Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Soru : Allah'ın varlığına deliller nelerdir? Cevap: Varın ispatı, yokun ispatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle ispat edebiliriz. Halbuki yokluğunu iddia eden kimse bütün yeryüzünü, hatta kainatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir. Bu ise, imkansızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki; yok, hiçbir zaman ispat edilemez... Bir sarayın kapılarından 999'u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkarcı, devamlı surette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyalarına kapalıdır. Mümin için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999'u herkese açıktır. Hem de ardına kadar... İşte o kapı ve o delillerden birkaçı: İmkan: Alem, mümkinat nevindendir. Yani varlığı ve yokluğu müsavidir. Var olduğu gibi, olmayabilirdi de. Var olurken de, hadsiz oluş keyfiyetlerinden herhangi birinin olması imkan dahilindedir. Yani en az var olan kadar, olmayan da var olma şansına sahiptir. Her mümkin ise, kendi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce var olmayı, sonra da var olma şekil ve keyfiyetini, olmamaya; ve olmayı mümkün olan diğer şekil ve keyfiyetlere tercih eden birisi vardır. O da Allah'dır (c.c.). Hudus: Alem mütegayyirdir, durmadan değişiyor. Değişen her şey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezeli olamaz. Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kainatın durmadan genişlemesi, güneşin sür'atle tükenişe doğru yol alması gibi olaylar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olan her varlığın bir yaratıcısı vardır; sebepsiz netice ve san'atkarsız san'at mümkün değildir. Sebepler ise zincirleme devam edip sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezeli olmayıp, sonradan meydana gelen ve bir ilk sebebe muhtaç olan şu madde aleminin de bir muhdisi vardır. O da Allah'dır (c.c.). San'at: Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kainatta, ince ve baş döndürücü bir sanat göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kainattaki her eser şu özelliklere sahiptir: • Büyük sanat değeri taşır. • Çok kıymetlidir. • Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır. • Çok sayıda olmaktadır. • Karışık ve çeşit çeşittir. • Devamlıdır. Halbuki, kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san'at ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (c.c.) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar bir araya gelebilir!.. Hikmet ve Gaye: Her varlıkta kendisine mahsus bir gaye, bir fayda ve bir netice takip edildiği göze çarpmakta ve bir zerrede dahi abes, gayesizlik, manasızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşahede edilmemektedir. Halbuki, ne madde aleminde, ne bitki ve hayvanat dünyasında, ne de eşya ve hadiselerde şuur ve idrak mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi takip edilebilsin.. Öyle ise, kainattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gayeleri ancak Allah'a (c.c.) isnat etmekle makul bir yol tutmuş olabiliriz. Yardımlaşma: Birbirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün mahlukat birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç münasebet bulunmayan iki ayrı varlık cinsi, böyle bir yardımlaşmada adeta aynı bütünün parçaları haline gelip birbirini tamamlıyor. Temizlik: Kainattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delil olarak, bize Kuddüs ismiyle müsemma bir Zat'ı (c.c.) anlatmaktadır. Toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar; rüzgar, yağmur ve kar; denizlerde buzullar ve balıklar; fezamızda atmosfer, semada kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran manevi esintiler, hep Kuddüs isminden haber vermekte ve o ismin verasındaki Zat-ı Mukaddes'i göstermektedir. Simalar: Herhangi bir insanın siması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kat'iyen benzememektedir. Bu kaide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün, milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenab-ı Hakk'ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilandır. Ruh ve Vicdan: Mahiyetini bilmemekle beraber, varlığından kimsenin şüphe etmediği ruhumuzun ve ona ait fonksiyonların cesedimize hükmediş keyfiyeti de, yine Cenab-ı Hakk'ı bildiren delillerdendir. İnsandaki iç sezişler ve zahiri hiçbir sebep yokken Rab'be dönüşler ve O'na yönelişler ve bu hadiselerin milyonlara ulaşan adette tekrar edilişi, açık bir delildir ki; insanda yaratılıştan var olan ve Hakk'ı bulmanın en mühim vesilelerinden biri durumunda bulunan vicdan, kendi Yaratıcısı'na meftundur ve bütün varlığıyla O'nunla irtibat halindedir. Zaten "Elest Bezmi"nin yanıltmaz şahitlerinden biri de, vicdan değil midir? İşte vicdan, bu şahitliğin hakkına riayet, zaruret ve mecburiyetinin sevkiyle "Allah" demektedir... Fıtrat: Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, buna mukabil kötü ve çirkine karşı da bir nefret hissinin varlığı, aksi hiç kimsenin hatırından bile geçmeyecek kadar açık bir realitedir. Bu duygular, ahlaklı davranma ve iyi işler yapma yönündeki meyilleri ve ahlaksızlıktan ve çirkin davranışlardan nefret edip kaçınmayı temin eden yapıları itibariyle delalet etmektedir ki, insana iyiyi, güzeli emreden ve onu kötülük ve çirkin davranışlardan meneden sistemin sahibi kim ise, kendisine bu duyguları veren de, O Zat'tır. Bu Zat da, hiç şüphesiz Allah'dır (c.c.). Tarih: Dinler tarihi şahittir ki, insanlık hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Batıl dahi olsa, hatta bugün bize komik bile gelse, hemen her devirde bir dine inanmış ve bir manevi sistemi takip etmiştir. Ayrıca inanmak bir zarurettir; zira o, fıtratta, yani insanın yaradılışında vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren Zat'la, bize inanmayı emreden Zat, aynı Zat'tır. Ve O da Allah'dır (c.c.). Kur'an: Kur'an-ı Kerim'in Kelamullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenab-ı Hakk'ın varlığını da ispat eder durumdadır. Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna dair yüzlerce delil vardır ve bunlar, o mevzu ile alakalı İslam kaynaklarında en ince teferruatına kadar mevcuttur. Bütün bu deliller, kendilerine mahsus dilleriyle "Allah vardır" derler. Peygamberler: Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihan Serveri'nin (s.a.v.) peygamberliğini ispat eden bütün deliller de, yine Cenab-ı Hakk'ı anlatan delillere dahil edilmelidir. Zira Peygamberlerin varlıklarının gayesi, Tevhid; yani Allah'ın varlık ve birliğini ilan etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini ispat eden bütün delilleri, aynı zamanda, Cenab-ı Hakk'ın varlığına da delil olmaktadır. Bir peygamberin hak nebi olduğunu ifade eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hatta daha da öte bir kuvvetle "Allah vardır ve birdir" demektedir. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Gözümüzle görüyoruz ki bütün eşya yani bütün yaratılan her şey özellikle hayat sahibi olanların pek çok ayrı ihtiyaçatları ,arzuları vardır. Bu isteklerini ve arzuları ; Ummadığı, Bilmediği, Eli yetişmediği yerden, Tam ve uygun bir zamanda imdada yetiştiriliyor. Mesela;bir bebek yeni dünyaya geldiği zaman istediği şey ne olduğunu biliyor mu. Sütten başka onu doyuracak bir besin var mı. Çocuk doğduğu zaman annesinin memesi süt doluyor.dolduran kim. Ve o çocuğa emzirme kabiliyetini kim öğretmiş.annesimi hayır.peki kim. Bütün insanlar bir araya gelse o çocuğa lazım olan sütü yaratabilirlermi. Peki yaratan kim. Daha bunun gibi sorular sorarsak cevabımız.Kerim,Rahim.Mürebbi ve Müdebbir bir zatı gösteriyor. Çünkü burada ikram görünüyor ,çocuğa süt ikram ediliyor.burda kerim ismi görülüyor. Annesine şefkat verilerek çocuğa şefkatle muamele ediliyor.bur dada Rahim ismi görülüyor. Çoçuğu ve anneyi terbiye ederek onun ihtiyaçlarını karşılayan Mürebbi görünüyor yani terbiye eden. Bundan sonrada bütün lazım olan her şeyi vererek eksikleri tamamlayan müdebbir ortaya çıkıyor. Şimdi soralım.sebeplerde,tabiatta bu özellikler varmı. Sebepler.tesadüf ve tabiatta şefkat varmı. İkram edicilik varmı. Terbiyecilik varmı.müdebbiriyetcilik varmı. Var diyen göstersin. Peki insanda bu özellikler olduğu halde hepsi bir araya gelerek anne sütünü yapamıyorlar da bunlar ne halt edebilir.. Sen kendi duygularına ve azalarına bak ne kadar istekleri ve arzuları vardır. Yediğin yiyeceği sadece çiğniyor.amma gerisine karışmıyorsun.hangi azanın veya organın ne ihtiyacı olduğunu bilmiyorsun.da senin cansız bedenin nerden bilecek. Demek bu işler kendi kendine olmuyor.beni yaratan bu işleri yapıyor ve ben onu tanımalıyım.. daha kıyas et. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Bazı çevrelerce , “Allah kendisinden büyük bir varlık yaratabilir mi?” şeklinde bir soru ortaya atılıyor. Bu soruya nasıl cevap vermemiz gerekir? Soru çelişkili bir mantık oyunudur ve tek kelimeyle demagojidir. “Allah’tan büyük” ve “yaratmak” kavramları birlikte sunulmuş ve sonucu olmayan bir soru ortaya atılmıştır. Allah’ın büyüklüğü denilince çok şeyler hatıra gelir. Meselâ, bunlardan birisi ezeliyettir. Allah ezelîdir, varlığının evveli yoktur. Buna göre soru şöyle oluyor: Allah kendisinden daha önce var olan bir mahluk yaratabilir mi? Büyüklüğün bir yönü de sonsuz kudrettir. Buna göre soru şu şekli alır: Allah kendi sonsuz kudretinden daha fazla kudrete sahip bir mahluk yaratabilir mi? Yaratılan, sonradan olmuş olacağından onun için ezeliyet düşünülemeyeceği gibi, yaratılan bir varlığın kudreti de sonradan verilmiş olacağından böyle bir kudretin sonuz olması da muhaldir. Buna göre soru, bir cevap almaktan çok zihin bulandırmaya yönelik bir oyundur. Bu sorununun bir cevabı olamayacağını soru sahipleri de pek ala bilmektedirler. Bu soruyu çeşitli yönlerden incelemek mümkündür. Birincisi, soruda çelişki söz konusudur. Bu soruyu soranlar, yaratıcı ve bir olan Allah’tan, varlığı muhal olan bir ortak yaratmasını istiyorlar. Sonra mahluk olacak o yaratığın yaratıcıdan daha büyük olabileceğine ihtimal vermekle, apaçık bir çelişki sergiliyorlar. Yaratılanla yaratıcının hiçbir cihetle birbirine benzemeyeceği açık bir gerçektir. Bir insan, yazdığı kitaplara ve bir usta ortaya koyduğu eserlere benzemeyeceği gibi, Allah da mahlukatına hiçbir cihetle benzemez. İkincisi, bu soruda, hayal ile gerçek birbirine karıştırılmıştır. Hayalen gökyüzündeki koca güneşin gelip cebimize girmesi mümkün olduğu hâlde, bu olayın gerçekleşmesini akıl kabul edemez. Üçüncüsü: Bu soru ile, yaratılması düşünülen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir. Hayal edilen varlığın yaratılması, Allah’tan beklenmekte, böylece Allah’ın yaratıcı olduğu, o hayalî varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir. O hayalî varlığın yaratılması, Allah’tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah’tan istenmektedir. Bu öncüllerden, Allah’ın nihayetsiz büyük, yegâne yaratıcı, ezelî ve ebedî mutlak kâdir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç, aciz, zelil, miskin olduğu sonucu çıktığı hâlde, tam tersine o hayalî varlığın Allah’tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır. Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun iddia olma vasfı yoktur. Meselâ “Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?” sorusu, böyle çelişkili bir varsayıma dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî değere sahip değildir. Çünkü sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin. Eğer sonsuz sınırsız bir büyüklüğün sembolü ise, hiçbir rakam, sonsuz ile kıyaslanamaz. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse, o zaman da sonsuzluk gerçeği ortadan kalkar. Sonlu bir rakamın, sonsuzdan büyük olma çelişkisi ve imkânsızlığı ortaya çıkar. Bu soru da çelişkili kıyaslardan olduğu için mantıkça ve ilim bakımından hiçbir kıymeti yoktur. Bu soru ile, bir yazarın, yazmış olduğu kitaba, kendi bilgisinden daha fazla bilgi koyması, güneşin kendi ışığından fazlasını bir su damlacığına vermesi gibi bir muhal talep edilmektedir. “Allah, kendinden daha büyük bir varlık yaratabilir mi?” sorusu, “Allah kendi kemâlinden daha fazlasını, bir mahluka verebilir mi?”, “Yarattığı o mahluk kâmil, kendisi eksik olabilir mi?” anlamına gelir. İlim adamları, üç çeşit varlık mertebesi olduğundan söz ederler. Vacip (olması zaruri), mümkin (olup olmama ihtimali aynı olan), mümteni (varlığı imkânsız). Mesela bir heykel ve onu yapan heykeltıraş düşünelim. Heykele nispetle heykeltıraşın olması vaciptir. Yani hiçbir heykel heykeltıraş olmadan olmaz (İğnenin ustasız, harfin katipsiz olamayacağı gibi.). Bu heykel yapılmadan önce, heykeltıraş için onu yapıp yapmamak mümkindir. Yani isterse yapar isterse yapmaz. Heykeltıraşa nispetle heykelin daha usta, daha yetkin, daha güçlü, daha bilgili olması ise mümtenidir. Eğer yukarıdaki soru bağlamında vücut mertebelerini ele alacak olursak, Allah’ın varlığı vaciptir. Yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyin vücudu mümkin, Allah’ın şeriki, benzeri ve eşinin bulunması ve herhangi mahlukun kendisinden büyük ve güçlü olması ise mümtenidir. Bu soru ile Allah’ın yaratacağı o mahlukun “mümkin” olması kaçınılmaz iken, onun vacip olması hatta bu noktada daha ileri bir varlık mertebesine sahip olması istenmektedir. Soruyu soran kimse “büyüklük” kavramını da yanlış yorumlamaktadır. Allah’ın büyüklüğü yarattıklarına nispetle ortaya çıkan bir büyüklük değildir. Bütün isimleri ve fiilleri sonsuz olan Allah’ın zatı hiçbir mahluka benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlukatın büyüklüğüne benzemez, ölçüye girmez, tasvire sığmaz, takdirle bilinmez. Mahlukatın büyüklüğü birbirine göredir, Allah’ın büyüklüğü ise sınırsızdır, nihayetsizdir. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 ALLAHU TEÂLÂ’NIN VARLIĞININ İSPATI “Süphe yok ki göklerde ve yerde mü’minler için (Allah’ın varlığına dair) deliller vardır. “ (Casiye : 3) Resim...............Ressam Aslı..................Yaratan Nasıl bir resim gördüğünüz zaman o resmi yapan bir ressam oldugunu kabul edersek kâinattaki resimlere de bakacak olursak kâinattaki varlıkları da bir yaratanın oldugunu kabul etmemiz gerekir. Kâinattaki varlıklara (resimlere) bir bakalım: Dünyamız güneşin etrafında dönmektedir. Eğer dünyamız güneşe biraz daha yakın dönseydi yanacaktı. Biraz daha uzak dönseydi donacaktı. Dünyamızı tam dengede döndüren kimdir? Bazen ufacık füzelere ,uçaklara dahi hakim olamazken o akıl almaz hız ve büyüklükteki yüz milyonlarca kütlenin (gezegen,yıldız,nebula...) en ufak bir hata dahi yapılmadan gezdirilmesine neden olan kimdir? Parçalanan, yaşlanan, gezegenler, çürüyen bitki hayvan ve insanlar ile her yer (gökyüzü, yeryüzü) çöp pislik olacağına, bir düzen içinde çöpleri temizlik görevlilerine (kara delik, böcek, kurt,solucanlara...) toplatan kimdir? Atmosferdeki su, karbondioksit, oksijen ve azotun devredilmesindeki ahengi, nizam ve intizami bildigimiz için, yagmur yerine “kezzap” adını verdigimiz nitrik asitin yağabileceği aklımıza dahi gelmez, degil mi?Oysa ki, atmosferin % 80’ini teşkil eden azot gazı, yıldırım ve şimşeklerin tesiri altında oksijenle birleşir. Bu oksitlenme sonucunda, nitratların meydana gelmesine yarayan azot oksitleri teşekkül eder. Yani ilmen, havadaki her elektriklenmede, nitrik asit yağmurunun meydana gelmesi için bütün şartlar hazırdır.... Ancak şimşek çaktığında , damla damla merhamet ve rahmet yağar. Ve bize haddimizden fazla değer veren yüce kudrete bütün mahlûkat sükreder. Üzerimize her an kezzap yagabilmesinin mümkün oldugunu bilen kimya âlimi Prof. Dr. Arthur Macomb bu konuda sunlari söyler: “Ne zaman şimşek çakıp gök gürlese, semâdan yağmur yerine nitrik asit yağacak diye soluğum kesilir, rengim kaçar, sığınacak bir yer ararım. Çünkü havada nitrik asit teşekkülü için bütün şartlar hazırdır.” H2 + O = su ( söndürücü ) H (Hidrojen) yanıcı O (Oksijen) yakıcı Yanıcı ve yakıcı iki madde bir araya gelince yangın olacağına tam tersine , söndürücü olmaktadır. Bunu ayarlayan kimdir? Diş doktoru yıllarca okuyup makineler yardımı ile takma dişler yapmaktadır. Bu dişler kırılsa bize haber veremez. Fakat binlerce senedir ağzımızdaki dişler çürümeye baıladığı an alarm sistemi (sinir sistemi) ile bize haber vermektedir. Takma dişi doktor yapabiliyorsa çok daha ileri teknolojiye sahip ağzımızdaki dişleri yapan kimdir? Ağzımızdaki dişlerin sıralanısı: 32122123 = üst çene 32122123 = alt çene Dişlerimizi böyle simetrik olarak dizen kimdir? Gazete yaprakları ile aynı kalınlıkta olan ağaç yaprakları fabrika gibidir. Oksijeni alır, karbondioksit verir, içinde damarlar vardır, içinde yeşil renk veren klorofil maddesi vardır . Yaprağı “ oksijen fabrikası” şeklinde yaratan kimdir? İnsanlar henüz ot ve suyla çalışan karşılığında süt veren bir fabrika yapamamışlardır. Fakat milyonlarca senedir milyarlarca, çoğalan, yürüyen, büyüyen, duvarlarından (derisinden) faydalanılan, makinelerden (etlerinden) yemek yapılan sadece ot ve su karşılığında bize süt veren fabrikaları yaratan kimdir? İnsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan masa ve sandalye gibi seyler yapabilmektedir. O Kadîr-i Mutlak ise odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odunda değil, ustadır. Bir iplik fabrikasi düşünelim; irili, ufaklı, yürüyen, çoğalan, incecik fakat çok sağlam iplikler üreten bir fabrika. Insanlar nokta büyüklügünde böyle fabrikalar yapamamışlardır. Fakat binlerce çeşidiyle milyonlarca, bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır ; ipek böceği , örümcek!... O , kimdir? Yağmur gökyüzünden tane tane yagmaktadır, damlacıklar birleşip sel olarak yağmamaktadır. Buna engel olan kimdir? Her yıl yağan kar tanecikleri milyonlarcasını her seferinde her biri ayri ayri desenlerle gökyüzünden bize yollayan, gökyüzünde birleştirip çığ olarak göndermeyen kimdir? Uzayın akıl almaz derinlikleri içinde günesimiz gibi 200 milyar günesi ihtiva eden Samanyolu Galaksisi’nde yaşıyoruz. Samanyolu ise, varlığı kanıtlanabilen en az 300 milyar galaksiden sadece bir tanesidir. Bu dev evreni düzen ve uyum içinde yaratan , yaşatan kimdir? “Dünyada hiçbir delil kalmasa bile, bir mikrobun hayati bana Allah’i ispat etmeye yeter. “ Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Canım kardeşlerim Bir hadîs-i şerîfte meâlen şöyle buyurulur: "Allah'ın varlığını, birliğini anlamak için göklere bakın, yere bakın, kendi nefsinize bakın ve bütün bunların yaratılışındaki akıllara hayret veren incelikleri, bunların kendilerinden olamıyacağını düşünün. Çünkü bunlar, Allah'ın varlık ve birliğini gösteren alâmetlerdir. Fakat Allah'ın zâtını, mâhiyetini düşünmeyin. 'Allah acaba şöyle midir, böyle midir? O'nun görmesi, işitmesi nasıldır?' diye düşünmeye kalkışmayın. Zira buna kudretiniz yetmez. Ne kadar çalışsanız da bunu hakkıyla bilemezsiniz, idrâk edemezsiniz. Şaşırırsınız. Bilgi ve görgü ölçüleriniz buna yetmez." Mehmed Kırkıncı bu hususu şu şekilde izah etmektedir: "Bir insanın mağarada büyüyüp hiç ışık yüzü görmediğini ve kendisinin bir gün sabahın erken saatlerinde ve daha güneş doğmadan dünya yüzüne çıkarıldığını farzediniz. Her tarafı dolduran ışıktan derhal gözleri kamaşan bu şahsa, bu ışığın bir güneşten geldiği söylense o adam güneşi ziyadesiyle merak edecek ve onu tanımaya çalışacaktır. Şimdi bu adamın, hayâlinde nasıl canlandırırsa canlandırsın, güneşi kat'iyyen anlayamayacağı ve her defasında güneş yerine başka şeyler tahayyül edeceği âşikârdır. Çünkü, güneşi etrafında gördüğü şeylere kıyas edeceğinden yapacağı her kıyas yanlış olacak ve isabet kaydetmiyecektir. Güneşe inanmak o adam için îmanın bir rüknü olsa, o, güneşi her nasıl tasavvur ederse etsin her hâlükârda şirke düşecektir. Onun yapacağı tek şey, bu ışığın bir güneşten geldiğini ve fakat o güneşin mahiyetini bilemeyeceğini idrâk etmektir. Zaten ondan istenen îman da bundan ibarettir. Temsildeki adamın güneşi anlayamaması gibi, her bir insan da kendi beden memleketini idare eden ve ruh denilen sultanın mahiyetini bilememektedir. Bizler, bedenimizin ruhla kaim olduğunu, onun bu bedenden ayrılması hâlinde bu binanın yıkılacağını ve o sultanın göz penceresiyle bu âlemi seyrettiğini, kulak cihazıyla sesler âlemini temaşa ettiğini, dil terazisiyle de bütün tadları tarttığını... bildiğimiz hâlde, ruhun mâhiyetini bilemiyoruz. Onun mâhiyeti hakkında her ne söylesek, hilâf-ı hakikat olacağı gibi, ruhun zâtını her ne tarzda tahayyül veya tasavvur etsek onun hakkında yanlışlığa düşmüş olacağız. İşte, görmediği bir güneşin zâtını anlamaktan âciz ve kendi ruhunun mâhiyetini bilmekten eli kısa olan insanın, zaman ve mekândan münezzeh, umum âlemlerin Hâlik-ı Zülcelâlini ve Mâlik-i Zülkemâlini (hâşâ) zâtiyle anlamaya çalışması, ne derece büyük bir dalâlet dîvâneliğidir ve insanı başaşağı şirke yuvarlayan bir düşünce sapıklığıdır, kıyâs ediniz." (Hikmet Pırıltıları) Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? (Sözler sh: 49) Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. (Şualar sh:109) Birşeyden herşeyi yapmak ve herşeyi birtek şey yapmak, herşeyin Hâlıkına has bir iştir. (Sözler sh: 61) Güzel bir çiçeğin dakik programını küçücük bir tohumunda derc etmek, büyük bir ağacın sahife-i amâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihâzâtını küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir. (Sözler sh: 66) Evet, kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musannâ ve 2 murassâ bir meyve, elbette gayet sanatperver, mucizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehâsin-i sanatını zîşuura okutturan bir ilânnamedir. (Sözler sh: 6 Bir elmayı halk edecek, elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir... Bugünü halk eden, kıyamet gününü halk edebilir ve baharı icad edecek, haşrin icadına muktedir bir Zat olabilir... Herşeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz. Ve birtek şeyi halk eden herşeyi yapabilir. (Sözler sh: 79) Şu acip âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musannâ sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? (Sözler sh: 279) Bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mucize ve harikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır. (Sözler sh: 280) Şu zîhayatı halk etmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzım gelir. (Sözler sh: 295) Eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memur kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır. (Sözler sh: 296) Eğer herşey Kadîr-i Mutlaka verilmezse, birtek Allaha mukabil, nihayetsiz, belki zerrât ı kâinat adedince ilâhları kabul etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcut kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzım gelir. (Sözler sh: 297) Alıntı
Φ TARAFSIZ Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 ahmetfuat eskidi bunlar, yeni mantıklar kurmanız gerekiyor bu yazıların hiçbirinde Allah'ın delili yok (islam dini), sadece inanç var, sen Allah'ın delilidir dersin, bir başkasıda Tanrı'nın delilidir der, bir başkasıda bir kaç tane Tanrının işidir der hatta birisi çıkıpta hiçbiri yaratılmamıştır hepsi zaten vardı der. Yani nasıl inanmak istiyorsan, nasıl görmek istiyorsan öyle görürsün. O yüzden bunlar Allah'ın delilidir dersen en başta yanlışlanmış olursun. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Salomon balığı denilen bir cins balık, doğduktan sonra açık denizlere, okyanuslara açılıp bilerce km. uzaklara yerleşecektir. Yıllarca denizde kaldıktan sonra tam olarak doğduğu ırmağı gidip bulabilmektedir. Bu balığa yol gösteren kimdir? Ay bizlere 380 bin km. uzaklıktadır. Biraz daha yakın olsa , çekim etkisiyle , denizler kabarıp taşacak hatta damarlarımızdaki kan bile dışarı fırlayacaktı; biraz uzak olsaydı , sular daima daha derinlere çekilecek , damarlarımızdaki kana kadar çekilme devam edecekti. Gel-git olaylarındaki bu dengeyi koruyan ayın bizi tanıyıp sevdiğinden ve bize karşı merhametinden bahsetmek akılsızlık olur. Bu işi ancak Rabbimiz yapabilir!!! Kelebeğin ağzı yoktur, ayaklarıyla tat alır. İnce hortumuyla beslenir. Eğer insanda bu özellikler olsaydı, çenesiyle 4 ton kaldırabilecek , 100 m. Sıçrayabilecekti. Bu özellikleri bu hayvanlara kazandıran kimdir? Atom böceği de denilen bir cins hamamböceği, sıkışyığında düşmanlarından korunmak için 100 derece sıcaklıkta bir sıvı üretip püskürtebiliyor. Bir tür mürekkep balığı 300-350 volt elektrik ile yüklüdür. Oysa bu savunma mekanizmaları kullanan hayvanların kendilerine zarar vermiyor. Hayvanları buna benzer silahlarla donatan kimdir? İnsan aksırırken saatte yaklaşık 165 km. hızla zerrecikleri dışarıya atar. Aksırma esnasında kalp bir an için durur ve sonra çalışmasına devam eder. Her aksırıştan sonra bize yeniden hayatı veren Allaha ne kadar şükretsek az değil midir? Vücut ısısı 36,5 derecedir.bunu sürekli aynı tutan kimdir? Güneşimiz kendisi gibi 100 milyar tane güneş ile beraber Samanyolu içerisinde bulunmaktadır. İki güneş arası roket hızıyla 43 bin yıldır . Samanyolunun uzunluğu 1000 ışık yılı yani yaklaşık 10 üzeri 15 ( 1,000,000,000,000,000) km.dir. Öyle galaksiler vardır ki içlerinde birkaç milyon yıldız bulunur. Bizim komşumuz olan Andromedea Nebulası bizden yaklaşık 750000 ışık yılı uzaklıktadır. Bu kadar geniş ve aklın sınırlarını zorlayan bir alem , ne kendi kendine oluşur ne de tesadüfen meydana gelir. Olsa olsa her şeye gücü yeten Allahın sanatı olabilir. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Allah'ın varlığını kısaca ispatlarmısınız? Ateizmin sebepleri ve gelişen ilimle beraber çıkmaza girmesi? -Ateizm inkarcılık demek , malumunuz. Sözlük anlamıyla dünyada inkarcılık yok. Bunu ne anlamda söylüyoruz? Bilimsel bir temele oturan bir ateizm yok. Allah'ın olmadığını ispatlayan bir bilim şimdiye kadar çıkmamış,bir insan çıkmamış. Dolayısıyla ateizm sorunlu bir inanç biçimi.Eğer şimdiye kadar bilimsel bir ateizm inancı olsaydı, bunu tartışmaya gerek kalmazdı. Hala tartışıyoruz.Hala ateizm, Allah inancından bir parça koparmaya çalışıyor. Ancak şimdiye kadar gücü yetmedi, bundan sonra da yetmeyecek. Çünkü her yeni bilim, ilmin her yeni gelişmesi ve genişlemesi, Allah'ın varlığını ispatlayan yeni bir delil ortaya koyuyor. Yani kainat kitabı ilimlerin eliyle açıklandıkça, Allah'ın varlığı daha açık hale geliyor, ateizm kayboluyor. Dolayısıyla dünyada dinlerin yükseliş trendi başladı. Dinler, özellikle tek Allah'a inanan dinler kendilerini muhafaza ettikleri gibi, artıyorlar. Özellikle de İslamiyet tevhid inancının, yani Allah'ın varlığını, birliğini akıl, mantık, ilim çerçevesinde ortaya koyduğundan dolayı çok daha ileri aşamalara geldi. En çok düşmanı olduğu halde, aleyhinde en çok propaganda yapıldığı halde en yükselen din. Bu da gösteriyor ki ateizm yok. Allah nasip ederse böyle bir çalışma yapacağım. "Ateizm Yoktur" olacak çalışmamın adı. Ve bu çok doğru bir tesbit. Ben yurt içinde, yurt dışında ateist diye duyduğum her insana yeni bir ate buldum diye yaklaştım, ama gördüm ki bunlar gerçekten ateist değil. Bizim ülkemizdeki Aziz Nesin'den tutun da, dış dünyadaki insanlara kadar, bunların hepsi ateist geçinen ya da ateist bilinen insanlar. Ama bunlar ateist değiller. Hatta iç dünyalarında kendilerine göre, kendilerine özgü inanç taşıyan insanlar. Ateizmle hiç alakaları yok. Ancak ne var? Agnostik insanlar var. Agnostik ne demek? Normal zamanda ateist olduğunu savunan, ama özel durumlarda da Allah demeye kadar varan insanlar. Yahut ta fikirlerini değiştiren, ateizmle bağlarını kesen insanlar. Agnostik böyle inişli çıkışlıdır; Ateist zannederken bir bakarsın inançlı, inançsız zannederken bir bakarsın az inançlı, belki diyen insanlar. Dolayısıyla bunun adı ateizm değil, agnostiktir. Agnostikler var. Şu halde ateizm nereden çıkıyor peki o zaman? Onun sebeplerine bakmamız lazım. Kaynağı nedir? Ateizmin kaynağı özel sebeplerdir, kişiye mahsus sebeplerdir. Ama derleyip toparlayacak olursak, bunlar genelde subjektif sebeplere dayanır. Yani bir kimse “ilim, mantık çerçevesinde araştırıp da Allah'ın varlığından şüpheye düştüm” diyemiyor. Kainata bakıp kainattaki oluşları, düzeni, harika sistemi inceleyip de, oradan yokluğa bir delil çıkaramıyor. Özel sebeplerden Allah'a kızdığı için “yok” diyor. Bu basit bir benzetme olacak ama babasına kızıp babasını inkar eden çocuğa benziyor. Özellikle Aziz Nesin'de bunu çok gördüm. Şöyle hafif tatlı-sert bir tartışma yapmıştık bu konuda. Sonra dedi ki: "Kardeşim bunu keselim artık. Vardır yoktur,beni ilgilendirmiyor.Ben yoktur diyorum yahu.” Yani benim için yoktur. Bu sübjektif bir değerlendirmedir. Bunu herkes söyleyebilir. Dünyayı da inkar eder. Dünyayı inkar eden bir çok şair, filozof çıkmış. Dolayısıyla gerçek anlamda, bilimsel temele duyarlı bir ateizmden söz edilemez. Sübjektif sebepleri var. Veyahut ta dünyadaki savaşlara akıl erdiremeyip, kana kızarak, akıtılan kanlara kızarak, onların sebeplerine kızacağına, Allah'a kızıp, inkar edenler vardır. Yahut adaletsizliğe, gelir dağılımındaki eşitsizliklere kızarak Allah'a inkarla yaklaşan insanlar var. Ama Allah'a yaklaşıyor inkarla. Yahut geçirdiği kaza, organ kaybı, yaralanma dolayısıyla,iyileşmemesine kızarak inkar edenler var. Yani sübjektif şeyler çok. Ama bütün bunlar Allah'ın varlığında şüpheye düşürmüyor, çok daha tersine, “Ya Rabbi ne kadar varsın deyip” inandırıyor. Neden? Olmayan şeye kızılır mı? Olmayan şey inkar edilir mi? Kaf dağı yoktur diyen bir ilim adamı, bir coğrafya öğretmeni düşünülebilir mi? Coğrafyadan anlayan bilir ki kaf dağı masallarda vardır. Hiçbir bilim adamı da dolayısıyla kaf dağı hakkında bilimsel araştırmalar, incelemeler yapma durumuna düşmez. Şimdi Allah'ın yokluğu konusunda düşünen bir sürü filozof, yani genel anlamda çoğunluk değiller ama azınlık ta olsalar sayıca epeye yakın tutar. Çünkü uzun asırlar içinde birikmiş insanlar, edebiyatçısı, şairi, filozofu, siyasetçisi, sıradan insanları. Peki yoksa bu kadar neden uğraşıyorsunuz? Niye yokun varlığı sizi bu kadar ilgilendiriyor? Demek o kadar var ki ilgilendiriyor. Demek o kadar açık ve zahir ki, asırlar boyu uğraştınız yetmiyor, devam ediyorsunuz. Ve demek ki var. Dolayısıyla gerçek anlamda ateizm olmaz. Hele insanların iç dünyalarına girdiğinizde en çok intihar edenlerin aslında bir bakıma Allah'a en çok yaklaşmak ihtiyacı olduklarını duyarsınız. Ailesine en çok kızan çocuğun onlara hasret taşıması gibi. Ne yapmak lazım? Bizim inanan insanlar olarak Rahman ve Rahim olan, var ve bir olan Allah'a inanan insanlar olarak bu tür insanlara tavrımız tepki olmaz, kızgınlık olmaz,kırgınlık olmaz, düşmanlık hiç olmaz. Onlara acımak ve onlarında bu inancı paylaşıp kendi içlerinde mutluluğu yakalamalarını sağlamak. Bunun dışında bir şey yapılabileceğini sanmıyorum. İnsanlar büyük ölçüde gerçek inancı gördüklerinde hemen teslim olurlar. Ama eğer böyle bir durumda genç arkadaşlarımız netice alamazlarsa üzülmesinler. Dıştan bir değişme gerekmiyor. İçten, "evet arkadaş doğru söylüyorsun ama sana evet diyecek halim yok" deme durumunda bulunabilirler. Bazı insanlar 10 sene, 20 sene, 40 sene, 60 sene sonra söylenen şeyleri tasdik ediyorlar,Allah ömür verdiyse. Dolayısıyla inançsızlıkta giderilmesi gereken bilgi eksikliği, duygu eksikliği, kırgınlıklar, kızgınlıklar olabilir. İnançlı insanların, özellikle bu konuda kendisini yetiştirmiş insanların bir doktor gibi yaklaşıp, ağrısız, bıçaksız -kansız ameliyat diyorlar ya- manevi bir ameliyatla, bu şekilde, sevgiyle, dostluk ile bu yaraları gidermeleri lazım. Allah'ı tanıtmak, Allah'ı sevdirmek Allah'ın kullarına yüklediği en önemli görevlerden biri. Madem ki buldunuz, madem ki tanıdınız, sevdiniz o halde bu güzelliği paylaşmak lazım. Çünkü imansız olmak dünyanın en büyük felaketi, helaketi. Bütün nimetlerin kaynağı iman. Dolayısıyla bulduğumuz imanı paylaşmamız lazım kardeşlerimizle, yani ateizme karşı çok bilgili, çok duygulu ve çok hoş- görülü bir yaklaşım içinde olursak -her zaman olduğu gibi- yine Allah'ın varlığı konusuna yakın durmayan, “yok” diyen insanlar olacak ama bunların sayısı çok azalacak.En azından yok diyerek O'nu arayanlara bulma konusunda bir yol göstermiş olacağız. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Allah’ın varlığını ispatlayan delilleri kısaca açıklar mısınız? -Bunun özeti, Tabiat Risalesinin özetidir.Ben bunu yazmışımdır,şimdi yeni bir çalışma yapıyorum,oraya da koydum.Baktım,oradan daha kesin ve kestirme bir yol yok.Yani varlık var. İnkar edemediğimiz işte;sizler,bizler,bütün dünya,insanlar,her şey var.Varlık inkar edilebiliyor mu?Hayır.O halde varlığın var edicisi kimdir?Bu soru ilk insandan son insana kadar akıl sahibi herkesin düşüncesi.O zaman ihtimallere bakalım.Allah demediğimiz takdirde kimi Yaratıcı olarak görüyoruz?Bugün “doğa” yarattı diyorlar,doğanın harikası diyorlar.Kim bu doğa?Eskiden “tabiat” derdik buna.Yani gözle gördüğümüz dağlar,ovalar,denizler.Tabiat yaratıcı olabilir mi? Hayır,ilmi yok,bilgisi yok,yarı cansız vaziyette göz önünde uzanmış bir kütle.Zaten yaratıcılık kabiliyeti olsa kendisini tam canlı ve insandan daha üstün bir varlık haline getirir.Ayağımızın altında kalır mı mesela? Demek ki tabiat yaratıcı değil.Bunu anlatmak çok kolay.O zaman “doğa yarattı,tabiatın işi veyahut evrenin harikası” gibi laflar boşta kalıyor. Bunlar akıl,bilgi sahibi değil,yaratıcılık gücüne sahip değiller.İkincisi, sebeplere yükleniliyor... Niye yağmur yağıyor? Yeryüzünde sıcaklık var,buharlaşma var.Yukarda da soğuk hava var. Buharlaşan hava çarptı, soğudu, indi.Çok soğursa kar olur.İyi,güzel,tamam.Biz de buna tamam diyoruz.Bilimsel açıklama bu,nasılı bu.Peki niçin,kim? Faili kim bu işin,buharlaştıran, sıcağı yaratan,yukarıdaki soğuk havayı denk getiren,oraya koyan kim?Koyan olmadan koyulan bir şey olabilir mi?Kanun koyucu olmadan kanun olabilir mi?Düzenleyen olmadan düzen olabilir mi? Kim düzenledi,sebepleri peş peşe getirip bu olayı meydana getiren fail, işi yapan kim?Bu soru açıkta bırakılıyor, “bu ilmin işi değildir” deniliyor.O zaman ilim noksan bir ilim olur,sorularımızı cevaplamayan bir ilim olur,çağdaş ilim olmaz.Ama bizim ilmimiz orada durmuyor.Kim? “Allah” diyoruz. Sebepler dediğimizde,sebeplerin de bakıyorsunuz -tabiat için söylediğimiz gibi- aklı,bilgisi yok.Kendileri başına bir sıraya girme, düzenleme, kendilerini hizaya sokma,aralarında iletişim kurma gibi bir becerileri,bilgileri,marifetleri yok. O zaman sebepler de yaratıcı olamaz.Geriye ne kalıyor?En çok kullanılan ve dilimizde de sıkça yanlış olarak kullandığımız tesadüf kalıyor.Ne sebepler,ne tabiat yaratıcı değildir,bunlar tesadüfen oldu. Evrende tesadüfen büyük bir patlama oldu- Bigbang diyorlar- Halbuki her patlama tahribattır, bozmadır,dağıtmadır.Ama acayip, tesadüf oldu,bu büyük patlamada çözülme,bozulma değil bir oluşum meydana geldi.İşte evren,kainat,dünya ve diğer gezegenler bu patlama sonucunda oluştular.Neden oluştular?Sebebi yok, yapan yok,tesadüfen oldu. İyi de tesadüfen şu kağıt bile bir yerin kenarından aşağı düşmez, mutlaka buna bir değen,dokunan lazım,ilk hareketi veren lazım.Ya da onun düşmesini isteyen ve o istikamette hareket eden,buna güç yetiren biri lazımken, evrendeki böyle bir müthiş oluşuma meydan veren,netice veren,sonuç açan bu büyük patlamayı yapıcısız kabul etmek mümkün mü,tesadüfe bağlamak? Ve o kadar ilginç bir tesadüf ki her oluş anlamlı, her oluş bir sonrakini hazırlayan planın bir parçası.Nasıl oluyor bu?İnsan aklını aşan bir şey,insan aklı bu düzeni hala kavrayamıyor,hala sırlarını çözüyor ve belki bütünüyle çözemeyecek.Belki değil,muhakkak ki çözemeyecek,dünyanın ömrü buna yetmeyecek galiba. Bu kadar ilerlemiş ilme rağmen hala yeni sırları ortaya çıkartılıyor.O halde tesadüfen yaratılmış olamaz. Tesadüfen dünyada güzellikler bir araya geliyor mu?Tesadüfen anlamlı olaylar arka arkaya çıkmıyor.Evet,tesadüflerin de yaratıcı olmadığı açık.O zaman bu üç ihtimal yoksa, dördüncü bir ihtimal var mı?Var tabii; Allah demek zorunda kalıyoruz. Zorunda kalıyoruz, mecburen Allah dedirtiyor olayların gelişimi.Demiyorsak,beşinciyi söylesinler.Kimse bir şey söyleyemiyor.O halde bu kadar basit bir mantıktan da geldiğimizde Allah’ın varlığı apaçık ortaya çıkıyor.İlim zaten Allah'ın varlığını gösteriyor.Yeryüzünde astronomi ilminin,biyolojinin, tıbbın ilim olarak ortaya çıkması Allah’ın varlığını gösteriyor.Neden?Şimdi insan vücudu üzerine bir ilim gelişmesi için,diyelim tıbbın ilim olması için,bütün insan vücutlarının aynı olması lazım.Her insanda organlar ayrı bir yerde,ayrı yapıda,değişik biçimde olsaydı tıp ilmi gelişemezdi. Şimdi böbrek diyorsunuz pat elini koyup buluyor,bütün böbrekler aynı yerde,bütün kalp yapısı aynı,kapakçığı,kan dolaşımı aynı. Peki milyarlarca insanda aynı düzeni ve sistemi yapan, “var ve bir” olan bir Yaratıcı yoksa, bu düzenin aynılığı nerden çıkıyor? Bedenlerimiz ayrı bir dünyada anlaşıp mı geliyor, “aman aynı olalım da, tıpçılar şaşırmasın,bir tıp ilmi ortaya çıksın.” Yok böyle bir anlaşma;ama yapan ve yaratan var ve O bir.Dolayısıyla birlik koymuş,düzen koymuş.Yani Allah’ın varlığını anlamak için o kadar çok sebep vardır ki her şey ondan bir eserdir,her şey onu gösterir aslında,anlayan bir gözle bakıldığında. Tabii bakmak yetmiyor,görülebildiğinde.Çünkü ayrıntılarda gizli çok şey. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Bediüzzaman’ın bir yaklaşımı var: Belki Allah inkar edilebilir,metafizik de,insan kendi varlığını bile. İnkar edilemeyen bir hakikat var: “Kabir var,kimse inkar edemez. Herkes ister istemez oraya gidecek.” diyor.Bir ateist için hayat kaos olduğu gibi ölüm de bir kaos,değil mi? -Tabii,en büyük kaos,hayattan da büyük kaos.Avrupa’da mesela eskiden ölüm korkusu vardı,şimdi yaşama korkusu yerleşti.Kolay değil.İnançlı insanlar bile ancak dayanabiliyorlar.Ben düşünüyorum, inançsızlar ölüme karşı,afete karşı nasıl dayanabiliyorlar,dengeleri nasıl sağlayabiliyorlar?Sağlamaları mümkün değil. - Üstad Hazretleri bundan 50-60 sene önce:“Şu istikbal inkılabatı içinde en gür sâdâ İslam’ın sâdâsı olacaktır” demiş. Bu sözün değerlendirmesini alabilirmiyiz? -Benim bunu değerlendirmem şudur:İslam ilimdir,İslam akıl,mantıktır.Bediüzzaman Hazretleri görmüş ki gelecekte akıl hakim olacak,dolayısıyla ilim hakim olacak,ilmi gelişmeler artacak.Ve öyle oluyor,daha da artacak.O zaman aklın ve ilmin verileri İslam’ı destekleyecek.Yani bir şey akla uygunsa,ilme uygunsa,gerçekten ilimse o İslam’dır aynı zamanda.Çünkü Allah’ın kitabı iki tanedir:Bir Kur’an-ı Kerim -satırlarda-,bir de kainatta yazılan bir kitap.İkisi birbirini açıklıyor. Dolayısıyla kainat üzerinde çalışan bütün ilimlerin gelişmesi,gerçekten ilim olarak ortaya çıkması İslam’ın ortaya çıkması demektir. Bir de insanların gerçekten müslüman olup olmaması meselesi.Bugün Avrupa’da birçok insan farkında olmadan müslümandır,adı müslüman olmadan müslümandır. Niye?Doğru yaşıyor,dürüst yaşıyor.İçkinin zararlarını görmüş,kaçıyor eğlence hayatına sınır getirmiş,insanlara faydalı olmayı amaç edinmiş.Bunların İslamiyet olduğunu bilmiyor,bunlar İslam ahlakıdır.Biz bunları işte anlatabilsek,anlatmak öte yaşantımızda gösterebilsek belki onlar “ bizim yaşadığımız hayat hakikaten İslam’mış” diyecekler.İslam kendisine etraflı anlatıldığı zaman Goethe’nin söylediği bir söz vardır: “Müslümanlık buysa ben zaten Müslüman’ım” -Bediüzzaman Hazretlerinin “Bu zamanda İla-yı Kelimetullah maddeten terakki iledir” sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz? -Evet,bu zamanda her şey para Her şey kuruşa bağlı.Kamerayla çekim yapıyor kardeşimiz,bu parayla alınmıştır,çok pahalı. İnternette sayfa açıyorsunuz,paralı.Buraya geliyorsunuz arabayla,para veriyorsunuz.Her şey para.Ama helalinden,dürüstçe para kazanmak ve bu helal ve dürüst kazanılmış paraları da hizmet alanında kullanmak,Allah’a iman için hizmetler açmak çok önemli.Eskiden olduğu gibi bir hırka,bir cübbe,bir asa ile hizmet olmuyor,her şey çok pahalı.Gittikçe standartlar artıyor,hayat pahalanıyor.Bedava su içemiyorsunuz,eskiden şakır şakır akan çeşmelerden,şimdi suyu da parayla alıyorsunuz.Bir tek hava kaldı.Böylesine giderek paranın önemi artıyor,her şey maddeten terakkiye,paraya dayanıyor yani. Para tabii iki tarafı keskin bir bıçak,yani hizmette kullanabilirsin,hezimette kullanabilirsin.Ama hizmette kullanılması için kazanılması gerekiyor. - Liselerde okuyan kardeşlerimize tavsiyelerinizi nelerdir?Başkalarına hak ve hakikatı ulaştırma yolunda? -Liselerdeki kardeşlerimiz kendileri İslam ahlakını bütün güzelliğiyle yaşayacaklar.Hiç kimseye bir şey anlatmakta acele etmeyecekler, dostluk ve de arkadaşlıkları artıracaklar, samimi ilişkileri artıracaklar,yardıma muhtaç arkadaşlarına yardıma koşacaklar.Yani bir insan kendini sevdirdiğinde,ahlakını benimsettiğinde otomatikman onun temsil ettiği dava benimsenir,temsil ettiği inanç,ahlak özenilecek bir şey haline gelir.Ama bunu yapmadığı takdirde, insanlarla doğru düzgün bir sevgi,iletişim kuramıyorsa,bulunduğu konumda başarılı değilse,yardımsever değilse,İslam ahlakının özellik ve güzellikleri şahsında tam temsil etmiyorsa dünyanın en iyi kitabını okutsa arkadaşına,en güzel şekilde anlatsa,yani bütün yöntemlere başvursa,mümkün değil,başaracağını zannetmiyorum. Alıntı
Φ TARAFSIZ Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 sanırım kimse cevap vermeyecek, bende dahil, bu kadar uzun metinler yapıştırmak bana göre bir saygısızlık, kitabı olduğu gibi buraya yapıştırmışsın, sonuç ne sıfır. Nereyi tarşıcağız, nasıl sağlıklı tartışacağız, herşey karmakarışık olacak. Daha forum başlamadan karmakarışık oldu !!! çok sıkıldım okumaktan eskidi bunlar, yeni mantıklar kurmanız gerekiyor bu yazıların hiçbirinde Allah'ın delili yok (islam dini), sadece inanç var, sen Allah'ın delilidir dersin, bir başkasıda Tanrı'nın delilidir der, bir başkasıda bir kaç tane Tanrının işidir der hatta birisi çıkıpta hiçbiri yaratılmamıştır hepsi zaten vardı der. Yani nasıl inanmak istiyorsan, nasıl görmek istiyorsan öyle görürsün. O yüzden bunlar Allah'ın delilidir dersen en başta yanlışlanmış olursun. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Allahü teâlânın, sayamayacağımız kadar çok nizam ve ahenk içinde, halk ettiği [yarattığı] sayılamayacak kadar çok varlıklar tesadüfen olmuştur diyenlerin sözleri cahilcedir. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizde torbadan birer birer çıkararak, sıra ile, yani önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihayet on numaralı olacak şekilde çıkarmaya çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan başlamak üzere çıkarmaya çalışılacaktır. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ard arda çıkarabilmek ihtimali on milyarda birdir. On adet taşın bir sıra dahilinde dizilme ihtimali bu kadar az olursa, kâinattaki sayısız düzenin tesadüfen meydana gelmesine imkan ve ihtimal yoktur. Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişigüzel mesela beş kere bassa, elde edilen beş harfli kelimenin Türkçe veya başka bir dilde bir mana ifade etmesi acaba ne derece mümkündür? Şayet gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, bir mana ifade eden bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, bir sayfa yazı veya kitap teşkil edilse, sayfanın ve kitabın, tesadüfen belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akıllı denilebilir mi? Bir otomobilin parçaları, tabiat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Cisimlerin yok olduklarını, başka cisimlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binalar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allah’a inanmayanlar, (Bunları tabiat yapıyor. Her şeyi tabiat kuvvetleri yaratıyor) diyorlar. Bunlara deriz ki, bir otomobilin parçaları, tabiat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesiri ile bir araya yığılan çöp kümesi gibi bir araya yığılmışlar mıdır? Otomobil tabiat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir? Bize gülerek, hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesap ile, plan ile, birçok kimselerin, titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kaidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir demez mi? Tabiattaki her varlık da, böyle bir sanat eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlayabildiği ince sanatların birer meşheri, sergisidir. Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, bu tabiat sanatlarından birkaçını görebilmek ve taklit edebilmektir. İslam düşmanlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin bile, (Gözün yapısındaki sanat inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor) demiştir. Bir otomobilin tabiat kuvvetleri ile, tesadüfen hasıl olacağını kabul etmeyen kimse, baştan başa bir sanat eseri olan bu âlemi tabiat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, planlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? Tabiat yaratmıştır, tesadüfen var olmuştur demek, cahillik, ahmaklık olmaz mı? Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Ateist Yıldırım ile Çantacı Necmi Abinin Muhteşem Dialoğu “Medenilere galip gelmek baskı ile değil ikna ile olur.” Bediüzzaman Beyaz eşya pazarlamacısı kamyondan iner. Beyaz eşya satan dükkana girer .Dükkanda dini bir konuda sohbet yapılmaktadır. Satıcı sohbet esnasında kafasını uzatarak: -Merhaba , ben ateistim, sizinle dini konularda tartışabiliriz, dedi. Dükkanda bulunanlardan biri olan Necmi Abi -Hoş geldin Ateist kardeş, -Hoş bulduk -Buyur gel oturalım, sohbet edelim. Ateist oturur. -İsminiz nedir ateist kardeş? -Yıldırım -Merhaba Yıldırım memnun oldum benim adım da Necmi. -Sağol. -Sen akıllı, zeki birine benziyorsun, dedi Necmi Abi. - Nerden bildin? Diye sordu Yıldırım. ( Necmi abi baştan yağlama yapıyor ki kapı sonra gıcırdamasın) -Pazarlama müdürüsünüz, aptal adamı müdür yapmazlar .Ordan anladım, dedi. -Teşekkür ederim. O yüzden sen ateist olamazsın.Ateist olmak için akılsız aptal olmak lazım. Çünkü şu kainata baktığımızda her şey Allah’ın varlığını bize gösteriyor, dedi. Yıldırım sessiz beklemede. Necmi abi cebinden gözlüğünü çıkardı. -Yıldırımcığım madem sohbet edicez , sevdim seni. -Ben de sizi sevdim, severim konuşkan insanları,dedi Yıldırım. Necmi abi gözlüğü göstererek: -Buna ne dersiniz Yıldırımcığım? -Gözlük deriz, dedi. -Biz de gözlük deriz. Cebinden kalem çıkartıp: -Buna ne dersiniz? -Kalem deriz, dedi. -Biz de kalem deriz, dedi Necmi abi. Buarada dükkan sahibi bir tepsi şeftali ortaya koydu sohbet esnasında afiyetle yensin diye. Necmi abi bir şeftaliyi eline alarak: -Peki buna ne dersiniz Yıldırımcığım? dedi -Şeftali deriz, dedi. -Bak işte biz de şeftali diyoruz.Demek ki görüş ayrılığımız yok. Şimdi sen buna şeftali desem ben patates desem, diğerine kalem desen ben de baston desem herhalde bu adamla sohbet edilmez deyip kalkıp giderdin. Demek ki baktığımızda aynı şeyleri görebiliyoruz. Şimdi biz bu şeftaliyi nerden aldık Yıldırımcığım? -Manavdan, dedi. -Hayır öyle değil. Yani denizden mi çıkardık, topraktan mı çıkardık, yoksa ağaçtan mı topladık? -Ağaçtan dedi. -Peki bu ağacın aslı nedir? -Nasıl yani? diye sordu Yıldırım. -Yani bu ağaç aslında bir odun değil mi? -Evet doğru, biz ağaç diyoruz ama aslı odun. -Peki bu odun şeftali yapmayı öğrenmek için okula gitti mi? Kursa gitti mi? -Gitmez tabi ki, dedi. -Aklı var mıdır bu odunun? Düşünüp desin ki : Ya ben bu insanlara şeftali yapayım de afiyetle yesinler. Yıldırım düşündü: -Aklı yok, dedi.Okula da gitmedi. -Yani Yıldırımcığım, bu odun öyle bir şey üretiyor ki tadı, rengi, kokusu hoşumuza gidiyor, içindeki vitamin vücudumuzu besliyor. Yıldırımcığım bu şeftaliyi bize bizi tanıyan biri mi verebilir yoksa bu odun mu verebilir? Yıldırım dondu kaldı. Durdu, düşündü: -Sen, dedi. Bir deryasın. Necmi abi gülümseyerek: -Ben derya değilim , derya bizim okuduğumuz Kuran Tefsiri kitaplarıdır. İşte Yıldırımcığım. Bizi tanıyan, seven, acıyan ve neyden hoşlandığımızı bilen bir Rabbimiz var. O şeftaliye kokuyu veren , burnumuza da o kokuyu alma kabiliyeti vermiş. Tadını veren, dilimize tat alma kabiliyeti vermiş. İşte O bizim Rabbimizdir, Allah’ımızdır. Necmi abi devam ederek: -Mesela dedi ineğin süt vermesi. İnek bizi tanımaz. Arının bal vermesi, arı bizi tanımaz. Şimdi biz bilim adamlarını toplayıp desek ki: Ya profesörler , bu arılar var ya çok terbiyesiz şeyler, biz balını almaya gidince bizi sokuyorlar. Biz bundan sonra arı balı yemek istemiyoruz. Biz siz bal yapın, bize profesör balı yapın biz ondan yemek istiyoruz desek. Bize arı gibi bal yapabilir mi profesörler? -Yapamazlar dedi. -Peki profesörün yapamadığı balı, bir sinek nasıl yapabiliyor? Kuran’da Nahl suresi var. Orda Allah diyor ki : Ben arıya vahyediyorum, emrediyorum insanlar için şifalı olan balı üretiyor. Kuran’da iki yerde şifa kelimesi geçer. Birinde Allah’ın Peygambere vahyettiği Kuran’ın inanlara şifa olduğu söylenir, diğerinde ise Allah’ın arılara vahyettiği balın bütün insanlara şifa olduğu söylenir. Yıldırım iyice şaşkın vaziyette bakıyor. Necmi abi devam ederek: -Mesela 5 kişilik bir taksi, saat kulesinin etrafında kendi kendine döner mi? -Tabi ki dönmez, dedi Yıldırım. -Peki 5 kişilik taksi kendi kendine dönmezken 7 milyarlık dünya kendi kendine nasıl dönüyor? Demek ki onu bir döndüren var . Yıldırımcığım hiç baklava baklavacısız baklavalaşır mı? Yıldırım gülümseyerek –Hayır, dedi -İşte maalesef modern bilim baklavayı görüyor ama baklavacıyı görmek istemiyor. -Yahu siz nereye takılıyorsunuz? Hocanız kim? dedi Yıldırım -Sevgili kardeşim benim Hocam Bediüzzaman’dır, ben onun yazdığı eserleri okurum dedi Necmi abi. -Yapma ya o mu hocanız? Necmi abi : -Sen bize takıl neşelenirsin , dedi -Belli ya çok neşeli bir insansın, bir odundan neler çıkardın, dedi Yıldırım. -O bu bişey mi Yıldırımcığım biz de daha ne odunlar var . Gülüşerek vedalaşıp ayrıldılar. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 İNKARA MECAL YOK Bir ilim adamı anlatıyor. -‘Ben Allaha inanmıyordum.Fakat inançsızlığımın en katı zamanında bile memleketime gittiğim zaman ,babamın mezarını ziyaret etmekten ve orda bir fatiha okumaktan kendimi alamıyordum.Niçin okuyordum? İnançsız olduğuma göre bu fatiha da ne oluyor? Derdim.Ama her defasında da okumaktan kendimi alamazdım…’ Evet, o kadar var ki ,küllenmiş bir gönülde bile,varlığı kendini kıpır kıpır belli ediyor, imanı ışıldıyor..Bunu hissetmiş olan bir başkası da inancı nasıl bulduğunu anlatıyordu.O ‘ na dedim ki : -‘Sizi Allahın varlığına götüren sebepleri kısaca anlatırmısınız?’ -‘Beni Allahın varlığına inandıran , Allahın varlığıdır..Yani O kadar ver ki inkara mecal bulamadım.Varlığı okadar açık ,inancı okadar kalbime lazım ki ,yok diyemedim.O na inanmamın asıl ve ilk sebebi yine kendisidir.’ Evet okadar varki.. Eski bir deyimle ‘şiddeti zuhurunda gizlenmiş…’ Yani okadar şiddetle görünmektedir ki, bu sebeple gizlenmiştir ve görülmemektedir.Hani çok parlak olduğu için bazen güneşede bakamadığımız , baksak da göremediğimiz gibi.. Kaldı ki , imanla inançsızlığı karşılaştırdığımız zaman insan imanı seçmelidir değil midir? İnançsız bir insan kendini ne kadar başı boş hisseder,güveneceği, dayanacağı, sığınacağı bir büyük kudreti kaybederse. İnanan insan ise büyük bir güven ve huzur bulur.İlmi ve kudreti sonsuz, rahmet ve şefkati eşsiz bir yaratıcıya güvenip dayanmanın huzur ve rahatı az değidir.Bunun için inanan insan rahat,sakin ,huzurlu, ve mutludur.İnancının gereği olan ibadetlerini yaparak iç huzurunu ,ağız tadını,manevi zevklerini temin eder. Peki inançsız insanın güven kaynağı,dayanağı nedir? Belirsizlikler, bilinmezlikler Ve başıboşluklar içinde çalkalanan ruh ve kalbi,Allahın sonsuz sevgisiyle dolup taşmadığı için çoraklaşır,bencil,hoyrat,hırçın bir karakter kazanır. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Hayvanlar aleminin en zekisi olan maymunun daktilonun tuşlarına rastgele vurmasıyla güzel bir roman yazması nasıl imkansız ise, bir şiir ahengi içindeki şu kainatın şuursuz tabiat ,kör kuvvetler,akılsız sebepler tarafından yapılmasıda o derece imkansızdır. Zira yaratılan her eserin ilim pergeliyle ölçülüp ,kudret çekiciyle yapıldığını gösteren sonsuz deliller var. Atomlardan yıldızlara kadar yaratılan her eser en ufak bir cehaleti kabul etmeyecek mükemmelliyettedir. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Kudret Kalemi Eğer insan vücudu sonsuz kudret ve ilim sahibi bir Zatın kalemiyle yazılmış bir mektup olmazsa,sebeplerin oluşturduğu bir canlı ise ,o vakit insan vücudundaki hücrelerden binlerce ayrı ayrı cihazlara kadar herbiri için farklı bir kalıp gerekir.Mesela cümleleri birbiriyle uyumlu güzel bir romanın eğer,bir yazarın kalemnden çıktığını kabul etmeyip tesadüfen harflerin ardarda gelmesiyle oluştuğunu düşünürsek vaziyet içinden çıkılmaz bir hal alır.Dünyada hiç bir kitap böyle akılsız biri tarafından yazılmamıştır. Eğer gayet intizamlı,ölçülü ,sanatlı,hikmetli şu mevcudat ; nihayetsiz kudret ve hikmet sahibi bir Zata havale edilmeyip tabiata havale edilse; lazım gelirki tabiat her bir parça toprakta,Avrupanın bütün matbaalarıve fabrikaları adedince makineleri ve matbaaları bulundursun..ta o parça toprak ,menşe ve tezgah olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin.Çünkü çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kase toprak içine,tohumları sırayla atılan bütün çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ,renk ,kokularını teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti açıkça görülüyor. Eğer sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Zata verilmezse o vakit o kasedeki toprakta ,herbir çiçek için manevi,ayrı,tabi bir makinesi bulunmazsa bu hal vucuda gelemez.Çünkü tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi,maddeleri birdir.Yani oksijen,hidrojen,karbon ve azotun intizamsız,şekilsiz hamur gibi yoğurulmasından ibaret olmakla beraber,hava,su,ısı ve ışık dahi,her biri basit ve şuursuz ve her şeye karşı sel gibi aynı tarzda gittiğinden ,o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve gayet muntazam ve sanatlı olarak o topraktan çıkması apaçık gerektiriyor ki ; o kasede bulunan toprakta manen Avrupa kadar ,manevi ve küçük küçük ölçülerde matbaaları ve fabrikaları bulunsun.Ta ki, bukadar hayattar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 "İNANIYORMUŞUM DA HABERİM YOKMUŞ" Henüz yirmi yaşında bile değildim. Haruniye`nin meşhur kaplıcasına gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu dağlık arazinin kıvrım kıvrım yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı çamların arasında arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk. Allah`tan ki karşımızdan başka araba gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hattâ bazı virajlarda, kamyonet tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu. Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız, düze çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor, temiz dağ serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha, bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi alamadım: - Aman Allahım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok." Ben böyle sesli düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu: - Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar..." - Ne var olur mu? Şu Allah`ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış..." -Hadi canım sende! Bunun Allah`la ve O`nun kudretiyle ne ilişkisi var?" - Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?" - Hiç kimse evlât... Niçin illâ da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir." - Ama Allah o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?" -Meselâ şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçarken, tam bu kayanın üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir." - Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?" - Yok tabiî... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır. - Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim." Bu şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabiî seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah`ı inkâr etmiyordu. Ama bir an önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı. Bu sırada araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar, bizi şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken, şoför başını uzatıp, " -Fren patladı!" dedi. Sağ yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları görünüyordu. Sol taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi şehâdet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de "Allah" diye bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah`a inanmadığını söyleyen yaşlı zat da, adetâ kendinden geçmiş, "Allahım!..." deyip duruyordu. Ama bu durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı: - Yahu bu ne biçim iş?" - Hani fren patlamıştı?" - Ödümüz patladı!" - Şaka mıydı yoksa?.." Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki: -ÊSen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin, sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla Allah diye bağırdın. Yoksa, niçin O`nu yardımına çağırıyorsun?" Sonra da bize dönerek: - Kusura bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca, şu adama bir ders vermek istedim," diyerek tekrar direksiyona geçti. Araba yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise, yüzü kıpkırmızı, düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak: - Oğlum, senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah`a meğer ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenmeme sebeb oldun. Şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın farkına varacak imkânı sağladın," dedi. * * * Bir Doçent Hanımla bu konuda sohbet ediyorduk. Bir ara dedi ki: " - Biliyor musunuz, ben de lise yıllarımda ateist idim. Paris`te okuyordum ve dinimiz hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Müthiş bir ateist olan felsefe hocamız, bütün sınıfımızı etkilemiş, hepimizi inançsızlaştırmıştı. Bilhassa son sınıftayken ben, ateizm hakkında ateşli nutuklar atardım. Fakat, çok ilginçtir, her konuşmamdan sonra, içimi müthiş bir pişmanlık kaplar ve ister istemez içimden "beni affet, beni affet" diye geçirirdim. Ama kim affedecekti, onu bir türlü söyleyemiyordum. Yani "Allah`ım, beni affet" diyemiyordum. Bunu söylesem bizim ateistlik iddiamız çürümüş olacaktı. Onun için sadece "beni affet!..." diyebiliyordum. Zor zamanlarda, bilhassa imtihanlarda arkadaşların çoğu kiliseye gidip mum yakarlardı. Zaten hemen hemen hepsi temelde hıristiyandı. Güya ben müslüman asıllı idim ama söylediğim gibi İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Onun için ben de onlar gibi zaman zaman kiliseye gidip mum yakardım. Lise bitirme imtihanlarında çok zorlanmıştım. O günlerde hıristiyan arkadaşlar gibi ben de kiliseye gidip mum yakıyordum ve başarılı olmam için dua ediyordum. Güya inançsızdım ama, kiliseye gidip mum yakmaktan da kendimi alamıyordum. Bu sebeble de diğer arkadaşlarıma karşı bir mahcubiyet duyuyordum, utanıyordum. Çünkü onlar inançsızlıklarında daha samimi görünüyorlardı. İnançsızların en samimi görünenlerinden başı çeken sınıf arkadaşım olan Macar Büyükelçisinin kızıydı. Bir gün beni kilisenin önünde görünce, çok utandım, ama dürüst davrandım. Çünkü, orada ne aradığımı sorunca, kiliseye mum yakmak için geldiğimi söyledim. O da bana şöyle dedi: " - Rica etsem, iki mum da benim için yakar mısın?" Hayret içinde kaldım, çok şaşırdım. Ama isteği gayet ciddi idi. Arzusunu yerine getirdim. Fakat o andan itibaren de ateistlerin hiçbir zaman samimi olmadıklarını, içlerinde daima gizli ve örtülü bir inancı taşıdıklarını anladım. - Peki, inançsızlıktan nasıl kurtuldunuz? Allah`ı nasıl buldunuz?" - Söylediğim gibi, ne zaman Allah`ı inkâr eden konuşmalar yapsam, içimde müthiş bir korku duyuyordum. Bu o kadar ağır bir korku idi ki, sonunda dayanamayarak, "beni affet" demekten kendimi alamıyordum. Büyük bir pişmanlıkla, "beni affet, beni affet" dedikçe içimde nisbeten bir rahatlama duyuyordum. Daha sonraları ise, şöyle düşündüm: Eğer Allah yoksa içimdeki bu müthiş ve dayanılmaz korku nedir, nereden ve kimden geliyor? Ben niçin korkuyorum. Hiç olmayan bir şeyden korkulur mu? Yoktan korkulmayacağına göre, demek ki vardır, dedim. Evet, bir süre sonra vardır dedim ve kurtuldum. Şimdi içim rahat, çok şükür, eksiğimi tamamladım, içim bütünlendi." Vehbi Vakkasoğlu, (Öğretmenin Not Defteri - 4`ten) Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Bütün varlıkları Allah yarattı. Öyleyse Allah'ı kim yarattı? (7) Bu ve benzeri sorular Allah hakkındaki bilgi ve inanç yetersizliğinden kaynaklanıyor. Allah, denildi mi ezelî ve ebedî olan, bütün sıfatları sonsuz kemalde bulunan Ehad ve Samed bir zat anlaşılır. Böyle bir zat ise yaratılmaktan münezzehtir. Zira yaratılan her şey hadistir (sonradan olmuştur), fanidir (varlığının bir sonu vardır) ve bütün sıfatları sınırlıdır. Bu soruda mahluk sıfatlarının yaratıcıya isnat edilmesi gibi açık bir tezat vardır. Birtakım sorular var ki tarihleri çok eskiye dayanıyor. Bu soru da onlardan biri. Peygamber Efendimiz'e gelen, inançsız bir grup, 'Ya Muhammed, mahlukatı Allah yarattı? Allah'ı kim yarattı?' Diye sordular. Bu soru üzerine Cebrail (a.s) cevap olarak, Allah'tan ihlâs suresini getirdi. Bu sure ile şirkin bütün çeşitleri kökünden kesilip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel şeklide izah ve ispat ediliyordu. Allah Ehattir. Zat ve mahiyeti varlıklara benzemekten, mekan ve zamandan, değişip başkalaşmaktan uzak olan tek ve yekta varlık odur. O Samettir. Bütün varlıklar, yaratılmasında ve yaşatılmasında, kısaca her hâl ve keyfiyetlerinde ona muhtaçtırlar, o ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah doğmak ve doğrulmak gibi mahluklara ait sıfatlardan uzaktır. Çünkü onun ne başlangıcı, ne de sonu vardır. Evet o, vardı ve ondan başka hiçbir şey yoktu. Ezelî ve ebedî olan Allah'ın bir başkasının tesiriyle vücuda geldiği nasıl düşünülebilir? Onun eşi, benzeri, dengi yoktur. Ne yaratıcılığında, ne idaresinde, ne terbiye ediciliğinde, ne de hakimiyetinde; ona denk olabilecek hiçbir mevcut düşünülemez. Zerre kadar aklı olan kimse böyle bir zat hakkında, bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir. Evet yaratıcı olan, yaratılan olamaz. Kuvvet ve kudreti sonsuz olan, bir başkasının tesiriyle vücuda gelemez. Başlangıcı olmayan, sonradan olamaz. Kısaca hem yaratıcılığın sonsuz kemal sıfatlarıyla donatılmış, hem de mahluk olmanın gereği olarak sınırsız eksikliklere sahip bir konumda olamaz. Bir de konunun devir-teselsül ile ilgili bir yönü vardır ki o da şudur. Art arda bağlı hadiseler zincirinde mutlaka bir ilk halka olmalıdır ki diğer halkalar ona bağlı olsun. Mesela, on beş vagonlu bir trende, her bir vagonu bir önceki vagon çeker. Sonuçta iş, lokomotife dayandığında, 'Lokomotifi kim çekiyor?' diye sorulmaz. Çekme gücü olan fakat çekilmeye ihtiyacı olmayan bir araç olmalı ki -o da lokomotiftir- tren sağlıklı olarak hareket edebilsin. Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker fabrikasındaki aletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgahlardı gösterilecektir. Neticede problem bir ilme, bir iradeye dayandırılmazsa, tezgahın da tezgahı sorulacak ve kısır döngüye düşülecektir. Bir er, emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve nihayet başkomutan da padişahtan alır. Peki, padişah kimden emir alıyor, diye sorulmaz, zira o emir alan değil emir veren konumundadır. Eğer birinden emir alacak olursa, o da emredilenler sınıfına girer ona emir veren kimse padişah olur. Buraya kadar yapılan açıklamalardan açıkça anlaşılıyor ki, bu kainatın varlığı, zatı, isimleri ve sıfatlarıyla ezelî olan bir yaratıcıya dayanmaktadır. Böyle bir zatı kimin yarattığı sormak aklen mümkün değildir. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu? (8) Allah zamandan münezzeh olduğundan onun hakkında, “kainat yaratılmadan önce” diye belirtilen bir zaman söz konusu değildir. Allah’ın böyle bir zaman dilimi içinde faaliyet göstermesi de düşünülemez. Zaman ancak yaratıklar için söz konusudur, zaman içinde iş görenler ancak yaratıklardır. Ancak soruyu şöyle sormak mümkün olabilir: “Ezelde Allah vardı, onunla beraber hiçbir şey yoktu. O hâlde ezelde Allah ne yapıyordu?” Bu soruya kısaca, “Kendi cemal ve kemalini bizzat kendisi müşahede ediyordu.” şeklinde cevap verilir. Gaybı ancak Allah bilir. Bu sorunun temelinde zaman ve ezel kavramlarının, yanlış anlaşılması ve karıştırılması söz konusudur. İnsan, zaman ve mekâna kayıtlı olarak yaşadığı için her hadise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte, kayıtlı kendi içerisinde yaşadığı zamanı, evveli olmayan bir süreçle (ezel) karıştırmaktadır. İşte yukarıdaki soru, böyle bir yanlış değerlendirmenin sonucudur. Zaman, varlıkların bir tertip ile ve birbiri ardınca yaratılması ile ortaya çıkan soyut bir kavramdır. Bütün varlıkların yaratılması, değişip başkalaşmaları, yok olup son bulmaları, hep zaman nehir içinde gerçekleşir. Allah’ın, sonsuz kuvvet ve kudretiyle yokluk âleminden varlık sahasına çıkarılan bütün varlıklar, zaman nehrinde hiç durmadan akarlar. Geçmiş zaman, gelecek zaman ve şimdiki zaman kavramları nispidirler, birbirlerine göre bu isimleri alırlar. Bu gün dünün yarınıydı, yarının ise dünü olacak. Ezel kavramına gelince o, zaten, zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir. Zaman, devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an gibi dilimlere bölünebildiği hâlde, ezel için böyle bir taksim söz konusu değildir. Aynı zamanda ezel, bir başlangıç noktası olarak da düşünülemez. “Allah vardı, başka hiçbir şey yoktu.” (Hadis-i şerif). Zaman ise, mahlukatın yaratılması ile başladı. Şu hâlde zaman kavramı, geçmişe doğru ne kadar uzatılırsa uzatılsın, Allah’ın ezeliyeti ile karşılaştırılamaz . Ancak soruyu şöyle sormak mümkün olabilir: “Ezelde Allah vardı, onunla beraber hiçbir şey yoktu. O hâlde ezelde Allah ne yapıyordu?” Hemen şunu ifade etmek gerekir ki; Allah ezelde bir şey yapmaya -haşa- mecbur olmadığı gibi, bir şey yapmaması da onun için bir eksiklik değildir. Zira o, mahlukatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Mevcudatı yaratmasıyla kemalinde bir artma, yaratmamasıyla bir eksilme söz konusu değildir. Bu açıklamadan sonra, soruyu iki şık içerisinde cevaplayalım: Allah, ezelde kendi cemal ve kemalini bizzat kendi müşahede ediyordu. Allah’ı kemaliyle bilmek yine ona mahsustur. Zira, Miraç hadisesi ile Allah’ı bizzat müşahede eden Efendimiz (asm.), “Seni gerektiği gibi bilemedim.” demiştir. Allah, ezelde, isim ve sıfatlarının tecelli yeri olacak varlıkların mahiyet ve hakikatlerini, hüviyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelî ilminde takdir ve müşahede etmekteydi. Allah, lütuf ve keremi, rahmet ve merhametiyle, ilmi dairesindeki mahiyet ve hakikatlere, harici vücut giydirmeyi istedi. Ve ‘ol’ emrini verip mahlukatı yarattı. Bu yaratma fiili, mahlukat için, bir ihsan, bir lütuf ve bir ikram idi. Allah’ın hem kendi kemal ve cemalini seyretmesinde, hem de varlıkların manevî plân ve programlarını yapmasında, onları ezelî ilminde takdir etmesinde bir zaman ve müddet söz konusu değildir. Yani bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu tanzim ve takdir, insan aklının anladığı anlamda bir takdir ve tanzim değildir. Allah’ın zatı mahlukatın zatlarına, fiilleri mahlukatın işlerine benzemediği gibi İlâhî takdiri de insanın anladığı manada bir programlama değildir. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Allah’ın zatını, aklımızla anlayabilir miyiz? (9) Akıl, Allah’ın zatının varlığını bilir, ancak mahiyetini bilemez. Henüz kendi mahiyetini bilmeyen insan aklının, böyle bir yola girmesi onu ancak şirke düşürür. Çünkü Allah’ın zatı hakkında her ne düşünse bunlar onun kendi düşüncesinin mahsulüdür. İnsan ancak Allah’ın yarattığı şu varlık alemini anlamaya çalışabilir, Onun mahlukatını tefekkür edebilir; zatını değil. Onun zatının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir. Ne göz her varlığı görür, ne kulak her sesi işitir, ne de akıl her şeyi anlar. Her şey Allah ın mülkü ve mahlûku. Akıl ise o her şeyden sadece bir şey. Ve her mahlûk gibi, o da mahdut, sınırlı. Henüz bir hücreyi bile tam olarak izah edememiş, genin şifrelerini çözememiş. Öte yandan galaksilere sınır biçememiş, semanın büyüklüğünü rakamlara dökememiş. Kısacası, insan aklı henüz mahlûkat dairesini bütünüyle anlamış değil. Bu hâliyle kalkıyor, hâlıkıyeti anlamaya, Allah ın mukaddes zatı hakkında tahminler yürütmeye zorlanıyor. Kaldı ki, akıl henüz kendini anlamaktan âciz. Akıl nedir? Nasıl çalışır? Duyu organlarıyla edindiği bilgileri nasıl yoğurur? Hâfızadan nasıl yardım alır? Elde ettiği neticeleri hâfızaya ne ile gönderir? Bu ve benzeri nice sorulara insanoğlu cevap bulmuş değil. Aslında aklın kendi mahiyetini bilmemesi insan için büyük bir irşat kapısı, büyük bir hidayet vesilesidir. "Henüz kendini layığınca bilmeyen bir âletin öncülüğüne fazla güvenilmez." diye bir ikaz işaretidir. Hiçbir akıl kendi mahiyetini bilemez ve yine hiçbir akıl kendi varlığından şüphe etmez. Bu, ilâhi hikmetin bir şifresidir. Bu şifreyi çözebilen insan, ne bu âlemin bir sahibi olduğundan şüphe eder, ne de Onun kutsî zâtını anlamaya zorlanır. Her biri değişik özeliklere sahip ve farklı işler gören organlarımızı; "gözümüzü, kulağımızı, kalbimizi, ciğerimizi" bir an için şuurlu farz edelim ve onlara ruhu soralım, "Ruhu nasıl bilirsiniz?" Diyelim. Bu organlardan, şuurunu yerinde kullananlar diyeceklerdir ki, o hepimizi idare eden ve hiçbirimize benzemeyen bir başka varlıktır. Onun hakkında ne konuşsak, yalan olur. Onu neye benzetsek hata yaparız. İkisi de mahlûk oldukları halde, bedenin organları ruhu anlayamıyor. O halde, bir mahlûk olan akıl, kendi hâlikının kutsî mahiyetini nasıl anlayabilir? Onun mukaddes zâtını nasıl kavrayabilir?... Mahluk ve sınırlı olan insan aklı, bütün sıfatları sonsuz kemalde bulunan Allah ın zatını elbette idrak edemez. Onun zatının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir. Resulullah Efendimiz (asm.), Allah ın zatı hakkında tefekkür etmenin şirk olduğunu bize haber veriyor. Yani, böyle bir düşünceye dalan insan Allah a ortak koşma yolundadır. Çünkü, akıl neyi anlarsa, hâfıza neyi alır, hayal neye ulaşırsa, bütün bunlar tıpkı, gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin tattığı varlıklar gibi birer mahlûk olurlar. Bu âletlerin hepsi yaratılmıştır ve bu terazilerin tartabildikleri de ancak mahlûk olabilir, hâlik olamaz. Akıl mahluk olduğu gibi, onun düşündükleri de mahluktur. İnsan, Allah ın zatı hakkında her ne düşünse, mahlukattan elde ettiği bilgiler ve görgüler çerçevesinde düşünecek ve mutlaka hataya düşecek, yanlış karar verecektir. Allah ı, kendi aklının sınırlı kalıplarıyla değil, Allah kelamı olan Kur’an ile bilen insan hakikate ermiştir. Beşer aklının bu vadide konuşacağı sözler çok sınırlıdır. Allah ın zatı gibi, sıfatları, fiilleri, isimleri, kullarından istekleri, emir ve yasakları hakkında da bu zayıf aklın gendi gücüyle bize söyleyeceği fazla bir şey yoktur. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Allah’ı bu dünyada niçin göremiyoruz? (10) Allah’ın bir ismi Nur’dur. Nuranî varlıklar olan meleklerden, güneş ışığına ve kâinatı doldurmuş bütün ışınlara kadar her şey bu ismin değişik tecellilerini taşımaktadır. İnsan gözü, bu dünyada, sadece madde alemini görür. Ne kendi ruhunu, ne amellerini yazan melekleri görebilir, ne de ışınlar âlemini. İnsan gözünün kainatta mevcut ışınların ancak % 2.5 kadarını görebildiği tespit edilmiştir. Bu göz ile bu alemde bütün nuranî varlıkları yaran Allah’ın görülmesini beklemek, en azından, fizik kanunlarına zıt bir anlayış olur. Konunun bir başka yönü de insanların bu dünyada imtihan olmalarıdır. Allah’ın görünmesi bu imtihan sırrına da ters düşer. Allah ın görme organımız olan göz ile görünmemesi, kudret ve ilmiyle her şeyi kapsamasından ve zıddının yokluğundandır. Mesela, atmosferin yer küreyi her yandan kuşatması gibi, güneşin de bütün feza âlemini kuşattığını farz etsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Her yer güneşin ışığıyla kaplandığından güneş görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığından güneş görülmez ve mahiyeti anlaşılmaz. Bununla beraber, ışığıyla her yerde bulunan ve her yeri kapsayan güneşin varlığını inkâr etmek de cehalet olur. Aynı mantık perspektifi içerisinde, isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatan ve her yerde hazır olan ve zıddı olmayan Allah’ın da göz ile görülmemesine bir derece bakılabilir. Ahirette durum tamamen farklıdır. Cennet ehlinin ruhları bedenlerine galip gelecektir. Burada gölge hükmünde olan varlıklarının aslı orada yaratılacaktır. İnsan her yönüyle cennete layık ve ondaki her türlü ihsanlardan faydalanabilecek bir varlık olarak cennete girecektir. Cennette bile rüyet hadisesinin sürekli olmayışı üzerinde düşünmek gerekir. Demek oluyor ki, cennet ehli, rüyete mazhar olacakları zaman ayrı bir hale girecekler ve bu İlâhî ikram kendine mahsus ayrı bir ortamda gerçekleşecektir. Nitekim, rüyetten döndüklerinde ailelerinin onları tanıyamayacakları yolundaki haberler de bunu göstermektedir. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Bir olan Allah aynı anda her şeyi nasıl bilir ve yapar? (11) İnsan bir anda iki yöne bakamayan gözlerini, iki ayrı konuya birlikte düşünemeyen aklını, bir anda iki şey dileyemeyen iradesini kısacası hepsi noksan ve cüz’î olan kendi sıfatlarını ölçü aldığında, bütün sıfatları sonsuz, küllî ve mutlak olan Allah’ın icraatlarını elbette anlayamaz. Bu noktada hayret etmesi gerekirken nefis ve şeytanın birlikte gayretleriyle bazen inkar yoluna saptığı olur. Halbuki insan kendini ölçü alacağına Allah’ın yarattığı ve Onun izni ile bir anda sayısız işler yapan mahlukatı düşünse böyle bir soruyu sormasına gerek kalmaz. Bir anda bütün gözlere birlikte giren güneş ışığını, bütün canlıların kanlarını birlikte temizleyen havayı, üzerindeki her varlığı beraber çeken yer çekimini, bir anda bütün kulaklara birlikte giren kelimeyi, bütün yapraklara, meyvelere birlikte rızık gönderen ağaçtaki kanunu, her bedenin her hücresinde birlikte bulunan ruhtaki hayat sıfatını düşünebilse bu mahlukatına bu kabiliyetleri veren Allah, elbette sonsuz işleri birlikte yapabilir ve bilebilir der. Bu konuda hiçbir şüphesi kalmaz. Bir tek zat çeşitli aynalar vasıtasıyla külliyet kazanabilir. Bütün aynalarda birlikte bulunabilir ve iş görebilir. Bir anda çok yerlerde birlikte iş görmenin çok harika bir misalini Cenabı Hak, görüntü kanunuyla bizim nazarımıza sunmuştur. İnsan binlerce aynada birden görünür. Mesela, kolunu kaldırsa binlerce kol birden kalkar. Mektup yazsa bütün aynalarda da birer mektup yazılır. Aynı insanın televizyondaki görüntüsü aynadakinden çok ileri bir seviyededir. Ekranlarda sadece sureti değil, sesi de görüntülenir. Ve o insan bir anda milyonlara hitap eder. Bu da Allah ın bu kainatta koyduğu bir kanundan beşerin faydalanmayı bilmesinin bir sonucudur. Aynalarda görüntülenen varlıkları üç kısma ayırabiliriz. Birincisi, "katı, maddî ve ışıksız" şeylerdir. Bunların görüntüleri bir suretten, bir resim olmaktan öteye geçmez. O şeyin mahiyetini yansıtmaz. Mesela, bir kimse yüz aynalı bir odaya girse, yüz tane görüntü meydana gelir. Fakat o suretler ölüdürler. Görmezler, işitmezler, konuşmazlar, yemezler, içmezler. İkincisi, "maddî nuranî" varlıklardır, güneş gibi. Aynasını güneşe çeviren bin tane adam düşünelim. Güneş, bütün aynalarda görünür. O görüntüler güneşin aynısı değildir, ancak güneşin bazı özelliklerine sahiptir. Aynadaki güneş akisleri de, asıl güneş gibi ışık, ısı ve yedi renk sahibidir. Gökteki güneş şuurlu olsaydı, aynamız vasıtasıyla bizimle konuşabilir, çeşitli işler yapabilirdi. Bir iş başka bir işe engel olmazdı. Üçüncü kısım, "nuranî ruhlar"dır. Bunların görüntüleri, o ruhanî varlıkların özelliklerine sahiptir. Diridirler, görürler, işitirler, konuşurlar, bilirler. Bu noktada aynaların gösterebilme kabiliyeti önem taşır. Muteber hadis kitaplarında temessülün birçok misalini görmek mümkündür. Mesela, "Hame" isimli bir cin, ihtiyar bir adam halinde temessül ederek Peygamber Efendimizin (asm) yanına gelmiş, şahadet getirerek İslâm ı kabul etmiştir. Hazret-i Ömer in (ra) anlattığı bu hadise, cinlerin temessülüne güzel bir misaldir. Hazret-i Cebrail (as) ise, Dıhye isimli bir sahabe suretinde Peygamber Efendimizin (asm) huzuruna gelmiş, “İman nedir, İslâm nedir?” Diye sorular sormuştur. Sahabelerin huzurunda meydana gelen bu hadise, meleklerin temessülü hakkında meşhur bir misaldir. O büyük melek, aynı anda daha başka sayısız yerlerde bulunur, çeşitli işler yapar, bir iş başka bir işe mani olmazdı. Hem ruhu, hem de cesediyle, aynı anda birçok yerde bulunabilen bir kısım evliya da vardır ki, bunlara “abdal” namı verilir. Ruhu gibi, cesedi de nuraniyet kazanan bu zatların hali hakikaten harikadır. Temessül kanununu gereğince değerlendirebilen bir insan, Allah Teala nın, “bir” olduğu halde her şeyi aynı anda nasıl bildiğini, nasıl yarattığını, nasıl idare ettiğini, bir işin başka işlere nasıl mani olmadığını hiç bir şüpheye yer kalmayacak şekilde anlar, tasdik eder. Bütün kanunları koyan Odur. Nice harikalara mazhar olan bütün cinleri, melekleri ve ruhları yaratan Odur. Bütün nurlar, onun “nur” isminin gölgeleridir. O, maddî olmayan mukaddes zatıyla hiçbir yerde değildir, ancak isimleri ve sıfatlarıyla her yerde hazırdır. Her şeyi bilir ve her işi bizzat icra eder. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Allah nerededir? (35) “Nerede?” sorusu, mekân tutan varlıklar için sorulabilir. Bunlar da maddî varlıklardır. Mekân madde olduğu gibi onda yer tutanlar da maddedirler. Mekânı ve maddeyi yaratan ve bir ismi Nur olan Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez.. Kaldı ki, mahluklar içinde bile, mekânla kayıtlı olmayanlar vardır. Bunun en yakın misali kendi ruhumuzdur. Organlarımızın yerleri, mekânları vardır. Bunun içindir ki, “Ciğer nerededir?” yahut, “Böbrek nerededir?” gibi sorular sorulabilir. Fakat, ruh ve onun latifeleri, duyguları hakkında bu tip sorular sorulamaz. Mesela, “Ruh nerededir, akıl nerede oturur, sevginin, korkunun, hafızanın mekânları nerelerdir?”şeklinde sorular soramıyoruz. İnsan, maddî olan ve mekânla bağlı bulunan bedenini ölçü almak yerine, mekândan bir derece bağımsız olan, ruhlar alemini, melekleri ve tabiatta icra edilen kanunları düşünse böyle bir soruya yer kalmayacaktır. Alıntı
Φ ahmetfuat Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ocak , 2007 ALLAH’IN ZATI NEDEN BİLİNMEZ? Allah’ın zâtı, idrak edilemeyecek kadar yücedir. Zira akıl ve idrak O’nun insana bir hediyesidir ve mahluk olan bu sermaye ile Allah’ın varlığı bilinebilir, ama zâtının hakikati idrak edilemez. Mahluk olan şey mutlaka sınırlıdır. Bir başlangıcı olduğu gibi, bir nihayeti de vardır. Meselâ, göz mahluk olduğu gibi, görme sıfatı da mahluktur ve her ikisi de sınırlıdır. İnsan, bütün cisimleri göremediği gibi, kâinatta faaliyet gösteren kuvvetleri, bedenlerde vazife gören ruhları, bu âlemi dolduran melekler dünyasını göremez. Göz gibi, akıl da bir mahlûktur. Allah’ın sıfatları ise sonsuzdur. Sınırlı olan, sonsuzu ihata edemez, kavrayamaz. Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez." (bkz. Sözler) Mutlak, kayıt altına alınamayan, kendisine bir sınır biçilemeyen demektir. ‘Enzar,’ ‘nazar’ın çoğuludur; nazar ise, çoğu zaman, akıl mânâsına kullanılmaktadır. Allah’ın bütün sıfatları mutlaktır, sonsuzdur. Bu sıfatların kayıtlı ve mahlûk olan akılla hakkıyla idrak edilemeyeceğini her müstakim akıl, şüphesiz, kabul eder. Sıfatı hakkıyla idrak edilemeyenin Zâtının da mahiyetiyle bilinemeyeceği çok açıktır. Hz. Ebubekir Efendimizin (r.a.) bu mânâyı ders veren çok ibretli bir sözü vardır. "Allah’ın zâtının idrak edilemeyeceğini bilmek gerçek idraktir. Onun zatı üzerinde düşünmek ise işraktır (gizli şirktir)." Allah’ın zâtı hakkında ne düşünülse, bu düşünce aklın bir mahsulü olacaktır. Akıl gibi, onun düşündüğü, zihninde şekillendirdiği şey de mahluk olur. Bu mahluku Hâlık kabul etmek ise gizli şirk demektir. O’nun zâtının kudsî mahiyetini ancak Kendisi bilir. Allah, bizleri imana, marifete, muhabbete götürecek pek çok duygularla, latîfelerle donatmış. Bu yaratılışımız sayesinde, pek çok hakikatlere muhatap olabiliyoruz. Bunlardan birisi de, Allah’ın zâtının bilinmezliği... Ki, bedenimizde tasarruf eden ruhumuzun mahiyetini bilmekten dahi aciziz. İmam Gazalî hazretlerinin enteresan bir açıklaması var. Buyurur ki: Allah, insanlar için noksanlık sayılan sıfatlardan münezzeh olduğu gibi, kemal sayılan sıfatlardan da münezzehtir. ‘Mükemmel,’ ‘üstün,’ ‘noksansız’ kelimeleri telaffuz edildiğinde, insanın aklında canlanan mânâlar mahlukturlar ve Allah’ın kudsî kemali, bunlarla anlaşılabilecek bir kemal olmaktan münezzehtir. Bu güzel tespit üzerinde düşünürken, insanın ruhu ile bedeni arasındaki mahiyet farklılığı hatırıma geldi. Hayal âlemimde, bedenin bütün organlarına şuur verdim ve kendilerine, ‘kemal’ denilince ne anladıklarını sordum. Göze göre kemal, miyop ve hipermetrop olma gibi kusurlardan uzak bir görme; ayak için kemal, topal olma kusurundan azade bir yürüyüş; ciğere göre kemal, bütün arızalardan uzak bir solunum sistemi idi. Örnekler çoğaltılabilir. Ve bunların hiçbiri ruhun kemalini anlamakta ölçü olamazlar. Ruhun, ‘iman, marifet, ilim, ahlâk’ gibi esaslara bina edilen kemali, organların kemaliyle anlaşılmaz. Ve ruh, organların kendi zât, sıfat ve kabiliyetlerine kıyas ederek ortaya koydukları her türlü kemalden münezzehtir. İkisi de mahluk oldukları halde bedendeki kemal ruhun kemalini anlamakta nasıl ölçü olamıyorsa, elbette mahluk olan aklın anladığı ve yine bir başka mahluk olan hayalin tasvir ettiği bir kemal ile Allah’ın mukaddes kemalinin bir ilgisi olamaz. İşte İmam Gazâlî Hazretleri o hikmetli sözüyle bize bu ulvî dersi vermiş oluyor. Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.