akıncı tarafından postalanan herşey
-
BAŞBAĞLAR
BAŞBAĞLAR Başbağlar'da savunmasız insanları kurşuna dizen, onlarca çocuğu yetim ve öksüz bırakan gözü dönmüş caniler hâlâ bulunamadı. Devlet aradan geçen zamanda, yıkılan evleri yaptı ama gönülleri yapamadı. Neredeyse 10 yıl olacak. Kimi eşini, kimi oğlunu, kimi babasını verdi toprağa.. İsimlerini şehit koydular 33 canın... Başbağlar ismi 5 Temmuz 1993 tarihinden beri adeta acıyla özdeşleşti. Yaklaşık 100 gözü dönmüş cani, savunmasız insanlara saldırıp, onlarca çocuğu yetim ve öksüz bıraktı. Devlet ise üzerine düşeni yaparak olayın üzerindeki karanlığı hâlâ aydınlatamadı. Başbağlar Köyü Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Mehmet Ali Dikkaya'nın ifadesiyle "Devlet evleri tamir etti ama ama gönülleri tamir edemedi." Tarihin en vahşi katliamlarından birine tanık olan Erzincan'ın Kemaliye İlçesi'ne bağlı Başbağlar Köyü, 5 Temmuz 1993 günü akşam karanlığında basılmıştı. Yaklaşık yüz silahlı terörist, köyün giriş ve çıkışlarını tutup telefon bağlantılarını tahrip ettikten sonra savunmasız köylüleri meydanda toplamıştı. Toplam 33 kişiyi kurşuna dizip ve evleri ateşe veren teröristler, olay yerine "Yaşasın Başkan Apo- Yaşasın PKK" sloganlarının yer aldığı bir bildiri bırakmışlardı. Bildiride olayın Sivas olaylarına misilleme olarak yapıldığı ifade ediliyordu. Başbağlar Köyü Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Mehmet Ali Dikkaya, katliamın üzerinden 10 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen hâlâ neden Başbağlar'ın seçildiğini anlayamadıklarını söyledi. Dikkaya, "Başbağlar hiçbir zaman herhangi bir terörist grupla bir ilişki içerisinde olmadı. Katliama kadar herhangi bir grubun yardım ve yataklık talebiyle karşılaşmadık. Bir terörist saldırıya uğrumamız için hiçbir sebep yoktu" dedi. Karanlık aydınlatılmadı Katliamın üzerindeki karanlığın hâlâ aydınlatılamadığını ifade eden Dikkaya, "Bugüne kadar adli mercilerin olayı gün yüzüne çıkarmak için gereken her şeyi yaptığına inanamıyoruz" şeklinde konuştu. Katliam sonrasında köy insanının birbirlerine bağlılıklarının arttığına dikkat çeken Dikkaya, "Bir insanın ömrü boyunca karşılaştığı cenaze sayısını, biz bir gecede yaşadık. Benim kardeşim, amcamın ve halamın oğlu şehid oldu. Tüm köy akrabamdı" şeklinde konuştu. Gönüllerimiz yaralı Katliamın ardından devletin Başbağlar'a yaptığı yardımlara değinen Dikkaya, yanan 191 hanenin yeniden yapıldığını, ancak birçok insanın katliamın ardından başka şehirlere göç etttiklerini kaydetti. Teröristlerin baskınında okulun da yakıldığını hatırlatan Dikkaya, Başbağlar'ın acil olarak bir okula ihtiyacı olduğunu söyledi. Dikkaya "Devlet evlerimizi yaptı. Ama olayı gerçekleştirenler yakalanıncaya ve hesap soruluncaya kadar huzur içinde olmayacağız. Devletin bu olayı ortaya çıkararak gönüllerimizi de onarmasını bekliyoruz" dedi. Katliam adeta örtbas edildi Bağbağlar katliamı davasının müdahil avukatlarından Kamil Uğur Yaralı saldırı sonrasında başlatılan tahkikatın olayın aydınlatılmasına değil, örtbas edilip kapatılmasına yönelik bir seyir izlediğini söyledi. Yaralı "Bu yorumumuz basit bir tahmine değil, somut olaylara ve tahkikat sonrasında açılan davada en basit araştırmaların dahi yapılmamış olmasına dayanmaktadır" dedi. Olayın hemen ardından yakalanan 20 kişinin ifadelerinde suçlarını kabul ettiklerini belirten Yaralı, "Mağdurlar tarafından sanıkların bir kısmı teşhis de edilmelerine rağmen, bu sanıklar Erzincan DGM'de serbest bırakıldı. Siyasi baskıların kararda etkili olduğuna ilişkin duyumlar alındı" diye konuştu. Davanın garip bir şekilde İzmir DGM'ye nakledildiğini kaydeden Yaralı, "Buradaki yargılama, içlerinde bir itirafçının da bulunduğu 8 sanıkla devam etmiş, tahkikatın genişletilmesine yönelik taleplerimiz reddedilerek adil bir yargılanmanın gerekleri ortadan kaldırılmıştır. Fotoğraflı teşhis dahi yapılmamıştır" dedi. Sadece 2 kişi ceza aldı Avukat Kamil Uğur Yaralı, tahminen 100 kişinin gerçekleştirdiği belirlenen Başbağlar Katliamı davasının sadece iki sanığa verilen 14 ve 3,5 yıllık mahkumiyet cezalarıyla kapatıldığını ve olayla ilgili hiçbir sorunun cevabının bulunamadığını kaydetti. Yaralı, "Eğer bu davaya bakan mahkeme bağımsız ve tarafsız olsaydı, olayın tamamen ortaya çıkarılması faillerinin tümümün yakalanması mümkündü" şeklinde konuştu. Bu arada dönemin Adalet Bakanı Seyfi Oktay, Sivas olaylarına misilleme olarak gerçekleştirildiği öne sürülen katliamı TİKKO örgütüyle ilişkilendirmişti. Abdullah Öcalan ise itiraflarında Başbağlar baskınını PKK'lı Dr. Baran'ın Sivas olaylarına misilleme olarak gerçekleştirdiğini söylemişti.
-
Ateistler Ne Zaman Doğruyu Bulur
Hayır bayım yukarıdaki nükteyi anlayamadığınız için bunu espiri sanıp gülmeniz gayet normal buna şaşmadım. Ama kendiniz istediğiniz gibi anlayıp kendi kendinize gülmenize kim mani olabilir ki? Eğer meseleleri mutezile, havaric, şia, oryantalistler ve dehriler gibi anlıyorsanız siz yine gülmeye devam edin....
-
KURAN'I HZ. MUHAMMED Mİ YAZDI? III
Gecekuşu; itham etmeden önce iyi düşünmeniz gerekmezmiydi, kendi hazırladığım sitede kaynak göstermeme kim mani olabilir ki? Bu yazıları kendi hazırladığım siteden alıntı yaptım ve orada 4.kaynağın ne olduğu yazdım ama yukarıda da ifade ettiğim gibi daha önce ikaz geldiği için burada yazmadım eğer dediğiniz gerekçe olsaydı kendi sitemde de kaynak belirtmezdim. Size ikaz gelip gelmemesi ise admini ilgilendiren bir meseledir.
-
KURAN'I HZ. MUHAMMED Mİ YAZDI? III
:-) Son bölümde bir siteden alıntılar yaptım daha önce bir başka konuda bir siteyi kaynak gösyerdiğim için ikaz gelmişti. Kırmızı kart yemek istemedim. Baki selam
-
İlim-Kültür-Sanat
www.sadabat.net Bi bakın işinize yarayan şeyler mutlaka olacaktır.
-
Kahve Yemen'den Gelirdi
Önceleri Kahve Yemen'den gelirdi şimdi ise Amerika dan Jacobs ya da nescafe markasıyla gelir oldu. 38 kişilik bir turist kafilesi taşıyan tur arabası dinlenme tesislerine varmış aşağıya inen muavin, garsona bağırmış: -38 Türk kahvesi iki neskafe. Kahve nasıl yapılır?(Türk kahvesi demeyi zaid buluyorum) İki Çorba kaşığı kahve kavrulur. Eskiler çok fazla kavurmazmış ihtiyaç olduğu kadar kavururlarmış. Dibekte iyice dövülür. Dibekte dövülmezse kahvenin yağı çıkmazmış yani makinada çekilmez. Bazı yörelerde kahve dövülürken içerisine mercan köşkü koyup öyle döverler. Ya da kakula konularak dövülür. Mangalda ya da ispirto ocağında çok düşük ateşte pişirilir. Her fincan için iki kahve kaşığı kahve konur. Köpüğü alınıp fincanlara eşit dağıtılır. Cezvede kalan kahve kaynadıktan sonra fincanlara taksim edilir. Eh üzerinde deve yürümesi lazım derler. Tiryakilere kahve sade pişirilir fincan tabağına üç adet kuş lokumu konurdu. Birisi naneli, birisi güllü ve diğeri sakızlı olurdu. Önceleri fincanlar sapsız olur, genelde gümüş işlemeli bir kap içerisine oturtulurdu ve bu gümüş işlemeli telkari kaba "zarf" denirdi, bu gümüş kapta sap bulunurdu. (Şeker icad olup Lokum kalktıktan sonra olsa gerek) 35 yaşına kadar şekerli, 35-50 arası orta, 50 den sonra sade kahve içilir denmiş. Beyitler: Ehli keyfin keyfini kim tazeler?Ehli keyfin keyfini Taze elden pişmiş taze kahve tazeler. ************************************* Gönül ne kahve ister ne kahvehane Gönül bir dost ister kahve bahane ************************************* Kahve narhın arttıran kahve gibi çeksin azab Hem yanıp hem rû-siyah hem hurd ola gark-ı âb (Kahvenin fiyatına zam yapanlar kahve gibi azap çeksin, Önce kahve gibi kavrulsun da yüzü simsiyah olsun sonra da suya batıp boğulsun) (kahvenin karaborsa olduğu zamanlarda söylenmiş)
-
4 Hak mezhep
Hz Ali'ye ve onun yolunun takipçilerine can kurban. Bu topraklarda yaşayan sünnisiyle alevisiyle onbinlerce insanın adı ya Ali dir ya hasan ya huseyin...Ama bir tane muaviye yada yezid isminde bir kişi bulamazsınız. Aslında bu halkın sessiz bir protestosudur. Kısaca şunu bilin ki hiç kimse hz. ali ye dil uzatmaz, uzatamaz. Dört halifeye dil uzatırsa müslüman olarak kalamaz. Halifelik meselesine gelince ehli sünnete göre göre dört halife ustunluk sırasına göre gecmiştir hilafet makamına.Hz. Ebu bekir, Hz Ömer ve Hz. Osman için Hz. Ali için söylenmiş nice hadisi şerif vardır. O bir devirdi geldi gecti onların hepsini hayırla yad etmekten başka hiç bir şey yapmaya hakkımız yok. Kuran ve sünnetin direktiflerine göre hayatını duzenleyen ve ona inanan herkes te müslümandır.
-
Ahde Vefa
teşekkurler. İskender Pala nın bir kitabında aynı hikayeyi ben de okumuştum. Nerde vefa, nerde insanlık, nerde merhamet.........................................
-
turan dursun ve psikolojisi
TURAN DURSUN'UN ARAPÇASI-ÇARPITMALARINDAN ÖRNEKLER Kafirlerin atası ateşi bol olsun Turanın söylediği herşeye sarılan günümüz kafirlerine ithaf olunur: T.Dursun şöyle diyor: Yabancı dil biliyor musunuz? Sorusuna T. Dursun'un verdiği cevap: -Yazık ki bildiğim yalnızca Arapçadır. Ama klasik Arapçayı biliyorum ve sanıyorum klasik Arapçayı kendi dilimi bildiğim kadar, hatta daha da iyi bildiğimi söyleyebilirim. Kürt hocalardan ders okuduğunu söyleyen Dursun, Kürtçe bildiğini nedense saklıyor. Utanıyor mu ne? —Daha öncelere dayanır. Klasik Arapça, Fusha Sahih Arapça deniliyor ki, asıl Arapça, bozulmamış Arapça. O bozulmamış Arapçayı çok iyi bildiğimi söyleyebilirim. Bugünkü Arapçayı da bilirim, ama o ölçüde değil. Arapçayı bilmemin önemi şurada, islam kaynakları o Arapçayla yazılıdır. Hem Kur'an, hem hadis tüm İslam kaynaklarında. Ayrıca benim uzmanlık alanım var. Örneğin, fıkıhçıyım ben, yani islam hukukçusuyum. Kelamcıyım, İslam kelamcısıyım. O da ayrı bir daldır. Hadis bilimcisiyim, yani bir hadis nasıl çürük olur, nasıl sağlam olur. Usulü hadisten bilinir, Usulü hadisçiyim. İslamın bu dallarını sadece meslek olarak da değil, özel çabalarımla da öğrenmeye çalışırım. Yani beni bu alanda, karşımda olanlar da yanımda olanlar da uzman olarak görürler. Ayrıca doğubilimciyim. Ben şimdi, kendimden sıkılıyorum anlatmaktan. Bu arada tüm dinlerin kutsal kitaplarını karşılaştırdım. Bir din etnologuyum." (Din Bu I/ 97) Sarfı, Nahvi, bedi-beyanı, tefsiri, hadisi, fıkhı, kelamı, mantıkı, sıhahı, usulü hadisi, usulü tefsiri, usulü fıkıhı, aruzu, İslam Tarihini,astronomiyi çok iyi bilen, aynı zamanda embriyoloji alanında uzman ve din etnologu olan mütevazı (?) yazarın bunları ne derece bildiğini makalelerinde göreceğiz. Askerde Türkçe okuma yazma öğrenmiş birisinin kitaplarında yaptığı dil hatalarına da hiç değinmeyeceğiz. Aşağıda ki bölüm Prof. Dr. Süleyman kitabından alınmıştır: 1.1-T.DURSUN, Hz, Peygamber'in, azl (doğumu önlemek için, boşalmadan önce ayrılma) ile ilgili bir sözünü aktarıyor: Ebu Said el Hudrî anlatıyor: —Peygamberle birlikte Benû Mustalık Gazası'na çıktık. Ve Arap tutsaklarından tutsaklar elde ettik. O sırada kadınlar iştahımızı çekti. Bekârlık çok güç gelmişti bize o günlerde. Ve azil yapmak istedik. İstiyorduk azil yapmayı Ancak, "Peygamber aramızdayken ona sormadan nasıl azil yapacağız?" dedik ve gidip peygambere sorduk. Peygamber de azl yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur. (Yapabilirsiniz de. Yapmayabilirsiniz de.) Ama bilin ki, kıyamet gününe değin meydana gelecek bir yavru, ne olursa olsun meydana gelir."(DİN BU I, 34) Bu metinde geçen "yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur" cümlesi, “Mâ aleyküm ellâ te’falû"dur. Bunun Türkçe anlamı, "Yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur" değil, tam tersine "Yapmamanız için bir gerek yoktur, yapabilirsiniz" demektir. Yani hadiste, yazarın söylediğinin tersi söylenmektedir. Yapmamanızda bir sakınca yoktur değil, yapmanızda bir sakınca yoktur. Hattâ mâ nâfiye (olumsuz edatı) da olabilir ki o zaman "Neden yapmayacaksınız?" anlamını verir. 1.2-T.DURSUN “DİN BU II” 46 ncı sayfasında, Arapça metni şöyle çevirmiştir: Birçokları gibi lbn Hazm'ın da, sâbiîlerden, tapınaklarından, ibadetlerinden söz ederken yazdıkları şunlar da var: (lbn Hazm, el Fasl, 1/88) "Ancak onlar (Sâbiîler), 7 yıldıza ve 12 burca saygı göstermek gerektiğini söylerler ve bunların suretlerini (resimlerini, heykellerini) tapınaklarında yapıp bulundururlar. Bunların kadîm (öncesiz ve sonrasız) olduklarını da söylerler. Bunlara kurbanlıklarla ve darıyla yakınlaşmaya çabalarlar. Bir gündüz ve gece içinde, Müslümanların namazlarına benzer beş vakit namazları vardır. Ramazan ayında da oruç tutarlar. Namazlarında, Ka'be'ye, el Beytü'l-Haram'a dönerler (kıbleleri Kabe'dir). Mekke'ye ve Ka'be'ye saygı gösterirler. Ölü etini, kanı, domuz etini haram sayarlar. Müslümanlara haram sayılan kurbanları onlar da haram sayarlar. Hindistanlılar da Buda'ya (ya da putlara) yıldızlar adına tasvir (resim, heykel) ve saygı anlamında buna benzer bir yol izlerler. Arap toplumundaki putların kökenini de bu oluşturur.(l/88.) Burada sâbiîlerin, yıldız tanrılara "kurbanlıklarla ve darı ile yaklaşmağa çalıştıklarını ifade ediyor. Arapça metindeki “ed-Dehanü” kelimesini, darı diye çevirmiş ve sâbiîlerin, kurban yanında darı ile de tanrılara yaklaştıklarını söylemiş. Bildiğim kadarıyla tarihte hiçbir millet tanrı diye taptığına darı takdim etmemiştir. Çünkü darı, tanrıya takdim edilecek bir değerde görülmez. Aslında metinde geçen “ed-Dehanü” kelimesi darı değil, "duman, buhur, tütsü" demektir. Tanrılara kurban kesenler, buhur yakarak, güzel koku ve tütsü ile ibadetlerini mabudlarına takdim ederler. Dini törenlerde, mevlitlerde buhur yakmak, tütsü ile topluluğa güzel koku yaymak, hâlâ yapıla gelmektedir. Şimdi bu kadar basit şeyi dahi bilemeyen bir insanın, ana dilinden daha iyi Arapça bildiğini iddia etmesi uygun mudur? Bu iddia sahibinin, diğer metinlere yaptığı çevirilerin ne derece aslına uygun olduğunu okuyucu düşünmelidir. (Gerçek Din Bu 1, Süleyman ATEŞ,11-14) Herhalde T. DURSUN tavuk beslemeyi çok seviyor ki Tanrılara tütsü yerine darı takdim etmeyi tercih etmiş. Yoksa tanrı olarak tavuklarımı kabul etti? Darı ile tütsüyü birbirinden ayıramayacak kadar mükemmel bir Arapça bilgisine sahip yazarın Arapçayı çok iyi bildiği iddiası, kitaplarında gösterdiği kaynaklarının çoğunluğunun Türkçe olmasından ve gibi çok ciltli kaynaklardan istifade etmesinden de anlaşılmaktadır. Erbabına malumdur ki hacimli Arapça kitaplar, Arap dilinin edebi özelliklerini taşımaz ve ortaokul öğrencisinin bile anlayabileceği şekilde basit yazılmıştır. 1.3- Şu örnekte Dursun’un çarpıtmalarından bir örnektir ve S. Ateş’in kitabından alınmıştır. Turan Dursun, yine Hz. Muhammed'in, güya şehvetperestliğini kanıtlamak hevesiyle, Gazali’nin İhyasında yer alan bir rivayete tutunmaktadır: "O dönem Araplarında şehvet (erkeklik gücü), en başta gelen bir özellikti. Bunu, Gazâlî, İhyâ'u Ulûmi'd-dîn adlı kitabının Âdâbu'n-Nikâh bölümünde uzun uzun anlatır. Ve bir örnek verir: Ali’nin oğlu Hasan'ın, bir alışta "altı karı birden aldığını, sonra çok geçmeden bunları boşayıp yenilerini aldığını, bu torunu Muhammed'e anlatıldığında, Muhammed'in: 'O, yaratılışta da, huyda da bana benziyor' dediğini" söylüyor. Yazar, Gazali’nin ibaresini tahrif etmiş. Çünkü Peygamber’in devrinde, torunu Hasan'ın, dört kadın değil, bir kadın alması da mümkün değildi. Hasan, hicretin dördüncü yılında doğmuştu. Peygamber’in vefatı sırasında o, sadece altı yaşında idi. Altı yaşında bir çocuğun dört kadın alması, sonra tez zamanda bunları boşayıp yerine başkalarını alması, bunu duyan Peygamber’in de onu övmek için "O yaratılışta da, huyda da bana benziyor" demesi mümkün müdür? Turan Dursun'un, bu tahriften amacı, dört kadın alıp, tez zamanda bunları bir başka grup kadınla değiştirmiş olan torunu Hasan'ın bu davranışını Peygamber’in beğenmiş olduğunu, böylece Peygamberin şehvet düşkünlüğünü anlatmaktır. (Gerçek Din Bu I.s.31-32) 1.4-Dursun’un çarpıtmaları bir iki değil ki onlardan bir başkası da şudur: Ahzab suresindeki şu ayet inince: “Eşlerinden dilediği (nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” (Ahzab/51) güya Hz. Aişe şöyle demiştir: "Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke".(1) “Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Yukarıda ki Hz. Aişe'nin sözüne bu anlamı vererek, maksadını gerçekleştirmek için elinden gelen her şeyi yapan bir yobaz görüntüsü vermektedir. T.Dursun’un çarpıtarak söylediği, Hz. Aişe'nin söylediği sözün doğru tercümesi şudur: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.” Ders: Arapça Konu: Arapça bir cümle en iyi nasıl çarpıtılır? Örnek: Turan Dursun’un “Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke” çevirisi. Peygamberin eşlerinin nöbetinin önceliği ya da sonralığı olan bir meselede, Turancığın yaptığı şey nedir? Varında onun adını siz koyun. Evet, Dursun inandırıcı olmak için “Heva” kelimesinin anlamını vermiştir. Hz. Âişe'nin sözünde geçen (Heva) kelimesi sözlük itibarıyla "nefsani arzu ve istek" mânâsına gelir. Fakat Hz. Âişe o mânâyı kastetmemiştir, ancak "rıza" mânâsında kullanmıştır. Zira Hz. Peygamberdin (s.a) hiçbir zaman kendi heva ve heveslerine uymaması Kur'an-ı Kerim'de ki şu ayetle sabittir: “O, heva ü hevesine uyarak konuşmaz.” (Necm/3) Burada arapça bilmeyen cuhela kafirlere bir ders verelim kullanılan bir kelimenin hangi anlamda kullanıldığını anlamak için Kurana bakılır orada hangi anlamda kullanıldıysa önce o anlam verilir ve buna İSTİŞHAD" denir. Turan’ın verdiği anlama göre bu ayetin anlamı “O, şehvetine (şeyinin keyfine)uyarak konuşmaz” olur ki ayetin öncesi ve sonrası ile uzaktan ilgisi olmayan bir anlam çıkar ortaya. Bir beyt: “Men çe guyem tamburam çe guyed” Ben ne söylüyorum tamburum ne çalıyor. 1.5-Turan’ın çarpıtmalarından bir örnek daha: "Peygamberin döneminde "gece baskınları" düzenlenirdi. Peygamberin emriyle "Öldür, öldür!" şiarları haykırılırdı. Sonra da yağmaya girişilirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd/102, hadis 2638; ibn Mace, Cihâd/30, hadis 2840). Filistin'de "Übnâ (sonraları 'Yübnâ')" denen bir yere Peygamber bir baskın düzenlemişti. Baskını yapacaklara da şu buyruğu veriyordu: - Sabahleyin Übnâ'ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak! Ve "Übnâ" köyü yakılıyordu. İçindekilerle birlikte.” (Ebû Dâvûd, Cihad/91, hadis 2616, c. 3, s. 88, ayrıca s. 124'teki 2'nolu not: ibn Mace, Cihâd/31, hadis No: 2843, c. 2, s. 948). Düşmanın bulunduğu yerdeki ağaçlar, ürünler de yakılır, ya da kesilirdi. Peygamber Benû Nadir kabilesinin hurmalıklarını yaktırmıştı… Peki, işin doğrusu neymiş şimdi ona S. ATEŞ'in Kitabından onu öğrenelim: “Übnâ baskını, durup dururken yapılmış bir şey değildir. O bölge halkı Müslümanları sürekli rahatsız ediyordu. Peygamberin elçilerini öldürmüşlerdi. Onlara bir ders vermek gerekince Peygamber, Üsâme kumandasında bir ordu göndermek istedi. Üsâme Peygamber'in, kendisine şöyle emrettiğini söylemiştir: — Sabahleyin Übnâ'ya baskın yap, sonra yak!" (Ebû Dâvûd, Cihâd: 91; Ibn Mâcc, Cihâd: 31). Hadisin metninde olan sadece budur. Hadiste kastedilen, köylülerin evlerini ve ekinlerini yakmaktır. Ibn Mâcc'nin yaptığı açıklama böyledir (2/948, not: 2843). Turan Dursun, hadis metninde olmayan şu ilâveyi yapıyor: "Übnâ köyü yakılıyordu, köy halkıyla birlikte." Hâlbuki hadisle köy halkının yakıldığından söz edilmez ve Üsame'nin gidip köyün ekinlerini yaktığı da anlatılmaz.… Peygamber asla köy halkını yaktırmamıştır. Savaşın sonucuna katkısı yoksa ağaçlara, ekinlere dokunulmaz, ağaçlara, hayvanlara dokunmama hususunda Hz. Ebûbekir'in de emri vardır. Ayrıca Yahudi olan Nadîr oğullarının birkaç hurma ağacını kestirmesinden maksat onları korkutup kan dökülmeden teslim olmağa zorlamak idi. Gerçekten adamlar savaşsız olarak Peygamber'in şartlarını kabul edip, taşınır mallarını develere yükleyip gitmeğe razı olmuşlar ve bu toprak Müslümanların eline geçmiştir. Fakat Peygamber bütün hurmaları kestirmiş değildi. Sadece birkaç ağaç kestirdi. Bunu gören Nadîr oğulları, şartları teslim şartlarını kabul ettiler. (Gerçek Din Bu, 85-87) Acaba, ağaçların kesilmesindense, savaşa girip, hümanist geçinen Turan’a göre her iki taraftan ta yüzlerce kişinin ölmesi, kendisini daha mı mutlu ederdi bilinmez? Not: Forumda kopyala yapıştır usuluyle cevap yazan ********* bir nasihat, delil olarak aldığınız yazılardaki kaynak olarak gösterilen kitapları (mahezleri) en azından elinize alın da bakın ya da bir kitapçıya gidip elinize alın. Ben Turanın gösterdiği kaynaklara bakıyorum da çoğu zaman gösterdiği yerde öyle bir bilgi yok niyeyse?
-
KURAN'I HZ. MUHAMMED Mİ YAZDI? III
9-Dünyanın Yuvarlaklığı: “Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp örtüyor...” (Zümer Suresi, 5) Kuran'ın evreni tanıtan ayetlerinde kullanılan ifadeler oldukça dikkat çekicidir. Üstteki ayette "sarıp örter" olarak tercüme edilen Arapça kelime "yukevviru"dir. Bu kelimenin Türkçe karşılığı, "yuvarlak bir şeyin üzerine bir cisim sarmak"tır. (Örneğin Arapça sözlüklerde "başa sarık sarma" gibi yuvarlak cisimleri içeren fiiller için bu kelime kullanılır.) Ayette, gecenin ve gündüzün birbirlerinin üzerlerini sarıp-örtmeleri (tekvir etmeleri) konusunda verilen bilgi, aynı zamanda Dünya'nın biçimi konusunda kesin bir bilgi içermektedir. Ancak ve ancak Dünya'nın yuvarlak olması durumunda bu ayette ifade edilen fiil gerçekleşebilir. Yani 7. yüzyılda indirilen Kuran'da Dünya'nın yuvarlak olduğuna işaret edilmiştir. “Bundan sonra da yeryüzünü döşedi.” (Naziat 30) Müfessirler, bu âyetteki “dehâ” lâfzının (Allah yeri yerleşime uygun hâle getirdi) anlamına geldiğini bildirmişlerdir. Nitekim başta Beydavi (Hicri 7.asır)olduğu halde müfessirler de buna ve yerin bu yuvarlaklığına işaret etmişlerdir. “Dehâ” kelimesi dünyanın oval olduğunu göstermektedir. Ahterî sözlüğünün müellifi Mustafa bin Şemseddin der ki: “Dahy, bir nesneyi yayıp döşemek, Naziat suresinin 30. âyeti olan (Hakkın Vel arda ba'de zâlike dehahâ) kavli de bundandır ki döşeyip yaydı demektir. Deve kuşunun yumurtladığı yer de, Medha-n neâme dir. Mustafa bin Şemsettin dünyânın bir deve kuşu yumurtası gibi oval olduğunu bildirmiştir. Bunu üç asır önce açıklamıştır. Bu manâya göre âyet-i kerîmenin meali şöyle oluyor: “Cenâb-ı Hak, göklerin kuruluşundan ve tanziminden sonra da yeri bir deve kuşu yumurtası haline yani oval şekle getirdi.” (H.B.Ç.) 10-Parmak İzi “Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” (Kıyamet 4) Ayette parmak uçlarının vurgulanması, son derece hikmetlidir. Çünkü parmak izindeki şekiller ve detaylar, tamamen kişiye özeldir. Şu an dünya üzerinde yaşayan ve tarih boyunca yaşamış olan tüm insanların parmak izleri birbirinden farklıdır. Dahası, aynı DNA dizilimine sahip tek yumurta ikizleri dahi farklı parmak izine sahiptirler. Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini alır ve kalıcı yara olması dışında ömür boyu sabit kalır. İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir "kimlik kartı" sayılmakta ve parmak izi bilimi ise insanlar tarafından bilinen tek değişmez ve yanılmaz kimlik tespit yöntemi olarak kullanılmaktadır. Ancak önemli olan, parmak izinin özelliğinin ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiş olmasıdır. Ondan önce, insanlar parmak izini hiçbir özelliği ve anlamı olmayan çizgiler olarak görmüştür. Fakat Kuran'da, o dönemde kimsenin dikkatini dahi çekmeyen parmak izleri vurgulanmakta ve bu izlerin ancak çağımızda fark edilen önemine dikkat çekilmektedir. 11-Dağların Depreme Engel Oluşu “Yeryüzünde, insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yarattık, rahat gidebilsinler diye dağların aralarında geniş yollar var ettik.” (Enbiya 31) Dikkat edilirse ayette, dağların yeryüzündeki sarsıntıları önleyici özelliğinin olduğu haber verilmektedir. Kuran'ın indirildiği dönemde hiçbir insan tarafından bilinmeyen bu gerçek, günümüzde modern jeolojinin bulguları sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Eskiden dağların sadece yeryüzünün yüzeyinde kalan yükseltiler olduğu düşünülmekteydi. Ancak bilim adamları dağların sadece yüzey yükseltileri olmadıklarını, dağ kökü adı verilen kısımları ile kimi zaman kendi boylarının 10-15 katı kadar yerin altına doğru uzandıklarını fark ettiler. Bu özellikleriyle dağlar, tıpkı bir çivinin ya da kazığın çadırı sıkıca yere bağlamasına benzer bir role sahiptir. Örneğin zirvesi yeryüzünden yaklaşık 9 km yukarıda olan Everest Dağı'nın 125 km'den fazla kökü vardır. 12-Güneşi Doğuş ve Batış Yerlerinin Farklı Olması “Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim; Biz gerçekten güç yetireniz”. (Mearic Suresi, 40) Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi doğu ve batı kelimeleri çoğul olarak kullanılmışlardır. Örneğin ilk ayette kullanılan "meşarik" kelimesi doğu için, "meğarib" kelimesi de batı için ikiden fazla olduklarını ifade eden çoğul kullanım şekilleridir. Bilindiği gibi Dünya'nın kendi etrafında dönüş ekseni (ekliptik ekseni) 230 27'lık bir eğikliğe sahiptir. Bu eğiklik ve Dünya'nın küresel şekli sebebiyle, güneş ışınları yeryüzüne her zaman aynı açıyla düşmez. Bu nedenle Güneş doğuda farklı noktalarda doğar, batıda da farklı noktalarda batar. Yukarıdaki ayetlerde geçen doğu ve batı ile ilgili ifadeler de, Güneş'in farklı noktalardan doğup, farklı noktalardan battığına işaret etmesi bakımından son derece hikmetlidir. 13-Karaların Çevresinde Eksilmesi “Onlar görmüyorlar mı ki, gerçekten Biz arza geliyor ve onu çevresinden eksiltiyoruz...”(Rad Suresi, 41) “... Fakat şimdi, Bizim gerçekten yere gelip onu etrafından eksiltmekte olduğumuzu görmüyorlar mı?...” (Enbiya Suresi, 44) Dünya Güneş'ten gelen proton, elektron ve alfa parçacıklarının akınıyla bombardımana uğrar. Bu solar rüzgarlar (Güneş rüzgarları) atmosferi Dünya'dan ayıracak kadar güçlüdür. Fakat atmosferin tükenmesi, Dünya'nın şu anki madde kaybına uğrama oranı ile (saniyede en fazla 3 kg), Güneş'in toplam ömrünün 5 katı kadar bir süre alacaktır.34 Çünkü Dünya, atmosferindeki manyetosfer tabakasının oluşturduğu güçlü manyetik alan sayesinde, bu kuvvetli erozyonlardan bir ölçüde korunmuş olur. Dünya'nın İyonosfer tabakasının üstünden uzayın derinliklerine doğru dağılan iyon kaybı -oksijen, helyum ve hidrojen-, Dünya'yı çevreleyen uçsuz bucaksız hava tabakasıyla kıyaslandığında çok küçük boyutlardadır. Fakat uzaya sürüklenen miktar yine de önemli ölçülerdedir. Araştırmacılar Güneş'teki enerji patlamalarının, Dünya atmosferinin dış tabakasından oksijen ve diğer gazların uzaya yayılmasına sebep olduğuna dair ilk somut delilleri, NASA'nın uzay araçları sayesinde elde ettiler. Böylece bilim adamları Dünya'nın dış katmanlarından madde kaybına uğradığını, ilk defa 24-25 Eylül 1998 tarihlerinde görmüş oldular. Yukarıdaki ayetler, bir başka yönden de yeryüzündeki karaların azalmasına bakabilir. Günümüzde kutuplardaki buz tabakaları erimekte ve okyanuslardaki deniz suyu seviyesi yükselmektedir. Artan su miktarı da daha fazla karayı kaplamaktadır. Deniz kıyıları sular altında kaldıkça, yeryüzünün toplam yüzölçümü veya kara miktarı da azalmaktadır. Yukarıdaki ayetlerde geçen "onu çevresinden eksiltiyoruz" ve "etrafından eksiltmekte olduğumuz" ifadelerinin de, deniz kıyılarının sularla kaplanmasına işaret ediyor olması muhtemeldir. Yukarıdaki ayetler, bir başka yönden de yeryüzündeki karaların azalmasına bakabilir. 14- Yükseklik Arttıkça Göğsün Daralması “Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.” (Enam Suresi, 125) İnsan yaşayabilmek için oksijen ve hava basıncına ihtiyaç duyar. Soluk almamız ise havadaki oksijenin, akciğerlerimizdeki hava keseciklerine girmesiyle mümkün olur. Ancak yükseklere çıktıkça, Dünya'nın atmosferi inceldiği için atmosfer basıncı, dolayısıyla da kan dolaşımına giren oksijen miktarı düşer. Bunun sonucunda nefes almak zorlaşır. Akciğerin hava kesecikleri daralıp büzülürken, göğüste boğuluyormuş ve nefes alamıyormuş gibi bir his oluşur. 15-Aşılayıcı Rüzgarlar “Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirip sizi onunla suladık. O suyu hazinelerde tutan da siz değilsiniz.” (Hicr Suresi, 22) Ayette rüzgârların aşılayıcı yönüyle ilgili haber verilen diğer bir bilgi de, rüzgârların bitkilerin döllenmesindeki rolüdür. Yeryüzündeki pek çok bitki, türünün devamını polenlerini rüzgâr vasıtasıyla dağıtarak sağlar. Birçok açık tohumlu bitki, çam ağaçları, palmiye ve benzeri ağaçlar, ayrıca çiçek veren tüm tohumlu bitkiler ile çimensi otların tamamı rüzgârlarla döllenirler. Rüzgâr, çiçek tozlarını bitkilerden alıp, aynı türden diğer bitkilere taşıyarak döllenmeyi gerçekleştirir. Rüzgârın bitkiler üzerinde nasıl bir aşılama yapabileceği yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Ancak bitkilerin de erkek ve dişi olmak üzere cinsiyet farkı olduğunun anlaşılması üzerine, rüzgârların böyle bir aşılayıcı etkisi olduğu anlaşıldı. Yukarıda açıklaması yapılan ayetleri bundan 1500 sene önce yaşamış olan Hz. Muhammed'in (a.s.) bilmesi mümkün müdür? Bunun cevabı mü'minler için kolaydır ama kafirlerin yapacak pek fazla açıklaması olmasa gerek. Sonuç:Kur'an Kerim yüce Allah tarafından kulu Hz. Muhammed'e vahyedilen bir kitaptır, kafirler istemese de, kabul etmese de. Kaynak: 1-Kur’anı Kerim ve Meali 2-İslama İtirazlar ve Kurandan Cevaplar, Prof. Dr. S. Ateş 3-Şifa-ı Şerif, Kadı Iyaz 4-....
-
KURAN'I HZ. MUHAMMED Mİ YAZDI? II
4- Peygamber, başka medeniyetlerin kaynaklarından aldıkları haberleri aktarıyor. “Muazzez İlmiyesi, kendisini Çığ” gibi cehalete ve İslam düşmanlığına kadar götüren, normal düşünme yaşını bir hayli geçmiş bir antropolog’un ortaya attığı, Kur’anı Kerimdeki bazı kıssaların, M.Ö. 3500-M.Ö. 2000 yılları arasında Mezopotamya'da yaşamış olan Sümerlerin Gılgamış destanından alındığı iddiası, bazı çevrelerde yankı bulmuş ve “Mal bulmuş mağribi” gibi bu saçma iddiaya sarılmışlardır. 4.1-Anu/An: Gök tanrısı, Enlil: Hava tanrısı, tanrıların babası, Enki: Bilgelik tanrısı, Nimmah (Ninhursag): Ana-tanrıça, Nanna (Sin): Ay tanrısı, Utu (Şamaş): Güneş tanrısı, ay tanrısı Nanna'nın oğlu, İnanna (İştar): Aşk ve Bereket Tanrıçası gibi birçok tanrıya inanan çok tanrılı Sümerlerin Destanındaki bazı olayların semavi dinlerdeki olaylarla aynı olması, İslam’ın bu destandan alındığını değil, ancak ve ancak ortak köklerinin aynı olduğunu gösterir. Çünkü yüce Allah “Peygamber göndermedikçe azap etmeyeceğini” bize Kur’an da bildirmiştir. Adem’dan (a.s), Hz. Muhammed’e (a.s.) kadar binlerce Peygamber gönderilmiştir. Sümerlere gönderilen Peygamber de Hz. İbrahim (a.s.)dir. 4.2-Katıldığı başlıca kazılar Mari (1952–1953) ve Uruk/Varka kazıları (1958-1959; 1962-1963; 1964) olan, 1914 yılında Provence’ta dünyaya gelen, ünlü Asurbilimci Jean Bottero'nun, 4 yıllık çalışmasından sonra Fransızcaya çevirdiği ve dipnotlarla zenginleştirdiği Gılgamış destanını, Hz. Peygamber’in (a.s.) daha o devirde öğrenmesi, Yaratılış ve Nuh tufanı olaylarını oradan alıntı yapma ihtimali ne kadardır? Çünkü Sümerlerin yıkıldığı tarih esas alınsa bile, Hz. Peygamber (a.s.) ile aralarında 2500 yıllık bir süre söz konusudur. KUR’AN AYETLERİNİN GELECEĞE BAKAN YÖNÜ 1-BİZANS'IN GALİBİYETİ Kuran'ın gelecek hakkında verdiği haberlerden biri Rum Suresi'nin hemen başındaki ayetlerde yer alır. Bu ayetlerde Bizans İmparatorluğu'nun bir yenilgiye uğradığı, ama çok kısa bir zaman sonra tekrar galip geleceği şöyle bildirilmiştir: “Elif, Lam, Mim. Rumlar yenilgiye uğradı. "Dünyanın en alçak yerinde". Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah'ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir”. (Rum Suresi, 1-4) … Elif, Lam, Mim. Rumlar yenildi. Peygamberimizin gönderildiği sıralarda doğu Roma ile İran, dünyanın en büyük iki devletiydiler. Milâdın 613. yıllarında bu iki komşu ve rakib devlet, birbirleriyle kanlı bir savaşa girişmişlerdi. İran, İkinci Hüsrev'in, Rumlar ise Hirakl'in hükmü altındaydı, sınırları Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde birbiriyle birleşiyordu. Filistin, Suriye, Mısır ile Irak'ın bir bölümü ve küçük Asya (Anadolu) Rumlara tabi idi. İranlı'lar, Rumlara iki taraftan saldırdılar. Dicle ve Fırat üzerinde (ezreât ve Busrâ) mevkilerinden Suriye'ye, Azerbaycan ve Ermenistan tarafından küçük Asya'ya saldırdılar. İran orduları, Rum kuvvetlerini her iki cepheden geri atarak denize dökünceye kadar takip etmiş, Suriye'deki bütün mukaddes şehirleri zabtetmiş, Milâdın 614. yılında bütün Filistin'i ve Kudüs'ü ele geçirmişti. Bu istilâ sırasında bütün kiliseler yıkılmış, bütün dini binalar tahrip edilip kirletilmişti. İran ordusuna katılan yirmi altı bin yahudi, altmış binden fazla hıristiyanı kılıçtan geçirmişti. İran kisrasının sarayı, öldürülen otuz bin kişinin kafatası ile donatılmıştı. Bu istilâ tufanı, burada durmayarak Mısır'ı da basmış, Milâdın 616. yılında İranlı'lar bir taraftan Nil vadisini işgal ederek İskenderiye'ye ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu'yu ele geçirerek İstanbul’un Boğaziçi sahillerine kadar gelmişler, doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan Kostantıniye (İstanbul) şehrinin karşısında görünmüşler, saltanatlarını Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu'ya yaymışlardı. İranlılar, girdikleri her yerde ateşgedeler (Ateşe tapanların, ateş yaktıkları tapınaklar) meydana getiriyorlar ve böylece Hıristiyanlığın çıktığı yerlerde ateşperestliği yayıyorlardı. Doğu Roma İmparatorluğu'nun bu yenilgisi karşısında kendisine tabi bulunan birçok vilâyetler isyan etmiş, Afrika'daki ülkeler, Avrupa tarafındaki vilâyetler, hatta İstanbul'a komşu şehirler, bu devletin egemenliğinden çıkmak istemişler ve çıkmışlardı. Kısaca doğu Roma İmparatorluğu darmadağın olmuş, helâk olup yerlere serilmişti. Romalıların bu yenilgi haberi Mekke'ye ulaştığı zaman müşrikler sevinmiş ve müslümanlara karşı onların yenilgisinden duydukları sevinci açığa vurmuşlar: "Siz ve hıristiyanlar kitap ehlisiniz, biz ve Fâris (İranlılar) ümmiyiz; bizim kardeşlerimiz, sizin kardeşlerinizi tepelediler. Biz de sizi tepeleriz" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Muhammed'in bir mucizesi olmak üzere bu âyet inip buyuruldu ki: "Dünyanın en alçak yerinde". Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah'ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir”. (Rum Suresi, 1-4) O sırada Rum İmparatorluğu öyle perişan olmuştu ki, iç isyanlarla devlet ihtilâle uğramış, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış, imparator Hirakl, İstanbul'u terk ederek Kartaca'ya kaçmayı bile düşünmüştü. İranlıların galip kumandanları, zaferin verdiği sarhoşlukla şu barışı teklif etmişler: İmparator, İranlılar tarafından istenecek her şeyi verecektir. Bu cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın teslim edecektir. Rum İmparatorluğu, bütün bu aşağılayıcı şartları kabul etmiş, bu esaslar üzerinde barışı imzalayacak delegeler göndermişlerdi. Bu delegeler, İranlıların yanına vardıkları zaman Husrev, şu sözleri de söylemiş: "Bu yeterli değildir. Bizzat imparator Hirakl, karşıma zincirler içinde gelerek asılıp çarmıha gerilmiş olan ilâhına karşılık ateşe ve güneşe tapmalıdır." İşte o yenilgi, böyle bir yenilgiydi. Böyle bir çöküş içinde Romalıların birkaç yıl zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine kesinlikle hüküm vermek şöyle dursun, düşmanları yenmek bile normal olarak akılların havsalasına sığacak bir şey değildi. Fakat böyle bir zamanda Allah Teâlâ, Resulüne gayptan şu haberi bildiriyordu: Bununla birlikte onlar, bu yenilgilerinin ardından kesinlikle galip gelecekler. Hem uzak değil. Birkaç yıl içinde ki, "bıd" kelimesi üçten dokuza kadar olan bir sayıyı ifade eder, nitekim bu âyet inince Hz. Ebu Bekir (r.a.), o sevinen müşriklere şöyle demişti: "Allah, sizin gözlerinizi aydınlatmayacak, peygamberimiz haber verdi. Yemin ederim ki, Rumlar birkaç yıl içinde İranlılara mutlaka galip geleceklerdir." Buna karşı Übeyy b. Halef: "Yalan söylüyorsun, haydi aramızda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim." dedi ve her iki taraf ta on deve üzerine bahse girişip, üç yıl müddet tayin ettiler. Ebu Bekir, durumu Resulullah'a haber verdi. Resullullah (s.a.v.) "Bıd', üçten dokuza kadardır, miktarı artır, müddeti uzat." buyurdu. Bunun üzerine Ebu Bekir çıktı, Übeyy'e rast gelince o: "Galiba pişman oldun" dedi. Ebu Bekir de: "Hayır" dedi, gel seninle bahsi artıralım, müddeti de uzatalım, haydi dokuz seneye kadar yüz deve yap. O da: "Haydi yaptım" dedi. Tirmizî'nin Sahih'inde rivayet ettiği üzere "Bedir" günü Rumlar, İranlılara galip geldiler, Ebu Bekir de sonra onu Übeyy'in vârislerinden aldı, peygambere götürdü. Peygamber (s.a.v.) de ona: "Bunu tasadduk et" buyurdu. Sonuç:Yenilginin başlangıcıyla galibiyetin başlangıcı arasında dokuz yıl geçmiş olduğu gibi, kesin yenilgi ile kesin galibiyet arasındaki müddet de dokuz yıldan ibaret bulunuyor… (Hak Dini Kur’an Dili,Elmalılı Hamdi Yazır) Bu ayetlerde yer alan bir başka mucize de, o dönemde kimsenin tespit etmesinin mümkün olmadığı coğrafi bir gerçeğin haber verilmesidir. Rum Suresi'nin 3. ayetinde, Rumlar'ın "Dünya'nın en alçak yerinde" yenildikleri belirtilir. Arapçası "edna el-ard" olan bu ifade, bazı meallerde "yakın bir yer" olarak da tercüme edilir. Ancak bu tercüme, orijinal ifadenin tam karşılığı değil, mecazi bir yorumudur. "Edna" kelimesi Arapça'da "alçak" demek olan "deni" kelimesinden türemiştir ve "en alçak" anlamına gelir. "Ard" ise yeryüzü demektir. Dolayısıyla "edna el-ard" ifadesi de "yeryüzünün en alçak yeri" manasına gelmektedir. Bizans İmparatorluğu ile Persler arasındaki savaşın gerçekleştiği söz konusu yer, Suriye, Filistin ve şimdiki Ürdün topraklarının kesiştiği bölgede yer alan Lut Gölü havzasıdır. Lut Gölü çevresi ise deniz seviyesinden 399 metre aşağıdaki, yeryüzünün "en alçak" bölgesidir. 2-Mekke’nin Fethi “Andolsun Allah, elçisinin gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı.” (Fetih Suresi, 27) Peygamber Efendimiz, Medine'de iken gördüğü bir rüyasında, müminlerin güven içinde Mescid-i Haram'a girdiklerini ve Kabe'yi tavaf ettiklerini görmüş ve müminleri bu haberle müjdelemişti. Çünkü Mekke'den Medine'ye hicret eden müminler, o zamandan beri Mekke'ye gidemiyorlardı. Allah, Peygamberimiz'e (sav) katından bir yardım ve destek olarak Fetih Suresi'nin 27. ayetini vahyetmiş ve rüyasının doğru olduğunu eğer Allah dilerse müminlerin Mekke'ye girebileceklerini bildirmiştir. Gerçekten de, bir süre sonra, önce Hudeybiye Barışı ve ardından gelen Mekke'nin fethi ile, Müslümanlar aynı ayette bildirildiği gibi güven içinde Mescid-i Haram'a girmişlerdir. Böylece Allah, Peygamber Efendimizin önceden haber verdiği müjdenin gerçek olduğunu göstermiştir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Fetih Suresi'nin 27. ayetine dikkat edilirse, Mekke'nin fethinden önce gerçekleşecek bir başka fetihten daha söz edildiği görülecektir. Nitekim ayette haber verildiği gibi Müslümanlar, önce Yahudilerin elinde bulunan Hayber Kalesi'ni fethetmişler, daha sonra da Mekke'ye girmişlerdir. 3-Uzaya Çıkış “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç (sultan) olmadan geçemezsiniz.” (Rahman 33) Ayette "üstün bir güç" olarak çevrilen, Arapça "sultan" kelimesi "huccet, burhan, güç, kuvvet, hüküm, kanun, yol, otorite, izin, ruhsat verme, meşru kılma, delil" gibi anlamlara gelmektedir. Dikkat edilecek olursa, yukarıdaki ayetle insanların göklerin ve yerin derinliklerini hiç geçemeyecekleri değil, fakat ancak üstün bir güç ile geçebilecekleri vurgulanmaktadır. Nitekim 20. yüzyıldaki üstün teknoloji sayesinde Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu durum gerçekleşmiştir. 4-MODERN ULAŞIM ARAÇLARI “Hem kendilerine binesiniz, hem de zinet olsun diye atları, katırları ve merkepleri yarattı. Ve şu anda bilemeyeceğiniz daha nice şeyler yaratacak?” (Nahl Suresi, 8) Yukarıdaki ayette ulaşım aracı olarak sayılan hayvanların dışında, insanların bilgi sahibi olmadıkları ulaşım araçlarının da olacağına dikkat çekilmektedir. Aşağıdaki ayette ise gemi gibi toplu taşıma araçlarının olacağına işaret edilmektedir: “Onlar için bir delil de bizim, onların neslini dolu bir gemide taşımamızdır. Yine kendileri için onun gibi binecek şeyler yaratmamızdır.” (Yasin 41-42) 5-Maddenin Işınlanması “(Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: "Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o Melike'nin tahtını bana getirebilir?" Cinlerden bir ifrit, "Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var." dedi. Kitaptan ilmi olan kimse ise, "Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm" dedi. (Süleyman) onu (Melike'nin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce, "Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir." (Neml 38-40) Bu ayetlerde, günümüz teknolojisiyle şu ana kadar gerçekleşememiş olan madde naklinin, bir gün gerçekleşebileceğinin delili vardır. Nitekim Nitekim 17 Temmuz 2002'de CNN haber kanalında yer alan bir haberde, Canberra'daki Ulusal Avustralya Üniversitesi fizikçilerinden oluşan bir ekibin, bir lazer ışınını parçalayıp, birkaç metre öteye "ışınladıkları" bildirildi. Ekip başkanı Ping Koy Lam'ın ise henüz maddeyi ışınlamayı başaramadıklarını, fakat bunun imkânsız olmadığını ve atom halindeki katı maddelerin ışınlanmasının gelecekte mümkün olabileceğini söylediği bildirildi. 6-Karınca Ordusu “Nihayet karınca vâdisine geldikleri zaman, bir karınca: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!" dedi.”(Neml 18) Üstteki ayette "Karınca vadisi" denen özel bir yere ve özel karıncalara dikkat çekilmektedir. Hz. Süleyman'ın, karıncaların kendi aralarındaki konuşmalarını duymasında da, bilgisayar teknolojisinde yaşanacak olan gelişmelere yönelik bazı dikkat çekici işaretler bulunuyor olabilir. Günümüzde "Silikon Vadisi" terimi teknoloji dünyasının merkezini ifade etmektedir. Hz. Süleyman kıssasında da bir "karınca vadisi"nden bahsedilmesi son derece manidardır. Allah bu ayetle gelecekte yaşanacak olan ileri bir teknolojiye dikkat çekiyor olabilir. Ayrıca günümüzde karıncalar ve bazı böcek türleri yüksek teknoloji alanında yoğun olarak kullanılmaktadır. Bu canlılar örnek alınarak geliştirilen robot projeleri, savunma sanayinden teknoloji alanına kadar pek çok alanda hizmet vermeyi amaçlamaktadır. Ayette bu gelişmelere de işaret ediliyor olabilir. 7-Firavunun Cesedi “Ve sonra İsrailoğulları'nı denizden aşırdık. Firavun, düşmanca saldırmak için derhal adamlarını ve askerlerini arkalarına düşürdü. Ta ki, suda boğulmaya başlayınca "İnandım, gerçekten de İsrailoğulları'nın iman ettiğinden başka tanrı yoktur. Ben de ona teslim olanlardanım." dedi. Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan etmiştin ve fesatçılardan idin. Biz de bugün senin bedenini arkandan gelenlere bir ibret olsun diye kurtaracağız. Bununla beraber, insanların birçoğu âyetlerimizden yine de gafildirler.” (Yunus (90-92) Bu ayetlerde Firavun'a ait cesedin gelecek nesillere ibret olacağının bildirilmesi, cesedin "bozulmamış" olacağına bir işaret olarak kabul edilebilir. Kuran'da 1400 sene evvelden haber verildiği gibi, halen tarihsel bir belge olarak bulunan bir ceset Kahire'deki Mısır Müzesi'nin Kraliyet Mumyaları Odasında sergilenmektedir. Büyük bir ihtimalle, sular üstüne kapanıp boğulduktan sonra, Firavun'un cesedi kıyıya vurmuş ve Mısırlılar tarafından bulunarak önceden yapılmış olan mezarına götürülmüştür. 8-KOKU NAKLİ “Dedi ki: "Bugün size karşı sorgulama, kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O, merhametlilerin (en) merhametlisidir. Bu gömleğimle gidin de, babamın yüzüne sürün. Gözü (yine) görür hale gelir. Bütün ailenizi de bana getirin." Kafile (Mısır'dan) ayrılmaya başladığı zaman, babaları dedi ki: "Eğer beni bunamış saymıyorsanız, inanın Yusuf'un kokusunu buluyorum." (Yusuf Suresi, 92-94) Bugün bilim adamları, fotonlar gibi, atomların ve koku moleküllerinin de yakın bir gelecekte naklinin gerçekleştirilebileceğini ifade etmektedirler. Yusuf Suresi'nin 94. ayetinde, Hz. Yusuf'un babası oğlunun kokusunu duyduğunu dile getirmektedir. Bilim adamları yakın gelecekte üç boyutlu görüntü veya resmin gönderilmesi gibi, koku naklinin de teknolojik olarak mümkün olduğunu belirtmektedirler. Dolayısıyla bu ayetin, günümüzde üzerinde çalışılan koku nakline ait yüksek bir teknolojiye işaret etmesi mümkündür. Çünkü koku algısı -tıpkı diğer algılarımız gibi- beynimizde oluşur. Bir limon kabuğundan çıkan kimyasal moleküller burundaki koku algılayıcılarını uyarır. Buradan elektrik sinyali olarak yorumlanmak üzere beyne iletilirler. Dolayısıyla bu kokuya ait sinyal suni olarak başka şekilde oluşturulduğunda da, kokunun aynı şekilde duyulması mümkündür. Nitekim "elektrik burun" olarak bilinen teknoloji de bunun mümkün olabileceğini gösteren çalışmalardan bir tanesidir. İnsandaki koku alma sistemi, on binden fazla kokuyu rahatlıkla ayırt edebilmeyi mümkün kılmaktadır. Belli bir kimya eğitimi almış uzmanlar bir parfümdeki yüze yakın kokunun kaynağını teşhis edebilirler. İşte insan burnundaki bu üstün yaratılış, birçok bilim adamını benzer cihazlar tasarlamaya teşvik etmektedir. Dünyanın değişik araştırma geliştirme merkezlerinde, insandaki bu koku alma sisteminin kopyaları üretilmeye çalışılmaktadır. Burun örnek alınarak geliştirilen bu modellere "elektronik burun" adı verilmektedir. İnsan burnundaki proteinlerden oluşan reseptörlerin yerine, elektronik benzerlerinde, bir dizi kimyasal alıcı kullanılır. Bu alıcıların her biri değişik kokuları algılayacak şekilde dizayn edilir; seçicilik kapasiteleri arttıkça üretimleri zorlaşır ve fiyatları yükselir. Sensörlerin çevreden topladıkları sinyaller, elektronik sistemler yoluyla ikili kodlara dönüştürülür ve bir bilgisayara gönderilir. Elektronik sistemler koku alma duyusunda görevli sinir hücrelerinin, bilgisayar da insan beyninin bir taklidi olarak düşünülebilir. Bilgisayar, kendisine gelen bilgileri değerlendirmek için programlanır ve bu sayede aldığı ikili kodlamadan oluşan sinyalleri yorumlar. Bu yöntemle geliştirilen elektronik burunlar, başta gıda, parfüm, tıp ve kimya sanayi olmak üzere değişik sektörlerde kullanılmaktadır. Üniversiteler ve uluslararası kuruluşlar söz konusu projelere büyük destek vermektedir. Buna rağmen, Warwick Üniversitesi'nden Julian Gardner'in belirttiği gibi, elektronik burun teknolojisi henüz başlangıç safhasındadır. NASA’da görevli bilim adamları da uzay araştırmaları için, ileri derecede duyarlı yapay burun geliştirmektedirler. Bu cihaz neredeyse her türlü kimyasal bileşimi ayırt edebilecek, insan burnundan daha hassas ölçümler yapabilecektir. Bu yöntemle uzay istasyonunda zararlı maddelerin tespiti mümkün olacak, akıllı bir güvenlik sisteminin parçası olarak çalışacaktır. İşte bu teknoloji, ses, görüntü gibi koku naklinin de yakın bir gelecekte mümkün olabileceğini göstermektedir. (http://science.nasa.gov/headlines/y2004/06oct_enose.htm?list1037616; "Electronic Nose", 6 Ekim 2004.)
-
KURAN'I HZ. MUHAMMED Mİ YAZDI?
KURAN'I HZ. MUHAMMED Mİ YAZDI? Rıza GÖRÜŞ Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur'an)'den şüphedeyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sûre getirin. Ve eğer doğru sözlüyseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın. (Bakara Suresi, 23) Arabistan yarımadasında Mekke’ye bakıldığında etrafının çöllerle çevril olduğu görülür. Zamanın şartlarına göre deve ile hurmadan başka hiçbir şeyi olmayan bu bölge halkı, geçimini İbrahim (a.s.) zamanından beri Hacca gelen insanların bıraktıkları dövizlerle ve ticaret kervanlarının yaptığı ticari faaliyetlerle geçinmiş, o zamanın süper devleti olan İran ve Bizans’ın, sömürülecek kaynakları olmadığı için de pek iltifat etmediği bir bölge olarak kalmıştır. Bir ara Bizans bu bölgenin hâkimiyetini ele geçirmek ve İran’a bir cephe açmak için Arap kabile liderlerinden birisini vali olarak atadıysa da, bu valinin hâkimiyetini hiç kimse tanımamış ve bu çaba sonuçsuz kalmıştır. Kültürel açıdan bakılacak olunursa, cahiliye döneminde okuma-yazma bilen insanın parmakla gösterildiği Mekke’de, Araplar arasında nesir pek muteber sayılmazdı. Bununla beraber, Ensâb ilmi ve Eyyâmü’l-Arab’la ilgili nesirler mevcuttu. Ayrıca meseller (kısa hikâyeler), darb-ı meseller (atasözleri), ahbâr (destânî-menkıbevî rivayetler) da yaygındı. Ancak şiir ve hitâbet çok gelişmişti. Çok güçlü hafızaya sahip edipler yazmaktan ziyade ezberlemeyi tercih ediyorlardı. Abdullah İbni Abbas’ın bir şiir meclisinde okunan bir şiiri bir defa dinlemekle ezberlediği rivayetler arasında yer alır. Böyle bir ortamda Peygamber olarak görevlendirilmiş olduğunu ilan eden ümmi birisine ki bu şu ayetle ifade edilmiştir: “Geliniz Allah'a ve O'nun o okuma yazması olmayan peygamberine, Allah'a ve O'nun sözlerine inanan Peygamberine inanınız, O'na uyunuz ki, doğru yolu bulasınız." (Araf, 158), Arapların atalar kültürünü reddedip bir anda inanmaları beklenemezdi. Zaten onlarda önce öyle yaptılar. Direnebilecekleri kadar direndiler, atacakları iftiraları attılar, akıllarına gelen tüm zulümleri yaptılar. Kendi toplumları içinden çıkan Hz. Muhammed’i(a.s.) bertaraf edebilmek için ne mümkünse yaptılar. Şimdiki kâfirlerin attıkları iftiraların hepsini attılar. Bir farkla ki, şimdikilerden daha avantajlı konumdaydılar çünkü onlar Peygamberi şimdikilerden daha iyi tanıyorlardı. Ama başarılı olamadılar ve 23 yıl gibi kısa bir sürede, tüm Arabistan yarımadası İslam’la şereflendi. Geçen 1500 yıla rağmen kâfirlerin iftiraları hiç değişmedi. O zaman ki kâfirlerin dediklerini şimdiki yenileri biraz daha süsleyip piyasaya sürmekten başka hiç bir şey yapmadılar. Kendilerini yenileyip yeni deliller bulamadılar. İslamı ve tanımayan, tanımamakta ısrar eden kâfirlerin yüzyıllar boyu attıkları iftiralar şunlardı: 1-Kur’anı Kerim’i, Muhammed kendisi uyduruyor. 2-Kur’anı Muhammed’e bir insan öğretiyor. 3-Muhammed, TevratZebur-İncil gibi kitaplardan öğrendiklerini söylüyor. 4-Peygamber, başka medeniyetlerin kaynaklarından aldıkları haberleri aktarıyor. 1-Kur’anı Kerim’i, Hz. Muhammed’in kendisi mi uyduruyor? 1.1-Buna Kur’an şöyle cevap veriyor: “Hiç Kur’anı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birçok ihtilaf bulurlardı.” Yani mâna ve nazımda çelişkiler olurdu. Mânayı esas aldıklarında nazım, nazımı esas aldıklarında mâna bozulurdu. Kâfirlerin ana metodu, ellerine bir Kur’an tercümesi alıp, fihristten bir konu bulup ya da herhangi bir sayfayı açıp oradaki ayetleri kendi nakıs zekâlarına göre yorumlamaktan başka nedir ki? Bu ayet ne zaman indi, niye indi, bu ayeti açıklayan başka bir ayet ya da hadis var mı? Sarf ve nahiv nedir, Bedi-Beyan nedir, kelimenin epistemolojisi nedir, Usul ilmi nedir? Ayetin sibak ve siyakı nedir? Tabidir ki, bunlar onları ilgilendiren konular değil. Hem bunları bilmeye ne gerek var ki? Nasılsa onlar sapmışlar ve kendi sapmaları başkalarını saptırmak içinde yeterlidir. Cehenneme giden yolda kendilerine yoldaş arıyorlar. Arap toplumunda Arapça'nın önemi ve Kur’anı Kerim karşısında bazı Arapların tavırları: 1.2 -“Ve muhakkak ki bu (Kur'ân) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Rûhu'l-emin (Cebrail) indirdi; Uyarıcılardan olasın diye senin kalbin üzerine; Açık parlak bir Arapça lisan ile. O, şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardı.(Şuara, 192-196) Yeni doğan bebeklerini Mekke’den uzaklaştırıp vahalarda yaşayan bedevi kabilelerde ki sütannelere veren Arap toplumunda, bebeklerin sütanneye verilmesinin iki ana sebebi vardır; Çocuklar o sıcak ve kavurucu ortamdan uzaklaşsın daha sağlıklı büyüsün, Arapçayı saf, temiz ve katışıksız bir şekilde öğrensin. Herkesin Arapçayı mükemmel konuştuğu, her yıl şiir yarışmalarının yapıldığı ve dereceye giren şiirlerin “Muallakayı Seb’a” adıyla Kâbe duvarına asıldığı ve Kâbe’yi ziyarete gelenlerin okunmasının sağlandığı bir toplumdan bir şahıs çıkıyor ve Arapça olarak hiç kimsenin duymadığı ve söylemekten de aciz olduğu ayetler okuyor. O edibi üsluba hiç kimse yaklaşamıyor. Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber’e (a.s.) karşı nasıl bir tavır takınmaları gerektiği konusunda uzun tartışmalar yaplar ve arabulucular gönderirler. a) Kureyş kendi aralarında şöyle konuşurlar: —Hac mevsimi geldi, bu adam hakkında bir karar verelim, gelen hacılara hep aynı şeyi söyleyelim. Birimizin söylediğini öteki yalanlamasın. Velid b. Muğire'yi konuşmak için Resulullah'a (a.s) gönderdiler. Velid gelmiş, Hz. Peygamberi dinlemişti. Hz. Peygamber: “İnnallahe ya'muru bi'l-'adli ve’l-ihsânî ve îtâ'i zi'l-kurbâ…”, (Şüphesiz Allah adaletle, iyilik etmekle ve yakınlara vermekle emreder, fuhşiyattan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder.) ayetini okuyordu. Velid bu sözlerin anlamı ve edebi üstünlüğü karşısında etkilenmiş kavmine varınca şöyle demişti: —Vallahi o sözün bir tatlılığı, bir güzelliği var. Kökü kuvvetli, dalları bereketli, bunu bir insan söyleyemez.” demişti. Kureyşliler: “Velid saptı, eğer o saparsa bütün Kureyş sapar.” demişler, Velid'in etrafını sarmışlardı. O da sapmadığını fakat O'nun için de ne diyeceğini bilemediğini söyledi ve kureyşlilerle aralarında şu konuşma geçti: —Hele O'nun hakkında siz bir şey söyleyin bakalım. —Kâhin diyelim. —Hayır, vallahi kâhin değildir. Onun söyledikleri kâhinlerin gizli sözlerine benzemez. Sec'i de yok. —Mecnun diyelim? —Hayır, mecnun da değildir. Deliliği biliriz. Bunun bayılması, sar'ası ve vesvesesi yok. —Şair diyelim? —Şair de değil. Şiirin her çeşidini rezecini, hezecini, karîzini, mebsutunu biliriz. O'nun söyledikleri şiir değildir. —Sihirbaz diyelim? —Sihirbaz değildir. Sihirbazları ve büyülerini gördük. Bunun okuyup üflemesi, düğüm bağlaması yok. —O halde ne diyelim, ey Abd-i Şems'in babası? —Allah'a andolsun ki sözünde bir tatlılık var. Kökü sabit, dallan bereketli meyveye benziyor. Ona söyleyeceğiniz her şeyin boş olacağı anlaşılıyor. Bununla birlikte ona sihirbaz demek en uygun sözdür. Çünkü o, sihir gibi kişi ile oğlunun arasını, kişi ile kardeşinin arasını ve kişi ile karısının ve kabilesinin arasını açıyor, o halde sihirdir. Böylece dağıldılar ve yollara oturup halkı Hz. Muhammed’e (a.s.) yaklaşmaktan onunla görüşmekten kaçındırmağa başladılar. Velid hakkında şu ayetler nazil oldu: “Bana bırak temtek olarak yarattığım o herifi, kendisine uzun boylu servet verdim, göz önünde oğulları, hem kendisine bir döşeyiş döşedim (şeref ve itibar verdim)! Sonra o daha da arttırmamın hırsı içindedir! Hayır! O Bizim ayetlerimize karşı alabildiğine inatçı kesildi. Ben onu dimdik sarpa sardıracağım... Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti! Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti! Sonra baktı, sonra kaşını çattı ve ekşiyerek surat astı. Sonra ardına dönüp büyüklük tasladı: "Bu, dedi, başka değil sadece öteden beri nakledile gelen bir sihirdir, insan sözünden başka bir şey değildir!" (Muddessir, 11-25) Utbe b. Rabia kavminin ileri gelenlerinden, güzel konuşan edib bir insandı. Hamza'nın müslüman olduğu sıralarda kavmine: —Ey Kureyş, dedi, gidip Muhammed’le konuşayım, ona bazı şeyler teklif edeyim, belki kabul eder, bizim tanrılarımıza dil uzatmaktan vazgeçer. —Git görüş dediler. Resulullah yalnız başına mescidinde oturuyordu. Utbe geldi, söze başladı: —Kardeşim oğlu, senin bizim yanımızdaki yerin, bildiğin gibidir. Soyca, mevkice yükseksin. Ama kavminin başına öyle bir iş getirdin ki, onunla cemaatlerini dağıttın, inançlarını hor gördün, dinlerini, tanrılarını ayıpladın; geçmiş babalarını tahkir ettin. Şimdi şu tekliflerimi dinle, belki kabul edersin. —Söyle ya Eba'l-Velid, dinliyorum. —Kardeşimin oğlu, eğer bu getirdiğin şeyle zengin olmak istiyorsan, sana mal toplayalım, öyle ki en zenginimiz olasın. Eğer şeref istiyorsan seni başkan yapalım. Sensiz bir iş görmeyelim. Hep senin emrinle hareket edelim. Krallık istiyorsan seni bize kral yapalım. Yok, eğer bunlardan hiçbiri değil de seni cin çarpmış da bundan kurtulamıyorsan seni tedavi için doktorlar bulalım, bu uğurda bütün malımızı mülkümüzü feda edip seni kurtaralım. —Bitti mi ya Eba'l-Velid ? —Bitti. —Şimdi sen dinle: “Ha-mîm. O Rahman ve Rahimden indirilmiştir. Bilen bir kavim için ayetleri açıklanmış Arapça bir Kur'an olmak üzere bir kitaptır. Hem müjdeleyici, hem uyarıcıdır. Onun için çokları başını çevirmiştir de işitmezler. Ve dediler ki: “Kalblerimiz, senin bizi çağırdığın şeyden örtüler içinde. Kulaklarımızda da bir ağırlık var. Ve seninle bizim aramızda bir perde vardır. Haydi, yap yapacağını, işte biz yapıyoruz...”(Fussilet 1-5) “Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Ad ve Semud'un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırga ile uyardım” (Fussilet 13) ayetine gelince Velid, eliyle Hz. Peygamberin ağzını tutar ve “Allah aşkına dur” der. Kavmine döndüğü zaman ona Muhammed'le konuşmasını ve ondan işittiklerini sordular. İşittiklerinden bir kelime dahi anlamadığını, ona cevap veremediğini ifade ile dedi ki: —Vallahi o şiir değildir, sihir değildir, kehanet değildir. Ey Kureyş topluluğu, beni dinleyin, O'nu bana bırakın. Siz bu adamın önünden çekilin. O'ndan işittiğim söz, gerçekten büyük bir sözdür. Ben her şeyi okudum, her sözü işittim, ama onun gibisini işitmedim. Eğer Araplar onu yenerse siz de ondan kurtulmuş olursunuz. Yok, o üstün gelirse onun mülkü sizin mülkünüz, onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüz demektir. Siz de bu suretle insanların en mutlusu olursunuz. —Vallahi Muhammed, diliyle seni büyülemiş. —Onun hakkında benim fikrim budur, ama siz bilirsiniz, dilediğinizi yapınız. (İbn-i Hişâm, Sîratu'n-Nebî, c. 1, s. 294; Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, s. 223) Utbe’nin mal tekliflerine karşı Yüce Allah şöyle buyurdu: “(Ey Muhammed) De ki: Ben sizden bir ücret istemiyorum. O sizin olsun. Benim ecrimi ancak Allah verir. O, her şeye şahittir.”(Sebe', 47). c) Nadr İbn Haris, daha önce Hire'ye gitmiş, İran krallarının, Rüstem ve İsfendiyar'ın hikâyelerini öğrenmişti. Resulullah bir mecliste oturduğu zaman oradakilere Allah'ı hatırlatır, geçmiş milletlerin başlarına gelen azaplardan, Allah'ın gazabına uğramaktan kavmini uyarırdı. Resulullah gittikten sonra bu adam onun peşinden kalkar: —Ey Kureyş Vallahi ben ondan güzel konuşurum; bana gelin. Ben ondan daha güzel hikâyeler anlatırım, der sonra başlar Acem krallarından, Rüstem ve İsfendiyar’dan hikâyeler söyler, daha sonra ilâve ederdi: — Muhammed ne ile benden daha güzel söz söylüyormuş? Ben de Allah'ın indirdiği gibi indiririm der. Kendi kafasından ayetlerin üslubuna benzeyen cümleler söylerdi. Yüce Allah şöyle buyurur: “Ayetlerimiz kendilerine okunduğu zaman dediler ki İşte istesek biz de bunun gibisini söyleyebiliriz. O, eskilerin masallarından başka değil.” (Enfal, 31) “Uydurduğu yalanı Allah'a isnad eden, yahut kendine bir şey vahyedilmemiş iken “Bana da vahyolunuyor.” diyen kimseden daha zalim kim olabilir? Görsen o zalimler ölüm dalgaları içinde boğulurken melâike ellerini uzatmış: “Canlarınızı çıkarın, Allah'a doğrudan başkasını söylemekte olduğunuzdan ve O'nun âyetlerini kabule tenezül etmediğinizden dolayı bugün alçaklık azabıyla cezalanacaksınız (der).” (En'am, 93) Kur’anı Kerime nazire yapma çalışmaları: Tarih boyunca, Kur’an ayetlerini benzerlerini söyleyebileceğini iddia edenlerden, Kur’ana nazire yapmaya çalışanlar oldu ama sonuç hep hüsran oldu. Aşağıdakiler onlardan bazılarıdır: 1-Nadr ibni Haris 2-Müseylemetü’l-Kezzab 3-Sacah bintu’l-Haris ibni Suvayd et-Temimiyye (bu kadın Peygamber olduğunu iddia etmiş daha sonra tekrar İslama dönmüştür) 4-el-Esved el-Ansi 5-Tulayhatu’bnu Huvaylid el-Asadi 6-İbnu’l-Mukaffa 7-Ebu’l-Huseyin Ahmed ibni Yahya er-Ravendi 8-Ebu Tayyib 9-Ebu’lAla’l-Muarri 10-Yahya bin Hakem a) İbnü’l-Mukaffa; Kur’anı Kerim’de ki “Eğer kulumuza (Muhammed) indirdiğimizden (Kur'ân dan) şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz. Yok, yapamadıysanız ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının.”(Bakara 23-24) Ayetinin meydan okuması üzerine bir metin uydurmaya karar verir ve uğraşmaya başlar. O sırada bir çocuk; “Allah tarafından denildi ki: "Ey yeryüzü suyunu yut! Ey gökyüzü sen de suyunu tut!...” (Hud, 44) anlamındaki ayeti okuyarak yanından geçer. Bunu duyunca hazırladıklarının hepsini imha eder ve “Ben şahitlik ederim ki bu Kur’anla yarışılmaz, o insan sözü değildir.” İbnü’l-Mukaffa, o devrin en iyi ediplerindendi. Endülüslü edebiyatçı Yahya bin Hakem; ihlâs suresini ele alarak ona benzer söz bulmağa ve ona uydurmaya çalışır. Yahya bin Hakem diyor ki “ O sırada kalbimi öyle bir korku ve ürperti kapladı ki, bu işten vaz geçip Allah’a sığınmak zorunda kaldım” Endülüsün büyük âlimlerinden Kadı İyaz’ın naklettiğine göre, bedevi (ki bedeviler arap toplumunda Arapçayı en iyi bilenlerdir) birisi, “Şimdi sen emrolunduğunu açıkça tebliğ et. Müşriklerden yüz çevir.” (Hicr, 94) ayetini işitir ve derhal secde eder “Bunun fesahatine secde ettim” der. Bir başkası da “…onu kurtarmaktan ümit kestiler, o zaman fısıldaşarak oradan uzaklaştılar…” ayetini işitince “Şehadet erdim ki hiçbir mahlûk böyle bir söz söyleyemez.” Demiştir. c) İsmî anlatır: Bir cariyenin sözünü işittim de (hayran kaldım): “Kahrolasıca ne kadar fasihsin! dedim. Cariye şöyle cevap verdi: “Allah'ın: O esnada Musa'nın anasına "Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden kaygılandığında onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü biz onu tekrar sana vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız" diye bildirdik.” Ayeti karşısında benim sözüm fesahat mi sayılır? Allah bu ayette iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjdeyi toplamıştır. Kur’anın bu mükemmel edebi üslubu karşısında aciz kalan müşriklerin yapabilecekleri çok fazla bir şey yoktu. Tüm yasakçı zihniyetlerin ve 20 yüzyıl komünist ülke rejimlerinin yaptığını yaptılar, Kur’anın dinlemesini, okunmasını yasakladılar. “İnkâr edenler: "Bu Kur'ân-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz" dediler.” (Fussilet 26) Hz. Peygamber Mekke'de iken yüksek sesle Kur'an okuduğu zaman müşrikler, etraftan dinleyen insanları kovar, dağıtırlar; “Dinlemeyin şu Kur'an-ı lâğvedin, yani gürültü yapın.” derler ve ıslak çalar, gürültü yaparlardı. Hz. Peygamber(a.s.) Kur’anın özelliklerini şöyle anlatır: “Çok tekrarla eskimez, ibretleri bitmez, şahanelikleri tükenmez, o hak ile batılı ayırıcıdır, eğlence değildir. Âlimler ona doymaz. Arzular onunla şaşmaz. Onunla lisanlar karışmaz. O öyle bir kelamdır ki, cinler onu duyunca “Biz harikulade güzel bir Kur’an dinledik; doğru yola iletiyor, ona inandık” (Tirmizi, Ebvabu Sevabü’L Kur’an hadis No: 2908) 2-Kur’anı Bir İnsan Öğretiyor Demeleri: Değişik rivayetlerde nakledildiğine göre, Müşrikler, Mekke’de isminin ne olduğu net olmayan hristiyan bir köle, diğer rivayette isimlerinin Cebra ve Yesar olduğu ifade edilen iki rum kılıç ustası, bir diğer rivayette de Abisa isminde bir kölenin olduğu ve Hz. Peygamberin bunlardan bilgi alıp Kur’anı uydurduğunu söylemişti. 20. Yüzyıl oryantalistleri, Hz. Peygamberin rahip Bahira ile görüşmesini ileri sürerek Tevrat ve İncil bilgilerini ondan öğrendiğini söyleyerek, akıllarınca iftira atmış ve Kur’anı Peygamberin uydurduğunu söylemişlerdir. Köksüz, dayanaksız ve düşünmeden yapılmış bu iftiralarına yüce Allah bir ayette şöyle buyurarak zavallıların ümitlerini kursaklarında bırakmıştır: “Muhakkak biliyoruz ki onlar: "Mutlaka onu bir insan öğretiyor!" da diyorlar. Haktan saparak isnatta bulunmak istedikleri kimsenin dili yabancıdır; bu Kur'an ise gayet açık bir Arapça'dır” (Nahl, 103). 2.1-Ayetten ve tarihi kaynaklardan da anlaşılacağı üzere bunlar Arap değildi ve Arapçayı Araplar kadar da mükemmel bilmeleri mümkün değildi. Yukarıda da ifade edildiği gibi Arapların ileri gelen edipleri bile ayetler karşısında acizliklerini ifade ederlerken, savaşlarda esir düşen ya da parayla satın alınarak arap toplumunda yaşamak zorunda kalan, kimlikleri bile tam bilinemeyen şahısların Hz. Peygambere akıl vermeleri mümkün değildir. 2.2-Hz. Peygambere (a.s.) ayetleri bunlar öğretseydi, bu şahıslar çıkıp Hz. Peygamberin (a.s.) bir sahtekâr olduğunu Mekkelilere söylemezler miydi? 2.3-Eğer yine ayetleri bunlar öğretiyorsa benzer ya da daha mükemmel ayetler söyleyerek Mekkelilere yardımcı olmazlar mıydı? Bunun mükâfatı Mekkeliler tarafından kendilerine fazlasıyla verilirdi. 2.4-“Onlar fikir veriyor, Hz. Muhammed de kendi kafasına göre ifade ediyordu” demek de gerçeğe aykırıdır. Çünkü aynı akıl ve zekâ kendilerinde de vardı. 2.5-1985 yılında ilki İzmir’de gerçekleştirilen uluslararası “İslami İlimler Sempozyumunda” bildiri sunan bir oryantalist, “İstesek Kur’anın hatalarını bulabiliriz” demesine karşın geçen bunca seneye rağmen yapabildikleri herhangi bir çalışma söz konusu bile değildir. Bu da onların acziyetinin ifadesidir. 3- Muhammed, Tevrat-Zebur-İncil gibi kitaplardan öğrendiklerini söylüyor. 3.1-Mekke ehli kitabın cirit attıkları bir yer değildi. Yaşlı olan Varaka bin Nevfel’i de ilave edersek sayılı sayıda hristiyan ancak vardı. Yahudiler ise genelde verimli topraklara sahip olması nedeniyle Medine ve çevresinde yaşıyorlardı. 3.2-Hz. Peygamber (a.s.) okuma-yazma bilen birisi değildi ki Hristiyan ve Yahudi kaynaklarından faydalansın. Onun ümmi oluşunu bazı kâfirler ve ahmaklar iddia etse de bu onların cehaletlerinin derecesi gösterir çünkü elle tutulur hiçbir delil ileri sunamamaktadırlar. Ayette şöyle buyrulur: “Onlar ki, o ümmî peygambere uyarlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o peygambere uyup, onun izinden giderler ki, o, onlara iyiyi emreder ve onları kötülüklerden alıkoyar, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar, işte o vakit ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun peygamberliği ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte asıl murada eren kurtulmuşlar onlardır.” (Araf, 157) İkinci bir delil ise şudur; Hudeybiye de antlaşma yapılmasına karar verilince Mekke ileri gelenleri bir diplomasi uzmanı olan Süheyl ibn Amr’ı Efendimize gönderdiler. Süheyl Efendimizi çok yakinen bilen birisiydi. Antlaşmanın hemen başında Süheyl “Bismillahirrahmanirrahim’e” itiraz etmiş, “Biz Rahman nedir bilmeyiz” demişti. Bizim bildiğimiz yazılacak diye diretmişti. Antlaşmayı “Bismike Allahümme” (Allah’ım senin adınla) diye başlatmıştı. Süheyl’in ikinci itirazı “Resulullah” ifadesine olmuştu. “Biz eğer senin Resullüğünü kabul etseydik seninle savaşmazdık” demişti. Hz. Peygamber (a.s.) antlaşmayı yazan Hz. Ali’ye sil onu ve “Abdullah oğlu Muhammed ile Amr oğlu Süheyl” diye yaz demesi üzerine, Hz. Ali(r.a.) bu cümleyi silmemiş, silemeyeceğini şöylemişti. Efendimiz Hz. Ali’ye o kelimenin yerini göstermesini istemiş ve kendisi silmiştir. Hz. Peygamber(a.s.) ümmi olmasa kelimenin yerini göstermesini ister miydi? 3.3-Kur’anın üzerine yazıldığı materyaller göz önüne alınırsa (develerin kürek kemiği, hurma yaprakları, kil tabletleri, ve hayvan derileri) kitap ve okumak yaygın değildi. Eğer Hz. Peygamber (a.s.) yazılmış hristiyan ve Yahudi kaynaklarına ulaştıysa buna Mekkeli müşriklerde ulaşabilir ve itirazlarını ona göre yaparlardı. 3.4-Mekke müşriklerinin akıllarına şimdiki kâfirlerin akıllarına gelmeyen bir fikir geldi. Yahudi âlimlerinden Hz. Muhammed’in (a.s.) Peygamber olmadığını ispatlayacak ya da ona onun cevaplayamayacakları bir şeyler sormak. Bu maksatla Medine'ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görüşerek Hz. Muhammed’in (a.s.) söylediklerinden, yaptıklarından bahsettiler. Sonra da, "Siz elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakkında bize bilgi veresiniz diye size başvurduk" dediler. Yahudi âlimlerinin, bu isteklerine Yahudilerin cevapları şu oldu: "O kimseye, 'Geçmişteki o genç delikanlıların hayret edilecek maceraları ne idi? Yeryüzünün doğusuna, batısına kadar ulaşan, dönüp dolaşan zatın kıssası ne idi? Ruhun mahiyeti nedir?' Sorularını sorun. Eğer bu sualleri cevaplandırırsa, bilin ki, o Allah'ın peygamberidir. Siz de ona tâbi olun. Yok, eğer cevaplandıramazsa, o adam yalancı bir kimsedir. Kendisine istediğinizi yapabilirsiniz." Mekke'ye dönen müşrik temsilciler, ümit ve sevinç içinde bu soruları sordular. Ama umdukları gerçekleşmedi. Hz. Muhammed (a.s.) sorularına cevap verdi. Ancak Yahudi âlimlerin cevabını bildikleri bu soruları Hz. Peygamber (a.s.) nereden bilebilirdi? 3.5-Yahudiler arasında sevilip sayılan ve üstün bir mevkisi olan yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selam müslüman olmuş, diğer yahudiler inatlarından dolayı İslama karşı çıkmışlardı. Abdullah İbni Selam gibi sonradan müslüman olan samimi bazı âlimler, hahamların Hz. Muhammed’in (a.s.) peygamberliğini gizlemek üzere anlaştıkları ve birbirlerine tavsiye ettikleri gerçeği itiraf etmişlerdir. Üstün ırk olduklarına ve cennete sadece kendilerinin gideceğine inanan bu Yahudiler, Hz. Muhammed’in (a.s.) ortaya koyduğu dinin esaslarını, kendi kitaplarından aldığını bilemeyecek kadar zavallılar mıydı ki, niye dinlerini değiştirsinler? 3.6- Hz. Peygamberin İsrailoğullarından olan İslam’la şereflenen eşi Hz. Safiyye, şu olayı nakleder: “Hz. Muhammed, Medine’ye hicretten sonra babamla amcam O’nu dinlemeye gitti. Döndükten sonra amcam, babama “O mu?” (Yani beklediğimiz peygamber mi?) diye sordu. Babamda “Vallahi “O” diye cevap verdi. Amcam “Peki ne yapacağız?” diye sordu. Babam: “Vallahi ben yaşadığım müddetçe ona iman etmeyeceğim.” Diye cevap verdi. Hz.Safiyye’nin bu sözleri, Yahudilerin Hz. Muhammedin Peygamberliğini kabul ettiklerini ama inanmadıklarını göstermez mi? 3.6-İslama aşırı düşmanlığıyla bilinen, bu kin ve nefreti kendisini, İslami gerçekleri tahrife kadar götüren Yahudi oryantalist Goldziher’in: “Arap Peygamberinin getirdiği din, kendileriyle temasa geçtiği Yahudi ve Hıristiyanlardan öğrendiği bilgi ve fikirlerin karışımından ibarettir.” Sözü, yine oryantalist olan Buhl’un: “Hz. Peygamberin Tevrat, Zebur ve İncilin içeriğini bilmediğini ve adı geçen kitapları okumamış olduğunu İncili de hiçbir zaman bilmediğini” söylemesiyle zaten iptal olmuştur. 3.7- Hz. Muhammed'in (a.s.) amcası Ebû Talib ticaretle uğraşırdı. Bir seferinde Hz. Muhammed'i beraberinde götürdü. Şam yakınında Busra kasabasına uğradılar. Orada Bahira adında bir papaz ile karşılaştılar. Bahira, Tevrat ve İncil'de adı ve sıfatları yazılı olan son Peygamberin alametlerini daha küçük olan Hz. Muhammed’de gördü, bunun üzerine O'nu Mekke'ye geri götürmesini; Yahudilerin çocuğa bir zarar gelebileceğini söyledi. Bunu üzerine Ebû Talib, Bahira'nın bu tavsiyesine uyarak Şam'a gitmekten vazgeçti ve alışverişini yakında ki bir yerleşim biriminde tamamlayarak geri döndü. Daha sonra bir iki defa da Bahira ile görüştüğü konusunda zayıf rivayetler varsa da Hristiyan olan Rahip Bahira, Hz. Muhammed'in gerçek Peygamber olduğunu bilmeseydi Yahudilerin Peygambere zarar vermeye çalışacağını söyleyerek Ebu Talip’ten onu geri götürmesini ister miydi
-
Muhammedin şehveti ve Tanrısı
saklıgerçek yüksekten uçuyorsun yazdıklarım değil nickim seni ilgilendirmiş anlaşılan. Bildiğini söylediğin konularıda pek bilmediğin, yazılarının çoğunu ve mantığını Küfür önderin Turandan aldığın anlaşılıyor. E ateşi bol olsun hiç olmazsa o birazda olsa, kaynakları çarpıtsa da arapça biliyordu. Siz ise oturup arapça ve usul öğrenmeden atıyorsunuz. Ayrıca tarafsız kaynaktan bahsediyorsun önderinizin ne kadar tarafsız olduğu malumumdur. Yazdıklarına arkadaşlar cevap vermişler hala anlamamışsan bir cevap ta ben vereyim ama anlamakla idrak etme arasında fark vardır ve sen bunu anlayacak kapasitede değilsin Ha birde başka bir siteden alıntı yaptığımı söylüyorsun doğrudur. E müsadenle kendi hazırladığım siteyi kaynak göstereyim olmaz mı?
-
Cevaplayinda Görelim
İ.Rabbani Vahdeti Vücud u savunanlar için şöyle der: "Onların öyle sözleri vardır ki inanmak küfürdür yine öyle sözleri vardır ki inanmamak küfürdür." M.Arabi: Bizim hallerimize vakıf olmayanlar bizim kitaplarımızı okumasın" der. Oturup bir kaç mutasavvıfın bir kaç sözüyle onların hallerinin ne olduğunu bilmeden yorum yapmak bizi yanlışa sürükler. Bizim sözümüz Rasulullah'ın sözüdür: "Allahım eşyanın hakikatını bana olduğu gibi göster."
-
PEYGAMBERDE KURANA BAĞLIYDI EY HADİSCİ ARKADAŞLAR
Konu ile senin dediğinin ne alakası varsa? Konuyu açan Kuran yeter hadise gerek yok diyor anlamadıysan anlayasın. Neler yaptığı hz.Peygamberin hayatına bakarsan görürsün hz. Peygamber devrinde Prof. M.Hamidullah'ın tespitine göre 150 kişi öldürülmüştür. 10 yıllık Medine döneminde ve Arabistan yarımadsında bir devlet kurulmuştur. Biz Kızılkmerleri de gördük lenin devriminide macaristan ve polonyayıda... Ayrıca "Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı Elbette ki onu sağ tarafından yakalardık. Sonra O'ndan şah damarını kesiverirdik." ayetleri niye söylendiği gayet açık ama anlamadıysanız tefsirlere bi zahmet bakıverin.
-
Mehdi gelecek mi?
blawknox Hz.Peygamberin getirdiği sahabenin aktardığı Kurana inanıyorsun ama Hz.Peygamberin söylediği sahabenin aktardığı hadislere inanmıyorsun ha çok ilginç. Yukardakilere cevap verirdim ama vaktim çok sınırlı....
-
Hadislerin oluşum süreci
haksöz Bizahmet biraz usulu hadis, rical kitaplarından okuyuver
-
PEYGAMBERDE KURANA BAĞLIYDI EY HADİSCİ ARKADAŞLAR
"Ey iman edenler Allah'a itaat edin, Rasule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine." Allah'ın niye "Allah" ve "Peygamber" kelimelerinin başında "itaat edin" sözünü ayrı ayrı tekrar ettiğini kavrayabilirsin meseleyi anlayabilmişsindir.
-
diyalogun geçmişi
Önce Sapla-samanı, Diyalogla-tebliği ayırmak lazım
-
Allah kaldıramayacağı kayayı yaratabilir mi ?
Allah gereksiz iş yapmaz
-
ateistlere......
Yam-yam demiş ki: Ya budistlerin inancı doğruysa... Bence siz onlara inanın. Yok yok en iyisi zerdüştlere ya da ne bileyim hindulara. Ya onların inançları doğruysa... Evet ! Bu saydıklarından herhangi birisi doğru olabilir. Saydığın dinlerden birisine inanan biri olarak benim az da olsa kurtulma şansım var. Ama senin hiç mi hiç yok. Ha sen doğruysan benim kaybedecek hiç birşeyim yok.
-
ALLAH YOKTUR!
Körler İle Sağırlar Birbirini Ağırlar." kabilinden bazı kafirler-ateistler ortaya yanlış bir fikir atıyor, diğerleri onu destekliyor. Ortaya attıkları orijinal fikirlerin aslı astarı olsa neyse ne. Kafirlere tavsiyem önce Allah'ın varlığını tartışacaklarına Kader-Kaza konusunda İslamın ne dediğini iyice öğrensinler. İrade-i Cüziyyenin-İrade-i Külliyenin, Hayır ve Şerrin, İstitat gibi kavramların ne anlama geldiğini "Felemme zeğu ezağallahu kulubehum" ayetinin tefsirini bilmeyen cahilcikler oturup kader-kaza konusunda ahkam kesiyorlar.İlginç tabi "zırva tevil kabul etmez " diye boşuna dememişler. Tavsiyem önce efendi efendi bilgi sahibi olsunlar ondan sonra fikir sahibi olsunlar. ATEİZM VE ÇIKMAZLARI Doç. Dr. Mehmet -AYDIN "Ateizm ve Çıkmaz!arı", kapsamı oldukça geniş bir konudur. Bir din ulusu, "Tanrı'ya giden yollar yıldızların sayısı kadar çoktur" der. Ateizme giden yollar, belki bu kadar çok değildir ama burada da bir değil, birden çok yolların bulunduğu bir gerçektir ve bu yolların her biri, başlı başına birer inceleme konusudur. Biz bu incelememizde, ateizme temel olan veya temel olduğu öne sürülen görüşlerden sadece çok önemli olan birkaçı üzerinde duracak ve onların eleştirisini yaparak ana çizgileriyle konunun genel görünümünü ortaya koymaya çalışacağız. Konumuzun başlığında "Ateizm" terimine yer vermemiz, bu terimi dilimizde tam olarak karşılayan ve yaygın bir kullanıma sahip olan bir terimin bulunmayışından ötürüdür. Din literatürümüzde ateizm terimine en yakın terim olarak, 'ilhad" kelimesi kullanılmaktadır. Arapça olan bu kelimeyi, bugün ancak klasik dini yazılarda bulmaktayız. Yine Arapçada kullanılan ve "inanç yolundan sapan" anlamına gelen "zındık", "zaman yönünden dünyanın bir başlangıcı olduğuna inanan" anlamına gelen "dehri" (çoğulu: Dehriyyun) kelimeleri, tıpkı "ilhad" kelimesi gibi, günümüz felsefe yazılarında hemen hiç kullanılmamakta, ayrıca bu son iki terim ateizm terimini tam olarak karşılamamaktadır. Günlük dilde ve halk arasında kullanılan "Allahsız!" sözü, bilindiği gibi, "insafsız, merhametsiz v.b." anlamında ve daha çok bir yergi ifadesi olarak kullanıldığı için, ateizmle doğrudan bir ilgisi yoktur. Basım tarihleri oldukça yeni olan bazı sözlüklerimiz, ateizm terimini, genellikle "tanrıtanımazlık" terimi ile ifade etmektedirler. Sanıyorum iki kelimeden oluşan bıı terimin güçlüğü, "tanımak" fiilinden gelmektedir. Bildiğim kadarıyla, "tanımak" fiilini, "inanmak" fiili yerine pek kullanmamaktayız. Nitekim "Siz Tanrı tanır mısınız?" veya, "Tarıya inanır mısınız ?" yerine, "Tanrıyı tanır mısınız ?" şeklinde bir soru, kulağa oldukça yabancı gelmektedir. Kanaatimce "Tanrıyı tanımama" daha çok, "Tanrıya inanmam" anlamında değil de, "Tanrıya bir tür meydan okuma" anlamında kullanılmaktadır. Ateizm terimi yerine "Tanrıya inanmazlık" sözünü kullanmak belki daha yerinde olur; ancak burada ismin "e" halinin araya girmesi, kelimenin tek terim olarak kullanım kolaylığını ortadan kaldırmaktadır. Batı dillerinin çoğunda, Tanrı hakkında düşünmenin bejli başlı akımları için kullanılan terimler genellikle ya Yunancadaki "theos"dan, ya da Latincedeki "deus"dan türetilmiştir. Bu kelimelerden türetilen "teizm", "ateizm", "panteizm", "henoteizm", "deizm" ve benzeri terimlerin derli-toplu tanımlarını yapmanın kolay bir iş olmadığı hemen her filozof ve ilahiyatçının itiraf ettiği bir noktadır. Söz gelişi, kime ateist diyeceğiz? Felsefe tarihinde, ateistlikle suçlanan birçok büyük düşünür, böyle bir suçu kesinlikle reddetmiştir: Fichte ateistlikle suçlanmış, ancak o, "Bir insanın gerçek anlamda ateist olabilmesi için hiçbir ahlaki ideale sahip olmaması gerektiğini öne sürerek", kendisine yöneltilen suçu kabul etmemiştir. Spinoza'nın Tanrı kavramı, Yahova'dan daha geniş olduğu için, ateistlikle suçlanmıştır 1. Yine yüzyılımızın tanınmış Hıristiyan ilahiyatçılarından biri olan Paul Tillich, Tanrı'yı "varlığın bizzat kendisi" veya "var olan her şeyin gerçek temeli" şeklinde tanımladığı ve O'nu evrenin dışında bulunan tek ve şahsi bir varlık olarak düşünmediği için, ateistlikle. Suçlanmıştır 2. Dahası var: Sokrates, Yunan "popüler" tanrılarını reddettiği ve bir tür monoteizme yöneldiği için, ateistlikle suçlanmıştır. Yine eski Romalılar, kendi Tanrı kavramlarını kabul etmedikleri için, ilk hıristiyanları bile ateistlikle suçlayarak cezalandırmışlardır. 3 Bu durumda kimlere ateist dendiğine bakarak, ateizmin ne olduğu konusunda birtakım ipuçları yakalamak mümkünse de terimin çeşitli kullanımlarını içerebilecek bir tanıma ulaşmak mümkün değildir. Tanımlamadaki güçlük, büyük ölçüde, ortada farklı ve çok sayıda tanrı kavramlarının, dolayısıyla buna karşılık çok sayıda. ateistik anlayışların bulunmasından ileri gelmektedir. Orta ve Doğu Asya'da yaygın olan bazı dinler bir yana, tek tanrıcı dinlere mensup kişilerin zihinlerindeki tanrı tasavvurları bile bir ve aynı değildir. Öyle ise nasıl farklı teistik sistemler varsa, aynı şekilde farklı ateistik anlayışların bulunması da tabiidir. Ateizm sözü, genellikle, bir geniş bir de dar anlamda olmak üzere iki ayrı şekilde kullanılmaktadır. Genel anlamda ateist sadece "teist olmayan", başka bir deyişle "Tanrıyı hayatına sokma gereğini duymayan" kişi, şeklinde tanımlanabilir. Bu anlamda kullanılan ateizmdeki olumluluk takısı "a", tıpkı "apolitik" ve "asosyal" kelimelerinde olduğu gibi, nisbeten daha nötr bir durumu ifade eder. Dar anlamda ise ateist, düşünerek ve tartışarak Tanrı'nın var olmadığını öne süren kişidir. Bazen bunlardan, ikincisine "pozitif ateist" birincisine de "negatif ateist" denmektedir. Pozitif ateist, sadece Tanrı'nın varlığına inanmamakla kalmıyor, aynı zamanda O'nun yokluğunu kanıtlamaya çabalıyor 4. Felsefede asıl önemli olan, bu ikinci tür ateisttir. Kaldı ki geniş anlamda veya negatif anlamda ateizmin varlığı da tartışma konusudur. İnsan, apolitik ve asosyal olduğu gibi, kolayca ateist olamaz. Özellikle tek tanrıcı dinler geleneği içinde doğup büyüyen bir insanın, ciddi olarak düşünmeden ve bir takım gerekçelere dayanmadan Tanrı'nın varlığını inkâr etmesi hiç de kolay bir iş değildir. Aslında Tanrı'nın varlığına pek aldırış etmeden hayatlarını sürdüren kişiler için "ateist" sözünü kullanmak doğru değildir. İmdi, kişi Tanrı'nın varlığına ya inanır ya da inanmaz. İnanma fenomeni ışığında bakıldığında, teiznıle ateizm arasında orta bir yerde bulunmak pek mümkün görünmemektedir. Gerçi felsefe tarihinde teizm ve ateizm terimleri kadar, "agnostisizm" terimi de önemli bir yer tutar. Bilindiği gibi, agnostik, Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu hakkında hiçbir şey bilmediğini, dolayısıyla bu konuda hiçbir şey söyleyemeyeceğini öne süren kişidir. Burada dikkatimizin bir ayırıma çekilmesinde yarar vardır: Tanrı'nın varlığına inanmak başka şey, O'nun var olduğunu kanıtlamak ise daha başka şeydir. Tanrı'nın varlığını kanıtlayamamaktan agnostisizmi veya ateizmi çıkarmamız doğru olmaz. Agnostisizmin haklı olabilmesi için, şu iddialardan birinin ya da ötekinin kabul edilmesi gerekir: (a) Tanrı'nın hem var hem de yok olduğunu gösteren birtakım ipuçları vardır; ( Tanrı'nın var veya yok olduğunu gösteren hiçbir ipucu yoktur. Agnostik birinci iddiayı kabul edemez; çünkü "orta yerde" (yani teizmle ateizm arasında) durabilmesi için, leh ve aleyhteki ipuçlarının tam anlamıyla denkleştirmek zorundadır. Aksi takdirde ya teizme, ya da ateizme kaymadan edemez. 0, ikinci iddiayı da kabul edemez; çünkü Tanrı'nın varlığı veya yokluğu hakkında hiçbir ipucu yoksa agnostisizmin dayanacağı bir temel de yok demektir. Bundan dolayı yalnız teistler değil, ateistlerin de çoğu (Marx ve Engels başta olmak üzre) agnostisizmi tutarlı ve geçerli bulmamaktadırlar. Bu arada şu noktaya da işaret edelim ki, eğer teizmin sınırları çok geniş tutulursa, sadece agnostisizmin değil, ateizmin de imkânsız olduğu öne sürülebilir. Nitekim böyle bir iddia ile ortaya çıkan düşünürler de yok değildir. Söz gelişi, ilk hıristiyan ilahiyatçılarından Anselm, Kutsal Kitab'ın "Mezmurlar" (Psalm 14: 1 /) bölümündeki şu ifadeyi tekrarlamaktadır: "Kalbinde 'Tanrı yoktur' diyen bir aptalın zihninde bile 'kendisinden daha yetkini düşünülemeyen bir Tanrı fikri' vardır." Yine tanınmış hıristiyan ilahiyatçısı, Augustine, bir duasında şöyle der: "Tanrım, sen bizi kendin için yarattın; kalplerimiz Senin varlığında sükûn buluncaya kadar huzursuz olmaya devam edecektir!" Bu demektir ki, insan kendi hayatını er-geç dini bir yoruma tabi tutacak ve birtakım bocalamalar ve kuşkular geçirse bile, sonunda Tanrı'ya varacaktır. Bu görüş açısından hareket edilince, inanç konusunda içine düşülen şüphelerin ve hatta ateizmin bile bir dini değer taşıdığı düşünülebilir, düşünülmüştür de.. Bazıları putperestliğin her türünden arınmış ve arındırılmış bir teizm için ateizmin bir tehlike olması bir yana, yararlı bir araç olduğunu, dolayısıyla onun büyük bir dini anlam ve değer taşıdığını öne sürmüşlerdir. Bu bakımdan birkaç yıl önce Paul Riceur ve A. Maclntyre'ın birlikte yazdıkları bir kitaba "Ateizmin Dini Önemi" (The Religious Significance of Atheism) şeklinde oldukça dikkat çekici bir başlık koydukları görülmektedir. Ateizme dini bir değer atfedenler ateizmin değil, Tanrı karşısında ilgisizliğin teizm için bir tehlike olduğu görüşündedirler. Ateist, olumsuz bir açıdan da olsa, Tanrı ile ilgilenmektedir; dolayısıyla ciddi bir ateist, bir tür mistik bir tavır içinde bulunmaktadır. Bu tavır onu psikolojik olarak duyarlı bir noktaya götürebilir ve ateizm bir tür teizme dönüşebilir. Salt ateizmin çok zor, hatta imkânsız olduğu görüşü yüzyılımızda da birçok savunucu bulabilmiştir. Tanınmış İngiliz düşünürü John Baillie, Solipsist'in içinde bulunduğu durumundan söz ederken şöyle der: "Demeliyiz ki, solipsistler zihinlerinin ucuyla komşularının ve çevrelerindeki dünyanın gerçek varlıklarını inkâr ettikleri halde kalplerinin derinliklerinde onların var olduklarından asla şüphe etmemektedirler. 0 halde ateistler için niçin aynı şeyi düşünmeyelim ?" 5 Baillie'nin düşüncesine göre, ateist, her nekadar Tanrı'nın varlığına inanmadığını açıkça söylemekte ise de, onun varlığının derinliklerinde Tanrı fikri gizlidir. Günümüz düşünürlerinden J.A.T. Robinson, "Tam anlamıyla çağdaş olan bir insan ateist olmayabilir mi ?" başlığını taşıyan bir yazısında dogmatik, başka bir deyişle düşünülmüş ve tartışılmış bir ateizmin mümkün olmadığını ifade etmektedir. Ona göre, insan ilahi gücün varlığını, içinden gelen bir zorlama ile duymaktadır. Bu duyuş, tabiatın aracılığı ile artistik ve bilimsel bir kanalla, toplumsal ilişkiler yoluyla ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda olan insan kendisini çepeçevre saran bir varlığa ne ad verebileceğini ve onu nasıl tasavvur edebileceğini bilemeyebilir, hatta onun duygu ve düşünce dünyası tam bir karışıklık içine gömülebilir. Buna rağmen o, kendi yolunu açmak ve ilahi sese doğru gitmek gereğini ergeç idrak eder" 6. Görülüyor ki, Robinson bir "iç zorlama" dan söz etmekte ve ateizmi bir tür "kaçış" olarak görmektedir. Salt ateizmin imkânsız olduğu inancı, öyle sanıyorum ki, iki önemli düşünceden kaynaklanmaktadır: Bunlardan birincisi, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, teizmin sınırlarının çok geniş tutulmasıdır. Söz gelişi Ficlıte, "Tanrı" terimi ile "ahlak kanunu" terimi arasında bir özdeşlik gördüğü için, ahlak kanununa boyun eğen herkesi Tanrı'nın sesine kulak veren kişi olarak kabul etmiştir. İkinci düşünce ise, ateizmle nihilizmin aynı şey olduğu inancıdır. Çevresinde, ateist olduğu halde nihilist ve hatta materyalist olmayan insanların varlığına tanık olan teist, bir bakıma kolay bir çözüm biçimini seçmekte ve ateizmin imkânsızlığını öne sürerek güçlüklerden kurtulmayı denemektedir. Kanaatimce bu, doğru ve geçerli bir çözüm şekli değildir. Ateist olduğunu söyleyen bir insanın öyle olduğunu kabul etmekten başka çıkar yol yoktur. Anlatıldığına göre, David Hume'un, onsekiz kişi ile birlikte Baron D'Holbach'ın evinde ziyafette iken, dogmatik bir ateistin gerçekten bulunup-bulunamayacağından şüphe ettiğini söylemesi üzerine ev sahibi şöyle konuşmuştur: "Azizim Sir, şu anda bu şekilde olan onyedi kişi ile aynı masada oturmaktasınız7." Sanıyorum en doğru yol, ateizm gerçeğini bir yana itmek değil, onu anlamaya ve güçlüklerini görmeye çalışmak olmalıdır. Ateizm gerçeği, felsefe tarihindeki kökleri çok gerilere, teknik anlamda felsefenin başlangıç günlerine kadar uzanan bir olgudur. Ancak biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, bir değil birçok çeşit ateizm vardır. Antik dönemlerin ateistik fikirleri ile Orta ve Yeniçağların ateistik düşünce ve tutumları arasında önemli farklar bulunmaktadır. Yunan filozofları arasında tanrıların varlığını inkâr edenler çıkmıştır; ancak Yunan halk inanışları teistik bir sistem oluşturmadığı için, orada bugünkü anlamda bir ateizm yoktu. Bugünkü anlamda ateizm, teistik sistemlere bağlı olarak ortaya çıkan bir harekettir. Başka deyişle, ateizm, evreni yaratan ve onun varlığını devam ettiren, özü itibariyle aşkın fakat sonsuz gücü, bilgisi, iradesi ve sairesi ile evren de içkin olan teistik, hatta belki de daha yerinde bir terimle monoteistik tanrı inancına karşı tepki olarak doğan bir düşünce hareketidir. Bu bakımdan düşünce tarihinin geleneksel ateizmi gıdasını büyük ölçüde teizmden, özellikle de Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya çalışan felsefi kanıtlardan almaktadır. Tanrı'nın varlığının aleyhinde öne sürülen klasik tartışmaların başında "kötülük problemi", maddenin ezeliliği, teistik kanıtların yetersizliği, hatta geçersizliğine ilişkin görüşlerle özellikle günümüzde büyük bir önem kazanan bazı sosyolojik ve psikolojik teoriler gelmektedir. Ayrıca Nietzche tarafından önemle savunulan ve ateist varoluşçularca geliştirilen 'ahlaki gerekçelere dayanarak Tanrıyı reddetme' görüşünün de günümüz ateizminde önemli bir yeri vardır. Şimdi kısaca söz konusu bu tartışmalara bir göz atarak onların ateizm için sağlam bir temel oluşturup oluşturmadığı konusuna gelelim. 1. "Kötülük Problemi" Teizmin aleyhinde kullanılan belki de en eski iddia, dünyadaki kötülüğün reel varlığından kaynaklanan iddiadır. "Eğer her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak anlamda iyilik sahibi olan bir Tanrı varsa, yeryüzündeki bu kadar kötülük nereden geldi " sorusu düşünce tarihinde yüzlerce kez sorulmuş ve cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Kötülük, şu ya da bu yolla yaşayan her canlının hayatına girdiği için bu soru, düşünürler kadar sıradan insanları da yakından ilgilendirmektedir. David Hume, "Tabii Din Üzerine Dialog" adlı yazısında teizmin kötülük problemine ilişkin çelişkisini şu sözlerle dile getirmektedir: Tanrı kötülüğü Önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor; o halde O güçsüzdür. Yoksa gücü yetiyor da Önlemek mi istemiyorsa, o halde O kötü niyetlidir. Eğer Tanrı hem güçlü hem de kötülüğü ortadan kaldırmak niyetinde ise, bunca kötülük nasıl oldu da var oldu? 8. David Hume, bu çeşit bir akıl yürütme ile özellikle teistik Düzen Kanıtının geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır. Bazı teistler, kötülüğün reel varlığını inkâr ederek; bazıları onu insanın olgunlaşması için bir araç şeklinde yorumlayarak; bazıları kötülüğü Tanrı'nın öfke ve uyarısına bağlayarak, bazıları da sınırlı bir tanrı kavramı kabul ederek 9. Hume'un ortaya koyduğu ikilemi çözmeye çalışmışlardır. Ancak birçok felsefe probleminde olduğu gibi, burada da kesin bir sonuca ulaşılmış olduğu söylenemez. Kötülüğün teist için bir problem olduğu doğrudur. Bu problem, özellikle monoteist dinler söz konusu olduğunda çok daha karmaşık bir görünüm kazanmaktadır. Buna rağmen bu problem, ne teizmin geçersizliğini göstermek, ne de ateizmi kurmak gibi bir görevi yerine getirecek güçtedir. Kötülüğün varlığına rağmen insanlık, iyiye doğru ilerleyebilmiş, içinde yaşanabilir bir uygarlık düzeyine ulaşabilmiştir. Ateistik iddiaların çoğu, "dünyada gereğinden fazla kötülüğün bulunduğu" düşüncesi çevresinde dönüp dolaşmaktadır. Her şeyden önce bu "gereğinden fazla" sözü, oldukça üstü kapalı bir sözdür. Ateist, insanlık tarihi boyunca var olageldiğine inandığı büyük felaketleri, doğal afetleri ve saireyi birlikte düşünerek böyle bir yargıya varıyor olsa gerek. Oysa bizim evren hakkındaki bilgimiz oldukça yetersizdir; dolayısıyla topyekûn evrende gereğinden fazla kötülük var mı yok mu, bu konuda bir şey söyleyemeyiz. Kaldı ki, kötülüğün yaygınlaşmasını Tanrı'dan çok insana atfetmek, daha akla yatkın görünmektedir. Özelliklc Tanrı'ya atfedilen doğal kötülükler (deprem, su baskını v.s.) insanın çalışma ve didinmeleri sonucu büyük ölçüde önlenebilir, önlenmiştir de. İnsanla daha doğrudan ilgili olan ahlaki kötülük, bugün tanıdığımız ve bildiğimiz insan yapısı söz konusu olduğu sürece, büsbütün ortadan kalkmayacaktır; ancak burada da büyük ölçüde bir azalma gerçekleştirilebilir. Bir gün bütün dünyamızın kötülükle dolup taşacağına inanmamız için akla yatkın hiçbir neden yoktur. Kısacası, "dünyada kötülük vardır" yargısıyla, "bilgi, irade, güç ve iyilik sahibi bir Tanrı vardır" yargısını hiçbir şekilde karşı karşıya koyup bundan bir ateizm çıkaramayız. Leibniz'in "Theodiciee"si, insanlık tarihinde gergin ve bunalımlı dönemlerinde çok iyimser görünebilir. Fakat bu teodisenin ana iddiasının hala ayakta olduğunu kabul ediyorum. Hiç şüphesiz Tanrı, başka dünyalar da yaratabilirdi. Böyle bir imkan, bu dünyanın, "yaratılması mümkün olan dünyaların en iyisi olduğu" görüşünü savunmamıza engel olmaz. Eğer şu veya bu derecede kötülüğün bulunması, dünyanın "mümkün olan en iyi dünya" olduğu görüşüyle çatışmıyorsa ve hatta böyle bir dünya için belli oranda kötülüğün varlığı kaçınılmaz ise, bu takdirde "dünyada kötülük vardır" ve "dünya mutlak anlamda iyi olan bir yaratıcının yönetimi altındadır" iddiaları mantıken bir arada bulunabilir. Eğer dünyada kötülük var olduğu için kişinin Tanrı'nın varlığına olan inancı sarsılsaydı, başta Peygamber Eyüb olmak üzere Hz. İsa'nın ve Hz. Muhammed'in inançları sarsılırdı. 2. Maddenin Ezeliliği ve Kozmolojik Kanta Yöneltilen Eleştiriler: Başka önemli bir ateistik iddia da maddenin ezeliliği ve onun her şeyin kaynağı olduğu görüşünden hareketle ateizmi temellendirmeye çalışmaktadır. Bu iddianın iki önemli basamağı vardır. İlk basamakta maddenin ezeliliğinin apaçık olduğu, hatta bunun bilimsel olarak kanıtlandığı ve maddenin, şuur dahil her her şeyin kaynağı oluşturduğu söylenmekte; ikinci basamakta ise, bu görüşün yaratıcı bir Tanrı fikrini imkansız kıldığı öne sürülmektedir. İddiaya göre, yaratıcı Tanrı fikrine yer verirsek, madde miktarının ya da kütle-enerjinin sıfır düzeyde olduğu bir zamanın var olduğu düşüncesini kabul etmemiz gerekir ki, bu, fizik biliminin vardığı sonuçlar açısından mümkün değildir. Maddenin ezeliliği görüşünü temel alan bu iddia, aslında kozmolojik kanıtın ve belli bir yere kadar da teleolojik kanıtın geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır. Bilindiği gibi kozmolojik kanıt, dünyadaki varlıkların, var oluş nedenlerini kendi içlerinde taşımadıkları, dolayısıyla kendi varlık alanlarının dışında bir nedene muhtaç oldukları, bu nedenin de kendi kendine yeterli ve başka bir şeye muhtaç olmayan bir varlık olduğu sonucuna varmaktadır. Eğer en Son Neden kendi kendine yeterli olmasaydı başka bir deyişle var oluş nedenini bizzat kendi içinde taşımasaydı, o zaman neden-sonuç zinciri sonsuza değin uzayacaktı ki bu Teolojik bir deyimle "muhal"dir, yani imkânsızdır. Bizim burada ateistik maddeciliği ayrıntılı olarak ele almamız mümkün değildir. Bu konuda öne sürülen bir sürü varsayım, çözüm bekleyen bir yığın problem ve ardı arkası kesilmeyen birçok tartışmalar vardır. Ateistin iddia ettiği gibi, maddenin ezeli olduğu ve şuur dâhil her türlü canlı faaliyetin kaynağı olduğu bilimsel yöntemlerle doğrulanmış değildir. Hatta bir an için maddenin ezeli olduğunu kabul etsek bile, bu, çeşitli şekillerde dile getirilen teistik anlayışların hepsinin geçersizliklerini göstermeye yetmez. Yaratma fiili için bir başlangıç tanımayan ve onun sürekliliğini kabul eden birçok teist vardır. Farabi, Muhammed İkbal, Lotze burada sayabileceğimiz birkaç örnektir. Bilimsel sonuçlar, kozmolojik kanıtın, ya da klasik İslami terminoloji ile "hudus" ve "ibdâ" delillerinin formüle edildikleri dönemlerin ilkel ve zayıf bilimsel anlayışlarının geçersizliklerini, hatta bizzat kozmolojik kanıtın geçersizliğini ortaya koyabilir; ama bunların hiçbirinden "o halde Tanrı yoktur" yargısı çıkarılamaz. Aslında Kant'ın da işaret ettiği gibi, bilimi böyle bir yargıyı vermeye zorlamak onu meşru olmayan bir alana itmek demek olur. 3- Ateizmin Dayandığı Bazı Sosyolojik ve Psikolojik Teoriler: Günümüzdeki ateistik görüşlerin önemli kaynaklarından biri olan ve Fransız sosyologu Emille Durkheim tarafından geliştirilen "sosyolojik teori"ye göre Tanrı toplumun, bireylerin düşünce ve davranışlarını kontrol altında tutmak için farkına varmadan uydurduğu hayal ürünü bir kavramdır. Yine bu teoriye göre insan, dini bir duyguyla kendisini aşan bir varlık karşısında korku ve ümit içinde beklerken aslında Tanrı adı verilen evrenin ötesindeki bir varlık karşısında değil, kendisini çepeçevre saran toplumun realitesi karşısında durmaktadır. Tanrı fikri toplumun güç ve işlevini gösteren bir simgeden başka bir şey değildir. 10 Böyle bir teoriden kaynaklanan ateizm, kozmolojik ve teleolojik kanıtlar çevresinde dönüp dolaşan ateistik tartışmalardan daha kolay anlaşılır bir niteliktedir; bundan dolayı da çok daha etkindir. Ancak bu teorinin zayıflığı ortadadır. Şöyle ki: 1. Bu teori, dini şuurun evrenselliğini açıklayamamaktadır. Söz konusu bu şuur, bireyin içinde yaşadığı toplumun çok daha ötesine gitmekte, evrensel nitelikte bağlar ve toplumsal birlikler oluşturmaktadır. Yine bu şuur, bütün insanlığa kapısını açık tutan bir özellik taşımaktadır. Eğer Tanrı, toplumun bir simgesi ise, bütün insanları içine alma zorunluluğu nereden doğuyor? Bir bütün olarak insanlığın "toplum" olduğu söylenemez; çünkü sosyolojik teori, toplum terimini bu anlamda kullanmamaktadır. 2. Sosyolojik teori, bir dinin belli bir toplumda otaya çıktığı sırada dile getirdiği Tanrı kavramı ile toplumsal_ideallerin çok kere çatıştığını görmezlikten gelmektedir. Söz gelişi Kur'an'ın ilk inen sürelerinde ifadesini bulan Tanrı'nın; Mekke toplumunun, özellikle Mekke aristokrasinin ideallerinin yanında değil, karşısında olduğu bilinen bir gerçektir. İlk müslümanların kafalarına ve gönüllerine yerleştirilen dünya görüşü, Mekke toplumunun düşünce ve davranışlarının, dolayısıyla yaptırım gücünün sembolik bir ifadesi olmamış, tam tersine bu etki ve gücü temelinden sarsan bir faktör olmuştur. Eğer Tanrı, kılık değiştirmiş toplum olsaydı, tanrısal güç, her halde kendi kuyusunu bizzat kendisi kazmazdı. Bilimsel bir temele dayandığı öne sürülen ve ifadesini özellikle Freud ve Feurbach yazılarında bulan, günümüzde ateizme önemli ölçüde destek sağlayan "Yansıtma Din Teorisi" (The Projection Theory of Religion) de sosyolojik teorinin karşılaştığı güçlüklere benzeyen güçlükler içinde düşmektir. Freud'a göre Tanrı fikri çocuktaki baba imajının bir yansımasıdır. Tanrı fikrinin kaynağı, insan soyunun, çocukluk döneminde karşı karşıya kaldığı zorluklar karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma mekanizmasıdır. Bundan dolayı din, Freud'un nazarında "nürotik bir kalıntı"dan ibarettir. Feuerbach ise, Tanrı hakkındaki bütün konuşmaları insan hakkında konuşmaya, başka bir deyişle teolojiyi antropolojiye indirgemektedir. İnsan, kendisinde görmek istediği, fakat bir türlü görmeyi başaramadığı nitelikleri hayal bir varlığa yansıtmakta; bunu yaptığı için de kendisini söz konusu bu varlık karşısında küçülterek öz benliğinden soğumakta ve yabancılaşmaktadır. 12 Gerek Freud'e göre, gerekse Feuebach'a göre, insanlık büyüyüp olgunlaştıkça hayali varlıkların yardımına ihtiyaç duymayacak yavaş yavaş Tanrı fikrinden kurtulacaktır. Freud'un görüşü teizmin aleyhine kullanılabildiği kadar ateizmin de aleyhine kullanılabilir. Her şeyden önce ateizm, bir olgunluk işareti değildir. Onda da çocukluk döneminde yer alan bir ruh, halinin tekrarı söz konusudur. Babasını kıskanan, ondan korkan, onun buyruklarından memnun olmayan ve hatta onun salt varlığından rahatsız olan çocuk, babasından kurtulmak istemekte, onun var olmamasını arzu etmektedir. Buna dayanarak denebilir ki, ateizm, babanın var olmaması arzusunun bir yansıması, bir projeksiyonudur. Ancak baba imajına o kadar alışmıştır ki, onsuz edememekte, baba, dolayısıyla Tanrı otoritesi yerine bir düşünürün, bir siyasi liderin, bir partinin ve sairenin otoritesini koymaktır. Feuerbach'ın yansıtma teorisine gelince bunun bazı dinler, mesela eski Yunan ve Mısır dinleri için geçerli olduğu kabul edilse bile, her din için geçerli olduğu söylenemez. Büyük harfle yazılan İnsanı bir tarafa bırakıp, sıradan bir insanın, söz gelişi Miladdan sonra 620'lerde Mekke' de yaşayan bir Arabın ideallerinin yansıması ile Kur'an'ın Tanrı kavramı arasındaki ilişkiyi görmek, Feuerbach'ın tezinin zayıflığını görmek için yeterlidir sanıyorum. Neydi bu sıradan insanın idealleri, arayıp da bulamadığı şeyler? Bol servet, çok sayıda erkek çocuk, çok sayıda kadın v.s... Bu ve benzeri arzuların yansıması, olsa olsa muhteşem bir Arap şeyhinin özelliklerini oluştururdu, İslam'ın Tanrı anlayışını değil. Feuerbach, ciddi ve tutarlı çözümlemelerle teizmin tutarsızlığını ve yanlışlığını gösterme yerine, vecize kabilinden birtakım parlak sözlerle metafizik bir problemi psiko-antropolojik bir terminoloji içinde çözmeye çalışmaktadır. 0, bize Tanrı fikrinin bir tür psiko-genesisini sunmaktadır ki, bu, savunulabilir bir ateizm için yeterli değildir. İnsan ya da insan soyu, Feuerbach'ın anlattığı yolla Tanrı fikrine ulaşmış olsa bile bu, böyle bir fikrin ontolojik bir temelden yoksun olduğunu göstermez. İnsanın, Tanrı'nın varlığı fikrine nasıl vardığını açıklamakla ateizm arasında mantıksal bir bağ yoktur. 4. Tanrı'nın Ahlaki Gerekçelerden Dolayı Reddedilmesi: Özellikle Nietzche ile felsefe sahnesinde ön plana çıkan, Sartre ve Camus gibi ateist var oluşçularca geliştirilen bir başka önemli ateistik görüş de ahlâki bir endişede çıkış noktasını bulmaktadır. Bilindiği gibi Kant, insanın ahlâki otonomisini koruyabilmek için Tanrı'nın ahlâk alanına sokulmasına, yani teolojik ahlâka temelden karşıydı. Ancak o, buna dayanarak Tanrı'nın var olmaması gerektiğini öne sürmüyordu. Tam tersine, o, Tanrı'nın varlığını, ahlâklılığın ve mutluluğun bir arada bulunması demek olan "en yüksek iyi"nin elde edilmesi için zorunlu bir postülat olarak koyuyordu. Kant'ın tanrısı bir Ahlâk Tanrısı idi. İşte Nietzche ve ateist var oluşçuların yıkmak istedikleri Tanrı fikri de buydu. Onların, antolojik, kozmolojik, teleolojik kanıtların Tanrı anlayışı üzerinde hemen hiç durmamış olmaları da bunu göstermektedir. Onlar, Kant'ın çıkış noktasını benimsemekte, ama onun vardığı sonucu ortadan kaldırmak istemekteydiler. Nietzche'ye ve var oluşçuluğun ateist kanadına mensup düşünürlere göre, ya insanın önceden belirlenmiş bir "öz"ü vardır; ya da insan tam anlamıyla karmakarışık bir akıntı içindedir; dolayısıyla özünü kendisi oluşturmak zorundadır. Nietzche, kısır ve sıkıcı akılcı felsefelerin insanın önceden belirlenmiş bir özü olduğu görüşüne dayandıklarını söyler. Yine insan, bu düşünürlere göre, ya kölece bir bağlılık ve bağımlılık içindedir yahut da, Sartre'ın deyimiyle özgürlüğe mahkûmdur. Şimdi eğer Tanrı, yani bir yaratıcı varsa, insanın bir özü de var demektir ve insan, kendi özünü oluşturma imkân ve gücünden yoksundur. Başka bir deyişle eğer Tanrı varsa, özgürlük yok demektir ve insan, kendi özünü oluşturma gücünden yoksundur. Bu imkân ve gücün olabilmesi için, Tanrı'nın olmaması gerekir. Acaba Tanrı'dan bu derece çabuk kurtulmak kolay bir iş midir? Nietzche, Tanrı'nın ölümünün ne büyük ve endişe verici bir olay olduğunun farkındadır. O şöyle der: "Dünyanın bir daha sahip olamayacağı en kutsal ve güçlü varlık hançerlerimizin altında kana boyandı. Bu, insanlığın kaldıramayacağı kadar büyük bir olaydır".13 Buna rağmen Nietzche'ye göre bu, yerine getirilmesi gereken bir işti. Eğer insan gücünün bir değeri olacaksa sonsuzca güce sahip olan bir varlığın olmaması gerekirdi; çünkü sonsuz-olanla sınırlı-olan, en yetkinle, yetkin olmayan, tamla eksik bir ve aynı dünyada barınamazdı. Camus'un deyimiyle. Sisyphus baş kaldırmalı ve her türlü tehlikeyi göze alarak özgürlüğünü ilân etmeliydi.14 Ne Nietzche, ne Sartre, ne de Camus ve ne de onlar gibi düşünenler yavaş yol alan, kılı kırk yaran serinkanlı bir düşünür gibi çıkarlar karşımıza. Onların ispat etmeye, hatta ikna etmeye ne vakit ne de sabırları vardı. Onlar, bir haykırış içindedirler; muhatapları ise, ne teolog, ne de filozoftur, sadece bunalım içinde olan insandır. Bu bunalım felsefesi, "Tanrı yoktur" demekten çok "Tanrı var olmamalıdır" diyor. Bunun için gösterdiği gerekçeler ise, aşırılıklarla dopdolu. Öyle ki, bu felsefe bize iki aşırı uçtan birini seçmemizi söylüyor. Oysa böyle bir zorunluluk yoktur. Şöyle ki; (1) Ya aşırı ve katı bir rasyonalizmi, ya da irrasyonalizmi seçmek zorunda değiliz. İnsanın kurduğu kavramsal yapının suni, zorlanmış ve gelişi güzel yönleri vardır; ama bu yapının bütünüyle kötü ve güvenilmez olduğunu söylemek mümkün değildir. (2) İnsan söz konusu olunca, niçin katı ve belirlenmiş bir tür "okult öz"le başıboş bir akıntı arasında orta bir yer bulunmasın? (3) Kölece boyun eğme ile şiddete başvurarak şiddete başvurarak sürekli bir direniş içinde bulunma arasında kalınabilecek hiçbir nokta yok mudur? Sokrates, görüşleriyle içinde yaşadığı toplumun temellerini sarsmış bir insandı; ama aynı insan ölüm cezasından kaçıp kurtulma imkânı bulduğu halde, toplumun yasalarına uymayı -isterseniz buna bir tür muhafazakârlık' da diyebilirsiniz- bir görev bilmişti. Mademki bu aşırılıklardan birini ya da ötekini seçmek zorunda değiliz; "o halde Tanrı'yı öldürmeye de gerek yoktur." Ahlaki yücelişin dinin özü olduğunu söyleyen ve onu hayatın nirengi noktası haline getiren bir varlığı ahlak adına, insanlık adına öldürmek istemek, gerçekten büyük bir bunalım içinde olmanın belirtisi olsa gerektir. 5. Tanrı. Kavramının Anlamsızlığı: Şimdiye kadar üzerinde durduğumuz çeşitli ateistik görüşlerin ortak bir yanı vardır. 0 da teizmin son derece ciddiye alınmasıdır. Aynı ciddiliği, analitik felsefe geleneğine bağlı ateist düşünürlerde ve özellikle de mantıksal pozitivizmi savunanlarda görmemekteyiz. Bunlardan - bazılarına göre, Tanrı, aleyhinde bile konuşulacak bir konu değildir çünkü Tanrı kavramı derli-toplu bir anlam ifade etmemektedir. Bu görüşte olanların ilk ele aldıkları konu ontolojik kanıt olmuştur. Bu kanıt daha çok düşünce ve dil çerçevesi içinde kaldığından dolayı kavramsal çözümleme için verimli bir alan oluşturmaktadır. Ontolojik kanıtla ilgili tartışmalar şu ana kadar ertelememizin nedeni de budur. Bilindiği gibi Anselm tarafından formüle edilen ve daha sonra akılcı filozoflarca geliştirilen bu kanıt, Tanrı'nın varlığı düşüncesinden O'nun varlığının gerçek ve zorunluluğuna gitmektedir. Kısaca söyleyecek olursak ontolojik kanıtın temel iddiası şudur: Kendisinden daha yetkinini düşünemeyeceğimiz bir varlık kavramı vardır zihnimizde. Bu varlık, ya sadece zihindedir, ya da hem zihinde hem de zihnin dışında vardır. Sadece zihinde var olan, hem zihinde hem de zihnin dışında var olandan daha yetkindir. Tanrı, terimin tanıma gereği, kendisinden daha yetkini düşünülemeyen bir varlık olduğundan O'nun hem zihinde hem de gerçekte var olması zorunludur. Biz burada bu kanıtla ilgili uzun tartışmaları bir yana bırakarak onlardan önemli olduğuna inandığımız sadece bir tekine dokunmakla yetineceğiz. Ateist olduğunu açıkça söyleyen günümüz filozoflarından J.N. Findlay, "zorunlu varlık" kavramını çözümleyerek bir tür "ontolojik ateistik kanıt" çıkarmaya çalışmıştır 15. Findlay, "Tanrı vardır" önermesinin zorunlu olamayacağını söyler. Ona göre, "zorunlu varlık" kavramı tıp "yuvarlak kare" kavramı gibi, bir zıtlığı içermektedir. Zorunlu önermelerden hiçbiri "cxistentielle" bir durumu içermez. Zorunluluk, mantıksal çıkarımlar ve dildeki kurallar için söz konusudur. Varlığa ilişkin yargılarımız ise, zorunlu değil mümkündürler. Bu durumda "Tanrı zorunlu olarak vardır." önermesi kendi içinde bir zıtlığa yer vermekte, dolayısıyla anlamsız olmaktadır. Bize öyle geliyor ki, bu tür bir çözümlemeye dayanarak ateistik bir kanıt dile getirmek kolay bir iş değildir. Şöyle "zorunlu varlık" kavramıyla varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, yok edilemeyen, sınırlayıcı herhangi bir şarta bağlı olmayan bir varlığı kastetmektedir. Bu çeşit bir zorunluluğu, mantıksal zorunluluktan ayrı düşünmek gerekir. Hatta Tanrı'nın varlığının zorunlu olması ile bizim Tanrı'nın varlığına ilişkin iddialarımızın zorunlu olup-olmadıkları hususu arasında da bir ayırım yapmak zorundayız. Gerçi bu gün birçok düşünürün "zorunlu" ve "mümkün" terimlerinden hoşlanmadıkları ve onları sadece önermelerle ilgili olarak kullandıkları doğrudur. Buna rağmen hiç kimse bu güne kadar varlığa ilişkin bütün önermelerin, kesinlikle olumsal olduklarını kanıtlayamamıştır. Bu işi, şu anda üzerinde durduğumuz tartışmanın en ciddi anlamda başlatıcısı olan Kant bile başaramamıştır. Çoğunlukla "Tanrı vardır" önermesindeki "varlık" ın konuya bir şey eklemediği, dolayısıyla gerçek bir yüklem olmadığı öne sürülmüştür. Öyle sanıyorum ki, "Tanrı zorunlu olarak vardır." önermesi, varlığın yüklem olamayacağı iddiasının boy hedefi olmamaktadır. Tanrı, "zorunlu olarak vardır", "zorunlu olarak güçlüdür" ve "zorunlu olarak bilendir" şeklindeki önermelerde, "zorunlu varlık", "zorunlu bilme" v.s, birer yüklem olmaktadır. Özetle ifade etmek gerekirse, ontolojik kanıtın birçok güçlükleri ve hatta çıkmazları bulunabilir. Ancak ontolojik ateistik bir kanıt bulabilmenin güçlükleri ve çıkmazları kat kat daha fazladır. Findlay'in "Tanrı zorunlu olarak vardır" önermesi hakkında öne sürdüğü çözümlemelere ve itirazlara benzer çözümlemeler mantıksal pozitivizm geleneğini sürdürenlerce hemen bütün teistik yargılar için öne sürülmüştür. İlhamını Viyana Çevresi filozoflarından alan birçok düşünür, dar anlamda ele aldıkları Doğrulama İlkesini teistik önermelere uygulayarak onların anlamsız olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Bu tür bir doğrulama ilkesine göre, bir iddianın doğrulama ilkesine göre, bir iddianın doğru olabilmesi için onun ya tecrübî verilerle, ya da mantık ve matematikte görülen zihinsel bir işlemle doğrulanması gerekir. İmdi "Tanrı vardır" önermesini bu yollardan biri ya da ötekiyle doğrulamak mümkün değildir; öyle ise, bir iddia anlamsızdır. Çağdaş İngiliz filozoflarından A. Flew, doğrulama ilkesinden esinlenerek bir yanlışlama ilkesi formüle etmeye çalışmış ve şöyle demiştir: Teistik iddialar doğrulanamazlar, çünkü onların yanlışlığını gösterecek hiçbir verinin bulunabileceği düşünülemez. Eğer bir iddia hiçbir şeyi inkâr etmiyorsa, yanlışlamıyorsa, doğruladığı bir şey de yok demektir. Öyle ise, "Tanrı dünyayı yarattı" veya "Tanrı insanları sever" ve benzeri iddialar anlamsızdır. 16 Her şeyden önce böyle bir çözümleme yöntemi ile hareket edilerek ateizmi savunmak mümkün değildir. Çünkü burada teistik iddialar kadar ateistik iddialar da anlamsız olmaktadır. "Tanrı vardır" iddiasıyla "Tanrı yoktur" iddiası aynı mantık statüsü içine girmektedirler. Bu durumda Tanrı'ya inanma veya inanma konusu başka temellere dayanılarak verilecek bir kararın sonucu olacaktır. Kaldı ki dilci filozoflar, özellikle Wittgenstein'in hayatının son döneminde kaleme aldığı yazılarındaki "anlam kuramı"nı geliştiren filozofların da haklı olarak belirttikleri gibi, "anlamlı olma" ile "doğrulanabilme" yi birbirinden ayırmak gerekir. Anlamlı olup da emprik yollarla ya da zihinsel bir işlemle doğrulanamayan bir sürü önerme vardır. Söz gelişi ahlak önermelerinin büyük bir bölümünü, katı doğrulama ilkesi ile doğrulamak mümkün değildir. Her dil biriminin, söz gelişi din dilinin ve ahlak dilinin kendilerine özgü bir mantığı, yani işlev görme biçimi vardır. Bu bakımdan "Tanrı dünyayı yarattı", "Tanrı insanları sever" ve benzeri önermeleri emprik önermeler gibi kabul edip çözümlemeye başlarsak, daha işin başında iken çıkmaza düşeriz. Sonuç Gerek klasik teistik kanıtlara, yapılan hücumlar, gerekse teistik iddiaların kavramsal çözümlemelerinde öne sürülen itirazlar, genellikle inancın birtakım kanıtlamalarla ayakta durduğu görüşüne dayanmaktadırlar. 0 kadar ki, bazı iddialı ateistler, Tanrı'nın varlığına ilişkin derli toplu bir kanıtın bulunmayışını ateizm için yeterli görmektedirler. Nitekim Baron D'Holbach , "Tabiat Sistemi" adlı yazısında şöyle demekteydi; Eğer Tanrı var olsaydı, bu derece akıl, bilgi hikmet sahibi varlık, kendisi hakkında bize akıl ve mantık dışı mucizelerle değil, daha doğrudan bilgi ulaştırırdı.11 Benim de şahsen dinleme fırsatı bulduğum bir BBC programında B. Russell'a şöyle bir soru yöneltilmişti: "Eğer öldükten sonra bir öteki dünya var da bu dünyada varlığına inanmadığımız Tanrı, "Bana niçin inanmadın ?" diye sorarsa ne cevap vereceksiniz ?" Russell'n soruya verdiği karşılık şu olmuştu: Tanrım, bana var olduğuna ilişkin niçin doğru dürüst bir kanıt göstermedin? Gerek D'Holbach, gerekse Russell ve onlar gibi düşünen birçok kimse, Tanrı'nın varlığına ilişkin bir tür doğrulanabilir kanıt istemektedirler. Oysa böyle bir kanıt, inanmanın özüne ters düşer. Eğer Tanrı'nın varlığı, herhangi bir emprik ya da soyut objenin varlığı gibi kanıtlanabilseydi dindeki anlamıyla inanma yok olurdu. İnanma, bilerek düşünerek inanma, bir özgürlük, bir seçim ve bir karar verme işidir. Görünmeyene inanmanın, dini deyimiyle "gayba iman"ın önemi ve değeri, buradan gelmektedir. Eğer Tanrı, varlığını önümde duran şu masanın varlığı gibi bana dıştan empoze ettirseydi, eski bir deyimle "Tanrı bi-la hicab Tecelli" etseydi, o zaman tek alternatif inanmak olurdu. Bu ise, insan özgürlüğünün sonu demektir. Hele Tanrı'nın varlığı için emprik ya da akli bir kanıtın bulunmayışını ateizmin yeter nedeni saymak, son derece naiv bir tutum olur. "Suçun kanıtlanmaması, kişinin suçsuzluğunun bir kanıtıdır" hükmü, yalnız mahkemede, o da sadece bir hukuk ilkesi olarak geçerlidir. "Hukuk ilkesi olarak" diyoruz, çünkü suçu kanıtlanmamış bir sürü suçlu bulunabilir ortada. Aslında kanıt yetersizliği, teistten çok, ateistin işini zorlaştırmaktadır; çünkü bir şeyin var olmadığını kanıtlamak, var olduğunu kanıtlamaktan daha güçtür. 'Söz gelişi, ıssız bir adaya giden bir kimse, birkaç ayak izine rastlamakla orada insanın yaşadığı ya da yaşamakta olduğu sonucuna varabilir. "Bu adada hiç kimse yaşamamıştır ve yaşamamaktadır" diyebilmek için, adanın her karış toprağının inceden inceye incelenmesi gerekir. Tanrı'nın varlığına ilişkin kanıtlar, kanaatimizce, teistin ortaya koymak istediği bazı "işaretler" ve "ipuçları"nın ötesinde fazla bir güç taşımamaktadır. 0, bu ipuçları yardımıyla bir yaratıcının var olduğu sonucuna ulaşmakta veyahut bu yolla bir başka kanaldan edinmiş olduğu inancını pekiştirmektedir. Ateistin aynı çizgide yürüyerek "Tanrı yoktur" diyebilmesi için, tabiri yerinde ise bir "kozmik beyin"e sahip olması gerekir. Öte yandan eğer pozitivistlerin iddia ettiği gibi, "Tanrı vardır" önermesi anlamsız ise, "Tanrı yoktur" önermesi de aynı ölçüde ve aynı nedenlerden dolayı anlamsız demektir. Ateistin hücumları teisti inancından vazgeçirecek güçte değildir. Bu hücumlar olsa olsa onu "imancı" (fideist) bir noktaya götürür ki, fideizm, yani "inanıyorum ama kanıtlayamıyorum" görüşü psikolojik hiçbir rahatsızlığa neden olmayan bir durak noktası olabilir. İnanan bir kimse, inancını destekleyecek bir kanıt bulamadığı için, inancından vazgeçmez. İnanmayan bir kimse de teıstık kanıtlar karşısında söyleyecek hiçbir şeyi bulunmasa da inanmayabilir. Ernest Nagel'in "Ateizmin Savunması'.' (The Defence of Atheism) adlı yazısında da işaret ettiği gibi, ateistin, "inanıyorum ve isbat etme gereğini duymuyorum" diyen bir kimseye söyleyecek hiçbir şeyi bulunamaz. 18. Binbir şüphesi olmadığı için, binbir kanıt getirmeyi gereksiz gören "kömürcünün imanı" karşısında ateistin eli ve dili bağlıdır. Özetle söyleyecek olursak, bu yazımızda ateizmi dört görüş açısından incelemeye çalıştık: (1) Klasik teistik kanıtların eleştirisinden güç alan ateistik görüşler; (2) Bazı sosyolojik ve psikolojik teorilerden kaynaklanan görüşler; (3) Ahlaki bir ilgi ve endişeden kalkan görüşler (4) Bir dizi kavram çözümlemelerinden kalkarak teistik iddiaların anlamsızlığını ortaya koymaya çalışan görüşler. Unutmamak gerekir ki, bu görüşlerin büyük bir kısmı Batı hıristiyan teizmi geleneği içinde doğmuş ve gelişmiştir. Hıristiyan teizmindeki Baba-Oğul teriminin önemle yer aldığı Üçleme (Teslis) düşüncesiyle Freud'un ateizmi İsa'nın kişiliği üzerine kurulduğu öne sürülen hıristiyan ahlakının "bir de yüzünün öbür yanını çevir" anlayışı ve insanın günahkar olarak dünyaya geldiği görüşü ile Nietzche ve Camus'un "başkaldırı"sı; köleliği ve ırk ayırımını kaldırmanın, yoksulluktan yakınmanın, Tanrı'nın yaratma bilgeliğine ters düştüğünü kabul etmekle Feuerbach, Marx ve Engels'in iddiaları arasındaki ilişkiyi -görmek pek zor bir iş olmasa gerek. Başka türden bir teizm karşısında bütün bu eleştiriler güçlerinin önemli bir bölümünü yitirebilirler. Eğer taklitten, günümüzde çok kullanılan bir deyimle "kültür emperyalizmi"nden kurtulmanın ve otantik bir kişilik ortaya koymanın bir anlam ve değeri varsa, o zaman "Tanrı öldü" yargısı karşısında herkesin şu üç soruya cevap bulması gerekir: Ölen hangi Tanrıdır? Kim öldürdü onu? Ve niçin öldürdü? Eğer ölen, günahın, ümitsizliğin, korku ve dehşetin kaynağı olan bir kavram ise, varsın ölsün. Eğer metafizik, yüzyıllar boyunca kurduğu bir yapıyı, kendi içinden gelen bir çözülme ve nihilizm ile bugün yıkılıyorsa, varsın yıksın. Ama eğer öldürülmek istenen, Tevrat'ın, İncil'in ve Kur'an'ın ortaklaşa kullandıkları bir ifadeyle "İbrahim'in ve İshak'ın Rabbi" ise, buna insanlığın gücü yetmeyecektir. ------------------------------------------------------------------------------ 1-Bk. E. Gilson, God and Philosophy, Yak University Press, 1941, c. 63 vd. 2-P. Tillich, Shaking of the Foundations, New York, 1948, s. 63 vd. 3-Krş., Sidney Hook, The Atheism of Paul Tillich, Religious Experience and Truth, New York U.P., 1961, s. 59. 4-A. Flew, The Presumption of Atheism, New York, 1976,.. 59 vd. 5-Baille, The Sense of the Presence of God, Oxford, 1939, s. 4 vd. Ayrıca bk. aynı yazarın, Our Knowledge of God, Orford, 946, s. 2. 6-J.A. T. Robinson, The New Reformation. London, 1965, s. 117-8. 7-Encyclopedia of Re!igion and Eghcs (Hasting) "Theism" maddesi. 8-D. Hurne, Diologues Concerning Natural Religion, Ed. N. K. Smith, New York, 1947, s.198. 9-Sınırlı bir Tanrı kavramından hareket ederek "kötülük problemi"ni çözmeye gayret edenlerin görüşleri için bk. E.H.Madden, "Evil and the Concept of a Limited God". Phisophical Studies, 18, 1967, 65-70. 10-E. Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, London, 1915; Sosyolojik görüşün eleştirisi için bk. J. Hick, Philosophy of Religion, New Jersy, 1965, s. 31 vd. 11-Freud, bu görüşlerine, Totem ve Tabu, Bir Yanılmanın Geleceği, Musa ve Monoteizm gibi eserlerinde geniş yer verir. Onun görüşlerinin derli toplu bir eleştirisi için bk. R.S. Lee, Freud and Christianity, London, 1948. özellikle Dokuzuncu Bölüm; ayrıca bk. E. Fromm, Psychoanolyasis and Religion, Yale, U.P., 1950, s. 21 vd. 12-Feuerbach'ın görüşleri için bk. P. Masterson, Atheism a d Alineation, (Plican Books) 13-The Porzable Nietzsche, ed. W.Kaufmann, New York, 1954, s. 95. 14-A. Camuse, The Myth of Sisyphus, İng. çev. J.0. Brien, London, 1955, s. 99. 15-J.N. Findley, "Can God's Existence Be Diepoved", New Essays in Philosophicol Theolgoy, ed. A. Flee ve A. Mac Intyre, London, 1955, s. 47-56 16-A. Flew, "Theology ad Fa1sification",New Essays in Philosophical Theology, . 98. 17-Eneyclopedia of Religion and Ethics, "Theism" maddesi. 18-E. Nagel. "The Defence of Atheism", A. Introduction to Philosophy, (ed. P. Edward ve A. Pop. New York, 1965), eserin içinde.
-
KATI SANATI
- EBRU
İstanbulda Caferağa Medresesinde ve Küçükayasofyada Fuat Başerden de kurs alabilirsiniz.- ORUÇ ÜLKESİ
Oruç, metafizik âleme açılan pencerelerin ortamıdır mümin için. Fizik karartıların gönül ışığıyla silinişi. Öteleri görüş ve ötelere eriş, maddi perdelerin inceltile inceltile öteyi gösterir hale getirilişi. Oruç, yaşadığımız günlük ve gündelik hayatı adeta bir rüyayla çeviren mutluluk anahtarı. Kanatlanan gün demek oruç ayının gündüzü. Yerçekiminin etkisinin kayboluşu sanki benliğimiz ve eşyamız üzerinde. Namazla, duayla birleşince oruç, büsbütün renklenmiş ve güçlenmiş olarak bizi, fizikötesi donanımların yıldızlı harmanisine bürür. Kalbimiz, İslâm'ın kişi için tayin ettiği edimlerle mümin kalbi haline gelir. Oruçla, namazla, hac ve zekâtla, kalb, kalb olur. İnanç, kalbde bu tür tecrübelerin tekrarıyla kökleşir. İnançtan davranışa, davranıştan inanca sürekli bir akış, oruç, namaz ve hac gibi ibadetlerin sağladığı bir kan dolaşımıdır. Sebepsiz değildir oruç, Sebepsiz değildir namaz. Mümin kişiliğinin oluşması için temel taşlarıdır. Bina, ruh binası bunlarla kuruludur. Maneviyatın kalesi, bunlarla yıkılmaz olur, pekişir. Zaman, insanı hep ölüme doğru götürürken, ramazan gelir, diriliş ayı başlar. Oruç ayı insanı ölüme değil, diriliş aydınlığına götürür. Ab-ı hayatta yıkanmaya, çiğ tanesinde göğü seyretmeğe ve gökkuşağının altından geçmeğe. Oruçsuzluk ne büyük bir boşluk olurdur, oruç zorunlu olmasaydı mümin için. Tek kişiyle başlar ve biterdi o. Oysa, ramazanda tüm Müslümanların bir ay oruç tutması, orucu toplum olayı haline getiriyor. Somut hale geliyor toplum ortasında oruç anıtı. Tabiatı daha iyi hissetmek ve dinlemek, onun söylemek istediğini daha iyi anlamak için oruç mucizesine sahiptir Müslüman. Kavramların yeniden yoklanması, tanımların yeniden yapılması için çıkarılmış bir davetiye gibidir oruç gündüzleri ve geceleri. Ve her yıl zayıflayan toplumun din bağı, yeniden güçlenir onunla. Dinin kası ve damarları çalışır hale gelir. Oruç, insanı, yeniden varolma, yeniden yapılanma, yoğrulma yolunda bir ay süren bir çileye tâbi tutar. Riyazetlerin en güzeli, en ilâhisi, en içlisidir o. Oruç, ruhun, madde üzerindeki zaferini ilân için verdiği bir savaşın adıdır. Zorludur bu savaş. Sonunda, hasat derlenir bu iradenin savrulduğu harmandan. Hırsla, ihtirasla dünyaya bağlanmanın, adeta ahireti unutmanın mevsimlerinin geçtiğini, din gününün geldiğini ilân eden bir sancaktır çekilmiş insanlık ufku burçlarına oruç. Oruç, dereceler halinde, belli sürelerde dünyanın tatil edilmesi demektir insan için. Ve ahiretin örtülerinin kat kat açılması demek. Süreklice bir gidiş geliş, bir med cezir dünya ile ahiret arasında. İnsan, bu gidiş gelişledir ki en büyük ilerlemesini yapacaktır ruh ve maneviyat alanında. Çağımız, sadece maddi sağlığa önem veren bir çağ. –gerçi o da bugün hiçbir çağda olamayacak kadar tehlikeyle karşı karşıya.- ruh sağlığı, beden sağlığından önce gelir. Çünkü: beden sağlığına dikkati de, ancak ruh sağlığı olanlar gösterecektir. Oruç, beden sağlığı için de tükenmez bir sıhhat hazinesi gibi etkide bulunmaktadır. Gıdaların tazelenen idraklerle alınması, herhalde vücudun dirilişinde birinci uyarı ve bilinç yerine geçecektir. Ay gelip ramazanı getirdiğini müjdelediğinde ne kadar sevinsek azdır. Bize Müslümanlığımızın daha bir güçlenip ilerideki yıllara geçeceğinin garantisini getirmiştir çünkü. Bize, gündüzü ve geceyi tüm anlamıyla getirmiştir. Namazları, sabırları ve şükürleri, hamdleri getirmiştir. Rızkı, rızk düşüncesini ve tevekkülü getirmiştir. Nimet fikrine erdirmiştir bizi. Oruçla namaz arasında da büyük yakınlık vardır. Sanki namaz, orucun, insan uzuvlarına yerleşmiş bir ruh olarak, kımıldamış ve kanatlanışından meydana gelmektedir. Oruç da, namazın süzüle süzüle bir buğu olup ruh, beyin ve kalbi tutmasıyla oluşmakta. Bunun için adeta birbirine aşıktırlar. Birbirlerini çağırıp dururlar hep her bahaneyle. Ruh, oruç ülkesinde büyümenin sırrını keşfeder. SEZAİ KARAKOÇ - EBRU
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.