Misafir seyrekler Gönderi tarihi: 11 Kasım , 2006 Gönderi tarihi: 11 Kasım , 2006 Dünya çapında tanınan Sumerolog Muazzez İlmiye Çığ (92), Sumerlerde fahişeliğin kutsal bir iş olarak kabul edildiğini, kendilerini, tanrı namına bu işe gönüllü olarak adayan bu kadınların diğer kadınlardan ayrılsın diye baş örtüsü taktığını söyledi. Çığ ile Açık Gazete'den Birsen Altıner söyleşti. -------------------------------------------------------------------------------- 6 Şubat 2006 - Hayran olduğum bir bilim insanıydınız. Sizi tanıyınca hayranlığımın biraz daha arttığını söylemeden edemeyeceğim. Sizi Sumerler hakkındaki çalışmalarınızla herkes tanıyor ama ben sizin geçmişinize çocukluğunuza, ilk gençlik yıllarınıza dönmek istiyorum. - 1914 Bursa doğumluyum. 1926 yılında Bursa Kız Muallim Mektebine girdim, 1931 yılında mezun oldum ve babamın da öğretmenlik yaptığı Eskişehir'de öğretmenliğe başladım. 1936 yılında Ankara’da Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesinin ilk ve tek kez olmak üzere öğretmenleri kabul etmesiyle buraya kaydımı yaptırdım. Ben ve Hatice Kızılyay adlı bir öğretmen arkadaşımla bu fırsattan yararlandık ve fakülteye başladık. - Hitit ve Sumerlilere olan ilginiz tamamen bir tesadüfle başladı demek ki. Oysa ben Atatürk’ün Anadolu medeniyetlerine verdiği önemden dolayı bu bölüme bilinçli olarak kaydınızı yaptırdığınızı düşünmüştüm. - Tamamen tesadüf oldu. Fakülteye kayıt yaptırdığımızda bütün bölümlerin dolu olduğunu söylediler. Sadece hocası yeni gelen Hititoloji bölümünde yer vardı. Yanında Sumeroloji, Arkeoloji ve yabancı dil de alacaksınız dediler. Biz de başka seçeneğimiz olmadığı için kabul ettik. Ne benim ne de arkadaşımın konuyla ilgisi vardı. Bilgimiz de yoktu. Sumeroloji nedir, Hititoloji nedir bilmiyorduk, ‘girelim de ne olursa olsun’ dedik ve bölüme kaydımızı yaptırdık. - Hocalarınız kimlerdi? - O dönemde üniversitelerimizde Nazi rejiminden getirttiğimiz çok değerli hocalar vardı. Biliyorsunuz 1933’de Hitler yönetime gelince ilk olarak Yahudi hocaları kürsülerinden attı. Ortada kaldı bu insanlar. İsviçre’de yardımlaşma derneği kuruyorlar ve bütün ülkelere bizi alın diye müracaat ediyorlar. Hitler korkusundan kimse kabul etmiyor onları. Muhacir memleketi olmasında rağmen ABD bile onları kabul etmiyor. 1932’de Atatürk bizde yeniden yapılandırılacak olan yüksekokul programını hazırlamak için İsviçre’den milletvekili de olan bir profesörü çağırıyor. Bu hocalar ‘Türkiye bizi alır mı?’ diye ona müracaat ediyorlar. Atatürk ‘derhal gelsinler’ diyor. Çünkü Atatürk yüksekokullar, üniversiteler açmak istiyor ama öğretim verecek uzman yok. Cumhuriyet kurulur kurulmaz birçok yerlere çeşitli konularda yetişsinler diye öğrenci gönderiliyor ama, bunların okuyup gelmesi zaman alacak bir proje olduğu için Atatürk bu teklifi hemen kabul ediyor. Böylece tarihte ilk defa beyin göçünü gerçekleştiriyor. Ülkemizde bilimin temelini dünyanın en meşhur hocaları, profesörleri atmıştır. Onlar olmasaydı biz bu duruma kolay gelemezdik. Bizim hocamız Benno Lansberger’di. - Hititoloji okudunuz ama Sumerlerle ilgili çalışmalar yaptınız. Buna okulda mı karar verdiniz? - Biz okuldayken Hititlerle ilgiliydik. Hititçe’yi öğrendik ve çok da seviyordum. Akatça da çok yaygındı. Hocamız bize Akatça da öğretti. Akatça’nın yanında aldık Sumerceyi... Yan evlat gibiydi Sumerce. Müzeye geçtikten sonra çok fazla Sumer tabletiyle karşılaştık. O zaman Sumerceye eğilmek mecburiyetinde kaldık. - Okuldan hemen sonra Arkeoloji Müzesinde çalışmaya başladınız değil mi? - Üniversiteyi 1940 yılında bitirdim ve İstanbul Arkeoloji Müzesine tayin oldum. 33 yıl burada çalıştıktan sonra emekli oldum. Burada çalıştığım dönem içerisinde arkadaşım Hatice Kızılyay’la birlikte çiviyazılı belgeler arşivini oluşturduk. Buraya geldiğimiz zaman gazete kağıtlarına sarılı, çıkarıldıkları gibi toz toprak içinde tabletler konuldu önümüze. Ne bir sayı, ne bir hesap vardı ortada. Kimse bizi şunu yapın bunu yapın da demiyordu. Biz arkadaşımla emekli oluncaya kadar bunları halledeceğimize dair karar verdik. Hepsini tek tek elden geçirdik. Bizden evvel tayin edilen Dr. Kraus kazıdan çıkarıldığı gibi duran tabletlerin konserve edilmesi gerektiğini söylüyor. Bunu öğrenmesi için Almanya’ya bir eleman gönderiliyor. O eleman yetişip gelinceye kadar müzede laboratuar hazırlanıyor. Biz gelinceye kadar bunlar hazırlanmıştı. Dr. Kraus’la birlikte bütün tabletleri tek tek konserve ettirtmeye başladık. Giden ve gelen tabletler arasında bir yanlışlık olmasın diye her verdiğimiz tabletin ilk ve son satırını not alıyorduk. 74.000 tableti tek tek arşivledik. Çevirdiğimiz tabletlerden 8 kitap basıldı. Kitapları MEB ve Tarih Kurumu bastı. - Yanılmıyorsam okuyucuya ulaşan kitaplarınızı emekli olduktan sonra yazdınız... - 1990 yılında, Prof. Dr. Samuel N. Kramer'in Türkçeye çevirdiğim ‘History Begins at Sumer - Tarih Sumerle Başlar’ adlı kitap Türk Tarih Kurumu Yayınlarından çıktı. 1995 yılında Kaynak Yayınları’ndan ‘Kur'an İncil ve Tevrat'ın Sumer'deki Kökeni’, 1996 yılında ‘Sumerli Ludingirra - Geçmişe Dönük Bilimkurgu’, 1997 yılında ‘İbrahim Peygamber- Sumer Yazılarına ve Arkeolojik Buluntulara Göre’, 1998 yılında ‘İnanna'nın Aşkı - Sumer'de İnanç ve Kutsal Evlenme’, yine aynı yıl ‘Zaman Tüneliyle Sumer'e Yolculuk’, 2000 yılında ‘Hititler ve Hattuşa - İştar'ın Kaleminden’, yine 2000 yılında ‘Gılgameş - Tarihte İlk Kral Kahraman’, 2002 yılında ‘Ortadoğu Uygarlık Mirası’, 2003 yılında ‘Ortadoğu Uygarlık Mirası 2’, yine 2003 yılında ‘Sumer Hayvan Masalları’ adlı kitaplarım çıktı. Söz ettiğim kitapların hepsini Kaynak Yayınları bastı. Yine Kaynak Yayınlarından 2005 yılında ‘Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği’ ve ‘Vatandaşlık Tepkilerim’ adlı kitaplarım çıktı. 2005 yılında Epsilon Yayınlarından ‘Atatürk Düşünüyor’ adında bir kitabım daha basıldı. Bir de benim hayatımı anlatan Serhat Öztürk’ün kaleme aldığı ‘Çivi Çiviyi Söker - Muazzez İlmiye Çığ Kitabı’ var. Bu kitabı da 2002 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıktı... - Söz kitaplarınızdan açılmışken ‘Vatandaşlık Tepkilerim’ adlı kitabınıza gelmek istiyorum. Bu kitapta cumhurbaşkanlarından başbakanlara, yazarlardan sanatçılara kadar pek çok isme mektup yazdınız. Kitabınız çok tepki aldı. Kitapta, camilere aşk odası konulmasından imamların genelevlerde nikah kıymasına kadar birçok konuya değindiniz. Yanılmıyorsam bir avukat hakkınızda suç duyurusunda bulunmuştu. - Evet kitabımda söz ettim bunlardan. O sıralarda televizyonlarda, gazetelerde genç güzel başı bohçalı ve makyajlı bir hanımın tarikatlarda imam nikahı ile seks yaptığını okuyunca çok kızdım. Benim inandığım Allahı kandırmaya çalışıyorlar, onu en aşağı şekilde kullanıyorlar, diye çok kızdım. 4000 yıl önce yüzlerce tanrısı, tanrıçası olan Sumerliler evlenmenin bir hukuki andlaşma olduğunu bilerek yargıç önünde onu belgelemişlerdir. Belgesi olmayan birleşmeler de evlilik sayılmamıştır. Madem dinimizde imam nikahı ile seks doğal görülüyor, o zaman gizli yerlerde değil, eski mabetlerde olduğu gibi, camilere de birer aşk odası konsun, isteyen gidip orada bir imam nikahı ile seks yapsın dedim. Böylece hem camiye gelir olur, hem de imam para kazanır. Fakat ülkemizde din kanunu değil, medeni kanun geçiyor. İmam nikahı, diye hem kanunu çiğniyorlar, hem de Allahın adını kullanarak insanları kandırıyorlar. Yine televizyonlarda görmüştüm, Fatih’te bazı evlerde yapıldığı gibi geneleve de bir hoca konsun, geleni nikahlasın, çıkanı boşasın diye yazdım. - “Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği” adlı kitabınızda Sumer’den Tevrat’a fahişeliği irdeliyorsunuz. Sumerlerde fahişelik kutsal bir iş olarak kabul ediliyor değil mi? - Tanrıça İnanna'yı ‘göğün fahişesi’ diye adlandıran belgeler var. İnanna'ın mabetlerinde rahibelerin bir görevi de fahişelik. Kendilerini, tanrı namına bu işe gönüllü olarak adayan kadınlar bunlar. Onlar diğer kadınlardan ayrılsın diye baş örtüsü takıyor. - Bugün ki türban gibi mi? - Bugün takılan türban değil, baş örtüsü de değil, baş bohçası. - Siz yapıtlarınızda yüzyıllar boyunca Batı kültürünün temelinin Yunanlılara, dininin de Tevrat'a dayandırıldığını, fakat Sumerlilerin kültürü ortaya çıkmaya başlayınca, Batı dünyasının gelişmesindeki ana kaynağın Sumer'de olduğunun anlaşıldığını söylüyorsunuz. Sumerlilerin dini çok tanrılı bir din, Yunan’da da çok tanrı var. Neden çok tanrılı din tercih ediliyor? - Nedenini ben de bilemiyorum. Sumer dininde doğada görülen her nesnenin bir tanrısı var. Yer, Gök, Hava, Su tanrıları yaratıcı, diğerleri yönetici ve koruyucu tanrılar. Şehirlerin bile tanrısı var. -Bunlar bugünkü vali ya da belediye başkanı ya da emniyet müdürlerine mi denk geliyor? - Hayır, şehir tanrılarının mümessilleri var. Şehri yönetenler onlar. - Sizi en çok etkileyen tanrı ya da tanrıça kim Sumerlerde? - Tabii ki İnanna... Yunan’da Afrodit, Roma’da Venüs, Akad’larda İştar olarak adlandırılan İnanna; güzelliğin, aşkın, cinselliğin bereketin ve çoğalmanın sembolüdür. Sumer ekonomisi tarıma dayalı olduğundan, bolluk ve bereketin tanrıçası İnanna çok önemli onlar için. - Bu tanrılar yetenekli insanlar mı yoksa insanlarda olmayan tanrısal özellikleri var mı? - İnsanlar çözemedikleri olayların insanüstü güçler tarafından yapıldığını düşünmüşler ve tanrıyı yaratmışlar. Sumerlilerde her şeyin bir tanrısı var. Güneş neden doğuyor, rüzgar neden esiyor diye cevaplayamadıkları sorulara tanrılarla cevap vermişler. Çözemedikleri şeyi tanrı yapmışlar. Ama Sumer dini günümüz dinine örnek teşkil etmiş. Tanrının yaratıcı ve yok edici gücü, tanrı korkusu, kurban adamak, törenler, ilahiler, dualar var Sumerlilerde. Sumer tabletlerinde baş örtme, Ademin cennetten kovulması ve tufan gibi konular yer almış. Örneğin tufan efsanesi Sumer’de başlamıştır ve oradan diğer dinlere geçmiştir. Ben Sumer’de yazılan tufanın, Orta Asya’da olduğunu, Sümerlilerin oradan geldiklerini kanıtlamaya çalışıyor ve bu konuda bir yazı hazırlıyorum. yeni jeolojik bilgilere göre Orta Asya’da muazzam taşkınlıklar yaşanıyor ve Aral gölü Hazar’la birleşiyor. Doğu Anadolu’ya kadar her yeri sular kaplıyor. ABD’li bir bilim adamı tufanın Karadeniz’de olduğunu söyledi ve bunu kanıtladı. Sumer tufanı da oradan geldi, dedi. Ben bunun bağlantısını bir türlü kuramamıştım ve o yüzden üzerinde durmamıştım ama, son okuduğum kitaplar bana yepyeni bir ufuk açtı. Özellikle Begmyrat Gerey’in , ‘5000 yıllık Sumer- Türkmen Bağları’ ve Tahsin Parlak’ın ‘Aral’ın Sırları’ kitapları. Bunlar bir taraftan Orta Asya’da büyük taşkınlıkların olduğu kanıtlarken diğer taraftan Türkmenistan ile Sumerliler arsındaki bağlantıyı kanıtlıyorlar. Sumer’deki buluntuların aynı Türkmenistan’da da bulundu. Türkmenistan’da tarımın çok eskiden başladığı, tekerleğin çok eskiden kullanıldığı kanıtlanıyor. Türkmen diliyle Sumer dilinin mukayesesi yapılıyor, hem kelime bakımından hem gramer bakımından birbirleriyle çok benzeştikleri görülüyor. Belli ki Sumerliler Orta Asya’dan gelmişler. Tufanı da atalarından duymuş olmalılar. Çünkü Tufan İ.Ö 10. bin. 12. bin yılları arasında olmuş. Sumer metni ilk 2000’lerde yazıldı. Akatça yazılı Gılgameş destanının son kısmını oluşturan bu hikaye, ölümsüzlüğü arayan Gılgameş'e, tufandan kurtulup Tanrılar tarafından ölümsüzlük verilen Utnapiştim tarafından anlatılmış. Daha sonra bulunan Sumer tabletlerinde ise Tufan kahramanının adı Ziusudra. - Tufan nasıl olmuş? - Birdenbire buzlar eriyor, bir ısınma oluyor. Karadeniz’deki taşkınlıklar o zaman oluyor. Asya’daki bir anlatıya göre, Aral gölünün tam kenarında adı ‘Gemi Yapılan Yer’ olarak geçen bir yer var. Burada sonra kutsal kitaplarda Nuh olarak adlandırılan biri gemi yapıyor. Tufan kopunca gemiye biniyor ve Kafkasya’dan dolaşarak Cudi dağına geliyor. Orada konaklıyor. Sonra yine kendi memleketine dönüyor ve orda halkı büyütüyor. - Sumerlilerin Orta Asya’dan geldiğinin başka belirtileri var mı? - Örneğin Mezopotamya’da taş yok, ama Sumerlerde taş işçiliği var. Belli ki öğrenip gelmişler. Gılgameş destanında akrep adamlar vardır. İran’daki bir kazıdan üzerinde akrep figürü olan madeni eşyalar bulundu ama Mezopotamya’da bulunmadı. Bunlar birer kanıt. - Tarihte ilk tek tanrılı din hangisi? - Tek tanrı Mısır’da başlıyor. Firavun Akhneton birdenbire ‘Bir tek Güneş tanrısı var, başka tanrı yok’ diyor. Diğer tanrıların rahiplerinin gücünü azaltıyor böylece Akhneton. Bu durum uzun sürmüyor, çünkü erken ölüyor. Onun ölümünden sonra tekrar çok tanrılı dine geçiliyor ve tek tanrıya inanalar öldürülüyor. Musa bu katliamdan kaçıp İsrailoğullarına sığınıyor. Daha sonra Musa tek tanrılı din olan Museviliği başlatmıştır biliyorsunuz. - Gelelim Sumerlilerdeki yaşama... Sumerlilerde bilimin, tıbbın, astronominin çok ileri olduğu biliniyor. - Sumerliler gökyüzünü inceleyerek, ayın hareketine göre seneyi otuzar günlük 12 aya bölmüşler. Güneş sistemine göre de her yıl artan 10 günleri toplayarak üç yılda bir seneyi 13 ay yapmışlar. Burçları Sümerliler saptamış. Dünyadaki bütün olayların gökyüzünde yazılı olduğuna inanan Sumerliler, onu incelerken astronomi ve astrolojinin temelini kurmuşlardır. Matematikte çok ileriler. Cebirin kökeni de Sumerlilere dayanmaktadır. Tıp alanında da ileri düzeydeler. Hastalıkları ve onlara yarayacak ilaçları bulmuşlar.” - Muazzez Hanım, gerek din, gerek bilim Sumerlilere çok şey borçlu. Kısacası insanlık Sumerlilere çok şey borçlu diyebiliriz sanıyorum. Konu hakkında çok daha uzun konuşabiliriz ama, ben sizi yormaktan çekiniyor ve söyleşimize nokta koymak istiyorum. Ayrıca Açık Gazete'ye ayırdığınız zaman için teşekkür ediyorum. Kaynak : http://www.turkish-media.com/forum/index.p...w_post&f=95 Alıntı
Φ GıLgaMeŞ Gönderi tarihi: 12 Kasım , 2006 Gönderi tarihi: 12 Kasım , 2006 Örtünme arzusu fıtridir.Sosyal kazanımlar bu hissiyatın gelişimide azımsanmayacak bir rol sahibidir.Sosyalleşme yolunda insanlar bir birlerinden bir şeyler edinirler.Ayrıca sümerler ''hafife'' alınacak bir kavim değildi.Zamanlarında nebiler gelmiş ve tesettürü o peygamberlerden öğrenmiş ve zamanlada bu gelenek haline gelmiş olması muhtemeldir.Meşhur gılgameş destanında NUH nebinin adıda geçmektedir. Dolayısıyla böyle benzerliklerin görülmesinin , biri diğerinden türedi manasına yorumlamak zannımca eksik bir incelemedir. İslamın örtünme emrinin, kendi içindeki hudutları ''nezihane'' belirlenmiştir.Bu gün burka adıyla afganistanda yaygın olan veya anadolunun bazı yerlerinde kara çarşaf adıyla bildiğimiz, örtü şekli İslamın emri değil,bilakis bireylerin tercihleridir.Sınırlar belli olduktan sonra bu ve benzeri tercihlere ''saygı'' duymak gerekmektedir.Mesela burada şunu söylemek yerinde olacaktır: Acaba tarih içinde ''çıplaklığın'' ve '' hippiliğin'' temelini teşkil eden bir giyim kuşam tarzı var mıdır?Acaba neden bunlarda tarihsel seyri içinde araştırılmıyor incelenmiyor...Mesela Türkiyemizde dahil, bir çok İslam memleketinde örtülülerin yanında, bir o kadarda ''açık'' giyinen kimseler vardır.Neden bunlara dair bir tenkit ve ilmi bir analiz yapılmamaktadır? Saygılar... Alıntı
Φ saklıgerçek Gönderi tarihi: 12 Kasım , 2006 Gönderi tarihi: 12 Kasım , 2006 Örtünme arzusu fıtridir.Sosyal kazanımlar bu hissiyatın gelişimide azımsanmayacak bir rol sahibidir.Sosyalleşme yolunda insanlar bir birlerinden bir şeyler edinirler.Ayrıca sümerler ''hafife'' alınacak bir kavim değildi.Zamanlarında nebiler gelmiş ve tesettürü o peygamberlerden öğrenmiş ve zamanlada bu gelenek haline gelmiş olması muhtemeldir.Meşhur gılgameş destanında NUH nebinin adıda geçmektedir. Dolayısıyla böyle benzerliklerin görülmesinin , biri diğerinden türedi manasına yorumlamak zannımca eksik bir incelemedir. İslamın örtünme emrinin, kendi içindeki hudutları ''nezihane'' belirlenmiştir.Bu gün burka adıyla afganistanda yaygın olan veya anadolunun bazı yerlerinde kara çarşaf adıyla bildiğimiz, örtü şekli İslamın emri değil,bilakis bireylerin tercihleridir.Sınırlar belli olduktan sonra bu ve benzeri tercihlere ''saygı'' duymak gerekmektedir.Mesela burada şunu söylemek yerinde olacaktır: Acaba tarih içinde ''çıplaklığın'' ve '' hippiliğin'' temelini teşkil eden bir giyim kuşam tarzı var mıdır?Acaba neden bunlarda tarihsel seyri içinde araştırılmıyor incelenmiyor...Mesela Türkiyemizde dahil, bir çok İslam memleketinde örtülülerin yanında, bir o kadarda ''açık'' giyinen kimseler vardır.Neden bunlara dair bir tenkit ve ilmi bir analiz yapılmamaktadır? Saygılar... İşte bir büyük saptırtma örneği daha Sn.Gılgamış bilmiyorsun ama maksat yeşillik olsun diye yazıyorsun. Buyur gılgamışın özeti nuh nebin nerede bir bul bakalım sapttırtmanın böylesi ilginç. ÖLÜMSÜZLÜĞÜN ARANDIĞI BİR DESTAN: GILGAMIŞ DESTANI Gılgamış destanı Nuh Tufanı'nın anlatıldığı ilk yazılı eserdir. Uruk kentinin kralı Gılgamış'ın yaşamını anlatan destan, kimilerine göre kutsal kitapların da kaynağıdır. Çoğu tarihçi, tarihin, çivi yazısını bulan Sümerlilerle başladığını söyler. M.Ö. 4 bininci yılın ikinci yarısında Aşağı Mezopotomya'da yaşayan; Ur, Uruk, Kiş, Eridu, Lagaş ve Nippu gibi önemli kentler kuran Sümerlerden geriye, o dönemi yansıtan pek çok eser kalmıştır. Bunlardan belki de en önemlisi, içinde Nuh Tufanı'nın da anlatıldığı Gılgamış Destanı'dır. Sümer diliyle "Sha Nagba İmuru" yani "Her şeyi görmüş olan" Gılgamış, bugün Gaziantep'in Suriye'ye sınır ilçesi Karkamış'ın o dönemki adıyla, Uruk kentinin kralıdır. İlk yazılış tarihi M.Ö. 2500-3000 yılları arasında olduğu tahmin edilen destan, Sümerce 12 tane kil tablete yazılmıştır. İlk yazılımın dışında destan, daha sonra Babil döneminde iki kez daha yazılmıştır. Toplam 2 bin 900 satır olduğu tahmin edilen destanın en önemli bölümleri eksiktir. Sadece yüzde 60'ı tam olarak bulunan şiir formatında yazılmış destanın bazı dizelerinin başı ve sonu yoktur. Destanın Sümerce yazımının anlaşılması oldukça zordur. M.Ö. 1800 yıllarında Babil kralı Hamurabi zamanında tekrar yazılan Gılgamış Destanı'nın üç tableti bulunamamıştır. Destanın son yazılım tarihi tam olarak bilinemese de, son ozanının, Kassitler çağında yaşamış Sin Lekke Unnini adında bir sanatçı olduğu kabul edilmektedir. Destanın kahramanı Uruk Kralı Gılgamış, dörttü üçü tanrı, dörtte biri insan olan bir varlıktır. Gılgamış halk tarafından çok sevilir ama, kral aynı zamanda sert, güçlü ve mağrurdur. Halk bu öfkeli kralın burnu biraz sürtülsün düşüncesiyle tanrılardan yardım ister. Dualar boşa gitmez ve tanrıça Aruru, yarı vahşi bir yaratık olan Enkidu'yu yeryüzüne gönderir. Enkidu destanın ikinci önemli karakteridir. Fakat Enkidu'nun kırlarda yaptığı kıyımlar Gılgamış'tan çok dilekte bulunan Uruk halkının başına bela olur. Gılgamış, Enkidu'yu yola getirmek için güzel bir fahişe yollar ve ehlileşmesini sağlar. Kadının peşinden kente gelen Enkidu krallar gibi ağırlanır, güzel kokularla yıkanır, kentlilere özgün elbiseler giyer, oturup kalkma dersleri alır. Tanrının isteğinin aksine Gılgamış'la Enkidu çok iyi arkadaş olurlar. Güçlerini sınamak için yola koyulan ikili, kendilerine hasım olarak, korkunç sesiyle bile insanları öldürebilen Sedir ormanının korucusu dev Huvava'yı seçer. Ancak devin gürleyişi karşısında Enkidu korkudan dona kalır. Gılgamış ise etkilenmez ve devi öldürür. Bunu gören tanrıça İştar, Gılgamış'a aşık olur. Fakat Gılgamış tanrıça İştar'ı, fahişe gibi davranıp her önüne gelenle hatta hayvanlarla bile birlikte olduğu için aşağılar ve reddeder. Tanrıçanın intikam almak için Uruk kentine yaptığı saldırılar ise iki kahraman tarafından bertaraf edilir. Günün birinde Enkidu ölüme yenik düşer. Dostunu yitirdiği için çılgına dönen Gılgamış, kendisinin de bir gün öleceği gerçeği ile karşılaştığından paniğe kapılır. Ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek için "tufan"ı yaşamış ve ölümsüzlüğe ermiş olan Utnapiştim'i görmeye gider. Utnapiştim, binbir zorlukla Mutlular Adası'ndaki evine gelen Gılgamış'ı geri çevirmez ve ona tufanı anlatır. Tanrılar bir tufan ile insanları yok etme kararı alırlar. Ancak Utnapiştim, tanrı Ea'nın uyarısı üzerine ailesini, çeşitli zenaat erbabını, hayvan ve bitki türlerini içine alacak yedi bölümden oluşan bir gemi inşa eder. Yedi gün, yedi gece süren ve yeryüzünün sularla kaplandığı tufan sonunda Utnapiştim'in gemisi Nisir Dağı'nın tepesinde karaya oturur. Utnapiştim, Gılgamış'tan, genç kalmanın sırrının, denizin diplerinde bulunan bir bitkide olduğunu saklamaz. Kral sevinçle denizin diplerine dalar ve otu bulur. Ancak Gılgamış'ın yorgunluktan uykuya dalmasından yararlanan bir yılan, otu yutuverir. Destan, yılanların her bahar deri değiştirmesini bu olaya bağlamıştır. Ebediyen varolma şansını yitiren Gılgamış deliye döner. Çaresiz bir biçimde geldiği Uruk'ta artık Enkidu'nun ruhuyla kurduğu ilişkiden başka avuntusu kalmamıştır. Gılgamış, Enkidu'ya ölümden sonraki hayata dair yönelttiği sorularla biraz olsun teselli bulurken bilgeliğin dünyanın nimetlerinden yararlanmak anlamına geldiğini kavrar ve destan da sona erer. Gelelim İslamda Kadına İslam zaten kadını insan yerine koymaz bunu her ayette görebilirsin.Kadın erkeğin şehevi amacından başka bişeye yaramaz.Şahitliği iki kadın bir erkek ayarındadır, miras payı erkeğin yarısıdır,muta nikahı denen uydurmayla kiralanır,Hüllede ceza kadınadır başka birisiyle ilişkide bulunmadan eski kocasına dönemez (boşayan erkek olduğu halde) Kadının hali islam ülkelerinde bellidir başını kapama eve kapatma hep islamın emridir.Uyanın kadınlar laiklikten başka kurtuluşunuz yok. Alıntı
Φ GıLgaMeŞ Gönderi tarihi: 12 Kasım , 2006 Gönderi tarihi: 12 Kasım , 2006 Vatandaş! Gılgameş destanını orjinal metninden okudum ben!Sayfaların yarım kaldığı tabletlerin çözülemediği yerleri,senin gibi yorumlamadan anlatan metinlerden. Tufanda bahsi geçen UTNAPİŞTİM denilen şahsın Nuh aleyhisselam olduğunu iddia eden tarihçiler var! Kaldıki bana nazire yetiştireceğine gitte destanı oku evvela. Bir husus daha ben buraya yazarken , neyi anlatmışım sen ne anlatıyorsun! Senin başka işin gücün yokmu? Alıntı
Φ saklıgerçek Gönderi tarihi: 12 Kasım , 2006 Gönderi tarihi: 12 Kasım , 2006 Vatandaş! Gılgameş destanını orjinal metninden okudum ben!Sayfaların yarım kaldığı tabletlerin çözülemediği yerleri,senin gibi yorumlamadan anlatan metinlerden. Tufanda bahsi geçen UTNAPİŞTİM denilen şahsın Nuh aleyhisselam olduğunu iddia eden tarihçiler var! Kaldıki bana nazire yetiştireceğine gitte destanı oku evvela. Bir husus daha ben buraya yazarken , neyi anlatmışım sen ne anlatıyorsun! Senin başka işin gücün yokmu? Sn.Gılgamış çok pişkinsiniz su damlası düşşe yarabbi şükür diyorsunuz.Yarım kalan tabletlerden orjinal metinden okuduğunuzdan bahsetmişsiniz destanda nuh yazdığına dair hazırlayın bilimsel bir makale ortalık karışsın biraz orada nuh ne arasın.Nuh un bu destanda olduğunu savunan tarihçiye millet kafayı yemiş gözüyle bakar okadar çok tanrının olduğu yerde tek tanrılı sistemin elçisi olduğunu savunduğunuz nuh ne arasın.Nuh ta efsanelerin masallarından biri ve yeri de bu destan ayrıca ismide uyarlandığı üzre nuh değil utnapiştim sn.gılgamış yazacaklarımızı iyice düşünüp öyle yazalım.Bir önceki metinde yazdıkların belli işte aşşağıda. Meşhur gılgameş destanında NUH nebinin adıda geçmektedir. Şu anda verdiğin cevap ise oda bu yazının altında Tufanda bahsi geçen UTNAPİŞTİM denilen şahsın Nuh aleyhisselam olduğunu iddia eden tarihçiler var! İkisi birbirinden nekadar farklı değilmi Sn.Gılgamış artık bi karar verin ve yazacaklarınızın arkasında durun yoksa garip kavram karmaşası çıkıyor ortaya yazdıklarınızıda iyice okuyun herşeye cevap yetiştirme telaşesinden de vazgeçin Yoksa böyle ters duruma düşünce insan suratına balyoz yemiş gibi olur.Saygılar Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.