-
İçerik Sayısı
3.258 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
9
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
DİPNOT tarafından postalanan herşey
-
Şimdi... Söylenen söze bakalım... '' Bana ne kardeşim ... Almanya ' daki Deniz Feneri davasından bana ne !.. '' Zaten kendi ülkenizin bir devlet adamı kalkar da bu sözleri söyler ve bu zihniyette olduğunu belli ederse ; iş bir başkasına kalıyor ki , işte o zaman o ülke hukuk adamları '' bana ne '' demiyor ... Peki ya ne diyor ? '' Gel bakalım arkadaşım ... Ne topladın , ne yaptın , kime verdin ?.. Şu hesabı bir koy bakalım ortaya '' diyor . Sen kal hem AB ipine dört elle sarılmış gibi görüneceksiniz , hem de işinize gelmediği zaman , o ülkede sizi de ilgilendiren hukuksal bir konuda '' bana neci '' kesileceksiniz . Ne yazıkki bu talihsiz sözler sadece bir siyasetçiyi , bir partiyi ya da bir hükümeti bağlamıyor ... Tüm ülke insanlarını refüze ediyor . Bu nedenle bizler sayın Bakan ' a katılmıyor ve sade yurttaşlar olarak , bu skandal , bu vurgun karşısında '' bana ne '' demiyoruz . Hukukun ve adaletin tecellisi için de sonuna kadar '' bana neci '' olmayacağız . Çünkü bizler; dünya arenasında , bu ülke insanları olarak hep '' temiz elli , temiz yürekli , temiz düşünceli , temiz ahlaklı '' olarak yer almak istiyoruz . Köhnemiş , çürümüş , yitik ülke insanları olmak arzusunda hiç değiliz... Olmayacağız... Saygılar.. DİPNOT..
-
Sayin DIPNOT herzamanki gibi büyük degersin...
yazilarinda hic bir pürüz görünmeyen tekden degerli yazar bir arastirmacisin..
ben bunlari görebiliyorum...
seker bayramin kutlu olsun
-
'Bana Ne Ya'... Hiçbir söz, AKP iktidarını Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in söylemi kadar net biçimde açıklayamaz. Alman yargıç, üstelik dört isim vererek Almanya’da yargılanan Deniz Feneri’nin Türkiye’den idare edildiğini tutanaklara geçirdi. Üstüne üstlük mahkeme kimilerini suçlu, kimilerini sorumlu bulduğunu açıklarken davanın siyasal, daha doğrusu partisel ayağı olduğunu duyumsattı. Kamuoyu baskısı, medyanın sürekli yayınları, suç duyuruları nihayet Ankara savcılığını harekete geçirdi. Savcılık Deniz Feneri dosyası ile mahkeme kararını Almanya’dan istemek zorunda kaldı. Almanya’daki Deniz Feneri davası AKP iktidarını fena halde sinirlendiriyor. Bu konuyu Adalet Bakanı Şahin’in şu söylemi aydınlatıyor: “…Bana ne ya! Bana ne… Almanya’daki bir derneğin yöneticileri yanlış yapmışlarsa, yargılanmışlarsa, benim iktidarımdan buna ne?..” Haklı. Zira AKP öyle bir iktidar ki, kendine yontamadığı her olaya, her soruna “bana ne ya” mantığıyla bakıyor. Oysa bir yerde olayda sorumlu olan sizsiniz ve AKP’dir Sayın Şahin. Zira: Adalet Bakanı olduğunuz için… Türkiye’de ve Almanya’daki Deniz Feneri sorumlularını dinci ve siyasal kişilikleriyle AKP’ye yakın oldukları için… Almanya’dan (örneğin Zahid Akman gibi) kuryeler aracılığıyla milyonlarca Avro RTE’nin akrabası olan Zekeriya Karaman’a elden verildiği için… Din sömürüsü ile toplanan paraların fakir fukaraya ulaştırılması yerine dinci siyasete hizmet verecek bir TV kanalı kurmak amacıyla kullanıldığı için… *** Lakin AKP iktidarının kimyası bu… Yolsuzluk arttı. Rüşvetten geçilmiyor. Şaban Dişli... Derken iktidarın ikinci adamı DMM Fırat hayali ihracatla suçlanıyor... AKP belediyelerde imardan rant elde etme yarışının ön plana çıkardığı yolsuzluklar. AKP’li bir tanıdığı olmayan küçük esnafın devlet dairelerinden iş çıkarması olanaksızlığı. Yoksulluk giderek çoğalıyor. Açlık sınırı çoktaaan sınırı aştı. Sorumluluk kimde? Başbakan ve bakanlara, partinin ikinci adamına göre muhalefetle medyada! Hep bir ağızdan “Bana ne ya” diyebilen aynı çamurdan bir yapı. *** Başbakan hocaları, önderleri. Kendini AKP duvarına asılı dev aynasında gören, namus ve ahlak simgesi sanan Dengir “Mir”in ağzı, RTE’yi kıskandıracak ölçüde bozuk... Bakanları ise; sorumluluktan yan çiziyor. Din yolunda AKP’den ayrılmaları olanaksız yandaş yazarlar bile ayyuka çıkan yolsuzluklarla rüşvet olayları karşısında artık RTE ile AKP’nin davranış ve tutumunu eleştiriyorlar. İçlerinden biri (İslami kesimin entelektüel kalemi diye anılan Mehmet Şevket Eygi): “...Eline para geçen Müslümanlar, çağdaş hayata züccaciye dükkânına giren fil gibi girdiler. Lüks meskenlere, binitlere, giyim-kuşama trilyonlarca dolar harcandı. Para, mal, servet ve zenginlik tuzağına düştüler. İslami hareket ve siyasal İslam kirletildi. Haram yeme çağı açıldı. Bazıları o kadar kudurdular ki, banyo musluklarını altınla kaplattılar. Brezilya’dan granit aldılar. 5 yıldızlı otelleri beğenmeyip 7 yıldızlılarda caka sattılar…” diye yazıyor. Az yazmış, ama öz yazmış. Sergilediği tablo gerçeği yansıtıyor: Müslüman RTE’nin, Müslüman AKP’lilerin yolsuzlukla, rüşvetle, siyasal nüfuzla yarattıkları AKP Türkiye’si... Cüneyt ARCAYÜREK / 3 Ekim 2008 - Cumhuriyet
-
Kilise, Darwin'den neden özür diledi?... Anglikan Kilisesi 126 yıl sonra Charles Darwin’den özür diledi. Giordano Bruno dünyadan başka pek çok gezegen bulunduğunu söylediği için 1600 yılında Katolik Kilisesi’nin kararıyla Roma’da yakılarak öldürüldü. İşin tuhafı Bruno tanrıyı reddetmiyor, Tanrı ile evrenin iki ayrı cevher olduğuna karşı çıkarak bunların aynı gerçeğin iki farklı yansıması olduğunu iddia ediyordu. Galileo Galilei, kilise tarafından uğradığı türlü baskılar sonucunda dünyanın döndüğü iddiasından vazgeçmek zorunda kaldı. Galilei’nin tanrı inancı da tamdı ama bilimsel yaklaşımı kilisenin tanımlarına uygun değildi. Yaşamının son dönemini evinde müebbet hapisle tamamladı. Charles Darwin, Bruno’dan ve Galilei’den daha şanslıydı. Sanayi devrimine doğru giden yolun yarattığı altyapı dünyayı değiştirmişti. Dinle devlet yönetiminin ayrılmasını bilimin dinsel öğretiden kopması izlemişti. Darwin böyle bir altyapıda yetişti. Açıkladığı görüşler Giordano’nun ve Galilei’nin görüşlerine göre kiliseye çok daha tersti. Eğer bu görüşlerini Giordano ve Galilei’nin yaşadığı dönemde öne sürmüş olsaydı kazığa geçirilmekten ya da diri diri yakılmaktan kurtulamazdı. Ama dediğimiz gibi devir değişmiş insanlar bu tür düşüncelere karşı daha hoşgörülü olmuşlardı. O nedenle kilise, Darwin’in görüşlerini reddetse de ona karşı bir şey yapamadı. Kaldı ki o tarihte Darwin’in görüşlerini destekleyenlerin sayısı da az değildi. Bu kez onun teorisini insanın maymundan geldiği iddiasıyla özdeşleştirmeye çalıştılar. Bütün bunlara karşın Darwin’in türlerin kökenini anlatan kitabı, dünyanın en çok okunan kitaplarından birisi oldu ve çok yandaş buldu. Zaman içinde kilise önce Bruno’nun ve Galilei’nin haklı olduklarını kabul etmek zorunda kaldı. Bilim ve teknoloji hızla ilerliyordu ve kilisenin evren ve yaratılış teorisinin birer hurafeden ibaret olduğu bir bir anlaşılıyordu. Darwin teorisine çok uzun süre direndi kilise. Nihayet sonunda ona da direnemez oldu. Çünkü dünyanın her tarafından evrimle ilgili çok sayıda kanıt geliyordu. Bana sorarsanız dönüm noktası, Tiktaalik Rosaea’nın bulunuşudur. Bu konuda 16.04.2006’da yazdığım bir yazıdan bir alıntı yapmak istiyorum izninizle: “Evrim kuramına karşı olanlar, kendi görüşlerini kanıtlamak gibi bir zorunluluk içinde olmadıklarından, evrim kuramının geçersizliğini kanıtlamaya uğraşıyorlar. En çok ileri sürdükleri iddia bir türden ötekine geçişle ilgili ara formlara ilişkin fosillerin bulunmadığı iddiası. Bu iddiayı ileri sürenlere göre örneğin zamanın bir dönemecinde balıkların bir bölümü evrim kuramında ortaya atıldığı gibi koşulların gerektirdiği bir nedenle sudan çıkıp kara hayvanına dönüşmüş ise yarı balık, yarı sürüngen bir yaratığın fosilinin var olması gerekiyor... Nature Dergisi’nin 5 Nisan 2006 tarihli sayısında yayımlanan bir makalede... Tiktaalik Roseae’nin, 385 milyon yıl önceye tarihlenen Panderichtys adı verilen balık fosiliyle 365 milyon yıl önceye tarihlenen Acanthostega adı verilen ilk dört ayaklı kara canlısı fosili arasındaki geçiş formu olduğu öne sürülüyor. Tiktaalik Roseae, sığlaşmaya başlayan sulardan çıkıp karada yaşamaya hazırlanan bir türün görünümünü ifade ettiği ve balıktan kara sürüngenine geçişin ara formunu gösterdiği için evrimle ilgili olarak, daha önce bulunan bütün fosillerden daha net bir kanıt olarak ortaya çıkmış bulunuyor.” İşte bu buluş bence kiliseyi pes ettirmiş, evrim kuramına karşı çıkışını gözden geçirmesine neden olmuş ve işi Darwin’den özür dilemeye kadar getirmiştir diye düşünüyorum. 1979 Nobel Fizik ödülü sahibi Steven Weinberg, “Günümüzde, özellikle Batı’nın yerleşik din kurumlarında doğanın dinsel yollardan açıklanması çabasına son verildi ve bu alan bilime bırakıldı” diyor. Kilisenin önce Bruno ve Galilei’nin kuramlarını kabulü sonra da Darwin’den özür dilemesi bu yaklaşımın somut göstergeleri. Buna karşın kilisenin özrünü fazlaca büyütmemek gerekir. Kilise önce karşı çıktığı sonra kanıtlar karşısında pes edip kabul ettiği bütün bilimsel buluşları bir şekilde yaratılışın içine monte etmekte becerikli davranarak çevresinde toplananları kaybetmemeye çalışıyor. Bu özür aslında kilisenin evrimi yaratılış yaklaşımına monte etmesinin biraz zaman almasından kaynaklanan özrüdür. Kimsenin buradan hareketle kilisenin bilimsel bir yaklaşım içine girdiği zehabına kapılmaması gerekir.Buna karşın kilisenin bu özür dilemesini laiklikten daha önemli olan din ile bilimin birbirinden ayrılması yaklaşımına verilen bir onay olarak kabul edersek Anglikan Kilisesi’ni takdir etmek gerekir. _____________________________________________/__________________________________________________ MAHFİ EĞİLMEZ/EKONOMİ / 28/09/2008
-
Kültür erozyonu yorumu gerçekten trajikomik bir yorum olmalı. Arapların bile ‘iyd el-fitr’ dediği ve bizim dilimizde anlamı olmayan Arapça ‘Ramazan’ kelimesi ile bayram adı koymamız kültür erozyonu değil de ‘Şeker Bayramı‘ dememiz mi kültür erozyonu oluyor. Arap kültür emperyalizminin kuşatması altındaki bu akım ne yazık ki Türk kültürü ile Arap kültürünü birbirine karıştırıyor. Arap kültürünü kendi ulus kültüründen ileri gören zihniyetler yönetiminde olduğu sürece daha çok Araplaşma tehlikesi bizi bekliyor Unutulmasın burası Türkiye ve burada Türkler yaşıyor Araplar değil!Her toplum kendi kültürünü yaratıp yaşattığına göre, ülkemizde de bu bayram iki adıyla birlikte yıllardır anılıyor.Yani adı şimdi değişmiş değil. Bazı kurumlarla ‘şeker gibi’ geçinen, örneğin ABD Başkanı’nın özel ricasıyla Bursa’da yargı kararlarına rağmen Amerika’nın Cargill şekerine ayrıcalıklar tanıyan Başbakanı’n bayramın adındaki ‘şeker’e olan hassasiyetinin nereden kaynaklandığını doğrusu bilmek isteriz! Arap kültürüyle değil biraz ülke sorunlarıyla ilgilenmek konusunde sizi kim engelliyor... Herşey bitti şimdi sıra insanların bayramlarına geldi öylemi... Pes artık! Ve böyle saçmalıklara bu toplum daha ne kadar dayanacak gerçekten çok merak ediyorum... ......................... ..................... http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=em&xl...et/w/c1509.html
-
KEMAL KILIÇDAROĞLU vs DENGİR MİR MEHMET FIRAT
DİPNOT şunu cevapladı bir başlık içinde Güncel Konular
************* Yani bunlar için hırsız bizim hırsız ise koruyup kollayacaksın, görmezden geleceksin, rahat bırakacaksın, üzerine asla gitmeyeceksin mantığı.. Ama aynı işin yüzde birini yapan eğer senin karşıtın ise bire bin katarak anasından emdiği sütü burnundan getireceksin. Böyle şey olurmu sizce... Olmaz... Ama bunlar için olur (tabirinizle seçmeni de, seçilmişi de), hemde bal gibi olur... Saygılar... DİPNOT... -
KENDİSİNDEN ÖNCE BAŞKALARINI DÜŞÜNENLER (ALTRUİZM) Hepimiz Darwin'in doğal seçilim kuramını biliyoruz. Kurama göre doğaya en iyi uyumu sağlayan organizmanın hayatta kalma olasılığı ya da doğal seçilim yoluyla genlerini bir sonraki kuşağa aktarabilme yetisi daha yüksek oluyor. Yüzeysel olarak düşünecek olursak, başkaları için kendinden fedakârlık yapma davranışı doğal seçilim fikrine ters düşüyor gibi görünüyor. Çünkü diğerleri için kendinden ödün veren bir organizma, bir bakıma hayatta kalma şansından da ödün vermiş oluyor. Bu nedenle de beklentimiz kendini feda etme davranışının evrimsel yok oluşu doğrultusunda olsa da, niçin halen kuvvetle varlık sürdürebildiği akıllarda soru işareti uyandırıyor. İşte, yıllarca altruistik davranışın temellerini sorgulayan biyolog ve psikologların ortaya koydukları açıklamalar zihnimizde oluşan bu soru işaretlerinin yanıtı oluyor. Altruizm kişiye maddi ya da manevi bir yük getirmesine rağmen diğerleri için gönüllü yardımlarda bulunması anlamına geliyor. Kendinden bir şeyler feda ederek diğerlerine yardımlarda bulunma davranışı içeriğinde genellikle empati barındırıyor. Empati, diğerlerinin duygularını anlayabilme ve olaylara onların penceresinden bakabilme anlamı taşıyor. Daha açık ifade edecek olursak, yardıma ihtiyacı bulunan kişilerin hissettiklerini anlayabilen ve kendisini onların yerine koyabilen birey, büyük yüklerin altına girme pahasına bile olsa onlara yardım etmeye devam ediyor. Kan bağımız olanlara yardımcı olarak kendi genlerimizi de koruma altına almış oluyoruz. Anne-çocuk ilişkisinde annenin yaptığı fedakârlıklar da altruistik davranış şekli olarak görülebiliyor. "Yemeyip yediren, giymeyip giydiren" anne, zamanının ve kaynaklarının birçoğunu çocuğu için harcıyor. Tam bu noktada evrimsel psikologlar, bireylerin kendi hayatta kalımlarından çok genlerinin hayatta kalımı için savaşım verdiklerini hatırlatıyorlar. Her ne kadar bilinçli olarak böyle bir düşüncenin farkında olmasak da, aslında her şeyi genlerimizi hayatta tutabilmek için yapıyoruz! Bahsettiğimiz bu güdünün terimsel karşılığı akraba seçilimi . Kan bağımız olanlara yardımcı olarak kendi genlerimizi de koruma altına almış oluyoruz. Öyleyse evrimsel pencereden bakılınca kendini feda etme davranışının gen ortaklığının fazla olduğu yakın akrabalara yönelik olması bekleniyor. Ancak bazı durumlarda yakın kan bağımızın olmadığı kişiler için de büyük fedakârlıklar yapabiliyoruz. Bilim insanları bu davranışıysa karşılıklı altruizm olarak değerlendiriyorlar. Birey diğerine yardımcı olurken, bir zaman içinde kendisinin de ondan yardım göreceğini umuyor. Arkadaşlıkların çoğunda yapılan fedakârlıklara karşılık bekleniyor. Karşılıklı altruizm için okul arkadaşlıklarını örnek verebiliriz. Oyun saatinden ödün verip tüm gece çalışarak ödevini tamamlayan bir çocuk bunu bir diğer arkadaşıyla paylaşırken mutlaka ki ileride kendisi de benzer bir yardım görme beklentisi içinde oluyor. Kimler Daha Yardımsever? Hepimiz farkındayız ki bazı kişiler diğerlerine göre daha yardımsever oluyor. Bunun nedenlerini araştıran bilim insanları yardımseverlikle ilişkili karakter özelliklerini açığa çıkarmaya çalışıyorlar. Buna dair öne sürülen kuramlardan biriyse kişisel normlara gönderme yapıyor. Norm "standart model" olarak benimsenen anlamına geliyor. Kişisel normlarsa kişisel değerlerimizi oluşturuyor. Eğer ki yardımseverlik kendi normlarımızda değerli bir yere sahipse, bu davranış öz tatmin sağlıyor. Daha açık ifade etmemiz gerekirse, böyle kişiler için yardımseverlik aslında bir şekilde yardım eden kişinin kendi kendini tatminiyle de ilişkili bir davranış şeklini alıyor. Trafik kazaları sonrasında gönüllü ilk yardım yapanlar üzerinde yürütülen bir çalışmada yardım eden kişilerin sosyal sorumluluk duygularının daha yüksek olduğu saptanmış. ---------------------------------------------------------------- DİPNOT:http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/insan.htm
-
Kaçacak yer yok!... İzleniyoruz, dinleniyoruz, takip ediliyoruz... Ofiste kullandığımız bilgisayarımız, yazışmalarımız, tıkladığımız her sayfa, baktığımız her resim yerimizi, duruşumuzu ve mahremiyetimizi deşifre etmek için kullanılıyor. Kapitalist sistemin son numarası, şirketlerdeki “performans raporlamaları” ise çalışanların bilgisayar üzerindeki tüm hareketlerini takibe alıp, mahremiyet sınırlarını aşıyor. Bilgisayarlardan evde de işte de uzak kalamıyoruz, ama bu yakın iş arkadaşları sır tutmayı pek de bilmiyor. Elbette suçlu onlar değil, ama bilmemiz gereken mahremiyetinizin özellikle ofisteki bilgisayarınızda ihlal ediliyor olduğu. Çünkü ister iş performansımız ister de kişisel çıkarlar için olsun bilgisayarlarımız izleniyor. Geçen yıl Amerika’da yapılan bir araştırmanın sonuçları da bunun kanıtı. Sonuçlar vahim, araştırmaya katılan patronların, çalışanlarının ziyaret ettiği siteleri izleme oranı yüzde 76. Patronların yüzde 50’si çalışanlarının özel dosyalarına da ulaşırken, yüzde 35’i özellikle e-posta yazışmalarını takip ediyor. Hatta araştırmaya konu olan şirketlerin yüzde 23’ünde bu takipler sonucu işten çıkarmalar da yaşanmış. Türkiye’de böyle bir araştırma henüz yok, ama işin içindekiler durumun ciddiyetinin farkında. Ofiste bilgisayardaki kişisel mahremiyet tüm dünyada davalara da konu olmuş durumda, ama kanunlar şu an için bir sonuç vermiyor. Patronlar çalışanlarının zamanlarını nasıl “değerlendirdikleri” konusunda meraklanmaya başlayınca ilk başvurdukları yer ağ yöneticisi olan bilgisayar oluyor. Kimi şirketlerde bu iş için departmanlar bile kurulmuş. BBG odası da denilebilecek güçte yazılım ve donanıma sahip bu odada bilgisayar kullanan her çalışanın bıraktığı izler takip edilebiliyor. Patronun çalışanının mahremiyetini izlemesi artık meşru ve gerekli görülüyor. Elbette bilgisayarların izlenmesi yalnızca patronların yaptığı bir şey değil, yetkin bilgilere ve yeterli mahrem merakına sahipseniz istediğiniz kişinin e-postası ya da chat programındaki yazışmaları, internet bankacılığı işlemlerini görmeniz mümkün. Ben de ise son noktayı başka bir şirketteki arkadaşıma e-posta ile bir yemek teklifi yaptığımda bana geri dönüp “iş dışındaki konuları buradan konuşmayalım, tüm yazışmalarımız kontrol ediliyor” demesi koydu. Sonra da epey kafama takılan bu soru bu yazıya konu oldu. Önce çevremdekilerle konuştum, meğerse pek çoğunun başından bu tür sevimsiz olaylar geçmiş. Sonra da gazetenin “bilgisayar sistemi” servisine çıkıp kafamdakileri sordum. Yanıtlar korkutucuydu, kullandığım bilgisayardaki her türlü bilgi, yazışma ya da internet üzerinden kullandığım şifreli alanlar onlardan bağımsız değildi. Elbette bu bir “iç güvenlik” hadisesiydi. Sistem servisindeki arkadaşımın bana son sözü ise “internette ve işteki bilgisayarında bilgin düzeyinde güvendesin, yani ne kadar çok bilgi o kadar mahremiyet” oldu. Gilbert K. Chesterton “neden açıldığını bilmediğiniz bir kapıyı sakın kapatmayın” diyordu, evet 21. yüzyıl internetin sayesinde tüm kapıları açıp, sınırları kaldırdı. Peki ya şimdi, neden açıldığını bildiğimiz bu kapıyı nasıl kapatacağız? Biz de konuyu McAfee Secure (Kurumsal internet güvenliği üzerine çalışan, bir Amerikan firması) Türkiye Temsilcisi İnan Taptık ve bu durumdan mustarip olanlarla konuştuk. İzlemenin adı “Performans raporlama”... - Şu aralar pek çok kişi “dinlenme ve izlenilme” paranoyası yaşıyor. Cep telefonu, internet derken işin bir de çalışma ortamı boyutu var. Yani ofiste kullandığımız bilgisayarlar da izlenmeye açık. Siz de internet ve ağ güvenliği konusunda tecrübelisiniz. Bu durum düşündüğümüz kadar vahim boyutlarda mı? Denetimlerimizin sonucunda çıkanlar şaşırtıcı, zaten otoritenin çalışanlarının bilgisayarlarını büyük ölçüde izlediğini biliyoruz, ama çalışanların birbirini izlemesi bizi epey şaşırttı. Türkiye’deki büyük şirketlerin denetimleri sırasında yüzde 50’inden fazla bir oranında bu tür izleme programlarını tespit ettik, ama bunların yüzde onu otorite izlemesiydi, yari geriye kalanı çalışanların ve dışarıdan izlemelerdi. - Kişisel izlemeler sizce niye bu kadar çok? Bu oryantal kültüre sahip olmamızın getirdiği bir şey, çünkü biz dedikoduyu, konuşarak üretmeyi seviyoruz. Bu toplumsal bir alışkanlık ya da zafiyet, hepimizde var. Biz, bizi ilgilendirmeyenleri bilmeyi, ortaya çıkarmayı, onlar üzerinden konuşmayı çok seviyoruz. Bunu yaymayı da görev biliyoruz. Hani derler ya bir şeyi iki kişi biliyorsa o sır olmaktan çıkar, hele onu bilen bilgisayarsa o ikinci kişiden çok çok öte bir varlık. Mahremiyet düşkünlüğü gerçekten de önemli sorun. Sanal ortamın meşruculaştırıcılığı da bu işi kolaylaştırıyor. - Siz böyle bir örnekle karşılaştınız mı? Evet, mesela firmadan ayrılan birisi ayrılmadan önce tüm bilgi akışını izleyen bir program yükleyip gitmiş. Biz de bu yazılımın farkına vardık, yönetime götürdük, habersiz olduklarını söylediler. Araştırınca gördük ki bu program şirket ortaklarının birinin evlilik dışı ilişkisine dair tüm internet yazışmalarının, ofis içi iletişimin kayıtlarını tutmuş. Hatta bu bilgiler ile iş tehdit ve şantaja kadar da gitmiş. - Bu casus yazılımlarla bilgisayarlardaki hangi bilgilere ulaşılabilir? Aklınıza gelebilecek her şeye! Bilgisayarın masaüstünü rahatlıkla görebilir, sistemin açılış ve kapanışlarını, hangi programları çalıştırdığınızı, neleri değiştirdiğinizi, hangi web sitelerine girip, neler indirdiğinizden, bankacılık işlemlerinizdeki şifrelerinize kadar her şeye ulaşmaları mümkün. Yani klavyeye her dokunuşunu izlemeleri ve kaydetmeleri olanaklı. Bunlara hem dışarıdan bir bilgisayardan hem de sunucu üzerinden ulaşmaları olanaklı. - Sıradan bir kullanıcı bunun nasıl farkına varabilir? Bunu anlamanız oldukça zor, burada bir sürü program var ve bunlar virüs de değil. Bunlardan biri de yerli bir yazılım. İsmi “Sentinal Professional”. Hatta 11 dilde yapılıp başka ülkelere de satılıyor. “Net Vizer”, “Net Spy”, “E Blaster”, “Spector Pro” isimli pek çok program daha var. Hepsinin farklı etkin edilme kodları var. Yani bu programları görebilmek için şifreli tuş kombinasyonlarını bulup onları görünür hale getirmek gerekli. Ticari olarak satılan 100’ün üzerinde lisanslı, 30-40’ta internet üzerinden ücretsiz indirilebilen programla bu izlemeyi yapmak mümkün. - Bu programların en önemli özelliklerinden biri de sanırım “performans raporları”. Yani çalışanların bilgisayarlarındaki her hareket belli kategorilere göre sınıflandırılıp raporlanıyor. Bu ne kadar insani bir çalışma değerlendirme sistemi? Ben bunun insan haklarına aykırı olduğunu savunuyorum, insan gibi düşünen herkes için de bu böyle olmalı, ama bu işin yaptırımları konusunda, yani mimlenme ve izlenme konusunda yaptırımlar ne olur onu da bilemiyorum. Bir yandan da şu kamusal alan derdi var, yani “burası işyeri, burada yaptığın ve yarattığın her şey bana ait” diyor şirket, yani siz şirkete aitsiniz. Bilgisayarlarınız da ona ait, işte geçirdiğiniz zamanda. Bu yüzden sizin özel hayatınız da dahil her şeyinizi izlemesi onlar için çok meşru bir davranış. İş ve ofis bilgisayarlarının izlenmesi etik değil, yasak, ama yaptırımı yok. Türkiye’de de insan hakları.gov.tr diye bir yer var, ama o da başbakanlığa bağlı, yani siz şimdi nereyi nereye şikâyet ediyorsunuz. Bu biraz ironik bir durum. Yani bu bir sivil toplum örgütünün elinde olmalıyken, zaten baştan taraf olan bir yerin kontrolüne veriliyor. - Size böyle isteklerle gelenler oluyor mu? Biz masanın diğer tarafındayız, bize kurumsal firmalar geliyor ve sistem açıklarını kontrol ettiriyorlar. - Denetimlerinizde casus yazılımları bulduğunuzda neler oluyor? Burada tespit ettiğimiz çarpıcı bir gerçek var, o da yönetimlerde yüzde 80 gibi bir oranın “biz yapmadık” demesi. Yüzde yirmisi durumu kabul ediyor. Çoğu zaman farkında olmadıklarını söylüyorlar, elbette bu mümkün değil. İzleme ve raporlama maliyetleri kullanıcı başına 20 ile 60 dolar arasında değişiyor. Büyük bedeller tutmadığı için bu maliyetler birtakım hesaplar arasında kaynayıp fatura edilebiliyor. Buradan da anlıyoruz ki bu özel hayata dair merak ve müdahale içerikli olabileceği kadar yönetim ile ilgili strateji belirlemelere kadar giden bir durum. Cumhuriyet / Pazar Dergi-
-
Bizim, senin, onun bunun yani hepimizin Dünyası asla yalan değildir... Bu bir kandırmaca... Günlük yaşantımızda zaman zaman duyduğumuz ’Bu dünya boş, ne varsa öbür tarafta var’, ’Bu dünya yalan’, ’Batsın bu dünya’, ’Dünyada ölümden başkası yalan’ gibi bilinçsiz bir şekilde kullanılan bu sözler hatalı ve insan için çok inciticidir... Tam aksine mükemmeliyet noktasında bir tasarıma sahiptir.Mükemmel bir nanobilim üstadıdır. Her şeyi atomlardan başlayarak inşa etme konusunda eşi benzeri yoktur. Milyonlarca değişik türleri barındırmaktadır. Dünyamız, insana rağmen yaşamı korumayı ve sürdürmeyi başarmaktadır. Bu incitici sözler yerine bizimki ’yalan olan bir şey varsa o da yalancının kendi yaşamıdır. Bizlerin dünyası ise canlı, yaşayan ve eşsiz güzellikle bir gezegendir." Çalışkan ve bilgi düzeyi yüksek toplumlar kendi yazgılarını kendilerinin tayin etmektedir... "Önemsiz konularla öldürülen zamanın ve boş tartışmaların, dünya teknolojide hızla ilerlerken bizim uyutulmamızın, ülkemizin gündemini değersiz konularla doldurmanın varlığı moralimizi bozmamalı" Yani; herşey burada, yalan olan öbür taraf... Neden mi söylüyorum bunu.... Şundan... DOĞUMDAN ÖNCE NE İSEK, ÖLDÜKTEN SONRADA O OLACAĞIZ ÇÜNKÜ... Saygılar... DİPNOT... ______________________________________ ______________________________________ Bu arada bu düşüncenin temelini oluşturan Çankaya Üniv. Rektörü Ziya Burhanettin GÜVENÇ'e saygılarımızla....
-
Müslüman ülkelerden ramazan manzaraları...
DİPNOT şurada bir başlık gönderdi: Webmasterlar Tartışıyor
Ramazan manzaraları... Adres... http://www.boston.com/bigpicture/2008/09/o...ng_ramadan.html -
Bendende saygılar sayın yakisikli... Bu arada bir kitaptan bahsedeceğim... Gerçekten ilginç... Ve düşünebilen, araştırabilen, sorgulayabilenler için oldukça faydalı bilimsel bir araştırma... Kitap şu... TANRI: BAŞARISIZ HİPOTEZ... Fizik ve astronomi profesörü Victor J. Stenger’ın God: The Failed Hypothesis aldı kitabı tanrının varlığı konusunda yazılmış ve bu konuyu bilimsel açıdan inceleyen en başarılı kitaplardan biridir. Tanrının varlığına inanın ya da inanmayan, aklınızda sorular, şüpheler olsun ya da olmasın, bu kitabı okumanızı ve bilimin bu konuda neler söylediğini, bilimsel delillerin neyi gösterdiğini, neye işaret ettiğini, hangi argümanları desteklediğini bir fizik ve astronomi profesörünün kaleminden okumanızı tavsiye ederim. Kitabı internette e-kitap olarak bulmanız mümkün. Mesela buradan kitabı indirebilirsiniz. Ama benim tavsiyem kitaba biraz göz atmanız ve eğer beğenirseniz, olanağınız da varsa kitabı Amazon’dan sipariş etmenizdir. Aslında bu kitabı Stenger’ın 2003 yılında yayımlanan ve Türkçe’ye Bilim Tanrı’yı Buldu mu? adıyla çevrilmiş olan Has Science Found God? adlı kitabının devamı, bir adım ileri taşınmış hali olarak görmek mümkün. Her ne kadar çevirisini beğenmemiş olsam da bu kitabı da edinip okumanızın faydalı ve oldukça bilgilendirici olacağını düşünüyorum. Richard Dawkins’in Tanrı Yanılgısı‘nın başına gelenleri gördükten sonra hangi yayımcı kitabevi bu işe girişmek ister bilmiyorum ama God: The Failed Hypothesis Türkçe’ye Tanrı: Başarısız Hipotez olarak, konuya hakim ve yaptığı işin hakkını verecek biri tarafından çevrilirse çok güzel olurdu. Ama ben bunu beklemeden kitaptan bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Aslında paylaşmak istediğim o kadar çok bölüm var ki onun için bunları parça parça aktaracağım. Bu yazımda Mümkün Olan ve Olmayan Tanrılar (Possible and Impossible Gods) başlıklı 9. bölümde Stenger’ın sunduğu Tanrı hipotezine destek sağlayacak varsayımsal gözlemleri sizlerle paylaşacağım. Yapacağım şeyin tam bir çeviri olmadığını, anlatılmak istenen şeyi en uygun Türkçe ile ve net ifadelerle anlatmaya çalışacağımı en baştan belirtmek isterim. Birkaç yerde de açıklama amaçlı olarak köşeli parantez içinde ve italikli font ile kendi açıklamamı ekledim. Tanrı Hipotezine Destek Sağlayacak Varsayımsal (Hipotetik) Gözlemler Tamamen doğal süreçlerin evreni oluşturmak için yetersiz olduğu kanıtlanabilirdi. Mesela evrenin ölçülen kütle yoğunluğu, evrenin tam da sıfır enerji (bunun hiçliğin enerjisi olduğunu varsayıyoruz) konumundan başlaması için gerekli olan değerde çıkmayabilirdi. Bu, evrenin oluşması için enerji korunumunun ihlal edilmesinin yani bir mucizenin gerekli olduğu anlamına gelirdi. Tamamen doğal süreçlerin evrendeki düzeni oluşturmak için yetersiz olduğu kanıtlanabilirdi. Mesela evrenin genişlemediğini ve bir gök kubbe (İncil’de ifade edildiği gibi) olduğunu düşünün. Termodinamiğin 2. kanunu evrenin geçmişte hep olabilecek maksimum değerinden daha düşük entropiye sahip olmasını gerektirecekti. Bu durumda eğer evrenin bir başlangıcı varsa, bu başlangıç dışardan empoze edilmiş bir düzen olmalıydı. Evrenin başlangıcı olmasa bile yani geçmişte sonuza kadar gidiyor olsa bile yine de devamlı artan düzenin kaynağını açıklamamız gerekirdi. [burada kullanılan "firmanent" kelimesi Kuran'daki "sema" yani gök ile aynı anlamdadır. -dv] Tamamen doğal süreçlerin Dünya’nın kompleks yapısını oluşturmak için yetersiz olduğu kanıtlanabilirdi. Mesela Dünya’nın yaşının evrim için çok kısa olduğu ortaya çıkabilirdi. Basit şüreçlerin kompleks yapılar oluşturamayabilirdi. Evrimi yanlışlayan kanıtlar bulunabilirdi. Fosiller evrimle izah edilemeyecek şekilde tarihsel sıralanıştan yoksun olabilirdi. Canlıların tamamı aynı genetik şemaya dayanmayabilirdi. Geçiş türleri gözlemlenmeyebilirdi. İnsan hafızası ve düşünceleri bilinen fiziksel süreçlerle mantıklı bir şekilde açıklanamayan deliller sunabilirdi. Bilim zihnin fiziksel olarak mantıklı bir şekilde açıklanamayan sıradışı güçlerinin varlığını belirleyebilirdi. Bilim sonraki yaşamla ilgili tatmin edici deliller ortaya çıkarabilirdi. Mesela öldüğü kesinleşmiş birinin bilmesi mümkün olmayan ve daha sonradan doğruluğu ortaya çıkan bazı bilgilerle birlikte yaşama dönebilirdi. [bunun teolojik bir temeli olup olmaması önemli değil. Bunlar olabilecek ve olduğu takdirde Tanrı hipotezine destek sağlayacak şeylerdir. -dv] Vahiy ile elde edilen bilgilerin doğrulanmasıyla fiziksel olmayan bir haberleşme kanalının varlığı deneysel olarak onaylanmış olurdu. Mesela bir insan Tanrı’dan aldığı vahiy ile Dünya’nın sonunun tam tarihi öğrenebilir ve daha sonra bu olay gerçekleşebilir. [burada anlatılmak istenen şey normal olarak sahip olunması mümkün olmayan bilgilerin vahiy ile elde edilmesinin Tanrı hipotezine destek sağlayacağıdır. -dv] Dini metinlerdeki mucizevi olayların ve anlatılan hikayelerin doğruluğunu gösteren fiziksel ve tarihsel deliller elde edilebilirdi. Boşluğun mutlak olarak dengeli (stabil) olduğu ve böylece hiçbir şeyden ziyade birşeylerin varolması için bazı aksiyonların olması gerektiği ortaya çıkabilirdi. Evrenin insan yaşamı için çok uygun olduğu ve böylece insan yaşamı temel alınarak yaratılmış olması gerektiği sonucuna varılabilirdi. İnsanlar kıtalar arasında dolaşır gibi gezegenler arasında dolaşabiliyor ve diğer tüm gezegenlerde yaşam desteği için birşeye ihtiyaç duymaksınız yaşayabiliyor olabilirdi. Doğa olayları nötral matematiksel kanunlardan ziyade bazı ahlaki kurallara uyuyor olabilirdi. Mesela yıldırımlar genelde kötü, ahlaksız insanları çarpıyor; kötü davranışlar sergileyen insanlar daha sık hasta oluyor; rahibeler uçak kazalarından sağ kurtuluyor olabilirdi. İnananlar inanmayanlara göre daha yüksek ahlakı değerlere ve bazı diğer ölçülebilir üstün değerlere sahip olabilirdi. Mesela hapisler ateistlerle doluyken inananlar mutlu, refah içinde sevgi dolu aileleriyle yaşıyor olabilirdi. Ama bunların hiçbiri olmadı. Tanrı hipotezi elimizdeki verilerle onaylanmadı. Aslında bu hipotez eldeki verilerle güçlü bir şekilde çelişmektedir.(Victor J. Stenger, God: The Failed Hypothesis, s. 231-233) ____________________________________________________________________ Kaynak; Da Vincihttp://www.bilimfelsefedin.org/?p=16
-
The X-Files: I Want to Believe/inanmak istiyorum...
DİPNOT şurada bir başlık gönderdi: Yabancı Sinema
[/url] The X-Files: I Want to Believe/inanmak istiyorum. daha da gizli dosyalar Konu: Dizinin yıldız oyuncuları David Duchovny ve Gillian Anderson ile Chris Carter yönetmenliğinde çekilen filmde ajanlarımız buzlar altında kalmış bir cesedin ve seri şekilde kaybolan bir grup insanın peşindedirler. Hem de bu sefer psişik güçleri olan bir medyumun yardımıyla.. Filmde ajanlarımız buzlar altında kalmış bir cesedin ve seri şekilde kaybolan bir grup insanın peşindedirler. Hem de bu sefer psişik güçleri olan bir medyumun yardımıyla. The X-Files 2 David Duchovny ve Gillian Anderson'ın başrolde olduğu film, orijinal diziden 6 sene sonrasında geçiyor. İlk filmin aksine, bu sefer bana göre biraz korku öğesi ağırlıkta olmuş gibi. Açıkçası ben yinede beğendim diyebilirim... Tavsiye ederim... Yönetmen: Chris Carter Oyuncular: David Duchovny, Gillian Anderson, Amanda Peet, Billy Connolly, Xzibit Senaryo: Frank Spotnitz, Chris Carter Görüntü Yönetmeni: Bill Roe Müzik: Mark Snow Kurgu: Richard A. Harris Tür: Dram, Gizem Süre: 104 dk. Yapım: 2008, ABD,Kanada Dağıtımcı: Tiglon Film www.tiglon.com Gösterim tarihi: 12 Eylül 2008 Resmi Web Sitesi: www.xfiles.com -
BİLİMSEL HABERLER... İnsan vücudunun hareketi elektrik enerjisine çevrilerek cep telefonları şarj edilebilecek. İnsan vücudunun hareketi elektrik enerjisine çevrilerek cep telefonları şarj edilebilecek. Görünmezlik sağlayan elbise geliştirildi. Radyasyon ve elektromanyetik dalgaları geçirmeyen elbise 500 dolardan satılıyor. Biz konuşacağız bilgisayar yazacak:Türkçe konuşmayı bilgisayarlara aktarabilecek teknoloji kısa bir süre sonra satışa çıkıyor. Japonlar akıllı DNA yaptı..Japon bilim adamları, yapay zeka özelliği gösteren DNA molekülü yaptı.DNA yapılarının olağanüstü bilgi saklama özelliğini ele alan araştırmacı Masahiko Inouye ve arkadaşları, DNA'nın hücrelerin gelişmesi ve çalışması gibi bilgileri de içeren dört temel yapısı üzerinde çalıştı.Yüksek teknolojili DNA sentezleme cihazı kullanan araştırmacılar, DNA yapısında bulunan dört temel yapıyı tek yapı hale getirerek büyük bölümü yapay olan dünyanın ilk DNA molekülünü geliştirdiler.Bu molekülün gelecekte gen tedavisi, nano ölçekli bilgisayarlar ve yüksek teknoloji gerektiren diğer çalışmalarda kullanılabileceği belirtiliyor. Yine Japonlar su ile çalışan otomobil üretti...
-
Öncelikle ve çok kısa bir açıklama... Hiçbir bilim veya bilim adamı Önceden belirlenmiş fikirlerle düşünmezler... Şimdi gelelim konumuza... Her zaman olduğu gibi ünümüzde Modern inancli kesimin en onemli mazeretlerinden biride, din ile bilimin karsilikli bagdasabildigidi ve bilimin buluslarinin dinlerin cesitli iddialarini kanitladigidir. Kaldıkı burada bilimin bulgularinin, inancı kanitladığını iddia eden kimselerin, cesitli yollardan yine sadece kendi inanclarını dogruladigina sasirmamak lazım. Hayrı ca da her nedense Bu iddiada bulunan eden kimseler, bu sekilde bilim ve bilimsel metodlara basvurduklarini israrla belirteceklerdir/belirtmektedirler... Son olarak; Size küçüçük bir soru; "Dininizin dogru olmadigina ikna olmak icin, ne tur bir bilimsel yahut rasyonel delili kabul ederdiniz?" ____________________________________________ Bu arada düşüncelerimizin ne kadar aklı olduğuna dair güncel bir hatırlatma... bu yıl The God Delusion'ı görünce raflarda birden Gen Bencildir'i hatırladım... Richard Dawkins... Bir bilim adamı... Hayatını bilimsel gerçekleri çözmeye adamış bir bilim adamı. Çok konuşuldu The God Delusion üzerine... Çok yazıldı, çok çizildi... AIHM bile başvurulmuştu, kitabın inançlara saldırdığı yolundaki iddia ile. Beraat kararı çıkmıştı... Mahkeme kararı mı? Mahkemeyi kim tanır - pardon başkasının mahkemesini kim tanır olacaktı... Çünkü kendi mahkemeleriyle karar alıp sitesine erişimi yasaklayıverdi Türk hükümeti... Kim mi bu hükümet... Dinci AKP zihniyeti... Varın gerisini siz düşünün... .................................. Bu arada unutmadan.. Yapabiliyorlarsa bilimi yasaklasınlar bu ülkede. Yapabiliyorlarsa öğrenmeyi, düşünmeyi yasaklasınlar... Yapamazlar değil mi? Ya yapabilirlerse peki.... ___________________________________________
-
Kilise'den Darwin'e 126 yıl sonra özür... Bugün Hıristiyan dünyası için tarihi bir gün! İngiliz Kilisesi, evrim teorisinin sahibi Charles Darwin’den (1809-1882) teorisini yanlış anladığı için özür dileyecek. Özür Darwin’in büyük büyük torununa iletilecek. Bundan 126 yıl önce Darwin, teorisini açıklamıştı. O dönemin Canterbury piskoposu Dr Rowan Williams, böyle bir olayın söz konusu olamayacağını açıklamıştı. Dünyanın 7 günde yaratıldığının dışında hiçbir fikri benimsemeyen İngiliz Kilisesi, Darwin’i yerden yere vurmuş, aşağılamış ve Kilise’ye yakın bilim çevrelerinde alay konusu olmuştu. İLK ÖZÜR DEĞİL Ancak, bu durum ilk değil! 1992 yılında da Vatikan Kilisesi’nden Papa 2. John Paul, dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneş çevresinde döndüğünü söyleyen Galileo’dan özür dilemişti. Papa, “Galileo’ya Kilise tarafından reva görülen muamele haksız ve insafsızcaydı” demişti. KİLİSE: Maymundan gelmedik! EVRİM teorisi, canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişim gösterdiği üzerine kuruludur. Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır. İnsan ve maymunun ortak atalardan geldiğini savunur. Kilise, bu teoriyi asla kabul etmedi. Ayrıca, gelişmiş ülkeler seviyesindeki 32 ülkeyi içeren bir çalışmada, ‘evrimi doğru kabul edenlerin oranı’ yüzde 27 ile en düşük Türkiye’de bulunmuştu. DİPNOT... (¹)- http://www.aksam.com.tr/haber.asp?a=129867,5
-
Bilim umut ve ilhamın dilidir. Hayalgücümüzü ateşleyen bir ilham, sorulmuş 'doğru' bir soruya yol açar. Sorunun cevabını ararken de yaşadığımız dünyaya ait yepyeni şeyleri açığa çıkarırız. Columbia Üniversitesi'nde Teorik Fizik Profesörü Brian Greene (¹) geçtiğimiz günlerde The New York Times gazetesinde bir makale yayınlayarak; teknolojik gelişmelerin baş döndürücü bir aşamaya geldiği çağımızda eğitim sisteminin gençleri nasıl da bilimden uzaklaştırdığına değindi. İletişim çağında olmamıza rağmen hurafelerin ve cehaletin başdöndürücü bir şekilde etrafıızda olduğunu görüyor ve insanlığın geleceği hakkında umutsuzluğa kapılıyoruz. Oysa insanlığın bu gezegendeki macerası bütün ihtişamıyla sürüyor. Aydınlanma çağından başlayan 'insan aklının yücelişi' bazen kesintilere uğrasa da insanlık için umut olmayı sürdürüyor. Profesör Greene'nin makalasinin geniş bir özetini aşağıda dikkatinize sunuyoruz. Bilim ve fen denince hepimizin aklına teknolojik yenilikler geliyor. Her ne kadar teknolojinin ilerlemesi hayatımızı kolaylaştırıyorsa da, gene de 'bilim adamları' imajından bazen ürküyoruz. Beyaz önlükler giymiş bir takım insanların laboratuarlara girip ne olduğunu pek de anlayamadığımız şeyler üzerinde çalışmaları 'bilim' denen olguyla aramıza biraz mesafe koymamıza neden oluyor. Ya da belki durum bunun tam tersidir: Bilimden ve bilim adamlarından biraz uzak durmayı tercih ediyoruz çünkü eğitim sistemimiz 'fen bilgisini' bize oldukça nahoş şekillerde verdi. Oysa doğanın, fiziğin ve biyolojinin kurallarını kendi hayatımızı daha verimli yaşayacak şekilde benimsemiş olsaydık belki de insanlık bugün bambaşka bir yerde olurdu. Cep telefonlarımız, iPod'larımız, bilgisayarlarımız, Internet'imiz, LCD televizyonlarımız, uydu bağlantılarımız ve son model arabalarımız sayesinde bilimsel gelişmeler (ve onun sonucu olan teknoloji) hayatımıza girmiş durumda. Tıptaki gelişmeler sayesinde yaşam kalitemiz kelimenin gerçek anlamıyla da yükseldi. Ama bir anlamda 'işi bilim adamlarına havale etmeye' o kadar alıştık ki dünyamızı tehdit eden iklim değişikliği, global ısınma, salgın hastalıklar, giderek azalan doğal kaynaklar ve ufukta beliren açlık tehlikesi karşısında da "Nasıl olsa bilim adamları bir çaresine bakar.." rahatlığı içindeyiz. Oysa son tahlilde hükümetleri ve bilimsel çevreleri belli bir konuda düşünmeye ve çözüm aramaya iten ana unsur, kamuoyu baskısıdır. Kamuoyundan gelen bilinçli bir talep olmadıkça dünyadaki önemli sorunlara sağlıklı ve kalıcı çözümler bulmak mümkün olamayacak gibi görünüyor. Bilim denen olgunun en önemli işlevi bu noktada ortaya çıkıyor. Bilim bize bir perspektif sunar. Bizi kafa karışıklığından kurtarır ve güvenilir sonuçlara bizi ulaştırır. Bizi çevreleyen sorunları anlamamızı ve görmemizi sağlar. Düşünce yapımızı dönüştürmek ve bilmin bize anlattığı şeyleri kavramak için yüksek bir zeka düzeyi veya eğitim illa ki gerekli değil. Samimi bir ilgi ve merak duyduğumuz sürece biz insanların kavrayamayacağı şey yok. Sanıyoruz ki bilim dediğimiz şey sadece sınıflarda veya laboratuarlarda yapılır. Kapalı bir odaya girip çalışan bilim adamları birden dışarı çıkıp bize 'muhteşem' bilimsel gelişmeleri anlatmaya başlarlar. UMUT VE İLHAMIN DİLİ İşin gerçeği, bilim umut ve ilhamın dilidir. Hayalgücümüzü ateşleyen bir ilham, sorulmuş 'doğru' bir soruya yol açar. O sorunun cevabını ararken de yaşadığımız dünyaya ait yepyeni şeyleri açığa çıkarıveririz. İşte bilimin özü budur. Zaten bu yüzden Albert Einstein "Hayalgücü bilgiden önemlidir" demişti. Belki de bilim, sizin hayatta ilginizi çeken bir olgu değildi. Fen bilgisi dersini hiç sevmemiştiniz. Ama düşünün: Bilimden yoksun geçen bir hayat, tıpkı müzikten veya sanattan veya edebiyattan yoksun geçen bir hayat gibidir. Eksiktir. Her ana-baba bilir ki, çocuklar 'bilinmeyeni' merak etmek ve araştırmak güdüsüyle dünyaya gelirler. Daha yürümeye ve konuşmaya başladığımız andan itibaren etrafımızdaki şeylerin ne olduklarını ve nasıl çalıştıklarını anlamaya çabalarız. Yani hepimiz hayata minik bilim adamları olarak başlarız. Aradan geçen zaman için pek çoğumuz bu merak duygumuzu yitiririz. Ya da daha kötüsü, etrafımızdaki kişiler ve koşullar yüzünden 'anlamak ve öğrenmek' merakımızdan vazgeçeriz. Ne büyük bir kayıptır bu! Öğrencilerde merak ve öğrenme isteğini teşvik etmek ve sürekli canlı tutmak konusu uzun süredir eğitimcileri meşgul eden bir soru. Bu amaca ulaşmak için çeşitli çözümler ve teoriler de ileri sürülüyor. Belki de sorun doğrudan pedagojik paradigmalarımızda yatmakta: Öğrencilerin B aşamasına geçebilmeleri için A aşamasını tamamlamaları gerektiğin öngörüyoruz. Böylece bilimsel kavrayışın 'dikey' bir doğası olduğunu varsayıyoruz. Oysa bilim, teknik detayların üstüste dizilmesinden çok daha başka, çok daha üstün bir şeydir. Doğru bir şekilde anlatılıp gösterilebilirse bilimsel yenilikler, teoriler ve gelişmeler öğrencilere çok daha net ve doğru şekilde aktarılabilir. Ancak bu sayede genç öğrencilerin merak duygusunu ve öğrenme isteğini canlı tutabiliriz. Bilim, bütün macera hikayelerinin en görkemlisidir. Binlerce yıldır kendimizi ve çevremizi öğrenmek için çalışıyoruz. Bu yolda çok uzun bir mesafe katettik. İnsanlığın yaşayageldiği bu ortak macerayı genç nesillere de doğru ve net bir şekilde aktarmamız gerekiyor. Dünyamıza bakmak, ve bizi birbirimizden ayırdığını zannettiğimiz herşeyin üstünde yer alan evrenin harikalarını görmek.. İşte bu her çocuğun hakkı ve her yetişkinin de ihtiyacıdır. ______________________________________________________________________ DİPNOT... ¹)- Teorik fizik dalında dünyaca ünlü profesör Brian Greene, 1996 yılından beri Columbia Üniversitesi'nde. ' The Elegant Universe' ve 'The Fabric of the Cosmos' gibi kitaplarıyla evrenin oluşumuna dair teorileri herkesin anlayacağı bir dilde anlatıyor.
- 31 cevap
-
- 1
-
-
NTV-Radyo'da iki yıldır gerçekleştirdiğim radyo programlarının 100.'sü geçenlerde yayımlandı. Kimler izliyor yaptığım programları, ne düşünüyor, ne bekliyor, ne buluyorlar- bilmiyorum. Sanırım en çok bundan, bazen 'hayaletler için radyo eylemleri' diye adlandırdığım oluyor onları; bazen de, 'sağırlar için dinleti eziyetleri' başlığı altında vaftiz ediyorum, özellikle günümüz bestecilerine yeraçtığım saatları. Şüphesiz lâtife tınısı ağır basıyor iki nitelemede de. İlk kümedekileri göremiyor olmam (radyoya iş yapmayı kör atış saymak yanlış olmaz), gerçekçi bir boyut getiriyor hayalet kavramına. İkinci küme için bulduğum yakıştırma daha önemli görünüyor bana.Günümüz müziğini yakından izleyen, programlarda yer verdiğim bestecilerin yapıtlarını tanıyan dinleyiciler olsa gerektir. Hiçbir ülkede nüfusu kabarık değil o ilgili müzikseverlerin, bizde nasıl olsun? Radyoların tek işlevi, yaygın tanınırlık, sevilirlik katına çıkmış müzik türleriyle, anlayışlarıyla sınırlı bir biçimde tanımlanamaz bana kalırsa: Yabana atılamayacak bir işlevi de, henüz karşılaşmadığımız, âşinası olmadığımız, karşısında yabancılık çektiğimiz örnekleri ulaşılır kılmasıdır radyonun. Bırakalım yargı oluşturmayı, bir önyargıya biçim vermek için bile tanışıklık merdiveninin ilk basamağına adım atılması beklenir. XX. yüzyıl, müzik dinlemenin seçkinlerden kitlelere geçtiği yüzyıl olmuştur. Teknolojik devrimler, salonlarda küçük bir azınlığa ulaşabilen ezgileri, farklı araçlarla herkesin erişebileceği yeni koşullarına taşıyalı beri, insanlara sunulan müzik yelpazesinin genişliği ölçülmesi olanaksız bir sınıra dayanmış durumda. Bugün, beş kıtada milyonlar dinliyor Chopin'i, Bach'ı. Paradoks şurada ki: İçinden geçtiğimiz yüzyıl, kendi zaman dilimi içinde üretilen müziğin bir koluna, Adorno'nun deyişiyle, olağanüstü bir direnç göstermiştir. Popun popülerin, cazın rock'ın evrensel ilgiden büyük payı aldığı bilinen gerçek; burada tuhaf olan, 'klâsik' müziğin hissedilir oranda yaygınlık kazandığı bu çağda, o çizgiyi sürdüren yaratıcılar karşısında direnişin somutlanışıdır: İlhan Usmanbaş'ın, 'XX. yüzyılda XIX. yüzyılın müziği dinlendi' sözüne biriki kez değinmiştim. İşin gelip bir 'dil sorunu'na dayandığı söylenebilir pekâlâ. 'Anlamıyorum' diyenlerin bir bölüğü, 'anlatma ekseninden kopmayan' yapıtları benimsemek için çaba göstermiş, bu sınırlar çerçevesinde kalan yapıtları önce zorlanarak, sonra ısınarak, benimsemişlerdir: Debussy, Ravel, Richard Strauss, Stravinski gibi XX. yüzyılın ilk yarısında ağırlığını koymuş kimi besteciler; Arvo Part, Philip Glass, Samuel Barber gibi yüzyılın ikinci yarısında ürün verenler daha geniş bir izleyici / dinleyici kitlesiyle diyalog kurabilmişlerdir gerçi, ama, Viyana Okulu'ndan başlayarak, II. Dünya Savaşı sonrasının sıkı ustalarının ortalama müzikseveri zorladığı bilinen gerçek.Adorno'ya bir kez daha başvuracak olursak, 'XX. yüzyıl müziğinin boş konser salonlarına doğru' gönderildiği doğru mudur? Modern resmin, heykelin, modern edebiyatın başlangıçta benzeri sancılar yarattığı, izlerkitle ile yaratıcılar arasında 'boşanma'nın (Paulhan) gerçekleştiğinin ileri sürüldüğü unutulmamalı. Bu sıkıntıların bütünüyle atlatıldığını söyleyemeyiz. İsimler bellenmiş, belleklerde baş köşeye yerleşmiştir şüphesiz; bu durum, yapıtlarla diyaloğun kurulduğu anlamına gelmediğini eklemek gerekir. Müzik alanında görünüm farklı değil: Kültüre ilgisi yüksek bireylerin Xenakis, Boulez, Stockhausen, Kurtag, Ligeti ve benzeri bestecileri 'tanıma'ları, onların yapıtlarıyla içli dışlı olmaları anlamına gelmiyor ne yazık ki. Bu koşullar altında, daha genç kuşağın yaratıcıları ne umabilirler? Kimin elinden ne gelir?Kendi payıma, bir La Palisse gerçeği tabiî, yalınkat çözümü yapıtları dinletmede görüyorum. Buna bağlı olarak da, dinlemeye açık olanlara bu olanağın sağlanmasında. Konser programlarında yer verilmek istenmiyor pek, günümüz bestecilerine. Hiç değilse festivallerde bir parça gönüllü davranılabilse! En elverişli ortamı Radyo'nun hazırlayabileceği tartışılmaz. Özel radyoların patlama yapmasına sevinmiştik zamanında, bir de biribirilerine benzemek için bunca çaba göstermeselerdi!Programlarımda Maderna, Zimmermann, Rihm, Scelsi, Dusapin gibi bestecileri öne çıkarmamı salyangoz satışı ya da eziyet arzusuyla özdeşleştirenler olduğunun farkındayım. İnsan, daha önce dinlemediği ezgileri, işitmediği ses alıştırmalarını, gündelik hayatımızı kuşatan yeni ses düzeninden yola çıkan arayışları neden kulaklarını tıkayarak karşılar - bunu, anlayamıyorum. ___________________________________________ Sevgili Enis Batur'a sevgi ve saygılarımızla...
-
Düşünelim bir kez... Alman Büyükelçi ise “interpol aracılığıyla Deniz Feneri hakkında bilgi istediklerini ancak alamadıklarını” söylüyor. Neden peki... Belli ki bizimkiler bilgiyi saklıyor… Alman mahkemesiyle işbirliğinden kaçınıyor. Eee peki sonuç... Biliyorsunuz; Frankfurt’taki dava sürecinde 192 sayfalık ana iddianame açıklandı. Bu iddianamenin 4 bin sayfalık eki (belge dosyası) var ki.. O henüz açılmadı. Açılırmı peki... Bizim yargı o dosyaları ister ve açarsa Türkiye’deki para trafiği de çözümlenir… Ama bu konuda yargının işlemesi ne mümkün? Esas failler malum, yargıdan daha güçlü de ondan... ... Saygılar DİPNOT..
-
Weiss, Euro 7, Atlas Medya Marketing, Aktif Barter A.Ş, Yurt Haber Ajansı, MEPA Medya Pazarlama, Beyaz Holding A.Ş, Beyaz İletişim, Reklam Medya İletişim, Atlas Pazarlama… Nedir bunlar? Halen RTÜK Başkanı olan Zahid Akman’ın yönetim kurullarında görev aldığı şirketler… Çoğunun adı Deniz Feneri dolandırıcılığına şu veya bu ölçüde karışmış… Alman Savcı Lötz, “Asıl failler Türkiye’de” derken üç isimden biri olarak Zahid Akman’ı gösteriyor. Ve Zahid Bey hâlâ RTÜK Başkanlığı koltuğunda oturuyor. Ne isabetli ve temiz seçim yapılmış RTÜK için! Değilmi...