Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

harmony

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    78
  • Katılım

  • Son Ziyaret

harmony tarafından postalanan herşey

  1. harmony

    HAZİN SALTANAT

    Bu hazin saltanatı, kendinin sanma... Hepsini bırakıp, hiç olup söneceksin... Ey insan, boşuna gururlanma... Çıplak geldiğin gibi, çıplak döneceksin...
  2. harmony

    AŞK ve ÖZGÜR İRADE

    AŞK ve ÖZGÜR İRADE Aşk, Yüce bir kavramdır. Ama ne yazık ki, insanlarca henüz kavra- namamıştır. Aşk'ın anlaşılamaması ya da Yanlış anlaşılması, toplumu o- luşturan bireylerin, aşk'a hatalı yaklaşımlarından kaynaklanmaktadır. Aşk'ı sadece kadın ve erkeğin arasındaki duygu yoğunluğu ile kı- sıtlamak, onu cendereye sokmaktır. Kadın ve erkek arasındaki aşk, aşk basamaklarından sadece biridir ve önemli bir basamakdır. Fakat bu ö- nemli basamak da yanlış anlamaların ve dejenerasyonun kurbanı olmuş- tur. Erkek ve kadının birbirlerinden hoşlanmaları ve bir ilişki süreci yaşa- maları, aşk yaşamak şeklinde ifade edilir hale gelmiştir. Bu ifade şekli, aşk'ı yerlerde sürünür hale getirmiştir... Oysa aşk, tüm sınırlamaların ötesinde, özgür irade ile yaşanır. Hiçbir kalıba sığmaz ve baskıya gelmez. Kadın ve erkek arasındaki yaşa- nışı, eril ve dişil dengeyi sağlayıcı güç oluşturur ve bu haliyle, bilinen kav- ranışların çok ötesindedir. Aşk halinin diğer yüzleri bizi bu halin içindeki diğer basamakları çık- ma konumuna getirir. Bu basamakları tek tek çıkarken, aşk'ın bir çok yü- züne bakarız. Önce, karşı cinsimize aşk duyarız. Ardından, bu aşk'ın sonu- cunda ortaya çıkan yeni aşk kaynakları bizi cezbeder. Evlat aşk'ı bunlar- dan biridir... Bir anne için çocuğu, başlı başına bir aşk yoğunluğudur. yaşamının merkezi konumuna gelmiştir. Onun için, gerekirse meslek aşkından bile vazgeçebilir. Ya da sanat aşkından... Yaşamımda ve insanlarla kurduğum ilişkilerde, daima özgür ira- deye önem verdim. Benim için önemli olan, insanların özgür iradeleri ile, hareket etme serbestliği içinde olmalarıydı. Karşılaştığım veya ilişki kur- duğum kişilerin davranışlarına ket vurmadım. Fakat bu ilişkilerimde prob- lemler yarattı. Sevgi duyduğum insanlar, bu yaklaşımımı anlayamadılar. Onlara söylemiş olduğum, senin isteğin ve özgür iraden dışında, hareket etmem, iletişimimi ancak sen istersen keserim, bunun dışında asla sen- den ve seni sevmekten vazgeçmem demem anlaşılamadı... Sevdiğim insanın, benle bağını koparmasına özgür iradesine ve iste- ğine müdahale etmemek için ses çıkarmadım. Ama o kişi, kendisine duy- duğum sevginin bittiğini, kendisini kandırdığımı zannetti... Halbuki ben, acıların ve üzüntülerin en yoğununu yaşıyordum. Fakat o bunu bilmiyor ve anlayamıyordu. Benimle aniden iletişimini kes- ti ve bunu yaparken de, en ufak bir açıklama yapmadı. Ondan, en azından bunu beklerdim. Aşkta kapris olmaz. Ama, aşkta özgür iradeye saygı esastır. Zorla, bir insan bağlanamaz. Böyle olmasaydı, zaten aşk olmazdı...
  3. harmony

    YAŞAM BUDUR...

    Yüzünü alıyorum elime yaşam budur , Bir gülün akşamı da budur Seninle doğmak yeryüzüne her sabah Ve silinmek seninle. Sen yollara yürürsen , çiçekler de yürür, şaşarım gülüşünün ardından güneş doğmazsa, Bir çocuk kapılari kırıp kırlara koşmazsa, Sen ufuk çizgisinin düşüncesiyle özgür, Gülüşü ışık olup da yüzüme akan düş, Sen uzak kıyıların denizkızı, Sen benim yüreğimde açan gülsün.. Benim sevgim, zaman ve uzaklıkla sınırlı değildir. Zamanı kaldırınca aynı andayız. Uzaklığı kaldırınca aynı yerdeyiz. O zaman her an ve her yerde seninle birlikteyiz... Eğer çölde açan bir çiçek olsan Seni kurutmamak için hep ağlardım. Gözyaşımda bir damla olsaydın, Seni kaybetmemek için asla ağlamazdım. Yanağına konan kar tanesi eriyip dudaklarına indiğinde, Hissettiğin o bir damla serinliği benimle paylaşmak istersen, Yönünü rüzgara dön ben o rüzgardayım... Sen dünyaya sürgün bir meleksin Ve ben seni o kadar çok seveceğim ki Bir daha cennetine dönemeyeceksin Ne seni unutmak gibi bir çaba var yüreğimde, Ne seni görmeden durabilecek kadar güçlüyüm, Ne de kaybetmeye dayanacak kalbim var. Sevgi bir yıldızdır yanıp sönen , Masmavi bir düştür gökyüzünde hiç ölmeyen , Sevenlerin mumudur sevgi , Eriyip de hiç bitmeyen.....
  4. harmony

    GİZLİCE SEVİYORUM SENİ...

    Gizlice seviyorum seni Kimse bilmesin,duymasın Yüreğimde saklıyorum seni Sen bile bilmiyorsun. Yüreğim yansada alevler içinde Ağlasamda seni her düşündüğümde Kaybolsam bile kadehler içinde Ben seni gizlice seviyorum. Açıklarda bir gemiye benziyorum Binlerce balığın benden haberi yok Denizlerin içinde kayboluyorum Denizin bile benden haberi yok. Gizlice seviyorum seni Tarifi imkansız duygular içinde Sen gözlerimin içinde,her baktığım yerde Yolum hep çıkmazlarda hikayem yalan kitaplarda Sürgün gibi diyarlarda hep gizli kalacaksın Ben gizlice seviyorum seni. yüreğimin köşesinde Ve bir gün gelip ben ölürsem Kendini bulacaksın benim kalbimde. Ben gizlice seviyorum seni.
  5. harmony

    BENİ DÜŞÜN...

    Bu günlerine bakıp sakın ola aldanma İçine çaresizlik çökünce beni düşün! Aynalara bakarken güleceğini sanma İntizarım boynunu bükünce beni düşün! Kaybolan umutlar da yıkılan hayallerde Yaradan'a sığınan açtığın bu ellerde Bedenimde günahın dolanırken dillerde Gözlerin kanlı yaşı dökünce beni düşün! Bak şimdi gözünde yaş sözünde bin pişmanlık Düşün şöyle maziyi nerde kaldı düşmanlık Hani hep söylenir ya ömür ise bir anlık Dilin yürekten bir of çekince beni düşün!
  6. harmony

    BİLİRİZ...

    Bir tıkınmayı bir de ıkınmayı biliriz, nerede duygu, nerede sevgi bilinmez... Hayat öyle bir yazı yazmış ki alnımıza, kezzapla da silsen silinmez... Arada bir kaç insan çıkar, istisna da olsa. Belki onlar da sapıtırdı, cepleri para dolsa...
  7. harmony

    ŞÜKRAN DUYMAK...

    Şükran duymak da bir yaklaşım tarzıdır ve bizim müteşekkir olacak o denli çok şeyimiz var ki... Loise Redden isimli çok fakir giyimli bir kadın yüzünde bir hüzünle bir manava girer. Dükkan sahibine mahcup bir şekilde yaklaşır. Kocasının çok hasta olduğunu, çalışamaz duruma düştüğünü ve yedi çocuğu ile birlikte aç kaldıklarını ve yiyeceğe ihtiyaçları olduğunu söyler. John Longhouse isimli manav ona ters bir şekilde bakarak derhal dükkanını terketmesini ister. Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek, lütfen efendim der, paramız olur olmaz getirip borcumu ödeyeceğim. John kendisine bir kredi açamıyacağını çünkü onun eski bir müşterisi olmadığını, kendisinde bir hesabının bulunmadığını söyler. O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri ikisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir. İçere girerek Johna yaklaşır ve ben o kadının almak istediklerine kefilim der. Ailesinin ihtiyacı olan şeyleri ona ver. Bunun üzerine manav çok isteksiz bir şekilde kadına döner ve bir alış veriş listen varmıydı diye sorar. Louise"Evet efendim" der. "Tamam" der manav. Şimdi onu terazinin şu kefesine koy, onun ağırlığınca diğer kefeye istediklerinden koyacağım.!" Louise bir an duraksak, sonra başını önüne eğer ve çantasını açarak üzerine bir şeyler karalanmış bir kağıt parçasını çıkartır ve manavın kendisine gösterdiği kefeye özenle bırakırken başı hala öne eğiktir. Manavın ve diğer müşterinin gözleri terazinin kefesine dikilirken hayretle büyümüştür. Manav müşteriye dönerek , kısık bir sesle, "İnanamıyorum." Der. İnanılacak gibi değeldik. Müşteri manava gülerken manav çoktan diğer kefeye eline geçeni doldurmaya başlamıştır ama nafile, diğer kefeyi yerinden bile kıpırdatamamıştır. Terazinin kefesi artık üzerindekileri almayacak kadar doldurduğunda çaresiz hepsini bir torbaya doldurarak kadına verir. Şaşkınlıkla üzerinde bir şeyler çiziktirilmiş kağıdı eline alır ve okur. Bir de bakar ki orda bir alış veriş listesi yoktur. Sadece bir dua yazılıdır. "Tanrım neye ihtiyacım olduğunu sen bilirsin, kendimi senin ellerine teslim ediyorum." Manav taş gibi bir sessizliğe bürünmüştür. Loise kendisine teşekkür ederek dükkandan ayrılır. Müşteri Johnun eline bir elli dolarlık tutuştururken, her kuruşuna değdi, der. Daha sonra John Longhouse terazisinin kefelerinin kırılmış olduğunu görür. Bu nedenle duanın ne kadar ağır çektiğini sadece Tanrı bilir...
  8. harmony

    ZAMAN TAPINAĞI-7

    Onlarsa daha çok arayacaklardı. Bu huzursuzluk, güvensizlik ondandı. Herkes ayaklarını yere basabildiği ölçüde mutlu olabilirdi anneme göre. Geleceğin bu denli belirsiz oluşu da, ayakları o sağlam yerden uzakta koyardı. Önündeki yemeğe hışımla uzanıp herkesten çok yeme çabasında bir koca gövde. Büyük ağabeyim. Canlı, atak. Cesur yüreği kavgadan uzak koymazdı onu. Güçlü kolları taşı iyi yontardı ama ona güzelliğini verecek sabır yoktu yüreğinde. Bir gün geldi, asker olacağını söyledi. Orduya kabul edilmişti. Eğitimler, savaşlar... Kim bilir en son ne zaman gördüm onu. Annemden sonra en çok konuşanımız, küçük ağabeyim. Her gün bir başka öyküsü olurdu. Değişik olan her şey ve garip öyküler çekerlerdi onu büyüleriyle. Duyduğu her öyküyü kendinden bin katarak anlatırdı bize. Anlatırken gittiği yerlerde yemek tabağı çok uzağa düştüğünden annem sık sık uyarmak zorunda kalırdı onu. Kervanların gelişini dört gözle beklerdik. Uzak diyarlardan getirdikleri çeşitli malları sererlerdi tüccarlar gözler önüne. Belki de hiç görmeyeceğimiz ülkelerden gelen eşyalara el sürmek ne değişik heyecanlar veriyor insana. Ben de severdim renkli eşyaları ve masalları, ancak ağabeyim kadar iyi anlatmayı beceremedi dilim.
  9. harmony

    KOMBUCHA

    Kombucha(Kombu çayı); çok eski zamanlardan kalmış olmakla birlikte,son teknolojiler kadar da moderndir ve yüzyıllardan beri, saç kaybından, sağlık kaybına kadar birçok hastalığın tedavisinde kullanılmış ve başarılı sonuçlar vermiştir. Kombucha, son zamanlarda medyanın da, dikkatini çekmiştir. Bazıları onu, sağlıkla ilgili son çılgınlık diye tanımlarken, bazıları yıllarca deneyip, sonuçları alınana kadar tedbirli davranmayı tercih ettiler. Ancak, bir avuç insan, Kombucha'nın insanlık tarihinde, önemli bir sağlık olayı olduğunu kanıtladılar. Zamanlama mükemmel. Son yirmi yılda, batı tıbbı ilgisinin bir bölümünü,hastalığı iyileştirmekten ziyade, hastalığı önleme konusuna kaydırdı. Süper teknolojistlerden oluşan toplumumuz, eski kültürlere kulak vermeye başladı. Bir hastalığı iyileştirirken, bir dizi yeni hastalığın çıkmasına sebep olan ilaçlar yerine, insanlık bugün daha değişik yöntemlerin beklentisi içindedir. Her ne kadar medyanın bir bölümü kadim geçmişi inkar etse de ve tıp adamları, ev- de hazırlanan preparatların riski konusunda fikir yürütse ve tartışsa da toplum, Kombucha'nın neler yapabileceği konusunda merak ve umut içinde. Düşünün ki, evde her gün çok ucuza hazırlanabilen bir içecek, kozmetik ve tıbbi bir dizi sorunu, önleme ve tedavi etme gücüne sahip. Şimdiye dek, hastalıkları önlemek ya da tedavi etmek için, bağırsak florasının sıhhileştirilmesi gerektiğini pek az duyduk. Kombucha, gerekli maddeleri vücuda eklerken, bu işlemi, halkın benimseyeceği şekle sokar. Kombuchanın içinde enzimler, yardımcı bakteriler, bakteri asitleri, notralize ve detoksife(zehirden temizleme işlemi) yapan asitler ve anahtar vitaminler vardır. Dünyada bazı küçük insan toplulukları vardır ki, hemen hemen her evde kombucha tüketilmesi dolayısı ile, yaş ortalaması 100'ün üzerindedir. Yaşlılık problemleri hiç gözlenmemiştir. ve tüm bunlar normal sayılmaktadır. Günde 60-120 gram çay sabahları aç karnına içildiğinde, zehirden temizleme nedeni ile bağırsak düzeninde, bir değişme hissedilir. Bu etki, bir kaç gün geçtikten sonra, kendiliğinden kaybolur. Vücut, zehirli atıklardan temizlenme sürecinden geçerken ve bağlayıcı dokularla hücre duvarları yenilenirken, kişiden kişiye gözle bariz gözlenebilir ya da hiç gözlenemez tarzda değişik likler gösterecektir. Kombucha, iki bin yıldan fazla bir zamandır belgelenmiş olan bir maya enzim çayı dır. Tazeleyici bir özelliği vardır ve tadı çok güzeldir. Sadece basit ev malzemeleri ile hazırlanabilen bir formülle, büyük bir yelpazede yer alan bir çok hastalıkları tedavi ettiği ve sağlığı yenilediği belgelenmiş hayat uzatıcı bir tonik hazırlanabilmektedir. Aynı zamanda, Mançurya Mantar Çayı olarak da bilinen toniğin, kayıtlara geçmiş ilk kullanımının, İsa'dan önce Çin İmparatorluğunun Tsin Hanedanı zamanında olduğu saptanmıştır. O zamanlar Kombucha'ya Ölümsüzlük ilacı ya da, Divine Tsche adları verilmiştir. Almanya, Fransa, Rusya, Çin, Japonya, Kore, Hindistan, Endonezya, Brezilya, Meksika, A.B.D ve Kanada'daki doktorlar, bilim adamları ve araştırmacılar Kombucha hakkında belgelendirme yapmışlardır. Aşağıdakiler, Kombucha'nın bir çok değişik isimlerinden bazılarıdır. Kombucha İksiri Combuchu Tschambucco Kwassan Teekwass Ölümsüzlük İlacı Volga Kaynağı Champignon de Longue Vie Bu geleneksel ilaç tamamen doğaldır ve şimdiye dek kaydedilmiş, her hangi bir yan etkisi yoktur. Basit olarak, bir kavanozda biyo-kimya laboratuvarı yaratılmaktadır. Rusya'da insanların 130 yaşının üzerinde yaşadıkları Kargasok isimli bir yer bulunmaktadır. Bu aktif yüz yaşlılar, uzun yaşamalarının sırrını, yüzlerce yıldır diyetlerinin bir parçası haline gelmiş maya enzimine bağlamaktadırlar. Bu insanlar adeta birer sağlık timsalidirler ve gözle görülür çok az yaşlanma belirtileri gösterirler. Ciltlerinde neredeyse hiç kırışık yoktur. Her gün en az 240 gram civarı kombucha içerler. Bu çayın kökeninin, M.Ö. 221 yılı Çin'ine dayandığına inanırlar. Ona, Ölümsüzlük İlacı adı verilmiştir. M.S. 414 yılında Koreli Dr. Kombu, Japon İmparatoru Inkyo'yu tedavi et- mek için bu ilacı Japonya'ya getirmiştir. Daha sonra bu mantar çayının kullanımı, Rusya, Hindistan ve Avrupa'ya yayılmıştır. Ayrıca, Kanadalı kızılderililerin geleneksel bir ilaç olarak kullanmış oldukları da duyulmuştur. 1950'lerin başında, Sovyet bilim adamları ve kanser araştırmacıları, II. Dünya Savaşı sonrası kanserin fazla artışının sebebini araştırmışlardır. Ural dağlarındaki Kama nehrinin üzerinde yer alan Perm bölgesinde, iki yöne bilimsel araştırma heyeti göndermişler, bu iki bölgede neden hiç kanser olayına rastlanmadığı konusunda oldukça meraklanmışlardır. Önceleri insanların yaşam tarzlarında, belirli bir değişiklik bulamamışlardır. Hatta onların, kurşun, civa ve amyant maddeleri ile kaplı bir bölgede yaşadıklarını farketmişlerdir. En sonunda her evde, tea kvass denen fermante edilmiş bir tas içecek bulmaları onlara çok ilginç gelmiştir. Başka bir ilginç rapora göre, Ronald Reagan, mantar çayının yararı konusunda bilgi almış ve kanser tedavisinin bir parçası olarak onu kullanmıştır. Kemoterapi sonrası metastasın oluşmasını takiben, A.B.D.'li bir takım hekimler Alexander Solzhenitsyn'nin “Kanser Bölgesi”kitabını referans göstererek, kendisine bilgi vermişlerdir. A.B.D.'ye iltica eden bu ünlü Rus yazar, bu Sovyet işçi kampında kanser tedavisi görmüştür. Başkan Reagan'ın yardımcıları, kitaptaki referansları izlemişler ve kendisinin kanseri yenmesini sağlayan çay kültürünü elde etmişlerdir. Reagan'ın günde bir litre içmesi sonucunda, kanseri tamamen iyileşmiştir. Kombucha bağırsak sistemini güçlendirici, en önemli içkidir. Kısa sürede farkedilen, bir iyileşme yaratmadığı hiç bir hastalığın görülmediği ve çok ilerlemiş kanser vakalarının, üç aylık bir kullanım sonucunda iyileşme gösterdiği söylenmektedir.
  10. harmony

    ZAMAN TAPINAĞI-6

    USTA'NIN HİKAYESİ... Kulaklarımda keskinin taşa vuruş sesleri. Yüzlerce keskinin yüzlerce taşı işleyişinin sesleriyle her günkü gibi bir gün. Ustalarım harıl harıl ortalığı toza buluyorlar. Bir gün o toz kalkacak ve tanrıların lütfuyla onlara armağan olacak olan benim ellerimin çizdiği kutsal yapı çıkacak ortaya. Ben bu cesareti nereden buldum ? Kutsal olana kutsal armağanlar sunma cesaretini; yaratma cesaretini... Kızgın güneşin altında, toz bulutları arasında birbirleri üzerine eğilmiş bir adam, bir çocuk. Adamın saçları sakalları toza bulanmış. Ve kirpikleri. Sabırla dokumakta vücudunu kavuran güneşi önündeki taşa. Kralın bir oğlu olduğu gün başlamışlardı bu sarayı yapmaya. Kahinler hayırlı haberler getirmişlerdi yolcudan. Yerlerin, göklerin ve ikisi arasındaki tüm canlıların hükümdarı olacaktı doğacak çocuk. Sarayı da ona layık olmalıydı. Gelen bir güneş kraldı güneş kralın yerine. Bu saray da güneşin sarayı olmalıydı. Babam bir taş ustasıydı. Onun yanında öğrendim her taşı, her türlü yontu tekniğini. Babam iyi bir ustaydı. Öyle söylerlerdi. Önündeki taş yavaş yavaş kendi tozu içine gömülürken susar, susardı. Bazen gözleri işinden biraz kalkar, beni görünce gülümserdi. Böyle zamanlarda aletlerini taşın üzerine bırakır, kendisi konuşmaya başlardı. Çok kısa ve öz olurdu bu anlar. Taşı dinlememi ister, bunu nasıl yapacağımı anlatırdı. “Ne işlediğime bak,” derdi. “Her taşın ve her desenin sesi değişiktir. Önce duymayı öğreneceksin. Sonra daha yolun uzun.” Burada duraklayıp yüzümü avucuna alır; “Sen,” derdi “Senin yolun benimkinden çok uzun.” Böyle ara verdiği zamanlarda, taşın üzerinde biriken tozu temizlememe izin verirdi. Aletlerini; çekicini ve keskisini kutsal şeylere nasıl dokunulursa öyle alırdım taşın üzerinden. Parmak uçlarımda algıladığımın gözlerime aşikar olması beni en heyecanlandıran kısmıydı babamın yanında geçen saatlerin, günlerin. Ustabaşı Kartalgöz de, ben ona öyle derdim, beni böyle çalışırken görünce şakadan kaşlarını çatar, “Dışarıdan gelip iş tutanlara yevmiye yok !” derdi. Sonra gülüp eklerdi. “Babana iyi bak. Onun ellerinin nasıl iş işlediğini gör. Onun kadar iyi bir usta olunca bir gün kendi yanıma alacağım seni.” Hayır. Bunu, bu son kısmı yalnızca bir kere söyledi. O an aklıma koymuştum işte. Ben, ustaların ustası olacaktım. Ailem... Yemek yerken sık sık durup onları izlerdim. Sanki onları kafamda dondurup taşa işleyecekmişim gibi. Ses çıkarmadan hızlı hızlı yemek yiyen kızkardeşlerim. Onların aksine durmadan konuşup gülen annem. Babam, onunla konuşmayı severdi. Sürekli birbirlerine birşeyler anlatıp gülerlerdi. Konuşmaları ve kahkahalarıyla bezenirdi soframız. Çok yorulurdu annem. Yine de her zaman her yerde, hepimizin yanındaydı. Gülüşü en büyük desteğimizdi. Şimdi gözlerimin önüne geliyor da; nasıl özledim. Hep birlikte yemek yediğimiz bir akşamüstü, suya uzanan ince bedeni, yüzüne düşen üstlerini ördüğü uzun kara saçları belirdi önümde. Sürmeli gözler her birimizi bir kez daha süzdü, sanki hiç gitmemişler gibi. Ağabeylerim de taş işlemeyi öğreniyorlardı başka ustaların yanında. Ancak yüzlerine baktığım- da orada bir taş ustası göremiyordum. Doğru işi yapanlardaki yüz aydınlığı yoktu onlarda. Nedense bana kızarlardı. Bu hevesim onların isteksizliğini daha da ortaya çıkardığı için mi ? Çekingen devinim lerle, gözleri masadan ayrılmadan yemek yiyen kızkardeşlerim. Hep sessizdirler. Ağabeylerim beni üzdüğünde annem beni avutur, onlara kızmamayı öğretirdi. Ben şanslıydım. Ne istediğimi bulmuştum.
  11. harmony

    ZAMAN TAPINAĞI-5

    KUDS... Kuds; birleşim noktası. Başlangıcı ve bitişi dünyanın. Kutsal olanın dünyaya sunulduğu, kutsal olanın bekçilerinden gizlendiği nokta. Bu kristal, dünyanın bereketli toprağı üzerinde durur, geldiği yerde... İşlenmemiştir, Belkıs'ın göğsünü süsleyen elmas gibi. İşlenmesine gerek yoktur. Işığı içindedir onun. Gücü, dünyanın gücüdür. Üzerinde, onu hazırlayıp oraya diken ellerin sadakatini, sevgisini taşır ona bakana. Aslında kararmamıştır. Yalnızca bakan gözlerin sadakatsizliğinden gizler kendisini. Saf gözler, saf yürekler görecektir bakir ışığını. Bu kristal, alın çakrasıyla ilgilidir. Yüreğiyle bakanlar yalnız ışığını görürler. Ancak onu gerçekten görenler alın çakrasından bakanlardır. Kirletmeye çalışanlar da yine bunlar olmuştur. Ve gözleri kapatılmıştır, doğru yönü seçene dek onlar.
  12. harmony

    ZAMAN TAPINAĞI-4

    BELKIS'IN MEZAR ODASI... Siyah parlak bir taştan bütün mezar. Obsidiyen; ayna-taş. Öyle siyah ve öyle parlaktır ki; Belkıs'ın güzelliği sonsuza dek yansıyacak buradan ışık olup yeryüzüne. Mezarın üzerinde Belkıs'ın kutsal vücudunun kabartması var. Kutsal, çünkü o varlığın en güzel simgesiydi. Kendini öyle yarattı. Burada ondan başka hiç süs yok. Odanın hemen dışında, yukarı çıkan merdivenler var. Aynı taştan. Her birinin basamağında yaşamın, maddenin simgeleri kazınmış. Üzerlerine basmadan girilemesin diye mezara. Ve şöyle der Belkıs, Mezarın kapısı üzerinde: Her gecenin sonu mu gördüğün Başlamakta mı yoksa yeni bir güne Yaşlı bedenin ? Bir gecenin sonu mu gördüğün, Umutla haykırmakta mı yoksa Bir bebeğin genç sesi Yeni bir güne yaşlı bir dünyada Yıl almış bir ruhla ? Burada yatmakta bedenim Ey ölümlü ! ... Ey beden, buraya girmekte olan Bil ki buraya ancak Ölümsüzlük girebilir Geride bırak yaşamı her adımda Unutma yaşamı, ne de varlığı Ama ölüm ve yokluk bulacağın Bu kapının ardında ! Ey ölümlü ! Sonsuzluğunda gel...
  13. harmony

    ZAMAN TAPINAĞI-3

    YAŞAMIN İLK ŞARKISI... Süleyman dedi ki Usta'ya: “Buraya yaşamı işledin sen, her işarete. Burada her canlının yaşamı ve ölümü, varoluşu ve yokoluşu var. Ondan da ötede; burada varlık ve yokluk var. Kutup var. Kutupsuzluk var. Şimdi sana bunları anlatacağım, sen de işleyeceksin taşlara; sonsuza dek orada kalabileceklermiş gibi. Ve ben diyorum ki sen, ey ustam, bitirdiğinde, nasıl şimdi sen benim önümde eğiliyorsan öyle eğileceğim önünde. Çünkü benim sana anlatıp yaşayamadıklarımı sen anlatacak aktaracaksın. Ve bunun için de yaşayacaksın.” Usta, kulağında, ruhunda Süleyman'ın sesiyle aldı kağıdı önüne. Yazmaya başladı önce: “Ölüm” , dedi. Yaşamdan önce gelirdi ölüm. Sesten önce sessizlik vardı. Ancak sessizliği anlatan da sesti. Bunun üzerine, bir de yaşam yazdı önündeki kağıda. Kuşlar çizdi. Çünkü kuş sesleri geldi kulağına. Süleyman fısıldamıştı ona kuşların meramını. Saçakların altında yuva olacaktı onlar için. Tanrının çatısı altında onlara da yer olacaktı ki tüm kötülükleri kovsunlar kanatlarının rüzgarıyla. Yaşamın en alt kıstasta sesi buydu işte. Yaşamın ilk şarkısıydı... Varlık yokluktan gelir. Bu afallattı usta'yı. Bir şey anlamıyordu. Şekiller çizdi eli. Yaratan ve yok eden deniz gibi. Bizler için nedeni bilinmez uysallığının ve hırçınlığının. En olumluyu en olumsuza çevirir gibi. Yoksa tersi mi ? Ancak bu, yalnızca ruhlar için. Evrenin denizi çok daha durgun, çok daha çalkantılıdır. Her an durgun, her an dalgalı. Varlıktan yokluğa, yokluktan varlığa devinip durur; her an yoklukta, her an varlıkta. Ya bunu nasıl anlatacak usta ? Ve nerede anlatmalı. En sert taşa işlenir sonsuzluk. Sanki sonsuza kadar orada olabilecekmiş gibi. Öyle dedi kralım, öyle dedi her canlıdan haber alan, geleceği bilen. Hareket etmiş ona doğru geleni bilen. Halbuki sonsuzluğa varlığın ihtişamını, neşesini işlemek gerek. Evet, işte bir anahtar daha sana usta. Bu dünya, üzerindeki varlığı işlemek, güzelleştirmek içindir. Bu dünya, varlık kendisini görebilsin diyedir.
  14. harmony

    ZAMAN TAPINAĞI-2

    Zamanla zamansızlığın birleşimidir Süleyman Tapınağı. Yerin, denizlerin ve göklerin birleştiği noktadır. Her şeyin birleşip göğe yükseldiği noktadır. Yerlerle göklerin ayrı olmadığının bu dünya üzerinde bile yaşandığı noktadır. Güneşin yüzlerinden biridir Süleyman. Belkıs, ayın yüzlerinden biri. Güneş, Süleyman'ın bir yüzüdür, Ay , Belkıs'ın bir yüzü. Güneşle Ayın tapınağıdır Süleyman Tapınağı. Güneşle Ayın birbirine kavuştuğu ancak yine de hep ayrı kalacaklarını bildikleri o noktadır. Usta, bunu bilmiş ve böyle söylemiştir. Belkıs'ın gözyaşları, buradan yağmur olup yerleri, yeryüzünü ve gökleri yıkayacak. Dünyanın üç denizi, Belkıs'ın gözyaşıyla yıkanacak arınacak. Üçü birbirine kavuşacak en sonunda. Yepyeni bir deniz doğacak bu beraberlikten. Ve yepyeni bir yaşam... Belkıs'ın gülüşü orada ve hep orada olacak. Oradan ışıtacak doğmamış, yaşayan ve yaşamış dünyayı. Aynı noktadan. Güneşin ışığını yaratılanlara dağıtacak, dağıttı, dağıtıyor. Ve güneşin ışığını gözyaşlarında eritip sunuyor, sundu, sunacak. Süslemeler, ayın ve güneş ışığının tamburdaki pencerelerden belli zamanlarda düştükleri noktalara yerleştiriliyor. Her biri birer şifre. Taşın yanı sıra metal de kullanılıyor bu kubbenin iç tarafındaki süslemelerde. 12 sayısı önemli. Daha çok göksel imgeler kullanılıyor ve bu çember dönebiliyor. Gezegenlerin yıllık hareketlerine göre döndürülebiliyor. Özellikle ayın ışığının yansımasına göre hareket ediyor. Ayın belli bir günü, ışığın düştüğü sembolün altında, beyazlar giyinmiş bir rahibe duruyor. Rahibeler halka olmuş. Hepsinin gücü... ay ışığı ve sembolün gücü o rahibe üzerinde toplanıp ana kristale yansıtılıyor... Rahibenin ve kristalin üzerinden yansıtılıyor. O alan altın ve gümüş ışıklarla yıkanıyor. Bütün önemli noktaları kapsıyor bu. Tapınağın çevresinde altından ve gümüşten bir yoğunlaşma... Bütün alan yıkanıp arındırılıyor. Tapınak ilk yapıldığı yerde değil bugün. Kristal karardı çünkü. Herşey düzeltilmeye çalışılıyor önce, sonra taşınıyor tapınak. Ancak enerjisi hala orada. İşlevini yerine getiriyor. İşte her an orada olması ve olmamasının anlamı bu. Ve tapınağın taşınması ile, esas tapınağın; yeraltındaki tapınağın da girişi kapatılıyor. Alt tapınağın inşasında yeraltı ülkesinden gelenler çalışıyor. Yeraltından taşları ve madenleri taşıyorlar, işliyorlar. Süslemeleri yapanlar ise Deniz Ülkesinin Evlatları. Girişi kaplayan büyük rölyef, önce yerde işleniyor. Sonra duvar örülüyor. Çok yavaş ve büyük bir özenle yapılıyor herşey. Sütunların üzerindeki yılanların pulları bile tek tek işleniyor. Sevgi yüklü bu tapınak. Deniz ülkesi, Yeraltı ülkesi ve Dünya çocuklarının Amon'a sevgisiyle yüklü. İşte buydu oluşturulan. Dünyada yaratılan kötülük, kristali karartınca uzaklaştırıldı tapınak. Bu sevgi alanı bozulmasın diye. Ancak o saf sevgi orada hala. Sor hakime Kim tutar gökte ayı Dil söyler, kulak işitmez tufanı Kor yürekler yanar Sönerse gönüller söner Işığı söner dünyanın Zaman, zaman içinde Gerçek hayal içinde Hayal deniz içinde Deniz benim, Suyu benim içimde Tuttuğun ne, bak eline Benim dediğin dönmemiş mi toza ? Hakimi olduğun nedir ? Sen bilmezken kendini Ellerde bir tutam çorak toprak Eller benim olmayınca
  15. harmony

    ZAMAN TAPINAĞI

    Gözlerimi kapamış oturuyorum halımın üzerinde. Taşı işleyen keski seslerini dinliyorum. Diyorum ki ustalara; vücut, insan vücudu kutsaldır. Kutsal şeyleri barındırır. Bu yüzden kutsaldır tapınaklar. Kutsal şeyler barındırırlar ve insan vücudunu yinelerler. Şeklini ya da oranlarını. Vücudun kalbi sarmaladığı, ruhun zırhı olduğu gibi. Ve kutsal yerlere ancak onu bilen ulaşabilir. Kalbin sesini bilen, o sesi dinleyen ulaşır. Duymak için kalbin yanında olmak gerekmez. Yapı, o sesi dışarıya en mükemmel bir şekilde yansıtmak için kurulur. Yapı, ruhun en kolay hareket edebileceği bir biçimde kurulur. Ve her bir taş, en kutsalı oluşturmak için olması gereken yere konur. Özenle işlendikten sonra. Ve işte ben, tapınağın en ortasında oturup sesleri dinliyorum. Tapınak yavaş yavaş oluşurken. Sesin tınısını dinliyorum. Tını tam olmalı ki, Süleyman'ın sesi gürlesin, bu çatı altındakilerin başlarına altın yağmur damlaları gibi aksın. Bina tamamlanırken eskiyor ve yıkılıyor bir yandan. Aynı anda. Döngü tamamlanıyor her an. Ustalar yeşil taşlara, birbirinin içine geçmiş kıvrık dallar ve yılanlar işliyorlar. Bir heykel yontuyor bir usta. Mermerden. Heykeli o yontuyor ama gülümsemesini heykelin ben koyuyorum. Saçlarını ben dalgalandırıyorum. Gözlerdeki bakışı ben koyuyorum; saçları, gözleri, dudakları o işliyor Işıltıyı ben veriyorum. Ve tapınak bir yandan yapılırken yıkılıyor öbür yandan. İhtişamın bu dünyada geçici olduğunu hayal olduğunu bildirmek için. Ve Süleyman'ın Tapınağı'nın bile günü gelince yıkılacağını, taşlarının taşınacağını ama barındırdığının hep bütün olarak kalacağını anlatmak için. Tapınak, Ustabaşı, Süleyman'ın ve Belkıs' ın temsilcisi olarak orada bulunmakta. Ve çalışmak- ta durmadan. Onların güçlerini... Amon'un gücünü, gönlünü tapınağın her taşına kendi alınteri ve göz yaşı ile işlemekte. Her bir çekiç sesi, Amon'un şarkısında bir nota olmalıdır... Bir nota... Ve çalışmak çalışmak çalışmak istiyor O'nun yolunda. Her bir taş diğerinin üzerinden yükselmekte. Ve her taş bir diğerinden ayrı ancak onlarla bir bütünün zerresi olduğunun bilincinde. Her biri yaşamakta ve yaşlan- makta. Yaşamın izlerini, gözyaşlarını taşımakta her biri. Belkıs'ın gözyaşları Kutsal Merkez'in altın- daki odaya düşmekte. Orada ağlamış ve sonra Niobe'nin çocukları ardından ağladığı gibi. Ustanın içinde, kalbine damlar Belkıs'ın gözyaşları. Güzel gülüşü parmaklarının ucundaki ak mermeri şekillendirmekte. Süleyman'ın sevgisi saçlarını bukle bukle kıvırmakta. Tapınağın içindeki tören nasıl bir tören olacak, dedi usta Süleyman'a. Kutsal rahip ve rahibeler yürüyüp çember olacaklar bir yüreğin çevresinde. İç çemberde rahipler, dış çemberde rahibeler var. Ve böylece ortada Süleyman'ın idareci vurgusu temel olacak tapınağa. Ve tapınak onun çevresinde, Belkıs'ın sevgisi ile, doğanın sağaltıcı gücü üzerinde yükselecek. En ortadaki kararmış kalp, Amon'un çocuklarının kalpleriyle temizlenecek. Ve hep öyle kalacak. Bir başka tapınak olacak bu dağın içinde. Bu, özel olacak Belkıs ve Süleyman için. Onların ilahi aşkları birleşecek burada ve akacak tüm dünyaya. Yeryüzü, yeraltı ve denizlerin çocuklarına aşklarını sunacaklar buradan. Ve gizli olacak. Gizlenmesi gerektiğinden değil. Kutsal ama kutsal ne demek? Buradaki enerji yakar kavurur buraya başka giren olursa. Gizlenmesinin amacı, çocuklarını korumasıdır. Ve böylece yeryüzünün temelleri altına gizlendi en kutsal olan. Toprak emsin diye enerjileri. Duvarları kayalara oyuldu. Yer ülkesinin Deniz ülkesine bağlantısı olacak, dedi Süleyman. Denizin naif bedeni ve coşkunluğu toprakta emildi, dinginleşti bu noktada. Burada bir ağırlık noktası gereki- yordu bu üçlü birleşim noktası için. Özel güç merkezi inşa edilmesi gerekti. Sistem yapı yapılırken aynı yerde, aynı anda yapılacak. Zamanın başladığı yerde zamansızlık vardır. Geçmiş, gelecek ve şu an olarak nitelendirilenler hep o andadır. Hep kendileri olarak ve hiç aynı kalmayarak... Süleyman Tapınağı yapılırken aynı anda yıpranır ve yıkılır. Çünkü o, hem o noktada, hem de değil. Hep orada oldu ve hiçbir zaman orada olmayacak. Orası, zamansızlık noktasıdır. Zamanın kurgulandığı noktadır. Her şeyin her an yaşandığının bu dünyada bile algılandığı, anlaşıldığı, yaşandığı noktadır.
  16. harmony

    ANZAKLI ÖMER

    1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor: "Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork'da Medical Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektro kardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim. Siz Türk müsünüz? Kaşlarını yukarıya kaldırarak "Hayır" manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum: Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir? "Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki: ?Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...? Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu: ?Siz Türk müsünüz?? ?Evet Türk'üm? İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı: ?Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım Avustralya Anzaklarından ... İngilizler bizi toplayıp dediler ki: Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine vaatlerine... Savaşmak isteyenler arasına katıldık. ?Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: ?Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman... Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.? Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti: ?Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. iyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki, kendi kendime: Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla "Yazıklar olsun bana" dedim." Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış" diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce..... Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. işte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte? Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: ?Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler misiniz? dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu: Peki niçin Ömer ismini, vermişler sana ? Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adı vermiş. Yahu senin adın müslüman adı mı? Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: ?Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun. "Olsun. Peki doktor beni müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?" Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için , soramadığı için konuşamıyormuş. Tabii dedim müslüman olmak çok kolay. Sonra kendisine imanın ve islamın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i Şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı islamiyete olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı... Mırıldandı: Siz müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah'ımı ansam olur mu? Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk?ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti. Beni yalnız bırakma olur mu? Ne gibi Ömer amca? Ara sıra gel de bana islamiyeti anlat! sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum . Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki içimden "Bizim Ömer amca galiba yolcu?" hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile, koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şahadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti.... Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. "Ne yalan söyleyeyim, ağladım."
  17. harmony

    TEMİZLİKÇİ..

    Microsoft şirketinde, temizlikçi olarak işe kabul edilen bir kişiye, şirket yetkilisi, giriş işlemleri için birkaç belge getirmesi gerektiğini söyler. ?Bana e-posta adresinizi veriniz ki? der, ?Ben de size, getirmeniz gereken belgelerin listesini göndereyim.? Temizlikçi adayı, boynunu büker, ?Benim e-posta adresim yok, efendim? der, ?Çünkü henüz bir bilgisayarım bile yok.? Microsoft yetkilisi bu yanıttan hiç memnun kalmaz, ?Bir e-posta adresiniz olmadığına göre, ben de sizi, yaşayan bir kişi olarak kabul edemeyeceğim? der ve devam eder, ?Bu durumda sizi işe almamız söz konusu olamaz.? Bir iş bulma sevincini bir anda yitiren adam, tüm serveti olan cebindeki 10 dolarıyla ne yapacağını kara kara düşünerek Microsoft binasından ayrılır. Gider ?10 dolarlık domates? satın alır ve kapı kapı dolaşarak, ?domatese ihtiyacınız var mı?? diyerek, bunları satmaya başlar. Akşam olduğunda serveti bir kat artmış, cebindeki 10 doları, 20 dolara çıkmıştır. Adam, bu işi üç gün üst üste yaptıktan sonra, servetini 160 dolara çıkardığını görünce, bundan böyle geçimini ?domates alım satım işinden? sağlamaya karar verir. Her sabah evden biraz daha erken çıkar, eve biraz daha geç döner ve parasını ise her gün bir kat daha arttırır. Kısa bir süre sonra işini daha da büyütür. Önce bir el arabası, daha sonra ise bir kamyon satın alır. Öykümüzün kahramanı kişi, aradan 5 yıl geçtikten sonra, ?ABD?nin en büyük gıda dağıtımcısı? olur. Artık sıra, milyonlarca doları bulan servetinin yanısıra, tüm aile bireyleri ve kendinin sağlığını koruyabileceği bir sigorta yaptırmaya gelmiştir. Sigorta poliçesini hazırlayan acente görevlisi, gerekli kağıtların doldurulmasından sonra ondan, e-posta adresini ister, ?Bize e-posta adresinizi bırakınız ki, hazırlayacağımız ödeme çizelgesini size hemen gönderebilelim? der. Adam, büyük bir içtenlikle, bir büyük eksiğini açıklar, ?Fakat benim eposta adresim yok ki...? Sigortacı, gözlüğünü indirir ve adamın yüzüne şaşkınlık ve hayranlıkla karışık bir ifadeyle bakar, ?Çok tuhaf, e-posta adresiniz olmadan bir imparatorluk kurmuşsunuz? der ve aklını karıştıran soruyu sorar: ?Ya bir de eposta adresiniz olsaydı, kim bilir o zaman ne olurdunuz?? Adam, buruk bir gülümsemeyle yanıt verir, ?Ne olurdum, çok iyi biliyorum? der, ?Microsoft şirketinde temizlikçi...?
  18. harmony

    YAŞAMIN ALTIN KURALLARI...

    1. "Keşke" sözcüğü yerine "bir dahaki sefere" demeyi dene! 2. "Özür dilerim" derken karşındakinin gözünün içine bak. 3. "Seni seviyorum" derken inanarak söyle. 4. Allaha güven - ama arabanı kilitle. 5. Anlaşmazlıklarda dürüstçe savaş. 6. Anne ve babanın kahkahalarını banda kaydet! 7. Anneni say, sev, ara. 8. Arkadaşlarına borç verirken ihtiyatlı davran, ikisini de kaybedebilirsin! 9. Asla başkalarının hayalleriyle dalga geçme. 10. Asla birilerinin umudunu kırma; belki de sahip olduğu tek şey odur! 11. Ayrıntı profesörü olma! 12. Az tanıdığın birine rastladığında elini uzat ve adini söyle; seni animsayamayabilir! 13. Bak, aynı zamanda da baktığını gören ol. 14. Başka bir iş ayarlayıncaya kadar istifa etme! 15. Başladığın her isi bitir! 16. Başarının gerçek olup olmadığını anlamak için karşılığında neler verdiğine bak. 17. Bazen istediğin bir şeyin olmaması senin için bir şanstır. 18. Bilgi; insanı kuşkudan, iyilik; acı çekmekten, kararlılık; korkudan kurtarır. KONFÜÇYÜS 19. Bir berbere saçının kesilme zamanı gelip gelmediğini asla sorma! 20. Bir gazeteci ile konuştuğunda unutma ki son sözü daima onlar söyler! 21. Bir kavgada ilk sen vur ve sert olsun! 22. Biraz yalnız kalmaya özen göster. 23. Biri sana sarıldığında önce onun kollarını gevşetmesini bekle! 24. Birisine "seni seviyorum" deme fırsatını asla kaçırma! 25. Bol bol gülümse; hem maliyeti sıfırdır hem de bedeline paha biçilmez! 26. Büyük düşün ama küçük zevklerin de tadına var! 27. Büyük sözler vermekten korkma ama yerine de getir! 28. Cesur ol, değilsen bile öyle davran, kimse aradaki farka anlayamaz! 29. Daha fazla kitap oku, dostlarını ara, daha az TV seyret. 30. Derinden ve inançla sev. 31. Ders alınmış başarısızlık başarı demektir. 32. Dinlemeyi öğren; bazı fırsatlar kapıyı hafif tıklatır! 33. Dostun olsun istiyorsan, dost ol. 34. Dua et. Büyük güç verir. Düşün. Daha da büyük güç verir. 35. Eğer biri sana cevap vermek istemediğin bir soru sorarsa gülümse ve "neden bilmek istiyorsun?" de. 36. Eğer çok paran olursa, başkalarına yardım et. Paranın en zevkli tarafını kaçırma. 37. Eğer hata yaptığını fark edersen, hemen onu düzeltmeye bak, bile bile devam etme. 38. Eğer kaybedersen, aklını da kaybetme. 39. En iyi ilişkin, birbirinize olan sevginiz, birbirinize ihtiyacınızdan fazla olduğu zaman olacaktır. 40. Evlenmeden önce en az altı ay nişanlı kal. 41. Geldiğin zaman boşluk dolduran değil, gittiğin zaman yeri doldurulamayan ol. 42. Geniş ol, rahatla, ölüm-kalım gibi durumların dışında hiç bir şey göründüğü kadar önemli değildir! 43. Gerektiğinden fazla verici olma; zaman zaman hayır demesini öğren! 44. Göğün her yerde mavi olduğunu anlamak için dünyayı dolaşman gerekmez. 45. Gülmek için mutluluğu bekleme, sonra tebessüm bile edemezsin. 46. Güzel giyin, insanlar giydikleriyle karşılanır! 47. Güzel giyinmek için çok uğraştığını bildiğin birine "harika görünüyorsun" de! 48. Güzel, şerefli bir hayat yaşa. Yaşlanıp geri baktığında ikinci bir defa tadını çıkarırsın. 49. Hak ettiğini düşündüğünde maaşına zam iste! 50. Hayatin her zaman adil olmasını bekleme! 51. Her duyduğuna inanma, elindekinin hepsini harcama ve istediğin kadar uyuma. 52. Her gün 3 kişiye iltifat et! 53. Hiç kimsenin sözünü kesme! 54. Hüküm vermeden önce her iki tarafı da dinle! 55. İlk izlenimlerine güvenme! 56. İmkânlarının altında yaşa! 57. İnsanlar gerçeği her zaman bilmek istemezler! 58. İnsanlara değerlerini hissettirebileceğin fırsatları kolla! 59. İnsanlara verdiğin nasihatlerin tersi davranışlarda bulunma! 60. İnsanların adlarını anımsa! 61. İnsanların gözlerinin içine bak! 62. Is bitmeden önce asla ödemenin tamamını yapma! 63. İyi bir avukat, muhasebeci ve tesisatçıyla ahbap ol! 64. İçinden ne geliyorsa yap. Doğal ol. 65. İnsanlar hakkında konuşulanlara inanıp onlar hakkında karar verme. 66. İnsanlara beklediklerinden fazlasını ver ve bu işi yaparken kibar ol. 67. İnsanları yargılarsan, onları sevmeye zamanın kalmaz. 68. İşini iyi yap. 69. Karnin açken asla yiyecek-içecek alışverişine çıkma! 70. Kaybedecek hiç bir şeyi kalmamış insanlardan uzak dur! 71. Kırılabilirsin belki ama başka türlü de hayatını tam yaşayamazsın. 72. Kimse tek başına başaramaz; sana yardımcı olanlara minnet duy! 73. Kişiliğini ve kimliğini hiçbir değerle değiştirme! 74. Konuşmayı sevdiğin biriyle evlen Yaşın ilerledikçe sohbet her şeyden fazla önem kazanacaktır. 75. Köprüleri atma, ayni nehirden bir kaç kez daha geçmek zorunda kalacağına şaşıracaksın! 76. Kredi kartlarını kolaylığı için kullan, kredisi için değil! 77. Küçük bir tartışmanın tüm dostluğu mahvetmesine izin verme. 78. Misafirlikte yemeği övmeyi unutma! 79. Mutluluk, sorunsuz bir yaşam değil, onlarla başa çıkabilme yeteneği demektir. 80. Ölmeden önce kendine bir mezar yeri satın al ve sık sık oraya git! 81. Önce kuralları öğren, düşün, karar ver ve bazılarını boz. 82. Önceliklerini iyi tayin et; kimse ölüm döşeğinde işyerimde daha fazla zaman geçirseydim demez! 83. Öperken gözlerini kapamayan sevgiliye güvenme. 84. Övgü ve takdirini belirtme fırsatlarını kaçırma! 85. Sana Yapılan iyiliği mermere, kötülüğü toza yaz.. 86. Sana ziyarete gelenleri ayakta karşıla! 87. Satır aralarını da oku. Bilgilerini paylaş. 88. Senden çok fazla veya çok az parası olanlarla para konuşma! 89. Sevdiklerinle tartışırken, o anı önemse, geçmişi kurcalama. 90. Sevgi için kollarını kapalı tutma, sonra kendinden başka tutacak şey bulamazsın. 91. Sınırsızca sev, her gönülde çiçek olacağına bir gönülde buket ol. 92. Sürekli "ben dürüstüm" diyen veya o havaları takınanlardan şüphelen! 93. Şunu bil ki, karakterin senin kaderindir. 94. Şunu bil ki, sessiz kalmak bazen de en iyi cevaptır. 95. Şunu daima hatırla ki, büyük aşk veya büyük yatırım daima büyük risk taşır. 96. Telefonda konuşurken gülümse. Karşındaki sesinden gülümseyişini duyacaktır. 97. Telefonu coşkulu ve dinamik bir sesle aç! 98. Telefonun önemli bir ani bölmesine izin verme; herkesin telefonu kendi kolaylığı içindir, arayanların kolaylığı ve keyfi için değil! 99. Unutma bir insanin en derin duygusal ihtiyacı takdir edildiğini hissetmesidir! 100. Üç "S" yi unutma: Sevgi - herkese, Saygı - kendine, başkalarına, Sorumluluk - tüm hareketlerin için. 101. Ününü koru, en büyük servetin odur! 102. Yaslan ama paslanma! 103. Yavaş konuş, ama hızlı düşün. 104. Yeniliklere açık ol, ama ille de değişmeye çalışma. 105. Yılda bir defa, daha önce gitmediğin bir yere git. 106. Yuvanda sıcak bir ortam yaratmak için elinden geleni yap. 107. Zamanı ve sözleri dikkatsizce kullanma; ikisi de geri alınamaz! 108. Zarif ol, kimseyi bile bile kendinden soğutma!
  19. harmony

    İSİMSİZ MELEK...

    Gözlerini açmak için büyük mücadele etmesine rağmen henüz gözlerini açamıyordu. Nerede olduğunu ve kendini görmek istiyordu. Vücudu yeni şekillenmiş, artık bir bebeğe benzemeye başlamıştı. O dünyaya gelmeye hazırlanan, annesinin karnında mutlu mesut büyüyen bir cenindi. Kızdı ve isminin ne olacağını çok merak ediyordu. Arada bir ellerini hareket ettiriyor, bacaklarıyla neler yapabileceğini hesap etmeye çalışıyordu. En çok içinde bulunduğu yeri merak ediyordu. Kimi zaman sesler duyuyor, kulak kabartıp bu anlamadığı seslerin ne olduğunu dinliyordu. Acaba nasıl bir yerdeydi, ah gözlerini bir açabilseydi görebilecekti. Yavaş yavaş sıkılmaya başlıyordu bulunduğu yerden. Henüz ismi koyulmamış minik kız bebeği bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. O seslerin sahibini, annesini görmek istiyordu. Bazı zamanlar bulunduğu yerin üzerinde gezen birşey farkediyordu. Herhalde annesinin eli olmalıydı. Onu farkettiği anda heyecanlanıyor, henüz yeni çalışmaya başlayan kalbi küt küt atıyordu. Farklı birşeyler hissediyordu, sanki bir tutku, sanki değişik duyguların karışımı vardı annesinde.. Ah annesini bir görebilseydi.. Yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Anlaşılan artık zamanı gelmişti. Sonunda son zamanlarda oldukça fazla sıkıcı olan bu mekandan kurtuluyordu. Sonunda annesine kavuşabilecek, gözlerini açabilecek ve onu görebilecekti. Feryatlar eşliğinde bulunduğu yerden biraz daha ilerledi. Sert iki el onu bacaklarından tutup hızlıca çekti. Annesi öylesine bağırıyordu ki, kulakları acıdı. Ne olduğunu bile anlayamadan soğuk bir alana çıkmıştı. Sıkıcı yerde onu saran sıcak su bile yoktu. Sert eller hızla poposuna vurup, onu salladılar. Halen gözlerini açamamıştı, sadece bağıran annesini ve sert elli bir kadını hissedebiliyordu. Daha fazla dayanamayıp ağzını açarak oda " Anne ağlama.. Lütfen ağlama.. " diye bağırmaya başladı. Üşümüş ve dinlenmiş bir halde kendine geldi. Kollarını ve ayaklarını oynatamıyordu. Anlayamadığı birşeye onu sımsıkı sarmışlardı. Aniden iki el bulunduğu yerden isimsiz miniği aldı ve kucağına yerleştirdi. Yüreği yine küt küt atmaya başlamıştı. Bir zamanlar sadece hissedebildiği o sevgi dolu, tutkulu eller onu alıp yumuşacık bir yere yerleştirmişti. Kendini alan kişinin annesi olduğunu çok iyi biliyordu. Annesini mutlaka görmeliydi.. Yavaşça gözkapaklarını kaldırmaya çalıştı. Koyu lacivert gözleri ufacık açılmıştı. Sislerin çekilmesinden sonra hayal meyal annesini gördü. Yaşlı gözlerle kendisine bakıyordu. "Acaba annem neden ağlıyor ?" diye düşündü. Herhalde kendisinin geldiğine çok sevinmiş olmalıydı. Soğuk nedeniyle annesinin göğüslerine başını yasladı. Annesinin kalbide tıpkı onunki gibi hızlı hızlı atıyordu. " Canım annem, biricik annem " diyerek tekrar bağırmaya başladı. Annesi yavaş ve şefkat dolu hareketlerle minik bebeğinin ağzına göğsünü verdi. Sonra uyumasını bekledi.. Sırtına giren buzdan bıçaklarla uyandı isimsiz minik bebek. Üşüyor ve titriyordu. Fakat hala annesinin kollarındaydı. Başını annesinin göğsüne iyice yasladı. Annesi bu soğukta nereye yürüyordu acaba ? Bir beşikte sallanırcasına, annesinin kucağında ilerlemeye devam etti. Çok uykusu vardı, eğer soğuk canını yakmasaydı bu şefkat dolu sıcak kollarda hemen uyuyabilirdi. Asla burdan ayrılmayacağım diye düşündü. O büyüyüp, abla oluncaya kadar hep annesinin kucağında kalacaktı. Böylesine sevgi dolu sıcacık yerden kim ayrılırdı ki.. Öylesine seviyordu ki annesini, konuşmayı öğrendiğinde ilk onun adını söyleyecekti. Şimdiye kadar görmediğine göre, galiba zaten babası yoktu, yada onu merak etmemişti. Hiç önemli değil diye düşündü, bu sıcak kucağa sahip, gözüyaşlı annesi onun için yeterdi.. Annesi durdu. İsimsiz bebek gözlerini açıp etrafa baktı. Ama heryer karanlık olduğundan hiç bir yeri göremedi. Neden durdu acaba annem diye düşünürken, yüzüne garip duygularla dansetmiş, ılık ve tuzlu bir damla düştü. Annesi, gözlerinden minik bebeğin yanağına damlalar damlatıyordu. Neler olduğunu anlayamıyordu, annesi neden ağlıyordu? Gözlerini kapattı. Göğsüne bir kağıt parçası sıkıştırıldı. Yanaklarında annesinin dudaklarını hissetti. Soğuktan çatlamış olmasına rağmen, tutku ve sevgi kokan dudaklar, isimsiz minik kızın yanaklarından yumuşakca öptü. Bu öpücüğü asla unutmayacaktı. Yaşadığı günlerde hissettiği en güzel duyguydu. İtinayla ve yavaşça yere bırakıldığını farkettti. " Hayır , hayır anne bırakma beni kucağından " diye haykırmaya başladı. Sıcacık ve sevgi dolu kucaktan, soğuk ve sert mermet bir zemine koyulmuştu. Hala haykırıyordu. Annesinin kucağından inmek istemiyordu, üstelik çok üşüyordu. Annesi arkasını döndü, bir kaç adım attı. " Anne, ne olur gitme, anneciğim lütfen beni bırakma! " diye son sesiyle tekrar haykırmaya başladı. Annesi durakladı. Geri döndü. İsimsiz bebek yavaşça sustu. Gelip tekrar kollarına almasını bekliyordu. Fakat annesi gelmedi, tekrar arkasına dönüp, feryatlar arasında hızlıca uzaklaşarak, gecenin, soğuğun ve merhametsizliğin karanlığında kayboldu.. Ne kadar ağlayıp haykırdığını bilmiyordu. Tek hissettiği soğuktu. İliklerine kadar üşüyor ve bir taraftanda belki gelir diye annesini çağırıyordu. Hareket etmeye çalıştı, belki kalkıp annesinin arkasından koşmalıydı. Fakat kollarını ve ayaklarını sıkıca bağlayan beyaz bezden dolayı hareket edemiyordu. Hareket etse bile koşmayı bilmiyordu ki.. Ama annesi için hemen öğrenebilirdi belki ? Soğuğun etkisiyle ayaklarını hissetmemeye başladı. Çırpınmaya çalışan kollarıda yavaş yavaş kayboluyordu. " Anneee.. " diye tekrar haykırdı. " Anneciğim neden beni bırakıp gittin, anneciğim yok oluyorum.. anneciğim lütfen gel beni al.. " haykırmaları boşunaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde haykırmalarına sadece sokak köpekleri yanıt veriyordu. Artık kollarınıda kaybetmişti. Ayaklarım, kollarım ve göğsüm neden kayboldu acaba diye düşündü. Annesizlikten olsa gerekti. Annesi onu bıraktığı için yavaş yavaş kayboluyordu. Yok olacağını, soğuk çenesine ilerleyince farketti. Artık hiç birşeyin anlamı kalmamıştı. Doğru düzgün düşünemiyordu bile. Neden buraya bırakılmış, neden terkedilmişti ? Henüz ismi bile koyulmadan, ne günah işlemişti ki ölüm cezasına çarptırılmıştı ?.. İsimsiz minik kız bebeğinin bırakıldığı cami avlusunda, sabah ezanları çınlamaya başladı. Bir bebeğin annesine " Geri dön anne " haykırmalarının, ınga sesine dönüştüğü yürek parçalayıcı serenat, Allahu Ekber seslerine karıştı. Martılar, sokak köpekleri, hiçbiri bu sahneye dayanamamış, son sesleriyle ağlıyorlardı. Minik bebek gözlerini kapattı. İki damla çıktı gözlerinden. Biri gözpınarının hemen yanında, diğeri ise yanağında donmuştu. Gözlerini son kez kapattı. Bir daha görmek istemiyordu. Ezanla beraber, miniğin seside kesildi. Bir mum alevi gibi yavaşça sönmüştü. O artık ruhları sıkan ve dünyanın sonunu hazırlayan siyah renkteki merhametsizliklere lanet eden, vicdansızlığa tutsak edilmiş bir melekti..
  20. harmony

    TEKAMÜL

    İnsanlar tekamül etmek için tekrar doğarlar. Ruh bütün evrenlere dağılmış olan Tanrı Kanunlarını, insan bedenini kullanarak araştırır ve öğrenmeye çalışır. Fakat bu bilgi tek bir hayat içerisinde elde edilemez, çünkü bilgi sonsuzdur. Ruhlar, evrenin her yerinde tekrar tekrar doğarlar. Her tekrar doğuşunda biraz daha bilgi ve tecrübe kazanarak yükselirler. Gerileme yoktur, yani insan gene insan olarak doğar; ceza olsun diye bitki ya da hayvan bedeninde doğmaz. Ruh, insan değildir; ruh, bitki ya da hayvan da değildir. Bunlar tekamül araçlarıdır. Bunun için ruh, bitki, hayvan ve insan bedenlerini kullanır. Her tekrar doğuş yeni bir role bürünmektir. Ruh, her seferinde dünya sahnesinde yeni bir rol oynar ve işi bitince çekilir. Geçmiş hayatlarımızı neden hatırlamıyoruz? Çünkü unutan bedene ait hafızadır; ruha ait olan hafızamız hiç bir şeyi unutmaz. Yeni bir bedenle, yeni bir hayata başlayan ruhun, dünya hayatında başarılı olması için geçmiş yaşamını unutması gerekir. Geçmiş yaşamları hatırlamak, şimdiki hayatımızın sebebini bilmek demektir. Halbuki dünya hayatının gayesi, deneye yanıla çaba göstermek ve tecrübe kazanmaktır. Bu sebeple geçmiş hayatlarımızı unutmamız büyük bir kolaylıktır. Geçmiş hayatlar kendiliğinden ve deneysel olarak hatırlanabilir Gerçek adalet tekrar doğuşla sağlanır. Evrenin idaresi; bazı insanlara uzun ömür, zenginlik, sağlık, güzellik ve şans dağıtırken, bazılarına kısacık bir ömür, fakirlik, hastalık, çirkinlik ve bahtsızlık vererek keyfi davranan bir tanrının elinde olmadığı gibi, tesadüflerin elinde de değildir. Evrende her şey Tanrı'nın koyduğu Kanunlarla işlemektedir. Tesadüf yoktur. İşte, gerçek adalet, Sebep-Sonuç Kanununa göre sağlanır. Daima bir Tanrısal Dengelenme vardır. Yukarıdaki maddi değerler, ruhun bilgi ve tecrübesini artırmaya yarayan vasıtalar olup, hepsi dünyada kalacak olan göreceli değerlerdir. İnsan kaderini kendi oluşturur. Tanrı, varlıklarını bu güçte yaratmıştır. Maddesel evrende her şey Sebep-Sonuç Kanununa göre yürür. Bu kanun gereği, ne ekersek onu biçeriz. Yaşadığımız bütün olaylar, başımıza gelen her şey, daha önceki hayatlarımızda yaptıklarımızın doğal sonucudur. Bir hayatın sonucu, gelecek hayatı hazırlar. Bir hayat kendisinden önceki hayatın sonucudur. Tanrı kimsenin alnına kara yazı yazmadığı gibi, kimseyi kayırmaz; dili, dini, cinsiyeti, ırkı ve milliyeti ne olursa olsun, bütün insanlar O'nun nazarında birdir. İnsan, kendi bilgi ve görgüsüyle sınırlı hür bir iradeye sahiptir; yani seçme yapabilir. O halde Sebep-Sonuç Kanunu'na göre iyilik de, kötülük de insandandır ve asla bir adaletsizlik söz konusu değildir. Ne kadar ıstıraplı olaylar yaşarsak yaşayalım, ne başkalarını ne de Tanrı'yı suçlama hakkına sahip değiliz. Çünkü her şeyin sorumlusu insanın kendisidir. Seçmenin sorumluluğu insana aittir. İnsana hatalarından dolayı ceza değil, telafi imkanı verilir. Mükemmel olan Tanrı, mükemmel olan ruhu, maddesel tecrübesizliğinden dolayı azarlamak ve cezalandırmak için yaratmamıştır. Evrenin hiç bir köşesinde ruhu yakabilecek bir ateş mevcut değildir. Dünyada beden vasıtasıyla tekamül etmekte olan ruh, dünyanın şartları gereği ancak deneye yanıla, hata yaparak bilgi edinebilmektedir. Hiç bir şeye hırsla bağlanmamalıyız. Yaşarken sahip olduğumuz her şey geçicidir ve Ruhsal Yöneticiler tarafından bize emanet olarak verilen tekamül araçlarıdır. Belirli amaçlara onları kullanarak ulaşırız. Bir gün mutlaka dünyada bırakılacak olan maddi şeylere duyduğumuz ihtiras, bencillikten kaynaklanır. Bencillik ise evrendeki Yardımlaşma Kanunu'na aykırıdır. Her işte aklımızı ve vicdanımızı kullanmalıyız. İnsana ışık tutup yolunu aydınlatacak yegane iki rehber, aklı ve vicdanıdır. Vicdan ruhun sesidir ve insan madde olarak zarar görse bile, bu sese uyduğu sürece tekamül eder. Vicdanın uyarılarına göre hareket etmek, insanı en büyük yaşam amacı olan Evren Kanunları'nı öğrenmeye götürür. Vicdan sesini susturmak, örtmek yerine; anlayış ve şuurlu hareketlerle bu sesi daha çok güçlendirmek gerekir. Doğa Kanunları'na uyup uymamanın ölçüsü vicdandır. İnsanın ahlak öğretmeni kendi içindeki vicdanıdır. Vicdanın bağımlı olduğu yerlerde gelişme olmaz. Gerçek sevgi, vicdan sesi güçlenince doğar. Olaylardan ders almasını bilmeliyiz. Evrende sebepsiz, manasız ve rasgele hiç bir olay yoktur. Her olay, Sebep-Sonuç Kanunu çerçevesinde cereyan eder ve mutlaka insanın yararlanabileceği gizli ya da aşikar bir bilgi taşır. Bu sebeple olayları çok iyi gözlemek ve onların dilinden anlamak gerekir. Ruhsal Yöneticiler gelişmemiz için bize pek çok olay yaşatırlar. İnsan dünyada ancak ıstırap çekerek gelişiyor, çünkü bağlandığı pek çok şey vardır ve onların elinden alınması insana acı verir. Ama acı da verse, insan kibirini, gururunu, kıskançlığını, alınganlığını, cimriliğini ve bencilliğini terk etmek zorundadır. Kendi üzerinde bu çalışmayı yapmamak, başkalarının zararı pahasına kendi çıkarını düşünmek ve mutlu olacağını sanmak kendini kandırmaktır. Gerçek mutluluk insanlara karşılıksız yardım etmek ve onları sevmekle kazanılır. Kendimizi tanımalı ve kontrol etmeliyiz. Hayat, kendi rahat ve çıkarımızı düşünmek, mutluluk hayalleri peşinde koşmakla değil; kendimizi tanımaya, yani özümüzü bilmeye çalışmakla değerlenir. Kendine hakim olamayan insan, bedeninin, duygularının esiri olmuş gibidir. Daima olumlu düşünüp, olumlu davranmalıyız. İnsanların ne oldukları değil, ne yaptıkları ve ne niyetle yaptıkları önemlidir. İnsan sadece yaptıklarından değil, düşündüklerinden de sorumludur. O halde insan, her işi Tanrı'nın işi bilerek, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmalı ve yaptıklarından dolayı maddi ya da manevi herhangi bir karşılık beklememelidir. Başkalarını da kendimiz gibi bilmeliyiz. İnsanın aslı Ruh'tur. Diğer insanlarla olan farkımız, sadece geçici olan bedenden dolayıdır. Beden örtüsünün altında bütün insanlar aynıdır. O halde işin esasını bilenlerin diğer insanlara sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörüyle davranmaları, onların da gerçeği öğrenmeleri için yardımcı olmaları gerekir. İnsanların kendilerine göre yaptıkları toplumsal sınıflandırmalar yanlış ve hayal'dir. Zira dili, dini, cinsiyeti, ırkı ve ekonomik durumu ne olursa olsun, insan bedenlerinin arkasında, öz olarak eşit olan ruh varlıkları vardır. Her insan dünyaya tekamül için inmiş ruh varlığıdır. Bu sebeple geçireceğimiz deneylerde ve sınavlarda aynı okulun öğrencileri, aynı geminin yolcuları olarak birbirimize yardımcı olmamız gerekir. Hiç bir insan yalnız, çaresiz ve yardımsız değildir. Kapıyı çalanlar açıldığına da şahit olurlar…
  21. harmony

    HOŞGÖRÜ...

    Bir zamanlar birlikte yaşayan ve küçük bir toprak parçasını yine birlikte ekip biçen baba-oğul vardı. Yılda birkaç defa yetiştirdikleri sebzeleri satmak üzere bir öküzün çektiği arabalarına yüklerler ve en yakındaki şehre giderlerdi, isimleri ve üzerinde yaşadıkları toprak parçası dışında, baba ve oğlun paylaştığı hemen birşey yoktu. Birbirlerinin tam tersi yaratılıştaydılar. Baba ne kadar sakin ve ağır kanlıysa, delikanlı o kadar aceleci ve hırslı bir mizaçtaydı. Işıl ışıl bir günün ilk saatlerinde, yine kağnılarını ürünlerle doldurup uzun yolculuklarına başladılar. Oğul, daha hızlı ve hiç durmadan gündüz-gece giderlerse, bir sonraki günün erken saatlerinde şehre ulaşabileceklerini hesaplamıştı. Bu yüzden, daha hızlı yürümesi için öküze bir sopayla vurup durdu. "Sakin ol, oğlum" dedi yaşlı adam. "Daha önünde çok zaman var." "İyi ama baba" diye itiraz etti oğul. "Pazara diğerlerinden önce ulaşırsak, ürünlerimizi daha iyi fiyatla satma fırsatımız olur." Babası cevap vermedi; şapkasını gözlerinin üzerine indirip oturduğu yerde uykuya daldı. Oğlu öküze vurmaya devam etti ve inatla hızını değiştirmedi. Yola çıktıktıklarından beri dört saatte ancak yedi-sekiz kilometre yol kat emişlerdi. O sırada, küçük bir evin yanından geçiyorlardı. Baba uyandı ve gülümseyerek şöyle dedi: "Amcanlara gelmişiz. Duralım da selam verelim." "Tamam da zaten bir saat kaybettik" diye sızlandı oğlu. "Birkaç dakikadan birşey olmaz" diye sakince cevap verdi baba. "Kardeşimle birbirimize o kadar yakın yaşadığımız halde birbirimizi çok az görüyoruz." İki yaşlı adam kardeşiyle bir saat boyunca şen şakrak sohbet ederken, oğul huzursuzluk ve kızgınlık içinde homurdanarak oturdu. Tekrar yola çıktıklarında, arabayı sürme sırası yaşlı adama geçmişti. Bir yol ayrımına gelince, baba arabayı sağ yola soktu. "Sol yol daha kısa" dedi oğul. "Biliyorum," diye karşılık verdi baba, "ama bu yol çok daha güzel. "Sen zamana hiç değer vermiyorsun!" diye şikayet etti oğul sabırsızlıkla. Tam tersi! Bu güzelliklere bakmak ve her anı doyasıya yaşamak istiyorum." Dolambaçlı yol boyunca, harikulade otlaklar, kır çiçekleri ve şırıldayarak akıp giden bir dere vardı. Ama genç adam içinden kızıp köpürdüğü, zihni şehre geç gitme kaygısıyla meşgul olduğu için bu manzaraların hepsini kaçırdı. Güneşin ne kadar harika battığına bile dikkat etmedi. Akşam karanlığı çökerken onlar rengarenk çiçeklerle bezeli kocaman bir bahçeden geçiyorlardı. Yaşlı adam çiçeklerin kokusunu içine çekerken, bir taraftan da derenin şırıltısını dinliyordu. Sonra öküzü durdurdu ve "Burada uyuyalım" dedi. "Bu, seninle çıktığım son yolculuk olacak!" diye öfkeyle bağırdı oğlu. "Para kazanmaktan çok güneşin batışını seyretmekle ve çiçek koklamakla ilgileniyorsun!" "Uzun zamandır söylediğin en güzel söz bu, biliyor musun?" diye gülümsedi babası. Birkaç dakikaya varmadan da uykuya dalıp horlamaya başladı. Boş gözlerle yıldızları seyreden oğlu içinse gece bir türlü geçmek bilmedi; içindeki huzursuzluğu bir türlü söküp atamadı. Genç, daha güneş doğmadan babasını sarsarak uyandırdı Yola koyuldular. Bir mil kadar sonra tanımadıkları bir başka çiftçiyle karşılaştılar. Adam kağnısını bir hendekten çıkarmaya çalışıyordu. "Haydi gidip ona yardım edelim" diye usulca seslendi yaşlı adam oğluna. "Ve daha çok zaman kaybedelim değil mi?'" diye bağırarak cevap verdi oğlu. "Sakin ol, evlat... O hendekte sen de olabilirdin. Yardıma muhtaç insanlara elimizi uzatmalıyız, unutma sakın." Oğlu kızgınlıkla yüzünü obur tarafa çevirdi. Diğer çiftçinin arabası yola çıktığında saat çoktan sekiz olmuştu. Sonra, aniden göğü şimşeğe benzer bir ışık yardı. Ardından gök gurultusu gibi bir ses. Tepelerin ötesindeki gökyüzü karardı. "Şehre şiddetli bir yağmur yağıyor gibi" dedi yaşlı adam. "Biraz acele etmiş olsaydık, şimdi mallarımızı satmış olurduk" diye homurdandı oğlu. ikindi vakti şehre hakim tepeye ulaştılar. Tepenin üzerinde durup şehre uzun uzun baktılar. Ağızlarından tek kelime çıkmadı. Sonunda, genç adam elini babasının omzuna koydu ve şöyle dedi: "Ne demek istediğini galiba anladım baba." Arabalarını döndürdüler ve HİROSHİMA şehrine bakan tepeden köylerine geri dönmek üzere inmeye başladılar.
  22. harmony

    Edgar Cayse ve Atlantis

    Edgar Cayce(1877-1945) bir medyum, bir şifacı olarak yaşadığı dönemlerde ün kazanmıştı. Özellikle çok uzaklarda bulunan ve hiç görmediği kişiler ile bir telefon konuşmasıyla, bulunduğu mekan, ruhsal durumu ve sağlığı konusunda yüzde yüze varan oranlarda doğru tahminlerde bulunmasıyla dikkatleri çekmişti. Cayce uzaktan şifa verme ve geleceği görme konularında da resmi olarak ispatlanmış pekçok deneye katılmıştı. Fakat Cayce asıl ününü okuma olarak nitelendirilen ve kişilerin geçmiş yaşamlarını görme konularında yaptığı çalışmalarla yapmıştı. Cayce özellikle tekrar doğuş ile bedenlenen insanların Atlantis dönemlerini sorgulamış ve 8000 kişi üzerinde bunu denemişti. Bu okumalardan, yani insanların Atlantis döneminde yaşadıklarından elde edilen bulgular ile çok ses getiren "İnsanın Kaderi" ve "Tufan Öncesi Atlantis" adlı eserlerini yazmıştır. Atlantis, başlangıçta Mu'nun bir kolonisi iken teknolojik gelişmelerle bağımsızlığını kazanarak bir imparatorluk haline gelmişti. Atlantis'in yeri bugünkü Atlas Okyanusu'nun olduğu yer olarak belirtilmektedir. Özellikle Bermuda, Bahama ve Azor adalarının Atlantis'in yüksek kalan kesimleri olduğu söylenmektedir. Atlantis'in okumalara göre 200.000 yıl öncesinde başlayan bir tarihi olduğu, birincisi bundan 50.000, ikincisi 28.000 yıl ve sonuncusu da 10.600 yıl önce olmak üzere üç büyük tufan geçirdiği anlaşılmıştır. Pekçok uygarlığın tarihinde ve mitolojide bahsi geçen bu son tufandır. Son tufan ile birlikte Atlantis tamamiyle sulara gömülmüş, kaçanların bir bölümü Tibet, bir bölümü ise bugünkü Mısır'a gelmişti. Zaten Atlantis kelime anlamıyla inceleyecek olursak: ATL ve ANTE kelimelerinin birleşimiyle oluşmuş olup, ATL=Su, ANTE=İndi anlamına gelir ve birlikte "suya inmiş, suya batmış" olarak nitelendirilir. Sonundaki İS eki ise Platon tarafından konulmuş ve sonunda ATLANTİS olarak kalmıştır. Atlantis ve Mu döneminde 5 ayrı ırkın aynı anda yaratıldığından bahsedilir. Bu ırklar değişik bölgelerde yaşamlarını sürdürmektedirler. Atlantis'lilerde kızıl, Mu'lularda ise esmer ırkın hakim olduğu fakat daha sonra tüm ırkaların birbiriyle karıştığı söylenmektedir. Atlantis'te yönetim aynen Mu'da olduğu gibi bazı kutsal güçlere sahip rahiplerde olduğu bildirilmektedir. Rahiplerin ilk başta Mu Kozmik Dinini öğrettiği fakat zamanla bundan uzaklaştığı ifade edilmektedir. Rahipler güçlerini arttırmak için ana dini yozlaştırmayı kendi çıkarlarına uygun bulmuşlardır. Tufanlara da neden olan güç savaşının Mu dinini korumak isteyen Bir'in Oğulları ile gücü kendi amaçları doğrultusunda kullanmak isteyen Belial'ın Oğulları arasında olduğu anlaşılmıştır. Sayıca üstün olan Belial'ın Oğullarının bu savaştan galip çıkmış ve karanlık güçler Atlantis'e egemen olmuştur. Savaş o kadar büyük boyutlu olmuştur ki fiziki ve atmosferik dengeleri bozulan koca kıta deprem ve su baskınları ile sular altına gömülmüştür. Bu yıkımdan kurtulmak isteyen bazı Atlantis'lilerin yerin altına indiklerinden bahsedilir. Özellikle Cayce'nin okumalarından edindiğimiz bilgiler ve Lobsang Rampa'nın kitaplarında da bahsi geçen iki gruptan söz edilmektedir. Bunlar Bir'in Oğulları'nın devamı olan AGARTA ve Belial'ın Oğullarının devamı olan ŞAMBALA dır. Her iki grubun ellerinde bulunan bilgiler aynıydı ama kullanım alanları farklıydı. Yer altına yerleşen iki ayrı grup çalışmalarını buralarda sürdürdüler. Agarta birçok inisiyeyi ve peygamberleri özel yerlerde eğitti. Ezoterik bilgilerin yok olmaması için inisiyatik merkezler kurulmasına yardımcı oldular. Şambala ise dünya üzerinde yaşayan nsanların bilgiden uzaklaşması için çeşitli faaliyetlere girişti. Dünya üzerinde yaşayan bazı insanlarla temasa geçerek, onları kendi felsefeleri doğrultusunda eğittiler. Bunların başında da tarihte kanlı sayfalar açan Adolf Hitler gelmektedir. Bu grubun tek amacı vardı: İnsanları Ezoterik Bilgilerden uzak tutmak. Bu gruba "Kara Tarikat" denilmektedir ve üyeleri dünyada önemli güç noktalarını ele geçirmiştir. Halen dünya üzerinde devam eden çıkar savaşlarında ve büyük güçlerin arkasında bu mücadele vardır. İnsanlığın bilgi ve düşünce gücü olarak gerilediği dönemlerin artık sonuna gelindiği söylenmektedir. Yani dünya üzerinde Şambala etkisinin azaldığı ve Agarta, Mu kültürünün tekrar yükselişe geçtiği bir sürec yaşanmaktadır. Atlantis'ten bugünlere nasıl geldiğimizi araştırırken bazı çarpıcı gerçeklerle karşılaşırız. Naacal tabletlerinin ikisinde Atlantis Uygarlığının gerilediği dönemlerde, yani dinin yozlaştığı dönemlerde ortaya çıkan bir dehanın varlığından söz edilir. Günümüzden 22.000 yıl önce ortaya çıkan bu değerli kişi Osiris'tir. Osiris genç yaşında Atlantis'i terk ederek Mu'ya gitmiş ve buradaki "Bilgelik Okulları"ndan birine girerek üstad rahip ünvanını almıştır. Daha sonra Atlantis'e geri dönerek yozlaşmaya başlayan dine karşı büyük bir savaş başlatmıştır. Halkın da büyük desteğini alarak büyük reformlar yapmış ve ölene kadar yaptığı çalışmalar ile Atlantis'I eski parlak günlarine geri döndürmüştür. Öldükten sonra onu takip eden rahip kardeşler anısına, yaydığı dine "Osiris Dini" adını vermişlerdir. Osiris adı Mısır tanrıları arasında da geçmektedir. U adın Hermes(Toth) tarafından Mısır'a getirildiği fakat zaman içersinde bu saf dinin yozlaşması nedeniyle Osirisi'in de ilkel tanrılardan birine dönüştüğü sanılmaktadır. Mısır tanrı panteonunda adı daima Osiris ile anılan İsis, aynı tanrının dişil ifadesi, her ikisinin oğulları olan Horus'da kutsal kelamın ifadesidir. Hermes de, Osiris ve İsis gibi bir süre sonra tanrısallaştırılmıştır. Kendisine 3 defa büyük anlamına gelen "trimejist" sıfatını yakıştırmışlardır. Mısır'da Osiris Dininin devamını yani bugünkü büyük Mısır kültürünün temelini atan Hermes hem rahip, hem kral, hem de din kurucusu olarak kabul edilmiştir. Günümüzden 16.000 yıl önce Mısır'da yaşayan Hermes, Osiris ekolünün devamını Nil deltasında kurmuştur. Hermes kurduğu okullar ve kutsal yerler ile dini yaymış ve günümüzden 5.000 yıl öncesine firavun Menes dönemine kadar Mısır medeniyetini etkilemiştir. Görüldüğü gibi Mu'nun ışığını Atlantis, Atlantis'in ışığını Mısır devir almıştır. Bazı önemli kişilerin gayreti ile kimi zaman yükselen, kimi zaman azalan bu bilgi ışığı çeşitli etkileşimlerle günümüze kadar gelebilmiştir. Çünkü IŞIK sonsuza kadar yolculuğunu sürdürür, çünkü IŞIK EVRENSEL dir. Atlantis niçin bu kadar önemliydi? Eski yazıtlardan ve Cayce'nin okumalarından elde ettiğimiz bilgiler aslında çok şaşırtıcıdır. Günümüze elle tutulur çok az şey kalmış olan bu uygarlıkların teknolojik yönden çok ilerlemiş olduğunu öğreniyoruz. Örneğin kristalleri çok yoğun kullanan Mu ve Atlantis'lilerin pek çok şeyi onlarla yaptıklarını anlıyoruz. Telepati ve düşünce güçlerini kristaller ile yoğunlaştırıp belli bir noktaya toplayabilen ve özellikle rahiplerin elinde olan bu güçler kimi zaman iyi, kimi zamansa kötü niyetle kullanılmıştır. Bugünkü atom gücünün kullanımına benzeyen fakat çok daha güçlü olan bu enerji kullanımı koca bir kıtanın batmasına neden olmuştur. İyi ve kötü rahipler arasındaki savaşta dünyanın etrafındaki aydan büyük bir gezegenin dahi bu güçlerle yok edildiğinden bahsedilmektedir. Kristaller büyük hava gemilerinin de enerji kaynaklarıydı. Başka bir enerji kaynağına ihtiyaç olmadan bu gemilere kristallerden elde edilen güçle kumanda edildiği ve bu sayede gezegenler arası yolculuklar yapıldığından bahsedilir. Kristaller bilgi depolama ve şifa amacıyla da kullanılmaktaydı. Özellikle saf kuartz kristallerinin bu özellikler sahip olduğunu bugünkü teknoloji ile de kanıtlanmıştır. Günümüz şifacılarının tamamı bu kristalleri kullanmaktadır. Bilgi teknolojisinde devrimler yaratabilecek bu buluşların yeni mi yoksa eski bilinenleri hatırlama mı olduğunu sürekli kendimize sormalıyız. Eğer öyleyse yakında kristalleri daha etkin kullanabilir ve büyük ve saf bir enerji kaynağına kavuşabiliriz. İnsanoğlunun düştüğü hatalara tekrar düşülmezse bu sefere güç doğru kullanılabilir. Çünkü baktığımızda geçmiş büyük uygarlıkların yükselmesinde ve batmasında yatan temel gücün teknolojiden kaynaklandığını görmekteyiz. Kristaller hakkında dünyada bulunan 14 antik kristal kafatasından bahsesilir. Şu anda paha biçilemeyen bu kafataslarından bazılarını bugünkü teknolojinin bile yapamayacağı söyleniyor. Yaşlarının onbinlerce yıl eskiye dayandığı söylenen bu kafataslarından bazıları dünyanın önemli müzelerinde sergilenmektedir. Kafataslarının niçin yapıldığını kimse izah edememektedir. Yalnız bunlardan çok büyük bir enerji yayıldığı ve eline alanlarda değişik güçlerin ortaya çıktığı ve bazı olayları hissettikleri söylenir. Çünkü kristallerin en büyük özelliklerinden bir tanesi de geçmişe ait birçok bilgiyi saklayabilme yeteneğidir. Belki de bizlere büyük bir uygarlığın varlığını hatırlatan bu değerli miraslar hakkında gerçekten düşünmeye değecek çok şey var.
  23. harmony

    Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek...

    Aşıklar sadece daha iyiyi umut etmeyi değil, onu yapmak için çaba göstermeyi de öğrenirler. Aşkı sıradan şeylerin tutsağı yapmak, onun tutkusunu almak ve onu sonsuza kadar yitirmek demektir. Gerçek sevgi, kimin daha kârlı çıkacağını düşünmeden bir insana vermeyi düşünmektir. Engellere üzerinden aşılacak fırsatlar olarak bakarsak sadece çözüm bulmakla kalmayız, kendimizin genel sorun çözme yeteneklerimizi de artırırız. Sevgi yetişmek için en verimli toprağı sunar bize. Sevgi, eski yaraları açmak değildir, onları kapatmaktır. Ayağa kalkıp yaşamaya devam etmek demektir. Kalp; tutkularımızın yaşadığı yerdir. Çok narindir, kolayca kırılır ama inanılmaz derecede esnektir. Kalbi aldatmaya çalışmanın anlamı yoktur. Onun yaşaması bizim dürüstlüğümüze bağlıdır. Yaşam; sevgiyle de korkuyla da yürütülse her zaman bir serüvendir. Korku; yaşamın sınırlandırılmasıdır, hayırdır. Sevgi; yaşamın özgürlüğe kavuşturulmasıdır. "Evet" deyin. Derdin ne kadar oturmuş, görünüşün ne kadar umutsuz, yanlışın ne kadar büyük olduğu hiç fark etmez. Sevgiyi yeteri derecede anlamak hepsini yok edecektir. Olgun insan, pek çok yol, pek çok çözüm ve pek çok sonuç olduğunu bilir. Sevgi kusursuzlukta ısrar etmez. Ama kim olduğumuz ve nasıl davrandığımız arasındaki önemli ilişkiyi fark etmemizi gerektirir. Ne kadar akıllı ya da duyarlı olursa olsun herkesin yanlışlık yaptığını ve herhalde de yapmaya devam edeceğini görüp bilmek rahatlatıcı bir şeydir. O yüzden; neden kusurlarımızı kabul edip, insan soyuna katılmıyor ve rahatınıza bakmıyorsunuz? Kendilerine inananlar ve yaşadıkları an'a güvenenler yaşamı en keyifli bulanlardır. Bunlar, geçmişin pişmanlıklar değil, anıları depolayacak bir yer olduğunu, geleceğin korku değil, umutla dolu olması gerektiğini öğrenmişlerdir. Ve bizim sadece günümüze ihtiyacımız vardır. Sevmekle geçen bir yaşam; asla sıkıcı olmayacaktır. “SENİ SEVİYORUM" demekten asla bıkmayın ve sakınmayın. Sadece kalp için hasat zamanı yoktur. Sevgi tohumu sonsuza dek yeniden ekilmelidir. Leo Buscaglia
  24. harmony

    SEVGİ, SADAKAT, AŞK...

    Yaşlı adam, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken, bir bisikletlinin kendisine çarpması ile yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış. Sokaktan geçenler hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar. Hemşireler, adamcağızın yarasına pansuman yapmışlar, ama 'biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini' söylemişler. Yaşlı adam huzursuzlanmış, 'acelesi oldugunu ve röntgen çektirmek için beklemek istemediğini' söylemiş. Hemşireler merakla acelesinin sebebini sormuş. Adamcağız da, 'karım huzurevinde kalıyor her sabah onunla kahvaltı etmeye giderim, geç kalmak istemiyorum' demiş. 'Karınızın, siz gecikince merak edeceğini düşünüyorsunuz herhalde' demiş hemşire. Adam üzgün bir ifade ile, 'ne yazık ki karım Alzheimer ve benim kim olduğumu bilmiyor' demiş. Hemşireler hayretle 'madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz' demişler. Adam buruk bir sesle 'ama ben onun kim olduğunu biliyorum' demiş.
  25. harmony

    OKYANUS YÜREKLİ

    Su, kendine sırdaş arıyordu. Önce buluta verdi sırrını. Ağır geldi sır buluta Sağanak sağanak döktü suyun tüm sırlarını. Sonra göle gitti su. Ona anlattı derdini. Bu arada bulut suyun sırrını yağmur yapıp,dolu yapıp, kar yapıp savurduğu için, zaman zaman taşıyordu göl ve suyun sırrı iyice açığa çıkıyordu. Sonra nehre verdi su sırlarını. Nehir aldı suyun sırrını çekti gitti. Dereye verdi. Dere biraz daha yavaş olsada nehirden , o da götürdü suyun sırlarını bir başka bilinmeze... Çağlayanlar, şelaleler, akarsular.. Hepsi kayboluyordu bir anda. Sonra bir gün su takip etti dereyi. Dere okyanusa kavuşunca farketti su, bütün sırlarının akarsularla, çağlayanlarla, ırmaklarla... okyanusa taşındığını... Karar verdi su. Sırrını okyanusa verecekti. Öyle de yaptı zaten. Tüm sırlarını okyanusa verdi. Artık suyun sırrını okyanustan başkası bilmiyordu. Ne taştı okyanus, ne bir başkasına taşıdı suyun sırrını, ne de kurudu.... Geçen karşılaştık suyla. Bir bardaktaydı. Suskundu. Çok uğraştım konuşturamadım. Ben tam giderken "Dur !'' dedi su. Durdum! Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma! Taşıyamazlar, kaldıramazlar senin yükünü, canını yakarlar, utandırırlar.'' dedi...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.