gloria tarafından postalanan herşey
-
Yeşil Öfke, Yeşil Bülten'e konuk oldu.
Sosyal paylaşım ağlarından doğup gazeteye dönüşen Yeşil Öfke'yi; İnci Bilgiç, D. Şener Yıldırım ve İsmail Akyıldız anlatıyor
-
Başımıza Taş Yağabilir
Hımmmm acaba vakti zamanında atalarımız bu başına taş yağma sözünü böyle bir göktaşı yağmuru sonrası falan mı buldular
-
BİR İTİRAFIM VAR
Sen bir kütüphane vampiri olmak ister misinnnnnn hııııı? kütüphane kedisi var da vampiri neden olmasın, hem severim ben seni, saçlarını okşarım, güzel vampirim, şirin vampirim, miniminiminimi yaparım sana
-
Ahiret'te kimlere özel muamele var?
10 fantom muydu o yaaaa ufff ben karıştırmışım.. cadıyı ekleyeyim o zaman geçici süreliğine lakin o kadar da cadı değilim, az kalsın o yüzden çok kalmasın
-
Ahiret'te kimlere özel muamele var?
O kadar uğraşmaya gerek yok, ben hesapladım; bak şimdi, bir kere hesaplar birim üzerinden değil, kaplan gücünden hesaplanır. Örneğin: 1 Godzilla 10 kaplan gücünde demek... Cennette 1 erkek 5 kaplan gücünde ise eğer, demek ki cennette 1 godzilla 2 erkek o da toplam 10 kaplan demek... Sonuç: Cennet tuhaf bir yer! Bu arada ben bir profil resmi bulmaya çalışırken profilsiz kalmışım buralarda
-
Ahiret'te kimlere özel muamele var?
yok kıl meselesi Cüppeli'nin değil Ali Rıza Demircan'ın...
-
Ahiret'te kimlere özel muamele var?
Bu tür yazıları okumak midemi bulandırıyor, sapkınlıktan başka bir şey değil! Bunlar Cüppeli Ahmet Hoca'dan: Bunlar da Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan'ın babası imam ve hatip yazar Ali Rıza Demircan'ın yazdığı İSLAMA GÖRE CİNSEL HAYAT kitabından: Eymen Yayınları, 1986, sayfa: 342 Cennette bekar kişi kalmayacaktır. Cennetliklerin en alt derecesine günde 72 kadın verilecektir. Tam Mümin ise günde 100 bakire ile cinsi münasebette bulunacaktır. Cennetlik erkeğe 100 erkek kuvveti verilecektir. Cennete girenler 33 yaşına döndürülecektir. Cennetlik erkekler Cennete vücutları kılsız, yüzleri sakalsız, gözleri sürmeli (!) olarak gireceklerdir. Tam mümin, günde 100 bakire!!!! bak bakkkkk... kılsız vücut, sakalsız yüz, sürmeli göz... Bu neyin kafası acaba?
-
BİR İTİRAFIM VAR
Vampir olamaz mıyım?
-
Post Mortem (Ölümden Sonra) Fotoğraflar
eğer iyi bir fizik öğretmenim olsaydı ben şimdi bu hallerde olmazdım belki de "Bir İtirafım Var!"
-
Ölmeden Önce Görülmesi Gereken Yerler
Bu arada bu üstteki resmin en sonunda yazdığım bilgileri ben de yeni öğrendim, ilginçmiş, hayır başta benim yazdığım romantik evlilik teklifi kısmı daha da ilginç aslında... Demek ki bana his gelmiş bu lotus çiçekleri adamı romantik yapıyor demek ki, Buda'yı bile öyle yaptığına göre
-
Ölmeden Önce Görülmesi Gereken Yerler
Hımmmmmmmmmm, bugün nereye gitsem, nerelerde dolansam acaba, bir düşüneyim bakayım Evet, buldum, işte büyüleyici, huzur verici, inanılmaz dinlendirici bir yer... Bir gölde sandal sefası yapıyorsunuz ve gölün her yeri çiçeklerle dolu... TALAY BUA DAENG / TAYLAND KIRMIZI LOTUS DENİZİ (RED LOTUS SEA) Bu gölün her yanı lotus çiçekleriyle donanmış... muhteşem bir manzarası olan göl, Kırmızı Lotus Denizi olarak biliniyor ama aslında çiçeklerin rengi pembe. Şimdi diyelim ki sevgilinize evlenme teklif edeceksiniz, bunun için her türlü imkana da sahipsiniz, böyle romantik bir an olsun istiyorsunuz. O halde önce bu teklifi Aralık ve Şubat ayları arasında etmeyi tercih etmekle başlayabilirsiniz. Çünkü lotus çiçekleri bu aylar arasında açıyor. Hatta ortamı daha da romantikleştirelim, 14 Şubat Sevgililer Günü'ne ne dersiniz Tamam o halde şimdiden biletinizi alın... Ha bir de unutmadan lotus çiçekleri sabah saatlerinde açılıp öğleden sonraki saatlerde kendilerini kapatıyorlar o yüzden sevgilinizi erkenden uyandırın ve öğle saati olmadan göl kenarına götürün, sonra bir sandal kiralayın ve göle açılın yüzüğü de unutmamak lazım tabii Şimdi o bu manzarayla mest olmuşken, gözlerinin içine bakın ve "BENİMLE EVLENİR MİSİN?" diye sorun. Benden söylemesi sevgilinizin bu muhteşem lotus çiçekleri arasında sizinle birlikteyken yapacağı bir sandal sefası sırasında alacağı evlenme teklifine "HAYIR" demek gibi bir şansı olmayacaktır "EVET" cevabı kesin yani... Hani işi şansa bırakmak istemezsiniz falan diye diyorum Bakın demiştim size, abi teklifi yapmış ablayı kapmış Bu arada gitmişken bir de Thai yemeği yiyebilirsiniz, lotus çiçekli bu yemek lotusun sadece güzel değil aynı zamanda leziz de olduğunun bir kanıtı, kökleri yeniyor, tohumları leblebi gibi atıştırılıyor, çiçek kısmı da çok tatlı... Görmek yetmez bir de tadına bakacağım diyorsanız Lotus çiçekli karides diyelim bu yemeğin adına Çok romantikti beee, çok çok romantik bir seyahat yaptım oooooooooooo ve şimdi aranıza dönüyorum Bu arada Lotus kirli sulardan çıkar ancak kendisini kirletmez. Brahmanizm, Hinduizm, Mısır dinleri ve özellikle Budizm'de önemli bir yeri olan lotus çiçeği, saflığı, sadakati ve ruhsal uyanışı temsil eder. Pembe renkli olanı aydınlanma ve maneviyat, kırmızı renkli olanı ise sevgi, tutku, merhamet ve şefkat demektir. Ayrıca Buda Amitabha'nın cenneti olarak tasvir edilen göksel cennet, sözcüklerle ifade edilemeyecek muhteşemlikte lotus çiçekleriyle doluymuş... Burası da tıpkı öyle değil mi?
-
Oğullar ve Rencide Ruhlar: Nasıl bir kitaptır bu yaaaaa...
Kitapla ilgili biraz da okuma yapalım, bir fikir olsun: Olmak ve de olmamak Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum. Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklanyla. Hiçbir işe yaramamışa maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnşam kendinden utandırıyorlardı. Aslında anaokuluna başlarken bu kurum hakkında iyi ya da kötü herhangi bir önyargıya sahip değildim. Ama talihsiz bir başlangıç yaptım işte. Müdire Hanım’la, sınıf öğretmenimle ve yuvadaki diğer çocuklarla tek tek tokalaştıktan sonra kustum. Annem çok ulandı ama sınıf öğretmenimiz anlayışlı davrandı. Anneme ilk gün biraz heyecan duymamın normal karşılanması gerektiğini, sık sık böyle şeyler yaşandığını falan açıkladı. Keşke saçını öyle tuhaf bir biçimde topuz yapmasaydı. Belki o zaman ona ben de inanabilirdim. Bir şey nasıl başlarsa öyle gidiyor. Bir türlü ısınamadım anaokuluna. Günün ilk kısmı, genellikle öğretmenimizin bize yazın ne yetişir, kışın ne pişer türü saçmasapan hilgiler vermesiyle geçiyordu. İşin kötüsü kadın katılımcı ders işleme metoduna kafayı takmıştı ve durmadan, açtığı can sıkıcı konular hakkında bir yorumda bulunmamızı bekliyordu. Bana bir şey soracak korkusuyla başımı önümden kaldıramıyordum. Bir de şarkı söyleme muhabbeti vardı. Repertuarımız, dünyanın en kötü müzisyenleri tarafından, eğitilebilir küçük embesiller için yazılmış bazı eserlerden oluşuyordu ve açıkçası sınıf arkadaşlarımın müzikal yetenekleri heveslerinin çok altındaydı. Ben tabii ki süregiden kakofoniye katılmayı reddettiğim için, şarkının durak noktalarında öğretmen adımı bağırarak aklınca beni sanata teşvik ediyordu. Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oluyordum. Benden, evde Shostakovieh dinleyen benden, “kestane, gürgen, palamut” diye yırtınmam bekleniyordu. Neyse ki asosyalliğim ve ara ara içimde kopan fırtınaları dışa vuran mimiklerim sayesinde öğretmen benim bir zihinsel özürlü olduğuma hükmetti de düştü yakamdan. İki saattik öğle uykusu da cehennem azabından farksızdı. Üç katlı bir ranzanın orta katına yerleştirilmiştim. Bir dakika bile uyuyamadım orada. Tepemdeki suntanın üzerinde bulup çıkardığım, benden başka kimsenin görmediği korkunç suratlarla bakışıp durduk beş ay boyunca. Ayrıca susuzluktan geberiyordum. Yatağımıza işemeyelim diye Öğleden önce su vermiyorlardı çünkü. Herkes osura osura uyuyor, ben diri diri gömüldüğüm bu mezarda çile dolduruyordum. İki saat sonra öğretmen çıngırağını sallayarak odaya girdiğinde gerinerek uyanıyormuş gibi yapıyordum. Sonra çocukların en çok bayıldığı faaliyete, oyun oynamaya geliyordu sıra. Oyun odasının kapısı açılınca çocuklar gerçekten göz alıcı rengârenk tuğlalar, toplar, arabalar ve daha bir sürü oyuncakla dolu odaya saldırıyorlardı. Onlar kurtlarını dökerken sadece ben ve birkaç sersem kız, elişi masasının başına geçiyorduk. Öğretmen, biz sakin mizaçlı öğrencilerine, takvim kâğıdından kolye yapımı zanaatını öğretmeye çalışıyordu. Anneler Günü yaklaşırken iki üç günlüğüne tüm sınıfın elişi dersine girmesi zorunlu tutuldu. Herkes annesine hediye olarak takvim kâğıdından kolye yapabilsin diye. Sonuçta kolye yapmayı kıvıramayan tek çocuk bendim. Tabii kimse yadırgamadı bu durumu. Ögreımen kendi yaptığı örnek kolyeyi verdi bana, anneme götüreyim diye (sanıyorum bunu baştan planlamıştı) ama ben bu teklifi kesin bir dille geri çevirdim. Öğretmen de durumu tüm sınıfa ilan etme gereği duydu. “Arkadaşınız annesine hediye vermeyecekmiş çocuklar.” İşte o zaman ölmek istedim. Meseleyi daha fazla uzatmasın diye kaptım zımbırtıyı elinden. Kapadı çenesini sürtük. Susuzluk problemimi annem ile babama açmıştım ve bunun üzerine onlar da gelip durumu Müdire Hanım’a bildirmişlerdi. Bunun üzerine Müdire Hanım ikindi kahvaltısındaki yarım bardaklık su hakkımın bir bardağa çıkarılmasını buyurdu. Maalesef bu yeni düzenleme, bana kendimi daha da kötü hissettirmekten başka işe yaramadı. Yemek masasının en dibinde, duvar kenarında oturuyordum ve bana uzatılan bu torpilli su bardağına uzanamıyordum bir türlü. Ben köşemde pısmış dururken, öğretmen bardağı cevval arkadaşlarımın elinden kurtarmaya çalışarak, “Çocuğum alsana suyunu,” demek zorunda kalıyordu. Üstelik Allahın cezaları, hiç gerek yokken bisküvi istihkakımı da artırmışlardı. Herkese üç, bana beş bisküvi. “Çocuğum alsana tabağını!” Her neyse. O cehennemde yaşadığım bir diğer olay var ki, onun yanında tüm bu anlattıklarımın ruhumda yarattığı hasar solda sıfır kalır. Oyun odasının bir köşesinde okulda ilgimi çeken tek şey duruyordu: Pırıl pırıl parlayan, siyah, kuyruklu bir piyano. Cuma akşamları, kalasına bir kutu jöle boca etmiş, hep aynı boktan takım elbiseyle gezen bir ibibik gelip, isteyen -ve ailesinin maddi durumu buna yeten- çocuklara iki saat piyano dersi veriyordu. Tabii benim işim olmazdı. Bir, ders ücreti çok yüksekti; İki, herif berbat piyano çalıyordu. Yine de, o harikulade aletin tuşlarına basmak için dayanılmaz bir istek duyuyordum. Artık bu arzu bende nasıl bir saplantı haline gelmişse, bir gün öğle uykusu saatinde gizlice kalkıp oyun odasına girdim. Yavaşça piyanonun yanına sokulup, klavyeyi örten kapağı kaldırdım. Heyecandan donuma edecek gibiydim. Yüreğim gümbür gümbür çarpıyor, ellerim titriyordu. Parmaklarımı tuşların üzerinde gezdirdim. Birileri gürültüye uyanmasın diye sadece bir tek tuşa basacaktım. Ya siyah olacaktı bu tuş, ya beyaz. Siyah. Tabii ki. Ruhum tekmelenmiş bir sokak köpeği gibi inledi odada “rediyezz” diye. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Sol gözümden. O anda bir tıkırtı işitip arkama döndüm. Sınıf başkanı şişko, sadece çocuklarda görülebilecek türden sadist bir zevkle beni izliyordu. Dolma gibi parmaklarından birini bana doğru salladı. “Seni şikayet edeceğim!” istiyordu ki sefil bir yalan uydurmaya çalışayım, beni daha da çok sıkıştırabilsin. Ayıyı ittirip tuvalete kaçtım. Öğretmen konu hakkında bir şey söylemedi ama bildiğini gözlerinden okuyabiliyordum. Bir daha oraya ayak basmamaya yemin ettim. Sonra da, işte dediğim gibi, evdeki cinnet gösterileri falan. Annem derhal başka bir anaokuluna gönderilmem fikrini ortaya attı. Babamla ikisi işteyken benim evde yalnız kalmamı istemiyordu. Nedense evdeki tüm ilaçları yutup kendimi öldüreceğim gibi tuhaf bir düşünceye kapılmıştı. Oysa kim böyle bir salaklık yapar ki? Kendini camdan aşağı atmak varken. Anneler böyledir zaten. Olur olmadık konularda evhamlanırlar. Evrimsel nedenlerle. Girmeyeceğim ayrıntıya. Babam ise, şu ya da bu anaokuluna gitmemin bir şeyi değiştirmeyeceği gerçeğini anlamış görünüyordu ve evde yalnız kalmamın herhangi bir problem yaratmayacağını savunuyordu. Kim bilir, belki içten içe anaokulu masrafından kurtulmak da istiyordu. Ama bunun için ona hiç gücenmiyordum. Bir devlet memurunun eti ne budu ne? Çocuklarına işkence etmek için maaşının yansını isteyen o **** sömürgenler utansın. Bir de ona o maaşı layık görenler. Sonunda babam tartışmayı noktalayan ve kurtuluşumu müjdeleyen kararını açıkladı: “Ecdadını ********** ben anaokulunun !” Evde ayak altında dolaşıp işime burnunu sokan insanlar yokken geçirdiğim sonraki iki üç hafta hayatımın en iyi günleriydi diyebilirim. Erkenden kalkıyor, kahvaltımı edip öğle yemeğine kadar kitap okuyordum. Dostoyevski, Oğuz Alay ve çerez niyetine de Nietzsche. (Şaka yapıyorum canım, sıkı adamdır Posbıyık. Korkaklığın insanı bu kadar yaratıcı kılması büyüleyici!) Öğleden sonralarımı ise ya sokakta arkadaşlara takılarak ya da divanın altında geçiriyordum. Böylece unutuyordum zamanı işte. Sonra o doğum günü faciası yaşandı. Ben beş yaşına geldim diye oturmuş karalar bağlarken, bunu bir kutlama havasına soktuklan için annemle babama Fena bozulmuştum. Onları anlıyordum tabii. Kendilerince beni mutlu etmeye çalışıyorlardı ama biraz daha iyi düşünmeleri gerekmez miydi? Böyle küçük burjuva adetlerinden nasıl tiksindiğimi belki bin kere söylemişimdir onlara. Netice itibarıyla yüzünü görmek istemeyeceğim ne kadar akraba, komşu ve tanıdık varsa bizim eve doluştu. Hepsi de hediye niyetine bir sürü boktan şey getirmişti. Sadece hayatını bir askerlik şubesinin evrak kayıt odasında tüketen, annemin çocukluk arkadaşı Gönül Teyze’nin getirdiği Dallas Gold marka, makul bir şiddetle plastik mermiler atan tabanca hoşuma gitmişti. Tabancanın yanındaki püsküllü kılıf, kovboy şapkası ve şerif yıldızı falan maskaralıktı, o başka. Annem yarım ağızla mahalle arkadaşlarımı da çağırabileceğimi söylemişti ama tabii ki bu kepazeliği görsünler istemediğim için hiçbirine haber vermedim. Gelenler arasında varlığından hoşnutluk duyabileceğim tek kişi Alev Abla’ydı. Bir blok yanda, bizimkine hemen bitişik dairede annesiyle birlikte oturan komşumuzdu Alev Abla. Anlaşıldığı kadarıyla anası Remziye Hanım, kocasını öbür tarafa postaladıktan sonra iyi saatte olsunlarla yakın ilişkiler içine girmişti, Bir sürü ahı gitmiş vahı kalmış herif, cinini çıkartmak, kurşun döktürmek için falan ziyaretine giderdi. Alev Abla yirmi yaşında vardı. Açık Öğretimde okuyordu. İşletme. Ne işletecekse? Herhalde benim gibi ailesinin tek çocuğu olduğu için yakınlık duyuyordum ona. Belki bir de, sızılı gözlerinde hep yıldızlar kaydığı için. Bazen evlerinin balkonunda çiçekleriyle uğraşırken görürdüm onu. Yere gazete kâğıtları yayıp, üzerine bir çuval toprak dökerdi. Sonra envai çeşit bahçecilik ıvır zıvınyla bunları saksılara doldurur, içlerine çiçek tohumları yerleştirirdi. O zaman ben de tesadüfen balkona çıkmış gibi yapardım. Konuşmaya başlardık. Okumayı severdi ama dandik kitaplar okurdu çoğunlukla. Bana Pamuk Prenses, Hansel ile Gretel falan gibi hep bildiğim, aptalca masallar anlatırdı. Ses etmezdim. Hoşuma giderdi bunları ondan dinlemek. Bir yandan da incecik parmaklarıyla çiçek tohumlarım saksılara gömüsünü izlerdim. Neyse. Romantizmden nefret ederim. Belki günün anlam ve öneminin yarattığı burukluktan, belki bu şaklabanca organizasyonun kahramanı olmaktan duyduğum utançtan, doğum günümde fazla sokulmadım yanına, O da yarım saat falan oturduktan sonra çekip gitti. Sanki ilgi göstersem farklı olacakmış gibi? O gidince ben büsbütün öfkelendim ve bir köseye çekilip somurtmaya başladım. Alev Ablaya karsı zaafımı hayli başarıyla gizlediğimi düşünüyordum ama doğal eğilimlerimin sorumlusu olduğuna inandığım babam çakozlamıştı durumu anlaşılan. Bir ara yanıma gelip, “Eh. sen de Alev Ablan gibi okullu oluyorsun seneye,” dedi. Uyanık. Aklınca durumdan istifade edip beni okula imrendirecekti. Ben bunun bizi büsbütün uzaklaştıracağını görmeyecek kadar aptaldım sanki. Artık bunaltıdan patlama noktasına gelmiştim ki. babamın müdürü Erdoğan Bey yanıma sokuldu. Kolormatik gözlükler takan, dudaklarıyla burnu arasında kendisine hiç yakışmayan incecik bir bıyık bulunan, bodur, boyunsuz bir dangalak. Babam nefret eder bu adamdan. Babamla aynı devlet dairesinde, ama başka bir kısımda çalışan annem davet etmişti herhalde onu. Annemin otoriteyle arası hep iyi olmuştur zaten. Aslında çalışanlarının davetlerine gitmeye gönül indirecek bir tip değildir Müdür Bey. Hastalık hastası anasının bir ay önceki çekap işini, teyzemin üniversite hastanesinde dekanlık yapan oğlu sayesinde bedavaya getirmiş olmasa dünyada şereflendirmezdi bizi. Yılışıkça gülerek kafamı okşadı. “Söyle bakalım küçük, ne yapmayı düşünüyorsun büyüyünce?” “Cehennemde çiçeklendirme yapmayı düşünüyorum.” Hemen çekti elini kafamdan. Defolup gitti sonra da başımdan. Nereden türedigini bilemediğim bir başka hıyarla muhabbete başladı bir köşede. Bu öteki hıyarın bir ahbabı da ne zamandır devlet memuru olmak istiyormuş ama hep torpillileri aldıklarından sınavları kazanamıyormuş bir lürlû Talan. Bunları anlatırken iki lafının arasına bir yaranma sözcüğü sıkıştırmayı da ihmal etmiyordu tabii. Erdoğan Bey, kim bilir nasıl bir menfaat beklentisi içinde, kasım kasım kasılarak söz konusu geri zekâlı ahbabın adını soyadını aldı: Tuğrul Tanır. Midemi bulandiriyorlardı. Ertesi gün öğlene kadar çıkamadım yatağımdan. Dünyayla yûzleşecek gücü bulamıyordum kendimde bir türlü. Derken saat bir sularında telefon uzun uzun çaldı ve ben de dayanamayarak cevap verdim. Arayan Hakan’dı; mahalledekiler arasında, annemin arkadaşlık etmeme hoş baktığı tek çocuk. iyi aile çocuğu. “Nasılsın?” diye sordu çekingen bir sesle. “Yatıyordum.” “Yuh! Ben okuldan bir saat önce döndüm.” “İyi ********* yedin.” Hakan ilkokula başlamıştı ve vargucüyle okuma yazmayı sökmeye çalışıyordu. Yalnız, biraz mankafa olduğu için başaramıyordu bir türlü. Tahminime göre kendisini çalıştırmamı isteyecekti. “Bize gelsene,” dedi nitekim. “Annem çok güzel börek yaptı. Hem biraz da ders çalışırız belki…” Karnım iyice acıkmıştı ve sofra kurup kaldırmak zor geliyordu. Kabul ettim. Beş dakika sonra onlardaydım. Annesi abartılı bir neşeyle karşıladı beni. Oğluna yardım edeceğim ya. “Haydi birlikte senin odana geçin Hakan. Ben çayınızla böreğinizi getiririm. Fazla ses etmeyin ama, kızı yeni uyuttum.” Hakan odaya girer girmez, kapağı açık bir kitap ile bir defter bulunan çalışma masasının başına geçti. “Çok zor bunlar yahu!” Zor dediği şeye baktım. Oya ile Kaya adında bir kitap müsveddesi. Toplam sekiz sayfa. Her sayfanın üst yarısında Oya ile Kaya adlı bön çocukların göl başında….
-
Oğullar ve Rencide Ruhlar: Nasıl bir kitaptır bu yaaaaa...
Bu kitabı bugün bir arkadaşımdan duydum, telefonuna kitabın ismini kaydetmiş ama neden kaydettiğini hatırlamıyordu, İdefix'ten bakalım dedik... Sonra bu arka kapak yazısını okuduk ve ben kitaba aşık oldum "Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışardaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum. Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı." Alper Canıgüz, Tatlı Rüyalar'dan bilinen sürükleyici diliyle, 5 yaşında bir çocuğun içine düştüğü bir hikayeyi anlatıyor. Yaşının avantajıyla her yere girip çıkan, hem filozof hem fırlama bir oğlan... Hikayeyi ve "karakteri" çevreleyen semt hayatı ve mahalle atmosferi de, bizzat karakter kazanıyor, anlatıda... Polisiye, fantastik ve mizahi edebiyatın tadlarını ustaca kaynaştıran, olağanüstü özgün, çok iddialı bir kitap. (Arka Kapak) Şu an tek istediğim bir an önce bu kitaba sahip olmak. Aslında elimde okuyacağım bir çok kitap var ama aceleye gerek yok, yani almak için acele ediyorum ama okumak için acele etmem gerekmiyor, alayım da nasılsa okurum. Fakat inanılmaz heyecanlanıyorum bu kitap için... OĞULLAR VE RENCİDE RUHLAR Yazar: Alper Canıgüz İletişim Yayınevi, 2009 (5. bs.)
-
Oxford Sözlüğü Selfie sözcüğünü 2013 yılının sözcüğü seçti
Hahahha birşey daha öğrendim
-
Agos: O Ses Neden Corç Şeker Olmasın?
Bu haberi aynen ekliyorum. Haber değeri olan bir yazı.. Agos Gazetesi, dün gece Star'da yayınlanan O Ses Türkiye programının katılımcısı Corç Şeker ile ilgili duygularını, düşünce ve heyecanlarını paylaşmışlar, güzel bir haber olmuş bu... O Ses neden Corç Şeker olmasın? "Star TV’de yayımlanan ‘O Ses Türkiye’nin dün akşamki bölümünde yarışan Corç Şeker, adının neden ‘Corç’ olduğunun sorulması üzerine “Türkiyeli bir Ermeni’yim” dedi. Kamusal alanda kimliklerini saklaması sıkı sıkı tembihlenerek büyüyen Ermeni çocuklardan birinin milyonlarca izleyicinin karşısında “Ermeni’yim” demesinin hissettirdiklerini Nayat Karaköse yazdı. NAYAT KARAKÖSE O Ses Türkiye bugüne kadar ekranlarda en çok tutan ve her kesimden ve yaş grubundan izleyiciyi ekrana kilitleyen yarışmalardan biri. Murat Boz ve çok kısa sürede fenomen haline gelen Athena’dan tanıdığımız Gökhan Özoğuz gibi juri üyeleri sayesinde ratingler hep tavan yapıyor. O Ses Türkiye yarışmasına bugüne kadar ilk defa bir Ermeni katıldı. (Daha önceden katılıp Ermeni olduğunu açık açık söylememiş Ermeniler de olabilir tabii) Corç Şeker ismini ekranda görünce “Acaba mı?” dedi birçok Ermeni izleyici. O ‘acaba’ şarkıdan sonra ‘kesinliğe’ kavuştu. İsim jurinin ilgisini çekti, her Ermeni’nin defalarca başına gelen hadise, Corç Şeker’in de başına bu sefer milyonların önünde geldi. Diyalog şöyle gelişti: Murat Boz: İsmin neydi? Corç: Corç Şeker Hadise: (Yüzünde şaşkın bir ifadeyle) Aaaaa….Aaa aaa ne güzel isim Acun Ilıcalı: Çok mu şeker? Hadise: Corç Şeker! Murat Boz: Ben şeyi anlamadım, neden Corç ve neden Şeker? (Burada Murat Boz sanki biliyor ama özellikle soruyor gibiydi) Gökhan Özoğuz: Baba Türk, anne yabancı galiba. Corç: İkisi de Türkiyeli de ben Ermeni’yim ama Ermenilerde de Corç yok…. Belki iddialı olacak ama bu diyalogu ekran başında izleyen hiçbir Ermeni yoktur ki heyecanlanmasın. Özellikle de 50,60 yaşlarındaki Ermeniler, hani çocuklarını “Aman her yerde Ermeni olduğunu belli etme”, “Kamusal alanda Ermenice konuşma” diye tembihleyen o nesil için ayrı bir heyecan kaynağıdır. Corç Şeker, “Ermeni asıllıyım” veya “Ermeni kökenliyim” diyerek kaçak dövüşmedi, “Ermeni’yim” dedi ve ortaya atıldığından bu yana hararetli tartışmalara sebebiyet veren, Anayasa’da da olması talep edilen tanımlama olan Türkiyelilik kavramını açık açık kullandı. Yani kendisi için riskli olabilecek iki tanımlamayı kem küm etmeden, sakince ve içtenlikle söyleyiverdi. Sıkı bir sese sahip olan Corç Şeker, juri üyelerini de etkiledi ve Hadise hariç tüm üyeler dönerek takımlarına almak için oldukça çabaladılar. Şeker’in seçimi ise, Ebru Gündeş oldu. BBG evi fenomenleri Edi ve Viken Bu ekranlarda ilk olmuyor, bundan 12 yıl önce ‘Biri Bizi Gözetliyor’ yarışmasının ikinci sezonunda, Edi isimli bir Ermeni katılmıştı. Edi, birçok Ermeni için çok heyecan vericiydi. Ermeniliğini gizlemeyen ve devamlı haç çıkaran bir Edi vardı karşımızda. Haç takamaya korkan, Hristiyanlığını gizleyen, haç taktığı zaman da haçını gizleyen ve başına bir şey gelir korkusuyla ailelerin haç takmalarına izin vermediği çocukların olduğu bir dönemde Edi sayesinde Ermeniler belki de bir eşik atlamıştı. Edi’nin birinci olması büyük bir coşkuyla karşılandı, bu durum birçok Ermeni için acaba Türkiye’de bir şeyler değişebilir mi sorusunun barındırdığı umudu bahşetti. 2003 yılında BBG yarışmasına bir başka Ermeni, Viken Jamgoçyan katıldı ve Viken de birinci oldu. Toplam beş sezon gerçekleştirilen bir yarışmanın 2 sezonunu Ermeni’nin kazanması Ermeniler için büyük olaydı. Tabii ki Ermeniler oylar attılar, oy atılması için çabaladılar ama bu birincilikler salt 50 bin Ermeni’nin oylarıyla olacak iş değildi. Türkiye’nin dört bir yanından hatırı sayılır bir hayran kitlesi kazandı iki yarışmacı da. 10 -12 yıl sonra yine fenomen bir yarışmada juriyi etkilemeyi başaran Corç Şeker’i görmek heyecan verici. ‘Vay be’ci yaklaşım vs. ‘İşini biliyorcu’ yaklaşım Corç Şeker yarıştıktan sonra sosyal medyada da birden trend topic oldu. Ekşisözlük’te 2 türlü yorum ve bu yorum ekseninde Twitter’da yer alan bazı yaklaşımlar dikkatimi çekti. 1- Helal olsun veya ‘vay be’ci yaklaşım “Ermeni olduğunu söyleyerek yarışmayı kazanma şansını sıfırladı, ama helal olsun, tereddüt bile etmedi...” 2- ‘İşini biliyor’cu ve ‘lobici millet bunlar’ yaklaşımı “Ermeni olduğunu söyleyerek, jüri elemesi haricinde yarışma kazanmayı garantilemiş eleman. BBG evlerini hatırlayın. O zaman Ermeni yarışmacı varsa birinci olurdu. Ermeniler böyle konularda çok destekçi oluyor.” Bu yaklaşımlardan ilkinin doğru olup olmadığını zamanla göreceğiz, umarım gerçekleşmez. Kazanması şart değil ama devam etmeyi hak eden sıkı bir sesi var. Bu yarışmada hiç şüphesiz ki Corç Şeker birileri için önce Ermeni sonra iyi sesli çocuk olacak. Onun Ermeni olması iyi sesli olmasını kamufle edecek. Şimdiden internete yüklenen video başlıklarına Ermeni Corç Şeker yazılmış bile. Birileri için ise önce ‘iyi sesli çocuk’ sonra Ermeni olacak. İyi sesli olması Ermenileri sevmeyen kesimin duygularını kamufle edecek. Ermeniler için de hem iyi sesli hem de Ermeni çocuk olacak. Belki Ermeniler oy verirken daha sübjektif olacaklar. Nasıl olmasınlar ki? Ünlü bir Amerikan filmi izlendiğinde filmin sonunda isim listesinde oyunculardan birisinin veya ışıkçının Ermeni olduğunu görüp heyecanlanan ve gururlanan Ermenilerin yaşadığı veya Kardashian Show’da “Evde Ermeni konyağı” var denmesinin bile bir Ermeni’nin yüzüne gülücük kondurduğu Türkiye’de bu çok doğal. Az kalmak böyle bir şey. O şarkı neden Ermenice olmasın? Twitter’da göze çarpan yorumların bir kısmı ise şöyle: -Corç Şeker diye isim koyacak kadar ne yaşadı annen baban? Diye sormuş biri Aşk yaşamış olmasınlar? -En çok sorulan sorulardan biri: ‘Babanla annen Türk ise sen nasıl Ermeni ve Corç oldun?’ Buyrun bir yorum: ‘Arkadaşm Corç Şeker nasıl bir isimdir yauuuu:) Hayır George da değil bildiğin Corç la. Anası babası Türk’müş, kendi Ermeni’ymiş, hayırlısı.’ Corç annem, babam Türkiyeli dedi, Türk demedi, buna benzer yüzlerce tweetten anladığımız üzere Türkiye halkı ‘Türkiyelilik’ kavramına aşina değil. Bu kadar yanlış anlaşılma tesadüf olamaz. Türkiyelilik kavramının sanırım tane tane açıklanması gerekiyor. Bir de o nasıl isim diyerek dalga geçenlerle ve Corç’un ismiyle barışık olmadığını varsayarak faturayı nüfus müdürüne çıkaranlar var… ‘Corç Şeker; Senin nüfus kaydını yapan memur anaokulu terkti herhalde.’ ‘Nüfus müdürü nasıl bir şerefsizdiyse artık. Corç Şeker ne la? İlerleyen haftalarda Corç Şeker ekseninde gelişen birçok tartışmaya veya yoruma tanık olacağımız aşikâr. Corç Şeker Ebru Gündeş’le çalışmayı tercih etti. Yarışmada, milyonların önünde Ermenice bir şarkı ve mümkünse Sarı Gelin harici bir şarkı söylese; mesela bir duduk eşliğinde Dle Yaman patlatsa veya Sareri Hovin Mernem söylese? İşte o zaman belki de Edi’de yaşanılan hissiyat artarak yeniden yaşanır, illa birinci olmasına da gerek yok. O ses eğer bir de Corç Şeker olursa ne âlâ…" Agos Gazetesi
-
Ölmeden Önce Görülmesi Gereken Yerler
Evet mesela ben dün şu birkaç ileti yukarıda duran muhteşem salıncakta nasıl korka korka ama bir yandan da müthiş bir heyecan duyarak sallandım biliyor musun? Birgün hepsini görebilir miyim bilmiyorum ama çok isterim.
-
Dünyanın En Zehirli Yerleri
Evet haklısın, insanlarda bu para kazanma hırsı olmasa aslında paraya öylesi tapmasalar bu yukarıda adı geçen yerlerden hiçbiri zehirli olmayacaktı. Okuduğum kitapta yazıyordu "yeni tanrımız ve tapınma biçimimiz" diye... Kapitalizm'den bahsediyor...
-
Post Mortem (Ölümden Sonra) Fotoğraflar
Mod aynı İyi geceler
-
Post Mortem (Ölümden Sonra) Fotoğraflar
Fizik konusunu tartışmak haddim olmaz, yaram da var zaten bu konuda, gocunurum Aslında anı şöyle: Ben doktor olacaktım, ama lise 1 de Hafize isimli bir fizik öğretmenine denk geldim, kendisiyle yıldızlarımız bir türlü uyuşmadı, ben ondan nefret ettim, ondan nefret etmem beni fizikten soğuttu, fizikten soğuyunca lise 2 de sözel öğrencisi oldum, sonra işte bu hallere kadar geldik. Hayatımın kelebek etkisiymiş meğer bu olay. Ama Hafize Hanım kelebek sayılmaz... Hala kendisini hoş anmam.. Öğretmen olmak zorumluluk ister, hep bunu söylerim, davranış biçimimiz bir insanın geleceğini etkiler. Herkes öğretmen olmamalı, oluyorsa da bunun sorumluluğunu taşımalı... Oysaki fizik hayatın ta içinden.. Fizik yapmayalım, çalışmadığım yerler oralar
-
Uçurtmam Tellere Takıldı - Bir Ahmet Kaya Belgeseli
Ümit Kıvanç tarafından yapılmış "Uçurtmam Tellere Takıldı : Ahmet Kaya için Bir Film" Belgeseli... süre: 1:04:03
-
Post Mortem (Ölümden Sonra) Fotoğraflar
Evet sana katılıyorum ve merak ediyorum bakalım laf lafı daha nasıl açacak burada yeni iletiler gördükçe heyecanlanıyorum.
-
Ölmeden Önce Görülmesi Gereken Yerler
Teşekkür ederim, ben de her gün gitmesem de görmesem de bu fotoğraflarla yolculuk yapıyorum, oturduğum yerden.. Zevkli bir başlık
-
Dünyanın En Zehirli Yerleri
İsviçre Green Gross Vakfı tarafından yayınlanan bir rapora göre işte dünyanın en zehirli yerleri: 1) Gana - Agbogloshie Katı Atık Sahası Burası hurdaların toplandığı bir bölge; özellikle çanak uydu, bozuk televizyon gibi elektronik atıkları bu bölgede topluyorlar. Atıkların içindeki bakırı çıkarmak için kablolar yakılırken ortaya çıkan kurşun ise canlı hayatını ciddi oranda tehdit ediyor. 2) Endonezya - Citarum Nehri / Cava Adası Burası sıradan bir içme suyuyla kıyaslandığında içme suyundan neredeyse bin kat daha kirli. Bunun nedeni ise civardaki fabrikaların endüstriyel atıkları.. Nehir yüksek oranda aliminyum ve demir içermekte... Vakti zamanında Cava'nın su ihtiyacını karşılayan bu nehir her ne kadar zehirli olsa da hala halk için önemli bir geçim kaynağı 3) Dizerşinsk Sanayi Bölgesi - Rusya Burası Rusya'nın en önemli kimya endüstri merkezlerinden birisi. 1930-98 yılları arasında 300 bin ton kimyasal atığın maalesef yanlış bir yöntemle imha edilmesi yüzünden kimyasallar suya, havaya ve toprağa karışmıştır. O bölgede yaşayan kadınların 47, erkeklerin ise 42 yaş civarında ölmeleri sanırım bunun insan ömrünü ne şekilde etkilediğinin bir göstergesidir. 4) Tabii ki Ukrayda ve Çernobil Nükleer Santrali Bu konuyu burada anlatmama gerek yoktur sanırım, başka bir sayfada buna son derece ayrıntılı değinmiştim. Yönlendirme yapayım. Hayalet Şehir Pripiat 5) Hazaribagh - Deri Fabrikaları / Bangladeş Burası da deri fabrikalarının bir araya geldiği bir bölge, Farikaların zehirli atıkları başkent Dakka'nın en önemli su kaynağı olan Buriganga Nehri'ne boşaltılıyor. Kullanılan yöntem eski olduğundan da nehre aktarılan zehirli atık miktarı ortalamaya vurulduğunda günlük 22 bin litre! 6) Kabwe - Kurşun Madenleri / Zambiya Kabwe, Zambiya'nın en büyük kentlerinden birisi ve burada yaşayan çocukların kanı yüksek oranda kurşun içermekte. Kurşun madenlerindeki eritme işlemleri yüzünden ağır metaller toz parçacıklar haline dönüştürülüyor ve bu parçacıklar da havaya ve toprağa karışıyor. 7) Kalimantan - Altın Madenleri / Endonezya Kalimantan, Borneo Adası'nın Endonezya'ya bağlı kısmında bulunuyor. Bu bölge, denetimsiz yapılan doğa talanıyla ünlü.. Altın madenleri yüzünden zehirli cıva açığa çıkıyor. Yılda yaklaşık 1000 ton cıva havaya, toprağa ve suya karışarak canlı hayatını tehdit ediyor. 8) Matanza - Riachuelo Nehri / Arjantin Arjantinde yer alan 15 bine yakın fabrikanın zehirli atıklarını boşalttığı Riachuelo Nehri'nde yüksek miktarda çinko, kurşun, bakır, nikel ve diper ağır metaller bulunmaktadır. Yerel halkın özellikle bağırsak ve solunum yolu hastalıklarından şikayetçi olduğu bölgede, Green Cross raporuna göre kimyasal madde üreticileri bu kirlenmenin üçte birinden sorumlu. 9) Nijer Deltası / Nijerya Nijerya nüfusunun %8 lik bir dilimi bu deltanın etrafında konumlanmıştır. Bölgenin yeraltı suları ve toprağı, petrol ve hidrokarbon nedeniyle tehdit altındadır. Yılda ortalama 240 bin varil petrol, kazalar ve petrol hırsızlığı nedeniyle doğaya karışmaktadır. 10) Norilsk / Rusya Norilsk kentinden her yıl yaklaşık 500 ton bakır ve nikeloksite ek olarak, 2 milyon ton kükürtdioksit havaya karışmaktadır. Kirlilik oranının ne kadar yüksek olduğu ise bu bölgede yaşayan insanların genel Rus nüfus oranına göre 10 yıl daha az yaşadıklarından çıkarılabilir. NTV
-
Post Mortem (Ölümden Sonra) Fotoğraflar
Bu arada ne kadar verimli bir başlık oldu bu, her şeyi tartışıyoruz Keyfine doyum olmuyor buranın...
-
Ahmet Ümit'in Son Kitabı - Beyoğlu'nun En Güzel Abisi
Bu aralar bir gezi direnişi mevzusu hakim yeni çıkan romanlara, tabii Ahmet Ümit de bunu es geçmemiş ama konuyu sanki romana sonradan yedirilmiş gibi... Bilmiyorum belki de o sıralarda yazıyordu haaa bunu da ekleyeyim dedi, gerçekçi mi peki yok bence biraz gerçekliğinden kaçmış. Aslında Gezi Direnişi şanıyla yazılacaktır tarihimize, bu nedenle kullanmakta bir sakınca yok, tabii kullanılacak ama korkmamak gerek, madem romanda bu konuyu kullanacaksınız o halde geçiştirmeden, korkmadan yapın bu işi, direnişi malzeme olarak değil, konu olarak anlatın... Haksız mıyım? Onun dışında son bir iki romana göre daha iyi bir roman olmuş Beyoğlu'nun En Güzel Abisi... Ahmet Ümit okuyor olmanın zevkini alıyorum yeniden nihayet... Kalabalık bir kadrosu var kitabın, katil adayları da kalabalık dolayısıyla... Bakalım ne olacak sonunda? Bu arada Ahmet Ümit kitapta kendisinden de bahsediyor, Nevzat Başkomiser'in komşusu sakallı yazar ta kendisi. Özellik olarak da kendisine elini verip kolunu kaptırdığın türden bir adam yaftası yapıştırmış.