kanepenin üzerine bıraktı ve sigara kutusunu açtı. Ressam bu esnada, boyalarını karıştırmak ve fırçalarını hazırlamakla meşguldü. Endişeli bakıyordu ve Lord Henry’nin son cümlesini duyduğunda, bir an ona göz attı. Kısa bir tereddütten sonra, “Henry, bu resmi bugün bitirmek istiyorum. Senden gitmeni istesem beni kabalıkla itham eder misin?” Lord Henry gülümseyerek Dorian Gray’e baktı. “Gitmeli miyim Bay Gray?” diye sordu. “Ah, lütfen gitmeyin Lord Henry. Basil’in yine somurtkanlığı üzerinde ve böyle asık yüzlü iken ona tahammül edemiyorum. Üstelik bana neden hayırseverlik faaliyetlerinde bulunmamam gerektiğini söylemenizi istiyorum.” “Size ne söylemeliyim bilmiyorum Bay Gray. Bu o kadar nazik bir konu ki, hakkında ciddi bir şekilde konuşulmalı. Kesinlikle gitmeyeceğim, üstelik şimdi beni durdurmak için soru da sordunuz. Basil, hatırlıyorsun değil mi? Bana sık sık modellerinin birileriyle sohbet etmelerinden hoşlandığını söylerdin.” Hallward dudaklarını ısırdı. “Eğer Dorian isterse tabii ki kalabilirsin. Dorian’m kaprisi herkes için bir kuraldır, kendisi istisna.” Lord Henry, şapkasını ve eldivenlerini aldı. “Çok ısrarcısın Basil; fakat korkarım ki gitmeliyim. Orleans’ta buluşmak için birine sözüm var. Hoşçakalm Bay Gray. Bazı hafta sonları Curzon Caddesi’nde bulunuyorum, gelip beni görebilirsiniz. Hemen her gün saat beşte ise evdeyim. Ne zaman geleceğinizi bana yazın. Sizi özleyeceğim.” “Basil” diye bağırdı Dorian Gray, “Eğer Lord Henry Wotton giderse, ben de giderim. Resim yaparken asla ağzını açmıyorsun ve bir platform üzerinde dikilip, hoşnut bir edayla bakarak poz vermek korkunç sıkıcı. Ona kalmasını söyle. Bunda ısrar ediyorum.” Hallward ısrarla resmine bakarken, “Kal Henry. Dorian’a lütufta bulun, bana da” dedi. “Çalışırken asla konuşmadığım doğru, üstelik başkalarını da dinlemem. Benim talihsiz modellerim için müthiş can sıkıcı olmalı bu durum. Sana kalman için yalvarıyorum.” “Peki Orleans’ta beni bekleyen adam ne olacak?” Ressam güldü. “O konuda herhangi bir sıkıntı olacağını sanmıyorum. Otur Henry. Ve şimdi Dorian, platformun üzerine çık ve çok fazla hareket etme yahut Lord Henry’nin sözlerine dikkatini ver. Onun ben hariç bütün arkadaşları üzerinde çok kötü bir tesiri vardır.” Dorian Gray, genç bir Yunan azizi edasında kürsüye çıktı. Bu esnada Basil’den daha fazla kanının ısındığı Lord Henry’e bakarak, durumundan hoşnutsuz olduğunu belirten küçük bir mimik yaptı. Lord Henry, Basil’e hiç benzemiyordu. Birbirlerine tamamen zıttılar. Lord Henry’nin çok güzel bir sesi vardı. Birkaç dakika sonra Dorian Gray, “Arkadaşlarınızı gerçekten de kötü mü etkiliyorsunuz Lord Henry? Basil’in söylediği kadar kötü mü?” “Olumlu tesir olarak sayılabilecek çok fazla şey yoktur Bay Gray. Bütün tesirler ahlaksızcadır bilimsel bakış açısına göre.” “Niçin?” “Çünkü bir insanı etkilemek, ona bizzat kendi ruhunu vermektir. Bu durumda kişi, kendi tabiî fikirleriyle hemhal olmaz yahut kendi tutkularıyla yanıp tutuşmaz ve sahip olduğu faziletler gerçek değildir. Günahları, eğer günah olarak nitelendirilebilecek şeyler varsa, ödünç alınmış şeylerdir. Bu kişi, bir başkasının söylediği şarkıyı tekrar eden yahut kendisi için yazılmamış bir senaryo metnini oynayan bir aktördür. Oysa yaşamın amacı, kendini geliştirmektir. Kendi doğamızı mükemmel surette gerçekleştirmek her birimizin dünyada bulunuş amacıdır. Şimdilerde insanlar kendilerinden korkuyorlar. Görevlerin en yücesini, kişinin ancak kendi benliğinin etkisi altında olması gerektiğini unuttular. Bu aktörler elbette cömert kişilerdir. Açları doyurur, dilencileri giydirirler. Oysa kendi ruhları çırılçıplak ve açlıktan ölmek üzeredir. Bizim neslimizde cesaret tükenmiştir. (Cesaret artık koşuyu kaybetmiştir.) Belki de hiçbir zaman ona sahip olmamıştık. Toplumun ahlâkî kaideler üzerinden sürdürdüğü…
  20. BİRİNCİ BÖLÜM Atölye, güllerden yayılan nefis bir kokuyla dolmuştu. Ilık bir yaz rüzgârı, bahçedeki ağaçların arasında dolanıyor, leylaklardan yahut pembe çiçekler açmış dikenli otlardan yükselen hoş bir esans, açık kapıdan içeri giriyordu. İran işi örtüyle kaplı sedirin köşesinde, âdeti olduğu üzere uzanmış, birbiri ardına sigara içen Lord Henry Wotton, sarısalkım ağaçlarının, taşıdıkları güzelliğe güç bela dayanıyorlarmış gibi görünen titrek dallarını basmış bal rengi çiçeklerin ve tatlı gün ışığının ancak farkına varabilmişti. Ara sıra geçen kuş sürülerinin, büyük pencereye gerili, uzun, ipek perdelere yansıyan fantastik gölgeleri, bir anda Japon sanatını andıran bir görüntü yaratıyor ve ona, sanatın ister istemez hareketsiz olduğu dönemler boyunca, akıcılık ve hareket hissi uyandıracak formlar arayan, Tokyo’nun solgun yüzlü ve yorgun ressamlarını hatırlatıyordu. Arıların, biçilmemiş uzun çayırlar boyunca yahut şurada burada boy vermiş hanımellerinin tozlu çiçekleri etrafında biteviye dönerken çıkardıkları can sıkıcı vızıltı, durgunluğu daha da bunaltıcı hale getiriyordu. Londra’nın belli belirsiz uğultusu, uzaklardaki bir enstrümanın çaldığı tek perdeli, sönük bir nağme gibiydi. Odanın ortasındaki dimdik şövalenin üstünde, olağanüstü güzellikte genç bir erkeğin boydan portresi durmaktaydı. Portrenin önünde, biraz ileride, onu vücuda getiren sanatçı, birkaç yıl önce aniden ortadan kaybolması halk arasında epeyce sansasyona ve pek çok garip dedikodunun türemesine yol açmış Basil Hallward oturuyordu. Ressam, yüzünde hoşnut bir gülümseme olduğu halde, büyük bir ustalıkla tuvale yansıttığı bu zarif ve yakışıklı vücuda bakıyor ve portrenin önünden bir türlü ayrılamıyormuş gibi görünüyordu. Fakat aniden kımıldadı; sanki uyanıp da onları yitireceği endişesiyle, kimi esrarlı hayalleri beynine hapsetmeye çalışırcasma gözlerini yumdu, parmaklarını dudaklarının üzerine koydu. Lord Henry, “Bu senin en iyi işin Basil; şimdiye dek yaptığın en iyi eser” dedi yavaşça. “Bunu gelecek yıl mutlaka Grosvenor’a göndermelisin. Akademi fazlasıyla büyük ve bayağı. Oraya ne zaman gitsem, o kadar çok insan oluyor ki, resimleri göremiyorum; bu berbat bir durum. Ya da öyle fazla sayıda resimle dolu oluyor ki ortalık, bu kez insanları göremiyorum; bu daha da kötü. Grosvenor gerçekten en iyisi.” Ressam, Oxford’da iken arkadaşlarının kendisiyle dalga geçtiği o garip hareketi yapıp, başını arkaya doğru atarak, “Onu herhangi bir yere göndermem gerektiğini sanmıyorum” diye cevap verdi. “Hayır, onu hiçbiryere göndermeyeceğim.” Lord Henry kaşlarını kaldırdı ve ressamın ağır, afyonlu sigarasının düşsel helezonlar halinde kıvrılan, ince mavi dumanı arasından ona baktı. “Niçin onu hiçbir yere göndermiyorsun sevgili dostum, niçin? Sebep ne? Siz ressamlar ne garip adamlarsınız! Şöhrete kavuşmak için her şeyi yapar, amacınıza ulaştığınızda ise onu başınızdan savmak ister gibi davranırsınız. Hakkında konuşulmasından daha kötü olan tek bir şey vardır dünyada: Hakkında hiçbir şey konuşulmaması. Bu senin aptallığın olur. Böylesi bir portre, seni İngiltere’deki bütün genç erkeklerden daha âlâ bir yere taşıyabilir ve eğer hâlâ bir parça heyecan du-yabiliyorlarsa, bütün yaşlı erkekleri kıskançlıktan çatlatabilir. ” Ressam, “Biliyorum bana güleceksin” diye yanıtladı onu, “fakat onu gerçekten sergilemeyeceğim. Bu portrede fazlasıyla ben varım.” Lord Henry sedirin üstüne uzanıp gülmeye başladı. Ressam: “Evet, bunu yapacağını biliyordum. Gene de doğru olan bu.” Lord Henry: “Resimde fazlasıyla sen varsın ha!? Basil, bu kadar mağrur olduğunu bilmiyordum doğrusu. Haşin ve keskin yüz hatların, siyaha çalan kahverengi saçlarınla sen ve sanki fildişi ile gül yapraklarından ibaretmiş gibi bakan bu genç Ado-nis arasında herhangi bir benzerlik göremiyorum ben. Bunun nedeni şu sevgili dostum Basil: O bir Narcissus, sen ise sadece zeki bir yüz ifadesine sahipsin, hepsi bu. Fakat güzellik, yani gerçek güzellik, zekice ifadelerin başladığı yerde son bulur. Zekâ bir aşırılık halidir ve yüzün kendine özgü uyumunu yok eder. Bir dakika dur ve bir insanın tamamen burundan yahut alından ibaret olduğunu düşün ya da buna benzer berbat bir durumu. Mesleklerinde başarılı olan adamlara bak. Nasıl da iğrençler! Tabii ki kilisedekiler hariç. Fakat kilisedekiler düşünmezler zaten. Başpapaz, on sekiz yaşında bir delikanlıyken anlatması buyurulan ne varsa, seksen yaşma geldiğinde yine onları söylemeye devam eder ve dolayısıyla daima neşeli bakar. Senin resmini büyüleyici bulduğum halde ismini bana söylemediğin şu genç ve esrarengiz arkadaşın asla düşünmüyordur. Bundan son derece eminim. O, güzel ve aptal bir varlık olarak daima burada olmalı ki, kışın seyredecek çiçek bulamadığımızda, yazın da zekâmızı ürpertecek bir şey aradığımızda ona koşalım. Boşuna gururunu okşama Basil, ona zerre kadar benzemiyorsun.” “Beni anlamıyorsun Henry” diye cevap verdi ressam. “Elbette onun gibi değilim. Bunu gayet iyi biliyorum. Aslında ona benze-seydim üzülmem gerekirdi. Omuzlarını mı silkiyorsun? Sana gerçeği söylüyorum. Fiziki özellikleri itibariyle ya da zekâsıyla şöhret olmuş bütün insanların ölümcül bir yazgısı vardır ve yazgının bu çeşidi tarih boyunca kralların sendeleyen adımlarını takip eder. Aslında insanın çevresindekilerden farklı olmaması en iyisi. Çirkin ve aptal kişiler, bu dünyada daima galip geliyor. Çünkü kolayca yerlerine oturur ve oyunu ağızları açık izlerler. Zafere dair hiçbir şey bilmiyorlarsa bile, en azından mağlubiyetten de haberleri olmaz. Hepimizin yaşaması gerektiği gibi yaşarlar; sarsıntısız, kaygısız ve huzursuzluk duymaksızın. Ne insanların yıkımına sebep olurlar, ne de böyle bir yıkıma maruz kalırlar. Senin rütben ve servetin Henry, benim beynim, daha başka sanatım, kıymetli olan her şey; Dorian Gray’in enfes bakışları… Biz, tanrıların bize verdiği bütün bu şeyler nedeniyle acı çekeceğiz, müthiş bir acı.” Lord Henry, stüdyonun bir ucundan öbür ucuna yürüyüp Basil Hallward’a doğru ilerlerken, “Dorian Gray? Adı bu mu?” diye sordu. “Evet, ismi bu. Onu sana söylemeye niyetim yoktu.” “Neden?” “Açıklayamam. Tutkuyla sevdiğim insanların isimlerini asla başkalarına söylemem. Çünkü isimlerini söylemek, onların bir parçasını yabancılara teslim etmeye benziyor. Ben sır saklamayı severek büyüdüm. Modern hayatı gizemli yahut harikulade yapabilecek tek şey bu adeta. Müşterek bir şey, eğer onu saklayan biri varsa büyüleyici hale gelir. Bu kasabadan ayrıldığımda, hiç kimseye nereye gittiğimi söylemeyeceğim. Aksi takdirde, bütün huzurumu kaybedebilirim. Bu aptalca bir alışkanlık, ama ben şunu söylemeye cesaret ediyorum: Böyle yapmak, birinin hayatında büyük bir aşk var etmenin tek yolu gibi görünüyor bana. Sanıyorum bu konuda epey budalaca davrandığımı düşünüyorsun?” “Katiyen!” diye cevapladı onu Lord Henry, “Katiyen sevgili Basil. Benim evli olduğumu unutuyor gibisin. Biliyorsun ki evliliğin bir tılsımı da aldatmacalı bir hayatı eşlerin her ikisi için de gerekli kılmasıdır. Karımın nerede olduğunu asla bilmem, karımın da benim ne yapıyor olduğumdan haberi yoktur. Bir araya geldiğimiz zaman -bunu bazen yaparız, birlikte akşam yemeği için dışarı çıkar yahut Dük’e gideriz- en ciddi yüzlerimizi takınarak birbirimize gülünç hikâyeler anlatırız. Karım bu işte çok iyidir, daha iyi, gerçekten, benden daha iyi. Randevu tarihlerini asla şaşırmaz, bense daima şaşırırım. Fakat karşılaştığımızda asla ağız dalaşı yapmaz. Bazen bunu yapmasını isterim ama o bana yalnızca güler.” “Evliliğin hakkında konuşmandan nefret ediyorum Henry” dedi Basil Hallward, bahçeye açılan kapıya doğru ağır ağır ilerlerken. “Senin gerçekten iyi bir koca olduğuna inanıyorum fakat bizzat kendi ahlaki değerlerinden utanıyorsun. Sen olağanüstü bir dostsun. Asla bir ahlakçı gibi konuşmaz, katiyen yanlış bir şey yapmazsın. Senin olumsuz bakış açın sadece numara.” Lord Henry gülerek, “Doğal olmak, bildiğim en tahrik edici numaradır!” diye bağırdı ve iki genç adam birlikte bahçeye gidip, büyük bir defne ağacının gölgesine yerleştirilmiş uzun bambu sandalyeye bıraktılar kendilerini. Gün ışığı parlak yaprakların üzerinden kayıyordu. Çimenlerde beyaz papatyalar ürkek ve titrekti. Bir zaman sonra Lord Henry, saatini çıkardı. “Korkarım gitmeliyim, Basil” diye fısıldadı, “Fakat gitmeden evvel biraz önce sana sorduğum sorunun cevabını almakta ısrar ediyorum.” “Hangi soru?” dedi ressam gözlerini yere mıhlayarak. “Sen gayet iyi biliyorsun.” “Bilmiyorum Henry. ” “Pekâlâ, sana sorumun ne olduğunu söyleyeceğim. Dorian Gray’in portresini neden sergilemeyeceğini bana açıklamanı istiyorum. Bunun gerçek nedenini öğrenmek istiyorum.” “Sana gerçek nedenini söyledim.” “Hayır, söylemedin. Sen yalnızca o portrede kendinden çok fazla iz bulunduğunu söyledin. İşte bu çok saçma.” “Henry” dedi Basil Hallward dosdoğru arkadaşının yüzüne bakarak, “Hislerin yönlendirmesiyle çizilen her portre aslında ressamın portresidir, poz veren kişinin değil. Model yalnızca bir vesile, tesadüfî bir araçtır. Ressamın rengârenk tuval üzerinde gözler önüne serdiği kişi, modelden daha ziyade kendisidir. Bu resmi sergilemekten kaçınmamın nedeni, onda kendi ruhumun sırrını açığa çıkarmış olmamdır.” Lord Henry güldü. “Bu ne demek?” “Sana anlatacağım” dedi Hallward. Fakat yüzünde aniden sıkıntılı bir ifade belirdi. Lord, arkadaşına kısa bir bakış atarak, “Benim de bütün umudum bu Basil” diye devam etti. “Ah, söylenecek çok az şey var Henry” diye cevapladı ressam “Ve korkarım onu çok az anlayacaksın. Hatta belki de anlattıklarıma inanmayacaksın.” Lord Henry gülümsedi ve eğilip otların arasından pembe taç yaprakları olan bir papatya kopararak incelemeye başladı. “Söyleyeceklerini anlayacağıma eminim” diye karşılık verdikten sonra, küçük, altın renkli ve beyaz kuş tüyleriyle süslenmiş levhaya dikkatlice bakarak devam etti, “İnanmak mevzuuna gelince… İnanılmaz bir şey olduğu ispatlanmamış her şeye inanabilirim.” Ağaçların üstündeki tomurcuklar rüzgârla birlikte salındı ve yıldızlara benzeyen leylak salkımları durgun havanın içinde sağa sola hareket etti. Duvarın üstünde bulunan çekirgeler incecik sesler çıkarmaya başladı. Bu esnada mavi bir iplikçiğe benzeyen uzun, ince bir kız böceği, tül gibi kahverengi kanatlarıyla uçtu. Lord Henry, adeta Basil Hallward’m kalp atışlarını hisseder gibi oldu ve duyacağı şeyleri iyice merak etti. “Hikâye kısaca şöyle” dedi ressam bir zaman sonra. “İki ay önce, Lady Brandon’un evinde tertiplenen bir toplantıya gitmiştim. Biliyorsun, biz zavallı sanatçılar yaban olmadığımızı topluma hatırlatmak için zaman zaman ortalıkta görünmek zorundayız. Bir defasında söylediğin gibi, gece toplantılarına mahsus bir kıyafet giyip beyaz bir kravat taktığında, herkes, hatta bir borsa simsarı bile medeni bir adam olduğu hükmüyle alâka görebilir. Salona girdikten yaklaşık on dakika sonra gayet şık, zengin dullar ve can sıkıcı akademisyenlerle konuşmaktaydım ki aniden birinin bana baktığını fark ettim. Yarım bir dönüş yaptım ve işte o an Dorian Gray’i ilk kez gördüm. Bakışlarımız karşılaştığında, benzimin adeta solduğunu hissettim. Dehşetli bir merak duygusu benliğimi kapladı. O an büyüleyici bir şahsiyetle karşı karşıya bulunduğumu anladım ve hissettim ki, onun beni etkilemesine izin verirsem bütün benliğimi, bütün sanatsal gücümü, hatta bütün ruhumu içine çekebilirdi. Böyle harici bir faktörün hayatıma tesir etmesini istemezdim. Özgürlüğüme nasıl düşkün olduğumu bilirsin Henry. Hayatım boyunca kendimin efendisi oldum, en azından Dorian Gray ile karşılaşana dek böyleydi. Orada -bunu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum- içimden bir ses, bana hayatımı etkileyecek bir felaketin kıyısında olduğumu söylüyordu. Kaderin benim için şiddetli oyunlar ve üzüntüler hazırladığını çok güçlü bir biçimde hissediyordum. Bunun üzerine korktum ve ona bakmaktan vazgeçtim. Bana bunu yaptıran vicdanım değil bir çeşit korkaklıktı. Kaçmaya çalıştığımdan ötürü kendime olan saygımı yitirmiştim.” “Vicdan ve korkaklık aslında aynı şeylerdir Basil. Vicdan ticari bir isimdir sadece. Hepsi bu.” “Buna inanmıyorum Henry ve senin bunların herhangi birini yaptığına da inanmıyorum. Ne var ki, beni böyle davranmaya sevk eden her ne ise -normalde gururlu biri olduğum için, gurur olabilir- kapıya doğru hamle yaptım. Tam orada, tabii ki Lady Brandon’a rastladım. ‘Bu kadar erken ayrılmayı düşünmüyorsun herhalde, değil mi Bay Hallward?’ diye çığlık attı. Lady Brandon’un ne kadar tiz bir sesi olduğunu bilirsin.” “Evet, güzelliği müstesna, her yönüyle tavus kuşuna benzer” dedi Lord Henry, uzun gergin parmaklarıyla papatyayı yolup küçük parçalara ayırırken. “Elinden kurtulamadım. Beni kraliyet ailesinin yanma; göğüslerinde yıldızlar ve şövalye nişanları bulunan adamların, kocaman taçlar takmış, papağan burunlu, yaşlı kadınların arasına götürdü. Benimle, çok yakın bir arkadaşıymışım gibi konuşuyordu. Oysa onunla daha önce yalnızca bir kez karşılaşmıştık, fakat Lady Bran-don o karşılaşmayı aklından hiç çıkarmamış gibi yakın bir alâka gösteriyordu bana. Bu ilgiyi, 19. yüzyılın bir numaralı gündem oluşturma aracı sayılan küçük gazetelerde hakkımda gevezelik yapılmasıyla bazı resimlerimin büyük bir şöhret kazanmasına mal ettim. Kendimi aniden, biraz evvel kişiliği beni müthiş heyecanlandıran genç adamla yüz yüze buldum. Birbirimize oldukça yakındık, neredeyse değecek kadar. Yeniden göz göze geldik. Pervasızca bakıyordu, bense Lady Brandon’dan beni ona tanıtmasını istedim. Bunun üzerine o pervasız bakışları bıraktı, mecburen bakmaya başladı. Herhangi bir takdim olmaksızın da birbirimizle konuşabilirdik aslında, buna eminim. Dorian bir süre sonra benimle konuşmaya başladı. O da, kaderin bizi birbirimizi tanımaya yönelttiğini hissetmişti.” “Lady Brandon bu muhteşem genç adamı nasıl tanıttı?” diye sordu arkadaşı. “Lady Brandon’m, konuklarını kısaca tanıtmaktan hoşlandığını biliyorum. Bir seferinde, şeref rütbeleri ve şövalyelik nişanları bulunan, kırmızı suratlı bir grup ihtiyar herifi bana tanıtmasını hatırlıyorum. Yılan ıslığı gibi sesiyle kulağıma eğilip anlattığı en şaşırtıcı ayrıntıları, odada bulunan herkes duymuştu büyük ihtimalle. Hemen oradan kaçmıştım. Ben insanları kendim keşfetmekten hoşlanıyorum. Lady Brandon, konuklarına aynen mallarını takdim eden bir mezatçı gibi davranıyor. Onları ya üstünkörü tanıtıyor ya da karşısındaki insanın gerçekten bilmek isteyeceği temel özelliklerinden bahsetmeyerek, lüzumsuz ne varsa anlatıyor.” “Zavallı Lady Brandon! Ona pek acımasızca davranıyorsun Henry!” dedi Hallward neşesizce. “Benim sevgili dostum, kadın aslında bir salon sahibi olmaya çabaladığı halde, ancak bir restoran açabilmeyi başardı. Ona nasıl hayran olabilirim? Söyle bana, Lady Brandon Bay Dorian Gray için ne söyledi?” “Ah, evet… ‘Büyüleyici bir delikanlı. Sevgili yoksul annesiyle benim yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. Ne yaptığını tamamen unuttum. Korkarım herhangi bir işle meşgul değil. Ah, evet, piyano çalıyor yoksa keman mıydı Bay Gray?’ gibi şeyler söyledi. Gülmemek elimizde değildi ve hemen arkadaş olduk.” “Kahkaha, arkadaşlık kurmak için hiç de kötü bir başlangıç olmadığı gibi, bir arkadaşlığı bitirmek için iyi bir son değildir” dedi genç Lord, başka bir papatyayı koparırken. Hallward başını salladı. “Arkadaşlığın ne olduğunu bilmiyorsun Henry” diye fısıldadı, “ya da düşmanlığı, hiç fark etmez. Her ikisinden de hoşlandığını söylüyorsun. Oysa bu sadece sözde kalıyor, her ikisine karşı da kayıtsızsın.” Lord Henry, şapkasını geriye atıp, birbirine dolanmış beyaz ve parlak ipek yumaklara benzeyen küçük bulutlara bakarak, “Nasıl bu kadar adaletsiz olabilirsin!” diye bağırdı. “Evet, korkunç bir adalet duygum var. İnsanlar arasında ayrım yapıyorum elbette. Arkadaşlarımı iyi hallerine, tanıdıklarımı düzgün karakterlerine ve düşmanlarımı da zekâlarına bakarak seçiyorum. Aptal tek bir arkadaşım, tanıdığım yahut düşmanım yok. Hepsi de zeki insanlar ve dolayısıyla benim kıymetimi biliyorlar. Bu, sence kibir mi? Sanırım bu kibirden daha fazla bir şey. ” “Bunu düşüneceğim Henry. Fakat yaptığın sınıflandırmaya göre, ben sadece bir tanıdığın oluyorum.” “Benim sevgili eski dostum Basil, sen bir tanıdıktan ötesin benim için.” “Fakat bir arkadaştan daha az. Bir tür kardeş diyebilir miyiz?” “Ah, kardeşler! Kardeşlerim umurumda değil. En büyük erkek kardeşim hiç ölmeyecek gibi davranıyor, küçük kardeşlerimin de onun için çabalamaktan başka işleri yok.” “Henry!” diye bağırdı Hallward, kaşlarını çatarak. “Sevgili dostum, bunları söylerken tamamen ciddi değildim fakat yakınlarımdan tiksinmemek elimde değil. Sanıyorum şöyle bir gerçek var: Hiçbirimiz bizimle aynı hataları yapan insanlara tahammül edemeyiz. Ben, üst sınıfların ahlaki yozlaşmışlığı denen tavırlara karşı, İngiliz demokrasisinin yaklaşımına sempati duyuyorum. İşçi sınıfı, sarhoşluğun, budalalığın ve yozlaşmanın kendi alâmet-i farikaları olduğunu düşünür ve eğer bizlerden biri o tarz bir aptallık yaparsa, o kişiyi kendi haklarına tecavüz etmiş sayar. Zavallı Southwark, boşanma davası için mahkeme salonuna girdiğinde, aşağı tabakadan insanların öfkeleri ne kadar dehşetliydi. Oysa proletaryanın yüzde onluk bir kesiminin bile doğru dürüst yaşadığını sanmıyorum.” “Söylediklerinin tek bir kelimesine bile katılmıyorum ve dahası Henry, sen de kendi sözlerine inanmıyorsun, buna eminim.” Lord Henry, sivri kahverengi sakalını sıvazlayıp püsküllü abanoz bir çubukla, rugan çizmelerinin ucuna hafifçe vurdu. “Sen nasıl İngilizsin Basil! Bu gözlemi ikinci kez dile getiriyorsun. Eğer biri gerçek bir İngiliz’in karşısında bir fikir ileri sürerse -bunu yapmak daima gözü karalık gerektirir- öne sürdüğü fikrin doğru mu yanlış mı olduğunu düşünmez. Kaale aldığı ve önemsediği tek şey, muhatabının o fikre inanıp inanmadığıdır. O halde, bir fikrin değerinin, o fikri açıklayan adamın içtenliğiyle alâkası yoktur. Demek ki, fikir sahibinin niyeti, arzuları yahut önyargıları işin içine karışmadığında, hatta onu ifade eden ne kadar samimiyetsiz olursa öne sürdüğü fikir o kadar saf ve değerli olur. Bununla birlikte, seninle politik, sosyolojik yahut metafizik konularda tartışmaya niyetim yok. İnsanları prensiplerden daha çok seviyorum çünkü ve prensiplerin ehemmiyetsizliğine inanan insanlardan hoşlanıyorum. Neyse, bana Bay Dorian Gray’den bahset. Onu ne kadar sıklıkla görüyorsun?” “Her gün. Tek bir gün onu görmesem mutlu olamıyorum. Ona ihtiyacım var, o bana gerekli.” “Ne kadar sıra dışı bir şey! Oysa senin sanatından başka bir şeyle ilgilenmediğini düşünürdüm.” “O, benim sanatımın ta kendisi” dedi ressam ciddiyetle. “Bazen düşünüyorum da Henry, dünya tarihinde ehemmiyeti olan yalnız iki dönem var: İlki, sanat için yeni araçların ve İkincisi yine sanat için yeni kişiliklerin ortaya çıkmasıdır. Eski dönemlere ait ressamların keşfettikleri şey Venedik tarzıydı. Antinous’un yüzü geç dönem Yunan heykeliydi, Dorian Gray’in yüzü de bir zaman sonra tıpkı bu saydıklarım kıymetinde olacak benim için. O, portresini boyadığım, karakalemini çizdiğim ve resmettiğim biri değil yalnızca. Tabii ki, bütün bunları onun modelliğinde ben yaptım. Fakat o bir modelden ya da bana poz veren herhangi birinden daha farklı benim gözümde. Sana, onun için yaptığım hiçbir sanatsal çalışmanın bana hiçbir zaman yeterli gelmediğini yahut sanatın onun güzelliğini asla bütünüyle açığa çıkaramayacağını söylemeyeceğim. Sanat yoluyla ifade edilemeyen hiçbir şey yoktur. Ve ben, Dorian Gray ile karşılaşmamdan bu yana yaptığım bütün sanatsal çalışmaların, şimdiye dek yaptıklarımın en iyileri olduğunun farkındayım. Fakat hayret verici bir biçimde -bilmem anlayabilecek misin beni- kişiliği sanatta tamamen yeni bir üslup bahşetti bana, tamamen yeni bir tarz. Artık etrafımdaki her şeyi daha farklı görüyor ve daha farklı değerlendiriyorum. Hayatı şimdiye dek benden gizlenmiş yeni bir tarzda, yeniden yaratabilirim. Hani, bir dize vardı ya, ‘düşüncelerin alacağı biçimin günlerce süren rüyası’ kim söylüyordu bunu? Şimdi yazarını unuttum fakat bu dize Dorian Gray’in bendeki tesirini özetliyor. Ah, bu delikanlının sadece görünür varlığı -yaşı gerçekte yirmiden biraz fazla olmasına rağmen, bana bir delikanlıdan çok daha fazla bir şey olarak görünüyor- sadece görünebilir varlığı! Bunun ne anlama geldiğini bilmem anlayabilir misin? O, farkında olmaksızın içinde romantik ruhun bütün tutkularını ve mükemmelliğini barındıran, yepyeni ve bambaşka bir okulun sınırlarını benim için yeniden tayin ediyor. Ruhun ve bedenin uyumu onda nasıl da belirgin! Biz kendi çılgınlığımızla ikiye bölündük ve bayağı bir realizm, bomboş bir kimlik icat ettik. Henry! Keşke Dorian Gray’in benim için ne anlama geldiğini biliyor olsaydın! Agnew’in büyük bir meblağ karşılığı almayı teklif ettiği manzara resmimi ona satmaya kıyamayışımı hatırlıyor musun? O, şimdiye dek yaptığım en iyi resimdi. Peki neden öyle davrandım biliyor musun? Çünkü o resmi çiziyorken, Dorian Gray yanıma oturmuştu ve varlığı akıl erdiremediğim bir etki yaratmıştı üzerimde. Bu sayede, hayatımda ilk kez, önümdeki o sade ormanlıkta, o güne dek durmaksızın aradığım ve özlediğim bir mucizeyi görmüştüm.” “Basil, bu olağanüstü! Dorian Gray’i mutlaka görmeliyim” Hallward sandalyeden kalkarak bahçenin aşağısına doğru yürümeye başladı. Biraz sonra geri döndü ve “Henry” dedi, “Dorian Gray, sanatımda beni motive ediyor. Belki sen onda hiçbir şey görmeyeceksin fakat ben onda her şeyi buluyorum. Ayrıca, ona ait hiçbir imajın olmadığı zamanlardan sonra, o benim için büyük bir hediye hükmündedir. Söylediğim gibi, bana yeni bir sanat tarzı getirdi. Onu ben, keskin sınırların kavisleri, elvan renklerin zarifliği ve güzelliği içinde keşfediyorum. Hepsi bu.” “Peki, neden portresini sergilemeyeceksin?” diye sordu Lord Henry “Çünkü, gayri ihtiyari, ona olan bu garip hayranlığımı ifşa eden kimi ayrıntılar yerleştirdim resme. Tabii bunu onunla konuşmadım hiç. Bu konuda hiçbir şey bilmiyor ve kesinlikle bilmeyecek. Fakat, insanlar bu durumu kestirebilseler bile, onların derinlikten nasipsiz, meraklı gözleri önünde ruhumu açığa vurmayacağım. Kalbim asla onların mikroskobu altına girmeyecek. Bu portrede bana dair çok fazla şey var Henry, çok fazla!” “Şairler senin kadar vicdanlı değiller. Tutkularını nasıl malzeme olarak kullanabileceklerini gayet iyi biliyorlar. Şimdilerde, kırık bir kalp piyasaya birçok eser kazandırıyor.” “Bu yüzden onlardan nefret ediyorum!” diye bağırdı Hall-ward. “Bir artist güzel şeyler yaratmalı fakat eserlerine kendi özel hayatıyla ilgili hiçbir şey koymamalıdır. Öyle bir zamandayız ki, insanlar sanatı bir tür otobiyografi olarak algılıyorlar. Adeta güzelliğin soyut algısını yitirdik. Bir gün soyut güzelliğin ne olduğunu dünyaya göstereceğim ve yine bu sebepten, dünya hiçbir zaman benim Dorian Gray’i konu alan portremi görmeyecek.” “Basil, yanlış düşünüyorsun ama bu konuda seninle tartışmayacağım. Tartışan her kim olursa olsun, bu bir kayıptır. Söyle bana, Dorian Gray seni çok mu seviyor?” Ressam birkaç dakika düşündü. Nihayet suskunluğunun ardından, “Benden hoşlanıyor” dedi ve devam etti, “benden hoşlandığını biliyorum. Elbette, onun gururunu fazlasıyla ok-şuyorum. Sonradan pişmanlık duyacağımı bildiğim methiyeleri kendisine söylemekten garip bir haz alıyorum. Kesin olan şu, Dorian Gray bana çekici geliyor, birlikte atölyede oturup yüzlerce şeyden bahsediyoruz. Bununla beraber, bazen korkunç derecede bencil oluyor ve adeta bana acı vermekten müthiş bir keyif alıyormuş gibi görünüyor. Ve ben Henry, bütün ruhumu kendisine bağışladığım kişinin ruhuma, sanki ceketine iliştirilmiş bir çiçek, kıyafetini daha çekici kılan bir aksesuar yahut bir yaz gününün ziynetiymiş gibi muamele ettiğini hissediyorum.” “Yaz günleri uzun sürer” diye mırıldandı Lord Henry. “Belki de sen daha tez zamanda ondan usanacaksın. Bunu düşünmek üzüntü verici fakat şüphesiz yetenek, güzellikten daha uzun yaşar. Bu da şu gerçeği açığa kavuşturur ki, hepimiz bütün bu acıları bizi daha fazla olgunlaştırsınlar diye çekiyoruz. Varolmak için gösterdiğimiz çılgın uğraşlarla, sonsuz olan bir şeylere sahip olmak istiyoruz. Bu yüzden de zihnimizi bir sürü süprüntü ve gerçekle dolduruyor, bulunduğumuz yeri kaybetmemek için saçma umutlar büyütüyoruz. Baştan ayağa bilgili bir adam, çağdaş bir ideal. Oysa tepeden tırnağa bilgili bir adamın zihni ürkütücüdür. Tıpkı bir antikacı dükkânına benzer; orada ne varsa -ister çer çöp, ister hilkat garibesi olsun- mutlaka gerçek değerinden yüksek fiyattadır. Ben evvela senin usanacağını düşünüyorum. Bir gün arkadaşına bakacaksın ve onun senin çizdiğin adamdan çok daha az olduğunu göreceksin. Onda bulduğun renkler veya öteki şeyler artık hoşuna gitmeyecek. Kalbinden ona acı sitemler edecek ve sana çok kötü davranmış olduğunu düşüneceksin. Sana her seslenişinde, ona karşı soğuk ve kayıtsız davranacaksın. Bu acınası durum seni giderek değiştirecek. Bana anlattığın şey fevkalade romantik bir hikâye, hatta birileri onu sanata dair bir romantik bir serüven olarak da nitelendirebilir. Fakat her türden romantik serüvenin en kötü tarafı, bu serüvenin insanı romantizmden tamamen uzaklaştırıp, kaskatı hale getirmesidir.” “Henry, böyle konuşma. Yaşadığım sürece, Dorian Gray’in şahsiyeti bana hükmedecek. Sen benim neler hissettiğimi anlayamazsın. Çok sık değişiyorsun çünkü.” “Ah sevgili Basil, neler hissettiğini anlayabilmemin nedeni de bu işte. Sadık kişiler aşkın yalnızca görünen tarafını bilirler, aşkın trajedisini bilenler ise hainlerdir.” Lord Henry böyle söyledikten sonra, zarif gümüş bir kutudan ateş alarak, sanki bir cümlede hayatı özetlemişçesine memnun bir edayla sigarasını içmeye başladı. Sarmaşıkların yeşil ve parlak yaprakları arasında serçelerin cıvıldayışları işitiliyordu. Bulutların mavi gölgeleri, tıpkı kırlangıçlar gibi, çayırlar boyunca kendilerini takip etmişti. Bu bahçe nasıl da güzel görünüyordu! İnsanların duyguları nasıl da tatlıydı! Şimdi bu duygular, Lord Henry’ye, insanların fikirlerinden daha tatlı görünüyordu. Bir insanın ruhu, bir arkadaşın tutkusu, bütün bunlar yaşamın en büyüleyici şeyleriydi. Basil Hallward’m yanında bu kadar uzun kaldığından ötürü kaçırdığı sıkıcı öğle yemeğini gizli bir neşe ile tahayyül etti. Teyzesine gitmiş olsa, orada Lord Goodbye ile karşılaşacağı kesindi ve sohbet boyunca mutlaka yoksulların doyurulması ve pansiyonların ihtiyaçları üzerine konuşulacaktı. Her sosyal sınıf kendi yaşamlarında pratik etmeye lüzum duymadıkları bu erdemlerin önemi hakkında vaaz verecekti. Zenginler tasarrufun öneminden söz açacaklar, aylaklar insan emeğinin onuru üzerine belagatlı laflar edeceklerdi. Bütün bu konuşmalardan uzakta olmak ne kadar hoştu! Teyzesi hakkında düşünürken, birden akima bir şey düştü. Hallward’a dönerek, “Sevgili dostum, şimdi hatırladım” dedi. “Neyi hatırladın Henry?” “Dorian Gray’in ismini nerede duyduğumu.” “Nerede duymuştun?” diye sordu Hallward hafifçe kaşlarını çatarak. “Böyle kızgın bakma Basil. Teyzemde, Lady Agatha’da duydum. Bana, Dorian Gray isminde, East End’de kendisine yardım edecek olan muhteşem bir genç adam keşfettiğini söylemişti. Bütün bilgim bundan ibaret, çünkü teyzem bana onun ne kadar yakışıklı olduğundan hiç bahsetmemişti. Kadınlar görünüşe hayranlık duymazlar, en azından iyi kadınlar. Teyzem onun çok ağırbaşlı ve güzel bir yaradılışa sahip olduğunu söylemişti. Onu, önce gözlüklü, uzun ve cansız saçları olan, korkunç derecede çilli ve kocaman adımlarıyla ağır ağır yürüyen bir yaratık olarak hayal etmiştim. Keşke senin arkadaşın olduğunu bilseydim.” “Bunu o zaman bilmediğin için çok mutluyum Henry” “Niçin?” “Onunla karşılaşmanı istemem.” “Onunla buluşmamı istemezdin, öyle mi?” “Hayır.” Bahçeye gelen uşak, “Bay Dorian Gray atölyede bayım” dedi. Lord Henry gülerek, “İşte şimdi beni onunla tanıştırmak zorundasın!” diye bağırdı. Ressam, güneşten gözlerini kırpıştırarak ayakta bekleyen uşağa döndü. “Bay Gray’a beklemesini söyle Parker, birkaç dakika içinde orada olacağım.” Uşak başını eğdi ve çıkıp gitti. Hallward, Lord Henry’e baktı. “Dorian Gray benim en yakın arkadaşım” dedi. “Temiz ve güzel bir tabiatı var. Teyzen ona dair söylediklerinde haklıydı. Onu şımartma. Onu etkilemeye çalışma. Senin tesirin kötü olabilir. Dünya küçük bir yer ve içinde pek çok olağanüstü insan yaşıyor. Sahip olduğu büyüleyici ne varsa sanatıma katan birini benden çekip koparma. Bir sanatçı olarak bütün hayatım ona bağlı. Unutma Henry, sana güveniyorum.” Ressam yavaşça konuşuyordu ve sözleri, bütün çabasına rağmen, yine de canını yakıyormuş gibiydi. Lord Henry gülümseyerek, “Ne kadar mânâsız konuşuyorsun!” dedi ve Hallward’m koluna girerek onu eve doğru sürükledi.
  21. “Gerçek miydi? Portre gerçekten değişmiş miydi? Yahut sadece kendi muhayyilesi mi neşeli bir bakışı şeygtanca bir bakış olarak görmesine neden olmuştu? Boyanmış bir tablo gerçekten değişebilir miydi? Böyle bir şey saçmaydı. Bu, bir gün Basil´e anlatılacak bir hikayeydi.” Çok yakışıklı bir gen olan Dorian Gray, ressam Basil Hallward tarafından çizilen portresinden o kadar etkilenir ki geçen günler taze bedenini yaşlandıracakken tablonun daima genç ve güzel kalacak olmasına esef eder. Acaba gerçekten öyle mi olacaktır? *** ÖNSÖZ Sanatçı, güzel şeylerin mimarıdır. Sanatın gayesi, sanatçıyı hem saklamak, hem de ifşa etmektir. Eleştirmen ise, sanatı bir başka biçime dönüştüren yahut güzel şeylerin kendisinde bıraktığı izlenimi, yeni bir vasıtayla ifadeye kavuşturan kişidir. Eleştirinin en düşük formu gibi, en kaliteli biçimi de, bir tür otobiyografidir. Güzel şeylerde çirkin manalar bulanlar, cazibeden uzak, yozlaşmış insanlardır. Bu, hatalı bir tutumdur. Güzel şeylerde güzel manalar bulanlar ise, kültürle donanmış insanlardır. Bu çeşit kimseler için umut beslenebilir. Onlar, güzel şeylerin kendilerine yalnız güzel anlamlar ve çağrışımlar taşıdığı seçkin insanlardır. Ahlaki yahut gayri ahlaki kitap diye bir ayrım yapılamaz. Bir kitabın iyi ya da kötü yazıldığından bahsedilebilir ancak. Yegâne kriter budur. 19. yüzyılın realizmden hoşlanmayışı, yüzünü aynada gören Caliban’m duyduğu öfkeye benzer. 19. yüzyılın romantizmden hoşlanmaması ise, aynada yüzünü göremeyen Caliban’m öfkesine teşbih edilebilir. Beşeriyetin ahlaki yaşantısı, sanatçının ele aldığı konuyu şekillendirmekle beraber, sanatın ahlakiliği bizatihi kusurlu araçların kusursuz kullanımı ile mümkündür. Hiçbir sanatçı bir şeyleri kanıtlama arzusu taşımaz, çünkü yalnız gerçekler kanıtlanabilir. Sanatçı etik kaygılar da gütmez. Aksi takdirde, ahlaki hususlara yönelttiği ilgi, bağışlanmaz ölçüde abartılmış bir üslup olarak karşımıza çıkar. Diyebiliriz ki kötülüğe temayül göstermemek, sanat adamının özelliğidir. Sanatçı her şeyi açıklayabilir. Düşünceler ve dil, sanatın sanatkârane öğeleri, ahlaki yozluk ve erdem, sanatçının malzemeleridir. Her çeşit sanat, biçimsel bakış açısından değerlendirilirse müziğe, duyarlılıklar açısından ise tiyatro sanatına benzer. Sanat bir satıh ve sembol meselesidir. O sathın derinliğine inenler, bunu bütün tehlikeleri göze alarak yaparlar. Aynı şekilde, sembolleri okuyanlar da tehlikeye maruzdurlar. Hayatın bizzat kendisi sanatı değil; sadece bir ayna olan sanat, hayatı izler. Bir sanat yapıtına ilişkin kanaatlerdeki farklılık, bu yapıtın yeni, çok katmanlı ve hayati önemde olduğunu gösterir. Eleştirmenler ihtilafa düştüklerinde, sanatçı kendi benliğiyle çatışmadan, iç âleminde vardığı uyumu muhafaza eder. Beşeriyet, yararlı işler ortaya koyan birini, o kişi eserine hayran olmadığı sürece bağışlayabilir. Faydasız işler vücuda getirmenin tek bahanesi ise, dünyanın ona ölesiye hayranlık duymasıdır. Sanat tamamen faydasız bir şeydir.
  22. gloria şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Roman Forumu
    Yayıncının Önsözü Bu kitap, kendisinin sık kullandığı bir nitelemeye dayanarak “Bozkırkurdu” adını verdiğimiz bir adamdan bize kalmış notlan içeriyor. Notların bir önsözü gerektirip gerektirmediğini bir yana bırakalım; en azından ben, Bozkırkurdu’na ilişkin anılarımı kaydedeceğim birkaç sayfayı da notlara eklemeyi zorunlu görüyorum. Bozkırkurdu hakkında fazla bilgim yok, özellikle geçmişi ve soyu sopuna ilişkin hiçbir şey öğrenebilmiş değilim. Ne var ki, kişiliği hakkında güçlü ve her şeye karşın sıcak bir izlenim bıraktı üzerimde. Bozkırkurdu yaklaşık elli yaşlarında bir adamdı; birkaç yıl önce bir gün teyzemin evine çıkıp geldi, mobilyalı bir oda arıyordu. Çatı katındaki salonla bitişiğindeki küçük yatak odasını kiraladı; aradan birkaç gün geçtikten sonra iki bavul ve bir kitap sandığıyla yeniden gelerek dokuz-on ay kadar yanımızda kaldı. Tek başına yaşayan pek sessiz biriydi; yatak odalarımız yan yana olmasaydı da bazen merdiven ve koridorda karşılaşmasaydık, birbirimizi belki hiç tanımayacaktık, sokulgan biri sayılmazdı çünkü, şimdiye kadar kimsede rastlamadığım ölçüde insanlardan kaçan biriydi, bazen kendisi için kullandığı isimle gerçekten bir bozkırkurduydu, benimkinden değişik bir dünyadan çıkıp gelmiş yabancı, vahşi, ürkek, hatta çok ürkek bir yaratıktı. Ne var ki, karakter ve yazgısının kendisini ne derin bir yalnızlığa sürüklediğini ve onun bu yalnızlığı nasıl bilinçli şekilde kendi yazgısı diye görüp benimsediğini ancak burada bırakıp gittiği notlardan öğrenmiştim, ama daha önce bazı önemsiz karşılaşma ve söyleşiler sonucu onu bir ölçüde tanımamış da değildim ve notlarına bakarak hakkında edindiğim izlenim, kişisel tanışmamızdan sonra bende oluşup bazı boşluklar içeren biraz silik izlenime temelde uygun düşmekteydi. Bozkırkurdu evimizden içeri ilk kez ayak atıp teyzemden iki odayı kiraladığında tesadüfen ben de yanlarındaydım, Öğle vaktiydi, sofra kaldırılmamıştı henüz, bürodaki işime gitmeme daha yarım saat vardı. Bu ilk karşılaşmamızda onun üzerimde bıraktığı tuhaf ve hayli çelişik izlenimi anımsıyorum. İpini çekip çıngırağı çalarak cam kapıdan içeri girmiş, teyzem de loş girişte ne istediğini sormuştu. Ama Bozkırkurdu kısa kesilmiş saçlarıyla sivri başını arkaya atarak havayı koklar gibi burnunu hızlı hızlı sağda solda gezdirmiş, teyzemin sorusunu yanıtlamadan ya da ismini söylemeden önce, “Oh, ne güzel kokuyor burası,” demişti gülümseyerek. İyi yürekli teyzem de gülümsemişti bunun üzerine. Ama ben böyle bir selamlaşmayı daha çok gülünç bulmuş, adamı pek gözüm tutmamıştı. “Ha evet,” demişti Bozkırkurdu ardından. “Kiraya verecek bir odanız varmış, onun için geldim.” Ancak merdiveni tırmanıp çatı katına geldiğimizde ona daha bir alıcı gözüyle baktım. Boylu boslu biri denemezdi, ama gerek yürüyüşü gerek başını havada tutuşuyla öyle biriymiş izlenimini uyandırıyordu. Modaya uygun, rahat bir kışlık palto vardı sırtında; aslında temiz ve düzgün, ama özensiz şekilde giyinmiş, titizlikle tıraş olmuştu. Çok kısa kesilmiş saçında kırlaşmış, parıldayan kimi yerler seçilmekteydi. Yürüyüşünden ilkin hiç hoşlanmadım; belirgin ve sert profiline, ayrıca konuşmasının tonuna ve havasına uygun düşmeyen yorgun, kararsız bir edası vardı. Ancak sonradan anladım ve öğrendim ki hastaymış, yürümekte zorluk çekiyormuş. O zamanlar bana yine hoş görünmeyen acayip bir gülümsemeyle merdiveni, duvarları, pencereleri ve merdiven boşluğundaki eski ve yüksek dolapları gözden geçirdi; hepsini de beğenmiş, öte yandan yine de gülünç bulmuşa benziyordu. Zaten tüm davranışlarıyla insanda öyle bir izlenim bırakıyordu ki, adeta yabancı bir dünyadan, örneğin denizaşırı ülkelerden çıkıp gelmişti, dolayısıyla bizim burada her şey gözüne sevimli, ama biraz komik görünmekteydi. Ne yalan söyleyeyim, nazik, halta içtenlikli bir adamdı; eve, odaya da hiç kusur bulmamış, kira ve kahvaltı için ödeyeceği parayla diğer bütün koşulları hiç itirazsız kabullenmişti. Ama yine de çevresi tümüyle yadırgatıcı ve bana olumsuz ya da düşmanca gelen bir atmosferle sarılmıştı. Çatı katındaki salonu, ayrıca yanı başındaki küçük yatak odasını kiraladı; ısınma, su ve ev yönetmeliğine ilişkin açıklamaların hepsini dikkatle ve güler yüzle dinledi, karşı çıkmadı hiçbirine, ileride kiradan düşülmek üzere hemen bir pey de ödemeye kalktı, yine de bütün bunlar olurken pek işin içinde değilmiş gibi bir hali vardı, yaptığı işi adeta komik görüp ciddiye almıyor, sanki zihnini gerçekte bambaşka şeyler kurcalarken bir oda kiralamasını ve karşısındakilerle Almanca konuşmasını tuhaf ve alışılmadık bir şey sayıyordu. Bozkırkurdu’yla ilgili izlenimim böyleydi aşağı yukarı; üzerine küçük çapta pek çok çizgi çekilip kimi düzeltmelerden geçirilmeseydi, doğrusu olumlu bir izlenim denemezdi. Bir kez, Bozkırkurdu’nun yüzü başından beri hoşuma gitmişti, yadırgatıcı ifadesine karşın sevmiştim bu yüzü. Belki biraz garip ve üzgün, ama uyanık, pek düşünceli, hayli belirgin hatlarla entelektüel bir yüzdü. Sonra, beni Bozkırkurdu’yla barışık kılan bir başka şey de nezaket ve içtenlikle davranması, kendisine biraz zor geliyor görünse de, davranışında bir bü- yüklenmeye yer vermemesiydi. Tersine, insanı nerdeyse duygulandıran bir şey, sanki yakaran bir şey vardı davranışında, nereden kaynaklandığını ancak sonradan kestirebildiğim bu özellik beni ona biraz yaklaştırmıştı. İki odanın gezilmesi ve diğer görüşmeler sürerken, benim öğle paydosu sona ermişti, işimin başına dönmem gerekiyordu. Bozkırkurdu’na veda edip onu teyzemle baş başa bıraktım. Akşam eve döndüğümde, teyzem Bozkırkurdu’nun odaları kiraladığını, önümüzdeki günlerde de eve taşınacağını söyledi. Ne var ki, Bozkırkurdu teyzeme rica etmiş, bizim evde kalacağını polise bildirmemesini istemişti: Gereken formaliteleri yerine getirmek üzere yabancılar bürosunun odalarında dolaşıp durması ve yapılacak diğer işler, kendisi gibi hastalıklı biri için katlanılmaz bir şey olacaktı. O zamanlar bunun beni nasıl işkillendirdiğini ve böyle bir koşulu kabul etmemesi için teyzemi nasıl uyardığımı dün gibi anımsıyorum. Bozkırkurdu’nun ne idüğü belirsiz bir kişi olarak dikkatleri üzerine çekmek istememesi ve polisten korkması, bana hal ve davranışındaki alışılmamış ve yadırgatıcı ifadeye fazlasıyla uygun düşer göründü. Böyle bir isteği asla kabul etmemesini, hiç tanımadığı bir adamın zaten biraz tuhaf olan isteğini yerine getirmesinin kendisi için kötü sonuçlar doğuracağını teyzeme açıkladım. Ama anlaşılan teyzem ricasını yerine getireceği konusunda Bozkırkurdu’na çoktan söz vermiş, yabancı adam genel olarak teyzemin gönlünü kazanıp kendisini büyülemişti; çünkü teyzem şu ya da bu şekilde insanca, dostça ve teyzemsi, daha doğrusu annemsi bir ilişki kuramadığı kimseleri asla evine kiracı almamış, bu da onun bazı kiracılar tarafından hayli sömürülmesine yol açmıştı. Ben ilk haftalar yeni kiracısı Bozkırkurdu’na kimi eleştiriler yöneltirken, teyzem bu söz konusu özelliği yüzünden her defasında ona canla başla arka çıktı. Yabancılar bürosuna gereken bildirimin yapılmayışı hoşuma gitmediğinden, hiç değilse yabancı adamın soyu sopuna ve niyetlerine ilişkin teyzemin neler bildiğini anlamak istedim. Bozkırkurdu öğleyin ben gittikten sonra evde ancak pek kısa süre kalmış, yine de teyzem onunla ilgili epey şey öğrenmişti. Teyzeme söylediğine göre, birkaç ay bizim kentte kalıp kitaplıklardan yararlanacak, ayrıca kentteki eski eserleri gezip görecekti. Aslında bu kadar kısa bir süre için odaları kiralaması teyzemin işine gelen bir şey değildi; ne var ki, biraz garip hal ve tavrına karşın Bozkırkurdu teyzemin gönlünü çelmişti. Sözün kısası, odalar Bozkırkurdu’na kiralanmış, ben itirazlarımda geç kalmıştım. “Evin içinin çok güzel koktuğunu neden söyledi acaba?” diye sordum teyzeme. Bazen sezgilerinde yanılmayan teyzem, “Neden olduğunu ben çok iyi biliyorum,” dedi. “Bizim ev temizlik kokuyor, düzen kokuyor çünkü, güler yüzlü ve dürüst bir yaşam kokuyor, bu da onun hoşuna gitti işte. Çoktan beri bunlardan yoksun kalmış belli ki, bunları arayan bir hali var.” “Pekâlâ, öyle olsun,” diye geçirdim içimden. “Ama,” dedim ardından yüksek sesle, “doğru dürüst, insan gibi yaşamaya alışmamışsa, o zaman nereye varır bunun sonu? Temizliğe dikkat eden biri değilse, her şeyi pisletir ya da geceleri içip içip olmadık saatlerde eve dönerse, ne yaparsın o zaman?” “Göreceğiz bakalım,” diye yanıtladı teyzem gülerek, ben de bu konu üzerinde daha fazla durmadım. Gerçekten de endişelerimin yersizliği anlaşıldı sonradan. Asla düzenli ve akıllıca bir yaşam sürmemesine karşın kiracımız ne bizi rahatsız etti, ne bize bir zararı dokundu; bugün bile onu seve seve anıyoruz. Ne var ki, bu adam gerek teyzemi, gerek beni bir başka yönden, manen, hayli tedirgin etmiş, huzurumuzu kaçırmıştı; ne yalan söyleyeyim, daha uzun zaman da beni uğraştıracağa benziyor. Bazı geceler kendisini düşümde görüyorum, onun gibi birinin yalnızca varoluşu bile doğrusu bana rahatsızlık veriyor, tedirgin ediyor beni, oysa bayağı sevmiştim kendisini. İki gün sonra bir arabacı, Harry Haller ismindeki yabancı adamın eşyalarını getirdi. Pek güzel deri valiz bende olumlu bir izlenim bıraktı; kocaman yassı bir gardırop bavul ise gerilerde kalmış uzun seyahatleri çağrıştırıyordu, en azından üzerine denizaşırı ülkelerin de aralarında bulunduğu değişik yerlerdeki otellerin ve nakliyat şirketlerinin sararmış etiketleri yapıştırılmıştı. Sonra da Bozkırkurdu’nun kendisi çıkageldi ve bu antika adamı yavaş yavaş tanımamı sağlayan bir dönem başladı. İlkin bu konuda benim bir katkım olmadı. Haller, kendisini ilk gördüğüm andan başlayarak ilgimi çekmesine karşın, yine de birkaç hafta onunla evde karşılaşmak ya da onunla konuşmak için hiçbir girişimde bulunmadım. Ama itiraf edeyim ki, daha başından beri Bozkırkurdu’nu izledim biraz, kendisi evde yokken zaman zaman odasına girdiğim oldu, kısacası merakımdan biraz casusluk yaptım. Bozkırkurdu’nun dış görünüşüne ilişkin daha önce bazı açıklamalarda bulunmuştum. İlk bakışta kesinlikle önemli bir kişi, olağanüstü yetenekle donatılmış seyrek rastlanır bir insan izlenimi uyandırıyordu; yüzünden zekâ akmakta, yüz hatlarının hayli narin ve devingen oyunu, son derece çalkantılı, alabildiğine incelik ve duyarlılıkla donatılmış ilginç bir ruh yaşamını yansıtmaktaydı. Adamla konuştunuz da o yabancılığı içinde alışılmışın sınırlarını aşarak kendine özgü, kişisel laflar etti mi, bizim gibi birinin onun etkisi altına girmemesi kolay değildi. Başkalarından çok daha fazla düşüncelerle yoğrulmuştu; ussal sorunlarda nerdeyse serinkanlı bir nesnelliğe, kendinden emin düşüncelere ve bilgilere sahipti, buna da her türlü büyüklük hırsından uzak, parlayıp ün yapmak, karşısındakini ikna etmek ya da haklı çıkmak gibi bir isteğe içlerinde yer vermeyen gerçek aydınlarda rastlanabilirdi ancak. Böyle bir söz, aslında söz bile değil, yalnızca bir bakıştan oluşan böyle bir dışavurum, Bozkırkurdu’nun burada kalışının son zamanından aklımda henüz. Bir ara ünlü bir tarih filozofu ve kültür eleştirmeni, Avrupa’nın tanınmış isimlerinden biri, kentin konferans salonunda bir konuşma yapacaktı; ilkin pek isteksiz davranan Bozkırkıırdu’nu kandırıp benimle konferansa gelmeye razı etmiştim. Birlikte kalkıp gittik ve salonda yan yana oturduk. Kürsüye çıkıp da konuşmaya başlayan profesör, karşılarında bir çeşit peygamber bulacaklarını sanan bazı dinleyicileri şatafatlı giysisi ve kasılgan tavrıyla düş kırıklığına uğratmıştı. Konuşmasının başında dinleyicilere gönül okşayıcı birkaç söz söyleyip konferansa böyle kalabalık geldikleri için teşekkür edince, Bozkırkurdu bana dönüp şöyle bir baktı; konuşmacının sözlerini ve bütün şahsını eleştiren bir bakıştı bu, doğrusu unutulmayacak ve korkunç bir bakıştı, ne anlama geldiği üzerine koca bir kitap yazılabilirdi! Söz konusu bakış yalnızca konuşmacıyı eleştirmiyor, yumuşaklığına karşın içerdiği ezici alayla ünlü adamın işini bitirmekle kalmıyordu, bu daha hiçbir şeydi. Bakış alaycı olmaktan çok hüzünlüydü, hatta dipsiz ve umarsız bir hüznü barındırıyordu içinde; bir bakıma kendinden emin, bir bakıma alışkanlığa dönüşüp belli bir biçim almış sessiz bir umarsızlık bu bakışın içeriğini oluşturmaktaydı. Umarsız ışığı kendini beğenmiş konuşmacının içyüzünü aydınlatmakla, o andaki havayı, dinleyicilerin beklentilerini ve yaşadıkları ruh durumunu, yapılacağı bildirilen konuşmanın biraz iddialı başlığını alaya alıp temize havale etmekle yetinmiyordu. Hayır, Bozkırkurdu’nun bakışı çağımızın, çağımızdaki bütün o yapmacık işgüzarlıkların, bencil, açgözlü çabaların, kendini beğenmiş, sığ entelektüelliğin yüzeysel oyununun içine sızıyordu… ah, ne yazık ki bu bakış daha da derinlere iniyor, çağımızın, ussallığımızın, uygarlığımızın kusurları ve umarsızlıklarından çok daha ilerilere uzanıyor, tüm insanlığın can evine gidip dayanıyordu. Bir düşünürün, belki bilge bir kişinin insan yaşamının vakar ve anlamından duyduğu kuşkuyu usta bir dille tek bir saniyede açığa vurmaktaydı. Bu bakış diyordu ki: “Görün işte, böyle soytarı kişileriz biz! Görün işte, böyledir insan!” Ve tüm şan ve şöhretler, tüm akıllılıklar, tüm ussal kazanımlar, insanlığın yücelik, büyüklük ve kalıcılığına yönelik tüm atılımlar yıkılıp gidiyor, maskaraca bir oyuna dönüşüyordu! Bu sözlerimle çok ilerilere uzandım, aslında planıma ve istemime aykırı davranarak Haller hakkında şimdiden en önemli gerçekleri dile getirdim. Oysa başlangıçtaki niyetim, kendisini tanıyışımın aşamalarını öykülerken, bir yandan da onun portresini yavaş yavaş çizmeye çalışmaktı. Madem bir kez ilerilere uzandım, Haller’in o “bilmecemsi” yabancılığı üzerinde daha fazla konuşmayı, bu yabancılığı, bu olağanüstü ve korkunç yalnızlığın neden ve anlamlarını nasıl giderek sezip kavradığımı ayrıntılara inerek anlatmayı gereksiz görüyorum. Böylesi de daha iyi, kendi şahsımı elden geldiğince arka planda tutmak istiyorum çünkü. Amacım, bildiklerimi dile getirmek ya da öyküler anlatmak ya da psikoloji yapmak değil, yalnızca bir görgü tanığı olarak bu Bozkırkurdu manüskrilerini bize bırakan acayip adamın portresinin çizimine katkıda bulunmaktır. Daha başta, teyzemin evinin cam kapısından girip başını kuşlar gibi ileri uzatarak evdeki güzel kokuya ilişkin övgü dolu sözlerini işittiğim zaman adamın başkalarına benzemediği dikkatimi çekmiş, buna karşı ilk nahif tepkim de nefret olmuştu. Şunu sezmiştim (benim tersime entelektüel biri sayılmayan teyzemde de aşağı yukarı aynı sezgi uyanmıştı) – şunu sezmiştim ki, adam hastaydı, bir çeşit akıl ya da ruh hastasıydı ya da karakterinde bir bozukluk vardı, ben de sağlıklı kişilerin içgüdüsüyle buna karşı kendimi savunmuştum. Ancak söz konusu savunma zaman içinde yerini bir sempatiye bıraktı; yalnızlaşmasına ve içten içe ölüşüne tanık olduğum, sürekli acılar içinde kıvranan Bozkırkurdu’nun bende uyandırdığı geniş çaptaki acıma duygusundan kaynaklanıyordu bu sempati. Söz konusu zaman dilimi içinde giderek daha iyi kavramıştım ki, acı çeken bu kişinin hastalığı doğasındaki bir kusurdan değil, birbirlerine uyum sağlayamamış yetenek ve güçlerinin zenginliğinden ileri gelmektedir. Haller’in acı çekmekte deha sahibi bir kişi olduğunu, Nietzsche’nin bazı özdeyişlerini doğrular nitelikte dahiyane denecek, sınırsız ve korkunç bir acı çekme yeteneğini kendi içinde geliştirdiğini anlamıştım. Öte yandan şunu da anlamıştım ki, karamsarlığının temelinde dünyayı değil, kendi kendini küçümsemesi yatmaktaydı; çünkü kıırum ve kişiler üzerinde ne kadar acımasız ve kıyıcı konuşursa konuşsun, asla kendini dışarıda tutmuyor, eleştiri oklarını yönelttiği, aşağılayıp yadsıdığı ilk kimse her zaman kendisi oluyordu. Burada psikolojik bir açıklamaya başvurmadan geçemeyeceğim. Her ne kadar Bozkırkurdu’nun yaşamına ilişkin pek az şey biliyorsam da, yine de onun “istem gücünü kırıp atmayı” temel alan bir eğitimle, sevecen ama titiz ve çok sofu bir anne-baba ve öğretmenlerce yetiştirildiğini varsaymam için elimde yeterli neden bulunuyor. Ne var ki, kişiliğinin yok edilip istem gücünün kırılıp atılması bıı öğrencide sonuçsuz kalmıştı. Bozkırkurdu böyle bir girişimi başarısız kılacak kadar güçlü ve dayanıklı, mağrur ve akıllı bir çocuktu çünkü. Kişiliği yok edilememiş, ama kendi kendisinden nefret etmesi ona öğretilebilmişti. Bozkırkurdu da bundan böyle ömür boyu hayal gücünün tüm yaratıcılığı, düşün yeteneğinin tüm gücüyle kendi kendisini, bu masum ve soylu nesneyi karşısına almıştı; çünkü her türlü sertliği, eleştiriyi, kötülüğü, duyabileceği her türlü kin ve nefreti herkesten önce kendi üzerinde açığa vuracak kadar koyu bir Hıristiyan, kendini tümüyle din uğrunda feda edebilecek biriydi. Başkalarına, çevresindeki başka insanlara gelince, onları sevmek, onlara haksızlık etmemek, onları incitmemek için alabildiğine yürekli, alabildiğine ciddi çabaları aralıksız sürdürüyordu, “hemcinsini sev” ilkesi kendi kendisinden nefret etmesi gibi kafasına iyice yerleştirilmişti. Dolayısıyla, bütün yaşamı, insanın kendini sevmeden hemcinsini sevemeyeceğini, kendinden nefretin en katıksız bencillikle aynı şey olduğunu, sonunda onun gibi aynı korkunç soyutlanmışlık ve umarsızlığa yol açacağını gösteren güzel bir örnekti. Ama artık kendi düşüncelerimi geri plana itip gerçeklerden söz etmenin vakti gelmiş bulunuyor. Dediğim gibi, hakkında biraz benim casusluğum, biraz teyzemden dinlediklerime dayanarak ilk öğrendiğim şey, Haller’in yaşam üslubuna ilişkindi. Onun bir düşün ve kitap adamı sayılacağı ve bir işte çalışmadığı çok geçmeden anlaşılmıştı. Gündüzleri uzun süre yataktan çıkmıyor, çokluk öğleye doğru kalkıp sırtında ropdöşambr, aradaki birkaç adımlık yeri yürüyerek salona geçiyordu. İki penceresiyle çatı katında geniş ve iç açıcı bir yer olan salon, daha bir iki gün geçmeden eski kiracılar zamanındakinden pek değişik bir görünüm kazanıp eşyayla dolmaya başlamış ve bu doluluk giderek artmıştı. Duvarlara tablolar asılıp çeşitli resimler iliştirilmişti; bazen dergilerden kesilip çıkarılıyordu resimler ve sık sık yenileriyle yer değiştiriyordu. Güneyle ilgili bir peyzaj, Almanya’da belli ki Haller’in memleketi olan küçük bir taşra kentine ilişkin fotoğraflar asılıydı duvarlarda. İçlerinde, sonradan öğrendiğimize göre kendi yaptığı ışıl ışıl renklerde suluboya resimler de yer almakta, ayrıca sevimli genç bir kadının ya da genç bir kızın fotoğrafı görülmekteydi. Bir süre duvarı Siyamlı Buda’nın resmi süslemiş, sonra onun yerini Michelangelo’nun Gece isimli tablosunun röprodüksiyonu almış, derken o da yerini Mahatma Gandhi’nin portresine bırakmıştı. Kitaplar kocaman kitaplığı doldurduğu gibi, dört bir yanda masaların, bu arada o sevimli antika yazı masasının, divanın, sandalyelerin üzerine, ayrıca yerlere saçılmış duruyordu. Sayfalar arasına yerleştirilmiş kâğıt parçalarının sürekli gidip yerlerine yenilerinin geldiği kitaplar. Bozkırkurdu bunları kitaplıklardan paket paket alıp getirdiği gibi, pek sık olarak postayla da kendisine koliler halinde kitap yollanmaktaydı. Böyle bir odada kalan kişinin bilgin biri olduğu düşünülebilirdi. Her şeyi sarıp kuşatan puro dumanlarıyla dört bir yandaki puro artıkları ve kül tablaları da buna uygun bir görünüm sergiliyordu. Ne var ki, kitapların büyük bir bölümü bilimsel içerikli değildi, çoğunluğunu çeşitli dönem ve ulustan edebiyatçının yapıtları oluşturmaktaydı. ………. ‘Harry kendi içinde bir ‘insan’ bulur, düşüncelerden, duygulardan, uygarlıktan, dizginlenmiş ve yüceltilmiş doğadan kurulup çatılmış bir dünyadır bu; ayrıca, bir ‘kurt’ bulur içinde, içgüdülerden, vahşilikten, acımasızlıktan, yüceltilmemiş, yontulmamış doğadan bir dünya bulur. Varlığının böyle açık seçik ikiye ayrılmasına, birbirine düşman iki yarıma bölünmesine karşın, yine de kurt ile insanın bazı mutlu anlarda birbiriyle kardeş kardeş geçindiğini görür.” Uçarı bir “yaşam” insanı olmaya kalkışan katıksız bir “düşün” insanının, bu ikilemin gelgitleriyle oradan oraya savrulan yalnız bir ruhun, Bozkırkurdu’nun hikâyesi. Aydın geçinenlerin, bildikleriyle büyüklenenlerin, bilmediklerini küçümseyenlerin, bunu yaparken -bilinçli ya da bilinçsiz- yaşamı kaçıranların yüzüne inen bir tokat. “Bozkırkurdu’nun, deneysel cesaret anlamında Ulysses’ten aşağı kalmayan bir yapıt olduğunu söylemeye gerek var mı? Bozkırkurdu, okumanın ne demek olduğunu uzun zamandır ilk kez hatırlattı bana.” Thomas Mann
  23. Ben gölgeyim. Ben avım. Ben katilim. Ben hedefim. Kurtulmak için tek çarem var: diğerinden kaçmak. Peki ya diğeri de bensem? Zil sesi şuuruna kızgın bir iğne gibi saplandı. Rüyasında güneşte parlayan bir duvar görüyordu. Beyaz duvar boyunca gölgesini takip ederek yürüyordu. Duvarın ne başlangı­cı ne de sonu vardı. Duvar evrendi. Pürüzsüz, göz kamaştırıcı, kayıtsız… Yeniden zil sesi. Gözlerini açtı. Yanı başındaki kuvars çalar saatin ışıklı rakam­larını gördü. 04.02. Dirseğinin üzerinde doğruldu. El yordamıyla ahizeyi aradı. Eli boşlukta dolaştı. Dinlenme odasında olduğunu hatırladı. Önlüğünün ceplerini yokladı, cep telefonunu buldu. Ek­rana baktı. Numarayı tanımıyordu. Açtı, ancak cevap vermedi. Karanlık odaya bir ses yayıldı: - Doktor Freire? Cevap vermedi. - Siz Doktor Mathias Freire misiniz, nöbetçi psikiyatr? Ses çok uzaktan gelir gibiydi. Hâlâ rüyada olmalıydı. Duvar, beyaz ışık, gölge… - Benim, dedi sonunda. - Ben Doktor Fillon. Sain Jean Belcier semtindeki nöbetçi dok­torum. - Neden beni bu numaradan aradınız? - Bana bu numarayı verdiler. Sizi rahatsız etmiyorum ya? Gözleri karanlığa alışıyordu. Negatoskop. Metal çalışma ma­sası. İki kez kilitlenmiş ilaç dolabı. Dinlenme odası, ışıkları sön­dürülmüş bir muayene odasından başka bir şey değildi. Mathias Freire hasta muayene yatağında uyuyordu. - Neler oluyor? diye homurdandı doğrulurken. Saint-Jean Garı’nda tuhaf bir olay. Gece bekçileri gece yarısıcivarında bir adamı suçüstü yakalamış. Demiryolundaki bir yağ­lama istasyonuna gizlenmiş bir serseri. Doktorun gergin bir hali vardı. FYeire yeniden çalar saate bak­tı: 04.05. - Onu revire götürmüşler, sonra Capucins Meydanı Karakolu’na haber vermişler. Polisler de gelip onu almışlar. Beni çağırdılar Onu karakolda muayene ettim. - Yaralı mı? - Hayır. Ama hafızasını kaybetmiş. Bu çok şaşırtıcı. Freire esnedi: - öyle davranıyor olmasın? - Uzman sizsiniz. Ama sanmıyorum, hayır. Sanki tümüyle… başka yerde. Ya da daha çok hiçbir yerde. - Polisler beni arayacak mı? - Hayır. Suçla Mücadele Şubesi’nden bir ekip, adamı size geti­riyor. - Teşekkür ederim, dedi alaycı bir ses tonuyla - Ben şaka yapmıyorum. Ona yardım edebilirsiniz. Bundan eminim. - Rapor yazdınız mı? - Beraberinde getiriyor iyi şanslar. Adam konuşmayı bir an önce bitirmesi gerekiyormuş gibi te­lefonu kapattı. Freire bir süre kımıldamadan durdu. Adamın se­si karanlığın içinde kulak zarını hâlâ bir burgu gibi deliyordu. Hiç kuşku yok ki bu gece onun gecesi değildi. Şenlik saat 21.00’de başlamıştı. SB’de, yani Suçlular Bolümü’nde yatan bir hasta oda­sına pislemiş ve bir hastabakıcının bileğini kırmadan önce dışkı­sını yemişti. Otuz dakika sonra, batı bölümündeki bir şizofren li­nolyum parçalarıyla damarlarını kesmişti. Freire ilk müdahale­yi yaptıktan sonra onu Pellegrin Üniversite Hastanesi’ne nakletmişti. Aynı esnada Bağımlılar Bölümü’nde yatan bir adam epi­lepsi krizine girmişti. Freire yanına vardığında herif çoktan dili­ni ısırmıştı. Ağzının içi köpürmüş kanla doluydu. Çırpınmalarının önüne geçmek için büyük çaba sarf etmişlerdi. Mücadele sırasın­da adam Freire’in cep telefonunu araklamıştı. Psikiyatr, adamın sımsıkı kapattığı parmaklarını açabilmek ve kandan yapış yapış olmuş telefonunu alabilmek için hastanın kendinden geçmesini beklemek zorunda kalmıştı. Saat 03.30’da nihayet yeniden yatabilmişti. Mola sadece yarım saat sürmüş, başı sonu belli olmayan şu tuhaf telefonla kesintiye uğramıştı. Lanet olsun! Karanlıkta kımıldamadan oturuyordu. Telefondaki ses şuurla­rı olmayan odanın içinde hayalet bir burgu gibi hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. Telefonunu cebine koydu ve ayağa kalktı. Birden rüyasındaki duvar yeniden belirdi. Bir kadın sesi fısıldıyordu: “Felir…” Söz­cük Ispanyolcada “mutlu” demekti. Neden İspanyolca? Neden bir kadın? Sol gözkapağının gerisinde, her uykudan uyanışında oldu­ğu gibi zonklayan, bildik bir ağrı hissetti. Gözlerini ovuşturdu ve eviyenin musluğundan su içti. Yine el yordamıyla kilidi açtı. Kendini odaya kilitlemişti ilaç dolabı, bölümün Kutsal Kâse’siydi. Beş dakika sonra, kampüsün pırıl pırıl parlayan şosesindeydi. Dünden beri Bordeaux sis altındaydı. Kalın, beyaz, tuhaf bir sis. Önlüğünün üstüne giydiği yağmurluğunun yakasını kaldırdı. De­niz kokusuyla yüklü sis, burun deliklerini gıdıkladı. iki yanı ağaçlıklı anayolu tırmandı. Üç metre ötesi görünmü­yordu ama çevreyi ezbere biliyordu. Kaba sıvalı gri koğuş bina­ları, kubbeli çatılar, kare şeklinde çim alanlar. Aslında yeni gele­ni almak için bir hastabakıcıyı yollayabilirdi ama “müşterilerini’’ şahsen karşılamayı tercih ediyordu… Birkaç palmiye ağacıyla çevrili iç avluyu geçti. Antiller’i anım­satan bu ağaçlar ona her zaman iyimser bir hava veriyordu. Ama bu gece değil. Hava çok soğuk ve nemliydi. Ana giriş kapısına ulaştı, bekçiyi başıyla selamladı ve hastaneyi çevreleyen duvarın dışına çıktı. Polisler geliyordu. Tepe lambası, dünyanın ucundaki bir fener gibi yavaş yavaş, sessizce dönüyordu. Freire gözlerini kapattı. Acıyı gözkapağının altında hissedi­yordu. Tamamen psikosomatik olan bu acıyı hiç önemsemiyor­du. Bütün gün, insan bedenim etkileyen zihinsel rahatsızlıkları tedavi etmekle uğraşıyordu. Neden onda da bu tür bir rahatsız­lık olmasmdı? Gözlerini açtı, ilk polis, yanında sivil giyimli bir adamla ara­badan çıkıyordu. Telefondaki hekimin neden ürkek davrandığım anladı. Bellek yitimi olan adam dev gibi biriydi. Yaklaşık iki met­re boyunda ve yüz otuz kilodan fazla olmalıydı. Başında bir şapka gerçek bir kovboy şapkası- ve ayaklarında Santiag çizmeler var­dı. Omuzlan koyu gri bir paltonun içinde sıkışmış gibiydi. Elinde plastik bir torba ile resmi evraklarla dolu bir zarf tutuyordu. Polis ilerledi ama Freire, olduğu yerde kalması için işaret etti. Kovboya yaklaştı. Her adımda ağrı daha gerçek, daha belirgin bir hal alıyordu. Gözünün kenarında bir kas seğirmeye başladı. - iyi akşamlar, dedi, adamla arasında birkaç metre kaldığında. Cevap yoktu. Adam bir sokak lambasının puslu halesinden uzakta, kımıldamadan duruyordu. Freire, eli belinde, müdahale etmeye hazır, biraz geride bekleyen polise döndü: - Güzel. Gidebilirsiniz. - Bilgi vermemizi istemiyor musunuz? - Tutanağı yarın sabah bana yollarsınız. Polis söylenene itaat etti, geri döndü ve arabaya binerek bir şiire sonra sisin içinde kayboldu. İki adam karşılıklı durdular, onları ayıran sadece aralarındaki sis katmanıydı. - Ben Doktor Mathias Freire, dedi sonunda. Hastanedeki acil vakalar benim sorumluluğumda. - Benimle siz mi ilgileneceksiniz? Kalın sesi oldukça boğuktu. Freire, şapkanın gölgesinde kal­mış yüz hatlarını tam olarak seçemiyordu. Adamın kafası, çizgi romanlardaki devlerin kafasına benziyordu. Kalkık bir burun, bir canavar ağzı, hantal bir çene. - Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? - Benimle ilgilenilmesi gerekiyor. - Benimle gelir inisiniz? Adam kımıldamadı. - Beni takip edin, dedi Freire kolunu uzatarak. Size yardım edeceğiz. Ziyaretçi içgüdüsel olarak geri çekildi. Işık hafifçe yüzünü ya­ladı. Freire’in karanlıkta belli belirsiz gördükleri böylece doğru­lanmış oldu. Hem çocuksu hem de orantısız bir yüzü vardı. Elli­li yaşlarda olmalıydı. Şapkasının altından gümüşi saç tutamları görünüyordu. - Gelin. Her şey iyi olacak. Freire en ikna edici ses tonunu kullanmıştı. Akıl hastalarının duyarlılıkları aşırı gelişmiş olurdu. Eğer onları yönetmeye kal­karsanız hemen anlarlardı. Onların karşısında kurnazlık etmek söz konusu değildi. Katiları açık oynamak, gerekiyordu. Amnezik adam yürümeye karar verdi. Freire kendi etrafında döndü, elleri cebinde, ilgisiz bir tavırla hastanenin yolunu tuttu. Arkasına bakmamaya çalışıyordu; ona güvendiğini gösterme şek­liydi bu. Ana kapıya doğru yürüdüler. Mathias ağzından nefes alıyor, so­ğuk havayı yutuyor ve buz parçalan emiyormuş gibi ağzı sulanı­yordu. Kendini çok yorgun hissediyordu. Uykusuzluk, sis, ama özellikle de her geçen gün farklı yüzlerini gösteren delilik karşı­sında duyduğu şu güçsüzlük hissi… Bu yeni gelen adamın sırrı neydi? Onun için ne yapabilirdi? Freire, onun geçmişiyle ilgili bir şeyler öğrenme şansının çok az ol­duğunu biliyordu. Ve onu iyileştirme şansının daha da az olduğunu… Psikiyatr olmak böyle bir şeydi. Batmakta olan bir kayığın suyunu yüksükle boşaltmaktan fark­sızdı. Sabah arabasına -bir buçuk ay önce Bordeaux’ya geldiğinde satın aldığı, elden düşme külüstür bir Volvo bindiğinde saat do­kuzdu. Evine yürüyerek dönebilirdi -hastane ile evi arasındaki mesafe bir kilometreden azdı ama külüstürünün direksiyonun­da olmak hoşuna gidiyordu. Pierre-Janet İhtisas Hastanesi şehrin güneybatısında, Pelleg- rin Hastaneler Grubu’ndan fazla uzakta değildi. Freire, Pellegrin ile üniversite kampüsü arasında, Bordeaux, Pessac ve Talence’ın tam sınırındaki Fleming semtinde oturuyordu. Mahallesi, ahşap çitleri ve “özel mülk” niteliği taşıyan küçük bahçeleriyle, hep­si birbirine benzeyen, kimin yaptığı belli olmayan, kiremit çatı­lı pembe evlerle dolu bir bölgeydi. İki yanı ağaçlı yol boyunca, bir sanayi bandı üzerindeki eskimiş oyuncaklar gibi uzanan mut­lu yuvalar. Freire arabayı, hâlâ kalkmamakta direnen sisi yararak çok ağır sürüyordu. Pek bir şey görmüyordu ama bu şehir onu ilgilendir­miyordu zaten. Ona “Göreceksiniz, küçük Paris” demişlerdi. Ya da “Büyüleyici bir şehir”, hatta “Şarapların Olymposu” gibi tabir­ler kullanmışlardı. Ona çok şey söylemişlerdi. Ama o hiçbir şey görmemişti. O Bordeaux’yu biraz mağrur -ve öldürücü- bir bur­juva kenti olarak görüyordu. Her sokak köşesinde göze çarpan, taşraya özgü düzenli köşkleriyle sıradan ve soğuk bir yerleşim yeriydi Bordeaux. Bordeaux’nun diğer yüzüyle de meşhur burjuvazisiyle- karşı­laşmamıştı. Psikiyatr meslektaşları bu gelenekle mücadele eden eski solculardı. Eleştirdikleri bu sınıfın bir diğer yüzünü oluştur­duklarının farkında olmayan huysuz tiplerdi hepsi. Onlarla ilişki­sini öğle yemeklerindeki sohbetlerle sınırlandırmıştı: çatal yiyen delilerin tuhaf hikâyeleri, Fransız psikiyatri sistemini eleştiren uzun söylevler, tatil planlan ve emeklilik konulan. Bordeaux sosyetesine girmek istemiş ama bunu bir türlü ba­şaramamıştı. Freire’in önemli bir handikabı vardı: Şarap içmiyor­du. Bu da Akitanya Bölgesi’nde kör, sağır veya felçli olmak anla­mına geliyordu. Onu asla kınamamışlardı ama çevresindeki ses­sizlik anlamlıydı. Bordeaux’da şarap yoksa arkadaş da yoktu. Bu kadar basitti. Ne telefon ne mail ne de SMS alıyordu. Hastanenin intranet ağı üzerinden iş dışında başka bir iletişimi yoktu. Semtine gelmişti. Burada her ev değerli bir taşın adını taşıyordu. Topaz. Elmas. Firuze… Evleri birbirinden ayırt etmenin tek yolu buydu. Freire “Opal”de oturuyordu. Bordeaux’ya geldiğinde bu evi hastaneye yakın olduğu için seçtiğini düşünmüştü. Yanılıyordu. Bu semtte karar kılmasının sebebi, donuk ve özelliksiz olmasıydı. Kaçmak için ideal bir yerdi. Gizlenmek için. Ve kalabalığın arasında kay­bolmak için. Buraya Paris’teki geçmişine sünger çekmek için gel­mişti. Eskiden olduğu adamın -tanınmış, seçkin, gönül çelen pra­tisyenin- üzerine sünger çekmek için. Evinin birkaç metre uzağına park etti. Sis o denli yoğundu ki belediye sokak lambalarım yanık bırakmıştı. Hiçbir zaman garajını kullanmazdı. Arabasından iner inmez, kendini sütümsü suyla dolu bir havuza girmiş gibi hissetti. Hava, püskürtme tekniğiyle yapılmış bir tuval gibi elle tutulur, gözle gö­rülür bir hale gelmiş, milyarlarca su damlacığı havada asılı kal­mış gibiydi. Ellerini yağmurluğunun ceplerine sokarak adımlarını hızlan­dırdı. Yakasım iyice kaldırdığı halde sisin dondurucu soğuğunu boynunda hissetti. Kendini eski bir Hollywood filmindeki bir özel detektif, ışığın peşindeki yalnız bir kahraman gibi hissetti. Bahçenin parmaklıklı kapısını açtı, nemden parlayan çimenler­de birkaç metre yürüdü, anahtarını kilitte döndürdü. Evin içi ve dışarının sıradanlığını yansıtıyordu. Mahalledeki aynı düzen burada da on kere, yüz kere yineleniyordu: hol, salon, mutfak, üst kattaki odalar… Aynı malzemelerle. Dalgalı parkeler. Beyaz badanalı duvarlar. Kontrplak kapılar. Evlerde oturanlar ki­şiliklerini mobliyalanyla belli ediyordu. Yağmurluğunu çıkardı ve ışığı yakmadan mutfağa yöneldi. Freire’in evinin tuhaflığı hemen hemen hiç mobilyanın olmama­sıydı. Taşınma esnasında kullandığı karton kutular hiç açılma­dan, dekor mahiyetinde duvarlar boyunca sıralanmıştı. Sanki alıcılara örnek olarak gösterilen bir evde yaşıyordu ama bu örneğin söyleyecek bir şeyi yoktu. Sokak lambalarının ışığında çay hazırlattı. Birkaç saat uyuma şansı olup olmadığını düşündü. Yoktu. Nöbeti saat 13.00’te devra­lacaktı; o saate kadar dosyalan üzerinde çalışabilirdi. Mesaisi sa­at 22.00’de bitecekti. O zaman da, akşam yemeği bile yiyemeden, televizyonun karşısında yığılıp kalacaktı. Ertesi gün, pazar günü, akşama kadar yine nöbette olacaktı. Nihayet, sıkı bir gece uyku­sunun ardından az çok normal mesai saatleriyle pazartesi günü­ne başlayacaktı. Demliğin dibindeki çay yapraklarına bakarken yine bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. Artık nöbetçi kalmamak. Sağlık­lı bir yaşam sürmek. Spor yapmak. Düzenli yemek yemek… ama bu tür düşünceler de karmaşık, sürekli yinelenen, amaçsız gün­lük yaşamının bir parçası haline gelmişti artık. Mutfakta ayakta duruyordu, çay dolu süzgeci kaldırdı ve yo­ğunlaşmış kahverengi sıvıyı hayranlıkla seyretti. Karanlık düşün­celerle kararan beyninin gerçek bir yansımasıydı. Evet, diye dü­şündü yeniden çay yapraklarına dalarak, burada başkalarının de­liliğine saklanmak istemişti. Kendi deliliğini unutabilmek için. Mathias Freire iki yıl önce, 43 yaşındayken, Villejuif İhtisas Hastanesi’ndeyken meslek hayatının en büyük hatasını yapmış­tı: Bir hastayla yatmıştı. Anne-Marie Straub. Bir şizofren. Bir ma- nik-depresif. Enstitüde yaşayıp ölmeye mahkûm kronik bir hasta. Hatasını düşündükçe, buna hâlâ inanamıyordu. Tabuların tabusu­nu çiğnemişti. Bununla birlikte geçmişinde ne ahlaksızlık ne de sapkınlık var­dı. Eğer Anne-Marie’yi hastane dışında tanımış olsaydı, ona he­men âşık olurdu. Onu ofisinde gördüğü anda hissettiği aynı şid­detli, mantıkdışı arzuyu duyardı. Ne tecrit hücreleri ne ilaçlar ne de başka hastalanıl çığlıkları tutkusunu frenleyebilmişti. Bir yıl­dırım aşkıydı, hepsi bu. Freire, Villejuif’teyken kampüste, merkeze uzak bir binada ya­şıyordu. Her gece Anne-Marie’nin yattığı bölüme gidiyordu. İler şeyi çok net hatırlıyordu. Muşamba kaplı koridor. Kapılarda­ki lombozlar. Her yere girmesini sağlayan anahtarlar. Karanlık­ta Mathias’ı yönlendiren daha ziyade harekete geçiren arzu­su… Her gece sanat terapisi salonundan geçiyordu. Her seferin­de, Anne-Marie’nin duvarlardaki resimlerini görmemek için ba­şım öne eğiyordu. Kırmızı zemin üzerine siyah, çarpık, müsteh­cen yaralar resmediyordu Anne-Marie. Hatta bazen, Lucio Fontana gibi spatulayla tuvali kesiyordu. Mathias gün ışığında yapıtla­rına baktığında onun hastanedeki en tehlikeli hastalardan biri ol­duğunu düşünüyordu. Gece, bakışlarını kaçırıyor ve koşar adım­larla onun odasına gidiyordu. O geceler içini bir kor gibi yakmıştı. Kilitli odada tutkulu ku­caklaşmalar. Gizemli, büyülü, soluk soluğa okşamalar. Kulağı­na fısıldanan çılgınca sözler “Onlarla ilgilenme sevgilim… Onlar kötü değil…” Koyu karanlıkta kendilerini kuşattığını düşündüğü ruhlardan söz ediyordu. Mathias karanlıkta gözleri açık, susuyor, cevap vermiyordu. Bodoslama duvara, diye yineliyordu. Bodos­lama duvara toslayacağım. Seviştikten sonra Mathias uykuya dalmıştı. Bir saat kadar. Bel­ki daha da az. Uyandığında saat gecenin üçü olmalıydı Arrne- Marie’nin çıplak bedeni yatağın üstünde sallanıyordu. Kendini as­mıştı. Onun kemeriyle. Bir dakika uyuyunca ne olduğunu anlamamıştı. Hâlâ rüya gör­düğünü sanıyordu. Hatta bu iri memeli silueti hayranlıkla seyre­derek yeniden tahrik olmuştu. Sonra paniğe kapılmıştı. Sonunda her şeyin bittiğini anlamıştı. Anne-Marie için. Kendisi için. Gi­yinmiş ve cesedi, kemerini ardında bırakarak odadan çıkmıştı. Hastabakıcılara görünmemeye özen göstererek koridorları geç­miş, yuvasına dönen zararlı bir hayvan gibi odasına gelmişti. Nefes nefese kalmıştı, zihni allak bullaktı, damarına bir doz sa­kinleştirici erkekte etmiş ve yatağına top gibi yuvarlanarak örtü­yü başının üstüne çekmişti. Uyandığında saat on ikiyi geçiyordu ve haber herkes tarafın­dan duyulmuştu. Anne-Marie birçok kez intihara teşebbüs etti­ği için kimse şaşırmamıştı. Erkek kemerinin kime ait olduğunu bulmak için bir soruşturma başlatılmıştı. Ama kemerin sahibini asla bulamamışlardı. Mathias Freire hiç kaygılanmamıştı. Hatta sorgulanmamıştı bile. Yaklaşık bir yıldır Anne-Marie onun hastası değildi, intihar eden kadının hiç yakın akrabası yoktu. Hiç kimse şikâyetçi olmamıştı. Olay örtbas edilmişti. O günden sonra Freire antidepresanlar ve kaygı gidericiler eş­liğinde, işini otomatik pilota bağlamıştı. Terci ilk olarak kendi sö­küğünü dikebilmişti. O dönemle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu. Görüntülü muayeneler. Karmaşık teşhisler. Rüyasız geceler. Ta ki karşısına Bordeaux fırsatı çıkana dek. Hemen üstüne atlamıştı, istifasını vermişti. Valizlerini hazırlamış ve ardına bile bakmadan TGV’ye binmişti.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.