Zıplanacak içerik

ramell

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

ramell tarafından postalanan herşey

  1. "İçinde "hayat tarzı" ifadesi geçen her cümlenin ucu, kadınlara değiyor, kadınları elleyip, kadınları işaret ediyor. Hatta bırakınız cümle kurmayı, kelime sarfetmeyi, kadını işaret parmağı ile gösteren bir dilsiz alfabesi üzerinden hoyratça işliyor tüm ajandalar... Kadının sınırlarıyla, ülkesinin sınırları arasındaki tartışma neden birbirine eşlik eden bir süreçte dile geliyor? Bir ülkeye karşı konuşlandırılmış sınır ötesi operasyonlarla, aynı ülkenin kadınlarının kimliğine yönelik radikal değişimler niye aynı zamanda tartışmaya açılıyor? Kadın, ülke, mülkiyet ve sınır; niçin birbirine komşu kelimeler gibi ardışık cümleler içinde ve bir çırpıda alt alta yazılabiliyor? " Böyle diyor Yazar Sibel Eraslan, "Geçirdiği sinir nöbetinden sonra, ağzından köpükler gelerek kucağıma yığılan arkadaşım Esin'i ve onu örtülü olduğu için sokamadığımız medikokliniği ardından çığrış bağrışlar arasında salla sırt bizi kabul edecek hastaneyi kapı kapı aradığımız o günleri, buz gibi hatırlıyorum.. Ben o günden sonra bir daha büyüyemedim." dediği gibi. Kadın olmak biraz eksik, biraz kırılgan ve daha çok öteki olmaktır Türkiye'de. Türkiye'de Kadın olmak modernlik ile gelenek arasında kalmış olmaktır. Doğu ile Batı, İslam ile Laiklik, özel alan ile kamusal alan, çalışma hayatı ile ev hayatı, tüketim ile üretim arasında meydana gelen tartışmalarda sıkışıp kalmaktır. Bir erkeğin rahatça girdiği alana girmesi yine bir erkek tarfından engellenmektir. Başka ülkeler konusunu ve belki onlar gibi oluruz korkusunu üzerlerine atmaktır. Eşinin adıyla anılmaktır. Evde zaten ezdiği, eve kapattığı karısı ve kızları yetmediğinden daha çoğunu ezmek ve eve kapatmak için milletvekili olmaktır. Çalıştığı iş yerinde aynı işi yağtığı halde daha az maaş almaktır. Töredir, berdeldir.. Kadın olmak pek zordur.
  2. İslam akıl ve vicdan dinidir. Allah Kuran-ı Kerim'de insanları çevrelerini incelemeye ve onlar üzerinde düşünmeye teşvik eder. Örneğin; "Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir. Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da. (Kaf Suresi, 6-10)" Allah, insanları yukarıda belirttiğim gibi araştırmaya çağırmıştır. Bunun yolu da bilimdir. Günümüzde din ile bilim arasına sokulmak istenen bu zoraki ayrılık, bizzat bilimin kendi bulguları tarafından yalanlanmaktadır. Din bizlere evrenin yoktan yaratıldığını öğretmekte, bilim ise bu gerçeğin kanıtlarını bulmaktadır. Din bize canlıların Allah tarafından yaratıldığını öğretmekte, bilim ise canlılıkta ortaya çıkardığı tasarımla bu gerçeğin delillerini ortaya koymaktadır. Son zamanlarda, bilimsel alanda İslam dünyasında yapılan çalışmaların az olmasının nedeni düzensizliktir. Unutulmamalıdır ki Avrupa da Avrupa olmadan önce kaynayan bir kazandı.
  3. ramell şurada cevap verdi: ramell başlık Güncel Konular
    Ulus okmak bir irade meselesidir. Ulus devletler aynı olanların bir topluluğu değildir. Farklı da olsa bir arada yaşamak isteyenlerin topluluğudur. Günümüzün uygarlığı uluslararası bir kültürdür. Çevresini ötekileştirenler içe kapanmaktadırlar. Kültürel olarak yoksul kalmaktadırlar. Ayrımcılık bu yüzden yalnız ayrımcılığa uğrayanı ezmez, uygulayanı da yoksullaştırır, dünya kültürü dışına iter, kısaca zarar verir. "Küreselleşmenin “zor”u içermeyen ancak “rıza”yı devşiren kendiliğinden boyutunun getirdiği yeni teknolojik, iktisadi ve sosyal açılımları doğrultusunda, söz konusu üç olgu ile “anlama” temelli derinlemesine girilecek barışık bir diyalog ve dönüşümcü perspektif, tüm dünya toplumları karşısında Türkiye Cumhuriyeti'ni güçlendireceği gibi, içerde de birbirinden emin ve birbirlerinin varoluşlarına karşı kin ve nefret duymayan hoşgörülü toplum kesimlerinin oluşumuna zemin hazırlayabilecektir. "
  4. ramell şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    Engin Ardıç'ın aşağıdaki makalesini dikkatle okuyalım. Ben baktığımda 7310 defa okunmuştu. "Gene yürüyüş düzenlemek istiyorlar. Gene kendilerini kandıracaklar, halkı da kandırdıklarını sanacaklar ve gene havalarını alacaklar. “Cumhuriyet mitinglerinin” benzerleri yapılacakmış. Kadınlar haklarını savunacaklarmış. Kadın okuyucuyu gıdıklamak isteyen gazeteler elbette çanak tutuyorlar: İki fırt The Secret saçmalığı, bir tutam selülit sorunu, üç çorba tarifi, pilates milates topu, yanında miting de verelim... Sonra da rakamları şişirebildikleri kadar şişirecekler: Milyonlar yürüdü! Kitleler sel oldu aktı... Türk kadını haykırdı... Haykıran Türk kadını, bizim patronun televizyon kanalında yayınlanan dizileri de kaçırmasın! İlkönce kendi yazarları inanacaklar: Çağdaş kadınlarımız alanları doldurdular, ufukta erken seçim var, CHP bu sefer mutlaka iktidara geliyor! Olmazsa, CHP-MHP koalisyonu çantada keklik... Zaten Tuncay Özkan CHP’ye genel sekreter olursa gelmemesi mümkün değil canım! Bir de Gülsün Bilgehan’ı başkan yapabilsek, siler süpürürüz... Sonra, yeni anayasa halkoyuna sunulup kabul edilince de çok şaşıracaklar: Nereye gitti yahu o alanları dolduran vatandaşlar? Kahraman Türk kadını nasıl oldu da bu anayasaya evet dedi yahu? Halkımız 1961 Anayasası’na da, onun taban tabana zıddı 1982 Anayasası’na da evet demişti, şimdi nasıl olur da buna da evet der yahu? Yok, bunlar adam olmaz arkadaş.. Önce halkı eğitecektik, yanlış yaptık... Sırası mıydı demokrasinin? Dalgamızı geçersek de bize küfür edecekler, iftira edecekler... Şimdilik, bir yandan gene bayrak üreticilerini zengin etmeye hazırlanıyorlar, bir yandan da Profesör Ergun Özbudun’a çullanmaya, Profesör Şerif Mardin’i ketenpereye getirip sözlerini çarpıtmaya devam... Yeni anayasa, bürokrasi tekelinde bulunan atamaları yargı denetimine açacak, ödleri patlıyor... Yeni anayasa, rektörleri üniversitelere seçtirecek, yani Abdullah Gül bile karışamayacak, niçin işlerine gelmiyor? Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı bulunan herkese, din ve ırk ayırdedilmeksizin Türk denecek... Bunu mu beğenmiyorlar? Askeri mahkemeler sivilleri yargılayamayacak, bu mu gericilik oluyor? Parti kapatmak çok zorlaştırılıyor, bundan mı memnun değiller? Yıllardır bunları isteyenler, bunların olmamasından yakınanlar bu arkadaşlar değiller miydi? Yıllardır 1982 Anayasası’nı beğenmeyenler, Kenan Evren’e nefret kusanlar kimlerdi? Seçimde madara oldukları yetmiyormuş gibi, kendi kendilerini bir de anayasa tartışmasında rezil ettiler. Yıllarca demokrasi isteyip birdenbire kendini cunta kanunlarını savunur bulma zavallılığı, her aydına nasip olmaz. Zoru başardılar: Kredilerini, itibarlarını bir çırpıda çöpe attılar. Benim bildiğim Aydın Doğan, bu tutumdan doğan okuyucu kaybının da hesabını sorar. Hele şu arsa ve inşaat işlerini bir düzene koysun, sıra dükkân içi temizliğe de gelecek. Şimdilik geriyorlar, fiştekliyorlar, huzur kaçırıyorlar, kışkırtıyorlar, tedirgin ediyorlar, korkutmaya çalışıyorlar... O arada, elde bayrak, doğru mitinge arkadaşlar... Kurtlarınızı dökebildiğiniz kadar dökünüz, önümüzdeki yıl anayasa referandumundan sonra gene hüsran, gene gam ve kasavet sizleri bekliyor, ölmez sağ kalırsam ben de küfürlerinizi ve iftiralarınızı göğüslemek üzere gene huzurunuzda bulunacağım inşallah."
  5. ramell şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    demirefe Yukarıda yazılanları okuyunca ne düşünmeli dedim böyle bir yazı hakkında, ne yazmalı. Hoşgörüsüzlük ifade etmeye yetmeyecek. Bencillik mi demeli? Saygısızlık mı? Görmek istememek, haktan bihaber olmak. Voltaire'nin dediği gibi, 'Size katılmıyorum fakat onu yapma hakkınızı sonuna kadar savunuyorum'. Böyle düşündüğünüz gün her şey güzel olacak.
  6. Efendi Türkler Denemez. Denebilir belki ama insana demeden önce kanıt sorarlar. Kişisel görüşler kanıt sayılmayacağına göre ben size çok fazla fantastik film izlemişsiniz derim.
  7. DİPNOT Kaybedenler için Ahmet Hakan bazı tavsiyelerde bulunmuş. Fakat o tavsiyeler bile size ters. Mesela 'Fight Club' benzeri bir kulüp kurmayı önermiş. Fakat siz o filmi izlememişsinizdir. Ne de olsa kötülüğe karşı savaşıyorsunuz. Düşmanlarınızdan biri de Hollywood. Önceleri zannediyordunuz ki herkes sizinle beraber. Seçimlerden sonra anladınız ki yalnızsınız. O filmi izleyen ne kadar çok kişi varmış. Ve ne kadar çok kişi her akşam Hollwood filmi seyretmekten hoşlanıyormuş. Bu toplum değişiyor ve daha önemlisi de değişmek istiyor. Doğrudur, siz bunu anlayamazsınız. Zaten hiçbir zaman anlayamamıştınız ki. Ahmey Hakan'ın bir tavsiyesi daha var. Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar' adlı eserini okumayı tavsiye etmiş. Bu size uyar belki.
  8. ramell şurada cevap verdi: ramell başlık Güncel Konular
    godzilla Sizin köftecinin mutlu olması çok iyi. Keşke tüm köfteciler mutlu olsa.
  9. ramell şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    Demokrasi olgunluğun, çok taraflılığın ve hayat bütünlüğünün serbestçe kendi ifadesini bulduğu bir sistemdir. Demokrasi fertler tarafından kurulup, arzulandığı ve hürriyet bağışlamaya zorlandığı bir yoldur. Devlet bir cemiyette var olan farkların zorunlu bir sonucudur. Demokraside en yüksek değer hür bir insan ve hür insanlardan kurulu bir memlekettir. Daima düşünen, daima çabalayan ve daima araştıran bu insanlar, çıkan her mesele karşısında büyük bir fikir seli ortaya atarlar. Demokrasi bu fikirlere cevap verir, onları geliştirir, ilerlemesini sağlar. Dün için tek kelimeyle 'Demokrasinin Zaferi' diyebiliriz. Bu seçim e-muhtıraya karşı, demokratik-sivil muhtıradır. Cengiz Çandar'ın yazısında belirttiği gibi bu seçimde; 1-Türkiye içe kapanmaya "hayır" demiştir; 2-Türkiye halkı kutuplaşma istememektedir; 3-Türkiye'de milliyetçiliğin yükselişte olması abartıdan ibarettir. Seçim sonuçlarına göre benim memlekette her iki kişiden biri Ak Parti'ye oy vermiş. Yani benim gibi düşünüyorlar. Özelleştirmelere karşı değiller, Cumhuriyet'in korunduğunun farkındalar. Demek ki ABD ile dost olmaktan gocunmuyorlar ve AB yolunda olmaktan mutlular. Seçimlerden önce hemen herkesin dilinde olan çarşı pazara yansımayan ekonomik gelişmeler zannedildiği gibi değilmiş. Millet cebindeki paranın artışından gayet memnunmuş. Bu günden sonra şahsi düşüncelerini halka mal etmeye çalışanlar bir kere daha düşünecekler. Peşlerinde zannettikleri halk meğerse çok önlerindeymiş.
  10. ramell şurada cevap verdi: ramell başlık Politika Bilimi
    ak35 Aslında ilk yazımda değindim. Dikkat edersen kişi başına düşen milli gelirin iki kat arttığından bahsetmişim. Bu senin sorduklarına cevap olabilir. Bunlarda önemli: -2002'de %10,3 olan işsizlik oranı AK PARTİ iktidarında %9,9'a geriledi. -Esnaf kredi faizleri %52'den %13 ' e indirildi. -2002 yılında 83 milyon YTL olan hayvancılık destekleri, AK PARTİ iktidarında, 660 milyon YTL' ye çıkarıldı. -AK PARTİ iktidarında, çiftçini maliyetlerini düşürmek için toplam 1 milyar 50 milyon mazot desteği verildi -AK PARTİ iktidarında, endüstriyel odun üretimi 7 milyon m3' den 9 milyon m3' e çıkarıldı. -AK PARTİ iktidarında, çiftçimiz rekor sayıda '0' km. traktör satın aldı.
  11. ramell şurada bir başlık gönderdi: Politika Bilimi
    Aslında herkes biliyor. Sadece vazgeçmek istemediğimiz kutsallar var ve bunlar gözümüzün başka şey görmesini engelliyor. Aşağıya başlıklar halinde sıraladığım icraatların değerini Millet 22 Temmuzda belirleyeck. Bize de amenna demek kalacak. -Özel sektörün büyümeye katkısı 1993–2002 yılları arasında sadece yüzde 2,3 iken, AK PARTi iktidarında bu oran yüzde 4,4’e yükseldi. Böylece Türkiye özel sektör odaklı ve sağlıklı bir büyüme sürecine girdi. -1993–2002 yılları arasında ortalama yüzde 2,6 oranında büyüme gösteren Türkiye ekonomisi, AK PARTi iktidarında yüzde 7,3 oranında büyüme başarısı gösterdi. Türkiye ekonomisi, ilk kez Aralıksız 20 dönem büyüme başarısını elde etti. 2005 yılında Türkiye, Avrupa’nın en büyük 6. ekonomisi konumuna yükseldi. -Kişi başına düşen milli gelir AK PARTi iktidarında ikiye katlandıve 2 bin 598 dolardan, 5 bin 477 dolara yükseldi. -1954 yılından 2003 yılına kadar uluslararası doğrudan yatırımlar yıllık 1 milyar dolar seviyesini aşmazken, 2006 yılında 20,2 milyar dolar seviyesine ulaştı. -Türkiye’de uzun yıllar boyunca yüksek ve belirsiz seyreden enflasyon, AK PARTi iktidarı döneminde dizginlendi. Enflasyon, 34 yıl aradan sonra ilk kez 2005 sonunda tek haneli oranlara çekildi ve 2006 yılında da tek haneli oran korundu. -AK PARTi iktidarının uygulamaya koyduğu “Sağlıkta Dönüşüm Programı”ile hastanelerde hastalarımızın, morglarda da cenazelerin rehin tutulduğu günler sona erdi. Tüm sağlık kuruluşlarına acil başvurularda sigorta veya ödeme işlemlerinden dolayı, beklemeye ve geri çevrilmeye son verildik. -Birleşmiş Milletler tarafından başlatılan Medeniyetler İttifakı projesinin eş başkanlığını İspanya Başbakanı ile birlikte Başbakan Erdoğan üstlendi. Türkiye küresel barışa büyük katkılar sağlayacak adımların öncüsü oldu. -2003 öncesi 3 bin 859 km Devlet Yolu, 467 km İl yolu, 1 bin 775 km otoyolu olmak üzere toplam 6 bin 101 km bölünmüş yol var iken, AK Parti iktidarında, 2 bin 036 km’si otoyol, 6 bin 355 km’si Devlet ve il yolu olmak üzere toplam 6 bin 616 km Bölünmüş yol yapılarak ülkemizdeki Bölünmüş Yol uzunluğu 12 bin 717 km ye ulaştı.
  12. Şart koşan taraf Baykal. "Cumhurbaşkanı uzlaşma ile seçilsin" ısrarına yeni şartlar ilave ediyor. AK Parti liderinin "Cumhurbaşkanı seçiminde uzlaşma ararız" çıkışından sonra, Baykal kuşatmasını daraltıyor: "Anayasa tanımına uygun, Anayasa'yı içine sindirmiş, açıkça ya da gizlice Anayasa'nın temellerini değiştirme özlemi içinde olmayan, açıkça ya da gizlice bir siyasi partinin uzantısı konumunda olmayan, dürüst, saygın, tarafsız bir kişi cumhurbaşkanı olmalıdır." Baykal'ın bu kayıt ve şartları formüle ederken epeyce zihin yorduğu anlaşılıyor. Mefhum-ı muhalifinden yola çıkarsak Baykal'ın uzlaşma peşinde olmadığı, cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden siyasî rakibini yıpratmaya çalıştığı açık. Çünkü Baykal uzlaşma için bir çerçeve sunmuyor; AK Parti'yi ve AK Parti'nin çıkartacağı adayları "Gizli anayasaları olan, rejimi değiştirmeyi amaçlayan taraf" olarak ve bir ön şart halinde mahkûm ediyor. Meclis dışından, "Sezer gibi" bir cumhurbaşkanı adayına "evet" demenin ötesinde AK Parti'yi "rejime karşı işlediği suçlardan" bu vesile ile adeta nedamet getirmeye davet ediyor. Amacın üzüm yemek üzere uzlaşmak değil, nizâ çıkartarak bağcıyı dövmek olduğu ortada. O zaman Başbakan'ın önerdiği uzlaşma nasıl sağlanacak? .... Uzlaşma her şeyden önce kurallar üzerinde uzlaşmadır. Çatışmaların demokratik çözümüne dair anayasal kurallar üzerinde uzlaşılırsa fiilî olarak ortaya çıkacak problemlerin tamamı, sorun çatışma konusu yapılmadan kendiliğinden çözülür. Bu yüzden CHP liderinin bir kişi üzerinde uzlaşma önerisi ve bu kişi ile ilgili kayıt ve şartları sıralaması uzlaşma arayışı anlamına gelmemektedir. O zaman demokratik kurallar ve kurumlar üzerinde inşa edilmiş uzlaşmalar değil kişiler; dolayısıyla keyfilik egemen olur. Türkiye'nin cumhurbaşkanlığı seçiminin, hatta bunun ötesinde cumhurbaşkanının yetki ve sorumluluklarının üzerinde bir uzlaşmaya ihtiyacı var. Her cumhurbaşkanı seçimi bir krize yol açıyorsa ve her cumhurbaşkanı kullandığı yetkileri uzlaşma dışı kullanıyorsa sorun kişilerde değil kurallardadır. Keyfince rektör atayan, yasaları son dakikaya kadar bekleterek veto eden, topluma marjinal bir ideoloji dayatan bir cumhurbaşkanı uzlaşmayı temsil edebilir mi? Böyle bir cumhurbaşkanının yeni modelini talep etmek uzlaşma anlamına gelir mi? İktidar Partisi'nin cumhurbaşkanının yetki ve sorumluluklarının parlamenter sistemle uyumlu hale getirilmesi önerisi, kurallar üzerindeki uzlaşma için bir başlangıç noktası olabilir. Kurallar yerine kişiler üzerinde uzlaşma teklifi azınlıktan geliyorsa; o zaman ortada bir uzlaşma değil siyasette üstünlük sağlama arayışı var demektir. Siyaset üzerindeki askerî vesayet bütünüyle tasfiye edilse, silahlı güç ile demokratik kurumlar arasındaki ilişki evrensel standartlara oturursa cumhurbaşkanlığı seçimi her seferinde bir krize neden olur mu? Elbette olmaz. Peki o zaman CHP, cumhurbaşkanının isminden önce askerî vesayetin bütünüyle tasfiyesi konusunda uzlaşır mı? Tartıştığımız mevzûyu bütünüyle gündemden çıkartacak olan asıl uzlaşma bu değil mi? Mümtaz'er Türköne- Zaman
  13. kobe amare nash shaq t-mac
  14. Turk olmayanların ne yapması gerektiğini de yazın. Turk olmanın bir yolu varmı. Bir Anglo Sakson a Turk olabilmesi için neler yapması gerektiğini anlatmak lazım. Günde kaç ekmek yemeli. Sabah sporunda ne yapmalı. Mesela avcılık, köpek dövüştürmek, deve güreşi, horoz dövüşü. Bilmem ama saçlarını siyaha boyatacaklarını sanmam. Hiçbiri o kadar yanamaz. Yinede siz bir internet sitesi açın anlatın. Ve ırkçılık haramdır.
  15. mavisardunya: Aslında felsefe gerçek hayatın bir yorumudur; bu yüzden okuduğunu zannettiğin şey gerçekten de felsefi bir yazı idi. Küreselleşme olgusunu onu kuru bir positivist mantık seviyesine indirgeyerek anlayamazsınız. Bu en başta onun tabiatına aykırıdır. İnsanlar arası ilişkiler alışverişle başlamıştır; bunların temelinde ekonomik gereksimler ve öğrenme arzusu yatmaktadır. Küreselleşmenin felsefi ayağı antik Yunan'ı İslam Medeniyeti'ne ve onu da Batı Avrupa ve Amerika Medeniyeti'ne dönüştürmüştür. Başlı başına bu alışverişler hem ticari hem de felsefi kazanımların sınırları hızlı ve korkusuz bir şekilde aşabildiği noktalarda yoğunlaşmıştır. Günümüzün küresel transformasyonu bilginin artık medeniyetler arası bir alışveriş olmaktan da öte, gerçekten dünya çapında hareket edebildiği bir ortamın yaratılmasından sorumludur. Ütopik olarak görünen şeyler aslında tam da tam karşında duran bilgisayarda ve kullandığın klavyenin tuşlarında somut bir gerçekliğe bürünüyor: Sen de o ütopyanın bir parçasısın; zira o ütopya olamayacak kadar gerçek. Eğer gerçekten küreselleşmeden canın yandı ise, öncelikle artık dumanla haberleşelim. Ya da hiç konuşmayalım. Zira biz burada kesinlikle küresel dünyanın araçlarını kullanıyoruz. mavi_sardunya: Öncelikle Afrika, Çin ve Küba örnekleri birbirlerinden oldukça farklı nedenlere bağlı olarak konumlanmış çağdaş örneklerdir ve hepsi birden küreselleşme bağlamında anlamlandırılamaz. Afrika'nın fakir görüntüsü onu hemen küreselleşme'nin şeytani yüzü listesinin başına koymuş gibi görünse de, şurası açıktır ki Afrika'da kolonizasyon küreselleşme olgusu gün ışığına çıkmadan çok önce başlamıştı ve küreselleşmeden önce neredeyse bütünüyle sona ermişti. Galiba burada sömürgeciliği de pratik yoldan küreselleşme olarak okuma kolaycılığına kaçıyorsun. Halbuki sömürgecilik hem iktisadi hem de dini kaynağı olan ve keşifler çağında insanoğlunun bilinmeyeni bulup çıkarma güdüsüyle beslenen bir 16. yüzyıl olgusudur. Küreselleşme ise, Afrika örneğinde, bugün sana aslında Afrika'nın ne denli sömürüldüğü bilgisini taşıyan bir kaynaktan başka bir şey değildir. Yani o sömürgeciliğin sonunu getirmiştir. Ama elbette kaynakları 17 yüzyıllara uzanan köklü kıta Avrupa şirketleri hala Afrika'da sömürge günlerinden kalan avantajlarını kullanmaya devam edebilmektedir; mesela bu Royal Dutch Shell için böyledir. Çok şükür [Küba örneğinde] kendi ülkenizde istediğiniz rejimi uygulayamıyorsunuz ve gücünüz yetmediği ve istibdatın hakim olduğu karanlık dönemlerde dışarıdan size ne yapmanız gerektiğini empoze eden insanlar çıkıyor. Bu Titanik'in en alt katında yaşayanlar için Tanrı'nın bir lütfudur. Bu sana dayanılmaz geliyorsa, onun önüne geçmeye çalış. Ama bu arada aslında kendi zincirlerini ayağından çıkarıp boynuna vurmakta olduğunu da unutma [Küba ve Kuzey Kore örneği]. Çin küreselleşmenin mağduru değil, mekanizasyonun son ayağına tam zamanında yetişebilmiş bir küresel şampiyondur. Elbette konumu optimum değildir ama dünyanın en büyük orta sınıfına sahip olan ülke sıfatıyla yerelleşme sevdasına düşenlerin elinden buhar olup uçan bir geç sanayi ülkesidir. Şu anda kendini transforme etme ve yerel kalıntıları siyasal sistemin derin tabakalarından silme aşamasındadır. Ekonomik olarak kesinlikle bir karşı-globalizasyon örneği değildir. nazanozkan: Kapitalist ekonominin öncü modellerine bakacak olursak küresel ticaretlerinde 2 ve 3. dünya ülkelerinin payının çok az olduğunu görürüz. Doğrudan yatırım yok denecek kadar azdır. Örnek olarak, 2004 yılında Birleşik Amerika'dan Batı Avrupa'ya giden doğrudan yatırım 98 milyar USD iken Orta Doğu'ya giden yatırım miktarı 1.3 ve Afrika 2.6 milyar USD'de kalmıştır. Buradan açıkça anlaşılıyor ki kapitalist ülkeler pekala fakir ülkeler olmadan yaşam standartını koruyabilir ve yatırıma ihtiyaç duyan ülkeler bizzat fakir ülkelerdir. Bu bakımdan ikili ticaret anlaşmaları, ki bunun önde gelen ülkesi Amerika'dır, ülkelerin refahları için anahtar rol oynayabilir. Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı, ABD-BAE, ABD-Meksika, ABD-Kanada vs. örneklerinde olduğu gibi her iki tarafa da büyük yarar sağlayabilir ve yeni pazar ve fırsatlar doğurabilir. nazanozkan: Hangi ulusal sınırlar ve hangi kapitalizm? Almanya'nın kapitalizmi ve onun ulusal sınırları mı? Ya da Amerika'nın Kanada'dan sonra yeni sömürge arayışı mı? Dünyanın hareket serbestisi en yüksek olan sınırı ABD-Kanada sınırıdır ve bu asla iki taraf için bir sorun doğurmamıştır. Aksine, sınırlar kapatıldıkça, ABD-Meksika örneğinde, problemler artmakta ve fakirlik yaygınlaşmaktadır. Özelleşmiş emek sömürüsünden söz ediyorsun? O halde Vestel Grundig'i hiç satın almamalıydı? Ya da ünlü bir Fransız textil firması asla ele geçirilmemeliydi? Yoksa sizin kapitalizm karşıtlığınız milliyetçiliğin tatlı bir versiyonu mu?
  16. aslan34: Belki de sen cevap yazarken kafanın dışına çıkıyorsun. Buradan bunu mu anlamalıyım? Orijinalite/hakikat tektir; birden fazla ya da yorumlanabilir değildir. Orijinalite eksiltilemez ya da çoğaltılamaz. En sevdiğimiz renkleri tartışırken buradan birden fazla hakikat ortaya çıkabilir ama tek bir konu tek bir hakikat içerir; hakikat üzerinde oynayabileceğimiz bir kumdan kale değildir. Yoksa sen bu iki eş anlamlı kavramın farklı olabileceklerini mi söylüyorsun? Aslında daha önce sözlerin açık ya da anlaşılır değildi. Belki sen o zaman da tüm bunları gerçekten düşünmüştün. Ama benden aklından geçenleri de ortaya çıkarıp sana bir cevap yazmamı beklememelisin. Fakirlik dünyanın ilk kez karşılaştığı bir olgu değildir. Ama Globalizasyon insanlara fakirliğin ne kadar yaygın ve kronik olduğunu göstermiştir. Fakirlik yeni bir olgu olmaktan çok tarihsel kökleri derinlere uzanan yerel kaynaklı bir gerçektir. Kronik fakirlik henüz tüm kara Avrupasının bir köy kadar yerel olduğu 15, 16 ve 17. yüzyıllar boyunca, bazen çok şiddetli ve ölümcül olmak üzere, devam edegelen bir olgu olmuş ve ancak mekanizasyon ve servetin ve toprağın paylaşımı ile üstesinden gelinebilmiştir. Aksine, Çin ve Hindistan örneğinde olduğu gibi, bazı ülkeler tarihsel bir gerçeklik olan fakirliklerinden küresel ekonomik sisteme sağlıklı ve hızlı adaptasyonlarıyla sıyrılabilmişlerdir. Malezya ve Japonya ne kadar küresel ise Kuzey Kore ve Küba o kadar "yerel"dir. Problemin kaynağı --senin işaret ettiklerin ve başka bir çokları-- tarihsel ve yerel bağlamda aranmalıdır; çünkü ancak bu şekilde küreselleşme olgusunu sağlıklı değerlendirebilir ve ondan maksimum ölçüde istifade edebiliriz. Senden bu sözleri duymak beni diploma almış kadar sevindirdi. Ama kabalığın beni üzdü. Bu senin kafanda kesin gerçek olduğuklarına inanarak taşıdığın basmakalıp kabulleri daha inandırıcı yapmayacak. Burada bir kanıta ihtiyaç duyduğun açıktır. İntihal ciddi bir entellektüel cürümdür ve onursuzluktur. Ama iddianın sahibi bunu sadece iftira amacıyla ve kendine ait daha değerli düşünceleri olmaması nedeniyle yapmışsa, bu kesinlikle bir karakter bozukluğudur. Belki de bu sadece sana gülünç geliyordur. Bana gülünç gelen ise senden daha kapsamlı fikirler çıkmaması; ki bu beni üzüyor da, zira Türkçe'yi ne kadar kötü kullandığın açıkça ortaya çıkmış oluyor. İnsanın evreni kullandığı dil kadar geniştir ancak. mavi_sardunya: Küreselleşmenin ansiklopedik tarifi benim ona biçtiğim değerle örtüşüyorsa, bu tesadüf bile onun değerini düşürmez. Ansiklopedik tariflerle ne probleminiz var? Ansiklopedinin elementlerin yapı taşlarıyla ilgili açıklamasına da inanmıyorsunuz, değil mi? Küreselleşmenin ansiklopedik açıklamasının gerçekten bir ideali yansıttığını itiraf ettiğinize göre, bu olgunun özünde iyi olduğunu kabul ediyorsunuz demektir. Şu halde problemlerin kaynağı; çağdaş ve tarihsel problemler bunlar, başka yerlerde aranmalı. İşte ben tam da bunu söylemeye çalışıyorum. İnsanların havada seyahat edebilme bilgisini savaş uçaklarıyla sivil köylüleri yok etmek için kullanmaları, kıtaları birbirine yaklaştıran ticari uçuşların da kötü olduğu anlamına gelmez. Küreselleşmeden neden korkuyorsunuz? Yoksa dünyanın sandığınız gibi çıkmamış olmasından ve bunu da size küresel iletişimin bildirmesinden mi kaynaklanıyor bu? Neden küresel olmayalım? Çember üzerinde hareket eden her nokta sonunda ilk bulunduğu yere gelir; bu bize küresel bilgi ve teknik donanımın eşit paylaşımıyla yeniden en saf halimize dönebileceğimizi işaret ediyor olamaz mı? Kaynakların ele geçirilmesi, onlara haksız olarak el konulması olan sömürgecilik küreselleşmeden çok daha eski bir olgudur. Memluk Devleti'nin yıkılıp, haznelerine el konulması sömürgeciliğin en saf hali değilse nedir? Acaba o zaman dünya bugünkü kadar küresel mi idi? İşçiler ve öğrenciler birçok farklı nedenle ayaklanıyorlar ve küreselleşme karşıtı gruplar bunlar içinde en marjinal olanı. Yani onların huzursuzluğu hiçbir şeyin işareti olamaz. Ama elimden gelse hepsini dünyanın en "yerel" olduğu çağa, yani buz devrine gönderiverirdim.
  17. aslan34: aslan34, ya kafan karışık ya da oturduğun yerden tanımlar ortaya çıkarmaya çalışıyorsun. Küreselleşmeye 'Küresel leşleşmek' diyerek tuhaf bir atıfta bulunma pratikliğini gösterebilmiş olsan da, Globalizasyon terimine aynı benzetmeyi kullanamayacağın açıktır. Şu halde senin bu parlak buluşun kaderin hoş bir tesadüfünden başka bir şey değildir ve felsefi ya da sosyal bir değeri yoktur. Ama belki sen yine de küresel leşlerin kim ya da ne olduklarını açıklayarak bizi aydınlatabilirsin. Böylece konuya duygusal yaklaşmadığını ve üzerinde gerçekten düşündüğünü anlayabiliriz. Benim anladığım kadarıyla bu tanımla sen sefaletin ya da çatışmaların sebep olduğu toplu insan ve hayvan ölümlerini ve onların sokakları dolduran birkaç günlük cesetlerini kastediyordun. Ama biliyorsun ki toplu canlı ölümleri dünyanın kelimenin sembolik anlamıyla henüz küreselleşmediği zamanlarda bile zaman zaman karşılaştığı üzücü tablolar arasındaydı. Savaşlar ise insanlık tarihi kadar eski bir pratiktir. 16. yüzyılda kıta Avrupasını kasıp kavuran veba hastalığı aynı şekilde toplu ölümlere ve yerel-leşlerin [yerelleşmek; bunun da içinde 'leş' var!] cadde ve sokakları yoğun biçimde işgal etmesine ve atlı araba trafiğini aksatmasına sebep olmuştu. O zaman da senin gibi insanların yerel-leşlerden ne kadar bezdiklerini bir düşün! Küreselleşme bilginin ve teknolojinin insanlara hızlı ve aracısız, ya da minimum sayıda aracı tarafından ulaştırılması ve bunun yarattığı genel bilinçlilik halinin adıdır. Küresel dünyada bilgi localarda ya da birkaç ustanın kontrolunde değildir. Üniversite ya da sadece soylu sınıfın ulaşabildiği ayrıcalıklı kesimin de elinde değildir. İnsanlar ancak küreselleşmeyle birlikte çevrelerinin farkına varabilmiş ve ancak ondan sonra olaylara tepki gösterebilmiştir. Ne yazık ki senin gibi gerçekten ne konuştuğunu bilmeyenler, haber güvercinini av partisinde yem olarak kullanan bilinçsiz krallar gibi, kendilerine dünyanın aslında birden fazla adaletsizlikle dolu olduğu haberini getiren güvercini hedef olarak seçmişlerdir. Bu cehaletin en üst basamağı olarak acınacak bir durumdur. Küresel dünyadan mutsuz olanlar kendi kabuklarında gerçekten iyi beslenen, eski zamanların toprak ağalarına benzeyen, günümüzün yerel soyguncularından başkası değildir. Onlar yerel kanalları kullanarak fakir ve bilinçsiz halkı 'Coca Cola'nın bin fenalığı' hakkında ikna etmiş ve bunu küreselleşmeyle ilişkilendirmiştir. Onu bu kararı almaya zorlayan kendi ayran ve sütünün tehlikeye girmiş olması ve artık insanların ondan birşey satın almamasıdır. Yerelleşlerin çıkardığı gürültünün arkasında işte bu kişisel menfaat kaygıları yatmaktadır. toprakche: Küreselleşme ulus devletin karşılaştığı önemli tehditlerden biridir ve bu haliyle bunun kaygısına düşmek ulus kimliğinin arkasına gizlenerek etrafa nefret saçanlara kalmıştır. Özgürlük ve insan haklarına saygı anlamına gelmediği bir hayalcilikten ibarettir; zira küreselleşme, sınırları ortadan kaldırarak insanın akli ve pratik yetilerini sınırlarına kadar kullanmasına imkan tanımış; böylece yerel sömürü ekonomisinin ve politik idarelerin halkla tehlikeli bir güç oyununa girişmesine imkan tanımıştır. Elbette bu süreç sancısız değildir ve sonu da kesin değildir. Ama bu bir kavgadır ve insanların canı yanmaktadır.
  18. Kavram olarak küresel sözcüğünün kökeni 400 yıl öncesine gitse bile küreselleşme oldukça yenidir. 1960'larda ortaya çıkan bu ifade, 80'lerde daha fazla kullanılmaya başlanmış ve 90'larda artık herkesin dikkatini çeken bir sözcük haline gelmiştir. Kavramın çok farklı tanımları vardır. Kısaca açıklamak gerekirse; küreselleşme ülkelerin sahip oldukları maddi ve manevi değerlerin ve bu değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin, ulusal sınırları aşarak dünyaya yayılması ve farklılıklardan bir bütünlük ve uyum sağlanmasının gerçekleştirilmesi olarak tanımlanabilir. Bu kavram küresel pazarların oluşması, ulus-devlet sınırlarının aşınması, küresel kültürün doğuşu, çokuluslu şirketlerin küresel etkinlikleri, paylaşılan çıkarlar, bilginin küresel akışkanlığı gibi birçok kavramı da kapsamaktadır. Küreselleşme ile birlikte bütün alanlarda değişme olduğu gözlenmektedir. Dünyanın bir köşesindeki doğal, kültürel ve çevresel değerler, bütün dünyanın değeri olarak benimsenmektedir. Demokrasi, açık toplum, liberalizm gibi değerler evrensel değerler haline gelmiştir. Spordan sanata her alanda yeni paylaşım süreci içine girilmiştir. Eski yargılar, eski görüşler değişiyor. Bazısı yok oluyor, yerine yenileri diriliyor. Küreselleşme üzerinde çok farklı alanlarda tartışmalar yapılmaktadır. Küreselleşme sürecinde aktif rol alan ülkeler istedikleri dünya ile ilgili düşüncelerle toplumları etkilemeye çalışmaktayken, sürecin dışında kalan ülkeler bulundukları durumdan duydukları rahatsızlık ve gelecekle ilgili endişelerinden dolayı küreselleşmenin olumsuzluklarını öne çıkararak süreci etkilemeye çalışmaktadır. Küreselleşme tartışmalarının en dikkat çekeni Fukuyama ve Huntington'un görüşleridir. Fakat ne tarihin sonu gelmiş, ne de medeniyetler çatışması çıkmıştır. Tam tersine uzlaşma ve diyalog arayışlarının belirgin olduğunu söyleyebiliriz. Küreselleşme süreci bütün dünya ile birlikte Türkiye'yi de etkilemektedir. Bu süreçle birlikte yaygınlaşan serbest piyasa ekonomisi, insan hakları, demokrasi gibi değerlerin küresel bir boyut kazanması, finans piyasalarının uluslarüstü bir nitelik kazanmasıyla devletler kendilerini bu sürecin dışında tutmakta zorlanmakta ve dünyanın diğer yerlerinde meydana gelen gelişmelerden uzak kalmak adeta imkansız hale gelmektedir. Türkiye'nin iç sorunlarını çözmesi, küreselleşmeye katılma ve dış sorunlarını çözme konusunda büyük katkı sağlayabilir. AB süreci de Türkiye'nin bu çaba içinde olduğunu gösterir. Son olarak; küreselleşme süreci ile oluşturulmaya çalışılan yeni dünya düzeni belirsizliğine son verilmelidir. Yeni dünya düzeni insan hakları, uluslararası uzlaşma ve diyalog, çevrenin korunması, kültürel çoğulculuk, kalıcı bir dünya barışı gibi değerlerin üzerine inşa edilmelidir.
  19. USA Today gazetesi, seçimlerin bitmesiyle birlikte Irak konusunda ortak bir çıkış yolu aranması zamanının geldiğini yazıyor. Irak Çalışma Grubunun Başkan Bush’la görüşeceğini hatırlatan gazete, Irak’ta gerçekçi hedefler belirlenmesi gerektiğini savunuyor: “Gerçekçi olmak demek, Şiilerle Sünniler arasında patlak veren iç savaştan başka noktalara odaklanmak anlamına gelebilir. Amerikan birlikleri ve Irak hükümeti bu mezhep çatışmasını önlemekte büyük ölçüde etkisiz kalıyor. Ne yazık ki mezhep çatışmasının kendi haline bırakılması gerekebilir. Geriye kalan en önemli hedef ise, Irak’ın bazı bölgelerinin El Kaide yuvası haline gelmesini önlemektir. Ne de olsa bu teröristler, Amerika’nın güvenliği açısından en büyük tehdidi ve teröre karşı savaşta asıl düşmanı oluşturuyor. Eğer Irak Çalışma Grubunun bunu başarma konusunda yeni düşünceleri varsa, hazırlayacağı raporu beklemeye değer.” Öğretim görevlisi ve yazar Monica Duffy, Washington Post’ta yayınlanan makalesinde, Irak’ın parçalanmasının artık önlenemeyeceğini iddia ediyor. Yazara göre Amerika, ya olup bitenlere aldırmadan Irak’tan çekilmek veya Irak’ın bölünmesiyle ortaya çıkacak devletlerden bir veya ikisini desteklemek tercihiyle karşı karşıya: “Eğer Amerika Kürtleri ve Şiileri desteklerse, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan gibi bölgedeki önemli müttefiklerinin tepkisini çekebilir. Ancak diğer yandan, Şiileri desteklemek istikrarlı bir barış anlamına gelir ve uzun vadede demokrasi ile ekonomik kalkınmanın yolunu açar. Amerika’nın Şii çoğunluğu desteklemesi, İran’ın nükleer silahlanması karşısında diplomatik bir kazanımı da beraberinde getirebilir.” New York Times gazetesi, bu yıl Amerika’nın dış ticaret açığının 790 milyar doları bulmasının beklendiğini hatırlatıyor. Bush yönetiminin şimdiye kadar bu sorunu önemsemeyen bir tavır izlediğini kaydeden gazete, çözüm olarak korumacı politikaların gündeme gelmesine de karşı çıkıyor: “Amerika ticaret açığını şimdiye kadar ülkeye yabancı sermaye çekerek kapattı. Ama bunun sonsuza kadar süreceğinin bir garantisi yok. Eğer yabancılar başka bir yere yatırım yapmayı seçerse, Amerika’da faiz oranları ve fiyatlar hızla artar. Ekonomistlere göre, bir ülkenin ticaret açığı, toplam ekonominin yüzde 3’ünü geçerse o ülkede mali kriz riski var demektir. Bugün Amerika’nın ticaret açığı, yüzde 7’ye yaklaşıyor. Yapılacak en doğru iş, sorunu dürüstçe tanımlamak ve derhal çözüm yollarını bulmaktır.”
  20. ramell şurada cevap verdi: ramell başlık Güncel Konular
    ATİLLA: Keşke bu mümkün olabilseydi. Çok haklısın ama ilim edep üzere bulunularak öğrenilir. Edepten yoksun olan insanlar başkalarının düşüncelerini laf salatası sanırlar. Ama keşke küçük düşebilselerdi... Küçük düşebilmeleri için bu dünyada bir hacim ve konuma sahip olmaları gerekiyor. Bir çukur gibi. Ama bazıları çukur olamayacak kadar edep yoksunu. Bana kalırsa bu gibiler kendi evrenlerinde bırakılmalı. DİPNOT: İlim bir haldir; evreni yorumlama hali. Bu çağımızda üniversiteler aracılığıyla yapılıyor. Üniversite fikirlerin ifade edilebildiği ve tartışılabildiği özel mekandır. Oraya ilim yuvası denebilir. Bir misyonu yoktur; üniversitede kimse misyoner değildir. Üniversite istibdata karşı duruşun merkezidir; dayatmalara ve empoze edilmeye çalışılan dogmalara karşı bir kaledir. Açıkçası bir misyoner gibi kendi fikirlerinin peşinde koşarsan elbette senin bulunduğun yer üniversite değildir. Orası senin bulunduğun yerdir; yani benim ve benim gibilerin olmadığı yer. Gece Kuşu: İşte buna sevinilir. Benim sözlerim sana laf salatası gibi geldiyse hiç olmazsa bir miktar A, C ve D vitamini almışsındır. Bu da günü kayıpsız kapamana yardımcı olur. Bu laf salatasıyla birlikte sana bol miktarda Demir ve Kalsiyum gönderiyorum. Bence buna ihtiyacın var. Yarın zihinsel aktivitelerini güçlendirecek bir salata hazırlayacağım senin için. Sevindiğim ikinci bir şey de bu yazıların sadece sana "salata" gibi gelmiş olması. Darbu meseli bilirsin: ******************
  21. ramell şurada cevap verdi: ramell başlık Güncel Konular
    Ben ve benim gibilerin aslında kim olduğunu anlatabilirsen, kendimize bakıp senin kim olduğunu çıkarabilirim. Yani, acaba ben ve benim gibiler senin zihninde hangi niteliklere sahip? Buradan, o niteliklerin tam aksini sana uygulayıp sen ve senin gibilerin kim olduğunuzu anlayabilirim. Ben ve benim gibiler Amerikan çizmesini parlatanlarmışız; elbette bu kesin bir sınıflandırma değil. Tanım eksikliği var. Ancak, bu şekilde bile, senin, ben ve benim gibilerin bir zamanlar Amerikan çizmesi parlattığımızı düşündüğün açık. Acaba bu ne zaman olmuştu? Biz ne zaman Amerikan çizmesini parlattık? İnsanların çizme parlatmaya kolayca razı olabileceklerini düşündüğüne göre senin bu konuda kapsamlı bir geçmişin var. Ben senin kimin çizmeleriyle uğraştığını tahmin edemem; zira hiç çizme parlatmadım. YÖK, Amerikan çizmesi parlatanlar tarafından armağan edildiyse, ki bu burada oldukça havada kalan bir iddiadır ve kanıta ihtiyaç duymaktadır, Amerikan çizmesi parlatmayan senin gibiler bu ülkedeki en küçük azınlıksınız. Şu halde zaten sizin söz söyleme hakkınız yoktur; dört cümleden ibaret olan yazının da gösterdiği gibi, siz büyük sözler söylemeyi seven küçük bir azınlıksınız. Bu da açıklanmaya muhtaç, muğlak bir ifade. Şöyle ki, her duruma uyarlanabilir. Adalet genele uygulanan bir kavramdır; genellik onun tabiatı icabıdır. Genele uyarlanmayan adalet adaletin yokluğuna eşdeğerdir. Bu ise bizim seve seve katlanacağımız bir durum değildir.
  22. ramell şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    25 yıl önce bugün kurulan YÖK, eğitim tarihine "kara bir leke" olarak geçecek... YÖK denince, "başörtüsü yasağı, katsayı zulmü, eğitimde kalitesizlik ve öğretim üyelerinin tepesinde Demokles'in kılıcı" akla geliyor 6 Kasım 1981’de “üniversitelerin bilimsel, idari ve mali işleyişini denetlemek” iddiasıyla kurulan YÖK, özgürlükleri rafa kaldırdı. Üniversiteleri bilim yuvaları olmaktan çok, adeta kışlaya çeviren YÖK, bu yılki kuruluş yıldönümünde de protestolarla karşılaşacak. Gelmiş geçmiş bütün iktidarlar “YÖK'ü kaldırma veya çekidüzen verme” vaadinde bulundu, ama hiçbiri vaadini gerçekleştiremedi. 12 Eylül askerî darbesinin ardından, 1981 yılında, “üniversiteler arası koordinasyonu sağlamak ve üniversitelerin idari, mali, bilimsel işleyişini denetlemek” iddiasıyla kurulan YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu), 1981 yılında uygulamaya geçti. 6 Kasım 1981’de kurulduğundan bu yana özellikle üniversitenin asli unsurları olan öğretim üyeleri ve öğrenciler tarafından eleştirilen YÖK, üniversitelerde çok şeyi değiştirdi. YÖK, öncelikle üniversitelerin idari özerkliğini ortadan kaldırırken, bütün yükseköğrenim kurumlarını denetlemek üzere de Yüksek Öğretim Denetleme Kurulu (YÖDK) kuruldu. YÖK her geçen yıl gerek bilimsel özgürlükler gerekse de inanç özgürlüklerine yönelik kısıtlamalar ile gündemden hiç düşmedi. Kuruma, İhsan Doğramacı, Mehmet Sağlam, Kemal Gürüz ve son olarak da halen görevine devam eden Erdoğan Teziç başkanlık yaptı. GÜRÜZ DÖNEMİ YASAKLARLA DOLU Kemal Gürüz dönemi YÖK tarihine kara bir dönem olarak kazındı. 1995’te, Süleyman Demirel tarafından başkanlığa seçilen Kemal Gürüz, tüm üniversitelerde başörtüsü yasağını dayatarak hem öğrencileri, hem de çok sayıda öğretim üyesini mağdur etti. Gelişen süreçte birçok başörtülü öğrenci okuldan atılırken, yüzlerce öğretim üyesi de gerek fikirleri gerekse de kıyafetleri sebebiyle üniversitelerden ihraç edildi. Üniversiteler tarihinde ilk defa bu dönemde ikna odaları kurularak başörtülü öğrenciler başlarını açmaları için ikna edilmeye çalışıldı. Gürüz döneminde başlatılan başörtüsü yasağı halen devam ediyor. YASAKTA BAŞTA, BİLİMDE GERİDE Yasaklar konusunda fazlaca mesai sarfeden YÖK, bilim konusunda her geçen yıl küme düşüyor. Türk üniversiteleri, 2005 yılında olduğu gibi 2006 yılında da dünyanın en başarılı ilk 500 üniversitesi arasında sıralamaya giremezken, bilimsel atıf konusunda da üniversitelerimiz sınıfta kaldı. 1997 yılında Türkiye’de yayınlanan bilimsel makaleler, yurt dışındaki bilimsel dergi ve kitaplarda 17 bin defa kaynak gösterilip yayınlanırken, 2005 yılında bu sayı ciddi oranda gerileyerek bin 653’e düştü. 1997 yılında her 3 öğretim üyesinden birinin bilimsel makalesi yurt dışından ilgi görürken, 2005 yılında bu oran 48’de bire geriledi. Özellikle AK Parti iktidarında YÖK, bir siyasî parti hüviyetine bürünerek hükümetin yasal düzenlemelerine her fırsatta karşı siyasî çıkışlar yaptı... YÖK’ün nasıl bir “hükümdarlık” olduğunu anlamak için, aşağıdaki yetkilere bakmak yeterli: ¥ Rektörlerin disiplin işlemlerini kovuşturur, karara bağlar. ¥ Öğretim elemanlarından yetersizliği görülenler ile yükseköğretim amaç ve düzenine aykırı harekette bulunanların üniversite ile ilişkilerini keser. ¥ Fakülte dekanlarını gerektiğinde süreleri dolmadan görevden alır. ¥ Tüm üniversite ve yüksekokulların kurulup geliştirilmesi için planlar yapar, üniversitelerin kaynaklarını kontrol altında tutar, üniversitelerin profesör, doçent ve yardımcı doçent kadrolarını, öğrenci kapasitesini belirler, üniversite bütçelerini inceler ve onaylar, rektörleri belirler ve cumhurbaşkanına önerir, gerektiğinde öğretim elemanlarının üniversite ile ilişkilerini keser, özel üniversiteleri denetim altında tutar. ¥ Üniversite içi birimleri açar, birleştirme veya kapatma konusunda doğrudan karar alır, doçentlik ve profesörlüğe yükseltilme ve haftalık ders yüküne ilişkin yönetmelikleri hazırlar, ders programlarını ve bilim dallarının kaç öğretim üyesiyle hizmet vereceğini tesbit eder, üniversitelerin başarı değerlendirmesini yapıp tedbir alır... Alıntı: http://www.vakit.com.tr/Default.aspx
  23. dünyanın ucuz işgücünü elinde tutacak bir güç olurdu. belki ücretleri daha aşağılara çekip avrupada çalışan tek bir fabrika bırakmazdı. volkswagen almanyadaki işçi sayısını 250 ye indirirdi. ne güzel ama kötü yanı bu kadar ucuz üreten avrupalılarla nasıl rekabet edeceksin. daha kaliteli üretip mi? çok komik rüyanda güldün mü?
  24. Anladığım kadarıyla siz yabancı dil bilmiyorsunuz; ancak, Türkçe'yi de son derece berbat kullanıyorsunuz. Bu bakımdan yabancı dil bilen bir insanın öz dilini yanlış kullanacağı teziniz yine tarafınızca çürütülüyor. Belki İngilizce'yi Türkçe'den daha iyi kullanırsınız, bence bir deneyin. Yabancı dilde eğitime ancak onu öğrenmeyerek karşı çıkabilirsiniz. İngilizce öğrenmek isteyen bir kişiye engel çıkartmak öz benliğinizi korur belki ama sadece sizinkini. Ben İngilizce'nin -özellikle İngilizce'nin- son derece kullanışlı ve anlam gücü yüksek bir dil olduğuna inanıyorum. Türkiye'de bilime gelince... Bana kalırsa bilimin ölmesi için önce bir yerlerde var olması gerekir. Ne var ki Türkiye'de bilim üretimi diye bir konu hiç bir zaman bir öncelik olmamıştır. Ama Türkiyeli bazı bilim adamlarının sık sık ciddi intihallerde bulundukları, yani başkalarının araştırma ve tezlerini kendi bulguları imiş gibi gösterdikleri bilinmektedir. Açıkcası siz hem hissedememiş hem de açıklayamamışsınız. İsterseniz ben hissettiğinizi düşündüğünüz şeyleri açıklamaya çalışayım. Diplomasi zaten bir oyundur; gerçekten de oynanır. Tıpkı bir satranç oyunu gibi hamle ve karşı hamlelerden ibarettir. Ülkeler diplomasisi dikkatli bir politika gerektirir; pragmatik ve objektiftir. Diplomasi duygusal ya da moral önceliklere sahip değildir. Devletler kendilerini oluşturan halkları temsil eden tüzel şahsiyetler olsalar da dış politikada kullanılan araçlar tek tek insanları bağlayan ahlaki kurallara bağlı olamazlar. Türkiye Cumhuriyeti de aynı kurallara göre işleyen bir diplomasi yapısına sahiptir; sahip olmak zorundadır. Dış politikayı onu icra eden kişilerin şahsiyetlerinden ibaretmiş gibi algılayamazsınız. Dr. Rice ABD Dış İşleri bakanı olarak görev yaparken aslında insan Dr Rice değildir artık. O canlı bir organizma olan politikayı sevk ve idare eden bir uzuvdur. Yani hissedip de açıklayamamanız çok normal; olmayan bir şeyi açıklayamazsınız. Üstelik yersiz bir korku içindesiniz. Türkiye de, diğer tüm devletler gibi, pragmatik ve akılcı bir diplomasi icra etmeye çalışıyor. Zaten bunun aksi eşyanın tabiatına aykırı.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.