Zıplanacak içerik

metehan38

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

metehan38 tarafından postalanan herşey

  1. Kim demiş tarih sıkıcıdır diye... Bir dahaki sefer ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığı tam istediğiniz gibi değilse eskiden İngiltere'de bu işlerin nasıl yapıldığını düşünün, 1500'lerde İngiltere'de İnsanların çoğu Haziran'da evleniyordu Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran'da hala çok kötü kokmuyorlardı . Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu. Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce'deki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' (Don't throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir. Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce'deki 'kedi-köpek yağıyor' (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir. Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir. Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır. Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'thresh hold' (saman tutan; Türkçesi eşik idi.) Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. ' Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur. Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı . Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna 'yağ çiğnemek' (chew the fat) adı veriliyordu. Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü. Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı . Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu. Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı. İçki içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu. Bazen tabutlar açıldığında iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşı*********** bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti 'graveyard shift') denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur ('saved by the bell') bazıları da 'ölü zilci' (dead ringer) olurdu. Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı. Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı. Kirlilik adeti Amerika'ya da bulaşmış Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde ''banyo yapmayı yasaklayan'' ya da belirli kısıtlamalar getiren kanunlar çıkarılmıştı. Philadelphia' da ise kanunla bir ay içinde birden fazla banyo yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu. Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü. Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü. 1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki bir konağa gönderilmişti. 19. yüzyıla gelindiğinde, kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti...
  2. Onlar Tarafından Nasıl Bilinirdik? •İTİBARLIYDIK; Bir zamanlar Hollanda Ticaret Odası'nın toplantılarında oylar eşit çıkınca Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu. Napolion Bonaparte ise şöyle diyordu;İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır; Erkeğin cesur kadının iffetli olması. Bu iki meziyetin yanında bir meziyet daha vardır ki o da vatana her şeyini feda edecek kadar bağlı olmaktır. Bunlar büyük kahramanlığı, elem ve kedere karşı koymayı doğurur. İşte Türkler bu çeşit kahramanlardandır. Ünlü Çek bilgini Comenius ise ; Türkler kahramandırlar dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk Milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü gününde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her türlü zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir. •TEMİZDİK; Yere tükürmezdik hatta Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle anlatırdı : " Türkler hiç bir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür." •ÇEVRECİYDİK; Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yapardık. •HARAMA EL SÜRMEZDİK; Fransız müellif Motray, 1700'lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: "Türk dükkânlarında hiç bir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlardır. Hatta bir kaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma kadar bile gelmişlerdi." •MEDENİYDİK; İngiliz sefiri Sor James Porter ise, 1740'ların Türkiye'si için şunları söylüyor: "Gerek İstanbul'da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiç bir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır." •DOĞRU İDİK; Fransız generallerden Comte de Bonneval ise şu hükmü veriyor: "Haksızlık, tefecilik, tekelcilik ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür. Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır." Fransız müellif Dr. Brayer, 1830'ların İstanbul'unu getiriyor önümüze: "Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul'da her sene azami beş-altı hırsızlık vak'ası görülür." Ubicini Dr. Brayer'i şöyle doğruluyor: "Bu muazzam payitahtta dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. NAZİKTİK; Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini, yine 1880'lerin "bizini" anlatıyor bize: "İstanbul Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki; ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz." Chateaubriand ise şunları söylüyordu; ‘’Türkler merhametli ve hoşgörülüdürler. İnanmadıkları gerçeklerin yanı başlarında yaşamalarına göz yumarlar. Bu kendi güçlerine gururlu bir şekilde güvenmekten ileri gelse bile pek asilanedir.’’ •CİHANA ÖRNEKTİK; Türkiye Seyahatnâmesi'yle meşhur Du Loir'un 1650'lerdeki hükmü şöyle: "Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir." Bu konuda dilerseniz bir de Elisee Recus'u dinleyelim, bize 1880'lerdeki halimizi anlatsın: "Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Bir çok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır.Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki O ev bir Türk evidir." (Küçük Asya, c. 9) Lamartine ise; ‘’Türkler bir ırk ve millet olmak haysiyetiyle yeryüzünün en şerefli insanlarıdır. Karakterleri pek asil ve yücedir.Asaletleri alınlarında ve amellerinde yazılıdır. Onların yurdu efendiler diyarıdır, kahramanlar, şehitler ülkesidir.Bence insaniyete şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır. Böyle bir lekeden Allah beni korusun.’’demektedir. •HAYIRSEVERDİK; Comte de Marsigli'yi tekrar dinleyelim: "Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum." Bugün Türkiye’de yaşayan ancak adına Türk bile denemeyecek bazı adamlara ibret olsun diye bir İslâm ve Türk düşmanı avukat Guer ise şöyle söylüyordu; "Türk şefkati hayvanlara bile şamildir.Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar.’’ Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür." "Kaçık" lığın kaynağını da veriyor Adam.’’"Bir çokları da sırf azad etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk'e bir gün yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: "Allah'ın rızasını tahsile yarar."
  3. Nezaket ve ilginiz için ben de teşekkür ederim. Ben de gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ederim.
  4. Güzel Türkiyem ve Yüce Ulusumu Korumak Adına Unutmamamız Ve Daima Hatırda Tutmamız Gereken Tarihi Gerçekler (Yorum Sizin) 31 MART İSYANI 31 Mart kalkışmasının lideri, "Volkan" gazetesi ile İttîhad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin yöneticisi Derviş Vahdetî'ye göre Rus Çarı ve İngiliz Kralı İslam’ın dostu, bunlara karşı çıkarak ulusal devleti savunan İttihat ve Terakki Cemiyeti İslam’ın düşmanıydı. Derviş Vahdeti, 31 Mart kalkışmasının hazırlayıcılarından ve önderlerindendir. Çıkardığı Volkan gazetesi ile halkı kendi saflarına çekmeye,İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti ile de onları örgütlemeye çalışmıştı. Bu konuda başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. O, Padişah Abdülhamit’e yazdığı bir mektupta aldığı eğitimi, kendisini ve yaptıklarını şöyle anlatıyordu: “…Dört yaşında mektebe girdim. Beş yaşında hatmettim. (Kuran’ı) On dört yaşında iken Hafız-ı Kuran oldum. Bir miktar Arapça olarak sarf ve nahiv, biraz da fıkıh gördüm. Tarikat-ı Nakşibendî'ye sülük ettim. (Girdim.). Yaşım yirmiyi buldu. Çalıştım biraz daha okudum. Biraz ecnebi lisanı öğrenmek lazım geldiğini hissettim. Ancak, "men teşebbehe kavmen fehuve minhu (bir kimse, kendisini bir kavme benzetirse, o, o kavimden olur " hadis-i şerifi o vakitlere kadar dimağımda öyle bir kuvvet bulmuştu ki, başımda sarıkla her gün Kuranıkerim tilâvetiyle (okumakla) meşgul iken düşmen-i din olan kavmin lisanını nasıl öğrenebilirdim? … İstanbul'a geldim. İki ay sonra avdet ( geri döndüm) ettim. Ettim ama gözüm açıldı. Ötekinden berikinden biraz İngilizce öğrendim. Tebdil-i câme ettim. (Kılık kıyafet değiştirdim.) hükümet memuru oldum. Kraliçe namına verilen balolarda redingotlu, eldivenli bir adam olarak göründüm. Yirmi beş sene hoca mesleğinde, hoca itikadında, hoca kıyafetinde bir Müslüman, şimdi medeni. Her âli gördüğüm dereceye kadem bastıkça nazarım daha ilerilere matuf (çevrilmiş) bulunuyordu. Zira İngilizler, adama hiç bedava lokma mı verirler? " (31 Martta Yabancı Parmağı, Doğan Avcıoğlu) Yayınladıkları bildirilere göre bu dernek, Kuran'ı temel alıp, şeriat yasalarını ilke edinmişti. Bu dernek de diğer şeriat isteği ile ortaya çıkan örgütler gibi dış kaynaklardan besleniyordu. Arkasında İngilizler vardı. Kökü dışarıda bir kuruluştu, emperyalizmin emrindeydi. Derviş Vahdeti de bir İngiliz yetiştirmesiydi. Kraliçe namına verilen balolarda (mektubunda da belirttiği gibi) redingot bile giymişti. Derviş Vahdeti yayınladığı heyecanlı, kışkırtıcı yazılarla şeriata dönme çağrıları yapıyor, herkesin örgüte katılmasını istiyordu. Her yana gazeteler gönderiyor, toplantılar yapıyor, mitingler düzenliyordu. Çünkü "İngiliz'in lokmasını" hak etmesi gerekiyordu. Kendi deyişi ile "İngiliz adama bedava lokma vermezdi..." 31 Mart kalkışmasının hazırlıkları aşama aşama gerçekleştiriliyor, Bir yandan da askerle bağlantı kurulmaya çalışılıyordu. 3 Nisanda şeriatçılar ellerinde bayraklarla Ayasofya alanında toplandılar. Yer gök "şeriat isteriz" sesleri ile yankılanıyordu. Hedefte İttihatçı subayların ve yöneticilerin kelleleri vardı. Derviş Vahdeti ve Bediüzzaman Said-i Kürdi (Said Nursi) kışkırtıcı konuşmalar yaptılar. HAREKET ORDUSU Ayaklanmayı ittihatçı subay İsmail Canpulat Selanik'e bildirdi. Haber karşısında Selanik ayağa kalktı. Askerler öfkeliydiler, tepkiliydiler. İkinci ve Üçüncü ordu birlikleri isyanı bastırmak üzere hazırlığa başladı. Genç subaylar Meşrutiyeti kurtarmak için İstanbul'a yürümeye karar verdiler. Özgürlük kahramanı Resneli Niyazi Bey, kolağası genç subay Mustafa Kemal Bey de bu birliklerin içerisindeydi. Çeşitli birliklerden oluşan bu orduya Mustafa Kemal Bey'in önerisiyle, "Hareket Ordusu" adı verildi. İttihat-ı Muhammedi, olaylara ağırlığını koyabilecek, kitleleri yönlendirebilecek bir konuma geldiğini anlayınca, kalkışma için fırsat kollamaya başladı. Bu fırsat, Serbesti Gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey'in 6 Nisan gecesi Galata Köprüsünde kurşunlanarak öldürülmesi üzerine kendiliğinden doğdu. Hasan Fehmi şeriat yanlısı değildi ama İttihat ve terakkiye düşmandı. Derviş Vahdeti, İttihat ve Terakki'ye karşı bu olayı çok iyi kullandı. Mizan, Serbesti, İkdam gibi gazeteleri de “hakperest matbuat” adı altında mücadeleye çağırdı. Ulusalcılara nefreti artırabilmek için Volkan'da çok şiddetli bildiriler, yazılar yayınladı: "Acele et Mizan! Arş ileri Serbesti! İmdat Osmanlı! Sebat et İkdam. Hakperest matbuat hep hücum edelim. İşte istibdat kalesi, işte hürriyet şehidi zincirlere bağlanıyor, Bize 'imdat!' diye kollarını uzatıyor. Kale ise zayıftır, sihirle kuvvetli gözüküyor. Kale muhafızları da sihirle bağlı! İşte Volkan... Sancaktarlık vazifesi ilerliyor. Arş ileri! Şehit olursam da siz dönmeyiniz. Zira zafer bizdedir. Emin olunuz ki halk bizimledir... Müfteriler, (iftiracılar) Kâmil'in namusu ikmal edilecektir (bütünlenecektir), ikmal!" (31Mart İsyanı, Ecvet Güresin) Bir başka yazısında da Derviş Vahdeti şunları söylüyordu: "Ya hürriyet şehidi Hasan Fehmi Bey'in katili bulunmalı yahut malum olan beş kişiyi, İttihatçıları vatan haricine çıkarmalı. Bu ikisinden başkası milletin galeyanını durduramaz... " Bütün bu propagandalar ve kışkırtmaların sonunda isyancılar, 30 Martı 31 Marta bağlayan gece ayaklandılar. Avcı taburları da bu kalkışmaya katıldı. İsyanın başlamasından iki gün sonra, Hareket Ordusunun öncü birlikleri Selanik'ten İstanbul'a hareket etti. Ordunun komuta heyetinde Hareket Ordusu Komutanı korgeneral Mahmut Şevket Paşa, öncü birliklerin başında Enver Bey, Ali Fethi Bey (Okyar), Kazım Bey (Karabekir) İsmail Hakkı Bey, Muhtar Bey ve İsmet Bey (İnönü) gibi genç subaylar bulunuyordu. Hareket Ordusu 24 Nisan 1909 günü İstanbul'a girmeye başladı. 26 Nisanda isyanı bastırarak duruma egemen oldu. Abdülhamit tahttan indirildi. HÜRRİYET VE İTİLAF PARTİSİ İttihat-ı Muhammedi Cemiyetinin yanında Ahrar Partisi de 31 Mart'ın hazırlayıcısı ve uygulayıcıları arasındaydı. Bu şeriatçı örgüt, bir İngiliz dostuydu ve o kadar çok İngilizci, o kadar istekli bir emperyalizm yanlısıydı ki, kapitülasyonların kaldırılmasına bile karşı çıkıyordu. Oysa tüm yurtseverler, tüm ulusalcılar, kapitülasyonların sona erdirilmesini kendilerine baş hedef seçmiş, bu yolda canlarını ortaya koyarak savaşım veriyorlardı. Ulusal güçlerin düşmanı bir başka dinci parti, Hürriyet ve İtilaf Partisiydi. Sırtını emperyalizme dayamıştı. Yeşil şeriatçılık perdesinin arkasında ülke yönetimini yabancı güçlere teslim edebilmek için elinden geleni ardına koymuyordu. O yıllarda İttihatçıların hemen hepsi Ulusal Kurtuluş Hareketi saflarında savaştıkları halde, İtilafçıların hemen hepsi, başından sonuna değin saldırgan devletlerin yanında yer aldılar, onlara bağlı kaldılar ve asla buyruklarından dışarı çıkmadılar. Bağımsızlık savaşını engelleyebilmek, İngiliz efendilerine yaranabilmek için ellerinden gelen her çabayı gösterdiler; Şeyhülislam Dürrizade'nin imzasıyla, "Katli vaciptir" diye Mustafa Kemal'in "idam fermanı"nı bile çıkardılar. Hürriyet ve İtilaf Fırkası 1911'de kuruldu. Tek başlarına bir varlık gösteremeyeceğini anlayan gerici, tutucu, dinci kesimler, bu parti çatısı altında toplanmaya karar verdiler. Birleşip bütünleşerek daha da güçlendiler. Denilebilir ki, siyasal İslamcı gruplar, partiler ve dernekler arasında en etkili çalışan, emperyalizme en üst düzeyde hizmet veren tek örgüt, Hürriyet ve İtilaf Fırkasıydı. Bu temel görevinin yanında, bir başka görevi de İttihat ve Terakki'yi güçsüz düşürüp, yok etmekti. Kurucularının başında Rıza Nur geliyordu. Partinin genel sekreteri ise Kurtuluş Savaşından sonra linç edilerek öldürülen Ali Kemal'di. Hürriyet ve İtilaf Partisi, Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın" 1913'te öldürülmesinden sonra dağılmak zorunda kaldı. Çünkü bu olayda onların da parmağının olduğu ortaya çıkmıştı. Daha sonra 1918 yıllarının sonlarına doğru ortamı elverişli bulan İtilafçılar bir araya gelip partiyi yeniden kurdular. Kurucuları arasında Refik Halit Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı da vardı. Bu kez, Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paşa da partiye açıktan destek veriyorlardı. İngiliz uşağı bu işbirlikçi ekip işbaşına geçtikten sonra, ulusalcılara karşı kendisini daha da güçlü gören Sultan Vahdettin, 4 Mart 1919 tarihinde, İngiltere'nin ülkemizi doğrudan yönetmesi için şu önerileri iletti: ●İngiltere, bağımsızlığımızı korumak için, 15 yıl boyunca Türkiye'nin gerekli gördüğü yerlerini işgal edebilecektir. ●Osmanlı nezaretlerine (bakanlık) , İngiliz müsteşarlar atanacaktır. ●Her Osmanlı vilayetinde, valiye müşavirlik (danışmanlık) edecek bir İngiliz başkonsolosu bulunacaktır. ●Mahalli seçimlerle milletvekili seçimleri İngiliz denetiminde yapılacaktır. ●Maliyeyi İngilizler denetleyecektir. ●Fakat Sultan, İmparatorluğun dış politikasını yönetmekte kesinlikle hür olacaktır. " (Hikmet Bayur, Atatürk, s. 270-272) Hürriyet ve İtilaf Fırkası Genel Sekreteri olan Ali Kemal'in, 7 Ağustos 1919 tarihinde yayınlanan "Türkiye ve Mandaterlik" başlıklı "ibret" verici yazısı, bugünkü "neoliberal" takımının görüşleriyle şaşılacak denli bir benzerlik göstermektedir: "Bizim bu müthiş yangından bir şey koparabilmek, hiç olmazsa ulusal birliğimizi sağlamamız için İngiltere'ye dayanmamız, İngiliz mandaterliğini istememiz vazgeçilmezdir. Şu nedenledir ki, bu zor dakikalarımızda, on yıldan beri geçirdiğimiz acıklı deneyimlerden sonra, bu uzak görüşlülüğü gösteremezsek, bilmeliyiz ki, bu savaştan koca bir devlet yerine, yersiz yurtsuz serseri bir aşiret, bir hanlık durumunda çıkabileceğiz ve devletimizin, yurdumuzun, ulusumuzun kesin olarak parçalanmasına tanık olacağız. " (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, cilt 1, s. 214) Ali Kemal, bu türden yazılarla "İngiliz Mandaterliği"ni gerçekleştirmeye çalışırken, bir başka parti yöneticisi de İngilizlerin yönlendirmesiyle Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde bir "Kürt Devleti" kurma çabasındaydı. Bu kişi, "Kürt Teali Cemiyeti" (Kürt Yükselme Derneği) başkanı Seyit Abdülkadir'di. İngiltere, Mustafa Kemal'in gücünü bölmek ve zayıflatmak için Kürt aşiretlerini ayaklandırmayı düşünüyordu. Bu, hepimizin bildiği, emperyalizmin klasik "böl ve yönet" uygulamasının ta kendisiydi... İNGİLİZ MUHİPLER CEMİYETİ (İngiliz Dostluk Derneği) Bu ihanet örgütlerinden söz ederken elbette "İngiliz Muhipler Cemiyeti”ni unutmamak gerekir. İngiliz Muhipler Cemiyeti (İngiliz Dostluk Derneği), Atatürk'ün Samsun'a çıkışından bir gün sonra, yani 20 Mayıs 1919'da kuruldu. İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin önde gelen kişileri, İngiltere büyükelçiliği baş çevirmeni Ryan, İngiliz haber alma örgütünden General Deedes, Rahip Robert Frew,Şeyhülislam Mustafa Sabri, Hürriyet ve İtilaf Fırkası Başkanı Miralay Sadık, Danıştay üyesi Sait Molla... Bunların yanında Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit de derneğin onursal üyeleriydi. İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin başkanı Sait Molla'nın Rahip Frew'a gönderdiği mektuplar "ihanetin sınır tanımazlığını ortaya koyması açısından paha biçilmez belgelerdir. "Bu mektuplardan anlaşıldığına göre, Damat Ferit Paşa, Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri ve Zeynel Abidin efendiler, yazar ve bakan Ali Kemal ve polis Müdürlerinden Nurettin Beylerin; dahası, doğrudan doğruya Padişah Vahdettin'in bu hainlik örgütüyle ilişkili oldukları; Sivas'taki Şeyh Recep, Elazığ'daki Ali Galip olaylarıyla ilk Düzce, Karacabey, Konya ve Bozkır ayaklanmalarında bu gizli casusluk örgütüne bağlı ajanların etkili rol oynadıkları açıkça görülmekte, bu ajanlara dağıtılan paranın da büyük rolü olduğu anlaşılmaktadır. Mebuslar Meclisi için yapılacak seçimleri önlemek doğrultusunda bol para ile girişime geçildiği, 26 Ekim 1919 tarihli sekizinci mektuptan anlaşılmaktadır. Bu mektupta harfi harfine şöyle denilmektedir: Seçimleri geciktirmek ve geri bırakmak için gerek Mustafa Sabri ve gerek Hamdi ve Vasfı Efendilerle,verdiğimiz yönerge sınırları içinde, uzun uzadıya görüştüm. İşi kabul ettiler. Mahallelerde propagandalar başladı. Gerekenleri elde edecekler. Bol para dağıtarak, halkın kafasını karıştıracaklardır.Ustaca düşünce ve önlemlerimizle amaca ulaşacağımıza güvence veririm sayın üstadım.''(Söylev,cilt 1-2,s.158-159 Çağdaş yay.) İngiliz muhipler Cemiyeti konusunda Mustafa Kemal Atatürk de Söylev'de şunları söylüyordu: "İstanbul'da önemli sayılacak kuruluşlardan biri İngiliz Muhipler Cemiyeti idi. Bu addan İngilizleri sevenlerin kurdukları bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar, kendi varlık ve çıkarlarını sevenler ve kendi varlıklarıyla çıkarlarını korumak yolunu, (İngiliz Başbakanı) Lloyd George başkanlığındaki İngiliz Hükümeti aracılığı ile İngiltere'nin desteğini sağlamakta arayanlardır. Bu uğursuzların, İngiliz Devletinin, Osmanlı Devletini hiç parçalamadan bırakmak ve korumak isteğinde olup olmayacağını bir kez olsun düşünüp düşünmedikleri, üzerinde durulmaya değer... " Nitekim daha sonraları, yedi düvelin başarısız olması için uğraştığı genç Türkiye Cumhuriyetine karşı, ilk büyük kalkışma da İngilizlerin desteklediği Şeyh Sait İsyanı'yla ortaya çıkmıştı. Elbette, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda ülkesi için canla başla savaşan yurtsever din adamlarını bu şeriatçı kesimden ayırmak gerekir
  5. AÇILIMI ANLAMADAN ( SONER YALÇIN'DAN ALINTIDIR)(ENGİN DİKKATİNİZE SUNUYORUM) Yıl: 1909 İttihat ve Terakki Edirne mebusu Haşim Bey, Ağustos ayında Girit'te Rumlar tarafından hunharca öldürülen Osman Efendi (Koraşaki) ile Hüseyin Ağa (Subaşaki) adlı iki Türk'ün naaşlarını kartpostal yaptırıp devlet erkânına gönderdi. Mesajı açıktı; "Girit elden gidiyor!" Osmanlı Devleti ise, dört büyük ülkeye güvenip, "açılım" yaparak sorunu çözeceğini umuyordu. Oysa Osmanlı Girit'te daha önce kaç kez açılım yapmıştı... Osmanlı Ordusu, Akdeniz'in en büyük adalarından olan Girit'i 1645-1669 yılları arasında Venedikliler'den aldı. Adanın Müslümanlaştırılması konusunda farklı bir metot uyguladı: Balkanlar'da "şenlendirme" adıyla yaptığı zorunlu iskânı bu kez adada uygulamadı. Fakat zorunlu olmasa da Girit, Türk göçü aldı. Bu arada Osmanlı, Kapıkulu askerinin evlenme yasağını kaldırdı. Bunlar Rum kızlarıyla evlendi. Bazı Rumlar'ın da din değiştirmesiyle Girit nüfusunda Müslüman sayısı kısa sürede çoğaldı. Ancak zaten Rumlar'ın bir bölümü, 823-963 yılları arasında adaya egemen olan Müslüman Araplar idi. Bunlar Bizans'ın zoruyla Hıristiyan olmuşlardı. Bu gerçeği saklamayanlardan biri de, Giritli ünlü yazar Nikos Kazancakis (1883-1957) idi. "El Greco'ya Mektuplar" eserinde Arap soyundan(Abadyotlar'dan) geldiğini iftiharla yazdı. Dünyaca ünlü ressam El Greco (1541-1614) da Giritliydi. 1700'lü yıllarda ada nüfusunda Rumlar ve Türkler hemen hemen eşitti. Adanın dili Rumca, Arapça, Türkçe karışımı olan, yerel halkın "Giritçe" dediği dildi. Bu dil Rumca'ya yakındı. Bunun sebebi, Osmanlı idaresinin Türkçe'ye gerekli özeni göstermemesiydi. İlginçtir; Girit'te Türk dilinin unutulmamasını sağlayan Horasan kökenli Bektaşi tekke ve zaviyeleriydi. Türk ve Rumlar arasında yıllar içinde akrabalık sayısı arttı. "Et ve tırnak gibi" oldular. Ancak ne zaman Osmanlı ekonomisinde duraklama ve gerileme dönemi başladı; Girit'te isyanlar patlak verdi. Bunda, Ortodoksların hamiliğine soyunan Rusya'nın payı büyüktü. 1768'de Çariçe Katerina'nın kışkırtmasıyla, ticari filoya sahip zengin tüccar Yanis Daskoloyanis liderliğinde Rumlar (Sfakyalılar) ayaklandı. Osmanlı isyanı bastırdı; Daskoloyanis ve arkadaşları idam edildi ama 100 yıldır "et ve tırnak" gibi yaşayan Rumlar ve Türkler arasında güven kaybı başladı. Ne yazık ki yaşanılacak sonraki tarihsel süreç adanın bu iki halkını birbirine düşman edecekti. Bunun içsel olduğu gibi dışsal nedenleri de vardı. Öncelikle, siyasi, sosyal ve ekonomisi alt üst olan Avrupa yeniden kuruluyor; yeni ittifaklar oluşturuluyordu. Bu nedenle 1821'de Mora yarımadasında başlayıp Girit'e sıçrayan isyan Avrupa'dan çok destek buldu. Bu desteğin siyasi yanı gibi kültürel yanı da vardı; Rönesans'la birlikte Batı'da antik Yunan hayranlığı başladı. Rumların camilere, tekkelere, çiftliklere, vakıflara saldırmasını; Türk köylülerini öldürmesini Avrupa seyretti. Kılı kıpırdamadı. Can güvenlikleri kalmayan köylerdeki Müslümanlar şehirlere göç etti. Ancak Rumların şiddeti her geçen gün artırdı. Osmanlı, Mısır'daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan yardım alarak ayaklanmayı ancak 4 yılda bastırabildi. Cephe savaşları için eğitilen askerler küçük çetecilerle başa çıkmakta zorlanmıştı. İsyanın bastırılması ve Osmanlı'nın Doğu Akdeniz'e tekrar hakim olma ihtimali, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın hoşuna gitmedi. Bu üç devlet Osmanlı'dan Yunanlılara, Sırbıstan ve Romanya'da olduğu gibi "prenslik" vermesini istedi. Avrupa'da da büyük bir kamuoyu baskısı vardı. Şair Lord Byron, ressam Delacroix, yazar Victor Hugo vs. gibi aydınlar eserlerinde Yunan isyanına destek çıktı. Kuşkusuz mesele sanatçılarla çözülmedi; İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları Mora'daki Navarin Limanı'ndaki 57 Türk gemisini batırıp, sekiz bin Mehmetçik'i şehit etti. Osmanlı şaşkındı; ne yapacağını bilemedi. Çünkü Yeniçeri Ocağı'nı daha yeni tasfiye edip Asakir-i Mansure-i Muhammediye teşkilatını kurmuştu. Savaşacak askeri gücü yoktu. Sonuçta Osmanlı, Yunanistan'ın bağımsızlık talebinden vazgeçmesi ve kendisine her yıl belli miktarda vergi vermesi karşılığında, Mora yarımadasında "Yunan Prensliği" kurulmasını kabul etti. Aradan çok geçmedi. Rusya'da Osmanlı'ya saldırdı. Erzurum'u, Edirne'yi aldı. İngiltere ve Fransa, Rusya'nın ilerleyişinden memnun olmadı. Taraflar bir masa etrafında buluştu. Buradan ne karar çıktı dersiniz; Yunanistan'ın bağımsızlığı! Enosis (birleşme) için ilk adım atılmış oldu. Girit Rumları fırsatı kaçırmadı; Yunanistan'la birleşmek için hemen ayaklandı. İsyan bu kez çabuk bastırıldı. Rumlar Avrupa'dan da gerekli desteği bulamadı. Çünkü emperyal devletler, hasta adam Osmanlı'yı nasıl paylaşacakları konusunda henüz hemfikir değildi. Öyle ki, Osmanlı, İngiliz ve Fransızların "Avrupa Konseyi"ne alınma sözüyle Rusya'ya savaş açtı. Ruslar da sıcak denizlere inme hülyasından hiç kopmadı. Giritli Rumların umudu da Rusların bu hülyasıydı. Her fırsatta ayaklandılar ve her isyanda bir siyasi hak elde ettiler. Nasıl mı? Açılımın birinci aşaması: Genel af çıkarıldı Ruslar dindaşları Yunanlıları, İngilizlere kaptırmamak için, Çar II.Aleksander'ın yeğeni Grand Düşes Olga'yı Yunan Kralı Georgios ile evlendirdi. Bu düğünde bir dedikodu çıktı; Ruslar çeyiz olarak Girit'i Yunanlılara verecekti! Dedikoduya o kadar inanıldı ki, Girit'in fanatik milliyetçi dağlıları Sfakyalılar, Mihail Korakas liderliğinde ayaklandı. 16 Ağustos 1866'da Selino Kazası'ndaki Müslümanları kadın çocuk demeden öldürdüler. Osmanlı Ordusu çetecilerin peşine düştü. Tam isyanı bastıracakken devreye İngiltere ve Fransa girdi. Teklifleri şuydu: Girit Yunanlılara verilemezdi ancak Osmanlı da "Girit Açılımı" yapmalıydı. Nasıl olacaktı bu açılım? İlk şart; askeri harekât hemen durdurulmalıydı. Ayrıca silah bırakacak isyancılar için umumi af çıkarılmalıydı. Tanıdık geliyor mu? Devam edelim: Girit yoksuldu; ada halkı iki yıl vergiden muaf olmalıydı. İdari reformlar da yapılmalıydı; Padişah'ın atayacağı valinin biri Türk diğeri Rum iki yardımcısı olmalıydı. Ayrıca resmi yazışmalarda Türkçe zorunluluğu kaldırılmalıydı. Osmanlı açılımı kabul etti.Türkler rahatladı; köy ve mezralarına döndü. Müslümanlar, "bu açılım ne kadar güzelmiş" demeye başladı. Açılımın ikinci aşaması: Jandarma yeniden düzenlendi Osmanlı'nın 1878'de Ruslara yenilmesi Girit'te yeni bir ayaklanmaya neden oldu. Olan köylerine dönen "açılım kurbanı" Türklere oldu; evleri, tarlaları yakıldı; canlarından oldular. Osmanlı Ordusu yine isyancıların peşine düştü. Ve devreye yine Avrupalılar girdi. Onların bastırmalarıyla, diğer Osmanlı vilayetlerinden farklı, Girit'e özel imtiyazlar tanındı; yani yeni bir sözleşme/açılım yapıldı. 25 Ekim 1878'deki bu Halepa Sözleşmesi' Açılımı şöyle olacaktı: Girit Valisi sadece Müslümanlardan seçilmeyecekti, Hıristiyan da olacaktı. Vilayet genel meclisinde Rumlar (49/31) çoğunlukta olacaktı. Hıristiyan Kaymakamlar Müslüman Kaymakamlardan sayıca fazla olacaktı. Vilayet Meclisi ve mahkeme dili Rumca olacak; ancak resmi zabıtlar ve dilekçeler Rumca ve Türkçe olabilecekti.Ve en önemlisi asayişi sağlayan Jandarma, yerli halktan seçilecekti. Osmanlı bu açılama da "evet" dedi. Yeter ki kardeş kanı dursun diyordu. Fotyadi Paşa, Sava Paşa, Kostaki Anthopulos Paşa, Nikolaki Sartinski Paşa gibi isimleri sırasıyla Girit'e vali atadı. Diyeceksiniz "artık bu açılım adaya sükûnet getirmiştir!" Hayır... Açılımın üçüncü aşaması: Avrupa'ya müdahale hakkı 1885, 1888'de Girit iki ayaklanmaya daha sahne oldu. Fakat en büyük isyan 1896'da oldu. Artık taraflardan biri asker değildi; Ağri'de, Kalives'te, Resmo'da, Hanya'da vd. 250 yıldır birlikte yaşayan komşular birbirine silah sıkmaya başladı. Girit yanıyordu. Tabii yine beklenen oldu; İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Rusya olaylara müdahale etti. Asayiş amacıyla savaş gemilerini Girit'e gönderdiler. Ve Osmanlı'ya yine, yeni bir sözleşme/açılım dayattılar. Girit valisi kesinlikle Hıristiyan olacaktı; Vali, adada karışıklık çıkması halinde Batı'dan silah ve asker yardımı isteyebilecekti; Hemen genel af ilan edilecekti; Memurların üçte biri Hıristiyan olacaktı; Avrupalı hukukçular adli bir ıslahat reformu hazırlayacaktı. Osmanlı bu açılıma da boyun eğdi. Başkent İstanbul'un Girit'te açılım yapmaktan başı dönmüştü. Ancak 25 Ağustos 1896 Nizamnamesi/ açılımı Girit'ten kopuşu hızlandırdı. Elleri silahlı Rumlar artık şehir merkezlerinde bile gezip, kimseden korkmadan Türkleri öldürmeye başladı. Bu cinayetler sonucu, Amcaoğlu Hüseyin, Bedeloğlu Mehmet, Bunacuoğlu Selim Ağa'nın çoban oğlu, Yanatoğlu Halim, Salih Kaziyatoğlu, Güldanoğlu Hüseyin, Muradoğlu Hasan, Osman Korethaki gibi yüzlerce Türk öldürüldü. Resmolu Hüseyin Subaşaki gibi Türkler şehit edildikten sonra, hıncını alamayan asiler tarafından kafatası bıçak ve sopalarla delik deşik edildi. Türkler korunaksızdı. Girit'in Hıristiyan valisi, kasten Osmanlı'dan asker yardımı istemiyordu; Türklerin Girit'ten gitmesini istiyordu. Girit'te oluk oluk Türk kanı akıyordu. Tek tek öldürmeler kısa zamanda toplu katliamlara neden oldu. Elida, Ahladina, Nisiya, Balyovici, Sika, Lisinsi, Mulina, İskalavos, Handra, Akriba, Lamnon, Ziru gibi Türk köyleri yakılıp yıkıldı; Müslüman ahalisi öldürüldü. Türkler adadan kaçış yolu arıyordu artık.Hanya ve Resmo'da altmış bin Müslüman sığınmacı kurtarılmayı bekliyordu. Giritli Müslümanlar, açılım gereği Osmanlı'nın Girit'e asker çıkaramayacağını anlayınca, İran Şahı Muzafferiddin Han'dan yardım istedi! Sadece Girit'te değil Yanya'daki feryatlara Avrupalının kulağı kapalıydı. Sonunda Osmanlı, 18 Nisan 1897'de Yunanistan'a savaş açtı. Beklendiği gibi bir ay gibi kısa sürede Yunan Ordusu'nu perişan etti. Türk Ordusu Atina'ya girecekken, Rus Çarı II. Nikolay'ın isteği ve İngiltere'nin baskısıyla II. Abdulhamid Türk Ordusu'nu durdurdu. Yapılan barış görüşmelerinde galip Osmanlı, bırakın bir avuç toprak almayı, savaş tazminatını bile alamadı. Aksine Girit'teki nüfuzunu kaybetti... Açılımın dördüncü aşaması: Otonom ilan edildi Diyeceksiniz ki, Osmanlı Ordusu, Yunanlıları yenince Girit'teki Rumlar korkup sinmişlerdir. Ne gezer! En acıklısı Girit'te yaşandı. "Türkler, Rumları kesecek" iddiasıyla Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) adaya asker çıkardı. Asayişi artık onların askeri sağlayacaktı! O halde Girit'te Türk askerine gerek var mıydı? Diyorlardı ki, "Osmanlı askeri gidince Rumlar bir daha ayaklanmazdı!" Gülmeyiniz, aynı gerekçeler günümüzde Kıbrıs için de söyleniyor...Avrupa'nın bu kandırmasıyla Türk askeri 1898'de Girit'ten çekildi. Ada otonom ilan edildi.Girit'in kaderi, Avrupalılara bırakıldı. Avrupalılar, Rumlar'ın ve Türkler'in can ve mal güvenliklerini garanti altına aldıktan sonra adadan ayrılacaklardı. Girit'e böylece barış gelecekti. Harika! Tabii bu arada bir şart daha ileri sürüldü: Girit valisini seçme hakkı Osmanlı padişahına bırakıldı. Ancak istisnai bir durum vardı; büyük devletler o valiyi onaylaması gerekiyordu. Yoksa kendileri atama yapacaklardı. Ne oldu dersiniz; Osmanlı'nın karşı koymasına rağmen Prens Otto Girit Valisi yapıldı. Kısa bir süre sonra Dört Devlet adadan çekildi. Ve Rumlar hemen adaya Yunan bayrağı çekti. Hani barış gelecekti; beyaz güvercinler uçacaktı adanın üzerinde? Osmanlı büyük bir diploması başarısıyla (!) bayrağı indirtti. Karşılık olarak, Avrupa ülkelerinin ve Yunanistan'ın tepkisini çekmemek için, İstanbul'da sahnelenen "Girit" adlı tiyatro oyununu sansürledi. Şaka gibi... Ve sonuç: Toprak kaybı Osmanlı, Avrupalı dört devletin oyalayıcı sözlerine, teminatlarına ve açılım masallarına hep inandı. Bunun karşılığında Girit'i kaybetti. Bu da şöyle oldu: 1910'da Girit Meclisi Yunanistan'la birleşme kararı aldı. Anadolu'nun bir çok yerinde mitingler yapıldı; Türkler, Girit'te savaşmak için gönüllü asker müracaatında bulundu; Yunan malları boykot edildi, gemileri Osmanlı limanlarına sokulmadı; Osmanlı konuyu Lahey Hakem Mahkemesi'ne götürmek istedi vs.vs. Bunların pek yaptırımı olmadı. Girit onca açılıma rağmen 1913'te Osmanlı'nın elinden kuş olup uçtu, gitti! Giden toprağın yüzölçümü 8.336 km2 idi; yani Güneydoğu Anadolu'dan (ki yüzölçümü 7.871 km2'dir) büyüktü. Yani. Yanisi şu: "Açılım" sözünü duyduğunuzda hemen Osmanlı'daki açılımların sonuçlarını anımsamalısınız. Ders çıkarmalısınız. Girit sadece bir örnektir, Unutmayınız ki, Osmanlı topraklarının çoğunu diplomasi oyunlarıyla kaybetti.
  6. Rusya'nın Osmanlı Devleti'ni tehdit etmesi üzerine çıkan Kırım savaşı öncesindeyiz.(TARİHE DAYALI GERÇEKLER. YORUM SİZLERE AİT) Ünlü düşünür ve siyaset bilimci Karl Marx, o günleri değerlendiren bir makale yazar. Makale; 1 Temmuz 1853 tarihli New York Daily Tribune Gazetesi'nde yayımlanır. Bu makalede; Ermeni Prensi Leo, Londra'dan; Türkiye'deki Ermenilere şöyle sesleniyor: " Sevgili kardeşlerim, sadık yurttaşlarım! İstediğimiz ve yürekten arzumuz, kanınızın son damlasına kadar ülkenizi (Osmanlı Devleti'ni, yani Türkiye'yi) ve Sultan'ı (O zamanki Osmanlı Sultan'ı Abdülmecit'i), Kuzey'in zalimine (Rusya'ya) karşı savunmanızdır. Anımsayın kardeşlerim! Türkiye'de Rus kamçısı yoktur; burun deliklerinizi yırtmazlar; kadınlarınız gizlice ya da halkın gözleri önünde kamçılanmaz. Sultanın hükümranlığı altında insanlık vardır; buna karşılık Kuzey'in o zaliminin hükümranlığı altında ise sadece gaddarlık vardır. Bu nedenle kendinizi Tanrının gösterdiği yola sokun ve ülkenizin özgürlüğü ve şimdiki hükümdarınız için kahramanca savaşın " Ancak bu tarihten 40 sene sonra Sason'da Ermeni isyancılar kan döküyorlar; ayaklanmalar, Anadolu'nun değişik bölgelerine yayılıyordu. 15 Mayıs 1915'te Rus ordusuyla birleşen Ermeniler, Van'da ayaklanmışlar ve şehri ele geçirip 20 bin dolayında Türk'ü katlediyorlardı.
  7. YAŞADIĞIMIZ VATAN TOPRAĞI VE MİLLETİMİZE İNSAFSIZLIK YAPILMASINA KARŞI ÇIKMA VE GERÇEKLERİ BİR DAHA DİLE GETİRMEK MAKSADI İLE HAZIRLANMIŞTIR. ERMENİSTAN DEVLET ARŞİVİNDE BULUNAN RESMİ RAPORLARDAN BÖLÜMLER BELGE 1/TAŞNAK SUBAYININ RAPORU Taşnak subayının 1920 yılında Beyazıt-Vaaram bölgesinden yazdığı raporunda şunlar yazılıdır; "Basar-Gecar' daki Türk nüfusu ayırt etmeden imha ettim. Bazen kurşunlara yazık olmasın dersin ya. Bu köpeklere karşı en etkili yol, çarpışmadan sonra sağ kalanları toplayıp kuyuların içine tıkmak ve bir daha dünyada bulunmamaları için yukarıdan ağır kayalarla ezmek. Ben de öyle yaptım. Bütün erkekleri, kadınları ve çocukları topladım, benim tarafımdan atıldıkları kuyuların içinde kayalarla ezerek hepsinin hayatına son verdim." Bu belge, Ermeni Sovyet tarihçisi A. A. Lalayan'In önce 1936 yIlInda RevolyutsionnIy Vostok dergisinin 2-3 ncü sayılarında daha sonra 1938 yılında SSCB Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü'nün yayın organı istroriceskie Zapiski dergisinin 2 nci sayısında yer almıştır. BELGE 2 / ERMENİ YARBAYI MELİK - $AHNAZAROV'UN RAPORU Taşnakların Baş-Gyarninsk birliği komutanı Yarbay Melik-Şahnazarov, Ermenistan Devlet Arşivi f. 67, d. 644, y. 1-2 numaralarıyla kayıtlı, 7 Kasım 1918 tarihli acil damgalı raporda; Bölgenin bütün köylerini bombaladıklarını, 30 Türk köyünü ele geçirdiklerini ve geri kalan 29 köyü de bombalamak amacıyla harekât izni istediğini bildirmektedir. Bu rapor Tümen komutanlığına gönderilmiştir. Merkezden onay alan Taşnak birliği, Baş-Gyarninsk bölgesindeki onlarca Azeri köyünü yerle bir etmiş, kadın, çocuk, yaşlı, genç yüzlerce insanı öldürmüş ve mallarını yağmalamıştır. BELGE 3 / TAŞNAK HÜKÜMET YETKİLİSİNİN TAŞNAK BAŞBAKANINA RAPORU Bir Taşnak yetkilisinin, 21 Haziran 1920 günü Taşnak hükümetinin başı A. Ogancanyan'a yazdığı rapor, Ermenistan Devlet Arşivi'nde f. 65, d. 116, y. 96 numaralarıyla kayıtlıdır. Raporda, şu satırlar dikkati çekmektedir: "Zangi-Bassar tarafımızdan işgal edildi. Bu ülke öyle zengin ki, bizim borçlarımızı birkaç defa kapatacak durumda. iki gündür burada görülmemiş bir yağma gerçekleşti. Buğdayları, arpaları,pirinçleri, semaverleri, halıları, paraları ve altınları topladılar. Maliye Bakanlığı, iki görevlisini yanlarında örgütlü bir güç olmadan buraya ancak dün gönderebildi. BELGE 4 / ERMENİ DEVLETİNİN KARS VALİSİNİN RAPORU Rapor, Ermenistan Devlet Arşivi'nde f. 67, d. 1769, y. 25 numaralarıyla kayıtlı. O zaman işgal altında bulunan Kars'taki Ermeni Valisi tarafından merkeze gönderilmiş. Ermeni Vali, bölgedeki Türk ve Kürt nüfusun imha edilmesi ve mallarının yağmalanmasıyla ilgili bilgiler veriyor. Raporda, köylerin işgalinden sonra köyün bütün zenginliğine el koyma işini, resmî olarak denetim altına alamadıkları için yakınılmaktadır. Vali, devamla şöyle diyor; " Bölge gerçekten bir hazine gibi. Ama ne yazık ki biz burayı tam olarak kontrol edemiyoruz." BELGE 5 / ERMENİ JOGOVURD GAZETESİNİN HABERİ ;’ TÜRK NÜFUSUN BÖLGEDEN SÜRÜLMESi’’ Ermenistan'ı yöneten güçlerin yayın organlarından biri olan Jogovurd gazetesinin 1920 yılındaki 105 nci sayısında, G. Muradyan isimli yazar, Gorci Gölü'nün kuzey kıyılarındaki Azeri köylerinden geçtiği haberde,Türk nüfusun bölgeden nasıl silah zoruyla sürüldüğünü anlatmaktadır. "Hükümetimizin çalışmaları sonunda bu köylerin nüfusu Ermenistan sınırlarının dışına atıldı.Ölüm sessizliğinden şaşkına dönmüş, garip bir şekilde miyavlayan ve havlayan, şaşkın sesler çıkaran bir kaç kedi ve ayrıca iki-üç köpeğin kaldığı terk edilmiş köyler gördüm.Bu köylerin halkı göç ederken, artlarında oldukça yüksek miktarda tohum, patates, buğday ve arpa bırakmışlar. Hükümet, bu köylerden iki milyon pudun üzerinde buğday ve yarım milyon pud patates toplayabilir." BELGE 6 / HÜKÜMET KOMİSERİ AGAMYAN'IN RAPORU ERMENİ ORDUSUNUN ERMENİLERE YAPTIĞI ZULMÜ ANLATIYOR Yine Ermenistan Devlet Arşivi'nde f. 67, d. 1588, y. 62-63 kayıtlı belgelerde, Taşnak hükümeti komiseri V. Agamyan'In ordudan firarları önlemek bahanesiyle soruşturma veya mahkeme olmaksızın insanları cezalandırdığı ve kurşuna dizdiği saptanmaktadır. Agamyan, firarla suçlanan kişilerin eşlerini, annelerini ve kız kardeşlerini toplayıp, çırılçıplak soyarak, onları köy meydanında bütün insanların gözü önünde kaz yürüyüşünü taklit etmek zorunda bırakmıştır. Taşnak yetkilisi, daha sonra çıplak kadınları dövmüş ve onları saatlerce suyun içinde tutmuştur. Ardından kadınları tutuklama emri veren Agamyan, gece genç kadınların ve kızların ırzına geçmiş ve geçirtmiştir. Agamyan, hiç bir şekilde cezalandırılmadan görevine uzun süre devam etmiştir. M. Azarapetov isimli ajan Taşnak hükümetine, kendisine köylülerce suikast girişiminde bulunacağını bildirince Agamyan'I merkeze alınmıştır. Taşnak hükümeti, 1918 yılına gelindiğinde 35 yaşına kadarki bütün vatandaşlarını askere çağırmış ve Türkiye'ye karşı savaş için tekrar "Gönüllü" birlikler kurmuştur. Yayın organlarında yaptıkları duyurularla alınan bu karara karşı gelenlerin ölümle cezalandırılacağı, "aklı olanın" bu kurallara uyacağı yazılarak tehdit yöntemlerine başvurulmuştur. Bakû'de yayımlanan Taşnak yayın organı Aren'in 1 Mart 1918 tarihli 48 nci sayısı buna bir örnektir. BELGE 7 / ERMENİ HÜKÜMETİ ERMENİ KÖYLÜSÜNÜ CEZALANDIRMAK iÇiN SUSUZ BIRAKIYOR VE ÖLÜMLERE YOL AÇIYOR Ermenistan Devlet Arşivi'nde f. 67/199, d. 139, y. 230 numarada kayıtlı başka bir belgede ise, Taşnak hükümetinin asker vermeyi reddeden Berd, Verhniy, Karmir, Ahbyur köylerine ve Şamşadinsk bölgesinin diğer köylerine cezalandırma amacıyla gönderdiği özel müfrezelerin uygulamaları anlatılıyor. Taşnak hükümetinin, boyun eğmeyen köylüleri cezalandırmak için Zangi nehrinin kolunu kapattığı ve bölgedeki köyleri susuz bıraktığı Ermeni hâkim güçlerinin gazetelerinden olan Jogavurd'un 29 Haziran 1920 tarihli 102 nci sayısında aktarılmaktadır. Bu cezalandırmanın sonucunda bir çok insan ölmüş, tarladaki ürünler mahvolmuştur. BELGE 8 / TAŞNAK KOMUTANIN RAPORU; TÜRK ORDUSUNU COŞKUYLA KARŞILAYAN ERMENİ KÖYLÜLERİ Bu rapor, Ermeni Devlet Arşivi'nde f. 68/200, d. 867, y. 278 numaralarında kayıtlıdır.Taşnak hükümeti ordusu komutanı, firar eden askerleri aramak üzere Ecmiadzin kazasından Gümrü köylerine bir subay gönderir. Bu subayın ifadelerine dayanarak komutan, Taşnak hükümeti ordusunun genel karargâhına 14 Kasım 1920 tarihinde şu bilgileri rapor eder: "Gümrü bölgesi Ermenileri Taşnak subayını düşmanca karşılamış ve hatta bir kaç kez Türklere teslim etmeye kalkmışlar. Bir çok köyde halk tepkili ve askeriyeyi düşman olarak görüyor. İlhiab ve Kapanak köylerinde kızıl bayraklar çekilmiş. (.) Subayım, M. Kapanak köyünde Selcan Ermenilerinden oluşan atlıların eşliğindeki Türk süvari devriyesiyle karşılaşmış ve Türklerin halk tarafından ekmek ve tuzla karşılandığına şahit olmuştur. Köylerde kadınlar kazanlarda yemekler hazırlamışlar. Subayım, yemeği kimin için hazırladıklarını sorduğunda şöyle cevap vermişler; 'Tabii ki Türkler için, sizin için değil.'" BELGE 9 / ERMENi MiLLi BÜROSUNUN ÇAR II. NiKOLAY'A BA$VURUSU Ermeni arşivlerinde, Taşnak yönetimi ile emperyalistler arasındaki ilişkinin boyutlarını yansıtan çok sayıda belge bulunmaktadır. Örnegin; Ermeni Milli Bürosu'nun Birinci Dünya Savaşı'nın hemen başında Çar II. Nikolay'a başvurusu, Taşnak yönetiminin emperyalizme ne denli bel bağladığını yansıtmaktadır. "Yeni şanlı Rus silahı olmak ve Rusya'nın Doğu'daki tarihsel görevini yerine getirmek vatan borcumuz olmaktadır. Kalbimiz bu istekle yanmaktadır. Rus bayrağı, İstanbul ve Çanakkale boğazlarında özgürce dalgalanacaktır. Sizin iradeniz, yüce devletiniz Türkiye boyunduruğu altındaki halklara özgürlük verecektir." BELGE 10 / İSTANBUL’DAKİ PATRİK ZAVEN BÜTÜN ERMENİLERİ RUS YÖNETİMİNDE BİRLEŞTİRMEYİ SAVUNUYOR Zaten daha savaş başlamadan önce İstanbul'daki Ermeni Patriği Zaven, Ermeni milliyetçi-liberallerin yayın organı Mşak'ın muhabirine Ermeni meselesinin köklü çözümünün, bütün Ermenistan'ın (Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi dahil) Rus yönetimi altında birleşmesiyle gerçekleşeceğini belirtmiştir. Patrik, "Ruslar buraya ne kadar çabuk gelirse bizim için o kadar iyi" ifadesini kullanmıştır. BELGE 11 / ERMENİLERİN EMPERYALİST ORDULARDA SAVA$TIĞINI YANISITAN ERMENİ BELGE VE RAPORLARI Taşnaksutyun Partisi'nin Dışişleri Bürosu Başkanı Zavriyev'in Çarlık Rusyası' nın Londra ve Paris Büyükelçilerine 1915 yılında gönderdiği mektup Birinci Dünya Savaşı'nda Ermenilerin oynadığı rolü gözler önüne sermektedir. "Bugünkü savaşın ilk günlerinden beri Rusya Ermenileri, Rusya'da ve Türkiye'de savaşa katılmayı beklemektedir. Bu durum savaşın sonunda Ermeni meselesinin yeniden gündeme alınması ve kesin şekilde çözülmesi umudunu doğurmaktadır. Bu sebeple Ermeniler, yaklaşan olaylara katılmaktan geri duramaz, bundan ötürü savaşta en hararetli biçimde yerini almalıdır." Çarlık hükümetinin arşivinde de yer alan bu mektubun içeriğini destekleyen başka bir Taşnak belgesi de siyaset adamı ve tarihçi Boryan'ın kişisel arşivinde bulunmaktadır. 1915 Şubatında Tiflis'teki Bütün Ermenistan Milli Kongresi'nde Taşnaksutyun Partisi'nin askeri kanat temsilcisinin yaptığı konuşmayı içeren belge, bu bakımdan çarpıcıdır. "Bilindiği gibi, Rus hükümeti savaşın başında Türk Ermenilerini silahlandırmak ve savaş sırasında ülke içinde ayaklanmaya hazırlamak amacıyla 242. 900 ruble verdi. Gönüllü birliklerimiz Türk ordusunun savunma hattını yarıp, ayaklananlarla birleşerek cephe ve cephe gerisinde anarşi yaratmak ve bununla birlikte Rus ordularının geçişini ve Türk Ermenistanı' nı ele geçirmesini sağlamak zorundadır." BELGE 12 / ERMENİ BİRLİKLERİNİN RUS ORDUSUNUN VURUCU GÜCÜ OLARAK SAVAŞTIĞINI YANSITAN HABER VE RAPORLAR Taşnak yayınları, cephede ve cephe gerisinde anarşi çıkardıklarını ve Rus ordularının vurucu gücü olarak savaştıklarını itiraf eden belgelerle doludur. Taşnaksutyun'un yayın organı olan Orizon gazetesi, 1912 yılı 196 ncı sayısında şöyle yazıyor; "Türk devlet yetkilileri ve iktidar sahipleri bilsinler ki, ne bir Türk ne de Türk devleti bundan böyle hiç bir Ermeni için değer taşımamaktadır. Varlıklarını korumak için başka yollar düşünsünler." Yine Orizon'un 31 Ekim 1914 tarihli 243 ncü sayısında Ermeniler aktif olarak savaşta yer almaya çağırılırken, Çarlık Rusyası' nın zaferinin Ermenilerin de zaferi olacağı belirtilmektedir. Taşnakların başka bir yayın organı Ayrenik ise 24 Eylül 1915 tarihli 2 nci sayısında Tiflis'e yeni gelen Çarlık Rusyası' nın Kafkasya Valisi Nikolay Nikolayevic icin yazılanlar ibret vericidir: "Dün Tiflis'e Çar'ın Kafkasya'daki vekili ekselansları yüce prens Nikolay Nikolayevic teşrif etti. Yüce prensin kesin iradesi ve kararlılığıyla Türk hükümetinin varlığını sonsuza dek ortadan kaldıracağına derinden inanıyoruz. Bu inançla Kafkaslar'daki Rus ordusunun sevgili 6. Başkomutanını selamlar ve ona 'Hoş geldin' deriz." BELGE 13 / ERMENİ BİRLİKLERİN AYNI ZAMANDA İNGİLİZ VE FRANSIZ EMPERYALİSTLERİN EMRİNDE DE SAVAŞTIĞINI YANSITAN BELGELER Çarlık Rusyası'nın yıkılmasının ardından Taşnaklar, bu sefer Batılı emperyalistlerin güdümünde hareket etmişler ve İngiltere, Fransa, ABD gibi devletlerin bölgedeki çıkarlarının hizmetine girmişlerdir. Taşnak hükümetinin başbakanı, 7 Şubat 1919 tarihinde İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General F. Wocker'la yaptığı görüşmede Ermenilerin, İtilaf Devletleri'nin zaferiyle ve Kafkasya'ya gelmeleriyle durumlarının iyiye doğru değişeceğinden kesinlikle emin olduklarını belirtmiştir. Bu görüşmenin raporu, Ermenistan İc İşleri Bakanlığı arşivinde fond 68, dosya 17, yaprak 40 numaralarıyla saklanmaktadır. Aynı şekilde Ermenistan Devlet arşivinde f. 200, d. 132, y. 338 numaralarıyla saklanan başka bir belge, Adana'daki Ermenilerin, Fransız işgal kuvvetleri komutanı General Diffe komutasında "İntikam Birlikleri" adıyla silahlandırıldıklarını ve Fransız üniformasıyla savaştıklarını anlatmaktadır.
  8. TÜRKİYE'MİN GEÇMİŞİNDEN BUGÜNÜNE BİR KAÇ BASİT ÖRNEK (AYRINTILI BAĞLANTIYI İNTERNETTE YAPACAĞINIZ ARAŞTIRMADA BULABİLİRSİNİZ) Artin Kemal (Ermeniden daha ermenici tutumu ona bu unvanı kazandırmıştır!) Artin Kemal tanınan Ali Kemal, milli mücadele aleyhine ve işgal güçlerini destekleyen yazılarıyla tanınmış, ihanetin ve mandacılığın sembolü haline gelmiş bir gazetecidir. 'Peyam-i Sabah' adıyla çıkardığı Ser gazetesinde, 25 Nisan 1920 tarihinde; Atatürk için; 'Idam, idam, idam. Mustafa Kemal cezasını bulacak' , Kurtuluş Savaşını yapan Türk Milleti için;'Bu mahluklar kadar başları ezilecek yılanlar tasavvur edilemez. Düşmanlar onlardan bin kerre iyidir' diye yazmıştır. Mandacıların ve ihanet güruhlarının başını çeken bu adam, damat Ferit Pasa hükümetinde Milli Eğitim ve İçişleri bakanlığı yapmıştır. Yakalandıktan sonra sorgusunda; 'Ben Türk Milletinde bu kadar büyük yaşama gayreti ve mücadele ruhu olduğunu bilmiyordum. Bu bilgisizliğimden dolayı da mazur görülmeliyim çünkü hayatimin büyük bölümü yurt dışında geçmiştir.' demiştir.. Sorgudan çıkarılırken kendisini tanıyan halk tarafından bir anda linç edilmiş, yanında bulunan ve onu korumak isteyen görevliler dahi yaralanmıştır. Ali Kemal'in Izmit' te linç edilmesinden sonra, Istanbul' da ne kadar işbirlikçi mütareke basın mensubu varsa, Amerikan elciliklerine ve limanda bekleyen İngiliz gemilerine sığınmışlardır. Dini bir sıfat taşıyan 'Sait Molla' 30.Ekim.1918 tarihinde Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra, Protestan misyoneri papaz Frew ile birlikte 'Ingiliz Muhipleri -Sevenleri- Cemiyetini' kurmuştur. İngiliz Muhipleri Derneğinin, Istanbul'un işgalinden sonraki ilk bildirisi 21 Mart 1920 tarihinde Alemdar Gazetesinde; 'Ingiliz dostlarımız biraz geç kaldılar, daha önce gelmeliydiler' olmuştur. Sait Molla 4.11.1919 tarihinde papaz Frew'e yazdığı mektubunda; 'Aziz üstadım Frew, Kurt Teali Cemiyetindeki yakin dostlarımızla görüştüm. Kurt aşiretlerinin yasadığı bölgede büyük bir ödeneğe ihtiyaç vardır. Aksi halde ayaklanmayı teşvik edemeyiz' diye yazmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrası Yunanistan'a kaçan Molla Sait, hizmet ettiği yunanlılar tarafından hapse atılmış, ihanet ve sefalet içinde ömrünü tamamlamıştır. Manisa Mutasarrif'i (Valisi) Husnuyadis ve amca oglu Menemen ayaklanmacısı Derviş Mehmetin hikâyeleri; Hüsnü Bey ve sülalesi, Girit'ten kovulmuşlar, Manisa'ya yerleşmişler, Hüsnü Bey vali seçildiği Manisa'da üç yıl boyunca, yunan işgal güçleriyle sarmaş-dolaş yaşayarak işbirlikçi olmuştur. Keza Derviş Mehmet de yardakçısıdır. Fahrettin Altay Paşa'nın süvarileri Manisa'ya yaklaşırken, düşman yurdu terk edecek aldatmacası ile Manisa ahalisini oyalayan Husnuyadis; yunan işgal güçleri komutanı General Bagorciye, Manisa'yi terk etmemeleri için yalvarıyordu. Daha sonra Husnuyadis, Yunanlılar ile Manisa'yi terk ettiğinde, ardında 5 bin kisi ölmüş, tecavüz edilen çocuklar, yakılan ve yıkılan evler kalmıştı. Ahalisinin çoğu öldürülmüş kalanları perişan edilmiş Manisa' nın üçte ikisi yanmış ve enkaz altındaydı… İşte bu Giritli Hüsnü Bey-Husnuyadis daha sonra kaçtığı Yunanistan'da bir kilisenin terk edilmiş bir köşesine atılan mezarının başına 'haçı kırık' bir mezar taşı dikilerek, üzerine; 'Palio Turko - Serseri Türk' yazılarak tarihin çöplüğüne atılmıştır. Ancak Husniyadis ile birlikte Yunanistan'a bir kişi daha kaçmıştır; o da amca oğlu Derviş Mehmet'dir!!! Derviş Mehmet daha sonra yurda dönerek Menemen isyanını tertiplemiş ve Kubilay' ı şehit etmişlerdir.
  9. YABANCI DEVLET VE DÜŞÜNÜRLERİNİN YILLARDIR DEĞİŞMEYEN POLİTİKALARINA BİRKAÇ KÜÇÜK ÖRNEK (YABANCI HAYRANLARINA İTHAF OLUNUR) Ünlü Fransız VOLTAİRE,11 Ekim 1770'te Rusya Çariçesi pek ünlü 2.nci Katerina'ya yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Yüce majesteleri, Türkleri öldürerek bana yeniden hayat veriyorsunuz. Siz Avrupa'nın öcünü aldınız. Türkleri ve onun dilini konuşanları Avrupa'dan silmek gerekir. İnsanlığın iki büyük belası var; Birincisi veba, ikincisi Türkler... Hümanizme ilkem olmasaydı, Türklerin hepsinin kökünün kazındığını görmek isterdim. Ya da öylesine uzaklara sürülmeliler ki bir daha geri gelmesinler. Ben en azından birkaç Türk'ün öldürülmesine katkıda bulunmak isterdim; bir Hıristiyan için bu elbette Tanrı katında çok yüce bir iştir. Gerçi benim hoşgörü ilkeme uymuyor ama, insanlar çelişkilerle yoğrulmuşlardır." Ünlü İngiliz şairi LORD BYRON'ın dillere destan Türk düşmanlığını da bilmeyen yoktur. Üstelik o, Türklere karşı Yunanlıların savaşını desteklemekle kalmamış, onların örgütlenmelerine çalışırken ölmüştür. İngiliz başbakanı Sevr'in gerekçesi olarak,Türkleri Anadolu'dan ve Avrupa'dan söküp atmanın bir insanlık borcu olduğunu söylüyordu: -"Türkler veba mikrobu gibidirler;en ağır cezalara çarptırılacaklar, Avrupa'dan atılacaklardır;Türkler yaşamaya layık bir ırk değildir." diyerek 1919 da ırkçılığın ta kendisini yapıyordu. ARNOLD TOYNBEE bir İngiliz tarihçisidir. 1919 da Batı dünyasının Türkiye için "NO MAN'S LAND" deyimini kullandığını söylüyor İngilizlerin Arap Lawrence'ına benzer bir de Kürt Lawrence'ı var; I.Dünya Savaşı sonunda İngilizler Türkiye'de Kürt isyanı başlatma girişiminde bulunmuşlardı. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri CALTHORPE isyanlar örgütlemesi için Binbaşı NOEL'e görev verdi.O da bu amaçla Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya gitti. Halep'te ve Diyarbakır'da Kürt beyleri ve Kürt Teali Cemiyeti ile görüşür. İstanbul'da İngiliz Büyükelçilik Müsteşarı HOHLER raporunda şöyle yazar; "NOEL bir Kürt Lawrence'ı olma yolunda. Ona bir Kürt devleti kurdurup, petrol çıkarlarımızın kuzeydeki dağlarını koruyabiliriz.Türkleri elden geldiğince zayıflatmak için Kürtleri bu şekilde harekete geçirebiliriz.." Büyükelçi Calthorpe'da Dışişleri bakanı Lord CURSON'a mektubunda; "Bnb. NOEL Kürt şefleriyle anlaşırsa M. Kemal'e karşı ayaklanacaklarından emin." Noel'in yanına çektiği bazı Kürt aşiretlerinin ve İst. Hükümetinin yardımıyla ALİ GALİP beyle anlaşarak M. Kemal’i engellemeye çalışır. Ancak M. Kemal gelişmelerden haber alır ve Noel'i tutuklama kararı çıkartır. Noel Halep'e kaçmak zorunda kalır. Tarihte İngilizlerin son saldırısı 1924 yılında 7 Ağustos günü Hakkari bölgesinde başlayan NASTURİ ayaklanmasında oldu. İsyancılarla birlikte Türk ordusunun üzerine uçaklarla saldırdılar. İngilizler bombalamaya o kadar meraklı ki, APO'nun yakalanmasını hazmedemeyen The TIMES yazarı SİMON JENKİNS o günlerdeki yazısında; "Kürtlere eziyet eden Türklerin de bombalanmasını" isteyecek kadar ileri gitmiştir. 16. Yüzyılda Türk tarihini yazmış ünlü Alman araştırmacı HANS LÖVENKLAW vermiş veriştirmiş; "Bu barbar insanlar kendi aralarında şaka ve espri yapmaz, yapılmasını hoş karşılamazlar..." Buna rağmen bizim için şu saptamayı yapmadan da edememiş: "Türk imparatorluğunun bunca iç sorununa rağmen eskisi gibi halen ayakta ve güçlü olması, onlardan korkmamız için en önemli nedendir." Haçlı Seferlerinde İZNİK 'in alınması sırasında öldürülen Türklerin kafaları kesildikten sonra kelleleri mancınıkla kente atılmış, Antakya çevresinde de kızartılan Türkler Haçlı komutanlarının sofrasına yemek diye konulmuştur. Batılılara rağmen uygarlaşmayı kafasına koymuş olan M.KEMAL elbette bu gerçeği biliyordu. 17 Ocak 1923'te İZMİT'te gazetecilere şöyle diyordu; "Müstemlekeci devletlerin hiç vazgeçmedikleri usul, Müslüman memleketlerini taassup zincirine bağlı tutmak, böylece göz açmalarını, hak ve hürriyet aramalarını önlemektir. Bize de, yarın paylaşacakları bir sömürge gözüyle baktıkları için yıllardan beri bizi, üç yüz milyon müslümanın halifeliği sözüyle oyalamışlar,böylece ulusumuzu taassup baskısı altında tutmaya uğraşmışlardır." Nitekim 3 Mart 1924'te hilafet kaldırıldığında batı basını; "Müslüman memleketlerini uyuşuk bir durumda tutma imkanı veren bir vasıta elimizden kaçtı" diye dövünerek şu başlıkları atıyorlardı; "Bu ne gaflettir, Türkler hilafetin etrafındaki kutsal birliği elden kaçırıyorlar." Hakkımızda yapılan bu tanımlamaların yetmediği arkadaşlarımız için internet üzerinden Çek Cumhuriyetinin Sedelik Şehrindeki Kiliseyi araştırmalarını tavsiye edirm.
  10. Türk Tarih Tezi Doğrulandı (Son Bölüm) FİRİGLERİN KÖKENİ NEYDİ? Frig yazıtlarını okumak için 2008 yılında Eskişehir’e gelen Fransız Milli Bilimsel Araştırma Merkezi üyesi Prof. Dr. Drew-Bear, araştırma ve incelemelerinden sonra; “Türkiye’de Frig esintileri var. Frig Vadisi’nde yetişen Türkler, Friglerin torunları” açıklamasını yapmıştır. 1969’dan beri Grekçe ve Latince taşları okuyan Prof. Dr. Thomas Drew-Bear, Anadolu’daki yazıtları okumakla ve yayımlamakla görevli olan Prof. Bear, araşatırma ve incelemelerinden sonra şunları söylemiştir: “Frig yerlileri bir dağ tanrıçası olan Kibele’ye tapıyorlardı. Roma’da bile Frig halkının özellikleri görülüyor. Frigler, Anadolu’da oldukları için çok gelişmiş bir medeniyete sahipti. Frig alfabesinin Fenikelilerden geldiği anlaşılıyor. Ancak Frigler söz konusu alfabeyi geliştirdi. Friglerin kendilerin özgü dilleri vardı. En eski Frig belgeleri MÖ 7 ve 8. yüzyıllara ait kaya anıtlarıdır. Midas şehrinde yazılı anıtlar ve kabartmalar var. Frig devletinin yıkılmasının ardından Frigce yazılmamaya başlandı. Ancak, MÖ 2. yüzyılın ikinci yarısında Frigce yazılara tekrar rastlıyoruz. Bu yüzyılın ardından Frigler artık kayalara değil mermer ve kalker taşlara yazdı. Yıkımın ardından Roma İmparatorluğu ile Anadolu’da barış hüküm sürmeye başladı. Halk zenginleşti. Anadolu’dan ayrılmayan Frig halkı tekrar canlandı ve dillerini konuşmaya, yazmaya başladı…. Frigler, sunakların ve mezarların üzerine yazılar yazıyordu. Mezar başlarına ölenlerin isimlerini, yaşlarını, neden öldüklerini, akrabalarının isimlerini ve ölenlerin mesleklerini yazıyorlardı. Ölenler için şiirler de yazıyorlardı. Bu şiirler Frig halkının ne kadar kültürlü olduğunun kanıtıdır. Genç ölen bir kızın mezarında ’Yazık, evlenmeden öldü. Çiçek açılmadan soldu’ yazıyor. Genç bir erkeğin mezarında da ’Kendi annesine ve babasına bakamadı’ yazıyor. Mezarlarda lanetlemeler de var. Mezarlarda ’bir kişi mezara zarar verirse tanrılar onu cezalandırsın’, ’kendi çocuklarının ölümlerini görsün’, ’evi yansın’, ’evlenemesin’, ’ne toprak, ne de deniz onu taşısın’ gibi korkunç lanetlemeler var.” Friglerin sunaklardaki yazılarda da “Adalet Tanrısı’ndan” bahsettiklerini ifade eden Drew-Bear, “Bundan Frig döneminde bu topraklarda adaletsizlik olduğu anlaşılıyor. Bu tanrı Frigya dışında bulunmaz. Frigler Adalet tanrısını iki erkek figürü olarak betimlerdi. Birinin elinde ölçü, diğerinin elinde bir tartı vardı. Ancak, kısa olmasından dolayı bazı Frig yazılarını çözemiyoruz. Uzun yazılar çıkarsa Frig alfabesinin hepsini çözebiliriz” demiştir Frig halkının genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraştığını belirten Drew-Bear, Friglerin birçok bakımdan Anadolu Türklerine yakın olduklarını şöyle ifade etmiştir: “Frigler tarımla uğraşıyordu. Gelişmiş bir tarım kültürü bulunuyordu. Atları, öküzleri ve katırları vardı. Kağnı kullanıyorlardı. Kadınların başları örtülüydü. Türkiye’de Frig esintileri var. Frig Vadisi’nde yetişen Türkler, Friglerin torunları. Yani Frigler hala Frigya’da yaşıyor. Frig Vadisi’ne Doğu’dan, Kuzey’den ve Afrika’dan göçler olsa da Friglerin torunları hala bu vadide.” Alıntıların tamamı SİNAN MEYDAN’IN Ağustos ayında piyasaya çıkacak olan ATATÜRK VE TÜRKLERİN SAKLI TARİHİ adlı kitabından yapılmıştır.Kitap konuyu farklı açı ve belgelere dayanarak daha ayrıntılı incelemektedir./b]
  11. Türk Tarih Tezi Doğrulandı (6 ncı Bölüm) ÖN TÜRKLERİN ANA VATANLARI ANADOLU VE CİVARIDIR MÖ.3 hatta 4nci binlerde Doğu Anadolu’da Türklerin yaşadığını belirten bilim insanlarından biri de Osman Nedim Tuna’dır. Tuna: 40 yıllık araştırmaları sonunda: “Türklerin en az MÖ. 3500’lerde Türkiye’nin doğu bölgesinde bulunduğu tespit edilmiştir.” demektedir. Sümerlerle Türkler arasındaki ilişki konusunda 40 yıl çalışan Osman Nedim Tuna’ya göre MÖ. 3500’lerde Anadolu’da Türkler yaşıyordu. Tuna şöyle demektedir: “Şu halde Türkler daha MÖ. en az 3500’lerde bugünkü Türkiye’nin doğusunda oturuyorlardı…” Güney Anadolu’da İslahiye yöresi’nde Gedikli’de bulunan ve M.Ö.3000 sanlarına ait olduğu tespit edilen, yüzeyi 20×21 m, derinliği 2.50/3m. olan, Ateş Evi’nde, 159 toprak kül kabı ve yanık kemikler bulunuştur. Yapılan analizler sonunda bu buluntuların Türklere ait olduğu ve Türk kültürüne ait izler taşıdığı belirlenmiştir. Selahi Diker, 35 yıllık araştırmalar sonunda kaleme aldığı “Anadolu’da On Bin Yıl, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı” adlı çalışmasında, Anadolu’nun çok eski çağlardan beri “Türklerin ana yurdu” olduğunu ileri sürmektedir: “…(Anadolu) Türk kültür tarihini on bin yıl öncesine götürebiliriz. (….) Türkler bundan 8300 yıl öncesinde Anadolu’da yaşamıştır.” ANADOLU’DA ÖN TÜRKLERE AİT KAYA RESİMLERİ VE YAZITLARI Ön Türk araştırmacısı Kazım Mirşan’a göre Türkler, MÖ.15.000’lerde Anadolu’ya gelmişlerdir. “Bugün, Türkiye’de Orta Asya, Yenisey, Aral, Balkaş, Pamir, Kazakistan, Kırgızistan, Tamgalı Say, Talas, Issıq Kölü, Başkurtistan v.s mevcut onbinlerce pigtogram (mağara resmi), petroglif (yazıelemanlı kaya resmi- tamga) ve yüzlerce yazıtın aynısı ya da yakın benzeri geniş bir coğrafyaya dağılmış olarak Anadolu’da da mevcuttur. Bunlar Türklerin Anadolu’da -17.000 öncesine varan varlığının kanıtlarıdır. Sadece Doğu Anadolu yaylasında, tarihleri MÖ. 15.000, 1000 olarak tesbit edilen tam 45.000 kaya üstü yazıtı ve mağara resmi mevcuttur. Kazım Mirşan tüm bu kaya resimleri ve yazıtlarına eserlerinde yer vermiştir.” Kazım Mirşan’ın, Batı merkezli tarihin kölesi bilim insanlarına bir türlü kabul ettiremediği bu kanıtlar, (kaya üstü yazıları ve mağara resimleri) Anadolu’yu Orta Asya’ya bağlamakta ve Türklerin MÖ. 15.000’lerde Anadolu’da yaşadıklarını göstermektedir. “Yazıt, tamga ve mağara resimlerindeki bu ayniyet ve yakın benzerlik ‘en azından’ Orta Asya Türk yurdu ile Anadolu insanı arasındaki bağın açık göstergeleridir.” Özellikle Doğu Anadolu yüksek yaylasındaki 40 bin civarındaki kaya resmi arasında Kazakistan’daki Kara-Tau sembol ve şekillerine benzer resimlerin bulunması bu resimleri yapanların ortak kökenli olduklarını göstermektedir. Anadolu’daki Ön Türk yazıtlarının belli başlıları şunlardır: 1. Van-Hakkari, Tir-i Sin Yaylası Yazıtları 2. Gavaruh Vadisi 3. Hırkanis Suyu Mezar Vadisi 4. Pagan Köyü 5. Başet Dağı 6. Put (Yedi Salkım Köyü) 7. Cudi Dağı 8. Varagöz Yaylası 9. Çilgiri Yazıtı 10. Van Ahtamar Yazıtı 11. Erzurum Cunni Mağarası 12. Oy-Onul Trabzon Mağara Yazıtları 13. Sinop Tersane Kapıüstü Yazıtı 14. İstanbul Fikirtepe Toprak Kabı 15. Kemerburgaz Mağarası Toprak Kabı 16. Erenköy UW-ON Yazıtı 17. Ödemiş Damgaları 18. Side Hamam Yazıtı 19. Midas (At-Esiç Öz) Yazıtı Prof. Dr. Hamit Zübeyr Koşay tarfından bulunan Erzurum Cunni mağarasındaki resimleri Divan-ı Lügat-it Türk ve Cami’ül Tevarih’teki Anadolu Türkmen aşiretlerinin damgalarıyla karşılaştıran Kazım Mirşan çok önemli benzerlikler keşfetmiştir. Cunni mağarasına kazınmış olan yazılar, Ön Türklerin Doğu Anadolu yaylasından Anadolu içlerine doğru ilerlediklerini göstermektedir. Cunni mağarasında iki ayrı çeşit Ön Türkçe yazıt bulunmuştur. İlk gurupta OQ İSİLİS, ON İSİLİS ve OQ ANILIS sözcükleri okunmuştur. İsilis: etiliş, ediliş; Oq: ok olma, yok olma; Anılıs: angılış, anlayış, anlamlarındadır. Cunni mağarasındaki yazılar, yaklaşık olarak MÖ 3000’lere tarihlendirilmiştir. Kazım Mirşan’a göre buradaki ISUB ÖG Alfabesi (Tarihteki ilk Türk alfabelerinden biri) Ön Mısır’a gitmiş ve Mısır Hiyerogliflerinin temelinde yer almıştır. Kazım Mirşan’ın ısrarla üzerinde durduğu eski Anadolu topluluğu Friglerdir. Yazıları henüz tam olarak çözülemeyen Batı Anadolu’nun “tarımcı” toplumu Frigler’in “Türk kökenli” olduğunu iddia eden Kazım Mirşan, Batılı bilim insanlarının temel yanılgısının, Frig yazıtlarını Hint-Avrupa dil kurallarıyla çözme ısrarı olduğunu belirtmiş ve kendisinin bu yazıtları Ön-Türkçe olarak okuduğunu ileri sürmektedir.
  12. MİLLETVEKİLİ OLMA ŞARTLARI İki defa İttihat ve Terakki'den milletvekili seçilen, sonra da Hürriyet ve İhtilaf Parti'sini kuran, Damat Ferit hükümeti döneminde Ayan Üyeliği'ne atanan Mehmet Zeynelabidin Efendi, "Meşrık-ı İrfan Gazetesi"nde milletvekili olma kriterlerini açıklamış. Bu yazıyı Konya Yusuf Ağa Kütüphanesi katalogunda 9521/2' sayıyla kayıtlı "İslamiyet ve Meşrutiyet" isimli eserde bulmak mümkün. Yörede mahalli bir gazetede çalışan gazeteci Ali Akgül'ün derlediği kriterler şöyle: 100 yıl önce Konya'daki milletvekili olma kriterleri: Birincisi: Milletvekili adayı, aday olacağı şehirde uzun süreli oturmuş, yaşamış olmalı, halkın mizacını iyi bilmeli. Bir şehirde oturmamış veya çıkıp gideli uzun zaman olmuş adamların bir kere iyi olup olmadığı bilinemez. İkincisi: Şehre yarayacak her türlü kanunu ve o şehir halkının saadetini icap edecek şeyleri düşünüp beğenmeye ve böyle bir arayan toplamaya muktedir olmalıdır. Üçüncüsü: Devletin şan ve şerefini düşünmeyecek kadar cahil olmamakla birlikte, sefih de olmamalıdır. Çünkü kendi malı kendine teslim edilemeyen sefih bir adama bu gibi vazife verilemez. Dördüncüsü: Hükümetin kanunsuz ve haksız işlerini yüzüne beraber söylemek hususunda kimseden korkup çekinmez ve ölmekten bile kaçınmaz, dünya için kimseye müdane etmez olmalıdır. Beşincisi: Parayı görünce her şeye boyun eğecek kadar bağrı yufkalardan ve parayı çok sevenlerden olmamalıdır. Yoksa milletin menfaati zayii olmak ihtimali ziyadeleşir ve memleketi açık açık uçuruma sürekler. Altıncısı: Memuriyetini muhafaza etmek ve başka bir menfaatini korumak için şuna buna yüzsuyu dökmüş (ağlamış), kendisine haksızlık edenlere göz kırpmış, kendisi haksızlık etmiş olmamalıdır. Yedincisi: Rüşvet almış, para ile onun bunun hakkını satmış, mahvetmişlerden de olmamalıdır. Sekizincisi: Halk içerisinde zulmü, işkencesi olanlardan olmamalıdır. Dokuzuncusu: İki sözlü, ikiyüzlü adamlar da milletvekili olamaz. Onuncusu: Şunun bunun ayıbını arayan, daima iki kişi arasındaki gizli sırları anlamaya çalışan, hiç yoktan tertip türetenler de aday gösterilmemelidir. Onbirincisi: Milletvekilliği bittikten sonra kendini idare edecek bir işi veya zenginliği olmayanlar da aday gösterilmemeli. Çünkü bu özellikleri olmayan kişiler hükümetin ayıbını örtüp boyun eğmeye mecbur kalırlar.
  13. Türkiye’mde Diğer Örnek Bir Hukuk Uygulaması Daha Diyarbakır İstinaf Mahkemesi Binası İnşaatı Construction of Court of Appeal Building Diyarbakır Hibe Sözleşme bedeli: 7 milyon 284 bin euro. Financed by ( Parayı veren ): European Union ( Avrupa Birligi ) Faydalanıcı : T.C. Adalet Bakanlığı Republic of Turkey, Ministry of Justice Şu anda ülkemizde istinaf mahkemeleri yoktur. AB’nin uyum esasları doğrultusunda hukuk sistemimiz içinde yer alması planlanan bu mahkemenin davanın görüldüğü mahkeme ile Yargıtay arasındaki bir mahkeme olarak görev yapması düşünülmektedir. Bazı düşünce sahiplerine göre; adı önce BÖLGE MAHKEMESİ olacak veya buna dönüşecek ancak ardından EYALET MAHKEMESİşekline değişecek ve bu yeni mahkeme sistemi bölünmeyi daha da hukuksallaştırıp kolaylaştıracak. Bu endişeleri taşıyan düşünce sahiplerine göre AB destekli bu uygulamanın başlangıç yerinin DİYARBAKIR olması ayrıca manidar olarak tanımlanmakta. KONUYU İNTERNET ORTAMINDA AYRINTILARI İLE ARAŞTIRMA ŞANSINIZ VAR. TAKDİR SİZLERİNDİR. SEVGİ İLE KALIN.
  14. GÜZEL TÜRKİYE'MDE YAŞANAN VE TAMAMI GAZETE VE İNTERNETTEN ALINAN BU SAVUNMA OKUNDUĞUNDA İNSANIN AKLINA KURTULUŞ SAVAŞI, ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE HİTABI İLE HALEN BAZILARINA GÖRE TARTIŞMALI OLAN ATATÜRK'ÜN BURSA SÖYLEVİ GELMEKTEDİR. YORUM SİZLERİNDİR. (ALINTIDIR) Muğla'nın Dalaman ilçesinde bir Alman'ın evinin bahçesine direk dikip Alman bayrağını asması üzerine konuya duyarlılık gösteren yurttaşlarımızdan bir kaçı Alman'ın bahçesine girerek Alman Bayrağını indirdi. Bu eyleme önderlik eden Yüksel Sarı, Gülsen Sarı, Mustafa Cihan ve Sarp Gürpınar ve hakkında Dalaman Asliye Ceza Mahkemesinde Dalaman Cumhuriyet Savcılığı tarafından kamu davası açıldı. 15 /11/2006 Günlü duruşmada, eylemin önderi konumunda olan Yüksel Sarı'nın yaptığı son savunmadan sonra mahkeme heyetince, suçun asli unsurları oluşmadığından BERAAT kararı verildi. Bu konu ile ilgili olarak, Yüksel Sarı'nın mahkemede yapmış olduğu son savunma aşağıdadır. ************************************************************************** > ASLİYE CEZA MAHKEMESİ YARGIÇLIĞINA/ DALAMAN > DOSYA : 2006/63 E > SANIK : Yüksel Sarı, Ortaca Tel:0533 243 2614 > DAVACI : Kamu Hukuku > KONUSU : Esas hakkındaki savunmamın sunulmasıdır. Muğla'nın Dalaman ilçesinde, toprak satın alan bir Alman vatandaşı villasının bahçesindeki direğe Alman bayrağını asması üzerine, durumdan rahatsız olan şu anda sanık sandalyesinde oturan bizim gibi duyarlı olan yurttaşlarımızdan bazıları ile bu konuyu ilçedeki kahvehanelerde ve kafelerde tartışmaya başladık ve konuya duyarlı yurttaşlarımızla bu durumu yerel yöneticilerimize (ilçe kaymakamı, ilçe cumhuriyet savcısı ve ilçe emniyet müdürlüğüne) topu olarak dilekçe vermek suretiyle bildirdik. Alman vatandaşı olan bu şahsın bahçesindeki direğe asılı olan Alman bayrağının dilekçemizi verdiğimiz tarihten itibaren eylemi gerçekleştirdiğimiz tarihe kadar geçen üç aylık zaman süreci içinde hala bahçesinde asılı olması karşısında, yerel yöneticilerin bu durumu bildikleri halde sessiz kalmalarını, onlardan bu konuda yasal bir işlem yapmalarını beklediğimiz halde hiçbir yasal işlem yapmadıklarını, ve ayrıca yöneticilerin Türk vatandaşı olan bizlerin herhangi bir konuda bu yasal olarak giderilmesini talep ettiğimiz isteklerimizi göz ardı ederek ilçedeki yabancı uyruklu taşınmaz mülk sahiplerinin ihtiyaçlarının giderilmesi yönünde talimatlar verdiklerini, Türk vatandaşlarını kapıda bekletirken bu yabancılara büyük bir nezaketle zaman ayırdıklarını gözlemledik. Bunun üzerine ertesi gün gittik ve Alman bayrağını indirdik. Ortaca ve Dalaman' lı yurttaşlarımız da bize katıldı. Biz suç islemedik, bir suçu ortadan kaldırdık. Çünkü mahkemenizce de bilineceği gibi 2893 Sayılı Bayrak kanunu, yabancı ülke bayraklarının hangi koşullarda, nerelere asılabileceğini saymıştır. Alman vatandaşının villasının bahçesine bir direk dikip, kendi ülke bayrağını asması bu kanuna aykırıdır ve suç teşkil etmektedir. Sayın yargıç, Bir Alman vatandaşı, başka bir ülkede, evinin bahçesine direk dikip, kendi ülkesinin bayrağını neden asar? Onu bu suçu işlemeye sevk eden sebep nedir? Bu soruların yanıtı düşünülürken, buna benzer olayları sıkça yaşamamıza neden olan yabancılara toprak satışı ve sonuçları üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Geçmişte ve bugün, yabancılara toprak satışının serbest bırakılması ile Devletin dağılma süreci arasındaki paralellik hepimizin dikkatini çekmiştir. 1854 Yılında Kırım savaşına katılan Osmanlı, ilk kez, İngiltere'den %6 faiz ile 3 milyon Sterlin borç almıştır. Batılı ülkelerin dayatmalarıyla, 1856 Islahat Fermanı ile birlikte Yabancılara toprak satışı serbest bırakılmıştır. 1860 yılında İngiltere, borçların ödenmesi görüşmeleri sırasında Osmanlı topraklarının yabancılara satışının önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istemiştir. Bu satışlar sonucunda sadece Ege bölgemizde altı milyon dönüm arazi yabancıların eline geçmiştir. 1890-1900 yılları arasında İzmir'in %85'inin yabancılara ait olduğu açıklanmıştır. 1913 yılında yapılan bir düzenlemeyle yabancı şirketlerin de Osmanlı'dan taşınmaz satın almalarının önü açılmıştır. Bu yasalara dayanılarak, bu günkü İsrail'in bulunduğu topraklar Filistinlilerce satışa çıkarılmış, İsrail devleti bu topraklar üzerine kurulmuştur. Kurtuluş savaşından sonra, 1924 yılında çıkan kanunla yabancılara toprak satışına yasaklar getirilmiştir. 1984 yılında yabancılara toprak satışının yeniden gündeme getirilmesi tesadüf değildir. Ancak Anayasa mahkemesince bu yasa iptal edilmiştir. Anayasa mahkemesi son derece öğretici olan iptal gerekçesinde şunları söylemektedir. 'Ülkede yabancıların arazi ve emlak edinmesi salt bir mülkiyet sorunu olarak değerlendirilemez. Toprak, devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenlik ve bağımsızlığının simgesidir. Yabancılara satılan toprakların geri alınması zordur ve yabancılar kendi devletlerinin koruması altındadır. 1948 yılı öncesinde bu şekilde toprak satın alarak İsrail devletinin temellerinin atıldığı unutulmamalıdır.' Nasıl ki batılı emperyalistlerin dayatmalarıyla ıslahat fermanı çıkmış ve böylece toprak satışı serbest bırakılmış ise, bugünde Avrupa Birliği dayatmalarıyla yabancılara toprak satışı serbest bırakılmıştır. Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya,Litvanya, Estonya gibi pek çok Avrupa ülkesi Avrupa Birliğine girmeden önce Yabancılara toprak satışını serbest bırakmayı reddetmişler ve onların bu karşı duruşu kabul edilmiştir. Türkiye ise Avrupa Birliğine girmeyeceği, ucu açık sürelerin verildiği ve bu sürelerin her defasında biraz daha uzatıldığı bir durumda hiç duraksama göstermeden yabancılara toprak satışını kabul etmiştir. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulunun 06/02/2006 tarihli raporuna göre, kesin bir bilgi olmamakla birlikte, yabancılara toprak satışının serbest bırakılmasıyla 51.012 yabancı, toplam 47.240 adet taşınmaz satın almıştır. Satın alınan taşınmaz miktarı ise 272.871.200 metrekaredir. (İfadenin verildiği tarih itibarı ile) Türk ortaklı alımlar, özelleştirmeler, şirket devirleri ve özellikle GAP bölgesinde kayıt dışı olarak yabancılara geçen taşınmaz miktarı ise bilinmemektedir. Yabancıların taşınmaz satın almalarında dikkati çeken husus, bir bölgede koloniler halinde yerleşmeleridir. Bunun sonucunda Kalkan da bir İngiliz mahallesi kurulmuştur. Kalkan ticaretinde söz sahibidirler. Fethiye ölüdeniz civarında yaklaşık 4000 konut yabancıların elindedir. Onlarda kayıt dışı turizm işletmeciliği yapmaktadır. Milli ekonomi zaafa uğratılmaktadır. Didim'in önemli bir kısmı yabancıların eline geçmiştir. Elektrik ve su faturaları İngilizce olmuştur. Kendi bölgemiz Ortaca ve Dalaman ilçelerinde de İngiliz ve Alman mahalleleri vardır. Yabancıların koloni halinde yerleşim birimleri kurmaları ile misyonerlik faaliyetleri daha da kolaylaşmış ve yoğunlaşmıştır. İşsiz gençlerimize, para verilerek, kilisenin korumasına alınacakları, Avrupa'ya rahat gidip gelecekleri ve iş sahibi olacakları söylenerek, Hıristiyanlaştırılmakta, yabancılaştırılmakta ve kendi milletine karşı ajanlaştırılmaktadır. Yabancılara toprak satışı ile bizim 'ikiz ihanet yasaları' dediğimiz, yasalar arasında çok yakın bir ilgi bulunmaktadır. Bilindiği gibi 2003 yılında iktidar ve muhalefet milletvekillerinin oylarıyla kabul edilen bu yasalara göre dilsel ve dinsel azınlık kavramları getirilmiş, azınlık kavramı genişletilmiş ve bir bölgede yaşayan azınlıklara kendi bölgelerindeki yer üstü ve yer altı kaynakları üzerinde hak iddia etme ve kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmıştır. Bu yasalara göre Türkiye, bu yükümlülüklerini yerine getirmediği taktirde yabancı ülkelerin askeri yaptırımları da dahil olmak üzere her türlü yaptırım ile karşılaşabilecektir . Sayın Yargıç; 'Toprak' bağımsızlığın ve egemenliğin adıdır. Toprağınız yoksa eğer ne egemenliğiniz ne de bayrağınız olur. Oysa bugün Türkiye, dış borç faizlerini ödeyebilmek için, döviz karşılığında vücudunu satıyor. Türkiye aslında egemenliğini satıyor. Bundan daha büyük utanç olabilir mi? Eğer biz yanlışsak, bütün bu satışlar doğru ise, o zaman soruyoruz. Kurtuluş savaşını biz neden yaptık, neden düşmanı Polatlı önlerinden çevirdik , Neden milyonlarca şehit kanı ile sulandı bu topraklar? Yabancılara toprak satışının toplumsal dokumuzu bozan, millet olma ve yurttaşlık bilincini zaafa uğratan olumsuz bir etkisi daha vardır. Batılı emperyalistlerin baskılarıyla, Gümrük Birliği anlaşmalarıyla, yabancı tarım ürünleri karşısında perişan edilen, pancarına, tütününe kota konulan, toprağını ekemez hale gelen köylü çaresizlikten toprağını satışa çıkartır. Peki kim alacak? Komşusu da kendisi gibi. Böyle olunca bu bereketli topraklar yabancıların eline geçiyor. Yabancılar oralara villalar yapıyor, kendi mahallelerini kuruyor. Bir de kapı konuluyor. Türkler o mahallelere giremesin diye. Kapıya da bir Türk bekçi konuluyor. Bizim insanımız önceden ekip biçtiği, çocuklarını yetiştirdiği bu topraklara uzaklardan bakıyor ve kendisini bahçıvan, eşini de çamaşırcı yapabilmek için o kapıya yöneliyor. Milletin öz güveni köreltiliyor. Vatan kavramı, millet olma bilinci işte böyle yok ediliyor. Sayın Yargıç; Bütün bunlar olurken aklımıza şu Afrika atasözü geliyor. 'Önce bizim elimizde bereketli topraklarımız vardı, onların da elinde İncil. Sonra bereketli topraklarımız onların oldu, bizim ise elimizde İncil kaldı.' Sayın Yargıç; Simdi yukarıdaki soruyu tekrarlıyoruz. Bir Alman bahçesindeki direğe Alman bayrağını neden asar? Bu sorunun cevabi yukarıda anlatılanların tümüdür. Çünkü o Alman, bizim toprağı satın almakla, egemenliğimizi, haysiyetimizi her şeyimizi satın aldığını düşünmüştür. Orayı bir sömürge toprağı gibi görmüştür. Kendi milleti ile gururlanırken, bizim milletimizi çaresiz görmüş ve aşağılamıştır. Fakat fena halde yanılmıştır. Alman bunu yapar da biz durur muyuz.? Gider o bayrağı indiririz. Nitekim öyle yaptık. Bin kere asılırsa, bin kere gider indiririz. Biz suç islemedik. Bir suçu ortadan kaldırdık. Bizim hiçbir millete düşmanlığımız yoktur. Hiç bir milletin bayrağı ile de sorunumuz yoktur. Egemenliğimizi, onurumuzu zedeleyen ve suç teşkil eden bir saldırıya karşı meşru müdafaa yaptık. O toprağın 'işgal edilmiş toprak' olmadığını gösterdik. Milletimiz hoşgörü sahibi, misafir sever büyük bir millettir. Fakat yabancılar da şunu bilmelidir. Bizim milletimiz ihanet yasalarını çıkaranlardan ibaret değildir. O nedenle nasıl ki su yüz dereceye geldiğinde kaynar ise, Türkiye'nin neresinde olursa olsun kanuna aykırı bir yabancı bayrak asılırsa, o bayrak derhal indirilir. Milletimize söz veriyoruz. Bu teslimiyet son bulacaktır. Hiç kuşku duyulmasın ki; 'Milli bir hükümet kurulacak ve yabancıya toprak satışı durdurulacaktır.' Sayın Yargıç; Asıl biz şikayetçiyiz. Milli ekonomiyi batıranlardan, bizi borç batağına sokanlardan, hortumculardan, soygunculardan, vurgunculardan, Milli bağımsızlığımızı ayak altına sürenlerden, onurumuzu kıranlardan, Gümrük Birliği anlaşmalarını imzalayanlardan, ihanet yasalarını çıkaranlardan, misyonerliği serbest bırakanlardan, halkımızı toprağını satmak zorunda bırakanlardan, vatan topraklarının satışını serbest bırakıp, milletimizi bu durumlara düşürenlerden asıl biz şikayetçiyiz. O nedenle hakkımızda beraat kararı verilerek asıl sorumlu olanların cezalandırılmaları için dosyanın Cumhuriyet savcılığına iadesini talep ediyoruz. SONUÇ VE İSTEM ; Yukarıda sunulan nedenlerle hakkımızda BERAAT kararı verilmesini talep ediyoruz. 15/11/2006 SANIK : YÜKSEL SARI
  15. Sevgili Arkadaşlar, Hiçbir Türk'ün yaşamadığı ancak herkesin kendisini Türk 'hissettiği' Belçika'nın Faymonville köyündeki Türk Festivalini İnternetten LÜTFEN araştırınız ve sonra düşününüz ''Biz neredeyiz?''
  16. Türk Tarih Tezi Doğrulandı. (5nci Bölüm) HAKKARİ TAŞLARI VE ÖN TÜRKLER Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Veli Sevin ve eşi Doç Dr. Necla Sevin başkanlığında bir ekip tarafından 1998’de Hakkari’de yapılan kazılarda ele geçirilen 13 adet dikili taş, başlangıçta Batılı bilim çevrelerinde heyecan yaratmış, dünyaca ünlü “National Geograpic” dergisi bu konuda 2 sayfalık bir yazıya yer vermiş, Amerikan Arkeoloji Enstitüsü’nün yayın organı olan “Archeology” dergisi de 2000 yılı Ağustos sayısında Veli Sevin’in kazı çalışmalarına tam 8 sayfa ayırarak, Hakkari Taşları’nı dünyaya duyurmuştur. National Geographic Dergisi’nin haberinde Hakkari Taşları’nın Anadolu, Orta Asya ve Avrasya uygarlıklarıyla ilgili ip uçları vereceğini belirtmesi son derece anlamlıdır. Hakkari Taşları’nı bulan Veli Sevin o günlerde Hürriyet gazetesine verdiği bir demeçte şunları söylemiştir: “Üç yıl önce kepçeyle kazı yapan bir kişi, tarihi kalıntıları görünce valiliğe haber verdi. Kültür Bakanlığı kazı başlattı. Bölgede dikilitaşlarla birlikte, içinde 50’ye yakın iskelet ve bazı eşyalar günışığına çıkarıldı. Bunlar çok önemli arkeolojik eserler. Dikilitaşların dönemin kralları tarafından oluşturulan sitelerde kullanılmak üzere yapıldığını belirledik. Yaptığımız çalışmaların meyvelerinin uluslar arası dergilerde yer alması ve Türkiye’den övgüyle söz edilmesi bizi gururlandırdı. Önümüzdeki yaz (2001) dikilitaşların kökenini araştırmak üzere Doç. Dr. Necla Sevin’le birlikte Orta Asya’ya giderek araştırmalar yapacağız.” Hakkari Taşları, Türk Tarih Tezi üzerinde yeniden düşünülmesi gerektiğini göstermektedir. Artık bilim insanlarımızın, “Antik çağlarda Anadolu’da Türk yoktu, Türkler 1071’de Anadolu’ya girdi!” biçimindeki “genel kabulün” esiri olmaktan kurtulup 1998 yılında Hakkari’de bulunan taşlara göz atmaları gerekmektedir Hakkari Taşları, Türklerin ilk yaşadıkları yerlerden birinin Doğu Anadolu ile Hazar Denizi arasındaki bölge, yani Kafkaslar olabileceğini düşündürtmektedir. MS. 6 ncı yüzyıl Çin kaynakları, Türklerin atalarının Hsi Hai (Batı Denizi)’nin batı kıyılarında yaşadıklarını, sonraları buradan doğuya doğru göç ederek Turfan Havzası ve Ergenokon’a yerleştiklerini yazmaktaydı. Kimi tarihçiler, Çince Batı denizi denilen yerin Hazar Denizi olduğunu ileri sürerken, kimileri Batı denizinin Aral ya da Işık gölleri civarları olduğunu ileri sürmektedir. Hakkari Taşları diye adlandırılan bulgular, ilk dikildikleri şekli koruyan, insan biçiminde ve 13 adet dikili taştır. En ilginci söz konusu taşlar eski Anadolu ve Ön Asya kültürüne yabancı özellikler taşımaktadır. Ön yüzlerinde kabartma ve çizgi tekniğiyle yapılmış resimler vardır. Taşlar cepheden görünen çıplak ve güçlü bir erkek figürü biçiminde yontulmuştur. Balta, hançer, mızrak, topuz gibi madeni silahlarla donatılmış figürler birer kahraman savaşçıya benzemektedirler. Çadır resimleri, yaşamlarını bozkır çadırlarında geçirdiklerini göstermektedir. Figürlerin üzerindeki işaretlerden taşların ait olduğu toplumun at kullanmayı da bildikleri anlaşılmaktadır. “Hatta tüm koşum donanımlarıyla betimlenmiş bir süvari figürü Yakın Doğu’nun bilinen en eski örneği durumundadır. Dikili taşlardan ikisi silahsız kadınlara aittir. Bunlardan biri 3.30 metre boyundadır. Yerel bir hanedana ait bu taşlar, İÖ. 1450 ile 1000 yılları arasında ölmüş ataları anma amacıyla bir tür mezar taşı olarak yapılmıştır.” Eski Çağ Tarihçisi Veli Sevin, Hakkari Taşları’nın Ön Türklere ait olduğunu düşünmektedir. Sevin: “Orta Asya ile Şaşırtıcı Paralellik” başlığı altında Hakkari Taşlarıyla Orta Asya’da ele geçirilen Türklere ait dikili taşları karşılaştırmıştır: “Hakkari taşları, gerek ikonografik, gerekse felsefi açıdan kuzeyin Avrasya bozkır inanışlarına yakın özellikler taşır. (…) Hakkari taşlarının en ilginç yönü, kahraman figürlerinin göğüsleri üzerinde sıkı sıkıya (olasılıkla deriden) bir kırba (tulum) taşımasıdır. Merkezi konumlu bu içki kabı tüm sahnenin odak noktasıdır. Bu kabın simgesel açıdan büyük önem taşıdığı, savaşçının tüm kahramanlıkları ile silah ve eşyalarından ön plana alınarak belirginleştirilmiştir. En erken örnekleri Hakkari ve İran Azerbaycan’ında ortaya çıkan bu ilginç poz, taşları Batı Avrupa ve Güney Rusya – Ukrayna’daki en eski benzerlerinden ayırır. (…) Buna karşılık Orta Asya’da Kırgızistan, Kazakistan, Batı Çin ve Moğolistan’da yüzlerce benzer söz konusudur. Hakkari taşlarıyla Orta Asya’dakiler arasındaki paralellik şaşırtıcıdır.” Sevin, Hakkari Taşları’nın Orta Asya’daki örneklerden daha eski olduğunu, dolayısıyla bilinenin aksine Anadolu’dan Orta Asya’ya tersine bir göçün söz konusu olabileceğini ifade etmektedir. Veli Sevin, yaptığı araştırmalar sonunda Hakkari Taşları’nı MÖ. 2030-1690 arasına tarihlendirmiştir. Bu tarihlendirme MÖ.2 nci binyılın ortalarına denk gelmektedir ki, aynı dönemde Anadolu’da Hitit İmparatorluğu hüküm sürmektedir. Üstelik Hitit İmparatorluğu, Hakkari Taşları’nın bulunduğu Doğu Anadolu’ya kadar yayılmıştır. Bu durum Hakkari Taşları’nı yaratan uygarlıkla Hititler arasında bir ilişki olabileceğini göstermektedir. Veli Sevin de bu duruma dikkat çekerek Hakkari Taşları, Hititler ve Orta Asya arasında bir ilişki olduğunu ima etmektedir: “İÖ. 2 nci binyılın ortalarında Anadolu’da Hitit İmparatorlarının hüküm sürdüğü yüzyıllarda Hakkari yaylalarını yurt tutmuş bir hanedana ait bu türde taşlar Yakındoğu’ya büyük çapta yabancıdır. Ancak, Azerbaycan ve İran Azerbaycan’ında, Hazar Denizi’nin batı ve güneybatısındaki Aşhanekeran, Dübendi ve Erdebil yakındaki Meshkin Shar Ovası’nda çok sayıda stelin ( dikili taşın) varlığı bilinmektedir. Güneydoğu Anadolu’da Garzan Ovası ve Antakya yakınındaki Tell Açana’nın V. Tabakasında benzer birkaç örnek bulunmaktadır. Bununla birlikte çıplak savaşçı avcıları betimleyen bu türde stellerin en erken örnekleri İÖ. 4. Binyılın ikinci yarısında Kuzey Karadeniz Bölgesi, özellikle Ukrayna ve Kırım’da görülür. Bunlar zaman içinde batıda Portekiz ve İspanya’dan, doğuda Moğolistan ve Çin’e yayılan geniş bir coğrafyada binlerce örnekle ortaya çıkar. Orta Asya’da İÖ. 3000’den İS. 12, 13. yüzyıllara değin çok uzun bir süre çeşitli halklarca kullanılmışlardır. Kırgızistan, Kazakistan, Altay, Sibirya bölgeleri, Tuva yöresi ve Moğolistan’da geniş alanlara dağılan Orta Asya stellerinin en çarpıcı özelliği Hakkari’dekiler gibi iki ellerinde daima bir kap tutuyor olmalarıdır. Bu özellik derin anlamları olan simgesel bir sözlük görünümündedir. Binlerce yıldır unutulmayan bu gelenek Hakkari stelleri ile Orta Asya stellerini birbirine yaklaştırır.” Veli Sevin, Hakkari Taşları’nı yaratan uygarlığı Orta Asya’ya bağlarken MÖ. 2’nci binlerde Doğu Anadolu’da yaşayan bir Orta Asyalı kavimden, Turukkular’dan da söz etmektedir. 1998 yılında Hakkari Taşları’nın bulunmasıyla “Eski Anadolu’da Türk olmadığı” genel kabulüne çok ciddi bir darbe vurulmuştur. Söz konusu taşlar, eski Anadolu’da Türklerin yaşadığının en güçlü kanıtlarından biridir. Eski Çağda Anadolu’da Türklerin yaşadığını gösteren, Hakkari Taşları, “Hititlerin Türklüğü Tezi”nin üzerinde daha fazla düşünülmesi gerektiğini ve “Türklerin Anadolu’ya 1071’de girdikleri” bilgisinin artık sorgulanması gerektiğini çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
  17. Türk Tarih Tezi Doğrulandı (4ncü Bölüm) BULAMAÇ HÖYÜK HEYKELİ VE ÖN TÜRKLER Erzurum’un Pasinler ilçesi yakınlarında Bulamaç Höyük kazısında MÖ. 1100-1500 yılları arasına tarihlendirilen bir insan başı heykelciği bulunmuştur. Yapılan analizler sonucunda yumurta büyüklüğündeki insan başı heykelciğinin Proturklere ait olduğu anlaşılmıştır. Pasinlerde, MÖ. 1100-1500 yıllarına ait heykelcikte, Orta Asya Türk eserlerinde bulunan “bıyık”, “keçi sakal” gibi detaylar yer almaktadır. Heykel başının en önemli özelliği göz, ağız, bıyık ve sakalının Asyetik unsurlar barındırmasıdır. Yrd. Doç. Dr. A. Semih Güneri, bulunan arkeolojik eserler hakkında yaptığı açıklamada; “Türkçe konuşan kabilelerin MÖ. 3000’den itibaren Doğu Anadolu’ya gelişlerine ilişkin arkeolojik belgeleri 10 yıllık çalışmayla gün ışığına çıkardıklarını” belirterek, “Ermenilerin yörede 6 ncı yüzyıldan itibaren yaşadığı iddia ediliyor. Bulamaç Höyük kazılarında Türklerin buralara 1000 yıl daha erken geldiğini kanıtlayan bulgular bulduk” demiştir. DPT tarafından desteklenen OTAK (Orta Asya’da Türk Kültürünün Arkeolojik Kaynakları) projesi kapsamında Pasinler Ovası Bulamaç deresi yakınlarından bulunan Bulamaç Höyük I’de Ortaçağ ve Urartu dönemi arasındaki kültürlere, Bulamaç Höyük II’de ise Son Tunç çağına ait surlar ve küplere rastlanmıştır. Bulamaç Höyük kazılarında bulunan baş heykelciği, Türklerin Anadolu’da 3500 yıldır yaşadığını kanıtlayan son arkeolojik bulgulardan biri olması bakımından son derece önemlidir. SONUÇTAN KORKUP ÜRKMEYİNİZ.BU GERÇEKLERİN TAMAMI BİLİMSEL VE BELGEYE DAYANIYOR. HEPSİNDEN ÖNEMLİSİ İNSAN HAKLARI,BİLİMSELLİK VE UYGARLIK ALANINDA ÖRNEK GÖSTERİLEN DİĞER ÜLKE BİLİM ADAMLARI TARAFINDAN DA KABUL GÖRMÜŞ HUSUSLARDIR.
  18. Türk Tarih Tezi Doğrulandı (3ncü Bölüm) MÖ. 2000’LERDE ANADOLU’DA TÜRK ADI Batı merkezli tarihin esiri bilim insanlarınca “MÖ.2000’lerde Anadolu’da Türk yoktur!” denmesine karşın arkeolojik, filolojik ve etnolojik bulgular Eski Çağ’da Anadolu’da Türklerin yaşadığını göstermektedir. Türklerin MÖ 2. Binlerde Kuzey Mezopotamya ve Doğu Anadolu civarında yaşadıklarını kanıtlayan bu belgelerden biri Asurlulara ait tabletlerde geçen ve Arkeolog Dossin’in[/b, “TUUR” ve “TURAN” biçiminde okumuş olduğu bir kelimedir. Antik Çağda İç Anadolu’da, Kilikya ve Kapadokya bölgesi civarında kullanılan bazı kral, tanrı ve yer yurt adlarının, Çin kaynaklarında görülen, “Türk” adının türevlerine fazlaca benzerlik göstermesi, “MÖ. 2000’lerde Anadolu’da Türklerin yaşadığı” tezini güçlendirmektedir. J. G. Frazer bir yazısında bu konuda şu düşüncelere yer vermiştir: “Bütün dağlık Batı Kilikyası’nın, sonraları Greklerce Zeus diye sayılıp kabul edilen, bir tanrıyı kişiliğinde simgeleyen papaz krallar tarafından yönetildiğini biliyoruz. Bu kralların çoğunun adı ya Ajaks ya da TEUKEROS idi. Bu adlar Kilikyalı adların Grekçeye çevrilmiş biçimleri idi. Teukeros sözcüğü Kilikya krallarında sık sık rastlanan TRAK, TROK, TURKU ve TROKA adlarının Grek söyleyişine uydurulmasından ileri gelmişe benziyor. Unutulmamalıdır ki, Korikos mağarasında –Kilikya’da- Zeus’un papazlarının adları arasında sık sık Tarkuvaris, Tarkumbiyos, Tarkimos, Trokoarbasis ve Trukumbigremis gibi adların arasında Grekçe Teukuros adı görülür. Hitit tanrısı Teşüp’ün bir adının da Torkom olduğu unutulmamalıdır.” Kilikya ve Kapadokya krallarında sıkça rsatlandığı söylenen bu adlar çok tanıdıktır. Türk adının zaman içindeki ses değişimi izlendiğinde geçmişte Türklere, “Trak”, “Türü”, “Töre”, “Türük”, “Turuk”, “Tork” gibi adlar verildiği görülecektir. Dolayısıyla Kilikya krallarına verilen “Trak”, “Trok”, “Turku” gibi adların değişik coğrafyalarda Türklere verilen adlara birebir benzemesi, ilk çağda Kilikya ve Kapadokya bölgesinde yaşayan halkın “Türk kökenli” olabileceğini düşündürmektedir. Bilindiği gibi bu bölge daha sonra Hititlerin yerleşeceği İç Anadolu ve civarıdır. Selahi Diker, “Kapadokya” adının da Türkçe olabileceğini ileri sürmüştür. Kapadokya adının Akamen Elamcasıyla: “Ka-ut-ba-du-ka” biçiminde yazıldığını ve Türkçe “Kt-batuk-ya” yani (Het-batuk-ya) biçiminde yazılması gerektiğini ileri süren Diker, bu sözcüğün anlamının ise: “Hatti halkının battığı ülke” olması gerektiğini belirtmiştir. Diker, Hatti-Hitit ve Türkçe Battı-Batık sözcükleri arasındaki ilişkiye dikkat çekerek: “Her ne kadar adını Galata sınırındaki Kappadoks ırmağından aldığı söyleniyorsa da (Strabon, s.291) bu bizim yorumumuzu değiştirmez. Zira, bu ırmak adı da hemen hemen aynı etimolojiye sahiptir: Kappadoks – Kappadok-s Türkçe Kt-patuk –su “Hattilerin battığı ırmak…” biçiminde bir değerlendirme yapmıştır. Anadolu’da MÖ. 2. Binlerde Türklerin yaşadıklarını gösteren en önemli kanıtlardan biri Antik kaynaklardaki bazı yer adlarıdır. Örneğin, Antik kaynaklarda Anadolu’da TAUR adını taşıyan dağlardan söz edilmektedir (Pontus Tauru, Anadolu Tauru). Taur sözcüğü “dağlı insanlar”, “dağlılar” anlamında Türkçe kökenli bir yer adıdır. Tau/taw/tav “dağ” ve ar/er “insanlar” sözcüklerinden oluşmuştur.
  19. Bugünün Türkiye'sinde Atatürk hakkında yapılan bir değerlendirme (İNTERNETTEN YAPILAN BİR ALINTIDIR) TAKDİR, OKUYAN ARKADAŞLARIMINDIR Büyük Selanik Ahmet Altan Taraf Gazetesi Artık hepimiz ucundan kenarından yapay bir görüntüyü gerçek zannettiğimizi hissetmeye başladık. Bizim seksen yıllık cumhuriyet bir sahtelikler cumhuriyeti. Mustafa Kemal, Selanik"te doğmuş, askeri okullarda nispeten Batılı bir eğitim almış, Sofya"da ataşelik yapmış, Almanya"yı görmüş genç bir generaldi cumhuriyeti kurduğunda. Okuduklarımdan anlayabildiğim kadarıyla iki büyük tutkusu vardı. Birincisi lider olmak. İkincisi de, ta gençliğinden beri söylediği gibi Osmanlı"nın diğer topraklarından vazgeçip Anadolu"da büyük bir Selanik yaratmak. Güzel kadınlar, şık beyler, balolar, danslar, temiz evler, çiçekli bahçeler, köylerde vals çalan orkestralar, kahve ve konyak kokan cafeler, beyaz örtülü lokantalar... İlk amacına ulaştı. Türkiye Cumhuriyeti"nin tartışılmaz lideri oldu. Bir devletin liderliğini ele geçirmek zordur ama bunu yapabilecek yetenekleri vardı ve başardı. İkincisi ise zordan daha zordu. Yüzlerce yıllık gelenekleri yıkmak ve başka bir tarihin, başka bir mücadelenin, başka bir kültürün sonucu olan bir ülkeyi burada yeniden kurmak öyle bir kişinin kararıyla olacak iş değildi. Onun hayalindeki ülke ne Osmanlı"nın bir mezbele halinde tuttuğu Anadolu"nun geleneklerine, ne de Müslümanlığın inançlarına uyuyordu. Sanırım bütün diktatörlerin düştüğü hataya düşüyordu. İstediği şeyin iyi olduğuna inanıyordu ve önerdiği iyiliğin kabul edilmemesine sinirleniyordu. Zorla şapka giydirdi, zorla Batı müziği dinlettirdi, zorla dans ettirdi.. Ama bu iş zorla olacak bir iş değildi. Onun hayal ettiği ülkeyle, yönettiği ülkenin gerçekleri birbirini tutmuyordu. Bütün baskıya, gazetelerin bütün yayınlarına rağmen yönettiği insanlara yabancı biri olarak kaldı. Birçok açıdan muhalefetle karşılaştı. Müslümanlar, bu Batılı hayat tarzını reddediyorlardı ve emirle Batılı olmaya yanaşmıyorlardı. Kürtler, kendilerine Kurtuluş Savaşı sırasında söz verilen eşitliği istiyorlardı. Demokratlar, diktatörlüğüne karşı çıkıyorlardı. Onu ürkütecek kadar gerçek kökleri olan direnişlerdi bunlar. Sanırım hem ürktü hem öfkelendi. Korkunç bir baskı uyguladı. Kürt liderlerini astı, Müslümanları gazeteler vasıtasıyla irticacılar olarak ilan etti, demokratları Meclis"ten attı, solcuları hapse koydu. Orduyla ve sivil bürokrasiyle bütün ülkeyi denetimi altına aldı. Ve çok istediği Selanik"i, büyük şehirlerin yeni zenginleri ve bürokratlarla yarattı. Artık Atatürk olan Mustafa Kemal"i memnun edecek göstermelik bir Selanik yaratıldı memleketin küçük bir parçasında. Geride kalan kısımlar da, yeni Selaniklilerin esiri durumuna düştü. İnsanlar kendi ülkelerinde bir söz hakkına sahip olamadılar. Kürtler, Müslümanlar, demokratlar, solcular devletten dışlandılar. Bu Selanikleşme hareketine Atatürk ilke ve inkılapları adı takıldı ve bunlara uymayanlar devlet düşmanı ilan edildi. Biz bugün Türkiye"de Selaniklilerle Anadolulular mücadelesini yaşıyoruz. Atatürkçüler, bizim önerdiğimiz güzel ve iyi bir şey, neden buna karşı çıkılıyor diyorlar. Samimiler bunu söylerken. Ama bunun zorla olamayacağını, emirle gerçekleşemeyeceğini, hayatın kendi doğal akışı içinde biçimlenmesi gerektiğini kavrayamıyorlar. Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen, dışlanan Müslümanlar, Kürtler, demokratlar, solcular şimdi haklarını istiyorlar, Selanikleşme hayali uğruna yaşadıkları baskılardan kurtulmaya uğraşıyorlar. Kürt açılımı, muhafazakarların zenginleşip örgütlenmeleri, demokratların seslerini yükseltmeleri, değişen koşulların sonucu olarak yaşanıyor. Mustafa Kemal"in çok istediği o güzel kokan memleketin yaratılması şimdi artık mümkün gözüküyor ama bunu buranın halkı, kendi isteğiyle, artık böyle bir hayata hazır olduğu, zenginleştiği, dünyayla ilişkiler kurduğu için gerçekleştirecek. İşin belki de en şakacı yanı ise şimdi buna Atatürkçüler in karşı çıkması. Çünkü onlar bunun Müslümansız, Kürtsüz, demokratsız, solcusuz olacağını sanıyorlar. Atatürkçülere aslında bir müjde verebilirim, istediğiniz gerçekleşecek ama bunu halk kendine uygun biçimde yapacak.
  20. ANADOLU VE CİVARINDA ÖN TÜRK DEVLETLERİ Arkeolojik kazılar sonunda Ön Türklerin ilk yaşam alanlarından birinin Mezopotamya’dan Doğu Anadolu’ya oradan İç Batı Anadolu’ya kadar uzanan bölgeler olduğu anlaşılmıştır. Örneğin, Elamlılar, Kaslar, Hurriler, Urartular, Hattiler, Subarlar ve Turukalar Kuzey Mezopotamya ve Anadolu civarında yaşamış Türk kavimlerinden birkaçıdır. Sümerler gibi Mezopotamya’da yaşayan Asyenik Elamlar Türkçe gibi “bitişken” bir dil kullanmışlardır. Türkçe ve Elamca şekil ve yapısal bakımdan birbirine o kadar çok benzemektedir ki Hamit Zübeyir Koşay’ın ifadesiyle “Her iki dil arasında aynılık” vardır. Bu aynılığın en açık kanıtlarından biri, her iki dildeki çok sayıda ortak kelimedir. Elamlılar, MÖ. 3ncü binyıl ortalarında Sümerlerden aldıkları çivi yazısını kullanmaya başlamışlardır. Elam adı, Türkçede, “İl-em” (benim ilim), “El-em” biçimlerinden zamanla “Elam” haline dönüşmüştür. Mezopotamya ve Anadolu civarında yaşayan Türk kavimlerinden biri de Kaslardır. 1’nci binin ilk yarısında Zagros Dağları civarında varlık gösteren Kasların dilleri Türkçeyle akrabadır. Kas hükümdarlarının isimleri öz Türkçedir. Hatta bu isimlerden bazıları Göktürk Yazıtlarında bile karşımıza çıkmaktadır. MÖ. 3ncü bin yılın ortalarından itibaren Mezopotamya’da Yukarı Dicle bölgesinde ortaya çıkan ve zamanla Ön Asya’ya yayılan Hurriler de Türk kökenlidir. E. Forer gibi bazı bilim insanları Hurrilerin Türklerle akraba olduğunu ileri sürmüştür. Türkçe gibi “bitişken” bir dil kullanan Huriler, Hitit çağında Anadolu’nun en etkili kavimlerinden biridir. Hurricede sözcükler arka arkaya gelen son ekler aracılığıyla türetilmektedir. Hurice ve Türkçe arasındaki benzerlik ortak kelime hazinesinden çok iki dilin yapısal özellikleriyle ilgilidir. Hurriler uzun süre Anadolu’nun doğu ve güneydoğu bölgelerine egemen olmuşlardır. MÖ. 2nci bin yıllarında Hititler başta olmak üzere birçok kavimi derinden etkileyen Hurriler, MÖ. 1’nci binde tarih sahnesinden çekilmişlerdir. MÖ. 600 ile 900 arasında Doğu Anadolu’da Van merkez olmak üzere hüküm süren Urartular da Anadolu’daki Ön Türk kavimlerinden biridir. Urartuca da Türkçe gibi “bitişken” bir dildir. Urartuca’nın Hint-Avrupa dilleriyle hiçbir bakımdan benzerliği yoktur. Urartuca yine bitişken bir dil olan Hurriceyle de akrabadır. Aslında her iki dilin aynı kaynaktan doğduğu ve MÖ. 3ncü binde birbirinden ayrıldığı kanıtlanmıştır. MÖ. 3ncü binlerde İç Anadolu’da yaşayan ve Hititleri derinden etkileyen Hattiler, Hint-Avrupalı olmayan bir dil kullanan Asyenik kavimlerden biridir. Hattiler de Sümerler, Elamlılar, Huriler ve Urartular gibi “bitişken” bir dil kullanmışlardır. Hattice birçok bakımdan Türkçeye benzemektedir. Mezopotamya ve Anadolu arasında yaşayan Ön Türk kavimlerinden biri de Subarlardır. Azeri dil bilgini Firudun Agasıoğlu Celilov, MÖ. 3.ve 4ncü binyıllarda Dicle’nin yukarısında Asurlarla Urartular arasında Subarların (Su kenarında yaşayan insanlar) yaşadıklarını ileri sürmüştür. Subarların biraz aşağısında Türk dilli Kumanlar, Gutiler, Lulular, Urmiye Gölü’nün güneyinde ise yine Türk dilli Turukalar yaşamaktadır. Ayrıca yine Mezopotamya ve Doğu Anadolu arasında Kumug, Kaşgal, Güger, Salur gibi Türk dilli halklar yaşamaktadır. Son zamanlarda yeniden Türk Tarih Tezi’nin izini süren bazı Türk bilim insanları, yaptıkları araştırmalar ve incelemeler sonrasında Kuzey Mezopotamya ile Doğu Anadolu arasında Ön Türklerin yaşadıklarını tesbit etmişlerdir. A. Erzen başkanlığında ve Prof. Kılıç Kökten, Prof Oktay Belli, Prof. Muvaffak Uyanık, Prof. Ersin Akok, Prof W.Freh ve Prof E. Feigel’den oluşan bir gurup arkeolog ve eski çağ tarihi uzmanı Doğu Anadolu bölgesinde yaptıkları araştırmalar sonunda çok önemli sonuçlar elde etmişlerdir. Prof. Arif Erzen, Kafkaslardan Kuzey Suriye ve Irak’a kadar uzanan yüksek Anadolu yaylasında MÖ. 4ncü binlerde Ural-Altay dili konuşan hakların oluşturduğu çok güçlü bir kültürün var olduğunu ileri sürmüştür.
  21. Sevgili arkadaşlar, bugün sizinle şu ana kadar paylaştıklarımı biraz da mizah katarak kulaktan kulağa anlatılan kıssadan hisse bir olay ile süslemek istiyorum. Zamanın birinde divan toplantısında iken Padişah Vezirine sormuş; - Vezir, söyle bakalım. Eğitim mi önemli cibiliyet mi? Vezir düşünmeden cevap vermiş; - Cibiliyet Padişahım. Padişah Vezirinin bu söylediğini kanıtlamasını istemiş ve bunun üzerine memleketin her yerine tellallar çıkarılmış, en iyi hayvan eğiticisine 100 kese altın verileceği ifade edilmiş. Müracaat edenlerin içlerinden seçilen ve en iyi olduğu söylenen hayvan eğiticisine Padişah sormuş; - Söyle bakalım, bir kediye bana ikram yapmasını ne kadar sürede eğitir öğretirsin? Hayvan terbiyecisi; - Altı ayda öğretirim Padişahım. şeklinde cevap vermiş. Padişah bu cevabı kabul etmiş ve aradan altı ay geçmiş, hayvan terbiyecisi huzura alınmış. Saray erkanı toplanmış ve kedi sıra ile ikrama başlamadan önce Padişah Vezire dönmüş ve tekrar sormuş; - Vezir, son kez soruyorum. Eğitim mi önemli cibiliyet mi? Vezir, Padişahın kendisine yönelttiği bu soruya cevap vermeden önce cebinde hazır tuttuğu fareyi yere bırakmış. Kedi ikramı bıraktığı gibi farenin peşinden koşmaya başlamış. Tabii altı aylık eğitim de boşa gitmiş. Yaşanan bu sahnenin ardından Vezir Padişaha dönmüş ve sorusunun cevabını vermiş; - Cibiliyet Padişahım. Büyük önder Atatürk'ün Nutuk'unu okuduğunuzda da yine görüyorsunuz ki o dönem öncesi, o dönem ve sonrası ile bugün bu örnek olaya uygun çok kişilik var ve Atatürk söylemlerinde bunlara karşı Cumhuriyeti Türk Gençlerine emanet etmiş. Allah yardımcımız olsun. Selam ve saygılar.
  22. Atatürk'ten habersiz olanlara ithaf olunur. (1922'de Türk ordularının zaferi neticesi Anadolu'daki emelleri gerçekleşmeyen İngiltere'nin Türk düşmanı olarak bilinen Başbakanı Lloyd George, Parlamento'da kendisine yöneltilen suçlama ve tenkitleri şöyle cevaplandırmıştır): 'Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi çağımızda Türk Milleti'ne nasip oldu. Mustafa Kemâl'in dehasına karşı elden ne gelirdi. (D. Lloyd George, İngiltere Başbakanı, 1922) Bir ulusun hayatında bu kadar az sürede bu denli kökten değişiklik pek seyrek gerçekleşir... Bu olağanüstü işleri yapanlar, hiç kuşkusuz kelimenin tam anlamıyla büyük adam niteliğine hak kazanmışlardır. Ve bundan dolayı Türkiye övünebilir. (Eleftherios Venizelos, Yunanistan Başbakanı, 1933) Bir insana ölümünden sonra bu derece sevgi ve yas gösterileri yapılması milletler tarihinde az görülen şeylerdendir.' (ATHİNAİKA, Atina, 12 Kasım 1938) 'Atatürk'ün Türkiye'de yaptığını hiçbir tarafta, hiçbir kimse yapmadı: Ne Cavour, ne Cromwel, ne de Washington... Atatürk'ün bulduğunu, hiç kimse bulmadı ve Atatürk'ün yaptığını da hiç kimse yapmadı. İlham ettiği kimselere ve kendi prensiplerine göre yarattığı yeni kuşak, O'nun eserine devam edecektir.' (Tipos Gazetesi) İngiliz, Fransız ve İtalyanları Anadolu'dan uzaklaştırıp bizi de yenince,, karşımızda sıradan bir adam bulunmadığını ve O'nun gerçek yaratıcı kudretini kavramaktan uzak kalmış olduğumuzu kabul ettik. (1938) (Yorgi PESMAZOĞLU, Yunan Ekonomi Başkanı) Çok, pek çok devrimciler görüldü. Fakat hiçbiri Atatürk'ün cesaret ettiği ve muvaffak olduğu şeyi yapmadı.' (Messager D'Athenes, Yunanistan Gazetesi, 11 Kasım 1938) Tarih, silinmez harflerle bu devlet adamın ismini hakedecektir. Atatürk bir halk adamıdır. Kırılmaz azmi, keskin zekâsı ve kudreti kendisini yendiği alın yazısının önüne getirmiş, böylece yeni Türkiye'nin yaratıcısı olmuştur. (Yugoslavya, Politika Gazetesi, 11 Kasım 1938) Sakarya Savaşı, Sakarya Zaferi, yirmi yaşımın en kuvvetli hatırası olmuştur. O zamanlar, kendi kendime diyordum: Acaba ben de ulusumu böylesine seferber edemezmiyim, onun ruhuna kurtarıcı hamleyi, bu dizgin tanımaz ihtirası aşılayamaz mıyım? (Habib BURGİBA, Tunus Devlet Başkanı, 1965) Atatürk, tarihin her devresi için, insanlığın bir mucizesidir. (Suriye) Atatürk'ün ölümü yalnız Türk Milleti için değil, onun örneğine çok muhtaç olan bütün Doğu milletleri için en büyük kayıptır. (ELEYYAM Gazetesi, Şam- 1938) Vatanını muhakkak bir parçalanmaktan kurtararak gemisini güvenilir bir limana götürdükten sonra milletinden bir taht istemedi. O, kelimenin bütün anlamıyla bir insan, eşsiz bir dahi, kahraman bir asker ve siyaset adamı idi. Hayatını milleti'nin mutluluğuna adadı, bu uğurda genç yaşda hayata gözlerini kapadı. (Elifba Gazetesi, Şam- 1938) O'nun ölümü, dünya için de derinliği ölçülmez bir kayıptır. (Sovyetler) Adı, Türk Milleti'nin millî kurtuluş savaşında ve Türkiye'nin siyasi alanda yeniden örgütlenmesine gayet sıkı bir surette bağlı olan Kemal Atatürk'ün ölümü gerek Türkiye için, gerekse bütün dostları için derinliği ölçülmez bir kayıptır. Türk Milleti'nin en samimi dostları arasında bulunan Sovyetler, zamanımızın bu örneksiz devlet adamının öneminden dolayı derin bir acı içindedirler. (İzvestia Gazetesi, Moskova, 1938) Atatürk, dünya üzerinde yeni bir devir açmış bir insandır. Ben, O'nun Türk kadınlarına hak vererek ve bir ülkede anayı, yakışır olduğu yüceliğe eriştirerek Batı'ya ders verdiğini nasıl unuturum. (Uluslararası Kadınlar Birliği Delegesi, Prenses Aleksandrina) Romanya'da Atatürk'ün ölüm haberi geldiği gün, bütün okullarda dersler tatil edildi. (Romanya-Rador Ajansı: Bükreş) Milletimiz, en büyük Türk'ün karşısında kederli bir saygı ile eğilmektedir. (Romanya) Atatürk, başı dumanlı doruklarda yüce bir dağ tepesidir. Siz O'na yaklaştıkça o yükselir ve aranızdaki mesafe sonsuza değin aynı kalır. Devirlerinde büyük gözüken, zamanla küçülen benzerlerinden farkı budur ve böyle kalacaktır. (Arriba Gazetesi, Portekiz, 1938) Uzun bir yol aşılmış, yüce bir eser ortaya konmuş, bir çok zaferler elde edilmiştir. Bütün bunlar Atatürk'ün eseridir. (Polanya, Kurjer Warzavski Gazetesi) O, Türkiye'yi kurmakla bütün dünya uluslarına Müslümanların seslerini duyuracak kudrette olduğunu ispat etti. Kemal Atatürk'ün ölümüyle Müslüman dünyası en büyük kahramanını kaybetmiştir. Atatürk gibi bir önder önlerinde bir ilham kaynağı olarak dikildiği halde Hind Müslümanları bugünkü durumlarına hâlâ razı olacaklar mı? (Muhammet Ali Cinnah-Kaidiâzam, Pakistan Cumhurbaşkanı, 1954) Bizim aslımız rengi uçmuş bir kıvılcım iken, O'nun bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik. (İkbal, Pakistan Millî Şairi) 'Atatürk'ün yaptıkları insanoğlunun kolay kolay yapabileceği şeylerden değildir. O; büsbütün başka bir insandı.' (El-Mısri Gazetesi, Mısır, 11 Kasım 1938) Türkler, Atatürk'ü olağanüstü bir tutkunlukla seviyorlar. Bursa'ya giderken trende rast geldiğim bir çocuğa İstanbul veya Ankara'dan hangisini sevdiğini sordum. Çocuk Ankara'yı sevdiğini söyledi. Nedenini sorduğumda: 'Ankara'da Atatürk bulunduğu için..' cevabını verdi. (Mısır, El Bela Gazetesi) Yüzyılımızda, 'olmayacak hiçbir şey yoktur' şeklindeki tarihi gerçeği ispatlayan ilk adam olmuştur. (Eski Ujsag. Macar.) Budapeşte, 20 (a,a) - Macar ajansı tebliğ ediyor: Başvekil İmredi, Atatürk'ün cenaze törenini yapılacağı 21 Kasım Pazartesi gününü Macaristan'ın millî yas günü sayarak bütün memlekette resmi binalara siyah bayraklar çekilmesini emretmiştir. Harbiye Nazırı ve Budapeşte Belediye Reisi de, askeri binalar ve belediye binaları için aynı kararı almışlar ve Belediye Reisi ayrıca, halkı da siyah bayrak çekmeye davet etmiştir. (Namzetti Ujsang Gazetesi, Budapeşte-1938) Dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. Dünya tarihinin gidişini değiştirmiştir. (An Nahar, Beyrut) Yüzyıldanberi Küçük Asya'nın çıkardığı en büyük lider. (The Japan Chronicle, Kobe) 'Hayatının sonuna kadar milleti'nin mutlak güveni ile kurduğu devletin başında muzaffer kumandanının kişiliği, eşi görülmemiş bir karakter örneğidir.' (Comte Carlo Sforza, İtalya Eski Dışişleri Bakanı) Üstün iradesi, tükenmez cesareti ve eşsiz seziş ile hasımlarını dize getirdi. Fazilet ve ciddiyeti, üç yılda memleketine yalnız askeri, aynı zamanda tam ve doyurucu bir siyasi zafer kazandırdı. (F. Perrone Di San Martino, İtalyan Yazarı) 'Atatürk'ün ölümü ile dünya büyük bir liderini kaybetti.' (Gazeta Del Popolo Gazetesi, İtalya, 11 Kasım 1938) (Lozan Üniversitesi salonunda, Lozan Türk Talebe Cemiyeti'nin hazırladığı törende.) 'Siz Türk gençleri, bugün Büyük Şef'inizi kaybettiğinizden dolayı ne kadar ağlasanız haklısınız. Üniversite, sizin bu büyük yasınıza katılmaktadır. Atatürk'ün bu Büyük Adam'ın hayatını burada az bir vakit içinde bildirmeye imkân yoktur. Bu dâhinin, vatanının tarihinde işgal ettiği parlak sayfaları size hatırlatmak isterim. Türkiye'yi yaratan, tarihimizin bu en Büyük Adam'ını başımı en derin hürmetle eğerek selâmlarım.' (Profesör MORRF) 'Atatürk, bir medeniyet kaynağı idi.' (İsviçre) Modern Türkiye'nin yaratıcısı Kemal Atatürk'ün eserleri, memleketi için yaptıkları İsveç'te çok iyi bilinmektedir. Atatürk'ün liderliği altında Türkiye'nin kalkınmasını, fevkâlâde ileri hamlelerini hayranlıkla takibettik. Atatürk'ün, hukuk alanında olduğu gibi, diğer alanlarda da getirdiği reformlarla Türkiye, içinde bulunduğu çok zor durumdan kurtarılıp kuvvetli ve güvenilir temeller üzerine yerleştirilmiştir. (ERLANDER, İsveç Başbakanı) 'Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda dünya savaşından önce yetişen en büyük devlet adamlarından biri, hiçbir millete nasip olmayan cesur ve büyük bir inkılâpçı olmuştur.' (Ben Gurion, İsrail Başbakanı, 1963) 'Atatürk, askeri dehâ ile devlet adamı filozof dehâsını toplamıştır.' (İspanya) İslam dünyasının büyük insan yetiştirme gücünü yitirdiğini öne sürenler, Atatürk'ü hatırlamalı ve utanmalıdırlar. (Tahran Gazetesi, İran, 1939) Atatürk'ün ölümü dolayısı ile Kraliyet Sarayı Şehinşâhi ve hükümet bir ay resmî yas ilân etmiştir. Majeste Şehinşah, gömme töreninin sonuna kadar İran'da askerî ve resmî binalar üzerinde ve yabancı ülkelerdeki İran temsilciliklerinde bayrakların yarıya indirilmesini emir buyurmuşlardır. Bu irade-i Şehinşahî bugün bütün gazetelerde ilân edilmiştir. (Tahran) Bugün Türkiye, büyük ve yeni bir memlekettir. Ve savaş sonrasının dehşet, sefalet ve bitkinliğinden çıkmış olan bu yeni Türkiye, Atatürk'ün dimağında vücut bulmuştu. O, bu Türkiye'yi kendi elleriyle dünyaya getirdi. (Dela Mail Gazetesi) Kadınlar başka hiçbir ülkede bu kadar hızla ilerlememişlerdir. Bir ulusun bu derece değişmesi, tarihte, gerçekten eşi olmayan bir olaydır. (İngiliz, Daily Telgraph Gazetesi) Atatürk, yalnız Türk Milleti'nin değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün milletler önderiydi. O'nun direktifleri altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz. Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk. (Bayan Sucheta KRIPALANI, Hint Parlamento Heyeti Başkanı) Denilebilir ki onsuz, İslâm alemi yolunu bulabilmek için elli yıl daha bekleyecekti. (Fransız, Berthe Georges-Gaulis) Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık evrende barışı kimse garanti edemez. Nitekim Avrupalı devlet adamları; O'nun 1930'da yaptığı uyarı ve tavsiyeleri dinlememiş ve dünyayı 1939 yılında ikinci büyük savaş felâketinin içine sürüklemişlerdir. (Fransız Gazetesi Sanerwin) Tarih çok büyükler gördü. İskenderler'i, Napolyon'ları, Washington'ları gördü. Fakat yirminci yüzyılda büyüklük rekorunu Atatürk, bu Türk oğlu Türk kırdı. (L'Illustration, Fransa) 'Atatürk, yirminci yüzyılın en büyük mucizesidir.' (National Tidence Gazetesi, Danimarka, 11 Kasım 1938) Eğer tarih bir kalbe sahip olsaydı, Mustafa Kemal'i mutlaka kıskanırdı. (Tchang Yang Yee Pan Gazetesi, Çin, 1958) 'Atatürk, bütün Asya kıtasının Ata'sıdır.' (Çin) 'Biz Çinliler, hepimiz bu yasa katılıyoruz. Zira büyük bir milletin, çok sevilen Büyük Ata'sının ölümü, yalnız Türkiye için değil, aynı zamanda bizim kıtamızda ve bütün dünyada büyük bir boşluk bırakmaktadır.' (Çin Basını) 'Hiç bir ülke, Atatürk'ün Türkiye'sinin gördüğü değişiklikleri bu kadar hızlı bir şekilde görmemiştir. Bugünün Türkiye'sinin tarihi Mustafa Kemal'in tarihidir.' (Dness Gazetesi, Bulgaristan, 11 Kasım 1938) Türkiye'nin uluslararası ünü, prestij ve otoritesi durmaksızın yükselmiştir. Milletine bu kadar az zamanda bu ölçüde hizmet edebilen tek devlet adamı Atatürk'tür. (Libre Belgique Gazetesi) Bir yenilginin uçurumuna düştüğü halde, ilkin neticesiz sanılan İstiklâl Mücadelesini yapan Türk Milleti, önünde saygıyla eğilmeden bu satırlara son veremez. Zafer neşesiyle kendinden geçmiş bir diplomasinin kararını 'hayır' diyerek yırtmak ve yüzlerine fırlatmak örneğini biz Almanlar, Türklere borçluyuz. (Alman Askeri Dergisi Vissen Und Vehr) Benim üzüntüm iki türlüdür; önce böyle büyük bir adamın kaybından dolayı bütün dünya gibi üzgünüm. İkinci üzüntüm ise, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır. (Franklin ROOSEVELT, A.B.D. Başk.)
  23. Türk Tarih Tezi’nin Doğrulandığından Haberiniz Var mı? (1) Atatürk’ün en önemli özelliklerinden biri Kurtuluş Savaşı sonrasında BATI MERKEZLİ tarihe başkaldırmasıdır. Atatürk biyografilerinde ve yakın tarih anlatımlarında nedense hep göz ardı edilen bu gerçek, Atatürk’ü Atatürk yapan en önemli niteliklerinden biridir. Kurtuluş Savaşı ile Batı emperyalizminin siyasi oyunlarını bozan Atatürk, 1930′larda ortaya atıp, yerli ve yabancı bilim insanlarının tartışmasına açtığı Türk Tarih Tezi ile de Batı emperyalizminin kültürel oyunlarını bozmuştur. Bu durumdan çok rahatsız olan Batı, Atatürk’ün ölümünden hemen sonra Türk Tarih Tezi’ni ortadan kaldırmak için harekete geçmiştir. Sömürgeci Batı, 19. yüzyılda kurmaca bir tarih ve dil tezi geliştirerek, bu tezlerle Doğu’yu “köksüzleştirip” sömürmek istemiştir. Batının Doğuyu sömürmek için ileri sürdüğü bu tarih ve dil tezlerinin temel mantığı Doğudaki bütün eski ileri uygarlıklara HİNT AVRUPALI DAMGASI VURARAK sahip çıkmak üzerine kuruludur. Böylece Anadolu, Mezopotamya ve Hindistan vb.gibi eski ileri uygarlıklara sahip çıkan Batı bu topraklarda yaşayan Doğu toplumlarını, “Bu topraklar geçişte bizimdi…” diyerek bu topraklardan atmaya çalışmıştır. İşte Atatürk, Türk Tarih Tezi ile BATI’NIN BU IRKÇI VE KURMACA TARİH TEZİNE, YANİ BATI MERKEZLİ TARİH TEZİ’NE BAŞKALDIRMIŞTIR. Üstelik Atatürk’ün bu başkaldırısı, “omurgası kırık aydınlarımızın” iddia ettiği gibi “kurmaca” değil tamamen “bilimsel” bir başkaldırıdır. Çünkü Türk Tarih Tezi’ni kanıtlamaya çalışan bilim insanları, Sümerolog Landsberger, Hititolog Güntenbirk, Antropolog E. Pitard gibi dünyaca ünlü bilim insanlarıdır… Atatürk’ün 1930′larda ileri sürdüğü, Hititlerin, Sümerlerin, Etrüsklerin Türklüğü ve Türklerin ilk yerleşip medeniyet kurdukları yerlerden birinin Anadolu olduğu biçimindeki tezlerin birçoğu bugün (2010) modern bilim tarafından kabul edilmektedir. Bilim insanlarına göre Türk adının ilk geçtiği kaynaklardan biri Museviliğin kutsal kitabı Tevrat’tır. Türk adı, Tevrat dışında en eski antik kaynaklarda da karşımıza çıkmaktadır. Eski ve ortaçağ yazarlarından Hekataios, Hesiodos, Herodot, Strabon, Pliny, Pomponius Mela, Ptolemaeus, Horeneli Moses, Annanius Shirakatsius eserlerinde Türklerden söz etmişlerdir. İsveçli El Tabbert Stralenberg, HERODOT’UN “IV. Tarih” kitabında tasvir edilen Hakas kabilesinin, “Asya’dan Avrupa’ya göç etmiş ve Herodot’un devrine kadar orada yaşamış olan İskitlerin çocukları” olduklarını belirtmiştir (Stralenberg, 1888, s.3,4). E. İ. Eyhvald, Herodot’un “Türragetler” ve “Türklerden” söz ettiğini belirtmiştir. (Kitap IV, 21) Herodot, Dnestr (Dinyester)in üst katına Türkleri yerleştirmiştir. Pliny ve Pomponius Mela’nın bahsettikleri Türk kabileleri Strabon’da Türragetler (Tyrrhen) olarak geçmektedir. Ayrıca Satrabon’un yazılarında Uygur Türklerinden de söz edilmektedir. ****** Başta Herodot olmak üzere Antik çağ yazarları, Orta ve Kuzey İtalya’da MÖ. 900-700 yılları arasında güçlü Etrüsk devletini kuran “Tyrrhenus”lardan söz etmişlerdir. Bu Tyrrhenus sözcüğüyle kastedilen Turanlılardır. “Y” harfinin “u” okunduğu dikkate alınacak olursa “Tyrrhen”in, “Turan” sözcüğünün Yunanca telafuzu olduğu kolayca anlaşılacaktır. İlk olarak İsac Taylor’un 18. yüzyılda yaptığı çalışmalardan sonra bugün birçok bilim insanı Etrüsklerin Türk kökenli olduğunu kabul etmektedir. Tyrrhenler, Truva Savaşı’ndan sonra Truva şehri yakılıp yıkılınca oradan kurtulup İtalya’ya göç etmişlerdir (Aenias’ın torunları). Tyrrhenuslar, Türk İskit (Saka)’lerle birleşerek Tyrr-Saka (Tursaka) adını almışlardır. Prof. Manfred Korfmann, Truva Savaşı sonrasında şehirden kaçanlar arasında Turcilerin de bulunduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla, Turcilerin ve Tyrrhenler’in ataları olan Truvalılar da Türk kökenli bir topluluktur. DEVAMI GELECEK MESAJDA!
  24. HAFIZALARIMIZI TAZELİYELİM, KİM OLDUĞUMUZU, NELER BAŞARDIĞIMIZI VE NELER ÇEKTİĞİMİZİ HATIRLAYALIM * Ben, memleket ve milleti düştüğü felâketten çıkarabileceğim inancıyla Anadolu’ya geçtiğim ve amacın gerektirdiği teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını söyleyebilirim. Fakat, parasızlık benim milletle beraber atmaya muvaffak olduğum hedefe yönelik adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi sebep teşkil edememiştir. Yürüdük, muvaffak olduk; yürüdükçe, muvaffak oldukça maddî güçlükler, kendiliğinden ortadan kalktı. Ankara‟da, mukaddes topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını, bu mukaddes topraklardan atmak imkânından bahsettiğim zaman bana, en şuurlu, ileri görüşlü oldukları iddia olunan kimseler, bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan bahsediyor ve “Ne kadar paran vardır?” veya,“Nereden, nasıl para bulabilirsin?” gibi sualler soruyorlardı. Benim verdiğim cevap şu idi: “Türk milleti kendi hayat ve kurtuluşuna yönelmiş olduğuna kanaat edeceği teşebbüsleri başarabilecek bir kudrete maliktir. Bu teşebbüsün ciddiyetine kanaati halinde onun gerektirdiği kadar servet kaynağını, işe girişenlerin emrine hazır hale koyar”. Bu dediklerim, sözden işe geçmiş hakikatler değil midir? Bu noktada hemen şunu da ilâve edeyim ki, Ankara‟da ilk millî hükûmet kurulduğu zaman etraf ve çevrelerin tereddüdünden bahsetmeyeceğim. Fakat, o hükûmeti teşkil eden kimselerin dahi bana “Hükûmet teşekkül etti. Fakat devlet ve hükûmeti idare için nereden para alacağız?” dediklerini hatırlarım. Verdiğim cevap pek sade olmuştur: “Çalışmalarınız, devleti, milleti kurtarmaya yönelmişse ve bu çalışma hedefiniz büyük Türk milletince belli olunca sualiniz tekrar etmeyecektir. Türk milleti, kendisi için, kendi geleceği ve kurtuluşu için çalışan müteşebbisleri, heyetleri güçlükler karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanseverlik ve yüksek şeref hisleriyle donanmıştır”. 1926 (Atatürk’ün B.N., s. 103-104) * Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir. Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık olamaz. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki, Türk’ün haysiyet ve onur ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan ötürü, ya bağımsızlık, ya ölüm! 1919 (Nutuk I, s. 13) * Millet önünde, onun bağımsızlığının temini önünde, onun liyakat, ilerleme ve yenileşmesi önünde her kuvvet, ancak milletin irade ve emeline uymak suretiyle yaşayabilir. Milletin irade ve emeline uymayanların talihi acıdır, yok olmaktır. 1923 (Atatürk’ün S.D. I, s. 299) * Yeni Türkiye’nin, eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı Hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. Gerçi millet değişmemiştir; aynı Türk unsuru bu milleti teşkil ediyor. Ancak, idare tarzı değişmiştir. 1922 (Atatürk’ün S.D. III, s. 51) * Geçirdiğimiz buhranlı günlerin şerefli kahramanlarını hep beraber kutlayalım. Onlar arasında muharebe meydanlarında düşman silahıyla göğüsleri delinmiş bahtiyarlar olduğu gibi yangınlarda, ateşlerde yakılmış bedbaht çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar vardır. Onlar arasında namuslarına tecavüz edilmiş, ebediyen ağlamaya mahkûm genç kızlar da vardır. Onlar arasında yurtlarını kaybetmiş aileler, evlâtlarını gömmüş analar vardır ve, Yine onlar arasında muharebedeki namus vazifesini şerefle yaparak bugün memleketlerine dönmüş gaziler vardır. Onlardan şehitlik şarabını içmiş olanların ruhlarına Fatihalar sunalım. 1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 308-309) Her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyet ve hayatını milleti içinde, tehlikede görebilecek kadar adî bir mahlûkun, bir dakika dahi olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne hazindir! Teşekküre değerdir ki bu alçak, kendine miras kalmış saltanat makamından, millet tarafından düşürüldükten sonra, alçaklığını tamamlamış bulunuyor. Türk milletinin bu öncü davranışı, elbette takdire lâyıktır. Âciz, adî, his ve anlayıştan mahrum bir mahlûk, kabul eden herhangi bir yabancının himayesine girebilir; fakat, böyle bir mahlûkun, bütün İslâmların halifesi sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette uygun değildir. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, her şeyden önce bütün İslâm kütlelerinin esir olmaları şartına bağlıdır. Halbuki, cihanda hakikat böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihî hayatımızca hürriyet ve bağımsızlığa örnek olmuş bir milletiz! Kıymetsiz hayatlarını iki buçuk gün fazla, sefilce sürdürebilmek için, her türlü aşağılığı uygun gören halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Bu suretle devletlerin, milletlerin birbirleriyle münasebetlerinde, şahısların, özellikle mensup olduğu devlet ve milletin zararına da olsa, şahsî vaziyet ve hayatlarından başka bir şey düşünemeyecek pespayelerin ehemmiyeti olamayacağı bilinen gerçeğini doğruladık. Milletlerarası münasebetlerde, mankenlerden istifade sistemine rağbet devrine son vermek, medenî âlemin samimî temennisini teşkil etmelidir. 1927 (Nutuk II, s. 694)
  25. Sevgili Dominik, Biraz tarih okuyun.Böylece ulu önderin bu kıymetli sözleri ne maksatla,nerede ve ne zaman söylediğini kolaylıkla bulur, ulaştığınız bilgi seviyenize paralel ifade edilenlerin anlamlarını da daha kolay çözebilirsiniz. Selamlar.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.