Bu yazımı genç sanatçı ve genç yazarlar için kaleme alıyorum. Konusu, küçük kasabalar ve suç örgütleri ya da aynı şekilde, kapalı ideolojiler ve suç örgütleri.
Onlarca kasaba seçkininin tecavüz ettiği Remziye adlı kızcağımızın hazin ölüm hikayesini okudunuz. Buna can dayanmaz. Bu sütunlardan, bu nasıl vahşettir, bu nasıl canavarlıktır diye bağırmanın faydası yoktur. Sorun, bizim, kendi içimizdedir. Biz, kendi içimizdeki ahlaki sorunlarımızı çözmeye yanaşırsak, Remziye ve Remziyeler'e karşı toplumsal sorumluluğumuzu yerine getirmiş oluruz.
Remziye öldü ve o kasabada birileri artık mutlu olmalı. Çünkü suç delili ortadan kalktı. Artık konuşamayacak. Kasaba böyledir. Binlerce küçük trajedi, arkadaşlık, akrabalık, namus, diyerek örtbas edilir. Kasabada herkes birbirine sarılarak saklanır. Herkesin birbirine bir işi düşmüştür ve işi düşenler gün gelir birbirlerini aslanlar gibi korur, zırhtan duvar. Tek bir itirafçı çıkmaz. Hesabımız, toplumadır, kasabaya değil diyen çıkmaz. Hesabım Allah'adır diyecek vicdan kasabalarda çok zor oluşur. Sımsıkı bağlıdır arkadaşlıklarına. 13 yaşındaki kızın sahibi ise yoktur. Arkadaşlıkları olacak kadar yaşamadı zaten. Ya da 'acı çekiyorum' gibi bir cümleyi kuramayacak yaştaydı. Çırpındı, tekmelendi, suçlandı, ortaya atıldı, taşlandı, küfredildi. Top yerine fare leşiyle oynanan mahalle maçı gibiydi. Ayaktan ayağa, duvara yapıştırıldı leşi.. Kanları kasaba duvarına yapıştı..
Ve sonuç, bir tarafta kasabanın namusu, diğer tarafta o zaten o...puydu laflarıyla fare leşini duvardan temizlemeye çalışan seçkin kasabalı.
Mutludur şimdi o seçkin kasabalı. Belki de yine okey masası etrafında laf açıldıkça, 'ya boş ver, o...punun tekiydi, takma kafanı' diyerek birbirlerine güç veriyorlardır.
Ancak, 'o...puydu zaten' diyerek de kendilerini bir ömür koruyamazlar. Arkadaş grubudur bu. Dayanışmadır, sadakattır, gizliliktir. Başkasına karşı yan yana gelmelidir, kasabanın namusudur.
Bir zaman sonra bu arkadaş grubu 'alaycılığa' başlamak zorunda. Yani, ..... zaten lafları yetmeyecek, küçücük kızın, kendi özel tecavüz anlarındaki hallerini ayrıntılarıyla birbirlerine anlatıp, espriler, fıkralar işin içine girecektir. Yani, arkadaşlıklarını 'alaycılıkla' koruyacaklardır.
Alaycılık parlak bir ışıktır. Suçu, kederi, kasveti, günahı, sorumluluğu, her şeyi unutturur ve alayı döndürüp döndürüp çeviren grubu korur.
Kasabadaki bu suç örgütünün içine girip onlara şöyle güç verenler de çıkar, 'ya kardeşim, Hüseyin ağbi gibi kaymakama yapılır mı, onun bu kasabaya hizmetleri çoktur, turizme, tarihi eserlere düşkündür, o zaten küçük bir o...puydu, bir o...pu bakın kasabanın ahlakını bozuyor...'
Yani, 13 yaşındaki kızı küçük bir kasaba seçkini, fare leşi gibi dışlayıp suçlayıp ciğerlerini, beynini ayaklarıyla çiğneyip yoketmeye devam edecek, çünkü Remziye'nin sadece kendisi öldü, suç kasabada yıllarca yaşayacak.
Suç, kasabada yaşıyorsa bizler bu örgütlü arkadaş çetesinin suçunu tanımamız lazım.
İşte böyle. Bunlar ülkemizde oluyor, yüzlercesi oluyor. Sessiz kalıyor, binlerce küçük kadını, kızı, kimsecikler duymuyor. Kast gibi duvar gibi çelik disiplin gibi dayanışmalı erkekten örgütler kendilerini koruyor... Dışarı bilgi sızmıyor. İtirafa kimse yanaşmıyor. Olan çocuklara, altta kalanlara, mağdurlara, kimsesizlere, zayıflara, çelimsizlere oluyor.
Peki, yazarlar toplum içine niçin çıkar. Toplum içinde olup bitenleri dert edindiği için... Toplumla, ya içinde büyüdükleri için, ya insanlık ailesinin parçası olduğu için, ya da hepimizi Allah yarattığı için, ya da bu toplumla, aynı dağlar, aynı çiçekler, aynı aileler, aynı geçmiş kültür, ahlak içinde yaşadığımız için...
Ve şüphesiz tatlı bir huzur duygusuna doğru ilerleyebilmek için...
Bu kasabanın seçkin suç örgütü, belki bizim de yazılarımızı okuyor, gazetemizin bulmacalarını çözüyordur. Hatta Kıbrıs konusunda fikir dahi tartışıyorlar, belki de Galatasaray başkanına kızgınlıkla küfür ediyorlardır. Yani, toplumun dertlerine heyecanlarına karışıyorlar.
Ama aynı adamlar, şeytani bir can sıkıntısının ya da kendi iç dünyalarına açıklayamadıkları ve hep üstü kapalı kalan s.pıklıklarına doğru patlaya patlaya kendilerini kaptırıyorlar. Nasılsa kimse görmez, duymaz, demişler ve iç sıkıntılarını bu derin duvarlar arkasında heyecanlaştırmak için bir küçük kızı kurban seçmişlerdir.
Oysa, tam tersi, derin çözülmez kasvet anlarında dünyayı hepimize /herkese sevdirecek ortak şeyler bulabilmeliyiz.
Bu dünyada, en küçük hücrede, en dar yerde, en uzak kasabada dahi, bu dünyanın hepimizi ikna edici bir tatlılığı ve bir insanlık neşesi mutlaka vardır.
İşte biz yazarlar, bu neşe ve tatlılığın 'itiraf' olduğuna inanırız. İtiraf sadece kendinle, toplumla ve Tanrı'yla konuşmak değildir. İtirafın yani iç heyecanların yüksek, yüce, estetik biçimleri vardır..
Dünyayı sarsan yüzlerce sanatkar bir küçük kasabadan hiç çıkmadan o büyük eserleri yazmışlardır.
Ya da eserlerinin içine girelim. Mesela ünlü bestekarımız Dede Efendi'nin ününü hala koruyan 'Ferahfeza' eseri gibi. Ya da yine Dede Efendi'nin meşhur diğer ayini şerifleri gibi.
Yüksek, yüce sanat eserleridir bunlar. İçimizdeki sıkıntıların estetik itiraflarıdır. İçimizdeki sıkıntıları bertaraf edici, temizleyici, arındırıcı, derinlikte fırtınalar yaratır..
Bu fırtınayı oluşturabilmek için cezbelere ihtiyaç vardır. Yani, toplumla, Allah'la, kendinle yoğunlaşıp, taş gibi ağırlaşıp, sonra o taş içinden kuş gibi fırlamak. Taş önce yosunlaşır, sonra içinden sular akar, sonra çakmaklaşır ve kıvılcımlar gözlerinizi, kalbinizi tutuşturmaya başlar. Ve melodi olarak fırlar, güzel söz olarak fırlar. Mimari eser olarak şekillenir.
Duyguların ateşini, söze, taşa, vicdana, ahlaka giydirebilmek... Bizler, yani, bu yüce sanat eserlerini izleyenler, en kalın mahrem duygusal örtülerin altında neler olduğuna baktığımızda, hepimizi içine alan dramatik ve şaşırtıcı şaheserlerle karşılaşırız.
Bizi kendine aşık hayran eden manevi bir iç evrenle yüzleşiriz. Ağlarız, kendimizi kaybederiz, şaraplaşırız. İçimizdeki ağırlık gider, taşın renklerini, dokusunu hissederiz, sonra, yosunlaşıp yeşillendiğini, içinden renkli gözyaşı suları aktığını...
Ancak, bu soylu yüce eserlerden tad almamız için başka şeyler de olmalı. Yani, siz de içinizi açabilmeli, kendinizi esere koyvermelisiniz. Zaten eserlerin bizleri yumuşatıp eritebilme özellikleri vardır. İçinizi açarlar. Açılabilmek için Tanrı'yla, kendinizle, toplumla ve olup bitenle gökkuşağı gibi ya da manolya yaprağı gibi incecik bir ruh haliniz olabilmeli.
İşte bu muhteşem eserler orada duruyor. Ferahfezalar, Saba Buselikler. Ayini Şerifler. Onların neden şaheser olduğunu dahi anlamıyor, hayatımıza hiç koymuyoruz. Bir karşılaşsak belki bizi de kor melodik ateşinin içine alıverecek.
Dede Efendi, yani Mevlevi dervişi İsmail Hamamizade... Dervişlik için babasının hamamını satan adam. Henüz genç yaşta çilehaneye kapanır. Yani, ayini şerifler bestelenmeden çok önce kendi içinde gizli ayinler tertipler...
Çilehaneye kapanma sebebi de budur. Gizli ve kendinizle olan ayininizde ciğeriniz, yüreğiniz, beyniniz etiniz tutuşmaya başlıyorsa... Yani tutuşabilme kıvamına gelmişseniz, siz artık, bir toplumun yüreğini yakabilecek yüce sanatkarın kendisi olmuşsunuz demektir.
Ancak.. Genç yazar kardeşlerim. Gizli ayininizde, kendi başınıza kaldığınızda, hala sakladığınız, koruduğunuz, gizlediğiniz, taraf tuttuğunuz şeyler varsa... Ve sizin arkadaşlarınız, takımınız, tekkeniz...dünyadan, toplumdan, insanlıktan ve kalplerimizden daha değerliyse...
Siz hiçbir zaman itirafa yanaşamazsınız. Yüksek sanatçılar şüphe yoktur ki gizli ayinleriyle mekansızlaşmış sanatkarlardır. Onlar bir arkadaş grubuna göre, tarikata göre, kasabalıya göre konuşmazlar... Bu yüzden onların eserleri bugün bütün insanlıkla konuşur.
Ve kasaba sıkıntısının ucu bucağı yoktur. Korkunç bir kuvveti vardır. Ve etrafınızda olup biten şeyleri kendinize karşı, düşmanca görmeye başlar, 13 yaşındaki küçücük kızları dahi fareleştirip leşlerini hırsla çiğnemeye başlarsınız...
Şimdi, bu yazdıklarımdan ne anlam çıkıyor. Özetleyeyim...
Ülkemizde 13 yaşındaki kızları o...pulaştıran ve fareleştirip öldüren yüzlerce küçük kasabalar var. Yazarların bu küçük kasabalara karşı tavrı ne olmalı...
Ve aynı ülkede ölünceye kadar dinleyebileceğim Dede Efendi'nin ayini şerifleri gibi soylu yüce eserler de var...
Ben bir insan olarak, 13 yaşındaki kızın bu trajik akıl almaz insanlık dışı hallerini görmezlikten gelebilirim. Umursamaz davranabilirim. Kendi bencil huzurum için yüce eserler dinleyip, mutlu olabilir (miyim?)...
Hayır! Konformist bir hayat anlayışıyla bir kenara çekilemeyiz. Modern insanın sıkıntısı burada. Yüce bir eserden tad alabilmek için, topluma ve kendine ve Tanrı'ya, tıpkı o yüce eseri oluşturan sanatkar gibi, içimizdeki gizli ayinle ciddi bir hesaplaşmamız olmalı. Yoksa, Soros, hepimizden zengin, dünyanın en büyük bestekarlarını odasına çağırıp onların müziğiyle uykuya dalabilir..
Ya da arkadaşınıza gidip ben şu eseri dinledim diye hava atarsınız, ama, o eseri besteleyen sanatkarı hiç tanımamış olursunuz.
Eğer o yüce eserlerin içindeki ruh çırpınışlarını anlayamazsam, o eserlere hiç yazılmamış gibi davranmış olurum. Yani, dünyanın güzelliklerinden habersizliğim devam eder.
Yani, bir iç huzur için, çağların içinden yüzlerce sanatkar zincirlenerek bugüne yüzlerce eser taşıdı. Bu soylu sözleri, melodileri, rüzgarı, aşkı, hiç tanımadan bu dünyadan gitmek olur mu?
Ancak eserlerin iç yasaları vardır. Yani, 'ahenk' olmadan hiçbir sertlik çözülmez. Eğer, şiddetli ıstıraplar taşıyorsak, önce bu şiddetli ıstırapların edebi, melodik, ritmli hallerinden düzenlerinden haberdar olmalıyım.
Ve o zaman.. Bu ahenk içindeki eserlerin, bana itirafı öğrettiğini, konuşmayı öğrettiğini, bana söyleyemediklerimi cesurca söylettiğini görürüm. Artık beni kimse tutamaz. Kuş gibi hafiflerim.
Karşımdaki ağbiye, kasabaya, çirkin namusuna, despot ahlakına aldırış etmem... Gülüp geçerim. Ya da karşılarına çıkacak bir gücüm olur, bağırırım.
Yüce eserlerin söz ve melodi düzenlerini inceleyenler, bu söz ve melodilerin taşıdığı ahengin içimizdeki çok derin uyumla esrarengiz bir aşk ilişkisine girdiğinden söz eder. Böyledir.
Yani, esrar perdesi altında gizlenmiş şeytani derinliklerde başkaları 's.pıklaşırken', soylu sanatkarlar, bu şeytani derinliklerden Tanrı'nın ellerine dokunan sonsuzluğa uçuveren cezbelerle inip çıkar...
Eser dediğimiz şey ilahi iç düzenin sanat haline dökülmesidir. Bu yüzden eser sahibi olmayan insanlar anlaşılmaz, karmaşık, kaosa ve ahlaksızlığa yatkın insanlardır. Eser sahibi olmamız gerekmez. Soylu eserleri izleyerek onların estetik düzenini içimize almaya çalışırız.
Biz yazarlar dünyanın bin türlü meşgalesi içinden soylu edebiyatı seçmemizin sebebi de budur. Yüce eserler yazan, okuyan, izleyen herkesle eşitlik, kardeşlik, iç ahlak gibi insani sorunları insanoğluyla tartışıp bölüşmeye çalışırız.
Velhasıl... Bu satırlar gazete yazısı için fazla. Hepimiz isterdik, o küçük kızın, ayini şeriflerden haz alan genç bir kadın olmasını. Hepimiz isterdik, o küçük kıza tecavüz edenlerin, Ferahfeza gibi yumuşak, melodik dünya genişliğinde huzurlu insanlar olmasını...
Ama olmuyor. Olması için birkaç yüz tane daha küçük kızımızın o...pulaştırıp fareleşmesini bekleyemeyiz.
Bugünden, yazmaya başladığımız ilk günden itibaren, itiraflara hazır olmalıyız. Arkadaşlarımıza, tekkelere, liderlere, kasaba namusuna, kastlara, duvarlara karşı gelerek, kendi iç ayinlerimizden başka 'hesap' 'vicdan' aramamalıyız...
İçimizdeki o kutsal ayinde, ağbi, aile, kasaba, arkadaşlık, taraf tutma, benim adamım, hiç yoktur.
O kutsal ayinde bu dünyaya niçin geldik, ne yapıyoruz, çiçekler bana söylüyor, sorumluluklarımız nedir, neleri övmeli, bu tatlı iç resmimizi başkalarına hangi formlarla anlatabiliriz endişesi vardır...
Ve bilelim. Ferahfezalar'ı besteleyenlerin dünyasında değiliz artık! Bir takım telefonlar, medya, şöhret, bilmem neler'in dünyasındayız. Yani, artık içimizdeki ayini düzene sokmak, zordur.
Şüphesiz toplumumuz birkaç yüz yıl daha suçlarıyla örgütlenmiş bu canavar kasabalarıyla birlikte yaşayacak. Ve küçük kızlarımız birkaç onyıllar, yüzyıllar daha fareleştirilip bu toplumdan parçalanarak dışarı atılacak...
Ama devreye girebilir, tutuşabildiğimiz kadar tutuşabiliriz...
Kabul edelim ki, çocuklarımıza hayat güzeldir diyebilmemiz için, önce bu güzel hayatın bir güzel düzeni olduğuna, bir ilahi iç neşesinin diliyle güzeldir diyebilmemiz için, önce bu güzel hayata kendimizin de inanması gerekir.
Yani, kendimiz itirafa yanaşamadıysak, çocuklarımıza, Tanrı'ya, topluma söyleyecek sözümüz yoktur.
Yoksa, işte bir yazı daha yazdım. Telifini alırım, yarın başka laga luga yazılar yazarım, yine telifimi alırım. Ve pastaneye gidip muzlu dondurmalardan tıksırıncaya kadar yerim, sonra kasetler alır sabaha kadar dinlerim...
Yani, bir iç ortaklığım, bir iç neşem olmadan her şeye bakar, her şeyi dinlerim...
Şüphesiz, herkesin sanat tarzı, kişilik tarzı aynı keskinlik ve derinlikte olmayabilir. Ama iyi kötü her sanatçının kendi başına kendi iç örtüsünü birazcık kaldırabilecek bir iç neşesi olabilmeli...
İşte, ben de, o suç örgütüne dönüşen kasabaların, ideolojilerin içinde büyüdüm. O suç örgütlerini içimde ve dışımda yırta yırta eserler yazmaya çalıştım...
Bunları kahraman bir yazar olmak için değil, sizlere göstermek için hiç değil, sadece, içimdeki o gizli ayini usul usul bestelemek için yaptım!..
Yoksa yazar olmak için yola çıkıp bir suç örgütünün üyesi olup ömrümüz o örgütü savunmakla geçer.
Şüphesiz Remziye'nin yaşadığı kasabada Yunus Emre'nin, Mimar Sinan'ın da adını bilen seçkinler vardı. Ama bu muhafazakar seçkinler Yunus Emre'ye laf edenin anasını diye bir raconla anlıyordu ahlak ve neşeyi.
Ve seçkin kasabalının fikirleri zaman içinde değişebilir. Dün Remziyeler'e komünist diyorlardı, bugün ...... derler, yarın faşist derler...
Fikirler değişebilir. Ve bizler bugün, Şekspir ve Dede Efendi'nin ideolojilerine, dünya görüşlerine şüphesiz inanmayız.
Ama onların iç neşeleri ve iç ateşlerini içimize almak isteriz. Ve onlarla içeriden bir insanlık zinciri kurmak isteriz... Ve bu ilahi iç ateşi ülkemizin bütün karanlık kasabalarına ve oranın bütün mağaralarına yaymak isteriz.
Remziyeler'in karanlık kasabalarına bu yüce eserler, ahlak hiç girmemişse, bizler de bu anlaşılmaz yazılarımızla, bu s.pık seçkinler gibi tuhaf bir kastın üyeleri oluruz.
Genç kardeşlerim. Bu yüzden, yazarlığa giriş için ilk cümlemiz şudur: İtirafta kudret ve neşe vardır...
O zaman dünyanın dertlerine ve sevinçlerine ortak olabiliriz. İşte o zaman içimiz içimize sığmaz olur.
İçimiz içimize sığmaz oldukça, yazmaya, şakımaya, yontmaya başlayıveririz...
Yazarlıktan benim anladığım bunlardır. Tabii ki sizler, kasabanıza, hemşehrilerinize, arkadaş ve ağbilerinize sahip çıkmakta hür ve serbestsiniz!..
Nihat Genç