Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 17 Aralık , 2006 Gönderi tarihi: 17 Aralık , 2006 Türkiye'de yaşanan "demokrasi sorunları" çok kabaca, "ideolojik-siyasal sorunlar" ve "ekonomik yağma sorunları" olarak iki büyük grupta irdelenebilir. Herkesin üzerinde durduğu ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri çerçevesinde gündeme getirilen "İdeolojik-siyasal sorunların" çözümü yasal etkinlikler ile "oldukça kısa bir zaman içinde" olanaklı olabilir. Aslında; Türkiye'deki demokrasinin asıl sorunu "ekonomik yağma sorunu" olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sorun o denli yapısal bir nitelik kazanmıştır ki, bunun çözümü hiç de o kadar kolay görünmemektedir. *** Demokrasi çok kısaca "temel hak ve özgürlüklerin güvencede olduğu bir çoğunluk yönetimidir". Gerek "temel hak ve özgürlükler" anlayışı, gerekse buna dayalı bir yönetim olan "demokratik yönetim", "Endüstri Devrimi" sonrasında ortaya çıkan kavramlar olduklarından, "demokratik rejimler" "bir kültür ürünü olarak" endüstri toplumlarının sonuçlarıdır. Dolayısıyla, "demokrasi kültürüne ilişkin sorunlar", özellikle "endüstrileşmelerini henüz tamamlayamamış olan" ülkelerde daha yoğun olarak göze çarpar. Özellikle "gelişmekte" olan demokrasilerin önünde hem kültürel hem de siyasal ve ideolojik olarak iki tuzak vardır: Birinci tuzak, "temel hak ve özgürlüklere saygılı olması gereken", yani "azınlıkta kalan düşüncelerin de bir gün çoğunluk haline gelebilmelerine olanak sağlayan, çoğunluk iradesinin" bu özelliğinin göz ardı edilmesi ile rejimin bir "çoğunluk diktatörlüğüne" dönüşmesi tehlikesidir. Bu tehlike, "demokrasi kültürünün" yeterince gelişmediği toplumlarda, temel hak ve özgürlüklerin ihmal edilmesi sonucunda ortaya çıkan ve uç örnekleri "devlet terörü" uygulamalarında görülebilen bir olaydır. İkinci tuzak ise, demokrasinin temel öğelerinden biri olan "çoğunluk iradesinin" yerine, bir "azınlık iradesinin" konulması isteğinin, "bilim adına", ya da "Allah adına" "doğruları savunduklarını öne süren bir azınlığın" diktatörlüğünü savunan görüşlerin ağırlık kazanmasıdır. Bu tehlikenin uç örnekleri de genellikle "terörist" nitelik taşıyan eylemlerin ortaya çıkmasında görülür. Türkiye Cumhuriyeti, endüstrileşme sürecini kaçırmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak, endüstrileşme süreci sonucunda değil de, yenilmiş ve işgal edilmiş bir devletin topraklarında " Bağımsızlık Savaşı" yoluyla kurulmuş olduğu için, bu her iki tuzağa da yakalanmış bir "demokrasi kültürü tarihine" sahiptir. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 17 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 17 Aralık , 2006 *** Ülkemizin "gelişmekte olan demokrasi"sinin içine düştüğü ilk tuzak "çoğunluk iradesinin", "çoğunluk diktatörlüğüne" dönüşmesidir. Türkiye Cumhuriyeti, 1950–1960 arasında, "demokrasiyi geliştirmek ve yerleştirmek" bakımından çok büyük fırsatı tarihin çöplüğüne atmıştır. Çok Partili döneme geçildikten sonra, iktidara gelen ve 1950–1960 yıllarını kapsayan "Demokrat Parti dönemi", "temel hak ve özgürlükleri" geliştireceğine, bunları sınırlayan ve kısıtlayan bir yaklaşım uyguladığından, tipik bir "çoğunluk diktatörlüğü" tuzağına yakalanmış olan bir yönetimin uygulaması olarak görülebilir. Bunun temel nedeni, o dönemde, henüz endüstrileşmenin ivme kazanmamış olması ve geniş köylü kitlelerinin "seçmen tabanını" oluşturmasıdır. Yönetimi devir aldıkları "Tek Parti Yönetiminin" uygulamalarıyla yetişmiş olan Demokrat Parti yöneticileri, kendi iktidarlarında da, "temel hak ve özgürlükleri" geliştirmek yerine eski baskıcı yöntemlere başvurmayı kendi yönetimleri açısından daha kolay bulmuşlardır. Dinci ve milliyetçi söylemlere yatkın olan "geniş halk kitleleri" de, kendilerini topraktan bağımsızlaştıran, özgürleştiren, işçileştirerek ve kentlileştirerek demokrasi bilincini geliştiren bir "toplumsal-siyasal-ekonomik-kültürel süreci" yani endüstrileşmeyi yaşamamış oldukları için bu yönetime destek vermişlerdir. *** Alıntı
Φ sedelina Gönderi tarihi: 17 Aralık , 2006 Gönderi tarihi: 17 Aralık , 2006 *** Demokrasi çok kısaca "temel hak ve özgürlüklerin güvencede olduğu bir çoğunluk yönetimidir". Gerek "temel hak ve özgürlükler" anlayışı, gerekse buna dayalı bir yönetim olan "demokratik yönetim", "Endüstri Devrimi" sonrasında ortaya çıkan kavramlar olduklarından, *** Müsadenle bir yanlışı düzelteceğim.''demokrasi''Antik Yunan da ortaya çıkmıştır ilk olarak.. Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 17 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 17 Aralık , 2006 Müsadenle bir yanlışı düzelteceğim.''demokrasi''Antik Yunan da ortaya çıkmıştır ilk olarak.. Sevgili 'sedelina' .. Dikkat edersiniz orada "Demokrasi" den değil, "Endüstri Devrimi" sonrasında ortaya çıkan"demokratik yönetim" den bahsedilmektedir... Daha anlaşılır olması için detaya girersek... Alıntı yaptığınız bölümde, "Demokrasi"nin tanımı yapılmış... Ardından, "Endüstri Devrimi" sonrasında ortaya çıkan, "temel hak ve özgürlükler" anlayışı ve buna dayalı bir yönetim olan "demokratik yönetim" Kavramlarından söz edilmiştir... Yani özetle... "Demokrasi", "Endüstri Devrimi" sonrasında ortaya çıkmıştır denmemiştir... Ayrıca siz bir alt satırdaki ifadeleri alıntı yaptığınız bölümden kopartıp atarsanız... Cümlenin bütünlüğünün ifade ettiği anlam ortadan kalkar... o nedenle okunduğunda ne denmek istendiğinin tam olarak anlaşılabilmesi için Alıntının bir bütün olarak şu şekilde olması gerekir... Demokrasi çok kısaca "temel hak ve özgürlüklerin güvencede olduğu bir çoğunluk yönetimidir". Gerek "temel hak ve özgürlükler" anlayışı, gerekse buna dayalı bir yönetim olan "demokratik yönetim", "Endüstri Devrimi" sonrasında ortaya çıkan kavramlar olduklarından, "demokratik rejimler" "bir kültür ürünü olarak" endüstri toplumlarının sonuçlarıdır. Bir bütün olarak bu alıntı okunduğunda (Eğer dikkat ederseniz) "Endüstri Devrimi" sonrasında, "Demokrasi"nin ortaya çıktığı söylenmemekte... "bir kültür ürünü olarak""demokratik rejimler"in ve "temel hak ve özgürlükler" anlayışı ile "demokratik yönetim"lerin ortaya çıktığı anlatılmaktadır.. Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 18 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 18 Aralık , 2006 *** Ülkemizin "gelişmekte olan demokrasi"sinin içine düştüğü ikinci tuzak demokrasinin temel öğelerinden biri olan "çoğunluk iradesinin" yerine, "bilim adına", ya da "Allah adına" "doğruları savunduklarını öne süren bir azınlığın" diktatörlüğünü savunan görüşlerin ağırlık kazanmasıdır. Çok Partili döneme geçildikten sonra,"çoğunluk diktatörlüğü" tuzağına yakalanmış olan bir yönetim süreci, Her ne kadar, "Demokrasi adına yapılan bir askeri darbe" ile, 27 Mayıs 1960 tarihinde son bulmuş bu darbe dünyanın en ileri ve en demokratik Anayasalarından biri olan 1961 Anayasası'nı uygulamaya koymuşsa da, bu kez Türkiye, demokrasilerin önünde bekleyen ikinci tuzağa yakalanmıştır: 1968'lerin sonunda başlayan bir "ideolojik azınlıklar terörü" solda ve sağda Türkiye'yi pençesine almıştır. Sağda, kendilerine "ülkücü" diyen ırkçı-milliyetçi, solda ise "devrimci" olduklarını öne süren eylemciler, "demokrasinin sınırlarını" silahlı eylemler ve cinayetler ile "kendi dar azınlık görüşlerine göre" daraltmaya çalışmışlar sonunda 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri ile ne denli demokratik olduğu çok tartışmalı görünen 1982 Anayasası, "temel hak ve özgürlükleri" korumaktan çok sınırlayan ve kısıtlayan bugünkü Anayasamız ortaya çıkmıştır. Ama Anayasa'dan çok daha önemli olarak, Türkiye'deki demokrasi tarihi, sözü edilen her iki tuzağın trajik sonuçlarına da tanık olmuş bir toplum yaratmıştır. Bugün Avrupa Birliği ile aramızdaki en önemli teknik problemlerden birini oluşturan "temel hak ve özgürlülerin geliştirilmesi" sorununun altında, Türkiye'deki "demokrasi kültürü" açısından yaşanan her iki tuzağın ortaya çıkardığı, günümüzdeki Anayasaya yansıyan antidemokratik sonuçları önemli bir yer tutmaktadır. Her ne kadar; "Daha demokratik bir Anayasa, şeffaf toplum, sorun çözen ve yöneten bir demokrasi" gibi özlemlerin altında, Türkiye'nin Avrupa Birliği yolunda uymak zorunda olduğu Kopenhag ölçütleri önemli hedefler olarak ortaya çıkmışsa da, Türkiye'deki demokrasinin, "kendi vatandaşları" için geliştirileceği ve endüstriyel bir toplumun gereklerini karşılayacağı varsayılabilir. Hemen belirtmek gerekir ki, endüstrileşme sürecinde de önemli adımlar atan toplum, 1982 Anayasası'nı "daha demokratik bir çizgide" değiştirmeye başlamıştır. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 18 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 18 Aralık , 2006 *** Yirmi birinci Yüzyıl'ın başında, Türkiye'deki demokrasinin önünde iki "siyasal-ideolojik"tehdit, bütün canlılığı ile tarihten gelen bu her iki tuzağın da tekrarlanması tehlikesini bütün canlılığı ile korumaktadır. Demokratik rejimin yerine, dine dayalı bir "Şeriat Devleti" kurmak isteyenler, "çoğunluk adına" kendileri gibi düşünmeyenlerin temel hak ve özgürlüklerini baskı altına alarak, rejimin bir "çoğunluğun diktatörlüğüne" dönüşmesi tehdidini temsil etmektedirler. Bunlar, çok ilginç bir biçimde bir yandan, bazı terör örgütleri aracılığıyla aralarında "Prof. Muammer Aksoy, Doç. Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Prof. Ahmet Taner Kışlalı" gibi ünlü bilim insanları ve yazarlar olan "demokratik ve laik rejimin savunucularını" katletmekte, toplum üzerinde çeşitli baskılar uygulamakta, öte yandan bu savaşlarına, çoğunluğu temsil ettikleri ve "inanç özgürlüğünü savundukları" gerekçesi ile demokrasi adına destek istemektedirler. Amerika'yı vuran 11 Eylül terörü, Türkiye'deki demokrasiye yönelmiş olan bu tehdidin "uluslararası görünümünden başka bir şey değildir". *** Demokratik rejime yönelmiş görünen öteki "siyasal-ideolojik" tehdit ise, ırkçılık üzerine kurulu bir ayrılıkçı akımdır. Bu akım da bir yandan PKK aracılığı ile bir sıcak savaş sürdürürken ve yaklaşık 30 bin kişinin katledilmesine yol açarken, öte yandan "temel hak ve özgürlükler adına" eylemine demokrasi temelinde destek istemiştir. Bu tehdit de "demokrasinin" bir "azınlık adına" yozlaştırılması tehlikesini taşımaktadır. İşin ilginç yanı, Avrupa Birliği'ni oluşturan ülkelerin bazıları, bu her iki "demokrasi tehdidine de destek vermekte", bir bölümü açıkça terör örgütü niteliği taşıyan bazı kuruluşları ülkelerinde barındırarak beslemektedirler. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 19 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 19 Aralık , 2006 ***Yirmi birinci Yüzyıl'ın başında, Türkiye'deki demokrasinin önünde iki "siyasal-ideolojik"tehdit, Demokratik rejimin yerine, dine dayalı bir "Şeriat Devleti" kurmak isteyenler, "Çoğunluk adına" kendileri gibi düşünmeyenlerin temel hak ve özgürlüklerini baskı altına alarak, rejimin bir "çoğunluğun diktatörlüğüne" dönüşmesi tehdi... PKK aracılığı ile bir sıcak savaş sürdürüren ırkçılık üzerine kurulu bir ayrılıkçı akım... "Demokrasinin" bir "azınlık adına" yozlaştırılması tehlikesi... Bütün canlılığı ile tarihten gelen bu her iki tuzağın da tekrarlanması tehlikesini bütün canlılığı ile korumaktadır *** Yukarıda alıntıda ele alınan tesbitler...Bütün bu yaşananlar, Türkiye'de "Demokrasinin kendini koruma hakkı" tartışmasını gündeme getirmiştir. Birinci soru şudur: Demokrasi, kendisini, yani temel hak ve özgürlükleri, "milli irade adı altındaki" bir çoğunluk saldırısına karşı nasıl koruyacaktır? İkinci soru da şudur: Demokrasi kendisini, "temel hak ve özgürlükler" bağlamında yapılan ve kendisini yok etmeyi amaçlayan bir azınlık saldırısına karşı nasıl koruyacaktır? Daha açık bir ifadeyle şu soru ortaya çıkmakadır: "Din ve inanç özgürlüğü adına, ya da ırkçılık, milliyetçilik ve siyasal ayrılıkçılık adına "demokrasiyi yok etme hakkı ve özgürlüğü" savunulabilir mi?" Kısacası soru şudur: "Demokratik hak ve özgürlükler adına, demokrasiyi yok etme hakkı ve özgürlüğü savunulabilir mi" Diyelim ki bu sorunun yanıtını "Hayır" olarak verdik. Ne yazık ki o zaman da sorun sona ermemekte, bu kez de "Demokrasi kendini nasıl koruyacak" sorusu gündeme gelmektedir. Daha doğrusu ; "Demokrasi, temel hak ve özgürlükleri zedelemeden, kendini hangi çerçevede, ne biçimde ve nasıl koruyacak" sorusu büyük önem kazanmaktadır. Türkiye'nin gerek geçmişte yaşadığı, gerekse bugün yaşamakta olduğu, "demokrasinin önündeki çoğunluk ve azınlık tehditleri" karşısında üretilecek çözümler, hem halkın hem de yöneticilerin "demokrasi bilinci" düzeyi ile hem de onu üreten "toplumun endüstrileşmişlik” yani “Kalkınma düzeyi" ile yakından ilgilidir. *** Alıntı
Φ Tengeriin boşig Gönderi tarihi: 19 Aralık , 2006 Gönderi tarihi: 19 Aralık , 2006 Bence "Demokrasi"; "İdeal Düzen" olmakla birlikte, bir Ütopya'dır... Yani gerçekleşmesi mümkün olmayan ama en azından o mükemmele yaklaşabilecek sistemler ve devrimler, devinimler yaratmayı gerekli kılan bir Ütopya... Niçin "Demokrasi" bir "Ütopya"dır? Bakın, Türkiye'nin "Demokratik" bir ülke olduğundan bahsediyoruz... Demokraside şart olan nedir? : Örgür İrade... Yani Özgür İrade'yi mümkün kılmadığınız sürece, Demokrasiyide mümkün kılamazsınız. Öyle ki hala vereceği oyu; şekle, şemale, Ağa'nın, Muhtarın, Şeyhin oluruna bırakan bir toplumdan, siz Demokratik bir yönetimi onamasını bekleyemezsiniz. Bu yüzdendir ki, Kütahya'nın bir köyünde, tüm köylü'den Anap'a oy çıkarken, tek bir oy Hadep'e çıkmıştır... Demokrasinin işlerliğinin birde şu yönü vardır ki: Halkın Bilinçli olması önemlidir. Yani Halk neyi tercih edeceğini, kimi seçeceğini, Anayasadan ne beklediğini, ne istediğini bilmelidir. Bunu şu örneklemlerle açıklamak isterim: 1-Siz Halkın eğitimin yeterli seviyeye çıkarmadan, Adalet anlayışını "Töre" ve "Şeriat" ahkamından soyutlamadan, yani kabullerini ideal düzeye yükseltmeden "Avrupa Birliği" hayali ile "Avrupa Zihniyetinde" yasalar çıkarır ve uygularsanız, halkın kendi anlayışına göre "Kendi Hakkını Kendi, Zorla ve Güçle Araması"na destek olmuş olursunuz... Yani, Bence Demokratik sistemlerde "Uygun ve İdeal Olan" hukuk yasalaı öncelikle Halkın kabulleriyle paralel olmalıdır. Eğer yasalarınız Halkı tatmin etmiyorsa, siz öncelikle Halkı temsil eden bir devlet değilsinizdir. O yüzden bir yandan halkı eğitmeli ve kabullerini ılımlılaştırmalısınızdır. Belirli tabulardan sıyırmalısınızdır. Yoksa Adaleti, Mahkeme salonunda tabancayla Halkın kendisinin sağlamasından başka bir şey elde edemezsiniz...Demokrasi "Halkın Söz Sahibi" olması ise, Halkın paralelinde olmalıdır... 2-Halkı "Seçim" konusunda bilgilendirmelisiniz. Seçim'in temel kuralı bence "Halkın neyi ve kimi seçeceğini bilmesi" olmalıdır. Siz bir Seçim planlıyorsunuz ve halk Kuş'a, Böceğe, Kurta falana fistana oy veriyor? Körler Sağırlar Birbirini Ağırlar... Bu Demokrasi değildir. Öncelikle seçim bildirgeleri ve adayların özgeçmişleri, yaptıkları, aldıkları cezalar bile açık açık yazılmalı ve açık olmalıdır. Bir parti geliyor başa ve diyor ki "Dokunulmazlıkları kaldıracağız." Halk kanıyor ve seçiyor ancak Meclise taşıdığı vekiller zaten kalpazan... Düşünün bir: Cem Uzan başbakan olsaydı? Halk şöyle düşünüyor: Adam ABD'yi dolandırmış, kendi ülkesini değil... Savunmaları böyle... E başa gelen ondan farklı mı ki? Demokrasinin ilk şartı; Eğitimdir... 3-Demokrasinin tanımı ve onu tanıtan organlar çok önemlidir. Sizin ülkenizde "Demokrasiyi Tanıtan Araç" Televizyon ise eğer, bunun denetimini çok iyi yapmalısınız... Türkiye'de Basın-Yayın'ın çoğunluğu hatta %80-90ı aynı grupların ellerinde ve aynı güdüme hizmet etmektedirler. Hepsi aynı ağızdan ABD'nin Irak'a "Demokrasi" götürdüğünü, Iraklı Vatanseverlerin ise "Direnişçi" olduğunu çığırtırlar... İşga ediyorsanız "Demokratsınız", İşgale Karşı koyuyorsanız "Direnişçi" veya "Terörist"... ABD'yi Demokrasi Savaşçısı olarak gösteren bir sisteminiz varsa, siz Demokrasiyi zaten benimsemiş değilsinizdir... Satılmış bir Medya'nın halka öğrettiği böyle bir Demokrasi anlayışından hayır bekler misiniz? Bir ülkede Halka Demokrasinin ne olduğunu kavram kargaşası yaratarak farklı anlamlarla öğrtiyorsanız, o ülke hiç bir zaman o ülküye ulaşamaz... 4-Demokrasiyi uygulamak için en geçerli kural, herkesin eşit söz hakkına sahip olmasıdır... Türkiye'de seçimlerde Halkın %70'i oy kullandı. Bu %70in %35'i AKP'yi seçti. Küçük bir hesapla şöyle diyebiliriz ki Türkiyenin başına gelen kimseler (eğer hesaplama hatası yapmadıysam) nüfusun hemen hemen 17milyonunun yani nüfusun ortalama %25inin oyu ile bu ülkeyi yönetmektedirler. Yani ülkenin %75ini temsil etmemektedirler. Ecevit, 1973 yada 1974 seçimlerinde %44lük oy kazancıyla sadece Erbakanla ancak Koalizyon kurabilmişti... Demokrasi "Azınlığın Hükümranlığı" değildir... "Çoğunluğun Hükümranlığı" da değildir... Herkesin Hükümranlığıdır. Ancak türkiye'de %75in söz geçmemektedir. Türkiye ne Demokratik bir ülkedir, ne de Sosyal bir Devlettir. Kaldı ki "Cumhurbaşkanına mı soracağız?" "Al ananıda git" diyebilen bir insanın zaten Demokratik bir devletin başında durmasına İHTİMAL dahi yoktur... 5-Türkiye Niçin Demokratik Değildir? sorusunun diğer bir yanıtı da şudur ki; Halkın isteksizliği... Türk toplumu her zaman tepeden inmeci bir toplum olmuştur. İyi yada kötü, bunu yargılamıyorum ama Demokrasi "Temelden" gelen ve "Temelden" işleyen bir süreçtir. Örneğin televizyonlar şahit olduğunuz şu deyim son derece anti-demokratik bir tavırdır: "biz değil ama 70milyon merak ediyor"... Haber Sunucuları çok kullanır bu deyimi... Öğrenmek istedikleriniz bile bir sunucu tarafındn belirleniyorsa, Demokratik değilsinizdir. Eğer sokaklarda hakkınızı ararken devlet ve organlarınca "Fişleniyorsanız" o ülkenin "Demokratik olma umudu" bile yoktur... Eğer siz memurunuza (polis), memurunuzu (devlet görevlisi, Kamu görevlisi) dövdürebiliyorsanız "Demokratik devlet olma umudunuz" bile yoktur... Eğer siz öğrencilerinizi korumuyor, eğitimlerini özgürleştireceğinize, bağımlı hale getiriyorsanız ve onları siyasi olaylara kurban veriyorsanız asla ve asla Demokratik devlet olma umudunuz yok demektir. Hala ülkenizdeki insanların bir kısımı, birileri tarafından o ülkenin kuruluş ilkelerine "AYKIRI" yetiştiriliyorsa ve o kimselerden birisi başa bile gelebiliyorsa, o ülke asla Demokratik olamaz. Eğer bir ülkede sadece bir yerlede Dayınız varsa geçinebiliyorsanız yine demokratik olamazsınız... Arkadaşım "Demokrasi'yi Kim Koruyacak Peki?" diye bir soru sormuş... Demokrasinin korunması, demokrasinin var olabildiği ülkelerde ancak söz konusu olabilir ve orada da bunu yapacak olan Demokrasinin sahibi olan "Halk'tır". Türkiye'de Demokrasi olmadığı için ve Demokrasi bilinci olmadığı için onu korumak gibi bir yükümlülükte yoktur... Düşünsenize, Ülkenizde rejime aykırı davranmış, cezalı bir siyasi suçlu var. Öncelikle bazı güçlerin araya girmesi ile o siyasi suçlunun siyasete girebilmesinin önü yasalar delinerek açılıyor. Sonra ne tesadüftür ki ülkenizde bir erken seçim yapılıyor. Ve yine tesadüftür ki, her seçimde "Oy ve Sayım Yanlışı" tartışmaları olduğu halde hiç bir yerin seçimler iptal edilmezken, o seçimlerde yine aynı nedenden bir ilde seçimler tekrarlanıyor ve siyasi suçlu o ilden ilk sırada milletvekili seçiliyor... Başbakan istifa edip dışişleri bakanı, siyasi suçluda Başbakan oluyor... Hemde oy kullananların %35i ile ve halkın %656ine rağmen... Ve asıl önemli olan şey şu; daha seçimin hemen öncesindeki koalisyonun önderi ABD'den 1milyon dolar kredi alamazken, bu seçimin hemen arefesinde iktidar partisi 8milyon dolar borcu alabiliyor... Dahada ilginci Ülkenin temel taşı olan Laikliğe karşı bu parti anti-laik tabanca seçilmiş oluyor ve netesadüftür ki aynı sıralarda ABD'de "Ilımlı İslam Siyaseti Projeleri" üretiliyor... Ya Demokrasi Tesadüflerin eseri, yada Tükiyede Demokrasi diye bir sistem asla ve asla yok... Demokrasi sadece tek tanımlı bir kavram değildir. Bir çok açıdan ele alınabilir bir kavramdır. Eğitim, Hukuk, Güvenlik, Yönetim, Siyaset, İnanç, Giyim-Kuşam... O yüzden tek bir tanımla yetinilemez... Sosyal bir devlette Demokrasi "Halkın Söz Sahibi Olması" ise, Devlet le ve Halkla ilgili her alanda "Demokrasi"den bahsedilebilir... Demek oluyor ki bir devletin Demokratik olabilmesi için o devletin öncelikle "Sosyal ve Hukuk Devleti" olması gerekir... Türkiye ne Sosyaldir, ne de Hukuk Devletidir... Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 Sevgili "Tengeriin boşig", iletini yararlanarak okudum...Başlığa katkılarından dolayı teşekkür ediyorum... Eğer bu konuda görüşlerinizi yazmaya devam etmeyi düşünürseniz size bir önerim olacak.. Şu ana kadar " Demokrasi kültürü " ve " Demokrasi Sorunları " teknik olarak ele alınmaya çalışılırken... "ideolojik-siyasal sorunlar" irdelenmeye çalışıldı... "ideolojik-siyasal sorunlar"ın çözümünün yasal etkinlikler ile "oldukça kısa bir zaman içinde" olanaklı olabileceği değerlendirmesi yapıldı... Ancak bunun hayata geçirilebilmesi için ( Hem halkın hem de yöneticilerin "demokrasi bilinci" düzeyi ile.. Hem de onu üreten "toplumun endüstrileşmişlik” yani “Kalkınma düzeyi" ile yakından ilgilidir.) Değerlendirlmesi yapıldı... Yazınızda sizin de bu değerlendirmeleri yaptığınızı aynı sonuca vardığınızı görüyorum... Başlığın giriş paragrafında konuyu belirlerken devamında... ( Aslında; Türkiye'deki demokrasinin asıl sorunu "ekonomik yağma sorunu" olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sorun o denli yapısal bir nitelik kazanmıştır ki, bunun çözümü hiç de o kadar kolay görünmemektedir.)ifadesi yer alıyor.. Şimdi izninizle önerim şu; Konuyu "ideolojik-siyasal sorunlar" olarak ele aldık... Devamında "ekonomik yağma sorunu" nu ele alarak... Konunun açılımına birlikte katkıda bulunalım...Bu paylaşım desteğinizin yararlı olacağına inanıyorum... Çünkü konu teknik olarak ele alınmaya çalışılırken sizde farklı yönleri ele alarak açılımı genişletiyorsunuz... Sevgilerimle... *tna Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 Türkiye'de yaşanan "demokrasi sorunları" çok kabaca, "ideolojik-siyasal sorunlar" ve "ekonomik yağma sorunları" olarak iki büyük grupta irdelenebilir. Herkesin üzerinde durduğu ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri çerçevesinde gündeme getirilen "İdeolojik-siyasal sorunların" çözümü yasal etkinlikler ile "oldukça kısa bir zaman içinde" olanaklı olabilir. Aslında; Türkiye'deki demokrasinin asıl sorunu "ekonomik yağma sorunu" olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sorun o denli yapısal bir nitelik kazanmıştır ki, bunun çözümü hiç de o kadar kolay görünmemektedir. "Gelişmekte olan demokrasileri" tehdit eden ve Türkiye'nin de gündeminde olan "ekonomik yağma" sorunun büyüklüğünü, önemini ve anlamını iyi yakalamak için Türkiye'de demokrasi kültürünün gelişmesi tarihine "ekonomik yaklaşımla" bakmak gerekir. Bugünkü Türkiye'yi pençesine almış görünen hortum ve soygun düzeni, sadece bir kaç kişinin ya da bir veya iki partinin eseri değildir. Hatta bu düzen, sadece son yirmi yılın, yani yağmacılığın doruğa ulaştığı Özal döneminin bir sonucu da değildir. Peki, " TÜRKİYE'DE DEMOKRASİ BİR YAĞMA REJİMİNE NASIL DÖNÜŞMÜŞTÜR "... Bunu daha iyi anlamak için " Yağma Düzeninin Tarihsel Olarak Kökenleri " ne inmek gerekir... Osmanlı ekonomisinin son yıllarda artık bütünüyle hem iç hem de dış yağmaya dayalı bir düzene dönüşmüş olduğu bütün tarihçilerin üzerinde ittifak ettikleri bir görüştür. Bağımsızlık Savaşı'nı kazandıktan sonra yeni Cumhuriyeti kuranların ilk ekonomik amacı, düzgün işleyen bir ekonomi yaratarak, kalkınma sorununu çözmekti. Bağımsızlık Savaşı sonrasında ülkenin siyasal yapısı yeniden düzenlenmiş ama değiştirilmesi çok zor olan ekonomik yapıda belli dönüşümlerin gerçekleştirilmesi için yapılan atılımlar sırasında büyük engellerle karşılaşılmıştı. Osmanlı'dan devralınan yağma düzeninin ilk belirtileri Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında da derhal ortaya çıkmış, fakat Atatürk ve yeni Cumhuriyeti kuranlar tarafından derhal bastırılmıştı. Fakat yağma düzeni hem yukardan aşağı, hem de aşağıdan yukarı iki ayrı toplumsal süreç olarak 1950 yılından sonra hız kazanmış, toplumu bir kanser gibi pençesine almıştır. İşin ciddiyeti, bu oluşumun yarım yüzyıllık bir zaman dilimi içinde kök salmış olmasında ve ayrıca, hem " yukardan aşağı "hem de " aşağıdan yukarı " yaşanan iki farklı toplumsal sürecin birbirini destekleyerek güçlendirmiş olmasında yatar. Türkiye'de yağma düzeni hem politikacılar tarafından yukardan aşağı, hem de halk tarafından aşağıdan yukarı yaşanan toplumsal değişmelerle kök salmıştır. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 "Gelişmekte olan demokrasileri" tehdit eden ve Türkiye'nin de gündeminde olan "ekonomik yağma" sorunun büyüklüğü, önemi ve İşin ciddiyeti, bu oluşumun yarım yüzyıllık bir zaman dilimi içinde kök salmış olmasında ve ayrıca, hem " yukardan aşağı "hem de " aşağıdan yukarı " yaşanan iki farklı toplumsal sürecin birbirini destekleyerek güçlendirmiş olmasında yatar. Türkiye'de yağma düzeni hem politikacılar tarafından yukardan aşağı, hem de halk tarafından aşağıdan yukarı yaşanan toplumsal değişmelerle kök salmıştır. Yukarıdan aşağı olan sürecin altında iktidarların iktisat politikalarının, yani devlet eliyle özel teşebbüs yaratma politikalarının yozlaştırılması, aşağıdan yukarı doğru olan sürecin altında ise kentleşme olgusunun toprak yağmasına, yani gecekondulaşma olgusuna dönüşmesi yatmaktadır. Bağımsızlık Savaşını kazanan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kurdukları "Türkiye Cumhuriyeti", aslında, Osmanlı'nın tarıma dayalı, iflas etmiş ekonomisini devralmıştır. Yeni Cumhuriyet endüstrileşmeyi yakalayacaktır ama, özel girişim yoktur ülkede. Bu durumda, Atatürk ve İsmet İnönü, "devletçilik" adı altında iki akılcı ekonomik politika izlerler: Birinci olarak, olmayan özel teşebbüsün yapması gereken yatırımlar devlet eliyle gerçekleştirilecek, ikinci olarak da özel sermaye birikiminin oluşması devlet eliyle desteklenecektir. Birinci sanayi planı çerçevesinde kurulan Sümerbank, Etibank gibi işletmeler birinci politikanın sonucudur. İş Bankası'nın kurulması, Vehbi Koç'un, "milli sermayenin güçlendirilmesi" bağlamında devletçe desteklenmesi, ikinci politikanın sonucudur. Tabii bu "devletçe destekleme", pek çok yerli ve yabancı tüccarın iştahını kabartır: Atatürk'ün ve İnönü'nün çevresindeki "nüfuzlu" kişilere "mümessillikler" önerilir. İş Bankası çevreleri ise, hem "nüfuzludur" hem de açıkça "özel girişimcidir". Bu çevrelere "aferistler" denilir. İşte İsmet Paşa'nın Meclis koridorlarında, "Ben bu ülkeyi aferistlere yağmalatmam" diye bağırması bu dönemdeki "nüfuz ticaretine" karşı resmi yönetimin dürüst tepkisinin bir simgesidir. Fakat siyaset ile ticaret arasındaki kirli ilişkiler yönetime de sızar, hisse senedi yatırımı yapan bakanlar, devlet ihalelerinden çıkar sağlayanlar görülür; görülür ama, bunların üzerine gidilir, kimi istifa ettirilir, kimi yargılanır ve mahkum olur. Derken, Demokrat Parti iktidara gelir. Demokrat Parti yönetimi, sadece Soğuk Savaş döneminin bir yansıması değil aynı zamanda toprak ağalığının ve İş Bankası çevrelerinin "aferist" damgalı anlayışının da iktidarıdır. "Nurlu ufuklar", "Küçük Amerika", "Her mahallede bir milyoner" söylemleri bu dönemde, "devlet eliyle özel girişim yaratma" politikasının, artık yozlaştırılarak "nüfuz ticaretine" dönüşmesini simgeleyen sloganlar olarak ortaya çıkar. Aynı "nüfuz ticareti", 1960'lardan sonra Adalet Partisi'nin ikitdarında "Büyük Türkiye" sloganı ile topluma egemen olur; artık politikacıların akrabalarının ekonomik ve mali skandalları, kaçakçılık ve yolsuzluk olayları gündeme gelmiştir. "Devlet eliyle özel teşebbüs yaratma politikası" yozlaştırılarak, "devlet eliyle belli bir siyasetçiyi şahsen destekleyen özel girişimci yaratma" politikasına dönüşmüştür. Bu politikanın temelleri daha Demokrat Parti döneminde atılmış, AP döneminde bu yozlaştırılmış "destekleme" politikası, Soğuk Savaş şemsiyesi altında "anti-komünizm" ile de kamufle edilir ve yağma düzeni artık kurumlaşma yoluna girer. Yağma düzeninin, politikacı-tüccar arasındaki kişisel ilişkilerde doruk noktasına ulaşması 1980'lerde ANAP iktidarı döneminde gerçekleşir. Politikacılar alenen, Anayasaya bile aykırı olan yatırımları, politikacı-sermayedar işbirliği ile, hem "devletin ekonomik politikasından kişisel çıkar sağlayarak zengin olmak", hem de " kendilerini destekleyen özel girişimci " yaratmak için devreye sokar. " Böylece yağma düzeni artık "devlet politikası" olarak "yukardan aşağı" doğru, elli yıllık bir süreç içinde bütünüyle kurumsallaşır. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 "Gelişmekte olan demokrasileri" tehdit eden ve Türkiye'nin de gündeminde olan "ekonomik yağma" sorunun büyüklüğü, önemi ve İşin ciddiyeti, bu oluşumun yarım yüzyıllık bir zaman dilimi içinde kök salmış olmasında ve ayrıca, hem " yukardan aşağı "hem de " aşağıdan yukarı " yaşanan iki farklı toplumsal sürecin birbirini destekleyerek güçlendirmiş olmasında yatar. Türkiye'de yağma düzeni hem politikacılar tarafından yukardan aşağı, hem de halk tarafından aşağıdan yukarı yaşanan toplumsal değişmelerle kök salmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan yenidünya dengeleri ve Soğuk Savaş, Türkiye'de "Çok Partili Düzen"e geçiş süreci ile çakıştı. Kurulan yenidünya dengeleri çerçevesinde, Amerika'nın liderliğindeki Batı Dünyası içinde yer alan Türkiye, ekonomik ve siyasal açıdan yeni açılımların ve atılımların eşiğindeydi. Bu açılım ve atılımların başında da "tarımın canlandırılması" ve "geniş kitlelerin (yani köylülerin) demokratik düzene katılımlarının sağlanması" geliyordu. Bu soyut açılımın somut uygulaması "tarımın makineleşmesi" yani tarıma traktörün girmesi biçiminde görüldü. Pek doğal olarak bu "makineleşme" sürecinde pek çok acemilik yaşandı, yedek parça ve servis eksiklikleri, Türkiye'nin önce bir "traktör mezarlığına" dönüşmesine yol açtı, ama sonunda "teknolojik gelişme" rayına oturdu ve tarımın "makineleşmesi" sağlandı. Olay, daha tarihsel ve ekonomik anlamda "rayına oturmadan" önce bile, traktörün tarlaya girmesi, derhal sosyolojik sonuçlarını verdi: Tarımdan, yani kırsal alanlardan "makineleşmenin" açığa çıkardığı iş gücü, kentlere hücum etti. Kentler buna hazırlıklı değildi tabii. Siyasal iktidar ise kentsel planlamaya hiç de sıcak bakmıyordu. Sonuç, hazine, vakıf ve belediye arazileri üzerinde tam bir gasp eylemi ile ortaya çıkan "gecekondu" bölgeleri oldu. Gecekondu halkı, köyünden kopmuş, kentte yeni yaşam olanakları arayan, ama içinde yaşadığı ev dahil, hemen hemen hiç bir "meşru" dayanağı (örneğin sabit bir işi ve geliri) olmayan, son derece dinamik, atılgan ve hatta saldırgan bir niteliğe sahipti. Bu nüfus, gasp yoluyla (önceleri mafyaya sonraları yerel yönetimlere rüşvet vererek) edindiği evini meşrulaştırmak, düzgün ve sürekli bir iş bulmak, çoluğuna çocuğuna eğitim ve sağlık gibi hizmetleri ve hatta onlardan da önce, evine su ve elektrik gibi temel gereksinmeleri sağlamak için canhıraş bir uğraş içine girdi. Toplumun bütün resmi ve gayri resmi ilişkilerini, kentteki varlığını sürdürebilmek ve tabii geliştirebilmek için seferber etti. Bu arada siyaseti keşfetti. Önce yerel sonra da ulusal düzeyde, en atılgan, en etkin ve dolayısıyla en belirleyici biçimde, siyasetteki yerini aldı. Yerel düzeyde, belediye meclisi üyeliklerini, belediye başkanlıklarını, ulusal düzeyde, parti delegeliklerini ele geçirdi. Köyünden kopup geldiğinde elde ettiği "gayri meşru evini meşrulaştırmak için kullandığı yol ve yöntemler" artık onlar için günlük yaşamın normal ve doğal davranışları olmuştu: Rüşvet, particilik, hemşehrilik, (sonradan) tarikat, ticaret ve etnik grup ilişkileri, toplumun, güvenlik, adalet, eğitim gibi resmi hizmet ve sorun çözme yöntemlerinin yerini aldı. Sonunda gecekondular kentlere, kentler de siyasete egemen olunca, "yağma düzeni" aşağıdan yukarı doğru da kurumlaştı. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 "Gelişmekte olan demokrasileri" tehdit eden ve Türkiye'nin de gündeminde olan "ekonomik yağma" sorunun büyüklüğü, önemi ve İşin ciddiyeti, bu oluşumun yarım yüzyıllık bir zaman dilimi içinde kök salmış olmasında ve ayrıca, hem " yukardan aşağı "hem de " aşağıdan yukarı " yaşanan iki farklı toplumsal sürecin birbirini destekleyerek güçlendirmiş olmasında yatar. Türkiye'de yağma düzeni hem politikacılar tarafından yukardan aşağı, hem de halk tarafından aşağıdan yukarı yaşanan toplumsal değişmelerle kök salmıştır. Çok partili siyasete geçiş, ne yazık ki sadece Türkiye'nin iç dinamiklerine bağlı olarak gelişmedi. Tam tersine "Soğuk Savaş" Türkiye'deki çok partili düzen ile çakıştı ve dış dinamikler, iç dinamiklerden çok daha belirleyici olarak Türkiye'nin yazgısını etkiledi. Yeni dönemde hem dinci ve milliyetçi ideolojilerin Sovyetler Birliği'ne karşı seferber edilmesi, hem de geniş köylü kitlelerinin sistemle bütünleştirilmesi hedefleri ön plana çıktı. Bu ideolojik hedefler, birbirini destekleyen bir biçimde, "geniş köylü kitlelerinin, dinci ve milliyetçi ideolojiler çerçevesinde sistemle bütünleştirilmesi" biçimine dönüştürüldü ve tek parti döneminin alışkanlıkları ile yetişmiş bulunan Demokrat Parti yöneticilerinin elinde, rejim, "çoğunluğun baskısı" haline geldi. Bu çerçevede "serbest seçimler", dinci ve milliyetçi yaklaşımların, "yol, köprü, baraj edebiyatı ve nurlu ufuklar hedefi" söylemleriyle (ve bir ölçüde eylemleriyle) desteklenerek, köylülerin kent topraklarını yağmalamasına izin verilmesi üzerine dayandırılan kampanyalara dönüştü. Böylece siyaset, yukarıdaki "aferist" politikacılarla,aşağıdan gelen, gözlerini yağma hırsı bürümüş insanların, dinci ve milliyetçi ideolojiler aracılığıyla buluştuğu, bütünleştiği bir platform halini aldı. Bu oluşum, "anti-komünizm”e dayalı "Soğuk Savaş" bağlamında, dış konjonktür tarafından da desteklendi. 1950'den itibaren Demokrat Parti ile başlayan bu birleşme ve bütünleşme süreci 1965 seçimleriyle iktidara gelen AP döneminde belirginleşti, 1975 Milliyetçi Cephe dönemleriyle gelişti, 1983 ANAPdönemi ile de doruğuna ulaştı. Böylece siyaset, Hem liderler, hem de ulusal ve yerel siyasal kadrolar için. "halkla bütünleşmiş izlenimi veren bir biçimde toplumsal zenginliklerimizi yağmalayarak hayat kazanma" yolu oldu: Ne yazık ki, siyasetin bu yozlaşması doğrudan doğruya "demokrasi kültürünü" de etkiledi ve Türkiye'de demokrasi kültürü, siyasal yollarla toplumsal ve tarihsel zenginliklerimizin yağmalanması anlamanı kazandı. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 21 Aralık , 2006 SONUÇ: Türkiye'de yaşanan "demokrasi sorunları" çok kabaca, "ideolojik-siyasal sorunlar" ve "ekonomik yağma sorunları" olarak iki büyük grupta irdelenebilir. Herkesin üzerinde durduğu ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri çerçevesinde gündeme getirilen "İdeolojik-siyasal sorunların" çözümü yasal etkinlikler ile "oldukça kısa bir zaman içinde" olanaklı olabilir. Türkiye'deki demokrasinin asıl sorunu ise "ekonomik yağma sorunu" olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sorun ise o denli yapısal bir nitelik kazanmıştır ki, bunun çözümü hiç de o kadar kolay görünmemektedir. Kaynaklar: Kültür Girişimi 22-24 Kasım 2001 Sempozyum notları Makaleler Kongarorg *** *tna Alıntı
Φ Tengeriin boşig Gönderi tarihi: 22 Aralık , 2006 Gönderi tarihi: 22 Aralık , 2006 Ekonomik Yağma Sorunu'nunda Demokrasi... Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tarihinde sadece bir dönem "Demokratik" olabilme sürecine girmiş ve bu süreci değerlendirememiştir. Herkes Atatürk2ün "Tek Partili" dönemini "Anti-Demokratik" veya bir nevi "Diktatörlük" olarakta nitelese de Cumhuriyetin, "Demokrasi" Kavramını en iyi anladığı ve yorumladığı tek dönemidir. Bakın eleştirimiz "Tek Partili dönemde niçin Demokrasi yoktu" olmamalı, "Demokrasi adına neler yapıldı" olmalı. Osmanlı devleti 150-200 yıl boyunca Demokratikleşme yada Yenileşme/Batılılaşma adına çalışmalarda bulundu, ancak yine de başaramadı... Atatürk'ün Demokrasiyi 15 yılda getirebilmesini istemek son derece saçma olacaktır... Ama adımlar atılmıştır o dönemde ve bu adımlar aynıyla devam etseydi, Türkiye belkide şuan Demokrasi Ütopyasına yakın en yakın devletlerden birisi olacaktı... Peki bu adımlar neydi: 1- "Devletin dini İslam'dır" ibaresi ve Halifelik kaldırılarak; Devlet "Din" boyunduruğundan, Din'de Devlet boyunduruğundan kurtarılmış ancak Devlet'in "Dinsizleştirilmesi" gibi bir şey olamayacağı için, devlet "Materyalistleştirilmiş" ve Özgür düşünceye kavuşturulmuştur. 2- "Eğemenlik"; öncelikle kongrelerde, sonralıkla Saltanatın kaldırılmasıyla halka mal edilmişir. 3- Halk zaten Kurtuluş savaşını topyekün vermekle, "Ortak Milli Bilinç"i edinmiştir ve Komprador sermaye kapı dışarı edildiği içinde Demokrasi mekanizmalarını etkilleyecek sermaye grupları kalmamış, en kısaca tabiri ile "Köylü Ülkenin Efendisi" olmuştur... 4- Halkı "Bilinçlendirmek" için "Köy Enstitüleri" "Parasız Yatılı Okullar" açılmış ve tabii ki "Tevhid-i Tedrisat"la eğitim ve öğretim birleştirilip, hem Dinin boyunduruğundan kurtarılmış, hemde halka eğitim eşitliği sağlanmıştır. 5- Eğitilmeye başlayan halkta bir "Hakimiyet" bilinci oluşmaya başlamıştır. Topyekün verilen savaşın arefesinde, herkes yönetimde artık bizzat söz sahibi olabileceğinin farkına varmıştır. 6- Ekonomik sıkıntılar olsa da, Milli Bilinç alevinin hala yanıyor ve taze olması ve zaten yoksulluğun tüm herkesi vurmuş olması, halkın maddi beklentilerle "Siyasi" tercihler yapmasına koşut oluşturmamıştır... 7- Osmanlı döneminde yönetime ilgisiz olan halk, artık "yönetimin ne olduğuna" yönelmeye ve değişimle ilgilenmeye başlamıştır. 8- Cumhuriyet, herşeyden önce yetişecek olan Gençliğe emanet edilmiştir... Bunlar, şimdilik önemli kısa tesbitler... Peki niçin Türkiye bugün Demokratik olamaz... Şıklarla birlikte giderek açıklayayım; 1- Bildiğiniz gibi hep "Din"i temsil eden hükümetler başa geldiğinde, nedense "ABD yardımları" eksik olmaz ve devlet geçici olarak ekonomik bir düzene girer... Halla yaşlı bir başbakan 1milyon dolarlık yardım dahi alamazken, Dinci bir başbakan, binbir fesat ve oyunla başa gelir gelmez 8milyon doları alıverir... Salazar'ın ABD güdümüyle İspanyada uyguladığı 3F Halkı Uyutma Formülü (Futbol, Fado, Fatima), Türkiye'ye de uygulanır hatta... Futbol, bildiğimiz Futbol'dur ve parasız, maddi yetersizliği olan insanların tek eğlence yada uyutulma kaynağıdır. Fado, bizim Arabesk'in karşılığıdır... Bildiğiniz gibi Arabesk'te bir köreltme aracıdır... Fatima ise "Dini Eğitim"in karşılığıdır ve yine bildiğiniz gibi Atatürk'ten sonra Köy Enstitüleri, komünist yuvası oldu gerekçesiyle kapatılmış, İmam hatipler ve Kur'an kursları mantar gibi çoğalmış yani Eğitilmek ihtiyacı duyan insanlar, dini eğitimle uyutulmuştur. Bugün "Arka Bahçe"nin ne olduğu ortadadır. Bu yetmezmiş gibi "Komünizm"den korkutulan Müslüman halkın desteği kandırılarak alınmış ve Komünizmden korkan, Kapitalizme sarılmıştır. Yani sömürü düzeninin "Yeşil Kuşak" projesinin uşağı olunmuştur... Materyalist olması gereken Devletin Anayasası "bir keren bişey olmaz" diye diye delik delik delinmiş, bir dönem askeriyeye dahi Tarikatleri sokmaya çalışmışlardır, zaten polis kurumu tarikatlerin eli altındadır Yani "Demokrasi"nin önkoşulu olan "Laiklik" paramparça edilmiştir ve örümcek ağı heryeri sarmıştır. 2- Halka mal edilen Eğemenlik, özellikle Özal döneminden sonra öncelikle Amerika'ya ve Kapitalist sisteme, sonra da İç Satılmış Komprador Burjuvaziye verilmiştir. Fakir daha da fakirleştirlmiş, zengin dahada zenginleştirilmiştir. Bakın, piskolojide "Değişken Oranlı Pekiştirme" denen bir tasarı vardır, bu en kolay uygulanan ve en zor unutulan, devamlı canlı kalmayı başarabilen bir pekiştireçtir. Hep canlı kalır ve sönmez... Mesela piyango için "Sizede çıkabilir?" deyişi buna örnektir, çıkmasa da "Birgün çıkar" umudu ile hep oynarsınız, çünkü ihtiyacınız vardır. Bunu niye verdim peki? Bakın halkı yönetmek Türkiye'nin Devlet Mekanizmasında gerçekleştirilmiyor. Ortantalizm dediğimiz bilimde öyle masum bir bilim değildir. Türkiye'de halk bilerek fakirleştirilmiş ve "Karnınız doyacak, iş vereceğiz, okuyacaksınız" vaatleriyle halk "Değişken Oranlı Pekiştirme"ye tabi tutulmuş ve Oyları hep talan edilmiştir. Yani aç kalan ve karınları doysun diye şekle şemale, resme oy veren insanların olduğu yani aç bırakılan ve kullanılan kukla insanların yaşadığı bir ülkede Demokrasi olamaz. Çünkü Demokrasinin ilk kuralı "Temiz ve Eğitilmiş Bir Biliç"in olmasıdır. Türkiyede hala "Oy Vermek" olayı yoktur, "Oy Toplamak" olayı vardır... Aradaki fark açıktır. Hala AKP'nin icraatlarını sorduğumda, akrabam destek veriyor AKP'ye... niçin dediğimde, inşaatçı olduğu için şu cevabı veriyor: Sayesinde karnımız doydu... Dünyaya "açlığıyla" bakan bir toplumun Demokrasiyi benimsemesi beklenemez... Bu yüzden "Ekonomik Dengesizlik"in olduğu bir ülkede, emin olun ki bu türlü bir yapı uygulanmaktadır... Yani halk birilerini seçmeye mecbur bırakılmakta ve kandırılmaktadır. TAbi Demokrasi de böylelikle gerçekleşmez... Türkiyede ne zaman ki bu yapı değişirse, o zaman Demokratik olma ihtimali artar... 3- Halkın geçmişte edinmiş olduğu Milli Ortak Bilinç, bugün "Şeriatçılık" "Sağcılık" Solculuk" "falancılık, filancılık" diyerek parçalanmıştır. Bir çok fikir akımının temeline "Milliyetçilik Karşıtlığı"da eklenmektedir. "Milliyetçilik" olarak ortaya çıkanlar ise, bir tür "Irki" yaklaşım öne sürmektedir. "Dini" yaklaşımlarda "Milliyetçilik"i zaten yadsımaktadır... Bunu uzatmaya gerek yok, sonuçta Kurtuluş savaşında yaratılan Milli Birlik, artık yok olmuştur. Ve Demokrasinin varlığının en temel sebeplerinden biriside, aynı ülke insanlarının, aynı devlet içinde birbirlerinin yaşam haklarına, düşünce ve inanç özgürlüklerine saygı duymaları ve aynı devletin oluruna çaba sarfetmeleridir. Demokrasi "Bölücülük" olmadığı gibi "var olan düzeni yıkmak, geriletmek"te değildir. "Ben Demokratiğim" diyerek demokrasiyi savunarak "Bölücülük ve İrticaacılık" yapılamaz... Sistem demokratikse, demokrasi de bir sistemdir ve var olması için varlığını tehdit edecek akımların karşısınd olmak zorundadır. Demokrasi kendisini kullandırmamalıdır. Ancak bugün "Ben Demokratiğim" diyerek, Anayasa'ya rağmen, başkanı olduğu belediyede "Tek Resmi Dil"e rağmen "Kürtçe" konuşulmasını da serbest bırakan insanların yaşadığı, Başbakanının Cumhurbaşkanına ithafen "Ona mı soracağız" diyebildiği ve yine başbakanının vatandaşına küfrededbildiği bir ülkede Demokrasi yaşayamaz, varolamaz... 4- Demokrasinin en olmazsa olması Eğitimdir. Bunu bir kaç açıdan ele alabiliriz. Eğitin "Tevhid-i Tedrisat"la tek açıdan ele alınabilirken, artık şimdi ne yazık ki, onlarca açıdan ele alınabilmektedir. Şöyle ki: Kolejler: Cumhuriyetin ve Devrimin ruhuna kesinlikle aykırı bir oluşumdur. Parası olanın okuyabildiği, parası olmayan yetenekli insanların kenarı itildiği ve böylelikle zengine okuma hakkı verilirken, fakire sadece "hayatta kalma çabası"nı reva gören kapitalist bir eğitim kurumudur. Göz boyamak için burslu öğrenciler de okutulsa da, yine de Para hakimdir. Yeteneksiz ve Algı düşüklüğü olan bir kimse dahi bu sistemle çok kolay ve kaliteli diplomaların sahibi olabilmektedir. Ayrıca Kolejler eğitim yapıları nedeniyle Misyoner okulu olarak ta temsil edilmektedirler. Türkiyedeki "Ekonomik Yağma"nın açık bir örneğidir. Demiştim, bir kısım insanlar bilerek fakirleştiriliyor, bir kısmı bilerek zenginleştiriliyor. İşte zengin insanlar bu okullarda, yeteneksiz dahi olsalar paraları nedeniyle iyi iş sahibi olabilmektedir ve ömür boyu rahat yüzü görmektedir. Ancak fakir ama yetenekli insanlar sadece ayakta kalmaya çabalamakta ve yeteneklerini değerlendirememekte ve belli bir umut vaatçilerinin Oy Kaynağı olmaktan kurtulamamaktadır... İmam Hatipler - Kur'an Kursları: Belki bu ülkeye İmam lazım, tamam, buna katılıyorum ama bizde açılan imam hatipler kesinlikle "İmam yetiştirmek" için açılmamıştır. Eğitimi ne kadar iyi olursa olsun, Salazar'ın 3F Halkı Uyutma Formülünün "Fatima'sından başka bir şey değildir. Bir tek bu değildir tabi, aynı zamanda, anayasaya rağmen var kalmalarına destek olunarak "Tarikatler"de bu "Fatima"nın bir ayağını oluşturmaktadır... Bakın bende bir Müslümanım ve eminim ki bir çok arkadaşımız İmam hatipler konusunda bana itiraz edeceklerdir, ancak bakın gerçekten masum bir amaçları olsa haksız olurdum... Ancak bunla gerçek... Türkiye tarihinin gerçekleri bunlar. "Yeşil Kuşak" projesi bu bağlamda uygulanmış ve hala da insanların dini duyguları sömürülmektedir. Bence şu 3F'yi iyi bir araştırmalı herkes. Mesela şunu düşünün: Ben daha bir kaç ay öncesine kadar, bu Futbol-Fado-Fiesta'nın 3üncü F'sini aynen Fiesta olarak biliyordum... Yani Uyku, Sersemlik, Öğle Uykusu mansında çevirmişler bize zamanında, anlamayalım diye... Ancak bir arkadaşımın uyarısıyla ve sonunda netten de yaptığım araştırma ile gördüm ki bizim işgüzar satılmışlar, bizim insanlar uyanmasın diye "Fatima"yı "Fiesta" diye çevirmişler. Niye? Çünkü zaten dini eğitim kurumlarında hoşlanmayan kimseler var ve iş anlaşılmasın diye... Herşey çok açık bence... Dershaneler/Öss: İşte hala neyi ölçtüğü anlaşılamayan sınav sistemi ve onun sonucu olarak ortaya çıkan, öğretmenlerin emeğini, öğrencilerin parasını sömüren ve parası olmayanın önündeki en büyük engel olan sistem örüntüsü. Parası olmayan dershanelere gidemez, Öss'yi kazanamaz... Yani Para çarkının eğemen olduğu bir yapı... Ayrıntılamaya gerek yok... Yine Ekonomik Yağma/Talan'ın en açık örneği... Üniversiteler/Medreseler: Aslında ikisini aynı kefeye koymamak gerekir ama şu var ki, Üniversiteler ve Özel Üniversiteler diye saçmasapan ve kasıtlı bir ayrım var. Özel Üniversiteler zatn son derece satımış üniversitelerdir. Mesela Sabancı Üniversitesinin Tarih Bölüm Başkanı Halil Berktay, Sözde Ermeni Soykırımının olduğunu destekleyenlerin başında gelir... Sabancı Üniversitesinin ne olduğunu anlatmaya yeter belkide. Medrese özelliği hakkında ise isim versem yeter sanırım: İlim Yayma Cemiyeti, Milli Gençlik Vakfı vs vs vs... Üniversiteye gittiği halde kafasında örümcek ağlarıyla dolaşan bir çok insan vardır. Belki dini eğitimle ilgili değil ama Üniversite eğitiminin ne kadar Evrensel olmadığının bir kanıtı da şu: Töre için adam öldürür müsünüz? Cevap %70i EVET... Sonuç ortada... Üniversiteyi bitirdiği halde hala Türkiye Devletinin kurulduğu tarihi bilmeyen, Cumhuriyetin ilanını bilmeyen insanlar var... Ahu Tuğba'nın sevgilisini tanıyıpta, topu topu 2 Mareşalimizin isimlerini bilmeyen üniversitliler var hala... Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmeyen üniversiteliler var... Eğlencelerine gittiği, katıldığı siyasi partinin adını tam olarak bilemyen insanlar var üniversitelerde... Bilgi edinme amacında olmayıp, "Ortam Yapma" derdi ile üniversiteye giden insanlar var hala... Hepimiz en azından üniversiteleri az çok tanıyoruz. Demokrasi ile ilgili olan kısım ise şu: Evrensel Öğretinin/Bilginin verilmesi gereken yer olduğu halde üniversiteler, yani Demokrasinin asıl öğretildiği yer olduğu halde, Üniversiteyi bitirip hala Demokrasinin ne olduğunu bilmeyen insanlar var Türkiye'de... O yüzden siz bu ülkede Demokrasiyi hayal bile edemezsiniz... Liseler/Meslek Liseleri: Eğitimin en önemli basamağı olan kurumlar... Meslek seçimi, Milli benliğe ulaşma gibi aşamalardan geçer öğrencilr. Ancak Lise öğrencileri bugün görüyoruz ki "Uyuşturucunun" "Magazinin ve Popüler Kültürün" "Futbol Morfininin" "Cinsel Tatminsizlikten Doğan Sapıklıkların (Sevgili ******* ve eşcinsellik)" yuvası haline gelmiştir. Hiç bir Lise öğrencisi öğrenmesi gerekenleri öğrenememektedir. Yaşında görmemesi gereken uyarıcılara maruz kalmaktadır... Öğretmeninin veya Doktorunun tacizine, Sevgilisinin cinsel istismarına hatta aile içi şiddete... Sağlıksız bir birey olarak ve sağlıksız bir bilinçle yetişen bu çocukların ileride "Demokrasinin ve Cumhuriyetin" bekçiliğini yapmaları beklenebilir mi? 5- Halk artık "Bizzat Yönetime Katılacağını" bilmeyi bir yana bırakın, devleti devletin başındakilerin bile yönetmediğini, ülkenini birilerine peşkeş çekildiğini, bizim değilde birilerinin bu ülkeyi yönettiğini çok iyi görmektedir. Bırakın devletin Vatandaşı olma bilincini, ülkeden nasıl vergi kaçırırım derdine düşmüştür artık... Vatandaşlık bilinci kalmamıştır, çünkü herşeyden önce ekonomik derdi vardır. Buda halkın fakir bırakılmasının kasıtlı/kasıtsız sonucudur... 6- Artık ekonomik sorunlar herşeyden önce gelmektedir ve getirilmektedir. İnsanlar sadece ekonomik kaygılarla oy vermektedirler. Zaten siyasilerde bunlara dayanarak oy istemektedirler. Hiç kimse Demokrasininn gereğinin aslında bu olmadığından bahsetmemektedir bile. Bundan bahsetmiştim zaten... 7- Artık yönetim kimseyi ilgilendirmemektedir. Halk en sonunda kendi başının çaresine bakmakla yükümlü kalmıştır ne yazık ki... 8- Cumhuriyetin emanet edileceği, yadabu emaneti taşıyacak bilinçteki genç sayısı son derece azdır artık... Sonuçta demek istediğim, Türkiye'de insanlar planlı ve programlı bir şekilde bir düzene sokulmuştur. Zengin Fakir ayrımı doğanın bir kanunuymuş gibi dikte edilmiş ve kabul ettirilmiştir. Artık insanlar "Siyasi İdealleri" için değil, Karın tokluğu için oy kullanır hale getirilmişlerdir. En güzel vaadi kim yaparsa oyu o toplamaktadır ve ne yazık ki hepsi de aynı egemek güce çalışmaktadırlar... Milletvekilleri yolsuzluğun dik alasını yaparken, insanları da hırsızlığa ve dolandırıcılığa mecbur bırakmaktadırlar. Yani kısaca Zengin Fkir hemen herkes ülkede bir şekilde "Para" derdine düşürülmüştür. Yöneticiler maddi menfaatlerini, işgalcilerin Nihai amaçlarıyla birleştirmişlerdir. Gaflet, Dalalet ve hatta Hıyanet içindedirler. Yöneticilerini tanımayan ve hatta güvenmeyen bir halk yaratılmıştır... Böyle bir devlette Demokrasi mümkün olabilir mi? Kesinlike hayır. Türkiye ya yeni bir Devrim mücadelesi vermeli ve Demokrasinin gerçekleşmesi için gerekli olan ortama evrilmelidir, yada bu böyle devam edecektir... Bakın bu Bilgisayara format atmak gibi... Virüslerden temizleyip, Windows'u yeniden yüklemeye uygun hale getirmeden Bilgisayarı, Windows'u yükleyemezsiniz değil mi? Türkiye'de de Virüsler temizlenmeli ve Ülke Demokrasiyi yerleştirmeye uygun hale getirilmelidir. Bunun yöntemi ve ortamın nasıl olması gerektiği M. Kemal Atatürk tarafında bizzat tesbit edilmiştir. Yapılması gereken tek şey o yoldan şaşmaktır... Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.