akıncı tarafından postalanan herşey
-
İSLAM DİNİ SORGULANMALI ARTIK
önce@vatan evet oturup hadi islamı sorgulayalım diyeceğim ama bu seninle olmaz. Çünkü yazından atalarımın "elifi görse mertek zanneder" dedikleri insanlardan olduğun anlaşılıyor. Biraz kuran, tefsir, usulu tefsir, hadis, usulu hadis, rical ilmi, fıkıh, usulu fıkıh, kelam, tasavvuf oku ondan sonra bir konuşalım.
-
MUTEBER BASININ(!) DERİN CEHALETİ ve BAYRAM HOCA’NIN ŞEHADETİ
Politika sadece kendi adına konuş, millet adına konuşma hakkını sana kim verdi bilmiyorum. Bu yazıyı birilerini aklamak ya da karalamak için vermedim sadece milleti aydınlatmaya-yönlendirmeye çalışanların hali pür melalini anlayasanız diye gönderdim. O değerli basın "bu senede kurban hacca denk geldi" ya da "Peygamberimiz kurandaki bir hadisinde".. sözleriyle İslam hakkındaki bilgilerinin hangi düzeyde olduğunu daha öncede göstermişti. "ideolojik cikarlariniz ugruna yapmadiginiz dalavere kalmamis ve hala kalkmissiniz medyayi sucluyorsunuz" diyerek meseleyi basından takip ettiğin anlaşılıyor. Tarikatlar bu ülkenin gerçekleridir. Mevlana da Yunus ta, hacı bayram da , hacı bektaş ta ahmet yesevi de bunu bir parçasıdır. Bunları kaldırırsan ki geriye aşk, hoşgörü, ruh... adına bir şey kalmaz. Tarikatlar, toplumdaki sivil toplum kurumlarının en az siyasi olanıdır ama aynı zamanda da hitap ettiği kitlesi de kat be kat fazlasıdır. Basını takip ettiysen o camide ikisi de fakulte mezunu iki kişi öldürüldü sabahları saat 5.30da görev yaptıkları camiye yalnız başına giden bu insanları yolda öldürmek varken camii içerisinde öldürmedeki mesajın arkasındaki gerçekleri anlamaya çalış.
-
Ateistler Ne Zaman Doğruyu Bulur
Ateistler, eğer gerçekleri bulma peşindeyseler 1- Evrenin varoluşunu, Dehri'ler gibi izah etmediklerinde 2-Kuranı, Hariciler gibi yorumlamadıklarında 3-Sünnete, Oryantalistler gibi yaklaşmadıklarında 4-Akıllarını, Mutezile gibi kullanmadıklarında 5-Gerçek niyetlerini gizlemede Şiiler gibi Takiyye yapmadıklarında ve niyetlerini samimi tuttuklarında mutlaka bulurlar
-
sünnet olmanın islamdaki yeri ve önemi
Yahudilerin şu an sünnet olmayı nasıl değerlendikleri ve niçin sünnet oladukları beni ve benim gibilerini fazla ilgilendirmiyor. Sünnet olma yahudilerde başlayan bir adet değil İbrahim a.s. la başlayan bir sünnettir. her iki dinin temsilcilerinin İbrahim a.s. Peygamber olarak kabul etmeleri ve bu uygulamadaki birliktelikleri kaynaklarının tek olduğunu gösterir.
-
HAYVANLAR KABİR AZABINI DUYABİLİRMİ?
KABİR: Dünyadaki ölümle, ahiret için yeniden dirilme arasında geçen zaman ve mekana berzah denir. Berzah, ölümle tekrar dirilme arasındaki duraktır. "Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm geldiğinde, "Rabbim! Lütfen beni (dünyaya) geri gönder ki, boşa geçirdiğim dünya da güzel işler (Salih ameller) yapayım"der. "Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise yeniden dirilecek güne kadar (süren) bir berzah vardır." '' Hz. Peygamber(a) "Kabir, ahiret konaklarının ilk durağıdır, kim orada kurtulursa artık gerisi kolaydır. Kim orada kurtulamazsa gerisi ondan daha zordur.", " Ölen herkes için kabrin bir sıkması, basıncı vardır. Müslümanın dünya da başına gelen hastalık, bela, ölüm anında çektiği acı, kabrin sıkması... gibi olaylar, bir takım günahlarının silinmesine ve Rabbi huzuruna günahsız ya da daha az günahla çıkmasına neden olur. Bu da Yüce Allah'ın rahmetinin bir göstergesidir. Hz. Peygamber(a) " Ümmetinin azabının çoğunun kabirde olacağını" bildirmiştir. Münker-rNekîr adı verilen melekler kabir sorgulaması yapar. Rabbin kimdir? Kitabın nedir? Dinin nedir? Muhammed(a) hakkında ne dersin? Diye sorarlar. Eğer o kişi Rabbinin emirlerine uygun olarak yaşamış ve imanla ölmüş ise bu soruları cevaplandırır ve cennetteki yeri kendisine gösterilir ve ruhu o nimetlerden kısmen faydalanır. Eğer canı istediği gibi yaşamış, dünyayı bir zevk ve eğlence yeri olarak algılamışsa cevap veremez ve kıyamete kadar cehennemdeki yeri kendisine gösterilir ve azap edilir. Meleklerin ölmüş olan bir kişiye sordukları ilk soru, "Rabbin kim?" Sorusudur. Terbiye demek olan “Rab” kelimesinin diğer anlamlarından bazıları da şunlardır; mükemmelleştirmek, ıslah etmek, efendisi olmak... Yani buraya kimin terbiyesiyle geldin, dünya da kimin terbiyesiyle hayatını sürdürdün? Yüce Allah'ın mı yoksa başkalarının terbiyesiyle mi? Hz. Peygamber(a) "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur." buyurur. Kabirdeki sorgu anında kişinin bilinci yerinde olur. Doğru olan görüşe göre, Peygamberlere ve küçük çocuklara kabirde sorgulama yoktur. Kabirde azap olduğunu gösteren âyetler şunlardır: " (Azaptan birisi de) ateştir ki, onlar sabah akşam buna sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün de, "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!' (denilecek)." Kur'ân müfessirleri ittifakla, firavun ve ailesine "sabah ve akşam yapılan azabın" kabirdeki azap, "kıyametin kopacağı günkü adabın" ise cehennem olduğunu söylerler. Hz. Peygamber(a), Ku’r'ân-ı Kerimi en iyi anlayan ve açıklayandı ve O bu konuda şöyle buyurur: "Kabir azabından Allah'a sığınınız." Ve ayrıca Hz. Peygamber(a) " Allahım! Korkaklıktan, cimrilikten, kabit azabından ve gönlün fitnesinden sana sığınırım." diye dua ederdi. Hadisi Şeriflerde kabir azabını artıran nedenler, şöyle belirtilmiştir; 1-İdrardan temizlenmemek ve sakınmamak (elbisesine idrar bulaşmak ve o pislikle dolaşmak) 2-Dedikodu yapmak ve ara bozmak için laf getirip götürmek 3-Borçlu olarak ölmek (mirasçılarının borcu ödemesi gerekir) 4-Ölünün arkasından yas tutmak 5-Yalan söylemek 6-Zina yapmak 7-Faiz yemek 8-İçki içmek 9-Hırsızlık yapmak 10-İnsan öldürmek 11-Haksız yollarla başkalarının malını yemek (hortumculukgibi..) ' Kabirde kafirlere ve bazı mümirilere, azap olacağı âyet ve hadislerle bildirildiğine göre, bu azabın yalnızca ruha mı yoksa ruhla beraber cesede de yapılacağı konusu zamanla zihinleri meşgul etmiştir. Sünnî âlimlerin çoğunluğuna göre azap, ruhla beraber cesede yapılacaktır. (Cesedi yakılan ya da denirde boğulanlara nasıl azap edileceği akıllan meşgul eden bir sorudur. Acbü'z-Zeneb: insanın ilk yaratılışında ve öldükten sonraki dirilişinde bedenin özünü oluşturduğu kabul edilen maddeye denir. Peygamber(a) "Toprak insanoğlunun acb dışındaki bütün cesedini yiyip tüketir (çürütür). İnsan acb den yaratılmıştır, tekrar ondan mey dana getirilecektir. Kuyruk sokumu anlamına gelen acbuz-zeneb kelimesi, bazı hadislerde kuyruk sokumu civarında nokta anlamına gelen acmü'z zeneb şeklinde de ifade edilmektedir. Hz Peygamber(a)M bunu hardal tanesine benzetmiştir. Bir ağacın tüm özellikleri nasıl bir çekirdeğe sığdırılmışsa muhtemeldir ki insanın tüm özellikleri de bu nokta kadar küçük olan kemiği (bunu mıcrochipe benzetmek mümkün) sığdırılmıştır. Ve ona uygulanacak azabın tüm insan vücudunu etkileyeceği yani beden ve ruhun azap göreceği düşünülebilir. Vallahu A’lem
-
Bakabilecekmisiniz ?
Dünya hayatındayken Allahı inkar eden ve ayetleriyle dalga geçen, Allahın Rasulu ve müminlerle alay edenler ahirette kendilerine nimet verilip lüks içinde yaşayacaklarının hayaliyle mi yaşayacaklarını düşünüyorlar acaba? Duygu sömürüsünü bırakıp ta "****** hayalden" vaz geçsinler. Hem bizim kendisine inanıp kendilerinin inkar ettikleri Yüce Allah'ın tehdit ve cezalarından niye bu kadar endişe ediyorlar ki. İnanmadıklarını söyledikleri Yaratıcının azabından kim için ve niye endişe ediyorlar acaba? Yoksa kafirliklerinde samimi değiller mi?
-
HRİSTİYANLARIN RUHANİ LİDERİ, İSLAM PEYGAMBERİNE NEDEN SALDIRDI... ("Muhammed'in getirdiği hiçbir yenilik yok. Sadece kötü ve insanlık dışı şeyler ge)
PAPA HALT ETMİŞ Tüm Dünyayı istedikleri gibi sömürmenin önündeki tek engelin Müslümanlar olduğunu anlayan Papa 16'ncı Benedikt, ılımlı ve diyalogcu Müslümanlardan istediğini elde edemeyeceğini anlayınca İslama karşı içindeki tüm kini kustu. Tarih boyunca, İslam Kültür ve Medeniyetini ortadan kaldırmak için çaba harcayan Papalığın, tüm haçlı seferlerini başlatıcısı olduğu göz önüne alınırsa, farklı bir tutum beklemek zaten safdillik olurdu. "İsa'nın, Yahya tarafından sonra vaftiz edilmesiyle, gökler açılır, Tanrı'nın Ruh'u güvercin gibi İsa'nın üzerine iner ve göklerden şöyle bir ses duyulur: " Sevgili oğlum budur. Ondan hoşnudum." (Matta 3/13-17) diyen, Hz. İsa'yı Tanrılaştıran, bozulmuş İncilin temsilcisi Papa 16'ncı Benedikt, “İslam'da ise Tanrı kavramının çok soyut olduğunu” söyleyerek, önce putunu yapıp sonra yiyen pagan toplumlar gibi, bozulmuş Hıristiyanlığın putperestliğe daha yakın olduğunu da itiraf etmiş oldu. “İnsan kardeşini kendin gibi seveceksin”, "Sağ yanağına kim vurursa, ona öbürünü de çevir" diyen İncil'e rağmen, İngilizlerle Fransızlar arasında süren 100 yıl savaşları, İspanyolların, Endülüs Emevi Devletini ortadan kaldırdıktan sonra yaptıkları katliamlar, haçlı seferleri, I.ve II. Dünya savaşları, Maya medeniyetini ortan kaldırılması, köle olarak satılan zenciler… Hıristiyanların, ne kadar barışçı olduklarının göstergesidir. Kuran'da geçen, "Dinde zorlama yoktur" ayetine atıfta bulunan Papa 16'ncı Benedikt, "Bu ifadelerin Muhammed'in güçten yoksun olduğu ve tehdit altında bulunduğu ilk dönemlerine denk geldiğini belirtti." Osmanlı'nın yıllarca hakim olduğu ve adalet götürdüğü Hıristiyan ülkelerde adaleti tesis etmeye çalıştığı ve bazı Hıristiyanların, İslam hakimiyeti altında yaşamak için Müslümanları davet ettiğini bilmeyen Papa'nın ciddi bir tarih bilgisine ihtiyacı olduğu meydandadır. Eğer Müslümanlar gittikleri yerdeki halka zorla İslam'ı kabul ettirselerdi Balkanların tamamı, Afrika, İspanya, Avrupa Polonya'ya kadar Müslüman olurdu.
-
2005-2006 the best futbol club galatasaray
son kısımda ki yarım erkeklik ve fenerbahçe hariç diğerleri Asım Köksal hocanın islam tarihi kitabında var ve olmuş bir olaydır.
-
Ey Cemaati Müslimin
"İhtiyaçlar sınırsız, kaynaklarsa kıttır" yasasının geçerli olduğu bir dünyada barış hayalleri kurmak safdilliktir. Mahmuzlanınca gaza gelen egolar, (Ankara'nın EGO'su gibi) tahrik edilince elektriklenen arzular denetlenmediği müddetçe işler hal yoluna girmeyecektir. İhtiyaç ve kaynak deyince aklıma nedense hep Besim Tibuk'un, "Şimdi senin bir ineğin var tamam mı?" diye başlayan iktisat teorileri geliyor. Tibuk, inek metaforunu pek seviyordu. Hatta bir keresinde, "Bu parti; işadamını, zengini tutuyor dediler. İneğe niye iyi bakıyorum? Çocuklara süt versin diye" demişti de pek kimse üzerinde durmamıştı. Ben muhteris müteşebbislerin yerinde olsam biraz alınırdım ama neyse… Aslında "milli burjuva" yaratma projesinin ta başından beri siyasi partiler ve bürokrasi de sağılacak inek olarak görülür ya, mevzumuz o da değil. Mesele şu: Köy yerinde bir ineğiniz olsa ne yaparsınız? İlk fırsatta bu ineği satıp televizyonda gördüğünüz jojoba özlü şampuanlardan, son model cep telefonlarından, apartman topuklu ayakkabılardan, timsah derisi çantalardan mı satın alırsınız, yoksa süt, peynir yapıp satarak bir hayvan daha almanın yoluna mı bakarsınız? Alacağınız ikinci hayvan tercihen boğa olmalıdır ki, ikisini çiftleştirip daha fazla inek üretme imkânınız olsun. Bu kısa girizgâhtan da anlayacağınız üzere bugünkü hutbemizin mevzuu üretimin kutsiyeti, tüketimin laneti ve bu ikisinin memleketimizin hâl-i pürmelâliyle ilintisi. Muhterem cemaat! Eminim ki, sen de Türkiye'deki 40 küsur milyon cep telefonu abonesinden birisin. (Lütfen hutbe esnasında telefonlarınızı kapatınız!) Aranızdan "komünikasyon şehveti" yüksek olanlar iki ayrı telefon taşıyordur. Türkiye'de, toplam nüfustan daha fazla cep telefonunun dolaşımda olduğu malumatı da dikkate alındığında memleketimize özgü bir tuhaflık çıkıyor ortaya. Siz tabii, "Ayranı yok içmeye tahtırevanla gider etmeye" atasözünün tam bize göre olduğunu ispatlayan bu tür realitelere bakıp dehşete düşmektense tatil beldelerinde basenine Amerikan bayrağını andıran bir "pareo" saran yılın en çok aldatan annesi, feministlerin medâr-ı iftiharı olmaya namzet Pınar Altuğ'un erkeklere attığı gollerle meşgul oluyorsunuz. Öyleyse müstahak size. İyi dinleyin! Evvela ihtiyaç fazlası cep telefonlarınızı elden çıkarmanızı ve piyasaya sürekli yeni modelleri sürülen modern zamanın bu dabbet-ül arzlarını, "arz-talep" dengesini bozacak şekilde yenilememenizi öğütleyeceğim size. Ünlü Musevi mütefekkiri Sigmund Freud'un pek güzel tespit ettiği üzere insan zihni; "id"e -yani insanı bin bir türlü arzuya sevk eden altbenliğe- malik olduğu gibi, "süper ego" adlı (süper güç ABD'nin egosu değil, yanlış tefsir etmeyin) fevkalade kudretli bir denetleyici kırbaca da sahiptir. Dolayısıyla keyfi ihtiyaçlar icat edip neo-kapitalizmin küresel gâvurlarının ensesini daha da kalınlaştırmaktan başka bir işe yaramayan alışveriş hastalığının esiri olmaktansa tasarruf edin ve gücünüz ölçüsünde üretmeye bakın. İnek üretin mesela, cep telefonu üretin, doğal kaynakların işletilmesini temin için çalışın, fakirden alıp zengine verme felsefesini benimsemiş "anti-Robin Hood" partilerine rey vermeyin, krizlere girip kredi kartlarını boşaltan alışveriş müptelası karılarınızı Akmerkezlere salmayın, Allah vergisi bir vergi alma yeteneği olan devlete, "Allah vergisi bir vergi verme yeteneğine sahip vatandaş olmaktan vazgeçtim" demeyi bilin, yeri geldiğinde. Devlet, "Artık komünist olduk" diyerek ineğinize el koymaya kalkarsa "Önce büyükbaşlardan başlayın" deyin, sokak lambalarının faturasını size yüklemeye kalkarsa, "Havada bir sürü şimşek çakıyor, teknolojini geliştir de yağmurlu gecelerde yıldırımlardan hazır elektrik aktar" diye öğüt verin. Türk'ün alâmet-i fârikası hakkında fikir veren reklamları tüketici gözüyle değil, sosyolog gözüyle izleyin. Uzakdoğulu ve vahşi Batılı iki adam, tren vagonunda yeni ürettikleri afili cep telefonlarını gösterirken bizim Türk'ün neden cep telefonundan kredili alışverişi icat etmekle övündüğünü anlamaya çalışın. Niçin her alanda geri olup da reklam işinde Batı'yla aşık atacak seviyeye kısa sürede ulaştığımız sorusu üzerine kafa yorun. Google'da "Alışveriş" kelimesi için 9 milyon 340 bin kayıt varken "Osmanlı" kelimesinin neden sadece 3 milyon 300 binde kaldığını düşünün. (Arama sonuçları kimi zaman azıcık değişiyor, ama ehemmiyeti yok.) Ve hepsinden önemlisi bütün gereksiz alışverişlerin kaynağı olan televizyondan uzak durun. Elbet boşuna değildi, kimi büyüklerimizin, mollalarımızın bundan otuz sene evvel televizyonu yasaklamaları. Şimdi bizler gerici olduk, onlar ilerici oldular. İbrahim Tatlıses de vakti zamanında, nakaratı, "Yandım televizyonun elinden, öldüm televizyonun elinden" olan TV karşıtı bir şarkı yaparak münevverce bir hizmette bulunmuştu. Ne var ki, sonra kendisi de bilhassa yaz gecelerinde tüm kanalları dolaşarak münevverliğine halel getirdi. Ey muhterem cemaat! Bilinç hayal gücünün düşmanıdır. Sadece uykudayken düş görebildiğinizi unutmayın. Rüyalarınızda enerji üreten makineler görün, sabah kalkınca gördüklerinizi, bilincinizi kullanarak tatbik edin. Ve sonra da "Mutekit ölmedi" demeyin ve bay Freud'a teşekkür edip ruhuna bir Fatiha okuyun. İktisadi kaynaklar kıt olsa da Allahü Teala'nın merhameti boldur. 25-31 Ağustos 2006 Haftalık Dergisi
-
ŞERİATIN KESTİĞİ YÜREK... (Ayşe Hanım ile Kübra’nın yaşadıkları gerçek olaylar... "İnanılmaz bir Şeriat uygulaması.." Hak ve hukukun bulunmadığı yer.)
Yukarıdaki hikayeyi zevkleokudum yoksa masal mı desem "Eşi terzi, ama kumarbaz. Bu yüzden ailenin iki yakası bir araya gelmiyor. Ancak Ayşe evlere temizliğe giderek, mantı yapıp satarak kurtarıyor. İstanbul Avcılar’da bir ev alıp düzenlerini kuruyorlar. Hatta 1.5 kilo da altın biriktiriyorlar." hemde İstanbul da ha 1.5 kilo altın ha vaybe mantı yapmaya ve temizliğemi başlasak. Birde şunu yazayım İslam hukukunda hiç bir suça 180 sopa ceza verilemez bilmeyenler bilsin diye yazdım... Nedense işimize gelen yazıları üzerinde hiç kafa yormadan kabul ediveriyoruz.
-
MUTEBER BASININ(!) DERİN CEHALETİ ve BAYRAM HOCA’NIN ŞEHADETİ
MUTEBER BASININ(!) DERİN CEHALETİ ve BAYRAM HOCA’NIN ŞEHADETİ Gerçek, yanlışa ne kadar uzaksa, muteber basın da(!) bu ülkenin değerlerine o kadar uzaktır. Öyleki muteber basın (!) müslümanlar söz konusu olduğunda “mazlum” yerine “zalim”in, “şehit” yerine “katil”in hakkını müdafaa eder. Merhum Bayram Hoca ile alakalı haberler ve yorumlar bu acı gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir. Belli çevrelerce itibar edilen, hatta soruşturmalarda referans addedilen muteber basının (!) ne derece derin bir cehalet içerisinde olduğunu anlayabilmek için şehit Bayram Hoca ile alakalı yaptıkları yorum ve haberlere bakmak yeterlidir. Akşam Gazetesinde Serdar Turgut 04.09.2006 tarihli yazısında İmam-Hatip meselesi ve Bayram Hoca’nın şehadetiyle alakalı olarak Ahmet Hakan’ın kaleme aldığı yazıların İslami cemaatlere yabancı olan yazarlar için büyük bir önemi haiz olduğunu yazmakta ve söz konusu şahsa övgüler yağdırmaktadır. Ona göre, Hakan’ın yazıları muteber basının (!) yazarlarına neyi, nasıl düşünecekleri noktasında yol haritası vermektedir. Turgut’un yazısı yıllardır, Müslümanlar aleyhinde hayali yazılar kaleme alan muteber basın (!) adına yapılan gecikmiş bir itiraftır. Serdar Turgut’un itirafı, Türk Basını için iki açıdan esef verici bir durumdur. Bunlardan ilki yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede yazarların İmam-Hatip Lisesi ve İsmailağa gerçeğine yabancı olmaları ve onlarla ilgili bilgileri günlük bir gazetede yayınlanan köşe yazısıyla temellendirecek kadar basitleşmeleridir. Ülkedeki nüfusun yüzde doksan dokuzunu temsil eden Müslümanların dini hayatında müessir olan, toplumda kanaat önderi ve uzman olarak önemli vazifeler icra eden şahıs ve kurumların o ülkede yaşayan yazarlar tarafından tanınmamaları kabul edilebilir bir özür değildir. Zira İmam-Hatip Liseleri ve İsmialağa Cemaati için soruşturma mevzu olan konuların hemen tamamı muhafazakar kesimi tanımadıklarını açıkça itiraf eden Serdar Turgut’un da içinde yer aldığı muteber basının (!) haberleri üzerine yapılmıştır. Turgut’un itirafı, yapılan haberlerin hayali olduğunu bir kez daha tescil etmektedir. Muteber basının (!) yazarlarının, ülkenin yüzde doksan dokuzuna tekabül eden çoğunluğun değerlerine yabancı kalmayı tercih edip, onlarla alakalı yorumları hayali haberler üzerine bina etmede ısrarcı olmaları şunu söylemektedir: “Biz, muteber basın (!) olarak yüzde birlik bakiye ile ilgileniriz. Onların menfaatlerini gözetmek asıl vazifemiz olduğundan bütün gözlem ve araştırmalarımızı onlar üzerinde teksif ederiz. Yetiştiğimiz çevre ve okuduğumuz okullar itibariyle de zaten yabancı olduğumuz yüzde doksan dokuzluk kesimi ise onlar arasında yetişen ve daha sonra bize iltihak eden birkaç yazarın günlük yazıları ile anlamayı yeterli görürüz.” Hadiseyi Batı ölçeğinde düşündüğünüzde yüksek tirajlı gazetelerin editör ya da yazarlarının kiliseye ve kiliseden beslenen düşünce ya da oluşumlara yabancı kalmaları, kendi okuma ve gözlemeleri yerine harici ve hayali şahısların günlük yorumlarını esas alıp makalelerini onlar üzerine bina etmeleri düşünülebilir mi?! Böyle bir yazara hangi medya patronu gazete ya da televizyonunda tahammül edebilir?! Hayali haberlere ve onlar üzerinde yükselen derin cehalete ancak varoluşlarını İslam karşıtlığı ile anlamlandıran ülkemizdeki muteber basının (!) sahipleri tahammül edebilir. İşte buyurun derin cehaletiyle izleyicilerini kahkahaya boğan 3 Eylül 2006 tarihinde Kanal D televizyonunda merhum Bayram Hoca’nın cenaze merasimi ile alakalı haberleri sunan Mehmet Ali Bırand’ın durumu. Bırand haber bülteninde merhum Bayram Hoca’nın cenaze merasimi ile alakalı hayli şeyler söyledi. Bırand konuşurken etrafıma bakıyordum, içinde bulunduğum çay ocağındaki insanlar sanki haber programı değil de tiyatro izliyormuşcasına kahkaha atıyorlardı. Çünkü bülten yalan ve yanlış haberlerle doluydu. Nakşibendi tarikatının kurucusunun merhum Mehmet Zahit Kotku olduğunu söylemesinden İsmailağa Cemaati’nin adını İsmailoğlu Cemaati olarak vermesine kadar bültende yığınla hata vardı. Bırand’ın yanlış yorumlarını Aczmendi ve Ali Kalkancı’ya ait görüntüler eşliğinde vermesi ise muteber basının (!) genlerinde müfteri kimliğinin ne derece egemen olduğunu göstermesi açısından ayrıca önemlidir. Muteber basın (!) cenaze merasimine gönderdiği muhabir ve kameramanlarla toplumu gerecek görüntüler çekemeyince cenazeyi alakasız görüntüler eşliğinde sunmak zorunda kaldı(!). Halbuki adının “cemaat!” olması dışında, İsmailağa ile ekranda gösterilen sapık oluşumlar arasında hiçbir alaka yoktur. Tıpkı televizyon üst başlığında toplanan farklı kanalların oluşum, aidiyet ve zihniyet itibariyle birbirlerinden farklı olmaları gibi. Bu durumda “A” kanalı ile alakalı bir haber sunulurken görüntülerin “B” kanalından seçilmesi ne kadar muteber olabilir?! Bunun cevabı “Mehmet Ali Bırand’ın cehaleti kadar muteber olur.” şeklindedir. Ayrıca kanallar legal olmaları cihetiyle birbirlerine benzemektedirler. Görüntüleri verilen oluşmalar ise birileri tarafından İslam’ın doğrularını lekeleyebilmek için oluşturulduklarından İsmailağa ile meşruiyet noktasında da ayrışmaktadırlar. Muteber medyanın(!) yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet ise, birinci sayfada geniş yer ayırdığı haberde merhum Bayram Hoca’nın “Mektubatçı” olarak bilindiğini yazdı. Sonra da bilge bir üslüpla (!) “mektubatçı” ifadesini, “derslerini mektup tarzında veren kişi olarak” şerh etti. Gerçekte ise Bayram Hoca’ya Mektubat’çı denmesinin nedeni İmam Rabbani Hazretleri’nin yaşadığı dönemde çeşitli kişilere yazdığı mektupları muhtevi “Mektubat” adlı kitabın uzmanı olmasıdır. Ecnebi kolejlerinde yetişip, İslam coğrafyasında aydın olarak dolaşan cahillerin “mektubat” denilince indi bir takım şeyler söylemeleri aslında alışık olduğumuz bir durumdur. Garip olan ise bunun bilge bir uslupla verilmesidir. Muteber medyanın(!) güzide kuruluşları sunucu, yazar ve editörleriyle Bayram Hoca’nın şehadetiyle alakalı daha neler söylediler. Fakat yukarıdaki örnekler onların içinde bulundukları cehaleti resmetmeye kafidir. II. Bayram Hoca’yı şehit edenlerin kim ya da kimler oldukları henüz net değil. Bir çok ihtimal üzerinde duruluyor. Bu noktada şunlar söylenebilir: Ülkeyi kaosun içerisine çekmek isteyenler kıyafetlerine bakarak radikal olduklarını zannettikleri İsmailağa Cemaati’ni sokağa dökerek senaryolarını uygulama gayreti içerisindedirler. Bunun için de cemaatin en etkili isimlerinden merhum Bayram Hoca’nın şehit edilmesi tasarlanmıştır. Daha öncede sahneye sürülen bu oyun planlandığı gibi olmadı. Cenaze merasiminde taşkınlık kabul edilebilecek tek bir hadise vuku bulmadı. Bağırıp-çağırma yerine yaralı yürekler hep bir ağızdan “hasbunellah-u ve ni’me’l-vekil, ni’me’l-mevla ve ni’me’n-nasır” diyerek katilleri o en yüce makama havale etttiler. Muhterem Mahmut Hocaefendi’nin damadı merhum Hızır Ali Muratoğlu’nu şehit eden çevrelerde de aynı beklentiler vardı. O günlerde sağlığı biraz daha iyi olan Mahmut Efendi, komuoyu katillere karşı nasıl bir tavır belirlenecek diye beklerken yine “hasbunellah-u ve ni’me’l-vekil, ni’me’l-mevla ve ni’me’n-nasır” diyerek katilleri Allah Teala’ya havale etmişti. Cinayetler karşısında sergilenen bu metin duruş göstermektedir ki, yeni hadiseler karşısında cemaatin durumu öncekilerden farklı olmayacak, yani müslümanlar kaostan nemalanmak isteyenlere pirim vermeyecektir. İsmailağa cephesinden bakıldığında bu müstakim duruşun iki nedeni vardır; ilki Mahmut Efendi’nin temsil ettiği tasavvufi anlayışın hiçbir haliyle şiddeti tasvip etmemesi, ikincisi ise bu insanların babalarının bu ülkenin bağımsızlığı için muhtelif cephlerde canlarıyla bedel ödeyerek bu toprakları müslümanlara miras bırakmalarıdır. Onlar babalarının emaneti olan bu vatanı yıkarak değil, sessiz ama vakarlı duruşlarıyla daha ileriye götürmeye memur olduklarını düşünüyorlar. Diğer bir ihtimal ise bu cemaat selin vuramadığı bir yamacı andırıyor. Medreseden cübbeye kadar Osmanlı’dan kalma bütün değerler o yamaçta muhafaza ediliyor. “Acaba bu yamaç maziye dönüşte bütün bir millet için örnek teşkil edebilir mi?” Bundan ürkenler cemaati dağıtmak istiyorlar. Bunun için de bu tür cinayetlere tevessül ediyorlar. *** Perdenin arkasındaki gerçekler zamanla “zan”dan kurtulup “yakin bilgi” derecesine yükseldiğinde, hem şehitlerin mirası daha geniş kitleler tarafından benimsenecek, hem de yüzde birlik bakiyenin hassasiyetine tercüman olan muteber basının (!) bu milletle alakalarının olmadığı kesinleşecektir. ....alıntıdır.
-
DİNİMİZDE MİLLİYETÇİLİK YOKTUR
1-"......ben arabım ama bunda öğünme yoktur." yukarıdaki kısa cümle efendimizin buyurduğu uzunca bir hadisten son bölümdür. Benim rehber olarak kabul ettiğim zat ırkıyla övünmüyorsa hiç kimse bana doğarken seçme şansı bulunmadığım bir konuda öğünmeyi tavsiye edemez. 2-Bize "Türkün türkten başka dostu yoktur" masalını yıllarca yutturmaya çalışanlar Türk olan Timur belasından ve Viyana önlerinde Osmanlıya kazık atan kırım beylerinden ya da şii Türk olan Şah İsmailden niyeyse hiç söz etmezler. 3-Tüm milletleri ve dinleri bünyesinde toplayan ve 630 sene hukum süren Osmanlıyı herşeye rağmen Tarih boğmadıysa tarihin bizi boğacağı konusunda her hangi bir endişeniz olmasın. 4-"İslamiyet Türkleri değil Türkler İslamiyeti yüceltti".diyen ötüken dergisi mi, "...Bu esnada dişi kurt delikanlıdan gebe kaldı...Bu ülkede bozkurt 9 oğlan doğurdu...Oğuzlar kurttan geldiğini unutmamak için bir kurt başını bayrak yaptılar."diyen Süleyman Sürmen mi ya da : Türklerin bir “Kurttan” türediğini kabul eden ama Hz. Adem ve Havva ya inanmayıp “Sümer masalı”diyen Nihal Atsızlar mı, ..evvela ezanı arapça okumakla başladılar ihanet...diyen Türkeş mi bu milletin gerçek öncüleri olacak?
-
Cünüb mü sayılırım ?
erkekten çıkan üç çeşit su vardır mezi meni vedi dediğiniz mezi dir ve gusul gerekmez. meni şehvetle ve fışkırarak çıkar gusul gerekir vedi idrar dan sonra çıkar ve gusul gerekmez.
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
Yasaklıyacaksın kardeşim bu baş örtüsünü bu zaten siyasal simge benim ninem baş örtüsümü takıyordu ya çarşaf giyiyordu ya da folklor kıyafeti onunla girsin üniversiteye mesele hallolur böylelikle.
-
BIRAKIN ARTIK MÜSLÜMANLAR İNANCINI YAŞASINLAR....
Allahı Rab İslamı din olarak kabul etmiş arkadaşlar: 1-"Biz bu ülkeyi kan ve irfanla kurduk" bunu unutmayın. 2-Kazım Karabekir şark cephesi komutanıydı ve daha sonra da "terakkiperver halk fırkası adıyla " chp ye ilk muhalif partiyi kurmuş. Neden mi? size ne zaten partisi en kısa sürede kapatıldı. 3-İş bankası sermeyesinin bir kısmı hindistanlı müslümanların kurtuluş savaşı için gönderdiği paralarla kurulmuş ve bankanın gelirlerinden her sene chp ye pay veriliyormuş, hatta chp, tdk ttk nun parasını vermiyormuş iki yıldır size ne? 4-Menemen hadisesinden sonra yüzlerce insan halledilmiş. İstanbuldaki Esad Erbili de 90 yaşında olmasına rağmen idama mahkum edilmişti de yaşlı olduğu için el altından zehirlenmemişmiydi ama oğlunu idam etmiştik ne güzel. zaten iran şahı Atatürk gibi alimleri ortada kaldıramadığım için bunlar başıma geldi dememişmiydi. 5-Beş vakit ezan okunuyor yatıp kalkın dua edin çok bile. 6-hem size ne örtüden yok Alah emretmiş kuranda baş örtüsü varmış açın başınızı gidin okula zaten bu ülkede yaşamanız bile gereksiz ya gidin fransada okuyun okulunuzu orda serbest baş örtüsü. 7-İstiklal mahkemelerinde yüzlerce insan öldürülmüş, kel Ali sadece beş bin kişinin idamına imza attım diyor çok mu yani. zaten osmanlı padişahlarıda 20- 30 civarında hanedandan insanı öldürmüştü ya. bak ne güzel cumhuriyet idaresi var halkın sectiği temsilciler bizi 83 yıldır ne güzel idare ediyor osmanlı ilk bocunu 1854 te aldı biz 1923 ten beri 300 milyar dolar borç yapmışız çokmu yani. daha söyleyecek çok söz varda arif olana yeter
-
Aişe Konusu
HZ. AİŞE'NİN YAŞI 1-Hz. Aişe: Hz. Ebu bekir’in kızı olan Aişe, Peygamberimizin dul olmayan tek eşidir. Hz. Aişe'nin 9 yaşında olduğunu gösteren bazı rivayetlere mal bulmuş mağribi gibi saldıranlar, yaşının 17-18 yaşında olduğunu gösteren diğer rivayetleri hiç görmemiş ya da ya da anlayamadığı için es geçmiştir. İşin aslı şudur; Hz. Aişe evlendiğinde yaşının kaç olduğu kesin bilinmediği için değişik bir takım rivayetler mevcuttur. Bu o döneme has bir problem değildir. Bırakın 7. yüzyılı daha 20-30 sene öncesine kadar Anadolu'da da aynı problem vardı. Doğan bebeklerin yaşları önemli bir olay öncesi ya da sonrasıyla tayin edilirdi. 1.1-Hz. Aişe’nin ablası Esma yüz yaşına kadar yaşamış, hicretin 73. senesinde ölmüştür. Hz. Esma kardeşi Aişe’den on yaş büyüktü ve Esma hicrette 27 yaşındaydı. Hz. Aişe ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre hicrette 17 yaşındaydı (el-Mesudi, Murucu’z-Zeheb,II,309; İbni Asakir, Teracimu’n-Nisa, 9,10,28; et-Tebrizi, el-İkmal, III, 610). 1.2-Ayrıca Hz. Aişe peygamberimizden önce Cübeyr’le nişanlanmış, daha sonra nişan dini nedenlerden dolayı karşı tarafın isteğiyle bozulmuştur. Hz. Peygamber, Hz. Aişe'yle nişanlanmış Hicretin II. yılında iki bayram arası olan Şevval ayında da evlenmiştir. Demek ki evlenecek çağda bir kızdı, daha önce bir başkasıyla nişanlanmış, nişanı bozulmuş, sonra da peygamberimizle evlenmiştir. 1.3- Hz. Aişe şöyle der:“…. Hz. Muhammed (a.s.) Mekke'de iken ve ben de henüz oynayan bir çocuk idim ki “Onların vadeleri, kıyamettir. Kıyamet ne dehşetli, ne acıdır!” (El-Kamer sûresi, ayet: 46) mealindeki ayet inmişti. Bakara ile Nisa sûreleri ise ben O'nun yanında iken nazil olmuştu.”… (Sahîh-i Buharı, cild: 6, sayfa: 100, Te'lîfül-Kur'an babı; İstanbul Devlet matbaası) Hz. Aişe, Kur'an'ın Mekkî ayetlerinden Kamer suresi iniyorken, oynayan bir çocuk olduğunu ifade ediyor ve Kamer sûresinden olan âyetin kendisi sokakta oynayacak yaşta iken indiğini söylüyor yani Kamer suresinin nerede indiğini bilecek kadar büyük. Kur'an-ı Kerîm'in 54. sûresi olan Kamer sûresi, Mekke'de, ilk inen surelerdendir. Yaklaşık Hz. Aişe'nin bahis mevzuu ettiği âyetler, Hz. Muhammed'in peygamberliğin dördüncü senelerinde inmiştir. Hz. Aişe, bu sıralarda oynayan bir kız çocuğu, “ben oynayan bir kız çocuğu idim” dediğine ve o zamanki hal ve olayları ayrıntısıyla hatırladığına göre, mantıken altı-yedi yaşında ya da daha büyük olması ve Hicretten 2–3 yıl önce doğmuş olması gerekir. Hz. Peygamberin, Hicretin ikinci senesinde Hz. Aişe ile evlendiğine göre onun 17–18 yaşında olduğu gün gibi aşikârdır. 1.4- İfk hadisesinde sorguya çekilen Hz. Aişe’nin cariyesi Berire, Hz. Aişe için “O evinde hamurunu yoğururken uyuyakalan ve hamurunu kuzuya yediren gencecik bir kadındır.” Diyerek tek kusurunun bu olduğunu ve kendisinin masum olduğunu belirtmiş aynı zamanda Hz. Aişe’nin yaşının ne olduğu konusunda “gencecik bir kadındır” diyerek bilgi vermiştir. Hani 9 yaşında evlenmişti? Kafirler görmek istemese de.. 1.5-Eğer Hz.Aişenini 9 yaşında olduğu rivayeti doğruysa bu o dönemde yadırganan bir olay değildi ve hiç kimse de yadırgamamıştır. Bundan 2 sene önce Aydın'ın ilçesinde 12 yaşında ki bir kızın evlendiğine bizzat şahit oldum. 50 yıl öncesinde Anadolu da evlenme yaşı 12-18 arasıydı. Hatta K. Maraşta kız 18 yaşına gelince evlenmemişse evde kalmıştır diye bir söz duymustum. İmamı Şafii de Mısır da 21 yaşında bir nine gördüğünü söyler. Evlilik yasının standardı mı vardır ki? Bunu toplum kültürü belirler. Batıda bu bugun 30 dur Afrikada 10 ya da 15 tir Turkiyede bu bu gun için 20 dir. 20 yıl sonra 30 olur. Bugunu şartlarına göre geçmişi nasıl değerlendirebilirsiniz ve bu ne kadar gercekçi olabilir? 1.6.Olayları istedikleri gibi yorumlayanlar kronojiden faydalanmayı ve tarihi bir olayı doğru şekilde anlamayı çalışanları niye kınrlar illaki onların dediklerinin doğru olduğunu kabul etmek zorundamıyız?
-
HADİSCİ VE SÜNNETCİLERE HODRİ MEYDAN
Son zamanlarda bir takım cuhela cıkıp Hz.Peygamberi bir postacı mesabesine indirip Allahın ayetlerini ağızlarıyla evirip çevirip istedikleri mecraya cekmeye basladılar. Kuranı yorumlama hakkını Peygamberde görmeyen bu insanlar kendilerini allamei cihan yerine koyarak istedikleri gibi yorumlamaya basladılar. Cehalet hoş görülebilir ama inat asla: SÜNNETİN DELİL OLUŞU VE YERİ Kİtap’ta, Sünnet’İn delİl oluşu: Kendilerine itibar edilen bütün âlimler sünnetin (dinde) delil oluşunda ittifak etmişlerdir, ister beyan sadedinde olsun isterse müstakil hüküm getirsin bu böyledir. İmam Şevkâni bu konuda şöyle der: “Sünnetin delil oluşu ve hüküm koymada müstakil oluşu dini bir zorunluluktur. Buna ancak İslâm’dan nasibini almayan kimseler muhalefet ederler. (eş-Şevkâni, İrşadu'l Fuhûlâ s. 29) 1- “Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, peygambere de itaat edin, sizden olan yetkililere de. Sonra bir şeyde anlaşmazlığa düştünüz mü, hemen Allah'a ve Peygamberine arz edin onu, eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanan müminler iseniz. Bu hem hayırlı hem de netice itibariyle daha güzeldir.” (Nisa/59) Dikkat edilirse ayette önce Allah'a itaat emri verilirken arkasında Peygambere itaat emredilmiştir. Burada peygambere itaat, Allahın emirlerine itaattır demek cehaletin en belirgin örneğidir. Meselenin çözümünü Allah'a bırakmak, Kitâb'a başvurmaktır; Rasûlullah'a (s.a.) bırakmak ise, ölümünden sonra onun sünnetine müracaat etmektir. İbni Kayyim el-Cevziyye, İ'lâmu'l-muvakkıîn'de şöyle demektedir: Bütün müslümanlar, meseleyi Allah'a bırakmaktan maksadın, Kur’ân'a başvurmak; Rasûlullah'a (s.a.) bırakmaktan maksadın da, hayatında iken bizzat kendisine, Ölümünden sonra da sünnetine başvurmak olduğu konusunda icmâ etmişlerdir. 2- “Peygamber size neyi getirmişse onu alın; size neyi yasaklamışsa ondan kaçının." (Haşr 7) Kur'ân'da yer alan deliller göstermektedir ki, peygamberin getirdiği, emir ve yasak ettiği her şey, hüküm itibarıyla Kur'ân'ın getirdiklerine ek olarak katılmaktadır; bu durumda onun ayrı bir şey olması, ona ilave bir şeyler getirmesi gerekir..” (Haşr/7) 3- “Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur, kim de yan çizerse, kendilerine seni gözcü de göndermedik!” (Nisa/80) 4- “Andolsun ki, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlara ve Allah’ı çok zikredenlere, Allah'ın resulünde mükemmel bir örnek vardır!” (Ahzab/21) 5- “Biz herhangi bir peygamberi gönderdikse, sadece Allah'ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip günahlarına mağfiret dileselerdi, peygamber de onların bağışlanması için dua ediverseydi, elbette Allah'ı tövbeleri kabul eden ve merhametli bulacaklardı.” “Yok, yok! Rabbine yemin ederim ki onlar aralarında çıkan çapraşık işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden nefislerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa/64–65) Ensardan bir adam (Humeyd), Rasûlullah'ın (s.a.) huzurunda hurma suladıkları Harre su yolları hakkında Zübeyir'den davacı olmuştu. Ensâr'dan olan zat: "Suyu sal da geçsin!" demiş, Zübeyir ise onun bu teklifine razı olmamıştı. Derken Rasûlullah (s.a.) huzurunda davaya çıktılar. Rasûlullah (s.a.), Zübeyr'e: Ya Zübeyr! Sen sula, sonra suyu komşuna sal!" buyurdu. Ensarlı kızdı ve: "Yâ Rasûlallah! Bu adam halanın oğlu diye mi böyle söylüyorsun?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamberin (s.a.) yüzünün rengi değişti ve: "Yâ Zübeyir! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!" buyurdu. Zübeyir, yeminle bu âyetinin bu hususta indiğini söylemiştir. Hz. Peygamber (s.a.), ilk önce Zübeyir'den komşusuna karşı müsamahalı davranmasını ve sulamanın en az derecesi ile yetinmesini, ondan sonra da suyu hemen ona salıvermesini istemişti. Ensâri, bunu anlamayıp üstelik kötü bir şekilde yorunca, bu kez Hz. Peygamber (s.a.), Zübeyr'e seri hakkını tam olarak kullanmasını ve toprak suya iyice kanıncaya kadar suyu kendisinde tutmasını emretti. (Müslim, Fedail 129) Oysa bu hüküm Allah’ın kitabında yoktur. Sonra bu âyet, onun hükmüne razı olmamanın imandan çıkmak olduğunu belirten ağır bir ifade de içermektedir. (el-Muvafakat, 4/12-13) 6- “Ve biz her gönderdiğimiz peygamberi, ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara iyice açıklasın; sonra da Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini de hidayete erdirir. Ve O, öyle her şeye galip, tam hüküm sahibidir.” (İbrahim/4) 7- “Onları açık mucizelerle ve kitaplarla göndermiştik. Sana da bu Kur'an'ı indirdik, insanlara kendilerine indirileni anlatasın diye. Belki düşünürler.” (Nahl/44) 8- “Allah'ı ve peygamberleri dinleyin, karşı gelmekten sakının! Eğer kulak asmazsanız biliniz ki, elçimize düşen sadece açık bir tebliğden ibarettir.” (Maide 92) Daha başka buna benzer, Allah'a itaat ile Rasûlullah'a (s.a.) itaati ayrı ayrı zikreden nasslar vardır. Bunlar, Allah'a itaatin konusunun, Kitabında emredip yasakladığı şeyler olduğunu, Rasûlullah'a (s.a.) itaatin de, Kur'ân'da yer almayan ve bizzat kendisinden gelen emir ve nehiylere tâbi olmak suretiyle olacağını gösterir. Çünkü sünnet eğer Kur'ân'da zaten mündemiç bulunsaydı, o zaman o da Allah'a itaatten sayılırdı. 9-“Peygamberin size yaptığı çağrıyı, birbirinize yaptığınız çağrı gibi değerlendirmeyin! İçinizden birbirini siper ederek sıvışıp sıvışıp gidenleri Allah mutlaka biliyor. Artık onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir fitnenin veya acı bir azabın gelmesinden çekinsinler!” (Nur 63) Bu âyette Hz. Peygamber'e (a.s.) ait ayrıca itaata mahal bir konu olduğunu gösterir ki, bu da Kur'ân'da yer almayan sünnet olur. 10-"Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.” (Nisa 80) Bu ayeti kerimeyle Hz. Peygambere (a.s.) itaat etmenin Yüce Allah’a itaat etmek olduğu bildirilmektedir. 11-"Peygamber size neyi getirmişse onu alın; size neyi yasaklamışsa ondan kaçının." (Haşr 7) Kur'ân'da yer alan deliller göstermektedir ki, peygamberin getirdiği emir ve yasak ettiği her şey, hüküm itibarıyla Kur'ân'ın getirdiklerine ek olarak katılmaktadır; bu durumda onun ayrı bir şey olması, ona ilave bir şeyler getirmesi gerekir. 12-“Hele her ümmet içinde kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit göndereceğimiz seni de onların üzerine şahit getirdiğimiz gün!... Bu Kitabı sana, her şeyi beliğ bir şekilde açıklamak; hem bir hidayet kanunu, hem bir rahmet, hem de müslümanlara müjde olmak üzere ceste ceste indirdik.” (Nahl/89) 12- "Ey Resulum, bu Kur'an-ı sana ancak insanların ayrılığa düştükleri şeyi beyan etmek için ve iman edecek kimselere bir hidayet, bir rahmet olsun diye indirdik." (Nahl/64) Nasıl olur da Allah, Resulune kendisine indirilen Kur'an-ı tebliğ yetkisini verecek ama onun sünnetinin hiç bir önemi olmayacak veya delil olarak kabul edilmeyecektir. 13-“Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir bela inmekten yahut kendilerine acıklı bir azab isabet etmekten sakınsınlar." (Nur/63) 14- "(Ey Rasulum) De ki Allah'a itaat edin. Resule itaat edin. Eğer bunlara itaat etmekten yüz çevirirseniz, peygambere düşen ancak ona yükletilen tebliğdir. Sizin üzerinize de, size yükletilendir. (İcabet etmektir) Eğer ona itaat ederseniz hidayete erersiniz. Peygambere düşen, ancak açık bir tebliğdir." (Nur/54) Hz. Peygamber (a.s.) mübeyyindir, yani yüce Allah’ın kendisine yetki verdiği, müsaade ettiği konulara açıklama getirmiştir. Beyhaki, tabiin büyüklerinden olan Eyyub Suhteyani'den şunu rivayet eder: “Birisine sünnetten bahsettiğim zaman, sünneti bırak ta bize Kur'an'dan bahset derse, bil ki o sapıktır.” Evzai şöyle der: “Sünnet Kitab'ın bir hükmünü açıklayabilir yahut onun mutlak (genel) bir hükmünü sınırlayabilir yahut onda zikredilmeyen hükümler getirebilir.” Nitekim Yüce Allah buyurmuştur: "Ey Rasulum, sana da Kur'an-ı indirdik. Kendilerine indirileni insanlara anlatasın: olur ki iyicene düşünürler." (Nahl/44) Yine Beyhaki'nin, Evzai'den rivayet ettiğine göre; o bazı arkadaşlarına: “Rasulullah'tan size bir hadis geldiğinde aksini söylemekten sakınınız. Çünkü Rasulullah, Allah'tan alarak tebliğ eder.” diyordu. Ancak şunu da bilmek gerekir ki; Hz. Peygamber (a.s.) kesinlikle Allah’ın helallerini haram, haramlarını helal yapma yetkisine sahip değildir. Şu ayeti kerime bunu ifade eder: “Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.” (Tahrim/1) Kaynak: 1-İ'laü's-Sünne, Zafer Ahmed et-Tehanevi, Yeni Usulü Hadis, İbrahim Canan 2-el-Menaru'l Münif, İbni Kayyım Cevziyye, Cantaş Yay. 3-Mevzu Hadisler, M.Yaşar Kandemir,D.İ.B. 4-Akıl Vahiy Açısından Sünnet, Dr. Mehmet Erdoğan, İFAV 5-el-Muvafakat, Şatıbi, İz Yay. 6-Kur'an Sünnet Bütünlüğü, Necati Kara, İhtar Yay. 7-Mevzu Hadisler, Abdulfettah Ebu Gudde, İnsan Yay. 8-Sünneti Anlamada Yöntem, Yusuf el-Kardavi, Rey Yay. SÜNNETİN YASAMADA MÜSTAKİL OLMASI Sünnet hüküm koymada bazen müstakil olduğu konusunda bütün âlimler ittifak halindedir buna tarihte sadece Hariciler ve Rafiziler, günümüzde oryantalistlerin fikir akımına kapılan cahiller itiraz etmişlerdir. Sünnet, dikkate alınma bakımından Kitap'tan sonra gelir. Buna şu hususlar delalet eder: Kitap kat’î, sünnet ise zannîdir. Sünnette kafîlik ancak, kısmen söz konusu olabilir; tafsilâtta katilikten söz edilemez. Kitap ise hem genel hem de tafsil üzere kafidir. Kat’î olan, zannî üzerine takdim olunacağından, Kitab'ın sünnet üzerine takdimi lâzım gelir. Sünnet, ya Kitab'ı beyan etmektedir ya da ona ilave bir hüküm getirmektedir. Eğer Kitab'ın içeriğini beyan mahiyetinde ise, o zaman sünnet, dikkate alınma bakımından beyan edilene nispetle ikinci derecede bir yere sahip olacaktır. Şöyle ki, beyan edilecek olan şeyin düşmesi durumunda, beyanın da düşmesi lâzım gelir; bunun aksine beyanın düşmesi halinde ise beyan edilecek olan şey düşmez. Durumu böyle olan birşeyin (yani Kitab'ın) tâbi durumda olana takdimi gerekir. Eğer sünnet, beyan edici mahiyette değil de Kitab'a ilave bir şey getiriyorsa, o zaman ona itibar Kitab'a bakıldıktan ve aranılanın onda bulunamamasından sonra olacaktır. Bu da Kitab'ın mertebece sünnetten önde geldiğinin delilidir.(Şatıbi, el-Muvafakat 4/5) îmam Şafii (r.a) bir gün Mescid-i Haram'da oturmuş insanlara konuşurken şöyle demiştir: “Bana sorduğunuz her şeyin cevabını Kur’an'dan verebilirim.” Bir adam “ihramda iken eşek arısı öldürenin hükmü nedir?” diye sorar, imam “bir şey gerekmez” diye cevap verince adam “bu Allah’ın kitabının neresinde var?” deyince îmam “Rasul size ne vermişse onu alın neden yasakladıysa ondan kaçının...” ayetini okumuş arkasında Hz. Ömer’in “İhramlı kimse eşek arıs öldürebilir” dediğine dair isnadı ile birlikte bir rivayet zikreder. Yüce Allah’ın Kur’an’ı Kerim’de “Doğrusu onlar bizim yanımızda seçkin ve iyi kimselerdendir” (Sad/47) dediği “İsmet” sıfatıyla bezenmiş peygamberler ümmet için “en iyi örnek”tir. 1-Sünnetin hüccet oluşu ve onunla amelin vacib olduğuna delalet eden; “Size Allah’ın kitabı ve onun elçisinin sözü olmak üzere iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe ebediyen sapıklığa düşmeyeceksiniz.” (Muvatta, Kader,3) hadisi Hz. Peygamberin (a.s.) sünnetinin konumunu belirleyen en net hadislerden sadece birisidir. 2-Bu konuda gelen nakli deliller vardır. Muâz hadisi bunlardan sadece biridir: Hz. Peygamber (a.s.) ile Yemen'e vali gönderdiği Muâz (r.a.) arasında şöyle bir konuşma cereyan eder: — Ne ile hükmedeceksin? — Allah'ın kitabıyla. — Ya onda bulamazsan? — Rasûlullah'ın sünnetiyle. —Onda da bulamazsan? —Reyimle ictihad ederim.. (Ebu Davud, Akdiye, 11; Tirmizi, Ahkam, 3; Nesai, Kudat,11; İbni Mace, Menasik 38, İbni Hanbel, 1/37, 5/230-236) 3-Hz. Ömer, kadı Şureyh'e yazdığı mektubunda ise şöyle demiştir: "Sana bir durum geldiği zaman, Allah'ın kitabına göre hükmet. Eğer Allah'ın kitabında hükmü olmayan bir durum karşına çıkarsa, Rasûlullah'ın (s.a.) verdiği hükümle hükmet..." Başka bir rivayette ise şöyle demiştir: "Eğer Allah'ın kitabında bir şey bulursan onunla hükmet ve başka hiçbir şeye iltifat etme." Hz. Ömer, bu sözün mânâsını bir başka rivayette şöyle açıklamıştır: "Allah'ın kitabında gördüğün şeyi bak al ve o konuda başka hiçbir kimseye bir şey sorma. Allah'ın kitabında bulamadığın şey hakkında ise, Rasûlullah'ın(s.a.) sünnetine tâbi ol!" Buna benzer bir söz İbn Mesûd'dan da nakledilmiştir. O şöyle demiştir: "Sizden birinize bir dava arz edildiği zaman, Allah'ın kitabı üzere hükmetsin. Eğer Allah'ın kitabında hükmü bulunmayan bir mesele ile karşı karşıya gelirse, o zaman da Rasûlullah'ın (s.a.) sünneti üzere hükmetsin." İbn Abbâs ise, kendisine bir şey sorulduğu zaman, eğer o meselenin hükmü Allah'ın kitabında varsa, onunla hükmederdi. Eğer Allah'ın kitabında hükmü yoksa ve o konuda Rasûlullah'tan (s.a.) bir hüküm varsa onunla hükmederdi. Selef ve ulemâ sözlerinde, sünnetin Kur'ân'dan sonra geldiğini gösteren benzeri sözler pek çoktur. Bütün bunlar açıkça göstermektedir ki, sünnette Kur’an’da olmayan şeyler vardır. Bazı âlimlerin ifade ettiği: Kitap sünnet için, sünnet Kitab için bir alan bırakmıştır.” Şeklindeki sözleri de bu manayı ifade etmektedir. Hanefi usûlcülerin taksiminde yer alan farz ve vacip ayırımı da, Kitâb'ın sünnet üzerine takdimi, Kitab'a itibarın sünnetten daha güçlü olduğu esasından kaynaklanır. Bu ayırımın mânâsı konusunda diğerlerinin de farklı düşünmediğini söyleyebiliriz. Bu durumda herkes tarafından kesin olarak kabul edilen sonuç şudur: Sünnet, değerlendirme bakımından Kitap mertebesinde değildir.( el-Muvafakat, 4/6-15) İTİRAZ: Bu sonuç, tahkikçi âlimlerin görüşlerine aykırıdır. Şöyle ki: Âlimlere göre sünnet, Kitap üzerinde hâkim konumda iken, Kitap sünnet üzerinde hâkim değildir.( Yani Kitap ve sünnet arasında ilk bakışta muârız gibi görünen bir durum olduğunda, Kitap esas olarak alınır ve sünnete takdim olunur. Müellifin kastettiği budur.) Çünkü Kitâb'ın iki ya da daha fazla durumlara ihtimali olabilir, sonra sünnet gelerek bu ihtimallerden maksûd olanı belirler. Bu durumda sünnete dönülmüş Ol ve Kitâb'ın gereği terkedilmiş olur. Keza bazen Kitâb'ın zahiri emir olur, sonra sünnet gelir ve onu zahir mânâsından çıkarır. Bu ise sünnetin takdim edildiğinin bir delilidir. Bu konuda şunu belirtmek dahi yeterlidir: Sünnet Kitâb'ın mutlakını takyit, umûmunu tahsis eder ve onu zahiri dışında başka mânâlara yorar. Nitekim bu konular usûl kitaplarında zikredilmiştir. Meselâ Kur'ân, her hırsızın elinin kesilmesi hükmünü getirmiştir. Sünnet ise, korumanın (hırz) altında bulunan ve nisap miktarına ulasan malı çalan kimsenin elinin kesileceğini belirtmek suretiyle Kur'ân'ın getirdiği hükmü tahsis etmiştir. Yine Kur'ân, zahir olan her maldan zekât alınması hükmünü getirirken, sünnet bunu belirli mallara tahsis etmiştir. Allah Teâlâ, kendileriyle evlenmeleri haram olan kadınları saydıktan sonra: "Bunların dışında kalanlar size helal kılındı” (Nisa 24) buyurur, sünnet ise, bu genellemeden bir kadının halası ve teyzesi ile bir arada nikâh edilmesi hükmünü dışarı çıkarır. Bütün bunlar Kur'ân'ın zahirinin bırakıldığını ve sünnete itibar edildiğini gösteren örneklerdir. Bu tür örnekler sayılamayacak kadar çoktur. (Şatıbi, el-Muvafakat 4/6-7) Sünnetin terk edilerek sadece Kur'ân'a uyulmasını yeren hadisler vardır. Eğer sünnetin içeriği, Kitap'ta bulunsaydı, o takdirde Kitap ile amel halinde sünnet hiçbir şekilde terkedilmiş olmazdı. Bu konuda gelen hadislerden bazıları şöyledir: "Yakında sizden biri çıkar ve şöyle der: 'İşte Allah'ın kitabı. Onun içerisinde bulunan helalleri helâl kabul ederiz, onda yer alan haramları da haram sayarız.' Haberiniz olsun! Kime benden bir hadis ulaşır da onu yalanlarsa, bu haliyle o Allah'ı, Rasûlünü ve o hadisi kendisine ulaştıranı yalanlamış olur." Hz. Peygamber (s.a.) bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Çok geçmez sizden biri koltuğuna kurulur; kendisine benden bir hadis rivayet edildiği zaman şöyle der: “Aramızda ve aranızda Allah'ın kitabı var. Onda helâl olarak bulduğumuzu helâl kabul eder, onda haram olarak bulduğumuz şeyi de haram sayarız.” Dikkat edin! Allah'ın Rasûlünün (s.a.) haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir. (Tirmizi, İlim 10; İbni Hanbel,2/367, 4/132) Başka bir rivayet de şöyledir: "Sakın ola sizden birinizi koltuğuna kurulmuş (şöyle bir tavır sergilerken) görmeyeyim: Ona emrettiğim ya da yasakladığım şeylerden bir şey gelir de şöyle der: Bilmiyorum (böyle bir şey yok). Biz Allah'ın kitabında bulduğumuz şeye uyarız." (Ebu Davud, Sünen 5(4/200) Bu hadisler, sünette, Kur'ân'da olmayan bazı şeylerin bulunduğunu gösteren bir delil olmaktadır. Kur'anı Kerim’de bayram namazlarından hiç bahsetmez ama Hz. Peygamberin sünnetinde bayram namazı vardır ve namaz en büyük ibadetlerden birisidir. Kur'an'da beş vakit namazdan, rekâtlarından bahsetmez ama Hz. Peygamberin uygulamasında bu ihtilafsız bir haber olarak sabah 2, öğle 4, ikindi 4, akşam 3, yatsı 4, olarak mevcut ne yapmalıyız? Kur'an'da zekat oranlarından bahsedilmez ama Hz. Peygamberin uygulamasındaki hükmü, sahabe bize bunun oranlarını vermiştir. Yukarıda bahsettiğimiz konularda Beyhaki’de Hz. Peygamberden (a.s.) yapılan senedi sahih nakil vardır. Resûlullah'ın (a.s.) Amr b. Hazm'ı, Yemen ahalisine dinî bilgileri ve sünneti öğretmek, zekâtlarını toplamak 'için Yemen'e gönderdiğinde kendisi için yazdığı rivayet edilen ahitname: "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. "Ey iman edenler (yaptığınız) akitleri (verdiğiniz söz ve ahidleri) yerine getirin" (Mâide 5/1); Bu, Resûlullah'dan (a.s.) Amr b. Hazm'a, onu Yemen'e gönderdiği sırada verilmiş bir ahidnâmedir. Ona bütün işlerinde Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakınmasını emretti: "Şüphesiz, Allah (kendisine karşı gelmekten) sakınan ve iyilikte bulunan kimselerle beraberdir" (Nahl 16/128). Kendisine emrettiği üzere hakka göre davranmasını, insanlara hayrı müjdelemesini ve hayrı emretmesini; onlara Kur'an'ı ve hükümlerini öğretmesini, taharet üzere olmadıkça hiç kimsenin "Kur’an’a dokunmamasını ve insanları bundan nehyetmesini; insanlara leh ve aleyhlerinde olanları (hak ve görevlerini) bildirmesini; hak konusunda onlara yumuşak, zalimler konusunda ise sert davranmasını ona emretti. Çünkü Allah zulmü çirkin görüp ondan nehyederek "İyi bilin ki Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir" (Hûd 11/18) buyurdu. İnsanları cennetle müjdelemesi ve cennet amelinde bulunmalarını emretmesini, ateşten (cehennem) ve ona götürecek amelde bulunmaktan sakındırmasını; dinde bilgi sahibi olmaları için insanlarla ülfette bulunmasını, insanlara haccı nasıl yapacaklarını ve haccın sünnet ve farzlarını öğretmesini; geniş olup iki tarafını boynunun üzerine atması durumu hariç, kişinin bir tek küçük elbisede namaz kılmasından ve bir elbise içinde ihtibâda bulunup tenasül uzvuyla semaya doğru yönelmesinden, uzadığında saçlarını ensesinde toplayıp örmekten halkı nehyetmesini; insanlar arasında kargaşa (savaş) olduğunda, kabile ve aşiret bağlarına çağırmaktan onları nehyedip çağrılarının ortağı olmayan bir tek Allah'a olmasını, kim Allah'a değil de aşiret ve kabilelere çağırıyorsa, çağrılan ortağı olmayan bir tek Allah'a oluncaya dek kendilerine kılıçla muamele etmesini; insanlara, Allah'ın kendilerine emrettiği gibi, abdestte suyu yüzlerine, dirseklere kadar kollarına ve inciklerine kadar ayaklarına iyice yayarak yıkamalarını ve başlarını meshetmelerini emretmesini; namazı vaktinde kılmasını, rükû ve huşûa tam riayet etmesini, sabah namazını ortalık daha karanlıkken kılmasını, öğleyi öğlen sıcağında kılmayıp güneşin dönmesi sırasında kılmasını, ikindiyi güneşin yeryüzüne arkasını verdiği zaman, aksamı gecenin gelmeye başladığı zaman kılıp yıldızlar gök yüzünde, çoğalıncaya dek tehir etmemesini, yatsıyı gecenin evvelinde kılmasını cuma için ezan okunduğunda hemen cumaya koşmasını ve cumaya giderken gusletmesini; ganimetten Allah'ın hakkı olan beşte biri (hums) almasını emretti. Mü'minlere zekât olarak farz kılınan miktar şudur: Akarda (arazide) yağmurla sulanandan elde edilen ürünün onda biri (öşür), taşıma su ile sulanandan elde edilen ürünün de yirmide biri; her on devede iki koyun, her yirmide dört koyun; otuz sığırda, iki yaşını doldurmuş erkek veya dişi sığır; kırk saime koyunda bir koyun. Bu, Allah'ın zekat olarak mü'minlere farz kıldığıdır, kim daha fazla verirse kendisi için daha hayırlıdır. Yahûdî ve hristiyanlardan kim kendiliğinden samimî bir teslimiyetle müslüman olur ve İslâm'ı din edinirse o müminlerdendir. Onların lehine olan (haklar) onun da lehine, onların üzerine olan (görevler) onun da üzerine olur. Kim yahûdîlik ve hıristiyanlığı üzere kalırsa ondan döndürülmez; erkek veya kadın, hür veya köle olsun, ergin herkes tam bir dinar veya elbiseden karşılığını verecektir. Kim bunu yerine getirirse ona Allah'ın ve Resûlü'nün zimmeti (koruma) vardır, kim de bunu yerine getirmezse o Allah'ın, Resûlü'nün ve müslümanların hepsinin düşmanıdır. Allah'ın salât ve selâmı, rahmet ve bereketi Muhammed'in üzerine olsun”. (İbni Sa’d ın Tabakat’ına göre Amr b. Hazm’a yazılan bu ahidname sahabeden Übey b. Ka’b (r.a.) tarafından yazılmıştır.) Bize düşen Kur’anın gösterdiği yolu izleyip, Hz. Peygambere tabi olmak, o nasıl yaptıysa, nasıl emrettiyse öyle yapmaktır. Yoksa heva ve hevesimize uyarak “benim Kur’andan anladığım budur” deyip sünneti devre dışı bırakıp “hevasını ilah edinmek” değildir. Bir kadınla halası veya teyzesini birlikte nikâhlamanın haram oluşu, sütkardeşliği sebebiyle getirilen evlenme yasakları, azı dişli vahşi hayvanlarla yırtıcı pençeli kuşların etlerinin haram oluşu, denizdeki ölü balıkların helal oluşu, bir şahid ve yeminle yetinerek hüküm vermek gibi sünnetin Kur'an'a ziyade olarak getirdiği hükümler buna örnek olarak verilebilir. “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram ettiğini haram tanımayan ve hak dinini din edinmeyenlere küçülmüş oldukları halde kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın!” (Tevbe 29) İbadetlerin nasıl yapılacağının ayrıntılı bir şekilde sünnet tarafından açıklanmış olmasının yanı sıra muamelatla ilgili pek çok husus da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Ayrıca Kur’anı Kerimde evlilik konusunda kadınlara mihr verilmesi emredilmekte evliliğin şartlarının ne olduğu beyan edilmemektedir. Nikahın şartları olan icab-kabulün ve iki şahidin aranması sünnetle belirtilmiştir. Eğer sünnet devre dışı bırakılırsa o zaman mut’a nikâhının da caiz olması gerekirdi ama bunun haram oluşu “sünnet” ile sabittir. Kaynak: 1-İ'laü's-Sünne, Zafer Ahmed et-Tehanevi, Yeni Usulü Hadis, İbrahim Canan 2-el-Menaru'l Münif, İbni Kayyım Cevziyye, Cantaş Yay. 3-Mevzu Hadisler, M.Yaşar Kandemir,D.İ.B. 4-Akıl Vahiy Açısından Sünnet, Dr. Mehmet Erdoğan, İFAV 5-el-Muvafakat, Şatıbi, İz Yay. 6-Kur'an Sünnet Bütünlüğü, Necati Kara, İhtar Yay. 7-Mevzu Hadisler, Abdulfettah Ebu Gudde, İnsan Yay. 8-Sünneti Anlamada Yöntem, Yusuf el-Kardavi, Rey Yay. SAHABENİN HZ. PEYGAMBERE BAĞLILIĞI Bir pervane gibi Rasulullah’ın (a.s.) etrafında dönen, ona bir zarar gelmemesi için üzerine titreyen, canlarını mallarını onun davası uğruna feda eden, konuşmalarına “anam babam sana feda olsun” diye başlayan sahabenin Hz. Peygamberin sünneti konusunda ne kadar duyarlı olduğu malumdur. 1-Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir'e gelip babasının mirasından pay isteyince, Hz. Ebû Bekir onun bu isteğini şöyle cevaplamıştır: “Resûlullah (a.s.)'den duydum şöyle demişti: 'Allah peygamberi bir lokma ile doyurur ve sonra onun ruhunu kabzederse, kendisinden sonra onun yerine geçenin sorumluluğuna bırakır.' Ben, bunlar (mirası) Müslümanlara dağıtmayı uygun buldum” deyince Fatıma: “Peygamberden işittiğin ve senin (takdirin) gibi olsun demiştir.” Bir rivayette ise (Hz. Ebû Bekir): "Resûlullah'ın (a.s.) yaptı; yi terk edecek değilim ve yaptığını da mutlaka yapacağım. Ben, 0nun emrinden bir şey terk edersem (O'nun yolundan) sapmaktan korkarım.” demiştir. 2-Resûlullah (a.s.) H. 11 yılında büyük bir ordu hazırlayarak Usâme'yi bu orduya komutan tayin etmiştir. Usâme'nin komutası altında Hz.Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebu Ubeyde gibi ashabın birçok ileri gelenleri de vardır. Bunun üzerine, halktan bazı insanlar; muhacirlere “bir çocuğu komutan tayin etti!” diyerek ileri geri konuşmaya başlamışlar, bunu duyan Resûlullah, çok kızmış ve minbere çıkarak cemaate şöyle seslenmiştir: “Usâme hakkındaki sözleriniz bana ulaştı. Siz onun komutanlığım tenkid ettiğiniz gibi, daha önce babasının komutanlığını da tenkit etmiştiniz.. Gerçek şu ki, o komutanlığa layıktır. Nitekim babası da komutanlığa layıktı. Usame komutasındaki ordu hareket etmek üzereyken, Allah Resulü darı bekaya irtihal etmiştir. Halife olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) “Resûlullah (a.s.)'in atadığı bir komutanı görevden almak kesinlikle bana düşmez" diyerek tavrını ortaya koymuştur. 3- Hz. Ömer yaralandığında kendisine: "Halife seçmeyecek misin?" diye sorulduğunda verdiği cevap: "Eğer (seçimi) terk edecek olursam, bunu benden daha hayırlı biri terk etmiştir ki o, Resûlullah (a.s.)'dır. Eğer halife seçecek olursam onu benden daha hayırlı olan biri yapmıştır ki o da Ebû Bekir'dir” Yine Hz. Ömer şöyle der: “Medine’nin yüksek bir semti olan Umayye b. Zeyd oğulları mahallesinde otururken ensardan bir komşum vardı. Rasulullah’ın (a.s) meclisine sırayla bir gün o, bir günde ben giderdik. Ben gittiğimde o gün gelen vahiy ve diğer şeyleri ona bildirirdim, o gittiği zaman aynı şeyi o bana yapardı.” 4-Sa'îd b. el-Müseyyib'den: "Ben, Osman (r.a.)'ı Resûlullah’ın oturduğu yerde otururken yemek istettiğini ve ateşin değdiği bu yemeği yedikten sonra kalkıp namaz kıldığını ve sonrasında: “Resûlullah'ın oturduğu yere oturdum, Resûlullah'ın yediği yemeği yedim ve Resûlullah'ın kıldığı (gibi) namazı kıldım.” 5-Meysere b. Ya'kûb et-Tuhevî: "Ben Ali (r.a.)'ı ayakta su içerken gördüm ve ona: 'Ayakta mı içiyorsun?' diye sorunca, cevaben bana: 'Eğer ayakta içiyorsam bu, Resûlullah (a.s.)'i ayakta içerken görmüş olmamdandır. Eğer oturarak içiyorsam bu da, Resûlullah’ı (a.s.) oturarak içerken görmüş olmamdandır. dedi.(Rasulullah’ın içtiği su muhtemelen abdest sonrası ayakta içmeyi adet haline getirdiği su ya da zemzem di) 6-Ali b. Rebî'a şöyle demiştir: "Hz. Ali'nin binmek için bir binek getirdiğini gördüm. Ayağını üzengiye koyduğunda: 'Bismillah' dedi. Bineğin üzerinde doğrulunca: 'Elhamdülillah' ve “Sübhânellezî sehhare lenâ hazâ ve ma kunna lehu mukrinin ve inna ila rabbina lemungalibun.” dedi. Sonra üç defa tekbir getirdi ve üç kez hamdetti. Daha sonra: “Sübhâneke la ilahe illa ente, kad zalemtu nefisî fağfir lî” dedi ve güldü. Ona: 'Niçin güldün ey müminlerin emiri? diye sordum. Bana şöyle dedi: 'Ben Resûlullah'ın (a.s.) böyle yaptıktan sonra güldüğünü görmüş ve kendisine “Niçin güldün ey Allah'ın Resulü?' diye sormuştum. O da bana: Kul, “Rabbiğfirli” deyince bu Allah'ın hoşuna gider ve kulum benden başka kimsenin günahları affedemeyeceğini bildi, der demişti.” 7-Mücâhid şöyle demiştir: "İbn Ömer'le birlikte bir seferdeydik ve bir yere ulaştık oradan hemen saptı, kendisine niye böyle yaptığı sorulunca: Ben Resûlullah'ı böyle yaparken gördüm ve yaptım' dedi. Yine o, Mekke ile Medine arasında bir ağacın altına geldiğinde onun altında gölgelenir kaylûle yapar ve Resûlullah'ın böyle yaptığını söylerdi.” 8-Ömer b. Hattâb (Hacer-i Esved) için rükünde durarak: "Biliyorum sen bir taşsın, eğer Habibim’i (a.s.) seni öperken veya selamlarken görmeseydim, seni ne öper ve ne de selamlardım.” demiş ve şu ayeti okumuştur: “Andolsun ki Allah'ın elçisinde sizin için (kendisine uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” 9-Hz.Ali cenazenin geçerken kalkılması hakkında: "Bizler Resûlullah'ı kalkarken gördük, kalktık, oturduğundaysa oturduk.” demiştir. 10-Resûlullah (a.s.) fetih günü, müşriklere celâdet ve kuvvetlerini göstermeleri için Sahabîlere ve yanındakilere omuzlarını açmalarını(ızdıba) ve tavafta hızlı yürümelerini (remel) emretmiştir. İslâm devleti güçlendiğinde Hz. Ömer bu amelin illetinin son bulduğunu düşünmüş ve: "Bugün Allah, İslâm'ı hâkim ve güçlü kılmış, küfrü ve kâfirleri de bertaraf etmiş olduğuna göre remel yapmanın ve ızdıbanın ne gereği var? Ancak buna rağmen bizler, Resûlullah (a.s.) döneminde yapmış olduğumuz şeylerden hiçbirini bırakmayız.” demiştir. 11-Abdullah b. Ömer'e: "Sefer namazını Kuranda bulamıyoruz" denilince, O: "Allah azze ve celle Muhammed’i (a.s.) bizlere gönderdiğinde hiçbir şey bilmiyorduk, hiç şüphesiz Muhammed (a.s.)'i nasıl yapıyor gördük ise öylece yaparız"' demiştir. 12-Salim, Abdullah b. Ömer'den Resûlullah’ın (a.s.) şöyle dediğini rivayet etmiş: “Allah'ın kadın kullarını mescitte namaz kılmaktan alıkoymayın.” Abdullah'ın bir oğlu (itiraz ederek): “Kesinlikle onları engelleyeceğiz” deyince Abdullah şiddetli bir şekilde kızmış ve kendisine: "Ben sana Resûlullah'ın hadisini anlatıyorum, sen ise onları engelleyeceğiz diyorsun!” 13- Rasulullah'ın (a.s.) ashabından olan Ebu Said Abdullah b. Muğaffel el- Muzeni (r.a.), akrabalarından birinin sapanla taş attığını görünce onu bu hareketten menederek şöyle dedi: Peygamberimiz sapan taşı atmaktan nehyetti zira o, ne av öldürür, ne düşman yaralar; o, yalnız göz çıkarır ve diş kırar buyurdu. Sonra İbn-u Muğaffel o adamı tekrar sapan attığını görünce dedi ki: Vallahi seninle bir daha konuşmam. Ben sana Allah'ın Rasulü'nün sapan taşı atmaktan menettiğini söylüyorum. Sen bunu yapıyorsun. (Buhari, Muslim) 14-İmam Azam Ebu Hanife: “Rasulullah'dan gelen hadisin baş ve gözümün üzerinde yeri vardır.” 15-İmam Şafii: “Bana Rasulullah'dan sahih bir hadis rivayet edildiği halde, onunla amel etmezsem, aklımın gitmiş olduğuna sizi şahit tutuyorum.” 16-İmam Malik: “Bizim içtihatlarımızın başkası tarafından ya reddedilir veya başkasınınkini reddeder, fakat Rasulullah'ın kabri şeriflerini işaret ederek Bu kabrin sahibinin sözleri müstesnadır.” 17-Mücahid; "Sonra bir şey hakkında çekiştiniz mi hemen onu Allah'a ve Resulü’ne arz ediniz." (Nisa/59) mealindeki ayetin tefsirinde: İşi Allah'a havale etmek Kur'an-ı Kerim'e, Rasulullah'a havale etmek ise hadisin hükmüne havale etmek anlamındadır.” Der. Kaynak: 1-İ'laü's-Sünne, Zafer Ahmed et-Tehanevi, Yeni Usulü Hadis, İbrahim Canan 2-el-Menaru'l Münif, İbni Kayyım Cevziyye, Cantaş Yay. 3-Mevzu Hadisler, M.Yaşar Kandemir,D.İ.B. 4-Akıl Vahiy Açısından Sünnet, Dr. Mehmet Erdoğan, İFAV 5-el-Muvafakat, Şatıbi, İz Yay. 6-Kur'an Sünnet Bütünlüğü, Necati Kara, İhtar Yay. 7-Mevzu Hadisler, Abdulfettah Ebu Gudde, İnsan Yay. 8-Sünneti Anlamada Yöntem, Yusuf el-Kardavi, Rey Yay SAHABENİN HADİS RİVAYETİ KARŞISINDAKİ TAVRI Sahabe, Hz. Peygamberin (a.s.) “Kişiye günah olarak duyduğunu söylemesi yeter” ve “Kim bana kasten yalan (bir hadis) isnad ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın” hadislerini şiar edinmişlerdi. Hz. Peygambere (a.s.) ait olmayan hadislerin olabileceği endişesiyle hassas davranırlar ve en az bir şahid olmadan hadisi kabul etmezlerdi. Canlarını, mallarını Peygamber için feda eden ona gelecek zararın kendisine gelmesini arzu eden sahabe, onun ağzından çıkan her söze ve yaptığı her harekete sebebi belli olsun ya da olmasın sımsıkı sarılırdı. 1-İbni Şihab’ın anlattığına göre bir nine miras hakkını öğrenmek için Hz. Ebubekir’e gelir. Ebubekir, “Senin için ne Allah'ın kitabında ne de Rasulullah'ın (a.s.) sünnetinde bir şey bulabiliyorum" der ve sonra bu hususu sahabeye sorar. Muğire ayağa kalkarak şöyle der: "Rasulullah’ın (a.s.) yanında bulundum, nineye altıda bir veriyordu.” der. Hz. Ebubekir:"Buna şahidin var mı? diye sorar. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme ona şahitlik eder. Hz. Ebubekir de bu doğrultuda karar verir. (İbni Hacer, Nüket 1/243) 2-Hz. Ömer, birinin getirdiği haber üzerinde şüphelenince araştırmaya koyulurdu. Zehebi, bu kondu Said b. İyas'dan şöyle bir olay nakleder: Ebû Musa'l-Eş'arî, bir gün halife Hz. Ömer'e kapıdan üç kere selam verir. Kendisine içeri girmek için izin verilmeyince geri döner. Hz. Ömer arkasından adam göndererek niçin geri döndüğünü sorar. O da Rasulullah’dan (a.s.), "Sizden biriniz üç defa selam verdiğinde, cevapsız kalırsa geri dönsün.” hadîsini gerekçe gösterir. Hz. Ömer ona: “Ya bunun doğruluğuna delil getirirsin ya da sana şöyle şöyle yaparım/canına okurum.” der. Ebû Musa rengi değişmiş olarak sahabeden bir topluluğun yanına varır. Topluluk ona: —Bu halin ne!? —Sizden biriniz, Rasulullah(a.s.)tan şöyle bir hadîs işitti mi? —Evet. Hepimiz işittik, derler ve içlerinden birini onunla birlikte Hz. Ömer'e göndererek Ebû Musa'nın lehinde şahitlik ettirirler. (Müsned, 4/393) Hz. Ömer (r.a.), Ebu Musa’ya “ben seni itham etmedim fakat araştırmak istedim” (Zehebi, Tezkire 1/13) sözüyle gerçek amacının ne olduğunu en güzel şekilde göstermiştir. 3-Hz. Ali de hadîs nakleden kimseden yemin alırdı. (Zehebi, Tezkire 1/13) Hz. Ali’nin bu tavrının, Peygamber(a.s.) adına yalan bir söz yayılmasını önlemek olduğu açıktır. 4- Ebû Hureyre, “Halk, Ebû Hureyre çok hadîs rivayet ediyor deyip duruyorlar. Halbuki şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadîs nakletmezdim" deyip, “İndirdiğimiz apaçık ayetleri ve doğruyu, Biz onları insanlar için kitapta iyice açıkladıktan sonra, gizleyenlere Allah da bütün lanet edebilenler de lanet eder. Ancak tövbe edip kendilerini düzelterek gerçeği söyleyenler başka. Ben, onları bağışlarım. Ben, çok çok tövbe kabul ederim ve çok bağışlarım.” (Bakara, 159–160) ayetlerini okur ve sözüne şöyle devam eder: "Muhacir kardeşlerimiz çarşılarda alış-verişle, Ensar kardeşlerimiz de malları için çalışmakla meşgul olurken Ebû Hureyre boğaz tokluğuna Rasulullah’ dan (a.s.) hiç ayrılmaz ve onların hazır bulunmadıktan meclislerde hazır bulunur, onların belleyemedikleri sözleri bellerdi” (Buhari, İlim 42; Müslim, İman 229; Muvatta, Taharet, 29) 5- Ebû Zerr el-Gıfâri’nin kendisini hadîs naklinden alıkoymak isteyenlere şu sözü, insaf ehli için yeterlidir: Kılıcı enseme dayasanız, ben de Rasulullah'dan (a.s.) duyduğum bir sözü başım kesilinceye kadar tebliğe vakit bulacağımı bilsem o sözü elbette size yetiştiririm.” (Buhari, İlim 10, Darimi, Mukaddime 46) 6-Ebu Nadre, Ebu Said’il Hudri’ye (r.a.) “Bizlere hadis yazdırmaz mısınız? Zira bizler ezberleyemiyoruz.” Dediğinde, O.“Sizlere yazdırmayacağız ve bunu Kur’anın yerine koymayacağız. Ancak bizler, Rasulullah’dan (a.s.) nasıl ezberledikse sizlerde öylece bizlerden ezberleyiniz.” (Darimi, 1/122) 7-Hz. Ömer'in rivayeti hoş görmekten alıkoyan sebep, o sözün Hz. Peygamber’e (a.s.) ait olduğunu kesinleştirmek istemesidir. Bunu rivayet eden sahabeden şahit getirmesini istemesiyle anlıyoruz. Bu sebeple onun, karışıklığa düşmeyeceğinden emin olduğu ve güvendiği kimselere yazdığını görmekteyiz. (Muhtemelen) Hz. Ömer, ümmetin Allah'ın kitabını koruma altına aldıklarını ve bir Mushaf haline getirdiklerini gördükten sonra kitabete izin vermiştir. Bunu, Amr b. Ebî Suf'vân'ın, Ömer b. Hattâb'dan "İlmi yazıyla kaydediniz" dediğini duyduğu yolundaki rivayet de güçlendirmektedir. ( Câmi'u Beyani'l-İlm ve Fadlihi I/72.) 8- Abdullah b. Mesud (r.a.) ise şöyle demektedir: "Hz. Peygamber döneminde 'istihare' ve 'teşehhüd' harici bir şey yazmıyorduk." Bu ise Sahabîlerin, Hz. Peygamber döneminde Kuran ı Kerim haricinde bazı şeyleri yazdıkları ve İbn Mesudun kitabete karşı çıkmadığının apaçık delilidir. (İbni Ebi Şeybe, 1/115) 9- Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.) kız kardeşinin oğlu Urve b. ez-Zübeyr'e: "Ey oğlum, bana senin benden hadis yazdığın ve daha sonra da bunları başkalarından yineleyerek yazdığın haberi ulaştı." demiş, Urve de kendisine: "Ben, senden bir şekilde duyuyorum ve daha sonra başkalarından değişik şekilde dinliyorum" deyince Hz. Aişe ona: "Anlam itibariyle bir tezat görüyor musun?" diye sormuş, o da kendisine: "Hayır" deyince; öyleyse bir mahzuru yok." demiştir. Şayet Hz. Âişe kitabeti hoş görmemiş olsaydı hiç şüphesiz Urve'nin böyle yapmasını kendisine yasaklar ve en azından engel olmaya çalışırdı. (el-Kifaye, 205) 10- Sahabeden Abdullah b. Amr’ın (r.a.) “es-Sahifetu’s-Sadika” adına verdiği ve içerisinde bin kadar hadisin bulunduğu kitap vardır ve bunun tamamı Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde mevcuttur. Eğer yasak kesin bir hüküm olsaydı Abdullah b. Amr’ın (r.a.) bunu yazmazdı. 11- Ebû Hureyre şöyle demiştir: Ömer'e hadis(rivayet)im ulaşmıştı, beni çağırtıp: 'Falanın evinde, Resûlullah (a.s.) ile birlikteydik ve en yanımızdaydın değil mi?' diye sordu. Ben de: 'Evet ve bunu bana niye sorduğunu da biliyorum.' dedim. Ömer: 'Peki niçin sordum?' diye sordu. Cevaben: 'Resûlullah (a.s.) o gün: “Kim bile bile bana yalan isnad ederse ateşteki yerini hazırlasın.” buyurmuştu, dedim. Ömer: (öyleyse)git ve hadis rivayet et!' dedi.” (el-Bidaye ne’n-Nihaye,8/107, Siyeru A’lami’n-Nübela, 2/434) 12- İbn Ömer, Ebû Hureyre'nin: "Kim bir cenazeye evinden çıktığı andan itibaren eşlik eder ve namazını kılar, ayrıca defnedilinceye kadar takip ederse ona iki 'kırat' ecir vardır, Her 'kırat' Uhud mesabesindedir. Kim de cenazenin namazını kılar ve dönerse ona da Ubud mesabesinde ecir vardır.”' hadisini duyduğu zaman Hz. Âişe'ye birini gönderip Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği bu hadisi sordurmuştur. Hz. Aişe de, İbn Ömer'in elçisine: "Ebû Hureyre doğru söylemistir" demiş ve bu haber İbn Ömer'e ulaştığında elindeki çakıl taşını yere savurup: "Şüphesiz birçok 'kıratı' kaçırdık" ' diye hayıflanmıştır. Bir rivayete ise İbn Ömer: "Ey Ebû Hureyre, sen Hz. Peygamberi en iyi tanıyanımız ve hadislerini en iyi koruyanımız/bilenimizsin" demiştir.” (İbni Sa’d, Tabakat, 2/118; el-Bidaye ne’n-Nihaye, 8/107; Fethu’l-Bari, 1/225) Kaynak: 1-İ'laü's-Sünne, Zafer Ahmed et-Tehanevi, Yeni Usulü Hadis, İbrahim Canan 2-el-Menaru'l Münif, İbni Kayyım Cevziyye, Cantaş Yay. 3-Mevzu Hadisler, M.Yaşar Kandemir,D.İ.B. 4-Akıl Vahiy Açısından Sünnet, Dr. Mehmet Erdoğan, İFAV 5-el-Muvafakat, Şatıbi, İz Yay. 6-Kur'an Sünnet Bütünlüğü, Necati Kara, İhtar Yay. 7-Mevzu Hadisler, Abdulfettah Ebu Gudde, İnsan Yay. 8-Sünneti Anlamada Yöntem, Yusuf el-Kardavi, Rey Yay.
-
ATEİZM VE ÇIKMAZLARI
3- Ateizmin Dayandığı Bazı Sosyolojik ve Psikolojik Teoriler: Günümüzdeki ateistik görüşlerin önemli kaynaklarından biri olan ve Fransız sosyologu Emille Durkheim tarafından geliştirilen "sosyolojik teori"ye göre Tanrı toplumun, bireylerin düşünce ve davranışlarını kontrol altında tutmak için farkına varmadan uydurduğu hayal ürünü bir kavramdır. Yine bu teoriye göre insan, dini bir duyguyla kendisini aşan bir varlık karşısında korku ve ümit içinde beklerken aslında Tanrı adı verilen evrenin ötesindeki bir varlık karşısında değil, kendisini çepeçevre saran toplumun realitesi karşısında durmaktadır. Tanrı fikri toplumun güç ve işlevini gösteren bir simgeden başka bir şey değildir. 10 Böyle bir teoriden kaynaklanan ateizm, kozmolojik ve teleolojik kanıtlar çevresinde dönüp dolaşan ateistik tartışmalardan daha kolay anlaşılır bir niteliktedir; bundan dolayı da çok daha etkindir. Ancak bu teorinin zayıflığı ortadadır. Şöyle ki: 1. Bu teori, dini şuurun evrenselliğini açıklayamamaktadır. Söz konusu bu şuur, bireyin içinde yaşadığı toplumun çok daha ötesine gitmekte, evrensel nitelikte bağlar ve toplumsal birlikler oluşturmaktadır. Yine bu şuur, bütün insanlığa kapısını açık tutan bir özellik taşımaktadır. Eğer Tanrı, toplumun bir simgesi ise, bütün insanları içine alma zorunluluğu nereden doğuyor? Bir bütün olarak insanlığın "toplum" olduğu söylenemez; çünkü sosyolojik teori, toplum terimini bu anlamda kullanmamaktadır. 2. Sosyolojik teori, bir dinin belli bir toplumda otaya çıktığı sırada dile getirdiği Tanrı kavramı ile toplumsal_ideallerin çok kere çatıştığını görmezlikten gelmektedir. Söz gelişi Kur'an'ın ilk inen sürelerinde ifadesini bulan Tanrı'nın; Mekke toplumunun, özellikle Mekke aristokrasinin ideallerinin yanında değil, karşısında olduğu bilinen bir gerçektir. İlk müslümanların kafalarına ve gönüllerine yerleştirilen dünya görüşü, Mekke toplumunun düşünce ve davranışlarının, dolayısıyla yaptırım gücünün sembolik bir ifadesi olmamış, tam tersine bu etki ve gücü temelinden sarsan bir faktör olmuştur. Eğer Tanrı, kılık değiştirmiş toplum olsaydı, tanrısal güç, her halde kendi kuyusunu bizzat kendisi kazmazdı. Bilimsel bir temele dayandığı öne sürülen ve ifadesini özellikle Freud ve Feurbach yazılarında bulan, günümüzde ateizme önemli ölçüde destek sağlayan "Yansıtma Din Teorisi" (The Projection Theory of Religion) de sosyolojik teorinin karşılaştığı güçlüklere benzeyen güçlükler içinde düşmektir. Freud'a göre Tanrı fikri çocuktaki baba imajının bir yansımasıdır. Tanrı fikrinin kaynağı, insan soyunun, çocukluk döneminde karşı karşıya kaldığı zorluklar karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma mekanizmasıdır. Bundan dolayı din, Freud'un nazarında "nürotik bir kalıntı"dan ibarettir. Feuerbach ise, Tanrı hakkındaki bütün konuşmaları insan hakkında konuşmaya, başka bir deyişle teolojiyi antropolojiye indirgemektedir. İnsan, kendisinde görmek istediği, fakat bir türlü görmeyi başaramadığı nitelikleri hayal bir varlığa yansıtmakta; bunu yaptığı için de kendisini söz konusu bu varlık karşısında küçülterek öz benliğinden soğumakta ve yabancılaşmaktadır. 12 Gerek Freud'e göre, gerekse Feuebach'a göre, insanlık büyüyüp olgunlaştıkça hayali varlıkların yardımına ihtiyaç duymayacak yavaş yavaş Tanrı fikrinden kurtulacaktır. Freud'un görüşü teizmin aleyhine kullanılabildiği kadar ateizmin de aleyhine kullanılabilir. Her şeyden önce ateizm, bir olgunluk işareti değildir. Onda da çocukluk döneminde yer alan bir ruh, halinin tekrarı söz konusudur. Babasını kıskanan, ondan korkan, onun buyruklarından memnun olmayan ve hatta onun salt varlığından rahatsız olan çocuk, babasından kurtulmak istemekte, onun var olmamasını arzu etmektedir. Buna dayanarak denebilir ki, ateizm, babanın var olmaması arzusunun bir yansıması, bir projeksiyonudur. Ancak baba imajına o kadar alışmıştır ki, onsuz edememekte, baba, dolayısıyla Tanrı otoritesi yerine bir düşünürün, bir siyasi liderin, bir partinin ve sairenin otoritesini koymaktır. Feuerbach'ın yansıtma teorisine gelince bunun bazı dinler, mesela eski Yunan ve Mısır dinleri için geçerli olduğu kabul edilse bile, her din için geçerli olduğu söylenemez. Büyük harfle yazılan İnsanı bir tarafa bırakıp, sıradan bir insanın, söz gelişi Miladdan sonra 620'lerde Mekke' de yaşayan bir Arabın ideallerinin yansıması ile Kur'an'ın Tanrı kavramı arasındaki ilişkiyi görmek, Feuerbach'ın tezinin zayıflığını görmek için yeterlidir sanıyorum. Neydi bu sıradan insanın idealleri, arayıp da bulamadığı şeyler? Bol servet, çok sayıda erkek çocuk, çok sayıda kadın v.s... Bu ve benzeri arzuların yansıması, olsa olsa muhteşem bir Arap şeyhinin özelliklerini oluştururdu, İslam'ın Tanrı anlayışını değil. Feuerbach, ciddi ve tutarlı çözümlemelerle teizmin tutarsızlığını ve yanlışlığını gösterme yerine, vecize kabilinden birtakım parlak sözlerle metafizik bir problemi psiko-antropolojik bir terminoloji içinde çözmeye çalışmaktadır. 0, bize Tanrı fikrinin bir tür psiko-genesisini sunmaktadır ki, bu, savunulabilir bir ateizm için yeterli değildir. İnsan ya da insan soyu, Feuerbach'ın anlattığı yolla Tanrı fikrine ulaşmış olsa bile bu, böyle bir fikrin ontolojik bir temelden yoksun olduğunu göstermez. İnsanın, Tanrı'nın varlığı fikrine nasıl vardığını açıklamakla ateizm arasında mantıksal bir bağ yoktur. 4. Tanrı'nın Ahlaki Gerekçelerden Dolayı Reddedilmesi: Özellikle Nietzche ile felsefe sahnesinde ön plana çıkan, Sartre ve Camus gibi ateist var oluşçularca geliştirilen bir başka önemli ateistik görüş de ahlâki bir endişede çıkış noktasını bulmaktadır. Bilindiği gibi Kant, insanın ahlâki otonomisini koruyabilmek için Tanrı'nın ahlâk alanına sokulmasına, yani teolojik ahlâka temelden karşıydı. Ancak o, buna dayanarak Tanrı'nın var olmaması gerektiğini öne sürmüyordu. Tam tersine, o, Tanrı'nın varlığını, ahlâklılığın ve mutluluğun bir arada bulunması demek olan "en yüksek iyi"nin elde edilmesi için zorunlu bir postülat olarak koyuyordu. Kant'ın tanrısı bir Ahlâk Tanrısı idi. İşte Nietzche ve ateist var oluşçuların yıkmak istedikleri Tanrı fikri de buydu. Onların, antolojik, kozmolojik, teleolojik kanıtların Tanrı anlayışı üzerinde hemen hiç durmamış olmaları da bunu göstermektedir. Onlar, Kant'ın çıkış noktasını benimsemekte, ama onun vardığı sonucu ortadan kaldırmak istemekteydiler. Nietzche'ye ve var oluşçuluğun ateist kanadına mensup düşünürlere göre, ya insanın önceden belirlenmiş bir "öz"ü vardır; ya da insan tam anlamıyla karmakarışık bir akıntı içindedir; dolayısıyla özünü kendisi oluşturmak zorundadır. Nietzche, kısır ve sıkıcı akılcı felsefelerin insanın önceden belirlenmiş bir özü olduğu görüşüne dayandıklarını söyler. Yine insan, bu düşünürlere göre, ya kölece bir bağlılık ve bağımlılık içindedir yahut da, Sartre'ın deyimiyle özgürlüğe mahkûmdur. Şimdi eğer Tanrı, yani bir yaratıcı varsa, insanın bir özü de var demektir ve insan, kendi özünü oluşturma imkân ve gücünden yoksundur. Başka bir deyişle eğer Tanrı varsa, özgürlük yok demektir ve insan, kendi özünü oluşturma gücünden yoksundur. Bu imkân ve gücün olabilmesi için, Tanrı'nın olmaması gerekir. Acaba Tanrı'dan bu derece çabuk kurtulmak kolay bir iş midir? Nietzche, Tanrı'nın ölümünün ne büyük ve endişe verici bir olay olduğunun farkındadır. O şöyle der: "Dünyanın bir daha sahip olamayacağı en kutsal ve güçlü varlık hançerlerimizin altında kana boyandı. Bu, insanlığın kaldıramayacağı kadar büyük bir olaydır".13 Buna rağmen Nietzche'ye göre bu, yerine getirilmesi gereken bir işti. Eğer insan gücünün bir değeri olacaksa sonsuzca güce sahip olan bir varlığın olmaması gerekirdi; çünkü sonsuz-olanla sınırlı-olan, en yetkinle, yetkin olmayan, tamla eksik bir ve aynı dünyada barınamazdı. Camus'un deyimiyle. Sisyphus baş kaldırmalı ve her türlü tehlikeyi göze alarak özgürlüğünü ilân etmeliydi.14 Ne Nietzche, ne Sartre, ne de Camus ve ne de onlar gibi düşünenler yavaş yol alan, kılı kırk yaran serinkanlı bir düşünür gibi çıkarlar karşımıza. Onların ispat etmeye, hatta ikna etmeye ne vakit ne de sabırları vardı. Onlar, bir haykırış içindedirler; muhatapları ise, ne teolog, ne de filozoftur, sadece bunalım içinde olan insandır. Bu bunalım felsefesi, "Tanrı yoktur" demekten çok "Tanrı var olmamalıdır" diyor. Bunun için gösterdiği gerekçeler ise, aşırılıklarla dopdolu. Öyle ki, bu felsefe bize iki aşırı uçtan birini seçmemizi söylüyor. Oysa böyle bir zorunluluk yoktur. Şöyle ki; (1) Ya aşırı ve katı bir rasyonalizmi, ya da irrasyonalizmi seçmek zorunda değiliz. İnsanın kurduğu kavramsal yapının suni, zorlanmış ve gelişi güzel yönleri vardır; ama bu yapının bütünüyle kötü ve güvenilmez olduğunu söylemek mümkün değildir. (2) İnsan söz konusu olunca, niçin katı ve belirlenmiş bir tür "okult öz"le başıboş bir akıntı arasında orta bir yer bulunmasın? (3) Kölece boyun eğme ile şiddete başvurarak şiddete başvurarak sürekli bir direniş içinde bulunma arasında kalınabilecek hiçbir nokta yok mudur? Sokrates, görüşleriyle içinde yaşadığı toplumun temellerini sarsmış bir insandı; ama aynı insan ölüm cezasından kaçıp kurtulma imkânı bulduğu halde, toplumun yasalarına uymayı -isterseniz buna bir tür muhafazakârlık' da diyebilirsiniz- bir görev bilmişti. Mademki bu aşırılıklardan birini ya da ötekini seçmek zorunda değiliz; "o halde Tanrı'yı öldürmeye de gerek yoktur." Ahlaki yücelişin dinin özü olduğunu söyleyen ve onu hayatın nirengi noktası haline getiren bir varlığı ahlak adına, insanlık adına öldürmek istemek, gerçekten büyük bir bunalım içinde olmanın belirtisi olsa gerektir. 5. Tanrı. Kavramının Anlamsızlığı: Şimdiye kadar üzerinde durduğumuz çeşitli ateistik görüşlerin ortak bir yanı vardır. 0 da teizmin son derece ciddiye alınmasıdır. Aynı ciddiliği, analitik felsefe geleneğine bağlı ateist düşünürlerde ve özellikle de mantıksal pozitivizmi savunanlarda görmemekteyiz. Bunlardan - bazılarına göre, Tanrı, aleyhinde bile konuşulacak bir konu değildir çünkü Tanrı kavramı derli-toplu bir anlam ifade etmemektedir. Bu görüşte olanların ilk ele aldıkları konu ontolojik kanıt olmuştur. Bu kanıt daha çok düşünce ve dil çerçevesi içinde kaldığından dolayı kavramsal çözümleme için verimli bir alan oluşturmaktadır. Ontolojik kanıtla ilgili tartışmalar şu ana kadar ertelememizin nedeni de budur. Bilindiği gibi Anselm tarafından formüle edilen ve daha sonra akılcı filozoflarca geliştirilen bu kanıt, Tanrı'nın varlığı düşüncesinden O'nun varlığının gerçek ve zorunluluğuna gitmektedir. Kısaca söyleyecek olursak ontolojik kanıtın temel iddiası şudur: Kendisinden daha yetkinini düşünemeyeceğimiz bir varlık kavramı vardır zihnimizde. Bu varlık, ya sadece zihindedir, ya da hem zihinde hem de zihnin dışında vardır. Sadece zihinde var olan, hem zihinde hem de zihnin dışında var olandan daha yetkindir. Tanrı, terimin tanıma gereği, kendisinden daha yetkini düşünülemeyen bir varlık olduğundan O'nun hem zihinde hem de gerçekte var olması zorunludur. Biz burada bu kanıtla ilgili uzun tartışmaları bir yana bırakarak onlardan önemli olduğuna inandığımız sadece bir tekine dokunmakla yetineceğiz. Ateist olduğunu açıkça söyleyen günümüz filozoflarından J.N. Findlay, "zorunlu varlık" kavramını çözümleyerek bir tür "ontolojik ateistik kanıt" çıkarmaya çalışmıştır 15. Findlay, "Tanrı vardır" önermesinin zorunlu olamayacağını söyler. Ona göre, "zorunlu varlık" kavramı tıp "yuvarlak kare" kavramı gibi, bir zıtlığı içermektedir. Zorunlu önermelerden hiçbiri "cxistentielle" bir durumu içermez. Zorunluluk, mantıksal çıkarımlar ve dildeki kurallar için söz konusudur. Varlığa ilişkin yargılarımız ise, zorunlu değil mümkündürler. Bu durumda "Tanrı zorunlu olarak vardır." önermesi kendi içinde bir zıtlığa yer vermekte, dolayısıyla anlamsız olmaktadır. Bize öyle geliyor ki, bu tür bir çözümlemeye dayanarak ateistik bir kanıt dile getirmek kolay bir iş değildir. Şöyle "zorunlu varlık" kavramıyla varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, yok edilemeyen, sınırlayıcı herhangi bir şarta bağlı olmayan bir varlığı kastetmektedir. Bu çeşit bir zorunluluğu, mantıksal zorunluluktan ayrı düşünmek gerekir. Hatta Tanrı'nın varlığının zorunlu olması ile bizim Tanrı'nın varlığına ilişkin iddialarımızın zorunlu olup-olmadıkları hususu arasında da bir ayırım yapmak zorundayız. Gerçi bu gün birçok düşünürün "zorunlu" ve "mümkün" terimlerinden hoşlanmadıkları ve onları sadece önermelerle ilgili olarak kullandıkları doğrudur. Buna rağmen hiç kimse bu güne kadar varlığa ilişkin bütün önermelerin, kesinlikle olumsal olduklarını kanıtlayamamıştır. Bu işi, şu anda üzerinde durduğumuz tartışmanın en ciddi anlamda başlatıcısı olan Kant bile başaramamıştır. Çoğunlukla "Tanrı vardır" önermesindeki "varlık" ın konuya bir şey eklemediği, dolayısıyla gerçek bir yüklem olmadığı öne sürülmüştür. Öyle sanıyorum ki, "Tanrı zorunlu olarak vardır." önermesi, varlığın yüklem olamayacağı iddiasının boy hedefi olmamaktadır. Tanrı, "zorunlu olarak vardır", "zorunlu olarak güçlüdür" ve "zorunlu olarak bilendir" şeklindeki önermelerde, "zorunlu varlık", "zorunlu bilme" v.s, birer yüklem olmaktadır. Özetle ifade etmek gerekirse, ontolojik kanıtın birçok güçlükleri ve hatta çıkmazları bulunabilir. Ancak ontolojik ateistik bir kanıt bulabilmenin güçlükleri ve çıkmazları kat kat daha fazladır. Findlay'in "Tanrı zorunlu olarak vardır" önermesi hakkında öne sürdüğü çözümlemelere ve itirazlara benzer çözümlemeler mantıksal pozitivizm geleneğini sürdürenlerce hemen bütün teistik yargılar için öne sürülmüştür. İlhamını Viyana Çevresi filozoflarından alan birçok düşünür, dar anlamda ele aldıkları Doğrulama İlkesini teistik önermelere uygulayarak onların anlamsız olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Bu tür bir doğrulama ilkesine göre, bir iddianın doğrulama ilkesine göre, bir iddianın doğru olabilmesi için onun ya tecrübî verilerle, ya da mantık ve matematikte görülen zihinsel bir işlemle doğrulanması gerekir. İmdi "Tanrı vardır" önermesini bu yollardan biri ya da ötekiyle doğrulamak mümkün değildir; öyle ise, bir iddia anlamsızdır. Çağdaş İngiliz filozoflarından A. Flew, doğrulama ilkesinden esinlenerek bir yanlışlama ilkesi formüle etmeye çalışmış ve şöyle demiştir: Teistik iddialar doğrulanamazlar, çünkü onların yanlışlığını gösterecek hiçbir verinin bulunabileceği düşünülemez. Eğer bir iddia hiçbir şeyi inkâr etmiyorsa, yanlışlamıyorsa, doğruladığı bir şey de yok demektir. Öyle ise, "Tanrı dünyayı yarattı" veya "Tanrı insanları sever" ve benzeri iddialar anlamsızdır. 16 Her şeyden önce böyle bir çözümleme yöntemi ile hareket edilerek ateizmi savunmak mümkün değildir. Çünkü burada teistik iddialar kadar ateistik iddialar da anlamsız olmaktadır. "Tanrı vardır" iddiasıyla "Tanrı yoktur" iddiası aynı mantık statüsü içine girmektedirler. Bu durumda Tanrı'ya inanma veya inanma konusu başka temellere dayanılarak verilecek bir kararın sonucu olacaktır. Kaldı ki dilci filozoflar, özellikle Wittgenstein'in hayatının son döneminde kaleme aldığı yazılarındaki "anlam kuramı"nı geliştiren filozofların da haklı olarak belirttikleri gibi, "anlamlı olma" ile "doğrulanabilme" yi birbirinden ayırmak gerekir. Anlamlı olup da emprik yollarla ya da zihinsel bir işlemle doğrulanamayan bir sürü önerme vardır. Söz gelişi ahlak önermelerinin büyük bir bölümünü, katı doğrulama ilkesi ile doğrulamak mümkün değildir. Her dil biriminin, söz gelişi din dilinin ve ahlak dilinin kendilerine özgü bir mantığı, yani işlev görme biçimi vardır. Bu bakımdan "Tanrı dünyayı yarattı", "Tanrı insanları sever" ve benzeri önermeleri emprik önermeler gibi kabul edip çözümlemeye başlarsak, daha işin başında iken çıkmaza düşeriz. Sonuç Gerek klasik teistik kanıtlara, yapılan hücumlar, gerekse teistik iddiaların kavramsal çözümlemelerinde öne sürülen itirazlar, genellikle inancın birtakım kanıtlamalarla ayakta durduğu görüşüne dayanmaktadırlar. 0 kadar ki, bazı iddialı ateistler, Tanrı'nın varlığına ilişkin derli toplu bir kanıtın bulunmayışını ateizm için yeterli görmektedirler. Nitekim Baron D'Holbach , "Tabiat Sistemi" adlı yazısında şöyle demekteydi; Eğer Tanrı var olsaydı, bu derece akıl, bilgi hikmet sahibi varlık, kendisi hakkında bize akıl ve mantık dışı mucizelerle değil, daha doğrudan bilgi ulaştırırdı.11 Benim de şahsen dinleme fırsatı bulduğum bir BBC programında B. Russell'a şöyle bir soru yöneltilmişti: "Eğer öldükten sonra bir öteki dünya var da bu dünyada varlığına inanmadığımız Tanrı, "Bana niçin inanmadın ?" diye sorarsa ne cevap vereceksiniz ?" Russell'n soruya verdiği karşılık şu olmuştu: Tanrım, bana var olduğuna ilişkin niçin doğru dürüst bir kanıt göstermedin? Gerek D'Holbach, gerekse Russell ve onlar gibi düşünen birçok kimse, Tanrı'nın varlığına ilişkin bir tür doğrulanabilir kanıt istemektedirler. Oysa böyle bir kanıt, inanmanın özüne ters düşer. Eğer Tanrı'nın varlığı, herhangi bir emprik ya da soyut objenin varlığı gibi kanıtlanabilseydi dindeki anlamıyla inanma yok olurdu. İnanma, bilerek düşünerek inanma, bir özgürlük, bir seçim ve bir karar verme işidir. Görünmeyene inanmanın, dini deyimiyle "gayba iman"ın önemi ve değeri, buradan gelmektedir. Eğer Tanrı, varlığını önümde duran şu masanın varlığı gibi bana dıştan empoze ettirseydi, eski bir deyimle "Tanrı bi-la hicab Tecelli" etseydi, o zaman tek alternatif inanmak olurdu. Bu ise, insan özgürlüğünün sonu demektir. Hele Tanrı'nın varlığı için emprik ya da akli bir kanıtın bulunmayışını ateizmin yeter nedeni saymak, son derece naiv bir tutum olur. "Suçun kanıtlanmaması, kişinin suçsuzluğunun bir kanıtıdır" hükmü, yalnız mahkemede, o da sadece bir hukuk ilkesi olarak geçerlidir. "Hukuk ilkesi olarak" diyoruz, çünkü suçu kanıtlanmamış bir sürü suçlu bulunabilir ortada. Aslında kanıt yetersizliği, teistten çok, ateistin işini zorlaştırmaktadır; çünkü bir şeyin var olmadığını kanıtlamak, var olduğunu kanıtlamaktan daha güçtür. 'Söz gelişi, ıssız bir adaya giden bir kimse, birkaç ayak izine rastlamakla orada insanın yaşadığı ya da yaşamakta olduğu sonucuna varabilir. "Bu adada hiç kimse yaşamamıştır ve yaşamamaktadır" diyebilmek için, adanın her karış toprağının inceden inceye incelenmesi gerekir. Tanrı'nın varlığına ilişkin kanıtlar, kanaatimizce, teistin ortaya koymak istediği bazı "işaretler" ve "ipuçları"nın ötesinde fazla bir güç taşımamaktadır. 0, bu ipuçları yardımıyla bir yaratıcının var olduğu sonucuna ulaşmakta veyahut bu yolla bir başka kanaldan edinmiş olduğu inancını pekiştirmektedir. Ateistin aynı çizgide yürüyerek "Tanrı yoktur" diyebilmesi için, tabiri yerinde ise bir "kozmik beyin"e sahip olması gerekir. Öte yandan eğer pozitivistlerin iddia ettiği gibi, "Tanrı vardır" önermesi anlamsız ise, "Tanrı yoktur" önermesi de aynı ölçüde ve aynı nedenlerden dolayı anlamsız demektir. Ateistin hücumları teisti inancından vazgeçirecek güçte değildir. Bu hücumlar olsa olsa onu "imancı" (fideist) bir noktaya götürür ki, fideizm, yani "inanıyorum ama kanıtlayamıyorum" görüşü psikolojik hiçbir rahatsızlığa neden olmayan bir durak noktası olabilir. İnanan bir kimse, inancını destekleyecek bir kanıt bulamadığı için, inancından vazgeçmez. İnanmayan bir kimse de teıstık kanıtlar karşısında söyleyecek hiçbir şeyi bulunmasa da inanmayabilir. Ernest Nagel'in "Ateizmin Savunması'.' (The Defence of Atheism) adlı yazısında da işaret ettiği gibi, ateistin, "inanıyorum ve isbat etme gereğini duymuyorum" diyen bir kimseye söyleyecek hiçbir şeyi bulunamaz. 18. Binbir şüphesi olmadığı için, binbir kanıt getirmeyi gereksiz gören "kömürcünün imanı" karşısında ateistin eli ve dili bağlıdır. Özetle söyleyecek olursak, bu yazımızda ateizmi dört görüş açısından incelemeye çalıştık: (1) Klasik teistik kanıtların eleştirisinden güç alan ateistik görüşler; (2) Bazı sosyolojik ve psikolojik teorilerden kaynaklanan görüşler; (3) Ahlaki bir ilgi ve endişeden kalkan görüşler (4) Bir dizi kavram çözümlemelerinden kalkarak teistik iddiaların anlamsızlığını ortaya koymaya çalışan görüşler. Unutmamak gerekir ki, bu görüşlerin büyük bir kısmı Batı hıristiyan teizmi geleneği içinde doğmuş ve gelişmiştir. Hıristiyan teizmindeki Baba-Oğul teriminin önemle yer aldığı Üçleme (Teslis) düşüncesiyle Freud'un ateizmi İsa'nın kişiliği üzerine kurulduğu öne sürülen hıristiyan ahlakının "bir de yüzünün öbür yanını çevir" anlayışı ve insanın günahkar olarak dünyaya geldiği görüşü ile Nietzche ve Camus'un "başkaldırı"sı; köleliği ve ırk ayırımını kaldırmanın, yoksulluktan yakınmanın, Tanrı'nın yaratma bilgeliğine ters düştüğünü kabul etmekle Feuerbach, Marx ve Engels'in iddiaları arasındaki ilişkiyi -görmek pek zor bir iş olmasa gerek. Başka türden bir teizm karşısında bütün bu eleştiriler güçlerinin önemli bir bölümünü yitirebilirler. Eğer taklitten, günümüzde çok kullanılan bir deyimle "kültür emperyalizmi"nden kurtulmanın ve otantik bir kişilik ortaya koymanın bir anlam ve değeri varsa, o zaman "Tanrı öldü" yargısı karşısında herkesin şu üç soruya cevap bulması gerekir: Ölen hangi Tanrıdır? Kim öldürdü onu? Ve niçin öldürdü? Eğer ölen, günahın, ümitsizliğin, korku ve dehşetin kaynağı olan bir kavram ise, varsın ölsün. Eğer metafizik, yüzyıllar boyunca kurduğu bir yapıyı, kendi içinden gelen bir çözülme ve nihilizm ile bugün yıkılıyorsa, varsın yıksın. Ama eğer öldürülmek istenen, Tevrat'ın, İncil'in ve Kur'an'ın ortaklaşa kullandıkları bir ifadeyle "İbrahim'in ve İshak'ın Rabbi" ise, buna insanlığın gücü yetmeyecektir. Prof.Mehmet AYDIN (Ankara Ünv. İlahiyat Fak.C.XXIV 1981)
-
ATEİZM VE ÇIKMAZLARI
ATEİZM VE ÇIKMAZLARI "Ateizm ve Çıkmaz!arı", kapsamı oldukça geniş bir konudur. Bir din ulusu, "Tanrı'ya giden yollar yıldızların sayısı kadar çoktur" der. Ateizme giden yollar, belki bu kadar çok değildir ama burada da bir değil, birden çok yolların bulunduğu bir gerçektir ve bu yolların her biri, başlı başına birer inceleme konusudur. Biz bu incelememizde, ateizme temel olan veya temel olduğu öne sürülen görüşlerden sadece çok önemli olan birkaçı üzerinde duracak ve onların eleştirisini yaparak ana çizgileriyle konunun genel görünümünü ortaya koymaya çalışacağız. Konumuzun başlığında "Ateizm" terimine yer vermemiz, bu terimi dilimizde tam olarak karşılayan ve yaygın bir kullanıma sahip olan bir terimin bulunmayışından ötürüdür. Din literatürümüzde ateizm terimine en yakın terim olarak, 'ilhad" kelimesi kullanılmaktadır. Arapça olan bu kelimeyi, bugün ancak klasik dini yazılarda bulmaktayız. Yine Arapçada kullanılan ve "inanç yolundan sapan" anlamına gelen "zındık", "zaman yönünden dünyanın bir başlangıcı olduğuna inanan" anlamına gelen "dehri" (çoğulu: Dehriyyun) kelimeleri, tıpkı "ilhad" kelimesi gibi, günümüz felsefe yazılarında hemen hiç kullanılmamakta, ayrıca bu son iki terim ateizm terimini tam olarak karşılamamaktadır. Günlük dilde ve halk arasında kullanılan "Allahsız!" sözü, bilindiği gibi, "insafsız, merhametsiz v.b." anlamında ve daha çok bir yergi ifadesi olarak kullanıldığı için, ateizmle doğrudan bir ilgisi yoktur. Basım tarihleri oldukça yeni olan bazı sözlüklerimiz, ateizm terimini, genellikle "tanrıtanımazlık" terimi ile ifade etmektedirler. Sanıyorum iki kelimeden oluşan bıı terimin güçlüğü, "tanımak" fiilinden gelmektedir. Bildiğim kadarıyla, "tanımak" fiilini, "inanmak" fiili yerine pek kullanmamaktayız. Nitekim "Siz Tanrı tanır mısınız?" veya, "Tarıya inanır mısınız ?" yerine, "Tanrıyı tanır mısınız ?" şeklinde bir soru, kulağa oldukça yabancı gelmektedir. Kanaatimce "Tanrıyı tanımama" daha çok, "Tanrıya inanmam" anlamında değil de, "Tanrıya bir tür meydan okuma" anlamında kullanılmaktadır. Ateizm terimi yerine "Tanrıya inanmazlık" sözünü kullanmak belki daha yerinde olur; ancak burada ismin "e" halinin araya girmesi, kelimenin tek terim olarak kullanım kolaylığını ortadan kaldırmaktadır. Batı dillerinin çoğunda, Tanrı hakkında düşünmenin bejli başlı akımları için kullanılan terimler genellikle ya Yunancadaki "theos"dan, ya da Latincedeki "deus"dan türetilmiştir. Bu kelimelerden türetilen "teizm", "ateizm", "panteizm", "henoteizm", "deizm" ve benzeri terimlerin derli-toplu tanımlarını yapmanın kolay bir iş olmadığı hemen her filozof ve ilahiyatçının itiraf ettiği bir noktadır. Söz gelişi, kime ateist diyeceğiz? Felsefe tarihinde, ateistlikle suçlanan birçok büyük düşünür, böyle bir suçu kesinlikle reddetmiştir: Fichte ateistlikle suçlanmış, ancak o, "Bir insanın gerçek anlamda ateist olabilmesi için hiçbir ahlaki ideale sahip olmaması gerektiğini öne sürerek", kendisine yöneltilen suçu kabul etmemiştir. Spinoza'nın Tanrı kavramı, Yahova'dan daha geniş olduğu için, ateistlikle suçlanmıştır 1. Yine yüzyılımızın tanınmış Hıristiyan ilahiyatçılarından biri olan Paul Tillich, Tanrı'yı "varlığın bizzat kendisi" veya "var olan her şeyin gerçek temeli" şeklinde tanımladığı ve O'nu evrenin dışında bulunan tek ve şahsi bir varlık olarak düşünmediği için, ateistlikle. Suçlanmıştır 2. Dahası var: Sokrates, Yunan "popüler" tanrılarını reddettiği ve bir tür monoteizme yöneldiği için, ateistlikle suçlanmıştır. Yine eski Romalılar, kendi Tanrı kavramlarını kabul etmedikleri için, ilk hıristiyanları bile ateistlikle suçlayarak cezalandırmışlardır. 3 Bu durumda kimlere ateist dendiğine bakarak, ateizmin ne olduğu konusunda birtakım ipuçları yakalamak mümkünse de terimin çeşitli kullanımlarını içerebilecek bir tanıma ulaşmak mümkün değildir. Tanımlamadaki güçlük, büyük ölçüde, ortada farklı ve çok sayıda tanrı kavramlarının, dolayısıyla buna karşılık çok sayıda. ateistik anlayışların bulunmasından ileri gelmektedir. Orta ve Doğu Asya'da yaygın olan bazı dinler bir yana, tek tanrıcı dinlere mensup kişilerin zihinlerindeki tanrı tasavvurları bile bir ve aynı değildir. Öyle ise nasıl farklı teistik sistemler varsa, aynı şekilde farklı ateistik anlayışların bulunması da tabiidir. Ateizm sözü, genellikle, bir geniş bir de dar anlamda olmak üzere iki ayrı şekilde kullanılmaktadır. Genel anlamda ateist sadece "teist olmayan", başka bir deyişle "Tanrıyı hayatına sokma gereğini duymayan" kişi, şeklinde tanımlanabilir. Bu anlamda kullanılan ateizmdeki olumluluk takısı "a", tıpkı "apolitik" ve "asosyal" kelimelerinde olduğu gibi, nisbeten daha nötr bir durumu ifade eder. Dar anlamda ise ateist, düşünerek ve tartışarak Tanrı'nın var olmadığını öne süren kişidir. Bazen bunlardan, ikincisine "pozitif ateist" birincisine de "negatif ateist" denmektedir. Pozitif ateist, sadece Tanrı'nın varlığına inanmamakla kalmıyor, aynı zamanda O'nun yokluğunu kanıtlamaya çabalıyor 4. Felsefede asıl önemli olan, bu ikinci tür ateisttir. Kaldı ki geniş anlamda veya negatif anlamda ateizmin varlığı da tartışma konusudur. İnsan, apolitik ve asosyal olduğu gibi, kolayca ateist olamaz. Özellikle tek tanrıcı dinler geleneği içinde doğup büyüyen bir insanın, ciddi olarak düşünmeden ve bir takım gerekçelere dayanmadan Tanrı'nın varlığını inkâr etmesi hiç de kolay bir iş değildir. Aslında Tanrı'nın varlığına pek aldırış etmeden hayatlarını sürdüren kişiler için "ateist" sözünü kullanmak doğru değildir. İmdi, kişi Tanrı'nın varlığına ya inanır ya da inanmaz. İnanma fenomeni ışığında bakıldığında, teiznıle ateizm arasında orta bir yerde bulunmak pek mümkün görünmemektedir. Gerçi felsefe tarihinde teizm ve ateizm terimleri kadar, "agnostisizm" terimi de önemli bir yer tutar. Bilindiği gibi, agnostik, Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu hakkında hiçbir şey bilmediğini, dolayısıyla bu konuda hiçbir şey söyleyemeyeceğini öne süren kişidir. Burada dikkatimizin bir ayırıma çekilmesinde yarar vardır: Tanrı'nın varlığına inanmak başka şey, O'nun var olduğunu kanıtlamak ise daha başka şeydir. Tanrı'nın varlığını kanıtlayamamaktan agnostisizmi veya ateizmi çıkarmamız doğru olmaz. Agnostisizmin haklı olabilmesi için, şu iddialardan birinin ya da ötekinin kabul edilmesi gerekir: (a) Tanrı'nın hem var hem de yok olduğunu gösteren birtakım ipuçları vardır; ( Tanrı'nın var veya yok olduğunu gösteren hiçbir ipucu yoktur. Agnostik birinci iddiayı kabul edemez; çünkü "orta yerde" (yani teizmle ateizm arasında) durabilmesi için, leh ve aleyhteki ipuçlarının tam anlamıyla denkleştirmek zorundadır. Aksi takdirde ya teizme, ya da ateizme kaymadan edemez. 0, ikinci iddiayı da kabul edemez; çünkü Tanrı'nın varlığı veya yokluğu hakkında hiçbir ipucu yoksa agnostisizmin dayanacağı bir temel de yok demektir. Bundan dolayı yalnız teistler değil, ateistlerin de çoğu (Marx ve Engels başta olmak üzre) agnostisizmi tutarlı ve geçerli bulmamaktadırlar. Bu arada şu noktaya da işaret edelim ki, eğer teizmin sınırları çok geniş tutulursa, sadece agnostisizmin değil, ateizmin de imkânsız olduğu öne sürülebilir. Nitekim böyle bir iddia ile ortaya çıkan düşünürler de yok değildir. Söz gelişi, ilk hıristiyan ilahiyatçılarından Anselm, Kutsal Kitab'ın "Mezmurlar" (Psalm 14: 1 /) bölümündeki şu ifadeyi tekrarlamaktadır: "Kalbinde 'Tanrı yoktur' diyen bir aptalın zihninde bile 'kendisinden daha yetkini düşünülemeyen bir Tanrı fikri' vardır." Yine tanınmış hıristiyan ilahiyatçısı, Augustine, bir duasında şöyle der: "Tanrım, sen bizi kendin için yarattın; kalplerimiz Senin varlığında sükûn buluncaya kadar huzursuz olmaya devam edecektir!" Bu demektir ki, insan kendi hayatını er-geç dini bir yoruma tabi tutacak ve birtakım bocalamalar ve kuşkular geçirse bile, sonunda Tanrı'ya varacaktır. Bu görüş açısından hareket edilince, inanç konusunda içine düşülen şüphelerin ve hatta ateizmin bile bir dini değer taşıdığı düşünülebilir, düşünülmüştür de.. Bazıları putperestliğin her türünden arınmış ve arındırılmış bir teizm için ateizmin bir tehlike olması bir yana, yararlı bir araç olduğunu, dolayısıyla onun büyük bir dini anlam ve değer taşıdığını öne sürmüşlerdir. Bu bakımdan birkaç yıl önce Paul Riceur ve A. Maclntyre'ın birlikte yazdıkları bir kitaba "Ateizmin Dini Önemi" (The Religious Significance of Atheism) şeklinde oldukça dikkat çekici bir başlık koydukları görülmektedir. Ateizme dini bir değer atfedenler ateizmin değil, Tanrı karşısında ilgisizliğin teizm için bir tehlike olduğu görüşündedirler. Ateist, olumsuz bir açıdan da olsa, Tanrı ile ilgilenmektedir; dolayısıyla ciddi bir ateist, bir tür mistik bir tavır içinde bulunmaktadır. Bu tavır onu psikolojik olarak duyarlı bir noktaya götürebilir ve ateizm bir tür teizme dönüşebilir. Salt ateizmin çok zor, hatta imkânsız olduğu görüşü yüzyılımızda da birçok savunucu bulabilmiştir. Tanınmış İngiliz düşünürü John Baillie, Solipsist'in içinde bulunduğu durumundan söz ederken şöyle der: "Demeliyiz ki, solipsistler zihinlerinin ucuyla komşularının ve çevrelerindeki dünyanın gerçek varlıklarını inkâr ettikleri halde kalplerinin derinliklerinde onların var olduklarından asla şüphe etmemektedirler. 0 halde ateistler için niçin aynı şeyi düşünmeyelim ?" 5 Baillie'nin düşüncesine göre, ateist, her nekadar Tanrı'nın varlığına inanmadığını açıkça söylemekte ise de, onun varlığının derinliklerinde Tanrı fikri gizlidir. Günümüz düşünürlerinden J.A.T. Robinson, "Tam anlamıyla çağdaş olan bir insan ateist olmayabilir mi ?" başlığını taşıyan bir yazısında dogmatik, başka bir deyişle düşünülmüş ve tartışılmış bir ateizmin mümkün olmadığını ifade etmektedir. Ona göre, insan ilahi gücün varlığını, içinden gelen bir zorlama ile duymaktadır. Bu duyuş, tabiatın aracılığı ile artistik ve bilimsel bir kanalla, toplumsal ilişkiler yoluyla ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda olan insan kendisini çepeçevre saran bir varlığa ne ad verebileceğini ve onu nasıl tasavvur edebileceğini bilemeyebilir, hatta onun duygu ve düşünce dünyası tam bir karışıklık içine gömülebilir. Buna rağmen o, kendi yolunu açmak ve ilahi sese doğru gitmek gereğini ergeç idrak eder" 6. Görülüyor ki, Robinson bir "iç zorlama" dan söz etmekte ve ateizmi bir tür "kaçış" olarak görmektedir. Salt ateizmin imkânsız olduğu inancı, öyle sanıyorum ki, iki önemli düşünceden kaynaklanmaktadır: Bunlardan birincisi, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, teizmin sınırlarının çok geniş tutulmasıdır. Söz gelişi Ficlıte, "Tanrı" terimi ile "ahlak kanunu" terimi arasında bir özdeşlik gördüğü için, ahlak kanununa boyun eğen herkesi Tanrı'nın sesine kulak veren kişi olarak kabul etmiştir. İkinci düşünce ise, ateizmle nihilizmin aynı şey olduğu inancıdır. Çevresinde, ateist olduğu halde nihilist ve hatta materyalist olmayan insanların varlığına tanık olan teist, bir bakıma kolay bir çözüm biçimini seçmekte ve ateizmin imkânsızlığını öne sürerek güçlüklerden kurtulmayı denemektedir. Kanaatimce bu, doğru ve geçerli bir çözüm şekli değildir. Ateist olduğunu söyleyen bir insanın öyle olduğunu kabul etmekten başka çıkar yol yoktur. Anlatıldığına göre, David Hume'un, onsekiz kişi ile birlikte Baron D'Holbach'ın evinde ziyafette iken, dogmatik bir ateistin gerçekten bulunup-bulunamayacağından şüphe ettiğini söylemesi üzerine ev sahibi şöyle konuşmuştur: "Azizim Sir, şu anda bu şekilde olan onyedi kişi ile aynı masada oturmaktasınız7." Sanıyorum en doğru yol, ateizm gerçeğini bir yana itmek değil, onu anlamaya ve güçlüklerini görmeye çalışmak olmalıdır. Ateizm gerçeği, felsefe tarihindeki kökleri çok gerilere, teknik anlamda felsefenin başlangıç günlerine kadar uzanan bir olgudur. Ancak biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, bir değil birçok çeşit ateizm vardır. Antik dönemlerin ateistik fikirleri ile Orta ve Yeniçağların ateistik düşünce ve tutumları arasında önemli farklar bulunmaktadır. Yunan filozofları arasında tanrıların varlığını inkâr edenler çıkmıştır; ancak Yunan halk inanışları teistik bir sistem oluşturmadığı için, orada bugünkü anlamda bir ateizm yoktu. Bugünkü anlamda ateizm, teistik sistemlere bağlı olarak ortaya çıkan bir harekettir. Başka deyişle, ateizm, evreni yaratan ve onun varlığını devam ettiren, özü itibariyle aşkın fakat sonsuz gücü, bilgisi, iradesi ve sairesi ile evren de içkin olan teistik, hatta belki de daha yerinde bir terimle monoteistik tanrı inancına karşı tepki olarak doğan bir düşünce hareketidir. Bu bakımdan düşünce tarihinin geleneksel ateizmi gıdasını büyük ölçüde teizmden, özellikle de Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya çalışan felsefi kanıtlardan almaktadır. Tanrı'nın varlığının aleyhinde öne sürülen klasik tartışmaların başında "kötülük problemi", maddenin ezeliliği, teistik kanıtların yetersizliği, hatta geçersizliğine ilişkin görüşlerle özellikle günümüzde büyük bir önem kazanan bazı sosyolojik ve psikolojik teoriler gelmektedir. Ayrıca Nietzche tarafından önemle savunulan ve ateist varoluşçularca geliştirilen 'ahlaki gerekçelere dayanarak Tanrıyı reddetme' görüşünün de günümüz ateizminde önemli bir yeri vardır. Şimdi kısaca söz konusu bu tartışmalara bir göz atarak onların ateizm için sağlam bir temel oluşturup oluşturmadığı konusuna gelelim. 1. "Kötülük Problemi" Teizmin aleyhinde kullanılan belki de en eski iddia, dünyadaki kötülüğün reel varlığından kaynaklanan iddiadır. "Eğer her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak anlamda iyilik sahibi olan bir Tanrı varsa, yeryüzündeki bu kadar kötülük nereden geldi " sorusu düşünce tarihinde yüzlerce kez sorulmuş ve cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Kötülük, şu ya da bu yolla yaşayan her canlının hayatına girdiği için bu soru, düşünürler kadar sıradan insanları da yakından ilgilendirmektedir. David Hume, "Tabii Din Üzerine Dialog" adlı yazısında teizmin kötülük problemine ilişkin çelişkisini şu sözlerle dile getirmektedir: Tanrı kötülüğü Önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor; o halde O güçsüzdür. Yoksa gücü yetiyor da Önlemek mi istemiyorsa, o halde O kötü niyetlidir. Eğer Tanrı hem güçlü hem de kötülüğü ortadan kaldırmak niyetinde ise, bunca kötülük nasıl oldu da var oldu? 8. David Hume, bu çeşit bir akıl yürütme ile özellikle teistik Düzen Kanıtının geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır. Bazı teistler, kötülüğün reel varlığını inkâr ederek; bazıları onu insanın olgunlaşması için bir araç şeklinde yorumlayarak; bazıları kötülüğü Tanrı'nın öfke ve uyarısına bağlayarak, bazıları da sınırlı bir tanrı kavramı kabul ederek 9. Hume'un ortaya koyduğu ikilemi çözmeye çalışmışlardır. Ancak birçok felsefe probleminde olduğu gibi, burada da kesin bir sonuca ulaşılmış olduğu söylenemez. Kötülüğün teist için bir problem olduğu doğrudur. Bu problem, özellikle monoteist dinler söz konusu olduğunda çok daha karmaşık bir görünüm kazanmaktadır. Buna rağmen bu problem, ne teizmin geçersizliğini göstermek, ne de ateizmi kurmak gibi bir görevi yerine getirecek güçtedir. Kötülüğün varlığına rağmen insanlık, iyiye doğru ilerleyebilmiş, içinde yaşanabilir bir uygarlık düzeyine ulaşabilmiştir. Ateistik iddiaların çoğu, "dünyada gereğinden fazla kötülüğün bulunduğu" düşüncesi çevresinde dönüp dolaşmaktadır. Her şeyden önce bu "gereğinden fazla" sözü, oldukça üstü kapalı bir sözdür. Ateist, insanlık tarihi boyunca var olageldiğine inandığı büyük felaketleri, doğal afetleri ve saireyi birlikte düşünerek böyle bir yargıya varıyor olsa gerek. Oysa bizim evren hakkındaki bilgimiz oldukça yetersizdir; dolayısıyla topyekûn evrende gereğinden fazla kötülük var mı yok mu, bu konuda bir şey söyleyemeyiz. Kaldı ki, kötülüğün yaygınlaşmasını Tanrı'dan çok insana atfetmek, daha akla yatkın görünmektedir. Özelliklc Tanrı'ya atfedilen doğal kötülükler (deprem, su baskını v.s.) insanın çalışma ve didinmeleri sonucu büyük ölçüde önlenebilir, önlenmiştir de. İnsanla daha doğrudan ilgili olan ahlaki kötülük, bugün tanıdığımız ve bildiğimiz insan yapısı söz konusu olduğu sürece, büsbütün ortadan kalkmayacaktır; ancak burada da büyük ölçüde bir azalma gerçekleştirilebilir. Bir gün bütün dünyamızın kötülükle dolup taşacağına inanmamız için akla yatkın hiçbir neden yoktur. Kısacası, "dünyada kötülük vardır" yargısıyla, "bilgi, irade, güç ve iyilik sahibi bir Tanrı vardır" yargısını hiçbir şekilde karşı karşıya koyup bundan bir ateizm çıkaramayız. Leibniz'in "Theodiciee"si, insanlık tarihinde gergin ve bunalımlı dönemlerinde çok iyimser görünebilir. Fakat bu teodisenin ana iddiasının hala ayakta olduğunu kabul ediyorum. Hiç şüphesiz Tanrı, başka dünyalar da yaratabilirdi. Böyle bir imkan, bu dünyanın, "yaratılması mümkün olan dünyaların en iyisi olduğu" görüşünü savunmamıza engel olmaz. Eğer şu veya bu derecede kötülüğün bulunması, dünyanın "mümkün olan en iyi dünya" olduğu görüşüyle çatışmıyorsa ve hatta böyle bir dünya için belli oranda kötülüğün varlığı kaçınılmaz ise, bu takdirde "dünyada kötülük vardır" ve "dünya mutlak anlamda iyi olan bir yaratıcının yönetimi altındadır" iddiaları mantıken bir arada bulunabilir. Eğer dünyada kötülük var olduğu için kişinin Tanrı'nın varlığına olan inancı sarsılsaydı, başta Peygamber Eyüb olmak üzere Hz. İsa'nın ve Hz. Muhammed'in inançları sarsılırdı. 2. Maddenin Ezeliliği ve Kozmolojik Kanta Yöneltilen Eleştiriler: Başka önemli bir ateistik iddia da maddenin ezeliliği ve onun her şeyin kaynağı olduğu görüşünden hareketle ateizmi temellendirmeye çalışmaktadır. Bu iddianın iki önemli basamağı vardır. İlk basamakta maddenin ezeliliğinin apaçık olduğu, hatta bunun bilimsel olarak kanıtlandığı ve maddenin, şuur dahil her her şeyin kaynağı oluşturduğu söylenmekte; ikinci basamakta ise, bu görüşün yaratıcı bir Tanrı fikrini imkansız kıldığı öne sürülmektedir. İddiaya göre, yaratıcı Tanrı fikrine yer verirsek, madde miktarının ya da kütle-enerjinin sıfır düzeyde olduğu bir zamanın var olduğu düşüncesini kabul etmemiz gerekir ki, bu, fizik biliminin vardığı sonuçlar açısından mümkün değildir. Maddenin ezeliliği görüşünü temel alan bu iddia, aslında kozmolojik kanıtın ve belli bir yere kadar da teleolojik kanıtın geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır. Bilindiği gibi kozmolojik kanıt, dünyadaki varlıkların, var oluş nedenlerini kendi içlerinde taşımadıkları, dolayısıyla kendi varlık alanlarının dışında bir nedene muhtaç oldukları, bu nedenin de kendi kendine yeterli ve başka bir şeye muhtaç olmayan bir varlık olduğu sonucuna varmaktadır. Eğer en Son Neden kendi kendine yeterli olmasaydı başka bir deyişle var oluş nedenini bizzat kendi içinde taşımasaydı, o zaman neden-sonuç zinciri sonsuza değin uzayacaktı ki bu Teolojik bir deyimle "muhal"dir, yani imkânsızdır. Bizim burada ateistik maddeciliği ayrıntılı olarak ele almamız mümkün değildir. Bu konuda öne sürülen bir sürü varsayım, çözüm bekleyen bir yığın problem ve ardı arkası kesilmeyen birçok tartışmalar vardır. Ateistin iddia ettiği gibi, maddenin ezeli olduğu ve şuur dâhil her türlü canlı faaliyetin kaynağı olduğu bilimsel yöntemlerle doğrulanmış değildir. Hatta bir an için maddenin ezeli olduğunu kabul etsek bile, bu, çeşitli şekillerde dile getirilen teistik anlayışların hepsinin geçersizliklerini göstermeye yetmez. Yaratma fiili için bir başlangıç tanımayan ve onun sürekliliğini kabul eden birçok teist vardır. Farabi, Muhammed İkbal, Lotze burada sayabileceğimiz birkaç örnektir. Bilimsel sonuçlar, kozmolojik kanıtın, ya da klasik İslami terminoloji ile "hudus" ve "ibdâ" delillerinin formüle edildikleri dönemlerin ilkel ve zayıf bilimsel anlayışlarının geçersizliklerini, hatta bizzat kozmolojik kanıtın geçersizliğini ortaya koyabilir; ama bunların hiçbirinden "o halde Tanrı yoktur" yargısı çıkarılamaz. Aslında Kant'ın da işaret ettiği gibi, bilimi böyle bir yargıyı vermeye zorlamak onu meşru olmayan bir alana itmek demek olur.
-
Muhammedin şehveti ve Tanrısı
Akıl hocası Turan olan bir topluluk turedi türkiyede, turanın yazdıklarını mutlak doğru kabul edip üzerinde düşünme ve araştırma gereği bile duymayan bu insanların allamei cihan tavrı takınmaları mide bulandırıyor tabi. Okuyup öğrenecekler inşaallah. Bugunku dersim Turan'ın dini nasıl çarpıttığıyla ilgili. Bir kaç örnek verelim evvelan: T.Dursun şöyle diyor: Yabancı dil biliyor musunuz? Sorusuna T. Dursun'un verdiği cevap: -Yazık ki bildiğim yalnızca Arapçadır. Ama klasik Arapçayı biliyorum ve sanıyorum klasik Arapçayı kendi dilimi bildiğim kadar, hatta daha da iyi bildiğimi söyleyebilirim. Kürt hocalardan ders okuduğunu söyleyen Dursun, Kürtçe bildiğini nedense saklıyor. Utanıyor mu ne? —Daha öncelere dayanır. Klasik Arapça, Fusha Sahih Arapça deniliyor ki, asıl Arapça, bozulmamış Arapça. O bozulmamış Arapçayı çok iyi bildiğimi söyleyebilirim. Bugünkü Arapçayı da bilirim, ama o ölçüde değil. Arapçayı bilmemin önemi şurada, islam kaynakları o Arapçayla yazılıdır. Hem Kur'an, hem hadis tüm İslam kaynaklarında. Ayrıca benim uzmanlık alanım var. Örneğin, fıkıhçıyım ben, yani islam hukukçusuyum. Kelamcıyım, İslam kelamcısıyım. O da ayrı bir daldır. Hadis bilimcisiyim, yani bir hadis nasıl çürük olur, nasıl sağlam olur. Usulü hadisten bilinir, Usulü hadisçiyim. İslamın bu dallarını sadece meslek olarak da değil, özel çabalarımla da öğrenmeye çalışırım. Yani beni bu alanda, karşımda olanlar da yanımda olanlar da uzman olarak görürler. Ayrıca doğubilimciyim. Ben şimdi, kendimden sıkılıyorum anlatmaktan. Bu arada tüm dinlerin kutsal kitaplarını karşılaştırdım. Bir din etnologuyum." (Din Bu I/ 97) Sarfı, Nahvi, bedi-beyanı, tefsiri, hadisi, fıkhı, kelamı, mantıkı, sıhahı, usulü hadisi, usulü tefsiri, usulü fıkıhı, aruzu, İslam Tarihini,astronomiyi çok iyi bilen, aynı zamanda embriyoloji alanında uzman ve din etnologu olan mütevazı (?) yazarın bunları ne derece bildiğini makalelerinde göreceğiz. Askerde Türkçe okuma yazma öğrenmiş birisinin kitaplarında yaptığı dil hatalarına da hiç değinmeyeceğiz. 1.1-T.DURSUN, Hz, Peygamber'in, azl (doğumu önlemek için, boşalmadan önce ayrılma) ile ilgili bir sözünü aktarıyor: Ebu Said el Hudrî anlatıyor: —Peygamberle birlikte Benû Mustalık Gazası'na çıktık. Ve Arap tutsaklarından tutsaklar elde ettik. O sırada kadınlar iştahımızı çekti. Bekârlık çok güç gelmişti bize o günlerde. Ve azil yapmak istedik. İstiyorduk azil yapmayı Ancak, "Peygamber aramızdayken ona sormadan nasıl azil yapacağız?" dedik ve gidip peygambere sorduk. Peygamber de azl yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur. (Yapabilirsiniz de. Yapmayabilirsiniz de.) Ama bilin ki, kıyamet gününe değin meydana gelecek bir yavru, ne olursa olsun meydana gelir."(DİN BU I, 34) Bu metinde geçen "yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur" cümlesi, “Mâ aleyküm ellâ te’falû"dur. Bunun Türkçe anlamı, "Yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur" değil, tam tersine "Yapmamanız için bir gerek yoktur, yapabilirsiniz" demektir. Yani hadiste, yazarın söylediğinin tersi söylenmektedir. Yapmamanızda bir sakınca yoktur değil, yapmanızda bir sakınca yoktur. Hattâ mâ nâfiye (olumsuz edatı) da olabilir ki o zaman "Neden yapmayacaksınız?" anlamını verir. 1.2-T.DURSUN “DİN BU II” 46 ncı sayfasında, Arapça metni şöyle çevirmiştir: Birçokları gibi lbn Hazm'ın da, sâbiîlerden, tapınaklarından, ibadetlerinden söz ederken yazdıkları şunlar da var: (lbn Hazm, el Fasl, 1/88) "Ancak onlar (Sâbiîler), 7 yıldıza ve 12 burca saygı göstermek gerektiğini söylerler ve bunların suretlerini (resimlerini, heykellerini) tapınaklarında yapıp bulundururlar. Bunların kadîm (öncesiz ve sonrasız) olduklarını da söylerler. Bunlara kurbanlıklarla ve darıyla yakınlaşmaya çabalarlar. Bir gündüz ve gece içinde, Müslümanların namazlarına benzer beş vakit namazları vardır. Ramazan ayında da oruç tutarlar. Namazlarında, Ka'be'ye, el Beytü'l-Haram'a dönerler (kıbleleri Kabe'dir). Mekke'ye ve Ka'be'ye saygı gösterirler. Ölü etini, kanı, domuz etini haram sayarlar. Müslümanlara haram sayılan kurbanları onlar da haram sayarlar. Hindistanlılar da Buda'ya (ya da putlara) yıldızlar adına tasvir (resim, heykel) ve saygı anlamında buna benzer bir yol izlerler. Arap toplumundaki putların kökenini de bu oluşturur.(l/88.) Burada sâbiîlerin, yıldız tanrılara "kurbanlıklarla ve darı ile yaklaşmağa çalıştıklarını ifade ediyor. Arapça metindeki “ed-Dehanü” kelimesini, darı diye çevirmiş ve sâbiîlerin, kurban yanında darı ile de tanrılara yaklaştıklarını söylemiş. Bildiğim kadarıyla tarihte hiçbir millet tanrı diye taptığına darı takdim etmemiştir. Çünkü darı, tanrıya takdim edilecek bir değerde görülmez. Aslında metinde geçen “ed-Dehanü” kelimesi darı değil, "duman, buhur, tütsü" demektir. Tanrılara kurban kesenler, buhur yakarak, güzel koku ve tütsü ile ibadetlerini mabudlarına takdim ederler. Dini törenlerde, mevlitlerde buhur yakmak, tütsü ile topluluğa güzel koku yaymak, hâlâ yapıla gelmektedir. Şimdi bu kadar basit şeyi dahi bilemeyen bir insanın, ana dilinden daha iyi Arapça bildiğini iddia etmesi uygun mudur? Bu iddia sahibinin, diğer metinlere yaptığı çevirilerin ne derece aslına uygun olduğunu okuyucu düşünmelidir. (Gerçek Din Bu 1, Süleyman ATEŞ,11-14) Herhalde T. DURSUN tavuk beslemeyi çok seviyor ki Tanrılara tütsü yerine darı takdim etmeyi tercih etmiş. Yoksa tanrı olarak tavuklarımı kabul etti? Darı ile tütsüyü birbirinden ayıramayacak kadar mükemmel bir Arapça bilgisine sahip yazarın Arapçayı çok iyi bildiği iddiası, kitaplarında gösterdiği kaynaklarının çoğunluğunun Türkçe olmasından ve gibi çok ciltli kaynaklardan istifade etmesinden de anlaşılmaktadır. Erbabına malumdur ki hacimli Arapça kitaplar, Arap dilinin edebi özelliklerini taşımaz ve ortaokul öğrencisinin bile anlayabileceği şekilde basit yazılmıştır. 1.3- Şu örnekte Dursun’un çarpıtmalarından bir örnektir ve S. Ateş’in kitabından alınmıştır. Turan Dursun, yine Hz. Muhammed'in, güya şehvetperestliğini kanıtlamak hevesiyle, Gazali’nin İhyasında yer alan bir rivayete tutunmaktadır: "O dönem Araplarında şehvet (erkeklik gücü), en başta gelen bir özellikti. Bunu, Gazâlî, İhyâ'u Ulûmi'd-dîn adlı kitabının Âdâbu'n-Nikâh bölümünde uzun uzun anlatır. Ve bir örnek verir: Ali’nin oğlu Hasan'ın, bir alışta "altı karı birden aldığını, sonra çok geçmeden bunları boşayıp yenilerini aldığını, bu torunu Muhammed'e anlatıldığında, Muhammed'in: 'O, yaratılışta da, huyda da bana benziyor' dediğini" söylüyor. Yazar, Gazali’nin ibaresini tahrif etmiş. Çünkü Peygamber’in devrinde, torunu Hasan'ın, dört kadın değil, bir kadın alması da mümkün değildi. Hasan, hicretin dördüncü yılında doğmuştu. Peygamber’in vefatı sırasında o, sadece altı yaşında idi. Altı yaşında bir çocuğun dört kadın alması, sonra tez zamanda bunları boşayıp yerine başkalarını alması, bunu duyan Peygamber’in de onu övmek için "O yaratılışta da, huyda da bana benziyor" demesi mümkün müdür? Turan Dursun'un, bu tahriften amacı, dört kadın alıp, tez zamanda bunları bir başka grup kadınla değiştirmiş olan torunu Hasan'ın bu davranışını Peygamber’in beğenmiş olduğunu, böylece Peygamberin şehvet düşkünlüğünü anlatmaktır. (Gerçek Din Bu I.s.31-32) 1.4-Dursun’un çarpıtmaları bir iki değil ki onlardan bir başkası da şudur: Ahzab suresindeki şu ayet inince: “Eşlerinden dilediği (nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” (Ahzab/51) güya Hz. Aişe şöyle demiştir: "Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke".(1) “Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Yukarıda ki Hz. Aişe'nin sözüne bu anlamı vererek, maksadını gerçekleştirmek için elinden gelen her şeyi yapan bir yobaz görüntüsü vermektedir. T.Dursun’un çarpıtarak söylediği, Hz. Aişe'nin söylediği sözün doğru tercümesi şudur: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.” Ders: Arapça Konu: Arapça bir cümle en iyi nasıl çarpıtılır? Örnek: Turan Dursun’un “Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke” çevirisi. Peygamberin eşlerinin nöbetinin önceliği ya da sonralığı olan bir meselede, Turancığın yaptığı şey nedir? Varında onun adını siz koyun. Evet, Dursun inandırıcı olmak için “Heva” kelimesinin anlamını vermiştir. Hz. Âişe'nin sözünde geçen (Heva) kelimesi sözlük itibarıyla "nefsani arzu ve istek" mânâsına gelir. Fakat Hz. Âişe o mânâyı kastetmemiştir, ancak "rıza" mânâsında kullanmıştır. Zira Hz. Peygamberdin (s.a) hiçbir zaman kendi heva ve heveslerine uymaması Kur'an-ı Kerim'de ki şu ayetle sabittir: “O, heva ü hevesine uyarak konuşmaz.” (Necm/3) Turan’ın verdiği anlama göre bu ayetin anlamı “O, şehvetine (şeyinin keyfine)uyarak konuşmaz” olur ki ayetin öncesi ve sonrası ile uzaktan ilgisi olmayan bir anlam çıkar ortaya. Bir beyt: “Men çe guyem tamburam çe guyed” Ben ne söylüyorum tamburum ne çalıyor. 1.5-Turan’ın çarpıtmalarından bir örnek daha: "Peygamberin döneminde "gece baskınları" düzenlenirdi. Peygamberin emriyle "Öldür, öldür!" şiarları haykırılırdı. Sonra da yağmaya girişilirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd/102, hadis 2638; ibn Mace, Cihâd/30, hadis 2840). Filistin'de "Übnâ (sonraları 'Yübnâ')" denen bir yere Peygamber bir baskın düzenlemişti. Baskını yapacaklara da şu buyruğu veriyordu: - Sabahleyin Übnâ'ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak! Ve "Übnâ" köyü yakılıyordu. İçindekilerle birlikte.” (Ebû Dâvûd, Cihad/91, hadis 2616, c. 3, s. 88, ayrıca s. 124'teki 2'nolu not: ibn Mace, Cihâd/31, hadis No: 2843, c. 2, s. 948). Düşmanın bulunduğu yerdeki ağaçlar, ürünler de yakılır, ya da kesilirdi. Peygamber Benû Nadir kabilesinin hurmalıklarını yaktırmıştı… Peki, işin doğrusu neymiş şimdi ona S. ATEŞ'in Kitabından onu öğrenelim: “Übnâ baskını, durup dururken yapılmış bir şey değildir. O bölge halkı Müslümanları sürekli rahatsız ediyordu. Peygamberin elçilerini öldürmüşlerdi. Onlara bir ders vermek gerekince Peygamber, Üsâme kumandasında bir ordu göndermek istedi. Üsâme Peygamber'in, kendisine şöyle emrettiğini söylemiştir: — Sabahleyin Übnâ'ya baskın yap, sonra yak!" (Ebû Dâvûd, Cihâd: 91; Ibn Mâcc, Cihâd: 31). Hadisin metninde olan sadece budur. Hadiste kastedilen, köylülerin evlerini ve ekinlerini yakmaktır. Ibn Mâcc'nin yaptığı açıklama böyledir (2/948, not: 2843). Turan Dursun, hadis metninde olmayan şu ilâveyi yapıyor: "Übnâ köyü yakılıyordu, köy halkıyla birlikte." Hâlbuki hadisle köy halkının yakıldığından söz edilmez ve Üsame'nin gidip köyün ekinlerini yaktığı da anlatılmaz.… Peygamber asla köy halkını yaktırmamıştır. Savaşın sonucuna katkısı yoksa ağaçlara, ekinlere dokunulmaz, ağaçlara, hayvanlara dokunmama hususunda Hz. Ebûbekir'in de emri vardır. Ayrıca Yahudi olan Nadîr oğullarının birkaç hurma ağacını kestirmesinden maksat onları korkutup kan dökülmeden teslim olmağa zorlamak idi. Gerçekten adamlar savaşsız olarak Peygamber'in şartlarını kabul edip, taşınır mallarını develere yükleyip gitmeğe razı olmuşlar ve bu toprak Müslümanların eline geçmiştir. Fakat Peygamber bütün hurmaları kestirmiş değildi. Sadece birkaç ağaç kestirdi. Bunu gören Nadîr oğulları, şartları teslim şartlarını kabul ettiler. (Gerçek Din Bu, 85-87) Acaba, ağaçların kesilmesindense, savaşa girip, hümanist geçinen Turan’a göre her iki taraftan ta yüzlerce kişinin ölmesi, kendisini daha mı mutlu ederdi bilinmez?
-
Türkler ‘evrim’e en az inanan millet
Belki biliyorsunuzdur ama sizlere bir fıkra anlatayım. Amerikadan bir heyet Kominist Rusya ya gider. Ruslar, Amerikalıları Moskovada gezdirir ve bir ara metroya yolları düşer. Bakın der Ruslar, herşeyin ne kadar dakik olduğunu göstermek için, 10 dk da bir metro gecer buradan ve hiç aksamaz. Beklemeye başlarlar 10dk...20 dk..30.. metro gelmez. Amerikalılar: Hani metro geçmedi ya? derler. Ruslar cevap verir: Ama sizde kızılderilileri öldürdünüz ya!..
-
BANA İKİ RAKI VER, ACİL
Yıllardır aynı terane: Erbakan; "Şimdi ikinci bir önemli nokta, Refah Partisi iktidara gelecek. Adil Düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kansız mı olacak bu kelimeliri kullanmak bile istemiyorum amma, bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu kelimelir kullanma mecburiyetini duyuyorum. Türkiye'nin şu anda birşeye karar vermesi lazım. Refah Partisi Adil Düzen getirecek. Bu kesin şart, geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak. Altmış milyon buna karar verecek) diyebilmiştir. " Aha siz gelince ortalığı kana boğacaksınız.... Meselenin aslı şudur beyler bir kokteylde omuzu kalabalık birisi Erbakan'a aynen şunu der: Ne kadar uğraşırsanız uğraşın iktidarı size vermeyiz. Kan dökeriz yine vermeyiz." Bu laf onun üzerine söylenmiştir ve Erbakan "....Refah Partisi Adil Düzen getirecek. Bu kesin şart, geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak. Altmış milyon buna karar verecek" demiştir. Yani anlayamayan için biraz açıklama yapayım Bu sistemin gelmesine halk karar verecek ama bu yumuşak mı olacak sert mi, kanlı mı olacak kansız mı? Bunu SİZ DEĞİL 60 MİLYON HALK KARAR verecek.
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
"Türban siyasidir onun için izin verilemez" diyenlere başörtüsü yada ninelerimizin giydiği üç etekli şu an folklorik amaçlı olan kıyafetle üniversitelere girebilirmiyiz diye bir soru sormayacağım. Zaten yukarıda bir arkadaş baş örtme fiilinin "şeriat tehlikesi" olarak algılandığı ifade etmiş. Eğer bu böyle algılanıyorsa vay bu milletin haline...Başörtüsü bu gerekçeyle yasaklanıyorsa arkasından daha neler gelmez ki namaz, oruç, sünnet, hacc,sakal.....(Hamiş:Hatta biz Türkiyede bazı isimleri arapça olduğu için nufus dairelerinde yasaklarken Bulgaristanda ki Türklere aynı yasağı uygulayan Bulgar hükümetine karşı kıyam bile etmeyi düşünmüştük) Kamboçya'da Kominist pol-pot yönetiminin halkın 5/3 ünü katletmek için neden bulduğu gibi pek çok neden bulunur ve bunların hepsi de bilimsellik adına olur kuşkusuz hangi ünv. giderseniz gidin bir prof. size istediğiniz konuda istediğiniz kriterde bilimsel bir açıklama yapar. Şunu unutmayın zulüm zulüm getirir.
-
Türkler ‘evrim’e en az inanan millet
Arkadaşlar HY'nın kendisine çok fazla kanım ısınmadı ama ************** uğraşması çok hoşuma gidiyor. Hulki cevizoğlunun "cevizkabuğu" programına, H.Y. nın bir adamı çıkmıştı, H.Cevizoğlu şaşırarak bir çok üniversiteyi aradığını pek çok profesörü tartışmaya davet ettiğini fakat hiç birisinin katılmak istemediğini söylemişti. İşte bilimselcilik adına hareket edenlerin hazin sonu dedelerini bile müdafa etmeye gelmiyorlar....
-
ateistlere......
İbni kesir dinin tarifini "İnsanın hayatını kendisiyle tanzim ettiği şeydir " der. Biz müslümanlar hayatımızı islamla tanzim etmeye çalışıyoruz... Eğer muslumanların ekseriyeti teşkil ettiği bir toplumda onların yaşam tarzından şikayetci olan varsa ya kendileri gibi insanların yasayacağı toplumlara gidip orada yasasınlar yada burada muslumanlarda uzak gettolarda yasasınlar. Kamboçyada Kızıl kmerlerin yaptıklarını gayet iyi biliyoruz yada Mao nun yada Lenin ve stalinin..... çağdaşlık demokrasi hikayelerini bırakın.. ....Sizin dininiz size bizim ki bize....