Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

EgemenBey

Φ Yeni Üyeler
  • İçerik Sayısı

    7
  • Katılım

  • Son Ziyaret

EgemenBey - Başarıları

Çaylak

Çaylak (2/14)

  • İlk İleti
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. -http://www.zaman.com.tr/?bl=yazarlar&alt=yazarlar&trh=20060210&hn=255092- Yasakçılığın Şahikası Gölbaşı Bayrak Garnizonu’ndaki Bayrak Anaokulu Müdürlüğü’ne atanan ve başı kapalı kimliğini göstererek okula girmek isteyen öğretmen Aytaç Kılınç 2001’de görevinden alınıyor; Mamak Kıbrıs Köyü İlköğretim Okulu’na atanıyor… Kılınç, bunun üzerine işlemin iptali istemiyle dava açıyor. Ankara 6. İdare Mahkemesi de atama işlemini 2002 yılında iptal ediyor! İdare Mahkemesi’nin kararında, davacı öğretmenin daha önce Altındağ’da görev yaptığı okulda (Atam İlköğretim Okulu) başı açık olarak görev yaptığı, okul dışında da başını kapattığı işaretleniyor… Öğretmenin, sorun olan başı kapalı fotoğrafı, öğretmen olmadan önce çektirdiği bir vesikalık fotoğraf. Başı açık olarak Atam İlköğretim Okulu’ndan aldığı kimliği ise kaybetmiş. Bu nedenle, yeni okuluna eski kimliğini vermiş… Aytaç Kılınç öğretmenlik görevi süresince “Kılık Kıyafet Yönetmeliği” hükümlerine aykırı hiçbir harekette bulunmamış. Okul sınırları içinde hep başı açık olarak görev yapmış. Nüfus cüzdanındaki fotoğrafta da başı açık…. Ankara 6. İdare Mahkemesi, “Öğretmenin okula alınmayışının okula başı kapalı olarak girmek isteyişinden dolayı değil, önceden aldığı kimliğindeki resminde başının kapalı olmasından kaynaklandığına” dikkat çekiyor ve öğretmeni mağdur eden atama işlemini iptal ediyor! Böylelikle, mahkeme “kraldan fazla kralcı” uygulamayı ortadan kaldırmış oluyor: Ne var ki, öğretmenin çilesi bitmiyor. Karar, Ankara Valiliği’nce temyiz ediliyor. Dosya, Danıştay 2. Dairesi’ne geliyor… Ankara 6. İdare Mahkemesi’nin kararı bu noktada bozuluyor: Danıştay, “okula gidiş gelişlerinde başını örten bir öğretmenin” anaokuluna müdür olmasını sakıncalı buluyor! Danıştay 2. Dairesi, Aytaç öğretmenin türban yasağına karşı faullü hareket etmediği, yani okul sınırları içinde daima başı açık görev yapmış olduğu gerçeğini göz ardı ediyor… Daire, yasakçı projektörlerini okulun dışına, sokağa çeviriyor ve diyor ki: “Eğitim bir şekilde okul dışında da süren bir olaydır. Öğretmenin okul dışında başını örtmesi öğrencileri olumsuz yönde etkiler, öğrencilere kötü örnek olur. O nedenle öğretmenin dışarıda başını örtmesi de laikliğe aykırıdır!” Çok manidar bir karar bu: Dalında bir ilk; bir nevi türban yasakçılığının Everest’i! Danıştay böylece başörtüsü yasağını ilk kez sokağa taşımış oluyor! Danıştay’a, Sezer’in her defasında biraz daha genişlettiği kamusal alanlar bile dar gelmiş, demek ki! Yasakçı laikçiler eskiden beri hep derlerdi ya, “Türbanlıların özel hayatında, sokakta, dışarıda başını örtmesine kimse bir şey demiyor ki!” diye… İşte, Danıştay “kamudakiler için” de olsa, demiş oldu ve sokağa da el attı! “Bu karar emsal teşkil eder” diyenler çıkabilir; bakarsınız “Üniversite sınırları içinde başını açan öğrenciler üniversiteye gelip giderken de başlarını kapatamazlar” diye bir karar da çıkartabilirler… Burası Türkiye: Danıştay 2. Dairesi yarın bir gün “Eğitim bir şekilde evin içinde de devam eden bir hadisedir” der, evlerin içine de el atabilir! Daha önce bu sütunda Kurulu Düzen mensubu kimi şahsiyetlerin türban yasağını sokağa, parklara, dağlara, taşlara taşıyacak ölçüde genişletmek istediklerinden söz etmiştim… YÖK’ün başındaki zat, bir keresinde ağzındaki baklayı çıkarmış ve “Bir polis memuru, yolda giden türbanlı bir kadına kimlik sorduğu anda orası anında kamusal alan haline geliverir!” demişti… Danıştay, YÖK’ten de hızlı… Danıştay’ın 2. Dairesi, “THY ile yarışan!” hız düşkünü bıçkın şoförlerimiz gibi: Tek rakipleri (yasağı yıllardır demir yumrukla sokakta da uygulayan) Tunus Hükümeti!
  2. Yazılar her zamanki gibi Tamer Korkmaz'dan Siyasi Efsun TMSF Başkanı Ahmet Ertürk geçmişte Süleyman Demirel’e sempati duyarmış. 1965’te Demirel’in “İnönü’ye karşı” iktidara gelişi bu sempatide önemli rol oynamış... Ertürk, geçmişte Demirel’e olumlu bakmış birisi olarak, günümüzde Şevket Demirel’in şirketlerine el konulması münasebetiyle Süleyman Bey’in büyük sözlü saldırılarına muhatap birisi haline gelişini “İşte Türkiye’nin 40 senesinin özeti bu!” diye yorumluyor. Ertürk’ün Demirel metaforu üzerinden Türkiye’nin 40 yılını özetleyişi ‘fevkalade’ isabetli... Bununla birlikte Ertürk’ün “Aradan geçen 40 yılda Demirel çok savruldu” cümlesini de ‘hesaba dahil etmemiz’ gerekiyor. 1980 öncesi meydanlarda “Geliyor, Nurlu Süleyman!” anonsları ile karşılanmış ve muhafazakar kitlelerin oylarını almak için dinî terminolojiyi her fırsatta kullanmış bir Demirel’le 28 Şubat’taki Demirel arasındaki yüz seksen derecelik farkı kuşkusuz ‘muhteşem bir savrulma’ olarak görebiliriz. Ancak buradaki açıklayıcı soru “Demirel’inki bir savrulma mıydı, yoksa Demirel ta en başından beri bugünkü gibi miydi?” sorusudur... Elbette ikincisi: Süleyman Bey, dindar-muhafazakar sağ seçmenle ilişkisinde hayli başarılı bir aktördü. 28 Şubat’taki “organizatörlüğü” ve Çankaya’dan indikten sonra sürdürdüğü çizgisi ile bu gerçeği çok açık bir biçimde ortaya koydu. Demirel, Türkiye’de ‘siyasi efsunlama’ sanatının en büyük üstadıdır. Hani uzun yıllar önce Uğur Dündar’ın ekrana çıkardığı akıl almaz yetenekleri olan Hataylı bir ‘efsuncu baba’ vardı, ya: Süleyman Bey ondan bile daha başarılıdır! 12 Eylül’den 11 yıl sonra tekrar başbakan olabilmesini de siyasi efsunculuğuna borçludur, Demirel. 1991 seçimlerinde sadece sağ seçmeni değil, sol yazarları bile nasıl da kendisine inandırmıştı, hatırlayın... Süleyman Bey’in ‘dava arkadaşı’ olduğunu zanneden ve Demirel tarafından en az bir iki kere harcanmış kimi tecrübeli siyasetçiler dahi Süleyman Bey’in bir efsunkâr telefonu ile yeniden onun yanındaki yerlerini alıverirler, şaşar kalırsınız! Demirel, yıllarca sağ seçmene duymak istediklerini söyledi; nabza göre şerbet verdi; onların oyları ile iktidara her geldiğinde de Demirel Ailesi’nin gemisini yürüten kaptan oldu. Süleyman Bey’in Vatan’a üç hafta kadar önce -dindar seçmeni kastederek- söylediği şu cümle her şeyi açıklıyor, aslında: “Oy vermişlerse, ortaya çıkıp oy vermeyin mi diyecektim, onlara?” Muhafazakar seçmen, altı yedi doktora falan yapmasına rağmen Demirel’i ta 28 Şubat’a kadar çözemedi. Bazıları için 28 Şubat da yetmemişti: Süleyman Bey ‘Beş Artı Beş’ oylaması esnasında FP’nin yönetimindeki statükocu kanadı ‘efsunlamayı’ başarmış; ne var ki bu Çankaya’da kalmasına yetmemişti. Sağ seçmen, uzun yıllar boyu Demirel’in siyasi koşusunu “demokrasi mücadelesi” sandı... Elbette, hadise “Demirel Ailesi’nin Mücadelesi” idi... 1999’daki meşhur ‘Aile Fotoğrafı’ gerçeği görmekte gecikenler için sayısız siyasi olaydan çok daha öğretici oldu. Hemen ardından da Murat Demirel’in Egebank’ı geldi... Filmin sonunda, TMSF’nin matkabı Şevket Demirel’in kasasını açıp orada Murat Demirel’e ait dosyalar bulduğunda Süleyman Bey apar topar soluğu Isparta’da almış ve bütün kareler tamamlanmıştı. Demirel’in nisan ayından beri çarpıcı demeçleri ile gündemde rezervasyon yaptırmasının hikmeti de böylelikle anlaşılmıştı. Süleyman Bey’in son aylardaki çıkışları, duyarlı çevrelere “Üzerine gelinen laikliğin yılmaz savunucusu Demirel’in ailesidir” mesajı gönderen bir tür efsunlama girişimi idi! Biz yaşarken oldu, bütün bunlar... TMSF’nin Egebank’tan doğan alacakları nedeniyle Şevket Demirel’e ait dokuz şirketin yönetimine el koyması üzerine, eski Cumhurbaşkanı Demirel geçen hafta başında apar topar Isparta’ya gitmiş ve aile meclisini toplamıştı. Hürriyet, hadiseyi “Aile Meclisinde Savaş Kararı” başlığı ile veriyordu. Bundan 35 yıl önce ise Demirel Ailesi’ne karşı “savaş kararı” olan bir gazete patronu vardı. Bu patron Türk basın tarihinin en etkili isimlerinin başında gelen Haldun Simavi’den başkası değildi. Simavi’nin komutanlığını yaptığı ‘Günaydın Hava Kuvvetleri’, 8 Şubat 1970 tarihinden itibaren ‘Başbakan Demirel’in başında bulunduğu Demirel Ailesi’ne ait ‘ticari ilişkiler’ antetli mevzileri bombalamaya başladı! 11 Şubat 1970 tarihli Günaydın’ın sürmanşetinde “Demirel’ler 4 yıl içinde Koç’tan sonra nasıl Türkiye’nin en zenginleri oldular?” diye soruluyordu. Gazete, “Dört yıl önce 262 lira vergi veren Demirel Ailesi’nin bugünkü serveti 87 milyon lira” başlığını kullanmıştı. Günaydın, Demirel’lere 1967-70 arasında devlet bankalarından 26 milyon lira kredi verildiğini açıklıyor, ayrıca Türkiye’ye açılan 22 milyonluk dış kredinin yarısını tek başına Demirel Ailesi’nin aldığını ifşa ediyordu! 70’li yılların ortalarında elbette yeğen Murat’ın sahne alması mümkün değildi; o dönemin şöhretli yeğeni Yahya idi... 1974’te Yahya Demirel’in ‘birinci sınıf yemek ve yatak odası’ yerine sunta ihraç ederek devletten 82 milyon lira vergi iadesi aldığı tespit edildi. Örtbas girişimi sonuç vermedi ve Yahya yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Yahya’nın öyküsü; yurtdışıydı, vatandaşlıktan çıkarılmaydı, hapisti derken uzun yıllar sürdü... Demirel’in 12 Eylül’den sonra-siyasi yasaklı olduğu dönemde, “ailenin çanağı”nı dolu tutanlar arasında Cavit Çağlar da vardı. 80’lerin sonuna gelindiğinde, gazeteler Cavit Çağlar’ın devlet bankalarına olan 100 milyarlık borcu yüzünden büyük baskı altına girdiğini yazıyordu: Demirel, 1991’in sonunda yeniden başbakan olunca Çağlar’ı devlet bankalarından sorumlu Devlet Bakanı yapıverdi! 30 Kasım 1991 tarihli Milliyet’te aynen şunlar yazılıydı: “Ziraat Bankası’na borcunu ödeyemediği için bu banka ile mahkemelik olan Çağlar, dava sürerken devlet bakanlığına getirildi; ilk iş olarak da Ziraat’a yeni teklifler götürdü”. Çağlar, kendisine bağlı Ziraat Bankası’na olan 399 milyar liralık borcunu yaptığı pazarlıklar sonucunda 176 milyar liraya indirmeyi başarmıştı! 90’lı yılların son demlerinde ise sahnede Şevket Demirel’in oğlu Murat vardı. 1999’un son ayında ‘yeni nesil yeğen’in Egebank’ına el konuldu. İşadamı Hüseyin Bayraktar, DGM’de “Egebank’ı Murat Demirel’e ‘Amcam Cumhurbaşkanı; bankayı alıp büyüteceğim.’ dediği için sattığını” açıkladı. Velhasıl, biz yaşarken oldu bütün bunlar! Filmin sonunda, “Oğul Murat’ın batırdığı Egebank’tan baba Şevket Demirel’in şirketine 5 milyon dolar aktarıldığını” saptayan TMSF, Şevket Bey’in 9 şirketine el koyuyordu. Süleyman Bey “Bu bir gasptır.” diyor; “Oğul batırmışsa babasının ne suçu var?” diye soruyordu. Demirel’lerin çarpıcı öyküsünü ‘Oyun Bitti’ adlı kitabında anlatan gazeteci Yaşar Gören, Süleyman Bey’in yıllar önce “Ailemizde ayrı gayrı yoktur. Üç kardeşiz. Hacı Ali, Şevket ve ben. Üçümüzün kazandığı ortaktır. Hepimizin kazancı bir çanakta toplanır. Herkes ihtiyacı kadar alır.” dediğine dikkat çekiyordu. Finali bir Demirel fıkrası ile yapalım. Başbakanken bir gün Demirel’e sormuşlar: “Beyefendi babanızın ismi nedir?” “Ümmühan!” diye cevap vermiş, Demirel; kendinden çok emin bir biçimde. Etrafındakiler “Aman efendim” demişler, “O annenizin ismi değil miydi?” Demirel yine çok rahat bir şekilde lafı yapıştırmış: “Ne yani, annem bizim ailenin üyesi değil mi?” “Bak, Ahu tokadı nasıl da güzel alıyor!” Dört askerî müdahaleden üçünde Demirel başaktörler arasındaydı. 12 Mart ve 12 Eylül’de darbecilerin devirdiği Başbakan’dı, Süleyman Bey; 28 Şubat’ta ise ‘iyi kalpli adam’ rolündeki organizatördü. Hollywood, 28 Şubat’ı film yapsa Demirel rolünü banko Gene Hackman’a verir. Hackman, Demirel’lerin okumayıp ABD’ye giden, orada ismini değiştirip ünlü bir aktör olduktan sonra da Isparta’nın yolunu unutan kardeşleri gibidir. Darbecilerin Süleyman Bey’i sevmedikleri sanılır. Bu sav siyasi tarihimizin meşhur yanlışları arasındadır. Askerî yönetimler Süleyman Bey’den nefret ettikleri için değil; onun başbakanlığı döneminde daha konforlu darbe yapabildikleri için faturayı iki sezon üst üste Demirel’e çıkarmışlardır. Örneğin, Evren’in Demirel’e filmin en başından beri gizli bir sempati duyduğunu düşünüyorum. Süleyman Bey darbeyi nasıl alacağını pek iyi bilir. Bu, Nuri Alço’nun Ahu Tuğba’ya Hürriyet muhabirinin önünde ‘kurmaca tokat’ atarken “Bak, Ahu tokadı nasıl da güzel alıyor, gördün mü?” demesine benzer bir durumdur! Yani, darbe kapıyı çaldığında Demirel’in şapkayı alıp gideceği senaryoda yazılıdır... Evren’in 2 Ocak 1980’de verdiği uyarı mektubu bile Demirel’in başbakanlığı dönemine rastlar. Darbenin habercisi bu muhtıra verildiğinde Demirel ara seçimleri kazanıp hükümet kuralı henüz bir ay olmuştu. Genelkurmay Başkanı Evren, mektubu çakmak için 22 ayda Türkiye’yi tümüyle tüketen Ecevit hükümetinin gitmesini beklemişti. Demirel hükümeti 24 Ocak Kararları’nı hayata geçirdi; sekiz ay sonra da küt darbe geldi! 1983 seçimleri için siyasi yasaklı Süleyman Bey’in el altından kurduğu BTP’nin amblemi “demirden bir el”di. Böyle bir numara Evren Paşa’nın gözünden kaçar mıydı, hiç! BTP kapatılmış; “Mecburi İstikametiniz Zincirbozan, Marş Marş!” muhabbeti böylelikle doğmuştu. Evren, Zincirbozan kararını halka açıklarken “Uslu durun dedik, durmadılar!” diyordu... Başlangıçta istikamet Zincirbozan değildi: Askerî yönetim Demirel ve arkadaşlarını Pakistan’ın Karaçi kentine sürecekti! Pakistan lideri Ziya Ül Hak o vakitler Evren’in uluslararası alandaki tek dostuydu. Aralarından su sızmıyordu... Evren’in ‘Karaçi’ önerisi, dört konsey üyesi arkadaşı tarafından önce olumlu karşılandı. Ancak, daha sonra Karaçi sürgününün devlete pahalıya mal olacağı anlaşıldı. “Dış dünyanın tepkisi” falan gibi sebepler de dile getirildi. Sonuçta, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer Çanakkale’nin Zincirbozan mevkiinde kullanılmayan bir radar üssünden bahsetti: Aranan sürgün formülü bulunmuştu... Demirel’in başını çektiği 16 AP ve CHP’li 1983 yazını Zincirbozan’da zoraki tatil yaparak geçirdiler... Güniz Sokak’ta yasaklı bir siyasetçi olarak sabırla bekleyen Süleyman Bey bir gün kalabalık bir heyetle sohbet ederken, ekranda Pakistan’ı ziyaret eden Evren’le Ziya Ül Hak’ın görüntüleri beliriverdi. Demirel fırsatı kaçırmadı; eliyle televizyonu işaret ederek, “Eh, karga karga ile şahin de şahinle arkadaşlık eder, kardişim!” deme ihtiyacını hissetti! 1987’de siyasi yasaklar referandumla kaldırıldıktan sonra Demirel perde arkasından yönettiği DYP’nin başına geçti ve daha önce hakkında “Çankaya’ya çıkacağıma dağa çıkarım.” dediği Cumhurbaşkanı Evren’i Köşk’te ziyaret etmek zorunda kaldı... Final: Köprülerin altından yeterince su akmıştı. 28 Şubat Süreci, Refahyol’un nefesini keseli üç ay olmuştu. Cavit Çağlar, Evren’in onuruna verdiği bir yemekte “Çankaya”yı arayıp, telefonu Evren Paşa’ya uzattı. Evren de Demirel’e “Siz devlet için dengesiniz, çok önemlisiniz.” dedi... Paşa, telefonu kapattıktan sonra masadakilere döndü ve şöyle seslendi: “- Allah, Demirel’i başımızdan eksik etmesin!”
  3. Yazılar Tamer Korkmaz'dan Kahramanyol! Tabip Kıdemli Albay Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol, Ağustos 1997 Yüksek Askeri Şûrası’nda TSK’dan ihraç edilen subaylar arasındaydı. Başarılı ve disiplinli bir asker olarak tanınan, askerlik hayatı takdirnamelerle dolu olan Kahramanyol’un ordudan “irtica” gerekçesi ile atılması Türkiye’nin yaşadığı malum “panik atak” döneminde özellikle dikkat çekmiş, ne var ki o günlerde hadisenin arka planına seyahat edebilmek mümkün olmamıştı... Aradan tam sekiz yıl geçtikten sonra YAŞ’zede albayın eski eşi Nurcan Akçay, Vakit’e müthiş bir ifşaatta bulunarak Kahramanyol Hadisesi’nin perde arkasını deşifre ediverdi... Yani? Eski eşi kullanılarak, dönemin en verimli suçlaması olan ‘irtica’ maskesi altında gerçekleştirilen bir entrika neticesinde Kahramanyol gibi gözde bir asker çatır çatır ordudan atılmıştı! *** Nurcan Akçay, geçimsizlik sebebiyle eşi Mustafa Bey’i terk ederek 1997 Şubat’ında iki çocuğu ile birlikte annesinin evine gidiyor. Nurcan Hanım’ın, Mustafa Kahramanyol’a hayli öfkeli olduğu günler: Mustafa Bey’in, aleyhine açtığı boşanma davasının yazısını aldıktan sonra ailevi sorunlarına çözüm bulmak ve eşinden daha fazla nafaka alabilmek amacı ile ailece tanıştığı Hurşit Tolon Paşa’ya gidiyor... “Anlattıklarımdan etkilenmiş olacak ki, Hurşit Paşa, Kahramanyol’u affetmeyeceğini, iki general arkadaşı ile görüşüp Mustafa Bey’in işini bitireceğini söyledi, bana!” Ardından GATA’ya çağırılan Nurcan Hanım istihbarat yetkililerine aile problemlerini, maddi sıkıntılarını anlatmaya çabalarken, oradakiler kendisine ısrarla Kahramanyol’un irticacı olup olmadığını, şeriatçı örgütlerle ilgisi bulunup bulunmadığını soruyorlar! Nurcan Hanım, Mustafa Bey’in mürteci olmadığını işaretlese de, sonuçta Kahramanyol’un irticai faaliyette bulunduğu yolunda bir ‘psikolojik harekat’a maruz kalıyor ve bu konuda ikna ediliyor! Akabinde Hüseyin Kıvrıkoğlu ile görüşmesi tavsiye ediliyor: Kendisine GATA’da öğretilen her şeyi, gidiyor Kıvrıkoğlu’nun emir subayı olan albaya anlatıyor! Tekrar GATA’ya dönüyor. Orada, Nurcan Hanım’dan “Ağustos Şûrası yaklaşıyor” denilerek bir “ihbar mektubu” yazması isteniyor: “-Bu mektup Şûra’da eski eşinizin aleyhine kullanılacak, dosyasındaki en önemli delil bu ihbar mektubu olacak!” Nurcan Hanım sipariş edildiği üzere Kahramanyol’un irticai faaliyetlerde bulunduğunu, artı vatan hainliği yaptığını yazdığı mektuba güzelce ekliyor: “-Benden ihbar mektubunu yazmamı isteyen, Çevik Bir’in çok yakınındaki bir binbaşı idi. Çevik Paşa bu mektup karşılığında bana iş ve bir miktar para vaat etti!” Kahramanyol’un tasfiyesi ‘Bayrak Operasyonu’ adı altında meşrulaştırılıyor: 3 Ağustos 1997 tarihli gazetelerde “Mürteci Albay” Kahramanyol’un “İrtica ile Topyekün Savaş”ın sonucu olarak TSK’dan atıldığı yazılıdır! Nurcan Hanım, Hurşit Tolon’la görüşmeye devam ediyor. Kahramanyol AİHM’ye dava açınca Nurcan Hanım’dan acilen ikinci bir mektup daha yazması isteniyor. Kendisine verilen sözler istediği seviyede yerine getirilmediği için kullanılıp ortada bırakıldığını düşünen Nurcan Hanım güvensizlik içinde Hurşit Paşa’ya feveran ediyor. Yeni bir iş vaadi ile ikinci kurmaca mektubu da yazıyor! İşe de yerleştiriliyor... Geçmişte Çevik Bir’in ikinci eşi ile Kahramanyol’un ilk eşinin Belçika’da sürücü kursunda ettiği kavganın Bir’in Kahramanyol’a husumet beslemesine neden olduğunu düşünen Nurcan Hanım aradan geçen zaman içinde vicdan muhasebesi yapmaya başlıyor! Finaldeki şu sözler, Nurcan Akçay’a ait: “Konjonktür Kahramanyol’un ordudan atılması için çok elverişliydi ve Çevik Bir bundan çok iyi yararlandı! Kişisel çıkarlar için kullanılıp bir kenara atıldım.” Çevik Bir susuyor. YAŞ’zede albayın 1997’deki sicil amiri Ahmet Dündar Paşa ise Vakit’e “Kahramanyol en disiplinli, en vatansever askerimdi” diye konuşuyor!
  4. EgemenBey

    Derin Devlet Mekanizması

    Yazılar Tamer Korkmaz'dan ”Çözeceğiz!” demişti... Emekli Orgeneral Kemal Yamak’ın anı kitabı kontrgerilla tartışmalarını yeniden gündeme getirdi… Yamak, kitabında Özel Harp Dairesi üyelerinin 70’li yıllarda CHP dahil bütün partilere özenle yerleştirildiğini anlatıyor. Kontrgerilla’yı açık eden ilk siyasi lider unvanına sahip Bülent Ecevit, Yamak’ın hatıratı bağlamında bir tartışmaya girmedi… Ancak, kitap çalışmalarından birinin ÖHD ile ilgili olduğunu vurgulayarak bazı hatırlatmalar yaptı: “ÖHD derin devletin içinde, fakat üzerinde durmaya çalışan bir yapıdır. 1977 seçim kampanyası esnasında İzmir’de beni, Rahşan’ı ve yakın arkadaşlarımı hedef alan suikast girişimi hâlâ aydınlanmadı. Emniyet güçleri o zaman bizi kandırmaya çalışmışlardı! Başbakanlığım sırasında bu olayın üzerine çok gittik. Ama, hangi kapıyı açtıysak kapandı… Aynı şekilde, Abdi İpekçi’nin katili İstanbul’da askeriyenin göbeğinden kaçtı. Nasıl olduğu anlaşılamadı. O vakitler kaygılarımı Genelkurmay Başkanı ile (Org. Evren) paylaşmıştım. Çözeceğiz, demişti…” *** İpekçi suikastının baş aktörü M.Ali Ağca olayın üzerinden beş ay geçtikten sonra 25 Haziran 1979 günü yakalanmıştı. Ağca, Emniyet’te basının önüne çıkarıldığında “İpekçi’yi anarşiyi tırmandırmak için öldürdüm” diyordu. Ağca, soruşturmasının sonlarına doğru ‘konuşmaya’ başlamıştı. Ancak, yasal soruşturma süresinin de sonuna gelinmişti. Sorgu, tam derinleşeceği sırada kesiliverdi; emniyetçiler de zor durumda kaldılar. Haliyle, mahkemeden ek süre talep ettiler. Ne var ki, dönemin 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Org. Necdet Üruğ (Aralık 1983’te G.Kurmay Başkanı) inisiyatifini kullanarak ek süreyi vermedi. Böylelikle Ağca’nın soruşturulmasını engellemiş oldu! Ağca, 11 Temmuz 1979’da tutuklanıp Selimiye Askeri Cezaevi’ne gönderildi. Daha sonra Selimiye’de yangın çıkıp cezaevi kullanılamaz hale gelince Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi’ne nakledildi. Orada da fazla kalmadı, Ağca! Çünkü, 23 Kasım 1979 gecesi derin bir operasyonla kaçırıldı. Kaçırma planını Abdullah Çatlı yapmıştı… Ağca Soruşturması’nın genişletilmesi için ek süre vermeyen Sıkıyönetim Komutanı Org. Necdet Üruğ, firar filminin gösterime girmesinden tam yirmi yıl sonra “Ağca’nın kaçırılması tugayın içinden organize bir işti. Darbelerin hukuku yoktur. Darbeyi yapan her şeyi göze almıştır.” diyecekti! Ezcümle, Ağca’nın firarı -Ecevit’in söylediği gibi- nasıl gerçekleştiği anlaşılamamış bir hadise değildir. Ecevit’in Ağca’nın kaçırılışı ile ilgili kaygılarını dönemin Genelkurmay Başkanı Evren’e iletmiş olması, Evren’in de “Çözeceğiz” cevabını vermesi; en az -Çankaya’da vekaleten oturan AP’li İhsan Sabri Çağlayangil’in 1980’in 11 Eylül günü öğleden sonra darbe söylentilerini Evren’e iletmiş olması, Evren’in de “Yok bişiy” demesi kadar kara mizahı şaha kaldıran bir hadisedir… Ağca, 2 Eylül 1980’de yani darbeden sadece on gün önce Kapıkule’de Çatlı ile buluştuktan sonra deplasmana çıktı ve 13 Mayıs 1981’de Papa Suikastı’na imza attı. Ankara’da terörü tırmandıran üç büyük çaplı öldürme olayının (Balgat-Bahçelievler-Piyangotepe) organizatörü Çatlı ise eşiyle birlikte 12 Eylül’den sadece 22 gün sonra rahatlıkla yurtdışına çıktı: Meral Çatlı, 1997’de Susurluk Komisyonu’na bazı devlet görevlilerinin kendilerine pasaport temin ettiklerini ve yurtdışına çıkmalarını sağladıklarını söylüyordu… M. Metin Kaplan’ın, İpekçi Suikastı’nı anlatan ‘Desise’ adlı kitabı kısa bir önce yayınlandı. Kitapta, Çatlı’nın kurduğu ‘Antiterör Birliği’ ilk kez deşifre ediliyor. Kaplan, bu örgütün eylemleri ile 12 Eylül’ün yolunu açtığını vurguluyor! Bu arada, M.Ali Ağca da -tam 25 yıl yattıktan sonra- bayramın üçüncü günü cezaevinden çıkıyor… *Kurban Bayramı’nız mübarek olsun… 10.01.2006 Ağca Gündemi, Arzın Merkezi’ne Uğramaz... Kurtlar Vadisi takımı televizyon ekranlarında beraat ederken, M.Ali Ağca’nın gerçek hayattaki erkenden tahliyesine şaşırmamak gerekir... Ağca’ya “Af Piyangosu”nun büyük ikramiyesi isabet etti. Bu kurgusal piyangoda sürpriz yoktu: İpekçi Suikastı’nın baş aktörünün aşağı yukarı bu tarihlerde cezaevi günlerini noktalayacağı sır değildi... Memleketimizde ‘fikri takip’ hak getire: Zaten, tahliyesi anons edildiğinde de Ağca “muhteşem bir karşılama töreni” ile serbest kaldı... Türkiye’de öyle uzun yıllar mapusta yatılmaz! Aralıksız yirmi yılın üzerinde demir parmaklıkların ardında kalan adam bulmanız çok zordur. Ağca, 25 yıl yatarak rekortmen oldu; ne var ki, bunun 20 yılını İtalya deplasmanında yattı. Ağca’yı Türkiye’de beş yıldan fazla tutmadılar, içeride... 1979 Kasım’ında cezaevinden ‘Çatlı Organizasyonu’ neticesinde kaçırılmıştı, Ağca: Günümüzdeki erken tahliyesi ise “post modern bir dışarıya çıkış” anlamına geliyor... Ağca’nın tahliyesi gündemde ikinci haftasına girmesine rağmen medyadaki Ağca yayınlarının tamamına yakını arzın merkezine seyahat etmekten özenle kaçınıyor. Papa Suikastı şöyle dursun, İpekçi Cinayeti’ni masaya yatırmaktan hayli uzaklarda seyahat ediyor, Ağca gündemimiz... Çünkü, bu derin konuların üstü, Susurluk Kamyonu 12 Eylül Kavşağı’na çıktığından bu yana bir daha gerçek manada açılmamak üzere örtülmüştü. Kurtlar Vadisi dizisi ise, yakın tarihimizin derin gerçekleri üzerinde kuvvetli bir yanılsama meydana getirerek Susurluk Mekanizması’nı “legalleştirme kokteyli-partisi” olarak kayıtlara geçti. *** Ağca’nın baş aktörü, tetikçisi olduğu İpekçi Cinayeti’nin izi sürüldüğünde bütün yollar “Mr. Kontrgerilla!”ya çıkıyor... İpekçi Suikastı’nı planlayan Çatlı, Oral Çelik eliyle Ağca’yı buluyor. (Oral Çelik on yıl önce Türkiye’ye getirildiğinde İpekçi Davası’ndan yargılanmış ve bir görgü tanığının ‘yıllar sonra’ ifadesini değiştirmesi sonucunda beraat etmişti.) Ağca’nın tutuklandıktan beş ay kadar sonra Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi’nden Çatlı tarafından kaçırılışı tam bir ‘Özel Harp’ projeksiyonuydu. Dönemin 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ’un “Ağca sorgusunun derinleşmesi” üzerine Emniyet’in ek süre talebini geri çevirmiş olması yeterince manidardır! Ağca, İpekçi cinayetinin üzerinden beş ay geçtikten sonra 25 Haziran 1979’da yapılan “kimliği belirsiz” bir ihbarla yakalandı. Ağca’yı ihbar eden kişi, kimliğinin belli olmasını o denli istemiyordu ki, ihbarcıya vaat edilen büyük ödülü almayı aklının ucundan bile geçirmemiş olmalıydı! Esrarengiz ihbarcının suikastın ardındaki kontrgerilla mekanizmasını çözmüş yetkin bir resmi görevli olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. Yani, normal şartlar altında Ağca yakalanmayacaktı. Ağca’nın yakalanmasını sağlayan ihbarın ardından yürütülen sorgulama esnasında CHP hükümetinin yetkili kişileri arzın merkezine seyahat etmek yerine İpekçi Suikastı’nı MHP yönetimi ile irtibatlandırmak için epeyce çaba sarf ettiler... Bu, Ecevit’in kontrgerilla örgütlenmesini örneklerken “O dönemde MHP Sarıkamış İlçe Başkanı’nın da ÖHD’den olduğunu öğrendim” demesi ile benzer bir durumdu... Mekanizmayı siyasi hasımları ile izah edip ormanın tümünü gör(e)memek, göster(e)memekle ilgili bir refleksten söz ediyoruz: Emekli Orgeneral Kemal Yamak, kısa süre önce çıkan anı kitabında “ÖHD sadece MHP’ye değil CHP’nin içine de elemanlarını yerleştirmişti. Meclis’te her partiden ÖHD üyesi vekil vardı” diye yazdı... 1977’nin ilk ayında MİT’e alındıktan sonra, NATO’nun “Örtülü Harp” konsepti çerçevesinde MHP teşkilatına eklemlenerek kontrgerilla tarzı faaliyetlere hız veren Abdullah Çatlı, kendisinin organize ettiği terör eylemleri nedeniyle (Bahçelievler’de 7 TİP’linin Öldürülmesi Olayı) 1978’in sonbaharında MHP/ÜGD yönetimi ile yol ayrımına geliyordu. (Arkası Yarın) 17.01.2006 Çatlı’ların Ağca Ekim 1978’de Ankara-Bahçelievler’de 7 TİP’linin katledilmesi eylemi, Çatlı ile MHP-ÜGD yönetiminin yollarını ayırdı. MİT’in MHP’nin içine gönderdiği (Ocak 1977) en önemli elemanı olan Çatlı, artık kontrgerilla faaliyetlerini kendi elleriyle pişirdiği ‘Antiterör Birliği’ üzerinden yürütüyordu... Bir taraftan Çatlı prodüksiyonlarıyla teröre ivme kazandıran, ses getiren cinayetlere imza atılıyor; diğer yandan Kahramanmaraş, Çorum gibi illerde “Mr. Kontrgerilla” tarafından gerçekleştirilen kanlı provokasyonlarla Türkiye yangın yerine çevriliyordu. Özetle, darbe şartları olgunlaştırılıyordu... Çatlı, Bayrampaşa Cezaevi’nden 13 ülkücünün kaçırılması olayına da imza attı. Bunu yapmaktaki amacı firar hadisesinin MHP’nin üzerine kalmasını istemesiydi... 1979 yılı Türkiye’de darbe takviminin hızla ilerletildiği yıldı. Terörü zirveye çıkaran eylemler ardı ardına geldi. Bunların içinde Abdi İpekçi Suikastı’nın ayrı bir yeri vardı. Suikast, Çatlı’ya ihale edilmişti. Çatlı, Oral Çelik vasıtasıyla takımını kurdu. Mehmet Şener, Yalçın Özbey, Yavuz Çaylan ve tetikçi olarak da M. Ali Ağca! Ocak ayının son günlerinde İstanbul’da bir TÜSİAD paneli düzenlendi. Panele katılan gazeteciler Abdi İpekçi, Nazlı Ilıcak ve Uğur Mumcu’ydu. Toplantıyı izleyen ve sonrasındaki kalabalık sohbette de İpekçi’nin yanı başına kadar sokulan üç genç kimsenin dikkatini çekmedi. Bu kişiler, Ağca, Şener ve Çaylan’dı... *** 1979’a girildiğinde İran’da Şah rejimi son ayını yaşıyordu: ABD bölgedeki en önemli müttefikini yitiriyordu. Aynı yıl, Afganistan SSCB işgaline uğradı. Türkiye’deki hükümetler, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü ısrarla veto ediyordu. ABD-NATO bu coğrafyada büyük oranda kan kaybetmişti. NATO’nun “son kale”si Türkiye idi. ABD, Türkiye’yi elinden kaçırmak istemiyordu; Türkiye’deki siyasi iktidarlar ise yeterince söz dinlemiyordu! “Bizim Çocuklar Yaptı”ların Paul Henze (CIA Türkiye Masası Şefi) 13 Ocak 1979 günü Abdi İpekçi ile görüşerek Milliyet Genel Yayın Müdürü’nden yakın arkadaşı Başbakan Ecevit’i Yunanistan vetosu konusunda ikna etmesini istedi... Cevap, elbette olumsuzdu. İpekçi, kontrgerilla tarzı eylemlerin arka planını (K.Maraş Olayı gibi) çok iyi okuyabilen bir gazeteciydi. Gazetesi, Türkiye’ye kâbus yaşatanların planlarını deşifre etmeye yarayacak yayınlar yapıyordu. İpekçi, Milliyet’i elden çıkarmak isteyen patronu Ercüment Karacan’a karşı da inatla direniyordu. 1 Şubat gecesi öldürülmeseydi, Karacan’ın evinde kritik bir görüşme yapacaklardı... Çatlı, NATO-CIA üzerinden aldığı ‘kontrgerilla’ ihalesini tetikçi Ağca marifeti ile uyguladı. İpekçi Suikastı ile “bir taşla birkaç kuş birden” vurulmuş oldu! Türkiye, artık dönüşü olmayan bir yola girmişti... Hiç hesapta olmayan bir ihbar yüzünden tutuklanan Ağca’nın sorgu esnasında daha fazla şakımasını dönemin 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ’un engellemiş olduğundan dün bahsetmiştik. Çatlı, cezaevinden kaçışını organize ettikten sonra Ağca’yı 22 gün Erenköy’deki evinde saklamıştı... Ağca kaçırılmadan önce de Adli Tıp’tan firara teşebbüs etmiş, ancak başaramamıştı. Ağca’yı hücreye almak yerine hiçbir şey olmamışçasına koğuşa vermişlerdi. Çünkü, ‘derindekiler’ bir an önce kaçırılmasını istiyorlardı: Kısa süre sonra da “Türkiye’nin en iyi korunan cezaevi”nden kaçırıldı! Ağca, Çatlı’nın himayesinde Ankara ve Nevşehir’de de misafir edildi. Bir ara İran’a götürülüp tekrar Türkiye’ye getirildi. Çatlı, Ağca’nın Avrupa pasaportunu hazırlamıştı... Evren Paşa, 12 Eylül Darbesi için artık uzatmaları oynatırken, Ağca, CIA’in acar forveti Frank Terpil tarafından Bulgaristan’a kaçırılıyordu! Çatlı ve eşine de 12 Eylül’den sadece 22 gün sonra Meral Çatlı’nın tabiriyle “devlet tarafından” Avrupa pasaportu verilecekti... 18.01.2006 Beyhude 12 Eylül öncesinin iki kavgalı siyasi lideri, bir başka deyişle iki başbakanı Demirel ve Ecevit, ABD’nin yoğun baskılarına rağmen Yunanistan’ın NATO’ya dönmesine müsaade etmemişlerdi… Ecevit, 12 Eylül’den beş yıl sonra “Şayet ben ve Demirel Yunanistan’ın NATO’ya koşulsuz dönüşünü kabul etseydik, Türkiye’ye krediler de, para da akardı” diyecekti… 12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra, Türkiye en büyük diplomatik kozunu heba ediyor; askeri yönetimin lideri Evren, -karşılıksız olarak- Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü engelleyen Türkiye vetosunu kaldırıyordu! *** 22 Ocak 1997’de Susurluk Komisyonu’na konuşan Meral Çatlı “Eşimin devlet adına görevlendirilmesinden Kenan Evren’in haberi vardı. Hatta, Abdullah Çatlı Almanya’da Evren’le görüştü” diyecekti… Komisyonda yapılan itiraflar, 12 Eylül yönetiminin Susurluk mekanizmasındaki rolünü bariz bir biçimde ortaya koymaya başlayınca Evren’in de komisyona çağırılması gündeme gelmiş, ancak bu mümkün olmamıştı! Sadece bu örnek bile Arzın Merkezi’ne seyahat edilemeyeceğini göstermeye yetiyordu. Türkiye, Susurluk Kazası vesilesi ile “Mr. Kontrgerilla” dizisini tepeden tırnağa açık edebilmek için yakaladığı tarihi fırsatı kısa süre içinde heba etmişti… ‘Büyük Susurluk Mahkemesi’ kurulamadı; kurulamazdı da… Şayet böyle bir mahkeme kurulabilseydi, 12 Eylül öncesinde ‘Mr. Kontrgerilla’nın ülkemizi bir askeri darbeye hazır hale getirmek için sol eliyle sağcıları, sağ eliyle de solcuları öldürmüş olduğu gerçeği tüm detaylarıyla ortaya konulabilirdi… Böyle bir mahkemede Evren’e tek bir soru sormak kafi gelirdi: “Balgat, Bahçelievler, Piyangotepe katliamları başta olmak üzere Türkiye’de büyük çaptaki terör eylemlerinin organizatörü sıfatı ile “aranan” (doğrusu elbette “arandığı sanılan” olacak) Abdullah Çatlı’ya emrinizdeki devlet yetkililerinin askeri darbeden sadece üç hafta sonra pasaport verip yurtdışına salimen göndermesi acep ne iştir?” Bu sorunun cevabını Meral Çatlı vermişti: Ne var ki, Susurluk Mahkemesi kurulamadığı-kurulamayacağı için de bu çok net kanıtın hiçbir hükmü kalmadı… *** Genelkurmay Başkanlığı’nın üç gün önce yaptığı açıklamayı hatırlayalım: “Geçmişte zaman zaman gündeme getirilen Gladio, Derin Devlet gibi kavramların son günlerde Özel Harp Teşkilatı ile irtibatlandırılması gayretleri dikkat çekmektedir. Bu çabalar Soğuk Harp döneminde teşkil edilmiş diğer birçok ülkede benzeri bulunan bu birime zarar vermekte ve vatan savunması hazırlıklarında zafiyete sebep olmaktadır.” Gladio, ÖHD’nin İtalya’daki muadili: Yani, NATO’nun Soğuk Savaş döneminde üye ülkelerde “örtülü harp” konsepti çerçevesinde kullandığı mekanizmadan söz ediyoruz… Bu mekanizmayı yöneten de, ABD… ABD, 1974’e kadar ÖHD faaliyetlerinin yürütülebilmesi için Türkiye’ye 1 milyon dolar bütçe dışı- gizli bir para ödedi mi? Ödedi… Sonra, Türkiye ve ABD makamları arasında anlaşmazlık çıkmış, dönemin Genelkurmay Başkanı da (Semih Sancar) bu paranın örtülü ödenekten temin edilmesini dönemin başbakanından (Ecevit) talep etmişti… Başbakan da hay hay demişti; bu vesile ile mekanizmanın varlığından da haberdar olmuştu: O esnada, Genelkurmay Başkanı’na sormuştu, “Bu Özel Harp Dairesi nerededir?” diye… “Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada!” cevabını almıştı! Peki, ÖHD ‘Amerikan Heyeti’ ile 1974’te ve öncesinde aynı binada da, sonrasında farklı bir yerde miydi? 1974-80 arasında yaşadığımız kanlı kâbusla bunun da cevabını aldık! 20.01.2006
  5. Aşağıdaki yazı Ekrem Dumanlı'dan alıntıdır. Dinî konuları tartışırken yapılan hata Cüneyt Zapsu’nun eşi ile birlikte bazı kadınların başı açık cuma namazı kılmaları yeni bir tartışmanın başlamasına sebep oldu. Hatırlanacağı üzere, geçenlerde Amerika’da bir bayan imamlık yapmış, Türkiye’deki gazeteler bu hadiseye de benzer bir heyecanla yaklaşmışlardı. Bu tür meselelerin haber değeri taşıdığında şüphe yok; ancak medyanın da din gibi hassas bir konuda buyurgan bir üslupla dayatmacı bir rol üstlenmesi doğru değil. Tarih şahittir ki tepeden inmeci “dinde reform” paketleri hiçbir zaman vicdanlarda makes bulmadı; bulamaz da. Çünkü değişim, gelişim, başkalaşım gibi kavramları halk, bilgisiyle ayrıştıramasa bile, sezgisiyle tasnif ediyor. Ve daha önemlisi, kendine sunulan teklifi samimiyet sınavından geçiriyor. O sınavdan geç(e)meyen öneri, cami avlusuna bile alınmıyor… Dün Vatan’da Haşmet Babaoğlu’nun “medyatik samimiyetsizlik” nitelemesi o yüzden önem taşıyordu. Mesela halk istiyor ki cuma namazını tartışmaya açanların gözü-gönlü gerçekten cumada olsun. Cuma saflarında hiç görülmemiş bir aydının cuma üzerine ahkâm kesmesini kamu vicdanı kabul etmiyor. Aslında her konuda halk tepkisi böyledir. Mesele cuma namazı ile sınırlandırılamayacak kadar derin. Dinî konulardaki tartışmaların büyük çoğunluğunda aynı problem çıkıyor karşımıza: Kamuoyu huzurunda dinî konuları tartışmaya açanlar ve bu tartışma ortamında reform talebinde bulunanlar, genellikle dindar olmayan kişilerden oluşuyor. Bu durum, teklif sahipleri hakkında kuşkuların oluşmasına sebep olduğu gibi, bazen öfkelerin kabarmasına da vesile oluyor. Orucu tartışan oruç tutmuyor, haccı tartışan hacca gitmiyor, namazı tartışan namaz kılmıyor, kurbanı tartışan kurban kesmiyorsa halk, bu duruma kuşkuyla bakıyor. Neticede amele dair konular getiriliyor gündeme. Dolayısıyla ibadete yönelik mevzuları tartışmaya açanın o tarakta da bezi olmalı. Ayrıca atlanan çok önemli bir ayrıntı var: İslam, yazılı geleneği sağlam ve zengin kaynaklara dayanan bir din. Yani, ibadete dair yeni bir şeymiş gibi allanıp pullanan konuların çoğu 15 asır içinde tartışılmış meselelerdir ve genelde Müslümanların bu konularda dinî referanslara dayanan kanaatleri vardır. Bunları hiçe sayıp, her sıra dışı davranışa “mal bulmuş mağribi” gibi saldırmak sadece bazı kişileri gülünç duruma düşürmez; aynı zamanda o zümreler hakkında kuşkuların doğmasına da neden olur. Bir zamanlar bu ülkede, camilere de kiliseler gibi ayakkabıyla girilmesini talep edenler oldu. Onlara göre diz kırıp oturmaya da, secdeye gitmeye de gerek yoktu. Tıpkı kiliselerde olduğu gibi camilere masalar, sandalyeler konulabilirdi pekala. Hatta bazı müzik aletleri de getirilebilir, ilahîler okunabilirdi camilerde. Meal ile ibadet ve Türkçe ezan meselesi de bilgi düzeyi düşük bu yaklaşımın bir ürünüydü. Halk bu teklifleri kuşkuyla, hatta nefretle karşıladı; zira İslamî kaynaklarda ibadet yerine ve şekline dair ayrıntılı bilgiler vardı. İbadetin şeklini hem Kur’an anlatıyordu; hem de Peygamber’in uygulaması daha ilk dönemden kitaplara geçirilmişti. “İslam’da reform” adı altında teklif edilen düşüncelerin çoğu, İslamî kaynakların tartısına çıktığında boş bir çuval gibi yığılıp kalıyordu. O yüzden hiçbir yerde tutmadı tepeden inmeci öneriler. Dindarlık hiçbir kişinin, hiçbir kurumun, hiçbir topluluğun inhisarı altında değildir; dolayısıyla farklı yorumların yapılması kaçınılmaz. Ancak, bu yorumlar, gücünü İslam kaynaklarından almadıkça ve hele dini samimi bir şekilde yaşayanlarca ifade edilmedikçe, halka mal olması düşünülemez. Daha ötesini zorlamak, sadece öfkeyi artırır, uçurumu derinleştirir… Bunun da ne dine, ne dindara; hatta ne din karşıtına bir faydası dokunur… 26.01.2006
  6. EgemenBey

    YÖK ne işe yarıyor?

    Yorum size ait. YÖK ne işe yarıyor? Yılın genç bilim adamı: YÖK ve TÜBİTAK beni bir kez bile aramadı ''Dünyada Yılının Genç Bilim Adamı'' seçilen Dr. Ahmet Yıldız (26) kendisini YÖK ve TÜBİTAK yetkililerinin bir kez bile aramadığını söyledi.İnsan hücresindeki motor proteinlerin nasıl yürüdüğünü ortaya çıkaran buluşu nedeniyle, Amerikan bilim dergisi Science tarafından, ''Dünyada 2005 Yılının Genç Bilim Adamı'' seçilen Dr. Ahmet Yıldız (26) Türkiye'deki bilimsel araştırma olanaklarının yetersiz olması nedeniyle yurt dışına gitmek zorunda kaldığını söyledi. Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü'nden mezun olduktan sonra, kazandığı bursla ABD'ye giderek, California Üniversitesi'nde, ''insan hücresindeki motor proteinlerin nasıl yürüdüğü' konusunda doktora tezi hazırlayan Yıldız, yaptığı çalışmayla, hem doktor unvanı aldı, hem de Science tarafından ''Dünyada 2005 yılının en genç bilim adamı'' seçildi. Sakarya'da Arifiye Beldesi'nde emekli bir ailenin çocuğu olan Dr. Yıldız'ın başarısı, bayram tatili dolayısıyla eşiyle birlikte geldiği memleketinde de sevinçle karşılandı. Dr. Yıldız, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ülkedeki bilimsel olanakların yetersizliği nedeniyle yurtdışında eğitim gördüğünü söyledi. Dr. Yıldız, ''Yapacağım araştırmalar için burada imkanlar yeterli olursa, tabi ki ülkemde çalışmak isterim. Ancak bu başarıma rağmen Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK ) ve Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu'ndan (TÜBİTAK) bir kez bile aranmadım'' dedi. -''BULUŞ, HAYATİ ÖNEM TAŞIYOR...'' Bilimsel buluşuyla insan hücresindeki motor proteinlerinin nasıl yürüdüğünü ortaya çıkaran ve çalışmasının felç, alzheimer, kanser, sağırlık ve körlük gibi hastalıkların tedavisi için hayati önem taşıdığını kaydeden Dr. Yıldız, şöyle konuştu: ''Buluşum bu alanda çalışan insanları meşgul eden bir konuydu. Fakat teknik yetersizlikten dolayı bulunamıyordu. Teknik yetersizliği şöyle anlatabilirim; bu proteinler hücrenin içinde metrenin milyarda bir boyu kadar adım atıyorlar. Günümüzde metrenin milyarda bir boyunu ölçecek teknik imkan sayısı bir ya da ikidir. Bu teknikler bizim çalışmalarımıza uygun değildi. Proteinlerin hücrede yürüdüğünü biliyorduk. Ancak iki ayaklı olan bu proteinlerin nasıl yürüdüğünü, nasıl adım attıklarını bilmiyorduk. Biz de yeni bir teknik geliştirerek bir bacağına bir boya sürdük, diğer bacağına farklı bir renkte boya sürdük. Proteinin ayaklarının birbirini geçerek, aynı insanlardaki gibi arkadaki ayak öne geçecek şekilde, birbiri ardına adımlar atarak yürüdüğünü gördük. Bilim dünyasında bunu izleyen ilk grup olduk. İşin ilginç yanı bu kadar küçük boyalarla bu kadar büyük iyi çözünürlük elde etmemizdi. Metrenin milyarda biri kadar çözünürlük elde ettik. Bu buluşum da bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı.'' -''TÜRKİYE'DE BEYİN GÖÇÜ DAHA FAZLA YAŞANIYOR'' Türkiye'deki bilimsel olanakların yetersiz olduğunu ifade eden Dr. Yıldız sözlerini şöyle sürdürdü: ''Ama imkanların yeterli olduğuna inandığım an döneceğim. Beyin göçü bazı ülkelerde de yaşanmaktadır, ancak Türkiye'de daha fazla yaşanıyor. Türkiye dokuz nesildir beyin göçünü geri getirememiş. En azından bundan sonra beyin göçünün yüzde 40'ı geriye getirilebilmeli. Ayrıca oradaki teknolojiyi kendisine geri getirmiş olacak. Yaptığım araştırmayı buradaki imkanlarla sonuçlandıramazdım. Üniversitelerimiz bu tekniğe sahip olmadıkları için öğrenciler yurtdışını tercih ediyorlar. Son iki yıldır üniversitelerde araştırmalar için diğer yıllara oranla çok yüksek bütçeler ayrılmaya başlandı. Olumlu gelişmeler var. Yapacağım araştırmalar için burada da imkanlar yeterli olursa tabi ki ülkemde yapmak isterim. Ancak bu başarıma rağmen YÖK ve TÜBİTAK'tan beni bir kez bile aramadılar.'' -''FELÇLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR''- Proteinlerle ilgili çalışmalarını sürdüreceğini ifade eden Dr. Yıldız, ''Bu çalışmam bittikten sonra felç üzerine çalışmalar yapmak istiyorum. Bazı proteinler felce sebep oluyor. Örnek olarak felç olmuş bir solucanla çalışarak, 'onu tekrar nasıl yürütebilirim, felçten nasıl kurtarabilirim'i araştıracağım'' diye konuştu. Şu anda ''Dainin'' proteini ile ilgili çalışma yaptığını, bu proteinin çok büyük olduğu için, biyokimyacılar tarafından incelenemediğini belirten Dr. Yıldız, bu proteinin hücre bölünmesinde çok önem taşıdığını ve hücre bölünmesinin de doğrudan kanser hastalığıyla ilgisi olduğunu söyledi. -''DÜZENLİ BİR İNSAN DEĞİLİM''... İstanbul Fen Lisesi'ni bitirdikten sonra fizikçi olmaya karar verdiğini ve 1996 yılında Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü'nü kazandığını kaydeden Dr. Yıldız, 2001 yılında üniversiteyi bittirdikten sonra master yapmak için özel burs kazanarak ABD'ye gittiğini söyledi. Başarısının tesadüf olmadığını, yüksek motivasyonla çalışmasının başarıyı getirdiğini vurgulayan Dr. Yıldız, şöyle dedi: ''Düzenli bir insan değilim. Ders çalışırken motivasyonum çok yüksekti. Lisede o kadar kendimi derse vermiştim ki dış etkenlerden kendimi soyutlayabiliyordum. Mesela Türkiye'de hiç cep telefonu kullanmadım. Zararlı olduğunu düşündüğüm için hem de insanı meşgul eden bir cihaz olduğu için kullanmadım. Cep telefonlarının öğrencilerin motivasyonunu dağıttığını onları boş yere oyaladığını düşünüyorum.'' Proteinlerle ilgili çalışmasını İllinois Üniversitesi Paul Selvin Laboratuvarı'nda yaptığını söyleyen Dr. Yıldız, 18 Şubat'ta Nobel ödüllü bilim adamlarının da katılacağı törende, buluşundan dolayı 25 bin dolarla ödüllendirileceğini belirtti. [12:17:00] 22.01.2006
  7. Yazılar Tamer Korkmaz'dan (Kemalizm Gerçeği) Zaman Gazetesi ”Çözeceğiz!” demişti... Emekli Orgeneral Kemal Yamak’ın anı kitabı kontrgerilla tartışmalarını yeniden gündeme getirdi… Yamak, kitabında Özel Harp Dairesi üyelerinin 70’li yıllarda CHP dahil bütün partilere özenle yerleştirildiğini anlatıyor. Kontrgerilla’yı açık eden ilk siyasi lider unvanına sahip Bülent Ecevit, Yamak’ın hatıratı bağlamında bir tartışmaya girmedi… Ancak, kitap çalışmalarından birinin ÖHD ile ilgili olduğunu vurgulayarak bazı hatırlatmalar yaptı: “ÖHD derin devletin içinde, fakat üzerinde durmaya çalışan bir yapıdır. 1977 seçim kampanyası esnasında İzmir’de beni, Rahşan’ı ve yakın arkadaşlarımı hedef alan suikast girişimi hâlâ aydınlanmadı. Emniyet güçleri o zaman bizi kandırmaya çalışmışlardı! Başbakanlığım sırasında bu olayın üzerine çok gittik. Ama, hangi kapıyı açtıysak kapandı… Aynı şekilde, Abdi İpekçi’nin katili İstanbul’da askeriyenin göbeğinden kaçtı. Nasıl olduğu anlaşılamadı. O vakitler kaygılarımı Genelkurmay Başkanı ile (Org. Evren) paylaşmıştım. Çözeceğiz, demişti…” *** İpekçi suikastının baş aktörü M.Ali Ağca olayın üzerinden beş ay geçtikten sonra 25 Haziran 1979 günü yakalanmıştı. Ağca, Emniyet’te basının önüne çıkarıldığında “İpekçi’yi anarşiyi tırmandırmak için öldürdüm” diyordu. Ağca, soruşturmasının sonlarına doğru ‘konuşmaya’ başlamıştı. Ancak, yasal soruşturma süresinin de sonuna gelinmişti. Sorgu, tam derinleşeceği sırada kesiliverdi; emniyetçiler de zor durumda kaldılar. Haliyle, mahkemeden ek süre talep ettiler. Ne var ki, dönemin 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Org. Necdet Üruğ (Aralık 1983’te G.Kurmay Başkanı) inisiyatifini kullanarak ek süreyi vermedi. Böylelikle Ağca’nın soruşturulmasını engellemiş oldu! Ağca, 11 Temmuz 1979’da tutuklanıp Selimiye Askeri Cezaevi’ne gönderildi. Daha sonra Selimiye’de yangın çıkıp cezaevi kullanılamaz hale gelince Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi’ne nakledildi. Orada da fazla kalmadı, Ağca! Çünkü, 23 Kasım 1979 gecesi derin bir operasyonla kaçırıldı. Kaçırma planını Abdullah Çatlı yapmıştı… Ağca Soruşturması’nın genişletilmesi için ek süre vermeyen Sıkıyönetim Komutanı Org. Necdet Üruğ, firar filminin gösterime girmesinden tam yirmi yıl sonra “Ağca’nın kaçırılması tugayın içinden organize bir işti. Darbelerin hukuku yoktur. Darbeyi yapan her şeyi göze almıştır.” diyecekti! Ezcümle, Ağca’nın firarı -Ecevit’in söylediği gibi- nasıl gerçekleştiği anlaşılamamış bir hadise değildir. Ecevit’in Ağca’nın kaçırılışı ile ilgili kaygılarını dönemin Genelkurmay Başkanı Evren’e iletmiş olması, Evren’in de “Çözeceğiz” cevabını vermesi; en az -Çankaya’da vekaleten oturan AP’li İhsan Sabri Çağlayangil’in 1980’in 11 Eylül günü öğleden sonra darbe söylentilerini Evren’e iletmiş olması, Evren’in de “Yok bişiy” demesi kadar kara mizahı şaha kaldıran bir hadisedir… Ağca, 2 Eylül 1980’de yani darbeden sadece on gün önce Kapıkule’de Çatlı ile buluştuktan sonra deplasmana çıktı ve 13 Mayıs 1981’de Papa Suikastı’na imza attı. Ankara’da terörü tırmandıran üç büyük çaplı öldürme olayının (Balgat-Bahçelievler-Piyangotepe) organizatörü Çatlı ise eşiyle birlikte 12 Eylül’den sadece 22 gün sonra rahatlıkla yurtdışına çıktı: Meral Çatlı, 1997’de Susurluk Komisyonu’na bazı devlet görevlilerinin kendilerine pasaport temin ettiklerini ve yurtdışına çıkmalarını sağladıklarını söylüyordu… M. Metin Kaplan’ın, İpekçi Suikastı’nı anlatan ‘Desise’ adlı kitabı kısa bir önce yayınlandı. Kitapta, Çatlı’nın kurduğu ‘Antiterör Birliği’ ilk kez deşifre ediliyor. Kaplan, bu örgütün eylemleri ile 12 Eylül’ün yolunu açtığını vurguluyor! Bu arada, M.Ali Ağca da -tam 25 yıl yattıktan sonra- bayramın üçüncü günü cezaevinden çıkıyor… *Kurban Bayramı’nız mübarek olsun… 10.01.2006 Ağca Gündemi, Arzın Merkezi’ne Uğramaz... Kurtlar Vadisi takımı televizyon ekranlarında beraat ederken, M.Ali Ağca’nın gerçek hayattaki erkenden tahliyesine şaşırmamak gerekir... Ağca’ya “Af Piyangosu”nun büyük ikramiyesi isabet etti. Bu kurgusal piyangoda sürpriz yoktu: İpekçi Suikastı’nın baş aktörünün aşağı yukarı bu tarihlerde cezaevi günlerini noktalayacağı sır değildi... Memleketimizde ‘fikri takip’ hak getire: Zaten, tahliyesi anons edildiğinde de Ağca “muhteşem bir karşılama töreni” ile serbest kaldı... Türkiye’de öyle uzun yıllar mapusta yatılmaz! Aralıksız yirmi yılın üzerinde demir parmaklıkların ardında kalan adam bulmanız çok zordur. Ağca, 25 yıl yatarak rekortmen oldu; ne var ki, bunun 20 yılını İtalya deplasmanında yattı. Ağca’yı Türkiye’de beş yıldan fazla tutmadılar, içeride... 1979 Kasım’ında cezaevinden ‘Çatlı Organizasyonu’ neticesinde kaçırılmıştı, Ağca: Günümüzdeki erken tahliyesi ise “post modern bir dışarıya çıkış” anlamına geliyor... Ağca’nın tahliyesi gündemde ikinci haftasına girmesine rağmen medyadaki Ağca yayınlarının tamamına yakını arzın merkezine seyahat etmekten özenle kaçınıyor. Papa Suikastı şöyle dursun, İpekçi Cinayeti’ni masaya yatırmaktan hayli uzaklarda seyahat ediyor, Ağca gündemimiz... Çünkü, bu derin konuların üstü, Susurluk Kamyonu 12 Eylül Kavşağı’na çıktığından bu yana bir daha gerçek manada açılmamak üzere örtülmüştü. Kurtlar Vadisi dizisi ise, yakın tarihimizin derin gerçekleri üzerinde kuvvetli bir yanılsama meydana getirerek Susurluk Mekanizması’nı “legalleştirme kokteyli-partisi” olarak kayıtlara geçti. *** Ağca’nın baş aktörü, tetikçisi olduğu İpekçi Cinayeti’nin izi sürüldüğünde bütün yollar “Mr. Kontrgerilla!”ya çıkıyor... İpekçi Suikastı’nı planlayan Çatlı, Oral Çelik eliyle Ağca’yı buluyor. (Oral Çelik on yıl önce Türkiye’ye getirildiğinde İpekçi Davası’ndan yargılanmış ve bir görgü tanığının ‘yıllar sonra’ ifadesini değiştirmesi sonucunda beraat etmişti.) Ağca’nın tutuklandıktan beş ay kadar sonra Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi’nden Çatlı tarafından kaçırılışı tam bir ‘Özel Harp’ projeksiyonuydu. Dönemin 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ’un “Ağca sorgusunun derinleşmesi” üzerine Emniyet’in ek süre talebini geri çevirmiş olması yeterince manidardır! Ağca, İpekçi cinayetinin üzerinden beş ay geçtikten sonra 25 Haziran 1979’da yapılan “kimliği belirsiz” bir ihbarla yakalandı. Ağca’yı ihbar eden kişi, kimliğinin belli olmasını o denli istemiyordu ki, ihbarcıya vaat edilen büyük ödülü almayı aklının ucundan bile geçirmemiş olmalıydı! Esrarengiz ihbarcının suikastın ardındaki kontrgerilla mekanizmasını çözmüş yetkin bir resmi görevli olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. Yani, normal şartlar altında Ağca yakalanmayacaktı. Ağca’nın yakalanmasını sağlayan ihbarın ardından yürütülen sorgulama esnasında CHP hükümetinin yetkili kişileri arzın merkezine seyahat etmek yerine İpekçi Suikastı’nı MHP yönetimi ile irtibatlandırmak için epeyce çaba sarf ettiler... Bu, Ecevit’in kontrgerilla örgütlenmesini örneklerken “O dönemde MHP Sarıkamış İlçe Başkanı’nın da ÖHD’den olduğunu öğrendim” demesi ile benzer bir durumdu... Mekanizmayı siyasi hasımları ile izah edip ormanın tümünü gör(e)memek, göster(e)memekle ilgili bir refleksten söz ediyoruz: Emekli Orgeneral Kemal Yamak, kısa süre önce çıkan anı kitabında “ÖHD sadece MHP’ye değil CHP’nin içine de elemanlarını yerleştirmişti. Meclis’te her partiden ÖHD üyesi vekil vardı” diye yazdı... 1977’nin ilk ayında MİT’e alındıktan sonra, NATO’nun “Örtülü Harp” konsepti çerçevesinde MHP teşkilatına eklemlenerek kontrgerilla tarzı faaliyetlere hız veren Abdullah Çatlı, kendisinin organize ettiği terör eylemleri nedeniyle (Bahçelievler’de 7 TİP’linin Öldürülmesi Olayı) 1978’in sonbaharında MHP/ÜGD yönetimi ile yol ayrımına geliyordu. (Arkası Yarın) 17.01.2006 Çatlı’ların Ağca Ekim 1978’de Ankara-Bahçelievler’de 7 TİP’linin katledilmesi eylemi, Çatlı ile MHP-ÜGD yönetiminin yollarını ayırdı. MİT’in MHP’nin içine gönderdiği (Ocak 1977) en önemli elemanı olan Çatlı, artık kontrgerilla faaliyetlerini kendi elleriyle pişirdiği ‘Antiterör Birliği’ üzerinden yürütüyordu... Bir taraftan Çatlı prodüksiyonlarıyla teröre ivme kazandıran, ses getiren cinayetlere imza atılıyor; diğer yandan Kahramanmaraş, Çorum gibi illerde “Mr. Kontrgerilla” tarafından gerçekleştirilen kanlı provokasyonlarla Türkiye yangın yerine çevriliyordu. Özetle, darbe şartları olgunlaştırılıyordu... Çatlı, Bayrampaşa Cezaevi’nden 13 ülkücünün kaçırılması olayına da imza attı. Bunu yapmaktaki amacı firar hadisesinin MHP’nin üzerine kalmasını istemesiydi... 1979 yılı Türkiye’de darbe takviminin hızla ilerletildiği yıldı. Terörü zirveye çıkaran eylemler ardı ardına geldi. Bunların içinde Abdi İpekçi Suikastı’nın ayrı bir yeri vardı. Suikast, Çatlı’ya ihale edilmişti. Çatlı, Oral Çelik vasıtasıyla takımını kurdu. Mehmet Şener, Yalçın Özbey, Yavuz Çaylan ve tetikçi olarak da M. Ali Ağca! Ocak ayının son günlerinde İstanbul’da bir TÜSİAD paneli düzenlendi. Panele katılan gazeteciler Abdi İpekçi, Nazlı Ilıcak ve Uğur Mumcu’ydu. Toplantıyı izleyen ve sonrasındaki kalabalık sohbette de İpekçi’nin yanı başına kadar sokulan üç genç kimsenin dikkatini çekmedi. Bu kişiler, Ağca, Şener ve Çaylan’dı... *** 1979’a girildiğinde İran’da Şah rejimi son ayını yaşıyordu: ABD bölgedeki en önemli müttefikini yitiriyordu. Aynı yıl, Afganistan SSCB işgaline uğradı. Türkiye’deki hükümetler, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü ısrarla veto ediyordu. ABD-NATO bu coğrafyada büyük oranda kan kaybetmişti. NATO’nun “son kale”si Türkiye idi. ABD, Türkiye’yi elinden kaçırmak istemiyordu; Türkiye’deki siyasi iktidarlar ise yeterince söz dinlemiyordu! “Bizim Çocuklar Yaptı”ların Paul Henze (CIA Türkiye Masası Şefi) 13 Ocak 1979 günü Abdi İpekçi ile görüşerek Milliyet Genel Yayın Müdürü’nden yakın arkadaşı Başbakan Ecevit’i Yunanistan vetosu konusunda ikna etmesini istedi... Cevap, elbette olumsuzdu. İpekçi, kontrgerilla tarzı eylemlerin arka planını (K.Maraş Olayı gibi) çok iyi okuyabilen bir gazeteciydi. Gazetesi, Türkiye’ye kâbus yaşatanların planlarını deşifre etmeye yarayacak yayınlar yapıyordu. İpekçi, Milliyet’i elden çıkarmak isteyen patronu Ercüment Karacan’a karşı da inatla direniyordu. 1 Şubat gecesi öldürülmeseydi, Karacan’ın evinde kritik bir görüşme yapacaklardı... Çatlı, NATO-CIA üzerinden aldığı ‘kontrgerilla’ ihalesini tetikçi Ağca marifeti ile uyguladı. İpekçi Suikastı ile “bir taşla birkaç kuş birden” vurulmuş oldu! Türkiye, artık dönüşü olmayan bir yola girmişti... Hiç hesapta olmayan bir ihbar yüzünden tutuklanan Ağca’nın sorgu esnasında daha fazla şakımasını dönemin 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ’un engellemiş olduğundan dün bahsetmiştik. Çatlı, cezaevinden kaçışını organize ettikten sonra Ağca’yı 22 gün Erenköy’deki evinde saklamıştı... Ağca kaçırılmadan önce de Adli Tıp’tan firara teşebbüs etmiş, ancak başaramamıştı. Ağca’yı hücreye almak yerine hiçbir şey olmamışçasına koğuşa vermişlerdi. Çünkü, ‘derindekiler’ bir an önce kaçırılmasını istiyorlardı: Kısa süre sonra da “Türkiye’nin en iyi korunan cezaevi”nden kaçırıldı! Ağca, Çatlı’nın himayesinde Ankara ve Nevşehir’de de misafir edildi. Bir ara İran’a götürülüp tekrar Türkiye’ye getirildi. Çatlı, Ağca’nın Avrupa pasaportunu hazırlamıştı... Evren Paşa, 12 Eylül Darbesi için artık uzatmaları oynatırken, Ağca, CIA’in acar forveti Frank Terpil tarafından Bulgaristan’a kaçırılıyordu! Çatlı ve eşine de 12 Eylül’den sadece 22 gün sonra Meral Çatlı’nın tabiriyle “devlet tarafından” Avrupa pasaportu verilecekti... 18.01.2006 Beyhude 12 Eylül öncesinin iki kavgalı siyasi lideri, bir başka deyişle iki başbakanı Demirel ve Ecevit, ABD’nin yoğun baskılarına rağmen Yunanistan’ın NATO’ya dönmesine müsaade etmemişlerdi… Ecevit, 12 Eylül’den beş yıl sonra “Şayet ben ve Demirel Yunanistan’ın NATO’ya koşulsuz dönüşünü kabul etseydik, Türkiye’ye krediler de, para da akardı” diyecekti… 12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra, Türkiye en büyük diplomatik kozunu heba ediyor; askeri yönetimin lideri Evren, -karşılıksız olarak- Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü engelleyen Türkiye vetosunu kaldırıyordu! *** 22 Ocak 1997’de Susurluk Komisyonu’na konuşan Meral Çatlı “Eşimin devlet adına görevlendirilmesinden Kenan Evren’in haberi vardı. Hatta, Abdullah Çatlı Almanya’da Evren’le görüştü” diyecekti… Komisyonda yapılan itiraflar, 12 Eylül yönetiminin Susurluk mekanizmasındaki rolünü bariz bir biçimde ortaya koymaya başlayınca Evren’in de komisyona çağırılması gündeme gelmiş, ancak bu mümkün olmamıştı! Sadece bu örnek bile Arzın Merkezi’ne seyahat edilemeyeceğini göstermeye yetiyordu. Türkiye, Susurluk Kazası vesilesi ile “Mr. Kontrgerilla” dizisini tepeden tırnağa açık edebilmek için yakaladığı tarihi fırsatı kısa süre içinde heba etmişti… ‘Büyük Susurluk Mahkemesi’ kurulamadı; kurulamazdı da… Şayet böyle bir mahkeme kurulabilseydi, 12 Eylül öncesinde ‘Mr. Kontrgerilla’nın ülkemizi bir askeri darbeye hazır hale getirmek için sol eliyle sağcıları, sağ eliyle de solcuları öldürmüş olduğu gerçeği tüm detaylarıyla ortaya konulabilirdi… Böyle bir mahkemede Evren’e tek bir soru sormak kafi gelirdi: “Balgat, Bahçelievler, Piyangotepe katliamları başta olmak üzere Türkiye’de büyük çaptaki terör eylemlerinin organizatörü sıfatı ile “aranan” (doğrusu elbette “arandığı sanılan” olacak) Abdullah Çatlı’ya emrinizdeki devlet yetkililerinin askeri darbeden sadece üç hafta sonra pasaport verip yurtdışına salimen göndermesi acep ne iştir?” Bu sorunun cevabını Meral Çatlı vermişti: Ne var ki, Susurluk Mahkemesi kurulamadığı-kurulamayacağı için de bu çok net kanıtın hiçbir hükmü kalmadı… *** Genelkurmay Başkanlığı’nın üç gün önce yaptığı açıklamayı hatırlayalım: “Geçmişte zaman zaman gündeme getirilen Gladio, Derin Devlet gibi kavramların son günlerde Özel Harp Teşkilatı ile irtibatlandırılması gayretleri dikkat çekmektedir. Bu çabalar Soğuk Harp döneminde teşkil edilmiş diğer birçok ülkede benzeri bulunan bu birime zarar vermekte ve vatan savunması hazırlıklarında zafiyete sebep olmaktadır.” Gladio, ÖHD’nin İtalya’daki muadili: Yani, NATO’nun Soğuk Savaş döneminde üye ülkelerde “örtülü harp” konsepti çerçevesinde kullandığı mekanizmadan söz ediyoruz… Bu mekanizmayı yöneten de, ABD… ABD, 1974’e kadar ÖHD faaliyetlerinin yürütülebilmesi için Türkiye’ye 1 milyon dolar bütçe dışı- gizli bir para ödedi mi? Ödedi… Sonra, Türkiye ve ABD makamları arasında anlaşmazlık çıkmış, dönemin Genelkurmay Başkanı da (Semih Sancar) bu paranın örtülü ödenekten temin edilmesini dönemin başbakanından (Ecevit) talep etmişti… Başbakan da hay hay demişti; bu vesile ile mekanizmanın varlığından da haberdar olmuştu: O esnada, Genelkurmay Başkanı’na sormuştu, “Bu Özel Harp Dairesi nerededir?” diye… “Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada!” cevabını almıştı! Peki, ÖHD ‘Amerikan Heyeti’ ile 1974’te ve öncesinde aynı binada da, sonrasında farklı bir yerde miydi? 1974-80 arasında yaşadığımız kanlı kâbusla bunun da cevabını aldık! 20.01.2006
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.