Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Dinler


netman

Önerilen İletiler

[ DİN ]

 

 

Din, ilk insanla birlikte doğal olarak var olmuştur. İnsan var olduğu sürece de devam edecektir. Çünkü insanın yaratılışında, kendisini yoktan var edeni bilme, O'na inanma, bağlanma, kulluk yapma duygusu ve ihtiyacı vardır. Fıtratı bozulmamış bir insanda bu ihtiyaç mutlaka kendisini gösterir ve tıpkı fiziki varlığın yeme, içme bilmeye, o'na inanmaya ve bağlanmaya ihtiyaç duyar. İnsan, fıtratındaki bu duyguyla aklını kullanarak, yaratanının varlığını ve birliğini kavrayabilir. Ancak, yaratıcısının, kendisinin mutluluğu için ondan neler istediğini, hangi davranışlarından razı olup hangilerinden hoşlanmayacağını, kısacası o'nun hoşnutluğunu nasıl elde edeceğini, bunun yanında, sinirli olarak yaratılmış bulunan insan aklının, mücerred düşünmekle ulaşamayacağı birtakım soyut meseleleri bilemez. İşte sınırlı olarak yaratılmış bulunan insan aklının, tek başına çözemeyeceği bu tür meselelerin cevabini ancak hak din verebilir.

 

 

Bunun için Allah, insanlar içinden peygamber görevlendirerek onlar aracılığıyla insanları dünya ve ahirette mutluluğa ulaştıracak esasları insanlara bildirmiştir. İşte Allah’ın Peygamberleri aracılığıyla akıl sahiplerine gönderdiği, onları kendi irade ve seçimleriyle doğruya ve mutluluğa ulaştıran bu hayat düzenine din denir.

 

 

Dini kuralların koyucusu Yüce Allah'tır. Peygamberler dahil hiç bir kimsenin din koyma yetkisi yoktur. Peygamberler, dini hükümleri tebliğ etmekle yükümlüdürler. Tarih boyunca insanların din olarak ortaya koydukları birtakım ilke ve kurallar hiçbir zaman hak din niteliği taşımaz. Vahye dayanmayan yani bir peygamber tarafından tebliğ edilmemiş olan bu gibi sistemler, insanlığı maddi ve manevi bütün yönleriyle kuşatıcı özelliğe sahip olamaz. Bunun yanında asılları vahye dayanmakla birlikte, temel ilkeleri korunmamış ve zaman içinde asliyetini yitirip bambaşka şekiller alarak bozulmuş dinler de vardır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İSLAMİYET

 

[ İSLAM'A GİRİŞ ]

 

İslâm’a giriş, imanla gerçekleşir. İman, Allah Teâlânın Hz.Muhammed'e indirdiği, o'nun da insanlara tebliğ ettiği kesin olarak belli olan şeylerin tümüne tereddütsüz inanmak ve onaylamaktır. İmanın temelini, iste bu kabul ve onaylama oluşturur.

 

Müslüman olmak isteyen kişi bu kabul ve tasdikini "Şehadet ederim ki, Allah’tan başka tanrı yoktur ve yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed O'nun kulu ve elçisidir" mealindeki "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülüh" cümlesiyle açıklar. Bu cümleye "Kelime-i Şehadet" denir.

 

İman, bilerek, isteyerek benimseyerek inanmaktır. Bir kimse kalben inanmadığı halde diliyle bu cümleyi söylese iman etmiş olmaz. Kelime-i şehadeti söyleyen kimse, son ilahi kitap Kur'an-ı Kerim'i bütünüyle benimsemiş ve Allah’ın son peygamber Hz. Muhammed'e vahiy yoluyla bildirdiği, Onun da insanlara tebliğ ettiği her şeyi tamamen kabul etmiş demektir. Bu sebeple Allah’ın varlığına ve birliğine imanın yanında; meleklerin varlığına Allah’ın gönderdiği kitapların gerçek olduğuna, peygamberlere, Ahiret gününe her şeyin Allah’ın takdiriyle meydana geldiğine, kısacası Kur'an-ı Kerim'in ve peygamberimiz Hz. Muhammed'in kesin ve net olarak bildirdiği şeylerin hepsine inanmak imanın şartıdır. "Kelime-i Şehadet" bütün bunları topluca kabul ve tasdik etmeyi ifade eden bir anahtar cümledir. Bu yüzden Kelime-i Şehadet, İslâm’a giriş sözleşmesi yapmak gibidir. Bu sözleşmeyi yapan insan, Allah'a büyük bir söz vermiş, O'nun emirlerini tereddütsüz bir şekilde kabul edip yerine getirmeyi,yasaklarından kaçınmayı benimsemiş olmaktadır.

 

Kelime-i Şehadeti söyleyerek yaptığımız sözleşmeye bütün mahlukat şahit oluyor. Şayet bu sözleşmeyi bozarsak, sözümüzden döndüğümüze şahit olan veya bu sözleşmeye aykırı hareket ettiğimize tanık olan yeryüzündeki ve gökyüzündeki her şey Allah’ın huzurunda aleyhimize şahitlik edecektir.

 

Ayrıca, bu sözleşme ile müslüman toplumun bir ferdi haline gelmiş oluyoruz. Müslümanlarla evlenme, zekat alma, verme, müslümanlarla her türlü dayanışma bu sözleşmenin kapsamına girmektedir.

 

İman etmek için kimse zorlanamaz. İslâm’a girmek isteyen kendi isteğiyle girer. İman etmeden önce araştırma yapılabilir, kafada oluşan her türlü tereddüt ve şüphenin cevabi aranabilir. Ancak iman ettikten sonra iyi bir mümin, iyi bir müslüman olabilmek için kalpten her türlü tereddüdü söküp atmak gerekir. Çünkü imanla tereddüt bir arada olmaz. Bu yüzden iman, insanin kalbinin derinliklerine öylesine kök salmalı ki onu İslâm’a aykırı davranışlardan alıkoymalı, onun zihniyetinin, ahlakinin ve davranışlarının İslâm’a göre şekillenmesine imkan vermeli.

 

İslâm’a girmek için herhangi bir aracıya ihtiyaç yoktur. Bir kimse yukarıda belirttiğimiz hususlara inanmak suretiyle kendiliğinden İslâm’a girebilir.Bu hususta başkaları kendisine ancak bilgi vererek yardımcı olabilirler. İslâm’a giren kimse kendisine, tam bir inanç berraklığı kazandıracak kaynağa ulaşmış olmaktadır. Böylece önemli bir inanç değişiminden sonra ilk fırsatta bir de gusül (boy abdesti) alınmalıdır. Gusül ilerde tarif edilecektir.

 

[ İSLAM'I ÖĞRENME ]

 

Önceden bir başka dine mensupken veya dini bir inancı yokken sonradan müslüman olan bir kimsenin hayatındaki en önemli dönüm noktası, hiç şüphesiz İslâm’a girdiği andır. Bu öyle bir an ki geçmişin tüm günahlarını silmekte ve müslüman olan kişinin hayatında tertemiz, bembeyaz bir sayfa açmaktadır. Şu halde bu tertemiz sayfanın kirlenmemesi ve iyi bir başlangıç yapılması, o kimsenin dünya ve ahiret mutluluğu açısından çok önemlidir.

 

Zerrece tereddüde yer vermeyen temiz bir imanla İslâm’a girdikten sonra İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenme gayreti içine girmek gerekir. Çünkü İslâm’ın temel ve vazgeçilmez öğretilerini bilmeden İslâm’ı tam manasıyla yaşayabilmek pek mümkün olmaz. Gerçek bir mü'min, İslâm’ı iyi tanımalı, ona bilinçli bir şekilde sarılmalı ve onu hayata geçirmeye çalışmalıdır.

 

En iyi müslüman Allah'a karşı en yüce saygı gösteren müslümandır.Allah'a karşı en iyi saygı gösterebilmek İslâmi deyimiyle muttakilerden olabilmek için nasıl muttaki olunabileceğini bilmek gerekir. Bilgisiz bir şekilde İslâm’ı hayata geçirmek en azından istendiği şekilde hayata geçirmek pek mümkün olmaz bu durum, Işık olmadan, gece zifiri karanlıkta yol almaya benzer. Böyle bir kimse yoldaki işaretleri farkedemez ve muhtemelen farkında olmadan yoldan çıkabilir veya bir çukura yuvarlanabilir. İste bu sebeple hiç olmazsa asgari seviyede neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırtedebilecek; kimin doğru kimin yanlış söylediğini sezebilecek seviyede de olsa bir İslâmî bilgi elde etmek gayreti içinde olmak gerekir.

 

Az çok İslâmî bir bilgiye sahip olan insan, İslâm'ın aydınlık yolunu apaçık görebilir. Küfrün, şirkin, ahlâksızlığın İslâm’a ters düsen unsurlarını farkedebilir. En azından kendisine rehberlik yapmaya kalkan insanlardan hangisinin rehberlik yapabileceğini hangisinin yapamayacağını ayırdedebilir.

 

Çağımızda pek çok müslüman, mealesef, İslâm'ın güzelliklerini hayatlarına yansıtama mışlardır. Çünkü onlar da İslâm'ı yeterince öğrenebilmiş değillerdir.Bu yüzden yalnızca bugünkü müslüman toplulukları taklit ederek İslâm'ı doğru bir şekilde hayata geçirebilmek pek mümkün olamaz.

 

Kur'an-i Kerim, okumaları, anlamaları, içindekilere göre hareket etmeleri ve prensipleri ni hayata geçirmeleri için insanlara gönderilmiştir.

 

Peygamber Efendimiz de İslâm'ın nasıl hayata geçirileceğini bizzat yasayarak ve anlatarak göstermiştir. Öyleyse bir müslüman, Kur'an-i Kerim'i ve Peygamber Efendimizin İslâm'ı hayata geçiriş tarzını öğrenmeye gayret etmelidir ki, tam manasıyla Allah'a teslimiyet içinde olabilsin ve son peygamberin örnekliğinden yararlanabilsin.

 

İslâm'ı doğru kaynaklardan doğru bir şekilde öğrenmeye çalışmalıdır. Bunun için İslâm'ı bilen kimselerin kılavuzluğundan yararlanmak en kestirme yoldur. İslâm'ı öğrenirken belli bir sıra takibedilmeli ve kendisini öncelikle ilgilendiren konular dan başlamalı. Bir müslümanı kişisel olarak ilgilendiren en öncelikli konular ise yerine getirmekle yükümlü olduğu farzlar ve sakınması gereken haramlardır. Farzların basında da müslüman olduğu günden itibaren kılmaya başlaması gereken günlük ibadeti beş vakit namaz gelir. Yeni İslâm’a girmiş bir müslüman, bu konuda ya pratik olarak diğer Müslümanların kılavuzluğundan yararlanmalı yada konuyla ilgili hazırlanmış eğitici ve öğretici görüntülü yayınlardan istifade etmelidir.

 

Böylece bir mümin ilkönce yapabildiği kadarıyla günlük ibadeti olan namazları kılmaya baslar, bilahare yavaş yavaş eksikliklerini gidermeye gerekenleri öğrenmeye ve namazı usulüne uygun olarak kılmaya gayret eder.

 

[ İSLAM'I YAŞAMA ]

 

Bir önceki baslıkta, kısaca İslâm'ı öğrenmenin öneminden söz ettik. İslâm’ı öğrenmenin amacı onu hayata geçirmektir. Çünkü hayata geçirilmeyen bir bilginin değeri yoktur. Elde edilen bilgiler hayata geçirilirse bir anlam kazanır.

 

İslâmî bilgileri elde ettiği halde bunları hayata geçirmeyen bir müslümanın hali, hastalığıyla ilgili reçetedeki ilaçları çok iyi bilen fakat bu ilaçları alıp kullanmayan kimsenin haline benzer.

 

İmanı bir tohuma benzetirsek; gerek ibadet gerek ahlak ve muamelat sahasındaki İslâmî esasların hayata geçirilmesi, bu tohumun filizlenip yeşermesine, yaprak açmasına ve meyve vermesine benzer. İnandığı halde bu inancını hayata geçirmeyen kimse, aklında güzel şeyler tasarlayıp bunları uygulamaya koymayan kimse gibidir.

 

İmanı sağlıklı bir şekilde koruyabilmek edebilmek, dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek ve neticede huzurlu olabilmek için mü’min, Yüce Allah’la manen bağlantı kurmak ve bu bağlantıyı devam ettirmek ihtiyacındadır. Çünkü insan, Allah’ı bilmek ve ona ibadet etmekle tam bir huzura kavuşabilir. Yoksa ruhunda daima bir boşluk daima bir sıkıntı duyar. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, fiziki varlığımızı sağlıklı bir şekilde sürdürebilmek için nasıl yeme, içme, uyuma gibi bir takım biyolojik ihtiyaçları gidermek zorundaysak ruhumuzun canlılığını ve diriliğini muhafaza edebilmek ve rûhi melekelerimizi geliştirebilmek için de ibadete ihtiyacımız vardır.

 

İman ettikten sonra bu imanın gereklerini yerine getirmemek, bir çelişki olur. Huzurlu olabilmek için çelişkilerden kurtulmak gerekir. Çünkü çelişkiler içinde bocalayan bir kimsenin huzurlu olması düşünülemez.

 

Müslümanlık bir giyim kuşam ve sekil değişikliğinden veya mücerred bazı sözler söyle mekten ibaret değildir. O bir zihniyettir. İste bu sebeple mü’min, Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed’le kemale erdirdiği dini gönülden ve içten benimseyerek onu hayata geçirme gayreti içinde olur.

 

İbadet, müslüman olduğunu söyleyen kimsenin, bu iddiasında sadık olup olmadığını ortaya koyan en önemli göstergelerden biridir. Çünkü iman ettikten sonra ibadet ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bizi yoktan var eden, binbir çeşit nimete garkeden, rahmeti, bilgisi, gücü her zerreyi kuşatan, sonsuz kudretin varlığını kabul edip de O’na karsı sonsuz bir hayranlık ve minnet duymamak mümkün müdür? İste ibadet, kulun bu hayranlığını ve minnetini ifade eden bir vasıtadır. İbadet, yalnız birtakım şekillere, diş görünüşlere bağlı hareketlerden ibaret değildir. İbadette esas olan özdür. Huşu olmadan yapılacak bir ibadetin içi bostur.

 

Samimi bir mü’min, her hareketinin ve davranışının Allah’ın rızasına uygun olup olma dığını göz önünde bulundurur. Böyle hareket ettiği takdirde yaptığı her meşru fiil bir ibadet hükmünü almaya baslar.

 

İslâm’a göre, İslâm’a girerken, ibadet ederken, dua yaparken her hangi bir aracıya ihtiyaç yoktur. Her insan doğrudan doğruya Allah’a el açıp yakarabilir. İbadet yapabilir. Günahları af yetkisi de sadece Yüce Allah’a aittir. Allah’tan başka hiç kimse günah affedemez. İlerdeki sahifelerde İslâm’ daki ibadetlerle ilgili kısaca bilgi verilecektir.

 

İslâm ahlakıyla ahlaklanma da İslâm'ı yasamanın en önemli bölümlerinden birini oluşturur. Denilebilirki; hiç bir dinde ve hiç bir düşünce sisteminde İslâm’da güzel ahlaka verilen önem kadar önem verilmemiştir. Hatta Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed "Ben ancak ahlaki faziletleri tamamlamak için gönderildim" buyurmuştur. Bu yüzden müslümanın ahlakini güzelleştirmesi en temel hedeflerden biri olmalıdır. Bu amaçla mü’min, İslâm'ın kendinden istediği kişisel ve toplumsal görevlerini öğrenmek ve bunun sonucunda güzel hareketlerle bezenmek, çirkin alışkanlıklardan kaçınmak zorundadır.

 

 

[ İSLAM'I TANITMA: ]

 

Susuzluktan dudakları çatlamış birisinin, pınara ulaşıp kana kana içtikten sonra kendisi gibi susuzluk çektiğini bildiği diğer insanları da o pınara ulaştırmak için bir çaba sarf etmemesi düşünülemez. Bunun gibi, gerçekten İslâm’a yürekten inanmış ve İslâm'ın nasıl berrak bir pınar olduğunu görmüş olan bir kimsenin, yapabiliyor ve becerebiliyorsa o kaynağa başkalarını da ulaştırmak için gayret göstermesi dini bir vecibedir.

 

Gönülden inandığı ve benimsediği, son hak din İslâm'ı herhangi bir baskı ve zorlamaya başvurmadan diğer insanlara da ulaştırma gayreti içinde olmak ve bu uğurda karsılaşacağı güçlükleri göğüslemek, ortaya çıkacak engelleri ortadan kaldırmak için mücadele etmek her müslümanın görevidir. Bir başka dinden veya düşünce sisteminden İslam’a geçmiş bulunan kimseler, daha önce mensubu bulundukları dinin yahutta düşünce sistemi nin saliklerini iyi tanıdıkları için, bu konuda, müslüman toplumlarda yetişip geleneksel olarak Müslüman olanlardan daha basarili olabilir ve Peygamber Efendimizin su müjdesine kavuşabilirler: " Senin aracılığınla bir kimsenin müslüman olması, senin için dünya ve dünyadaki herşeyden daha hayırlıdır."

 

Bu sebeple yeni İslâm’a girmiş kardeşlerimize, güzel bir şekilde yapabileceklerse İslâm'ı başka insanlara da tanıtmak için çaba sarfetmelerini tavsiye ediyoruz. Bu konuda temel prensip, sevdirmek, kolaylaştırmak, müjdelemek ve ümit vermek olmalıdır.

 

İSLAM DİNİ HAKKINDA BAZI TEMEL BİLGİLER ]

 

Müslümanlar, dünya nüfusunun dörtte birini oluşturmaktadırlar. İslâmîyet bugün artık beş kıtaya yayılmış vaziyettedir. İslâm Dininin Dünya Medeniyetine çok büyük katkıları olmuştur. İslâm'ı çeşitli yönleriyle tanımak için bu dini çeşitli yönleriyle tanıtan muteber eserlere müracaat etmek gerekir. Bu küçük broşürde amaçlanan ise, İslâm Dininin itikat ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili çok özet bilgiler sunarak bir ön fikir vermektir.

 

İslâm: "İslâm", Arapça bir kelimedir. Kökü "barış" anlamına gelen "silm (selm)" kelimesine dayanır. Sözlükte itaat etme, boyun eğme anlamına gelir. Herhangi bir zorlama olmaksızın gönülden ve içtenlikle Allah’a itaat etmek, O’na teslim olmak, emir ve yasaklarına kayıtsız şartsız boyun eğmek demektir.

 

İslâm, Yüce Allah’ın son Peygamber Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla bildirdiği O’nun da insanlara ulaştırdığı şeylerin tümünü kabul ederek onları yasamak, sözleri ve isleriyle onları kabul ettiğini göstermek, Allah’a ve Rasulüne itaat etmektir.

 

Müslüman: İslâm Dininin kurallarına uyan, İslâm'ın kurallarını hayata geçiren kimsedir.

 

İman: Sözlük anlamı doğrulamak tasdik etmek bir şeye tereddütsüz ve kesin olarak yürekten inanmak anlamına gelen iman, İslâmî bir deyim olarak Allah’a ve Hz. Muhammad’in Allah tarafından haber verdiği kesin olarak belli olan şeylerin doğru olduğuna tereddütsüz inanmaktır.

 

İmanın Esasları: Peygamberimiz Hz.Muhammed; imanın ne demek olduğunu sorana:

 

İman, Allah’tan başka tanrı olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna,

 

 

Allah’ın meleklerine,

 

 

Kitaplarına,

 

 

Peygamberlerine,

 

 

Ahiret gününe,

 

 

Kadere (Hayır ve ser her şeyin Allah’ın takdiri ve yaratmasıyla olduğuna) inanmaktır" şeklinde cevap vermiştir. Peygamberimizin bu sözü, İslam’daki inanç temellerini göstermektedir. Simdi bunlara kısaca değinelim.

 

1. Allah’a İman: Allah’ın varlığını, birliğini, ezeli ve ebedi olduğunu, yani varlığının bir başlangıcı olmadığını ve ebediyken sona ermeyeceğini, esinin, benzerinin, ortağının, oğlunun, kızının olmadığını; varlığı kendinden olup varlığı için bir başka şeye muhtaç olmadığını, yaratılmış olan şeylerden hiç birine benzemediğini, dolayısıyla düşündüklerimizden ve hayalimize gelen şeylerin hepsinden başka olduğunu; her şeyi bildiğini, herşeyi gördüğünü, her şeyi işittiğini, duyduğunu, her şeye gücünün yettiğini, her şeyi yaratanın O olduğunu ..Kısacası, her türlü eksiklikten uzak oldu?unu ve her türlü eksiksizlik özelliğine sahip olduğunu kabul etmek ve buna yürekten, tereddütsüz bir şekilde inanmak; ergenlik çağına ulaşmış her akil sahibine farzdır.

 

2. Meleklere İman: Allah’ın yarattığı şeyler, gözümüzle gördüklerimizden ibaret değildir. Göremediğimiz ve hakikatlerini bilemediğimiz ruhani ve nurani varlıklar da vardır. Meleklerde bunlardandır. meleklerin varlığını peygamberler ve ilahi kitaplar haber vermektedir. Bu sebeple onları inkar etmek , Peygamberleri inkar etmek gibidir.

 

Melekler yaratılışı, insanlarınkine benzemez. Onlarda yeme, içme, erkeklik, dişilik gibi özellikler yoktur. Günah islemezler, Allah’ın kendilerine verdiği görevleri yaparlar. Sayılarını Allah’tan başka kimse bilmez.

 

3. Kitaplara İman: Allah, insanlara doğru yolu göstermek, onları dünya ve ahirette mutlu kılacak ilkeleri bildirmek, akıllarıyla cevaplarını bulmaları imkansız bazı konularda onları aydınlatmak üzere Peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerden bazılarına insanlara tebliğ edilmek üzere yol gösterici kitaplar indirilmiştir. Allah Teâlânın Kitap göndermesi, sahifeler halinde başlamıştır.İlk sahifeler, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’e gönderilmiştir. Sayıları henüz son derece sınırlı olan, hayatları ve ilişkileri henüz kompleks hale gelmemiş o zamanın toplumlarının ihtiyacının görülmesinde bu sahifeler yeterli olmaktaydı.

 

Peygamberlerin getirdiği esaslarla ve bu esasların Işığında insan aklinin faaliyetleriyle uygarlık ilerledikçe, insanların hayat ve ilişkileri daha kompleks hale geldikçe Allah Teâlâ da daha kapsamlı sahifeler ve kitaplar göndermiştir. İlahi kitaplar son kitap Kur’an-ı Kerim’le zirveye ulaşmış ve Kur’an-ı Kerim ilahi korumaya alınmıştır. Artık bundan sonra ilahi kitap gelmeyecek ve Kur’an-ı Kerim kıyamete kadar insanlığın rehberi olacaktır. Tevrat Hz. Musa’ya, Zebur Hz. Davut’a, İncil Hz. İsa’ya indirilen büyük kitaplardır.

 

Müslüman, Allah tarafından Peygamberlere indirilen kitapların hepsine inanır. Ancak bu kitaplardan, Allah’ın indirdiği gibi hiç bir harfi bile değişmeden günümüze kadar ulasan yegane ilahi kitap, sadece Kur’an-ı Kerim’dir. Diğerleri ise ya tamamen kaybolmuş veya insanlar tarafından değiştirilmiş; böylece asli şekillerini kaybetmişlerdir. Bu yüzden bugün Kur’an-ı Kerim’in dışında elde mevcut bulunan diğer ilahi kitaplarda yer alan sözlerden hangilerinin Allah’a ait olduğu, hangilerinin ise insanlar tarafından bu kitaplara sokulduğunu ayırdetmek mümkün değildir.

 

Zaten Kur’an-ı Kerim indirildikten sonra ilahi kitaplara ihtiyaç kalmamıştır. Artık onların hükmü sona ermiştir. Çünkü, yukarı da da belirttiğimiz gibi Kur’an-ı Kerim, diğer kitaplarında ihtiva ettiği Allah’ın birliğine Peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe iman; canın, malın, neslin, aklın ve dinin korunması gibi hak dinin temel esaslarını yeniden ve en mükemmel bir şekilde ortaya koymuş, daha önceki kitaplarda da yer alan gerçekleri tasdik etmiş, tahrif edilen hususların doğrusunu açıklamıştır.

 

4. Peygamberlere İman: Yüce Allah, insanlara kendi içlerinden seçtiği son derece yetkin insanlar aracılığıyla dinini bildirmiştir. Bu kimselere "peygamber" denir ki Allah ile kulları arasında bir elçi demektir.

 

Peygamberlik, Allah’ın insanlardan dilediğine verdiği bir görevdir. Çalışmakla elde edilmez. İlk Peygamber Hz. Adem son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) dır. Bu ikisinin arasında pek çok peygamber gelip geçmiştir. Sayılarını Allah’tan başka kimse bilmez. Bunlardan bir kısmının adı Kur’an’da geçmektedir. Her millete kendi diliyle konuşan peygamberler gönderilmiştir.

 

Peygamberler de insandır. Bu bakımdan yeme, içme,uyuma, dinlenme,evlenme, hastalanma gibi beşeri hususlarda diğer insanlarla aralarında bir fark yoktur. Bunlar peygamberler için bir eksiklik değildir. Ancak hepsinde mutlaka bulunması gereken ortak nitelikler şunlardır. Sıdk (doğruluk), emanet (güvenilir olma), fetanet (çok zeki ve akilli olmak), tebliğ (bildirmekle yükümlü bulundukları hükümleri insanlara anlatmak). Peygamberlerin , peygamberliğini insanlara anlatmak için Allah kendilerine mucizeler vermiştir. Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)’e de böyle pek çok mucize verilmiştir. Fakat O’nun en büyük ve sürekli mucizesi, hiç şüphesiz ki Kur’an’dır.

 

5. Ahiret Gününe İman: Allah’tan başka hiç bir varlık kadim ve ezeli değildir. Hepsi de Allah’ın yaratmasıyla sonradan meydana gelmiştir. Sonradan yaratılan şeylerin bir de sonu vardır. Çünkü Allah’tan başka hiç bir şey ebedi ve baki değildir. Dünyanın da sonunun gelip düzeninin alt üst olmasından yani Kıyametin kopmasından sonra Allah’ın emriyle bütün canlılar tekrar diriltilecektir. Buna öldükten sonra tekrar dirilme denir. İnsanlar dünyada yaptıkları şeylerden sorguya çekilecek, haklı haksiz ayırt edilecek, kimin kimde hakki varsa alınacak, herkes dünyada yaptığı iyilik ve kötülüğün karşılığını mutlaka görecektir. İste bütün bunlara inanmak da iman esaslarındandır.

 

6. Kadere İnanmak: (Hayır ve Şer; her şeyin Allah’ın takdiri ve yaratmasıyla olduğuna) inanmak. Kader, Allah Teâlânın, ezelden ebede kadar olacak her şeyi en ince ayrıntılarıyla bilip takdir etmesidir.Allah kullarına hayrı da şerri de serbestçe seçebileceği bir irade vermiştir. İnsan iyiliği veya kötülüğü kendi seçer. Onun seçtiğini de Allah yaratır. Ancak, Allah Teâlâ, kulun kötülüğü seçmesine razı değildir. Bu yüzden kullar kendi seçimlerine göre karşılık göreceklerdir. İste, hayır ve şer her şeyin Allah’ın yaratmasıyla meydana gelmesinin anlamı budur. Buna da inanmak iman esaslarındandır.

 

İbadetler:

 

Namaz: Namaz, müslümanın günlük ibadetidir. İman ettikten sonra müslümanın, yerine getirmekle yükümlü bulunduğu farzların basında gelir. Namaz, insani kötülüklerden uzaklaştırır, manen olgunlaşmasını sağlar, ruhi melekelerini geliştirir, günahlardan arındırarak manevi huzura kavuşmasını temin eder. Allah’a manen yakınlaşmanın en önemli vasıtalarından biri olan namaz, Allah’ın rızasını kazandırır. Günde münferit olarak veya cemaatle beş defa kılınan namaz, insana daima Allah’ı hatırlatır. Müslüman, şafak vakti kalkar ve ilk önce sabah namazını kılmak suretiyle Allah’ı anarak güne başlar, gün ortasında öğle namazıyla yine O’na yönelir, dünya meşgalelerinin kendisini iyice yorduğu bir vakitte ikindi namazıyla yaratıcısını unutmadığını gösterir, aksam namazıyla Allah’la olan ahdini yenileyerek gününü bitirir ve nihayet uykuya yatmadan önce tekrar Allah’ın huzuruna durmak suretiyle O’nun yardımını dilemeyi unutmaz. Cuma günleri cemaatla kılınan Cuma namazı ile yılda iki defa dini bayram günlerinde kılınan bayram namazları, müslümanlara, hep birlikte Allah’ın huzuruna durma imkanı verir. Böylece müslüman, bir taraftan dünyadaki islerini yürütürken öbür taraftan yaratıcısıyla irtibatını asla kesmez, O’ndan uzaklaşmaz, dünya ahiret dengesini sağlamış olur.

 

Abdest: Namaz kılabilmek için abdest almak şarttır. Abdest, yüzü dirseklerle beraber elleri yıkamak, ıslak elle başı mesh etmek, topuklarla beraber ayakları yıkamaktır. Aslında manevi bir temizlik olan abdestin maddi temizlik açısından da büyük faydaları vardır.

 

Gusül: Gusül, ağız ve burnun içi dahil hiç kuru yer kalmamak üzere tepeden tırnağa vücudun her tarafını yıkamaktır. Cinsel ilişkide bulunmuş olanların, adet ve lohusalık halleri sona ermiş bulunan hanımların gusül yapmaları gerekir. Ayrıca en az haftada bir defa her müslümanın yıkanması dini bir tavsiyedir. İslâm dini, temizliğe büyük bir önem vermiştir. Peygamberimiz: "Temizlik imanın yarısıdır." buyurmuştur.

 

Müslümanın her şeyiyle tertemiz olması, dini görevlerindendir. Bedenin, elbisesinin, oturup kalktığı ve ibadet ettiği yerlerin, yiyip içtiği şeylerin temiz olması gerekir.

 

Oruç: Niyet ederek tan yerinin ağarmaya başlamasından aksam güneş batıncaya kadar yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak suretiyle tutulan orucun dinî ahlakî, sosyal ve sıhhî bir çok yararları vardır.

 

Oruç tutan kimse sabretme, sıkıntılara göğüs germe, açlığa susuzluğa dayanma ve nefse hakim olma melekesi kazanır. Fakirlik ve yoksulluğun ne demek olduğunu daha iyi anlar. Bunun sonucu olarak, şefkat, merhamet, başkalarına yardım etme ve insanlara faydalı olma gibi yüce duygular kazanır. Elindeki nimetlerin kadrini bilir, israftan sakınmayı öğrenir.

 

İnsanin manen yükselmesini sağlayan oruç, kişinin iradesini güçlendirir, başkalarına karşı, sevgi, merhamet ve yardim hislerinin gelişmesini temin eder.

 

Akil sahibi ve erginlik cağına gelmiş her sağlıklı müslümanın tutmak zorunda olduğu oruç, bir aydır kamerî aylardan Ramazan ayında tutulur.

 

Zekat: Zekat, dinen zengin sayılan erginlik cağına gelmiş akıl sahibi müslümanların, mallarının belli bir miktarını ki genellikle % 2,5 diğer bir ifade ile kırktabirini seneden seneye fakir müslümanlara vermesidir.

 

Zekat, sözlükte temizlik ve artma anlamlarına gelir. Çünkü günahlardan temizlenmeye ve malın bereketlenmesine vesiledir.

 

İslâm, yoksula yardımı kişinin isteğine bırakmayarak zengin olan herkesin zekat vermesini zorunlu kılmıştır. Çünkü zekat, Allah’ın zenginlere ihsan ettiği malda, fakirlerin hakkıdır.

 

Zekat, Allah’ın rızasını kazandıran, kişinin anlayışında, malın, araç olmaktan çıkarak amaç haline gelmesini önleyen, insanda başkalarını düşünme, merhamet ve iyilik gibi güzel duyguları geliştiren ve toplumsal barışı sağlayan bir ibadettir.

 

Hac: İslâm’ın esaslarından biri olan Hac, hac günlerinde Kabe’yi ve etrafındaki bazı kutsal yerleri usûlüne göre ziyaret ederek buralarda yapılması gerekenleri yerine getirmektir. Gücü yeten her müslümana ömründe bir defa hac yapmak farzdır.

 

Hac; her yıl, dilleri, renkleri, ülkeleri, kültürleri farklı, fakat hedef ve gayeleri ayni milyonlarca müslümanın bir arada, hep birden ibadet edip Allah’a yönelmelerini, birbirleri ile tanışıp kaynaşmalarını, müslümanların dertlerini görüşüp ortak çareler üzerinde düşünmelerini sağlar.

 

Hac ibadeti esnasında günlük giysilerinden soyunup ihrama giren müslümanlar, zenginlikle böbürlenmemeyi, insanlar arasındaki eşitliği, ölümü ve öldükten sonra dirilisi unutmamayı fiilen yasar ve öğrenirler.

 

İhramlı için konulan yasaklar, hiç kimseye, hatta haşerelere bile zarar vermeme, yaratıklara şefkat ve merhamet, zorluklara sabretme melekesi kazandırır. Böylece Hac farizasını eda eden kimseler, Allah’a kulluk vazifelerini ifa etmiş oldukları gibi çevresindekilere yararlı olma, hiç değilse zarar vermeme alışkanlığı kazanmış olur.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

[ İSLAM AHLAKI ]

 

İslâm Dini kadar güzel ahlaka önem veren bir başka din veya düşünce sistemi göstermek mümkün değildir. Öyleki Peygamber Efendimiz "İslâm, güzel ahlâktır" buyurmuştur. Hz. Peygamberin güzel ahlâka teşvik eden bir çok güzel sözü vardır.

 

"Mü’minlerin îmanca en kamil olanı, ahlâkI en güzel olanıdır" "İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyamet gününde bana en yakın olanlarınız, ahlaki en güzel olanlarınızdır" hadisleri bunlardan sadece ikisidir. Kur’an-ı Kerim’de adalet, ahde vefa, affetme, alçak gönüllülük, ana-babaya itaat, sevgi, kardeşlik, barış, güvenirlilik, doğruluk, birlik, beraberlik, iyilik, ihsan, iffet, cömertlik, merhamet, müsamaha, tatlı dilli olma, güler yüzlülük, temiz kalplilik gibi güzel ahlâki hasletlere teşvik eden ve zulüm, haksizlik, riya, haset, gıybet, çirkin sözlülük, asık suratlılık, cimrilik, bencillik, kıskançlık, kibir, kin, kötü zan, israf, bozgunculuk... gibi kötü hasletlerden nehyeden pek çok âyetin yer alması, Kur’an’da ahlaka ne kadar önem verildiğinin bir göstergesidir.

 

Peygamber Efendimizin güzel ahlaka teşvik eden ve kötü hasletlerden nehyeden hadisleri ise neredeyse bir kitap oluşturacak kadardır. O sadece bu sözleri söylemekle kalmamış, güzel ahlaki bizzat yasayarak insanlara örnek olmuş ve öğretmiştir.

 

Bu yüzden O’nun ahlaki, İslâm ahlakinin en güzel tatbikatını oluşturmaktadır. İste bu sebeple burada peygamberimiz Hz. Muhammed’in güzel ahlakından az da olsa sözetmek istiyoruz(*). Çünkü O gerçekten en güzel örnektir:

 

Peygamber Efendimiz güler yüzlü, nazik tabiatlı, ince ve hassas ruhlu idi. Kati yürekli, sert ve kırıcı değildi. Ağzından sert ve kaba hiçbir söz çıkmazdı. Başkalarını tenkit etmez, kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı. Yanlış ve hoşlanmadığı bir davranış görürse "içinizden bazı kimseler, söyle söyle yapıyorlar..." Şeklinde, bu davranışları yapanların kim olduklarını belli etmeden ve hiç kimseyi kırmadan yanlışı ve hataları düzeltirdi. Kimsenin sözünü kesmez, konuşması bitinceye kadar dinlerdi. Tartışmayı sevmez, sözügereğinden çok uzatmazdı. Kendini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olmaz, kimsenin gizli hallerini araştırmazdı. Allah’a hürmetsizlik olmadıkça, sahsına yapılan kötülükleri, ne kadar büyük olursa olsun, bağışlar, eline imkan geçince öç almayı düşünmezdi.

 

Son derece iffet ve haya sahibiydi. Bütün insanları eşit tutar, zengin fakir, efendi-köle, büyük-küçük ayrımı yapmazdı. Her bakımdan kendisine güvenilirdi. Verdiği sözü mutlaka zamanında yerine getirirdi. Dürüstlükten ayrıldığı, saka bile olsa yalan söylediği hiç görülmemiştir. Bu yüzden O’na henüz peygamberlik verilmeden önce "Muhammed’ül-Emin" denilmişti. Nitekim Peygamberliğini haber verdiği zaman, iman etmeyenler bile O’na "yalancı, yalan söylüyor" diyememiştir. En yakın akrabalarını safa tepesinde toplayıp onlari İslâm’a davet için, "Size su dağın arkasında düşman atlılarının bulunduğunu söylesem, bana inanırmısınız?" dediği zaman: "Hepimiz inanırız. Çünkü sen yalan söylemezsin" diye cevap vermişlerdi. Kendisi böyle olduğu gibi, herkesin dürüst olmasını isterdi. "Doğruluktan ayrılmayınız, çünkü doğruluk, iyilik ve hayra götürür. İyilik ve hayır da, kişiyi Cennete ulaştırır. Kişi doğru söyleyip doğruluğu aradıkça, Allah katında sıddıklar zümresine yazılır. Yalan sözden ve yalancılıktan sakınınız; Çünkü yalan insani kötülüğe sevkeder. Kötülük de kişiyi Cehennem’e götürür. İnsan yalan söylemeğe ve yalan aramağa devam ede ede, Allah katında nihayet yalancılardan yazılır" buyurmuştur.

 

Rasûlüllah (s.a.v.) insanların en cömerdi ve en kerimiydi. Eline gecen her şeyi muhtaçlara dağıtır, kimseyi eli boş çevirmezdi. (*)

 

Peygamberimizin ahlakini özetleyen bu kısım. Kısmî tasarruflarla İrfan YÜCEL’in "Peygamberimizin Hayati" adli eserinden iktibas edilmiştir. Son derece mütevâzı ve alçak gönüllü idi. Bir topluluğa geldiğinde, kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, nereyi bos bulursa, oraya otururdu. Arkadaşları arasında otururken ayaklarını uzatmazdı. Arkadaşları her işini yapmayı kendileri için şeref ve cana minnet saydıkları halde, bütün islerini kendi görür, ev islerinde hanımlarına yardim ederdi. Methedilmesini ve aşırı hürmet gösterilmesini istemezdi. Fakir kimselerle düşüp kalkmaktan, yoksulların, dulların, kimsesizlerin islerini görmekten zevk alırdı. Bulduğunu yer, bulduğunu giyer, hiç bir şeyi beğenmemezlik etmezdi. Yiyecek bir şey bulamayınca, aç yattığı da olurdu.

 

Bütün islerini tam bir düzen ve nizam içinde yapardı. Namaz ve ibadet vakitleri, uyku ve istirahat için ayırdığı saatler, misafir ve ziyaretçilerini kabul edeceği hep belliydi. Vaktini boşa geçirmez, her ânini faydalı bir isle değerlendirirdi. "İnsanların çoğu, iki nimetin kıymetini takdirde aldanmışlardır: "Sıhhat ve boş vakit", buyurmuştur.

 

İnsanı en yakından tanıyan, onun iç yüzünü ve bütün gizli hallerini en iyi bilen, şüphe yok ki eşidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) ilk vahiyden sonra gördüklerini anlattığı zaman eşi Hz. Hatice:

 

"Allah’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hak hiç bir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, işini görmekten aciz kimselerin ağırlıklarını yüklenirsin, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Müsafiri ağırlarsın, Hak yolunda herkese yardım edersin..." diyerek O’nun peygamberliğini hemen kabul etmiş, en küçük tereddüt göstermemiştir.

 

Çocukluğundan itibaren Medine’de 10 yıl hizmetinde bulunan Hz. Enes: "Rasûlüllah (s.a.v)’e 10 yıl hizmet ettim. Bir kere bile canı sıkılıp, öf, niçin böyle yaptın, neden şunu yapmadın, diye beni azarlamadı" demiştir.

 

Peygamber Efendimizin bizzat yaşayarak, uygulayarak çizdiği bu ahlaki tablo, hiç şüphesiz İslâm ahlâki hakkında bir fikir vermektedir.

 

*Kendisi için istediğini başkası için de istemek, kendisi için arzulamadığını başkaları için de arzulamamak,

 

*Olduğu gibi görünmek ya da göründüğü gibi olmak,

 

*Küçüklere sevgi büyüklere saygı,

 

*Affetmek, hoşgörülü davranmak, başkalarının kusurlarını araştırmamak,

 

*Öfkeye hakim olmak,

 

*Sözünde durmak, ahde vefa göstermek,

 

*Doğruluk ve dürüstlükten zerrece taviz vermemek,

 

*Güvenilir olmak,

 

*Kibirden gururdan sakınmak mütevazî olmak,

 

*Cimrilikten, tamahtan uzak durmak,cömert olmak,

 

*Her hususta sabırlı olmak,

 

*Asla adaletten ayrılmamak,

 

*Maddi ve manevi temizliğe riayet etmek,

 

*Allah’ın kendisine verdiği sağlığına ve sıhhatine çok dikkat etmek,

 

*Boş vakitlerini hayırlı işlerde değerlendirmek,

 

Ve benzeri yüzlerce muazzam ahlâkî prensibe özenle yer veren İslâm ahlakını her yönüyle tanımak için bu konuyu geniş olarak inceleyen eserlere müracaat etmek gerekmektedir.

 

 

Yukarıdaki bilgilerin hepsi www.diyanet.gov.tr adresinden derlenmistir!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BUDİZM

 

buddhism.jpg

 

Budizm 'in kurucusu Buda (Guatama, Gotama) ( MÖ.563 - 483 ) Kuzey Hindistan 'da Lumbini koruluğunda doğmuş bir filozoftur. Buda “aydınlanmış” anlamına gelir. Budizm ' in en güçlü yayılma dönemi Hint Hükümdarlarından Aşoka (MÖ. 273 - 236) zamanına rastlar. Aşoka zamanında Budizm ' Hindistan, Seylan,Suriye,Mısır,Makedonya ve Yunanistan 'a kadar yayılmıştır. Aşoka 'dan sonrada yeni Krallar Budizm 'e girmiş yayılmasını sağlamış hatta Çin,Moğolistan ve Japonya 'nın ileri gelen devlet adamlarının Budizm 'e hizmet etmesini sağlamışlardır.

 

Budizm ' MS 1.yy Türkistan , 4. yy da Kore , 6.yy da Japonya ve 7.yy da ise Tibet'te yayılmaya başlamıştır. Günümüzde Güney,Doğu;Güneybatı ve Orta Asya 'da çok sayıda taraftarı olan Budizm ' Avrupa ve Amerika 'da da yayılmaya ve taraftar bulmaya başlamıştır

 

 

Budizm 'de inanç ve ibadet

 

Budizm 'de inancın temeli “ Buda 'ya sığınırım, Dhamma 'ya (dine,doktrine) sığınırım, Sangha 'ya sığınırım (Rahipler Cemaati,dünyanın en eski bekar rahipler topluluğu)” cümlesi oluşturur.Bunlardan birini inkar eden kişi budist sayılmaz ve Budizm 'e girmek için yukarıdaki cümleyi söylemek gerekir. Sangha 'ya giren rahip ve rahibeler evlenemezler.

 

Budizm ' de mabetlere “Vihara” denir. Budistler Karma- Ruhgöçü 'ne inanırlar. Vihara da ayda 2 kez bir araya gelen rahipler yaptıkları hataları itiraf ederek benliklerini öldürürler. Bazı dinlerde olduğu gibi Budizm 'de de bir kurtarıcı bekleme inancı vardır. Kurtarıcının isma Metteya veya Maitreye ' dir. inançlarına göre Metteya tüm dünyayı düzeltmek olarak gelecek ve Buda ' nın tamamlayamadığı dini tamamlayacaktır.

 

ibadet Stupa denilen mabetlerde yapılır. Stupalar helezoni yapıda inşa edilmiştir. ibadet için Stupaya giren Budist önce Buda 'nın heykeline saygı gösterisi yapar; O 'na çiçek ve tütsü sunar, Budistler kendi evlerinde de bir köşede korudukları Buda heykeline tazimde bulunarak,ibadet ederler. ibadetlerinde klişeleşmiş dua ve söz yoktur.

 

Budizm 'in kutsal ziyaret yerleri ;

Budanın doğum yeri( Lumbin)

Aydınlanma yeri (Bodhi Gaya)

Buda ' nın ilk vaaz verdiği geyik parkı (Sarnarth 'da)

Buda 'nın öldüğü Uttar_Prades şehri,

Ganj nehri

 

 

Kutsal Kitapları

 

Budistler Buda 'nın vaazlarının Pali - Kanon adlı bir kitapta toplandığına ve 400 yıl kadar sözlü olarak nesilden nesile aktarıldığına inanırlar. Budizm 'in kutsal kitabı üç sepet anlamına gelen “Tripitaka veya Tipitaka 'dır”.Tripitaka da;

 

Vinaya Pitaka

Sutta Pitaka

Abhidhamma adlı bölümler bulunur.

 

Bu kitaplarda rahip ve rahibelerle ilgili kurallar, ayin usulleri, beslenme,giyinme, Buda 'nın hayatı,konuşmaları,vaazların yorumu,Budizm ' felsefesi vb ayrıntılı bir şekilde anlatılır.

 

Budizm 'de Mezhepler

 

Budizm ' başlıca iki büyük mezhebe ayrılır: 1- Hianayana , 2- Mahayana

 

 

1 - Hinayana (Küçük Araba)

 

Kişinin kendisini kurtarmasını esas aldığı için böyle isimlendirilmiştir. Bu mezhep Seylan ve Güney Asya 'da yayılmıştır. Mensupları saf Budizm 'e yani Budanın asıl telkinlerine kendilerinin muhatap olduklarını iddia ederek Mahayana koluna bağlı olanları sapkınlıkla suçlarlar

 

2 - Mahayana ( Büyük Araba)

 

Toplumu bir bütün halinde ele alarak herkesin kurtuluşa ermesini amaç edinmişlerdir. Onlara göre Budizm ', herkese cevap vermeli, herkesin ihtiyaçlarını gidermeli, doktrinleri basitleştirerek halkın anlayacağı bir seviyeye getirilmelidir. Budizm 'in bu kolu başka din ve doktrinlerden yararlanmakta sakınca görmez. Bu mezhebe göre Nirvanayı gerçekleştiren herkes Buda unvanını alır. Ve ihtiraslarının esiri olarak dünya zevklerinin arkasından koşmaz. Mahayana mensupları,”hata yapabilirim” diye faaliyetleri askıya almanın karşısındadır. “Bu yüzden pişmanlık duymaya lüzum yoktur” derler Mahayana 'ya bağlı kişi kendini kurtuluşa hazırlayabilmek için şü hususlara dikkat etmek zorundadır:

 

Cömertlik

Olgun manada bilgelik

Budizm 'in ahlak kurallarına bağlılık

Meditasyon

Karşılaştığı olumsuzluklara sabır göstermek

Hiç usanmadan sürekli bir gayret içinde olmak

 

Bu sayılan özellikleriyle Mayayana Budizm 'i dünyanın bir çok bölgesinde yayılma imkanı bulmuş,adeta misyonerli bir hüviyet kazanmıştır

 

BUDA VE ÖĞRETiSi

 

Buda 'nın öğretisinin baslıca özelliği; Buda 'nın aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri birer dogma olarak sunacak yerde aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup yasantısal deneyimle doğrulamalarını öngörmesi, Budalık yolunu herkese açık tutmasıdır. Buda 'nın yasadığı dönemde Budizm ' bir din, Buda da bir peygamber değildi.

 

Şimdiye dek her geliş gidişsimde, içinde hapis olduğum, Duyularla duvaklan mis bu evin, Yapıcısını aradım durdum. Ey yapıcı! Simdi seni buldum. Bir daha bana ev yapmayacaksın, Bütün kirişlerin kirildi, payandaların çöktü. içimde Nirvana 'nın suskunluğundan başka bir şey kalmadı Tutkuların, isteklerin biçimlediği yanılgıdan kurtardım kendimi.

 

Öğretide 4 temel gerçek vardır: Yaşamda ıstırap vardır; ıstırabın bir nedeni vardır; bu neden yok edilirse ıstırapta yok edilmiş olur; bu nedeni yok etmeyi sağlayan bir yol, bir yöntem vardır.

 

1.Istırap (DUKKHA) ve Yaşamın 3 özelliği

 

Dört okyanusun suyu mu daha çoktur, yoksa sizlerin inleye sızlaya sürdürdüğünüz bu yolculukta sevdiğiniz istediğiniz şeyleri elde edememek, sevmediğiniz istemediğiniz şeylerden kaçınamamak, istediğiniz şeylerin istediğiniz gibi olmaması, istemediğiniz şeylerin istemediğiniz biçimde olması yüzünden akıttığınız göz yaşları mi daha çoktur? Ananızı, babanızı yitirmek, kardeşlerinizi, kızınızı yitirmek, malinizi, mülkünüzü yitirmek... Bu uzun yolculukta tüm bunlara katlandınız ve dört okyanusun suyundan daha çok göz yaşı akıttınız.

 

Buda ıstırap için dukkha sözcüğünü kullanıyordu. Anlamı; ıstırap, üzüntü, tasa, keder, maddesel veya ruhsal sağlıksızlık, uyumsuzluk, tedirginlik, doyumsuzluk, yetersizlik, sürtüşme, çelişki yani olumsuz ruh durumları... Buda 'nın gözlerimizi açmaya çalıştığı gerçek daha çok ıstıraptan korunmak, kurtulmak için izlediğimiz tutumdaki yanlışlarımız, yanılgılarımız. Herkes yaşamda Istırabın olduğunu biliyor, ama yaşamda Tatlı anlar, hoş ve zevkli olan şeyler olduğunu, haz ve zevkin ıstırabı dengeleyebileceğini düşünüp bu anların beklentisi içinde ıstıraba katlanabiliyor. Buda 'ya göre yanılgı işte burada. Buda kaynağı dışımızda olan şeylerden elde ettiğimiz haz ve zevkin ıstırabın asil nedeni olduğunu göstermeye çalışıyordu. Yanılgının dünyanın bu geçiciliğine gözlerimizi kapamak, geçici olan, kalıcı olmayan şeylere tutunmaya çalışmaktan geldiğini, dünyayı gerçek böylesiliği, yapısıyla görememekten kaynaklandığını söylüyordu. “Sevdiğimiz hiç bir şey yok ki, bir gün gelip ya onlar bizden, ya biz onlardan ayrılmayalım.”

Buda yaşamı gerçek boyutları içinde kavrayabilmemiz için yaşamın birbiriyle ilgili 3 özelliğinin üzerinde ısrarla duruyordu: Dukkha - Istırap Bir arada bütünleşmiş, bileşmiş, oluşmuş hiç bir şey değişimden, çözülüp dağılmaktan kurtulamaz. Yanılgı değişim içinde olan, geçici olan şeylere sanki hiç değişmeyeceklermiş, sanki kalıcı şeylermiş gibi tutunmaya, sarılmaya çabalamaktan geçiyor. Oysa elde etmek istediğimiz şeyi elde edene kadar o şey değişiyor, koşullar değişiyor, bu arada biz kendimiz de değişiyoruz.

 

Buda 'nın amacı dünyayı ne olduğundan daha kötü ne de daha iyi göstermekti. Onu olduğu gibi iyi ve kötü yanlarıyla, kendimizi hiç bir yanılgıya, yanılsamaya kaptırmadan bütünlüğü içinde gerçek böylesiliğiyle görmemizi sağlamaya çalışıyordu. Istırabın dünyayı olduğu gibi içimize sindirememekten, dünyadan verebileceklerini değil de daha çoğunu beklememizden, istememizden kaynaklandığını anlatma çabası içindeydi. Kötü olan yaşam değil, ona arsızca yapışmaya çabalamaktan, ondan verebileceğinden çoğunu istemekten gelen ıstıraptır. akıp giden yasamla birlikte karşı koymadan, direnmeden akıp gitmesini öğrenmek, dönüsü olmayan bir akis içinde olduğumuzun, yaşamın tek bir aninin bile ikinci kez yaşanmasının olanaksızlığını içten içe kavramak, her saniyenin tadını bilecek biçimde yaşamın sevinçle, kıvançla, coşkuyla kucaklanmasına yol açabilir.

 

Mutluluğun ertelenmesinin de, para biriktirir gibi haz ve zevk biriktirmenin de olanaksızlığı iyice anlaşılabilir. Acaba yaşamda kendimize sığınak yapabileceğimiz Istırabın güçsüz kaldığı, etkisinin azaldığı bir yer, bir zaman var mi? Budizm ' olduğunu savunuyor. Bu an ve burası... Hiç bir şeyin öteki şeylerden ayrı bir kendiliği, ayrı kalıcı bir benliği olamaz. Istırabın asil nedenini aradığımız, kökenine indiğimiz zaman hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde karşımıza çıkan sorumlunun, bir yandan istek ve tutkularımızı besleyip kışkırtan den Başka birisi olmadığını görüyoruz. “Benim güvenim” ”Benim görevim” ”Benim sorumluluğum” ”Benim başarım” ”Benim param” ”Benim isteklerim” ”Benim heveslerim” ”Benim öldükten sonra ne olacağım” ”Benim öldükten sonra da var olma doyumsuzluğumdan gelen sorunlarım” Nedir bu ben?

 

Buda insan varlığında geçici olmayan değişmeden kalan, dayanıklı bir öz, tözel bir nitelik olmadığını göstermeye çalışıyordu. Bir gövde doğar, büyür, yaşlanır, ölür, çözülür, sürekli değişim içindedir. Bir kimse kolunu, bacağını yitirse de ne azalır, ne de küçülür. Öyleyse insanin gövdesinde olamaz. duygularımızda da olamaz. Çünkü onlar değişse de gene olduğu gibi kalır. duyu organlarımızdan gelen algılarımız da olamaz. önceki düşüncelerimiz, kararlarımız, eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz de olamaz. ayırt edici bilincimizde de olamaz. Bu beş kümede toplanan bedensel ve ruhsal varlığımız gövdemiz, duygularımız, duyu organlarımızdan gelen algılarımız, önceki düşüncelerimiz, kararlarımız ve eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz, karakter özelliklerimiz, ayırt edici bilincimizin bir araya gelmiş olmasından da oluşmuş olamaz. Çünkü bunlardan hiçbirisi i içermiyorsa o zaman besinin bir araya gelmesi de beni oluşturmaz. O zaman geriye değişmeden kalan tek bir şey kalıyor. Ad... Ben 'e verilen özel ad.

 

Milanda Panha adli kitaptan: Kral Bilge Nagasena 'ya seslenmiş: “Ustam kimsin, adini söyler misin?” “Bana Nagasena diyorlar. Ama bu yalnızca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten Başka şeye yaramayan, bir deyim, bir sözcük, içinde bir kimlik, bir benlik yok. Bir ad, bir lakap, bir işaret, yalın bir sözden Başka bir şey değil. Kral inanmaz ve sorular sorar. “Nagasena bu saçlar midir?” “Hayır büyük kral” ... “Duygu ve coşkular midir Nagasena?” “Hayır büyük kral” Nagasena kraldan arabayı tanımlamasını ister. “Tekerlek, dingil, ok, sandık ve kollar bir arada olunca arabadan söz edilir. Araba yalnızca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten Başka bir ise yaramayan bir deyimden Başka bir şey değil.” “Evet kralım. Benim de saçlarım, derim, ... ad ve bedenim, duygularım, algılarım, geçmiş eylemlerimle biçim almış karakter özelliklerim, ayırt edici bilincim bir araya gelince Nagasena adi veriliyor. Ama kimlik, benlik söz konusu olunca burada öyle bir şey yok. Nasıl arabanın beş bölümü bir araya gelince araba diyorlarsa, beş katışmaç bir araya gelince de bir kimden bir den bir özneden söz ediliyor. Buda diyor ki: Ne ben 'in, ne de ben 'e ilişkin kalıcı bir şeyin varlığından söz edilebilir. Ben, ben olarak gelecekte de var olacağım, benim sürekli değişmez bir benliğim var, savında bulunmak hatalıdır. Ben düşüncesini yok etmeli, benlikle kurumlanmak yanılgısını yenmelidir. Buda 'nın görüsüne göre “ben”, insanin hem bedensel hem de ruhsal varlığını oluşturan bu beş kümenin bir arada ve birlikte, sürekli bir akis, sürekli bir değişim içinde olusunun ortaya çıkardığı bir görüngü, bir olgu, insani çevresinden ayrı bir varlık olarak ayırt etme, özerk bir biçimde hareket etme durumundan köklenen bir yanılgı, bir yanılsamadan Başka bir şey değil. ayırt edici bilinç ise karışıp dünyayı ben ve ben olmayan diye ikiye bölünce bu ben yanılgısı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Aslında bilincin ayırt etmeden, seçmeden, bölmeden bütünü kavrama olanağı da var.

 

Ben 'in var olma doyumsuzluğundan kaynaklanan ve ölümün sinirini aştığına inanılan uzantısına verilen ad 'sa ruhtur. Budizm 'de Öz varlık yoktur. Buda ben-ruh yanılgısını sergilemek istiyor. Bir kez ben-ruh yanılgısı oluştu mu bütün varlığımızı sarıyor, bilincimizin özgürce çalışma etkinliği engelleniyor, onun bitmez tükenmez istekleri nasıl yaşamı çekilmez bir hale koyuyor, sorunlarımız yaşamla bile sınırlı kalmıyor, ölümden sonrası ile ilgili sorunlar da gündeme girdiğinden onlar da kaygı ve üzüntü konusu olmaya başlıyor. Buda ben 'i kurtarmaya değil, bizi ben 'den kurtarmaya çalışıyordu. Ölümsüzlüğe erişmek için tek bir yol olduğunu savunuyordu. Öncesizden sonsuza uzanıp giden varoluş zincirinin içindeki yerimizi bulmak, evrensel yaşam ırmağının içimizden aktığının, yaşam gücünün bizim burun deliklerimizde, bizim ciğerlerimizde nefes alıp verdiğinin bilincine erişmek....

 

2. Nedensellik Çemberi- bağımlılık ve Özgürlük

 

Buda 'ya göre varolan her şey nedenselliğin bir sonucu olarak vardır, boşluktan yokluktan oluşan bir evrende nedenselliğin döngüsüne takılan yokluk varlığa dönülür, her neden bir sonucu, her etki bir tepkiyi zorlar. Evrenin değişmez yasası nedensellik (Karma) yasasıdır. Ne başlangıcı ne de sonu olan evrende egemen olan yalnız doğa yasalarıdır. Buda böylelikle tanrıların görevini yasalara yüklemiş, tanrıları gereksizleştirmişti. Değil mi ki insanin geleceğini belirleyen nedenlerin zorladığını sonuçlardır, öyleyse insanin kendi eylemlerinin sonuçlarından kaçıp kurtulması olanaksızdır. Bir çocuğun anasından beklediği gibi tanrıların bize sevecenlik göstermelerini, bizi bağışlamalarını bekleyemeyiz. Eylemlerimizin sonuçlarından kurtulmanın bir yolu varsa, onu ancak kendi çabamızla kendimiz bulmalıyız.

 

On iki halkalı kapalı bir zincir olarak temsil edilen nedensellik yasası:

 

1. Yanılgı yanlış düşüncelere yol açıyor.

2. Bu düşünceler eğilimlere, karakter özelliklerinin biçimlenmesine ortam hazırlıyor.

3. Buradan da bilinç oluşuyor.

4. Bilincin bentle ben olmayanı ayırt etmesinden özne nesne ikiliği, ad ve beden ortaya çıkıyor.

5. Bundan altı duyu alanı gelişiyor.

6. Bu altı duyudan dolayı duyularla nesneler karşılaşıyor.

7. Bu karşılaşmadan hoşlanma, hoşlanmama gibi duygular oluşuyor.

8. Bu duygular isteklere, tutkulara dönüşüyor.

9. istekler, tutkular bağımlılığa, insanin isteklerinin, tutkularının tutsağı olmasına, bireysel yaşam isteğine yol açıyor.

10. Bundan da oluşuma bağımlılık ortaya çıkıyor.

11. Oluşum doğuşa

12. Doğuşsa ihtiyarlık ve ölüme, ıstıraba, tedirginlik ve umutsuzluğa yol açıyor. Buradan da gene yanılgı çıkıyor ortaya. Buda 'nın yanılgıyı dizinin en başına koymasının nedeni olasılıkla bu döngüden tek çıkış yolunun bu halka olmasıyla açıklanabilir.

 

İstekleri, tutkuları kışkırtan yanılgıdır ana yanılgıyı besleyen de gene istekler ve tutkulardır. Kökünü yanılgıdan alan düşünceler, karar ve eylemlere dönüşüyor. Düşüncelerimiz kararlarımızı, kararlarımız Eylemlerimizi belirlerken, eylemlerimiz de kararlarımızı etkileyip zorluyor. Her düşünce sonrakileri sınırlıyor. Biz kez tam bir özgürlük içinde bir şey düşünmüş olabileceğimizi varsaysak bile, ondan sonraki düşüncelerimizde ayni oranda özgür olamayacağımız açık. Giderek özgürlük alanı kısıtlanıp daralıyor... Şu anda ne olduğumuzu belirleyen dünkü düşüncelerimizdir.

 

Bu gün kafamızdan geçen düşüncelerse yarinki yaşamımızı biçimliyor. Yaşamımız

kesinlikle zihnimizin yaratısıdır. Budist metinler dört tür bağımlılıktan söz ediyorlar.

 

1. isteklerden, tutkulardan gelen bağımlılık

2. Yanlış görüşler, kanılardan kaynaklanan bağımlılık

3. Erdemli bir yaşamla ve kurallara tıpatıp uygun davranmakla kurtuluşa erişilebileceğini sanmaktan gelen bağımlılık

4. Sürekli ve değişmez bir ben 'in varlığına inanmaktan gelen bağımlılık isteklerimizin tümüne

yakın bir bölümü toplumun yapay olarak yarattığı gereksiz şeyler.

 

Örneğin toplum bizi zeki bir adam gibi görünmeye isteklendiriyor. Çevremizde beğenilen bir kimse olmak bize nelere mal oluyor ? Bunun karşılaştırmalı bir hesabini yapabilmiş olsak, harcadığımız bunca çaba, üzüntü, sıkıntıya değmeyeceğini anlayacaktık. Başka insanların önüne geçememek, Başka insanlara üstün olamamaktan gelen ezikliklerin ardında hep ben yanılgısı yatıyor ama bu ben yanılgısını besleyen de toplumun özendirici etkisi. Bir kere gözümüzü açıp ta bu koşturmacanın amaçsızlığını, anlamsızlığını görebilsek, bu koşullanmalar, biçimlenmeler etkisini yitirecek, ve bağımlılık da ortadan kalkacak. O zaman ıstırap yerini özgürlüğümüzü yeni bastan kazanmış olmaktan gelen aşkın bir mutluluk duygusuna bırakacak, nedensellik döngüsünden kendimizi kurtarmış, daha doğrusu döngüyü ters yöne çevirmeyi başarmış olacağız insan kendini yanılgıdan nasıl kurtarır? Bu sekiz basamaklı yolla mümkündür. Yanılgıdan kurtaran bilgiye çıkarımcı düşünceyle varılamaz. Çünkü bu tür düşüncede özgürlük yoktur. Budizm ' görüsüne göre, bizi yanılgıdan kurtaracak bilgiye ancak sezgiyle erişilebilir. insan yanıldığını, yanilmadigini; aldatılmadığını, aldatılmadığını; sevildiğini, sevilmediğini ancak sezgiyle anlayabilir. Uyanan kimse karmanın elinde eli kolu bağlı bir oyuncak olmaktan kendini kurtarmış olur. Koşullanmaya, biçimlenmeye bütünüyle karşı koyabilecek bir insan yok bu dünyada. Yanında yada karşısında tutum almakla her zihnini sınırlamış oluyor. Bizi düşündüğümüz gibi düşünmeye, davrandığımız gibi davranmaya iten ön koşullar, düşünsel yada duygusal zorunluluklar var. Uyanınca bu zorunluluğu fark etmiş oluyoruz ve zorunluluk olmaktan çıkıyor. Bu yüzden de karma değiştirilemez bir alın yazısı sayılmaz, uyanan kimse karmanın bağlarını da koparmış olur. Eylemlerimiz er geç bize geri döner.

 

Her eylemin iyi yada kötü sonuçları eninde sonunda eylemi yapana ulaşır. Buda, kalıcı olan bir yaşamdan öbürüne aktarabileceğimiz, şu gövdemiz içinde saklanan bir şey olamayacağını anlatmaya çalışmıştı Öyleyse gene doğumla söz edilmek istenen neydi? Buda 'ya göre bir yaşamdan ötekine aktarılan ben yada ruh değil, yalnızca eylemlerimizin zorladığını nedensel sonuçlardır. Bu senin gövden de değil, Başka birisinin gövdesi de değil. Ona geçmiş eylemlerin (karma) ürünü gözüyle bakmak daha doğru olur. Önceki bir yaşamda yaptıklarımın ödülü ya da cezası da değil. Ben nedensellik zincirinin bir zorunluluğu olarak varım. Eylemlerin bir sürekliliği var ama ben 'in de bilincin de sürekliliği yok. Buda 'nın dilinde doğum ölüm döngüsü, yaşamların önceki yaşamların etkisiyle biçimlendiğini anlatmaktan öte bir anlam taşımıyordu.

 

3. Nirvana

 

Nirvana, Batı 'da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. istek ve tutkuların yok olması, Istırabın etkili olmayacağı bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir Mutluluğa erişmektir. Nirvana 'ya erişme isteği de dahil olmak üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik kazanılmadan Nirvana gerçekleştirilemez. Nirvana 'yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük yaşamını normal haliyle sürdürüyor. Eylemlerinin bir takım nedensel zorunluluklar (karma) yaratmaması da olanaksız elbette. Nirvana 'ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesi. Eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı islerden alkış beklemiyor, basarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla üzmüyor. Kuskusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun eğmesini de biliyor. Ben 'i aşınca bütünle bütünleşiyor.. Yarinin getireceklerine kaygısız, ben 'in doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin bilincine erişiyor.

 

Buda 'nın öğretisi, bir yandan ben 'i yokumsarken öbür yandan da bireyciliği en ileri götürmüş olan öğretidir. insanin toplumun kendisine giydirdiği kişiliksiz kişilikten soyunup gerçek varlığıyla baş başa kalınca gerçeği olduğu gibi özümleyecek bir yeteneğe sahip olabileceğine inanıyordu. Buda ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemiyordu. Böyle bir soruyla karşılaşınca ya susuyor, ya da söyle diyordu: Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu boşunu, oku atmaktaki amalini falan mi araştırmaya kalkardınız? Ben bir şeyi açıklamıyorsam bırakın açıklanmamış olarak kalsın. Peki neden açıklamıyorum? Çünkü o şeyin açıklanması size hiç bir yarar sağlamayacaktır da ondan. Çünkü bu sorulara yanıt aramak ne aydınlanmanıza, ne bağımlılıktan kurtulup özgürlüğünüzü kazanmanıza, iç suskunluğuna, gerçeğe ermenize, Nirvana 'ya erişmenize katkıda bulunabilir. Buda öğretisinde hiç bir dogma, iç yaşantıyla doğrulanamayacak hiç bir inanç getirmemeye özen göstermiştir. Varoluş, devingen gücünü nedensellikten alan sürekli bir oluşum, değişim sürecinden Başka bir şey değildir; varoluşun ardında Durağan bir öz, tözel bir nitelik yoktur. Budizm 'de tözsüz, öz varlıksız bir nedensellik vardır.

 

4.Sekiz basamaklı yüce yol

 

-Tam görüş

 

-Tam anlayış Bu basamaklar kendimizi de, dünyayı da olduğu gibi, gerçek böylesiliğiyle görmeyi, adların biçimlerin gizlediği temel gerçeğin, her şeyin ıstırap, her şeyin oluşum, değişim içinde olduğu, kalıcı bir ben 'in, değişmeyen bir tözün olmadığını anlayışına ulaşmayı amaçlıyor.

 

-Doğru sözlülük

 

-Tam davranış Bu basamak, özgür istencinizin ürünü olan, içten geldiği için, hiç bir amaç gütmeden yapılan davranıştır.

 

-Doğru yaşam biçimi Yaşamını sağlamakta doğruluktan ayrılmamak, kendine yetecek olandan çoğunu elde etmeye çalışmamaktır.

 

-Tam çaba, tam uygulama Her şeyin tam bir özenle, eksiksiz yapılmasıdır. Bir Budist 'in oturması, kalkması bile büyük bir dikkatle yapılmalıdır. Zihnini bencil düşüncelerden arıtmak sürekli bir uğraş olmalıdır. Zihnin arıtılması, bencil düşüncelerden ayıklanması dört yüce duygunun yüzeye çıkmasına olacak sağlar: Sevecenlik, acıma, sevgi, yan tutmama.

 

-Tam bilinçlilik

 

-Tam uyanıklık

 

Bu basamaklar meditasyonla ilgilidir. Meditasyon Batı 'da anlaşıldığı gibi derin derin düşünme değil, düşüncenin aşılmasını, çıkarımcı düşünceden arıtılmış bir zihinle, salt bilinçli olmayı amaçlayan bir yöntem. Tam bilinçlilik, tüm duyumların, duyguların, düşüncelerin ruhsal durumların ardında olacak biçimde bir alicilik, bir uyanıklık durumunu sürdürmektir. Algının kapıları öylesine temizlensin ki, her algı hiç bir engelle karşılaşmadan bilince ulaşabilsin. Sözcükler de bilinçle yaşantı arasına giren bir engel oluyor çoğu kez. Sözcüklerden oluşan düşünceler durmadan bizi, iyi kötü, hoşa giden hoşa gitmeyen gibi ayrımlar yapmaya, yargılara varmaya kışkırtıyor. Artık dünyayı olduğu gibi değil, kurgularla, soyutla, soyutlamalarla yani sözcüklerle dünyayı kavrıyoruz. Gerçeğin sözcüklerle kavramlarla değil, ancak yaşantıyla kavranabileceğini savunan Budizm ' sözcüklere, kavramlara tutsak olmak yerine onları tam olarak denetim altına almak istiyor.

 

Budist meditasyonun özü nefes alıp verdiğinin ayırdında olmakla başlayan yaygın dikkattir. insan nefes alıp verdiğine duyarlı olunca yaşadığının da farkında oluyor, geleceğe ya da geçmişse değil, kendini şu ana ayarlıyor, şimdide yaşamaya başlıyor, duyulara daha duyumlu, duygulara daha duyarlı oluyor; kendinden kopuk, kendinden habersiz yaşamaktan kurtarıyor kendini, yaşamla da kendiyle de bütünleşiyor. Bu uygulamada yol almış kimse gövdesinde kendi istencine bağlı olmadan bir nefes alıp verme işleminin sürüp gittiğine duyarlı olmaya başlıyor. Bu yaşamsal bir yaşantı olarak kendini açığa vuruyor, ve bu izlenim insanda iç barış, esenlik ve Mutluluğun oluşmasına yol açıyor. Artık zihindeki karmasa yatışmıstır.

 

Buda 'nın meditasyon yöntemi öyle dalıp gitmeyi kendinden geçmeyi değil, tersine sürekli uyanıklılığı, sürekli bilinçli kalmayı gerektiriyor. Tam bilinçlilik gerçekleşince tam uyanıklık kendiliğinden gelir. Burada tüm ikilikler yok olur; düşünenin düşünceden, bilenin bilinişten, öznenin nesneden kopukluğu diye bir şey kalmıyor; zihinle yaşantı arasındaki bölüntü kalkıyor. Bütün bu ayrımların yaşantıyla ayırt edilecek somut bir gerçekliği olmadığını, bunların akıl yoluyla varılmış çıkarımlar olduğunu fark ediyorsunuz. Size “bu benim, bu da benim düşüncem” yada “gören benim, bu da gördüğüm şey” diye ayrım yapmanıza olanak veren şeyin bir gözlemden daha çok, sözcüklerin ve mantığın aracılığıyla elde edilmiş bir kuramdan Başka bir şey olmadığını anlıyorsunuz.

 

Kaynak: www.dunyadinleri.com

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

HİNDUİZM

 

Kurtuluş için gerekli bilgiye sahip olan Brahmanlar, bütün toplum üzerinde ağır bir hakimiyet sürdürdüler. M.Ö. 6. yüzyılda Cainizm ve Buddhizm dinleri bunların kudretlerine meydan okuyarak ortaya çıkınca, rahipler idareleri altındaki dini halk inançlarına yaklaştırmanın gereğini hissettiler, işte gelenekçi yüksek doktrinlerle az çok eski köklere dayanan bir takım boş inançlardan meydana gelen ve Vedizm ile Brahmanizm'in devamı sayılabilecek bu sentezin dini olan Hinduizm böyle doğmuştur.

 

Hinduizm'in, Buddhizmin yavaş yavaş çökmeye başladığı Miladi devrin ilk yüzyıllarında ortaya çıktığını söyleyebilmekteyiz.

 

Hinduizmin kutsal metinleri daha önce bahsedilen Vedalar, Brahmanalar ve Upanishadlara ilaveten, eski efsaneleri anlatan Puranalar, iki akraba prens ailesi arasındaki taht mücadelesini anlatan Mahabharata destanı, (ki bunun en güzel bölümü Tanrı Krşna'yı öven Bhagavad gita "Kutsal Şarkı" dır) ve daha da eski bir destan olan Ramayana'dır.

 

Bhagavad gita'da Tanrı Krşna, kendisinin eski zamanın kişilikdışı Brahma'sının devamı, yani eski-çağların hem kurbanı, hem de evrensel varlığı olan Tanrı Brahman ile eş olduğunu anlatır,

 

"Ben kendim kurbanım, duayım, adakım ve adakın yarattığı iyiliğim. Ben kurbanın işlemiyim, kutsal içkiyim ve hem de mihrabın üstünde çıtırdayan ateşim.

 

Ben bütün nesnelerin anası, babasıyım, doğuran ve muhafaza eden kimseyim, bütün bilgeliğin sonu, temizliğin ve -bütün tanrısal nesneleri içinde toplamış olan- kutsal OM. hecesinin, kelam'ın, Veda'ların ta kendisiyim.

 

Ben Ses'im, efendi ve besleyiciyim, konut ve evim, sığınak ve dostum, "bütün hayatın kaynağı ve hayatın okyanusuyum. Ben başlangıçla sonum, hazineyim, değişiklikleri ben yaparım, yemişleri boyuna yetiştiren tohum da benim.

 

Güneş ışıkla sıcaklığı benden alır; yağmuru veren ve isterse vermeyen benim. Hayat ve ölmezlik ben olduğum gibi, ölüm de benim. Ben Varolan'la Varolmayan'ım...

 

Bilgelik olarak herkesin gönlünde yeretmiş bulunmaktayım. Ben iyilik yapmanın iyiliğiyim...

 

Ben herşeyin tanrısıyım; kuvvetlinin kuvveti, güzel nesnelerin güzelliği, zeki insanların zekasıyım, bilen kişilerin zihinlerindeki bilgi, tanrısal sırrın hüküm sürdüğü sessizlik de yine benim."

 

Evrensel Varlığın keşfi bütün bencil arzulardan uzaklaşmak ve bilgeliğin, yürekli huzurunun verdiği sükuna kavuşmak imkanını yaratır:

 

"Tabiatın işleyişini kayıtsız ve menfaat gütmez bir seyirci gibi temaşa eden kimse, onun bir kanuna uyduğunu kabul eder;

 

Bir kimse ki onun için sevinçle acı, bir taşla bir külçe altın, dostla düşman eşittir; bir kimse ki övme ile sövme karşısında daima sakindir;

 

Böyle bir kimseyi artık hiçbir şey cezbedemez, kainatta artık hiçbir şey korkutamaz, çünkü hangi kanuna boyun eğdiğini bilir o, biz böylesine, tabiatı dizginlemiş kimse deriz...

 

Keder böyle bir insanı yormadığı gibi, hiç bir zevk de onu neşelendirmez; böyle bir insana ne tamah, ne kıskançlık, ne korku, ne öfke işler; eriştiği bilgelik içinde böyle bir insan, halinden memnun yaşar. O bir keşiştir, bir azizdir, dünyadan elini eteğin! çekmiş bir kimsedir, bütün dış nesnelerden uzak kendi nefsine hakim olarak, kendi iç hayatını yaşar.

 

Hiçbir kimseye hiçbir şeye bağlı değildir; her türlü arzudan kurtulmuş olduğundan, mutsuzluk artık onu sarsamaz, mutluluk artık onu heyecanlandırmaz. Gerçek bir bilgenin vasıfları işte bunlardır."

Bu yüksek felsefi kurgularla halk tapınışları arasındaki ortalama, Hinduizmin kendine özgü bhakti, yani sofuluk fikridir: Bu da bir Tanrı'ya inanmak, bu tanrısal Kurtarıcı'yı sevmektir.

 

Kurtuluş artık kurbanda yahut bilgide değil, böyle bir sevgidedir.

 

Hinduizmin halk.arasında en yaygın olan tanrıları Şiva ile, birçok tanrı arasında Rama ile Krşna'nın da cismine girmiş olan Vişnudur.

 

Şiva yokedici tanrı ise de hem yokeden hem vareden bir faaliyet gösterir. Kendisine hem sefahat alemleri, hem de perhiz ve riyazetlerle tapınılır. Başında bir hilal vardır ve üç gözlü olarak tasfir edilir. Boynunda ölü kafalarından meydana gelme bir gerdanlık asılıdır. Birçok kolları, baltalarla mızrakları tutup havaya kaldıran elleri vardır, vücuduna yılanlar dolanmıştır. Bazen yarı erkek, yarı kadındır. Bazen rakseder ve çok sayıdaki kolları vucudunun çevresinde bir hale şeklini alır.

 

Lotus çiçeği gözlü, mutlu tanrı Vishnu ise dünyayı korur, sakınır. Yanıbaşında Lakshmi vardır ki bu, güzellik, aşk, döl ve bereket tanrısıdır ve inek, ona mahsus kutsal bir hayvandır. Vishnu'nun yanında çoğu zaman bir güneş kuşu olan Garuda da vardır.

 

Vishnu dört kollu bir tanrı olarak tasfir edilir; ellerinde bir disk, bir sedef kabuk, bir balyoz, bir de lotus çiçeği tutar.

 

Dünyayı kurtarmak için birkaç defa başka başka bedenlere girmiş, sıra ile balık, kaplumbağa, domuz, aslan, cüce, ayrıca Rama ile Krşna olmuştur. Son olarak Buddha ile bedenlendiği -iddia edilirse de, Buddha Buddhistler için bir tanrıdan çok bir kurtarıcıdır.

 

Çoğu zaman Şiva ile Vishnu'yu Brahma ile eş tutup bir "teslis" (Trimurti) meydana getirenler olmuştur. Buna göre kişilikdışı Brahma yaratıcı olarak Brahma'da, yok edici olarak Şiva'da, tanrısal inayet olarak Vishnu'da görülmektedir. Fakat bu, halk sofuluğunun bir verisi olmaktan çok, ilahiyatçılar tarafından meydana getirilmiş bir teoridir.

 

Hinduizm'de ayrıca daha birçok tanrı -örneğin, bilgelik tanrısı olan fil başlı Ganeşa- vardır. Birçok kutsal hayvan vardır ki bunların ön safında inek, sonra maymun, sonra yılan gelir. Kutsal ağaçlar, kutsal nehirler de vardır ve bu nehirlerin en ünlüsü Ganj'dır.

 

Hinduizm'de ölüler yakılarak, külleri kutsal nehirlere serpilmektedir.

 

Hinduizm'de tapınış tanrıları hoşnut etmekten, onların şerefine yahut kutsal hayvanlarına itina gösterip gözetmekten, kutsal nehirlerde yıkanmaktan, en mübarek tapınaklara, özellikle Benares'e ziyaretler yapmaktan ibarettir.

 

HİNDU TANRILARI

 

ŞİVA

 

shiva_s.jpg

 

KRİŞNA

 

krishna2.jpg

 

GANESH

 

ganesh.jpg

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

YAHUDiLiK (MÜSEViLiK)

 

Yaşayan ilâhî kaynaklı dinlerden, mensûbu en az olan bir din. Günümüzde yeryüzünde yaklaşık 15-24 milyon dolayında Yahûdî vardır. Yahûdili'ğin, dinler tarihinde özel bir yeri bulunmakta ve bu din, en eski ilâhi kaynaklı din olarak nitelendirilmektedir. Mâzisi birkaç bin yıl geriye giden bu dinin başta gelen özelliklerinden biri İsrail oğulları ile Tanrı arasındaki "ahd'e kutsal kitaplarında geniş yer ayrılmasıdır. Bu nedenle bu din, bir "ahid dini" olarak da bilinmektedir. İsrail oğullarının başına gelen bütün sıkıntıların, onların bu ahde uymamaları, verdikleri sözü tutmamalarından ileri geldiği, hem kendi mukaddes kitaplarında, hem de Kur'an-ı Kerîm'de belirtilmektedir.

 

Bu din, Bâbil Sürgünü'nden sonra millî bir din haline getirilmiştir. Ancak bu din, tek Tanrı'ya, vahye dayanan mukaddes kitâba ve peygamberlere yer vermesiyle millî dinlerden; millileştirilip bir ırka tahsis edilmesiyle de, ilâhî dinlerden farklı bir durum arz etmektedir. Aslında bugünkü Yahudiliğin bir din mi, ırk mı, yoksa millet mi olduğu, pek net değildir. Tartışmaya girmeden onun kendine has özellikleri ve nitelikleri bulunan bir din olduğu, benzerinin bulunmadığı ve bu yüzden de tanımının zor olduğu söylenebilir. Çünkü Yahûdilikte din ve ırk içiçe girmiş olduğundan birini dinlerinden ayırmak güçtür. Onun en güzel tanımını, mukaddes kitaplarında yer alan "Balam" hikâyesindeki şu cümle yapmaktadır: "İşte ayrıca oturan bir kavimdir ve milletler arasında sayılmayacaktır"(Sayılar, 23/9).

 

Yahudiler, mukaddes kitaplarında yer alan ifadelere dayanarak kendilerini, dünya milletleri arasından seçilmiş kavim olarak görürler. Tanrı, bu kavmi Sina'da kendine muhatâp kılmış, onlarla ahidleşmiş, onlardan buyruklarına uyacakları konusunda söz almış ve Hz. Mûsa'nın şahsında onlara Tevrât'ı göndermiştir. Bu dinin odak noktası, Kudüs'deki "Mâbed"dir. Tahribinden önce bu Mâbed'in bir odasında "Ahid Sandığı" bulunmaktaydı. Yahûdiliğin sembolü, "Yedi kollu şamdan" ve "altı köşeli yıldız" (Hz. Dâvûd'un yıldızı)dır.

 

Yahudiliğin Tarihi Seyri

 

M. Ö. İkinci bin yılın başlarında Yahudilik Hz. İbrahim'in oğlu İshak'la sahneye çıkmıştır. İshak'tan sonra Yakub (a.s) yerine geçti (İbn Haldun, Tarih,2/40). Yakub'un diğer adı "İsrail" idi. Dolayısıyla Yakub'un oğullarının adıyla anılan on iki kabile de İsrail oğullarını oluşturdu. Bundan sonra Yusuf (a.s)'un daveti (Taberî, Tarih,1/185) üzerine Yakub ve oğulları Mısır'a göç ettiler (İbn Esir, Kâmil, 1/155).

 

Yahudilik, sözün tam manasıyla İsrail oğullarının Babil'de geçirdikleri sürgünden sonra inkişaf etmiştir. Oradan Filistin'e döndükten sonra (M.d. 538) İlahi şeriatı bildiren Tevrat, daha fazla bütün hayatın merkezi sanılmıştır. Yahudilere mahsus hükümleri havi Tevrat'a göre, Yahudiler yabancılarla evlenemezler. Bu durumda kendilerini ileride üstün ırk saymalarına kadar vahim sonuçlara ulaşmıştır (A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, 110).

 

M. Ö. İki binlere değin İsrail oğulları Mısır'da üçüncü sınıf insan muamelesi gördüler, orada tutsak kaldılar. Ta ki kavmin içinden (İsrailoğullarından) Musa'nın, onları Firavun'un zulmüne karşı Hak'la gelip kurtulmalarına kadar. İsrailoğulları Ken'an iline ulaşarak kurtuldular. Musa, Şeriatıyla İsrailoğullarına iki özellik kazandırdı. Biri, Allah'ın kanunlarına itaat etmek, diğeri ise isyana, başkaldırmaya yönelten bir tabiat hali.

 

Ken'an ülkesinde başta Filistinliler olmak üzere çeşitli topluluklarla savaşmak zorunda kalan Yahudiler, İ.Ö 990 dolayında Hz. Davud'un peygamberlik ve liderliğiyle bileşik bir devlet (krallık) şeklinde örgütlenerek Kudüs'ü ele geçirdiler.

 

Hz. Davut'a (a.s) gönderilen Zebur adlı semavi kitap, Tevrat'ın hükümlerini tasdikleyici olarak geldi. Bu yüzden Yahudilik İsa'ya kadar sürecektir.

 

İ. Ö. Dokuzuncu yüzyıldan beşinci yüzyıla kadar Aramiler, Asurlular ve Babillilerle çeşitli savaşlar sürmüştür. Babilin Yahuda Krallığını ele geçirmesi ile İsrail oğulları yeni bir sürgün dönemine giriyordu.

 

Yahudilik kendi tarihinde Büyük İskender'in İ.Ö. 322'de Filistin'i ele geçirmesi ile İ.Ö. 4-2 y.y'lar Helenistik bir dönemin başlangıcı olmuştur. Helenistik dönemde Suriye, Anadolu, Babil ve İskenderiye'de Yahudilik önemli merkezler elde etmişti. Bu dönemde Yahudiliğin kutsal metinleri Yunanca'ya tercüme edildi. Mısır'da zengin tarih, şiir, felsefe birikimi Yunan bilgisiyle oluştu.

 

Bu dönem için biraz farklı bilgi şöyledir: Aşağı yukarı M.Ö. Üç yüz senesinden M.Ö. yüz beş senesine kadar Yâhudi dini büyük bir devir yaşamıştı. Selevkyalı hükümdarların, Yahudileri Helenistik fikir ve siyaset sistemlerine mecbur bırakmalarına karşı 175-143 seneleri arasında Makkabe'lerin isyanları sayesinde Yahudiler evvela dinî, sonra da siyasî hürriyet elde etmişlerdir. Selevkyalıların devrini müteakip Romalı hakimiyet devrinde tekrar Filistinli vatanperestlerin birçok isyan hareketleri meydana gelmiştir.

 

O zaman da, Eski Ahid çeşitli kaynaklardan gelen, çeşitli yazar tertip edicilerin izlerini gösteren rivâyet, hikayet, tarihi ve şairane kısımlarının bir kül haline getirilmesinden sonra şimdiki şeklini almağa başlamıştır (A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, III).

 

"Yahudiliğin Helenistik dönem"i İ.Ö. 63-İ.S.135 arasında süren Roma egemenliğine kadar devam etti.

 

Roma egemenliği sırasında bağımsız devlet fikri yoğunlaştı. Hristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte o yıllar Yahudilik en önemli mezhep çatışmaları yaşadı.

 

Birbirini takip eden başarısız ayaklanmalar Yahudilikte büyük yıkıma yol açtı. Bunun ardından (doğal olarak) Yahudilik kendi içine dönmeye başladı. Bu dönem, "Talmud'un geliştirilmesi" adıyla II. yüzyıldan XVIII. yüzyıla değin sürdü. Filistin ve Babil'deki amoralar Filistin ve Babil talmudlarını vücuda getirdiler. Bunlardan Babil Talmudu Yahudi yaşamının o zamanlardaki temelini oluşturdu. Akdenizdeki Yahudi topluluğu V. yüzyılda parçalandıysa da Yahudi takviminin korunması ve hahamların çabalarıyla Avrupa'da Yahudi topluluğu tutunabildi. Diğer yandan Filistin'den Babil'e geçen hahamlık kurumu Yahudiliğin Şeriat sistemini bu yeni ülkenin şartlarına başarıyla uyguladı. VII. ve VIII. yüzyılda İslâm'ın genişlemesiyle birlikte "goon" adıyla anılan Babilli Yahudi önderler kendi geleneklerini bütün yahudi toplumlarına ulaştırdılar.

 

Ortaçağda Yahudilik, kültürel köklerini Babil'e dayandıran Sefardi Yahudileri (ki bunlar Endülüs-İspanya'da idiler. Bunlar Müslüman-Arap kültüründen etkilenmişlerdir) ve Aşkenazi yahudileri (ki bunlar da Avrupa'nın latin-hristiyan kültüründen etkilenmiş Fransız-Alman Yahudileridir) türünde biçimlenmişlerdir. Yine XII. yüzyılda Alman Aşkenazileri arasında Hasidilik, XIII. yüzyılda Provence ve Kuzey İspanya'daki Talmud akademilerinde ortaya tefekküre dayalı olarak çıkan bir Kabala türü de Yahudi mistisizminin en tipik örneklerini oluştururlar. Bütün bu sayılan kültürlerin arasında çeşitli çatışmalar ortaya çıktı. Gerek bu çatışmalar, gerek hristiyan yöneticilerin baskıları ve gerekse 1306 yılında Fransa'dan Yahudilerin sürülmesi Yahudi kültürünü çözümsüz ve bağlılarının açıktan dinî bağlılığı söyleyememesi dolayısıyla dinin bağlılar açısından kendi içinde kalmasına sebep olmuş, bu durum XVIII. yüzyıla kadar sürmüştür.

 

XVIII. yüzyıldan sonraki en önemli hareket Haskala adıyla bilinen Yahudi aydınlanması olarak gerçekleşti. Bu dönemde Haskala özellikle Rusya'da ruhbanlık karşıtı bir harekete dönüştü, toplumsal ve ekonomik reform talepleriyle birlikte gelişerek yayılma ortamı buldu. Batı Avrupa'da 1800-1815'te Napolyon döneminde başlayan "Yahudi Reformu Hareketi" de Haskala'ın ürünü sayılır. Reformcu yahudilik Almanya'da 1840'larda kurumlaşırken Avrupa'nın büyük bölümünde başarısız kaldı. Ancak ABD'de yaygınlaştı.

 

Yine bu yıllarda "fanatik yahudilik" (1845) Almanya'sında görüldü. Fanatik Yahudilikte de günümüze değin sürecek gelenekçilik hakimdi.

 

XIX.y.y'larda dindışı özellikleriyle "siyonizm hareketi" reform hareketlerinin sonuçlarından birisi olması açısından önemlidir. Siyonist hareket ulusal canlanma ve ana yurda dönme yönünde geliştirdiği plan ve programla 1948'de İsrail Devleti'nin kurulmasını sağlayacak kadar Yahudilik açısından başanlıydı.

 

II. Dünya savaşı sıralarında Nazi Almanya'sının giriştiği Yahudi soykırımından bu yana Yahudilerin yerleşim açısından temel olarak Avrupa'nın dışında İsrail, SSCB ve ABD'de toplandıkları dikkat çeker.

 

Günümüzdeki Yahudi İsrail Devleti resmen "gelenekçi yahudiliği" benimsemiştir.

 

Bu genel bilgiden sonra, bu kavmin dünya literatüründe "Yahûdî, İbrânî, İsrail oğulları" gibi terimlerle adlandırılmasının kısaca açıklanması yapılacaktır. Çünkü konunun iyi anlaşılabilmesi bu terimlerin bilinmesine bağlıdır:

 

Yahudî: Hz. İshâk'ın oğlu Hz. Yâkûb'un on iki oğlu vardı; dördüncü oğlunun adı "Yuda" veya "Yahuda" idi. Bu nedenle onun adına dayanarak İsrailoğullarına, "Yahudî" denmiştir. Filistin'in göneyinde kurulan Yuda veya Yahuda Krallığı da, ayrıca bu adın kaynağı olarak ileri sürülmektedir. Çünkü (Ürdün'ün batısı, Samiriye'nin güneyindeki bölge, yuda veya Yahuda adına nisbet ediliyordu. Esaretten sonra genel olarak halk "İsrailliler" diye adlandırılırken, şahıslar birbirine "Yahudi" diyorlardı.

 

Böylece onların torunları da günümüze kadar bu adla anıldılar.

 

İbrânî: Bu kelime, "İbrî" veya "Hibrî" kelimelerinden gelmektedir. Bu kelimeler, M.Ö. XV-XIV. yüzyıllarda Filistin'de görülen göçebe bir kabîlenin adıdır; "öte tarafın insanları" anlamında, Fırat ve Ürdün nehirlerinin öbür kıyısından gelmiş olan göçmenleri ifade eder. Yahûdîlere bu ad, Ken'an ülkesinin yerlileri tarafından verilmiştir. Bu konuda Yahûdî mukaddes kitabında bilgi verilmektedir (Tekvîn, XI/27-28; Tesniye, XXVI/5-6).

 

İsrâîl: Bu kelime, Tanrı ve insanlarla güreşip yenen anlamında Hz. Yâkûb'a, Tanrı tarafından verilmiş bir lâkabdır. Bu husus, Tevrât'ta yer almaktadır (Tekvîn, XXXII/28; XXXV/9-15; Hoşea, XII/4-5). Yahûdi Ansiklopedisinde kelimenin asıl anlamının belirsiz olduğu, Tevrat'ta "Tanrı ile güreşen" şeklinde yer almasına rağmen, "Tanrı ile mücâdele eden" anlamına gelebileceği belirtilmektedir. (The Universal Jevish Encyc, V/613). Taberî ise, Hz. Yâkub'a gece içinde Allah'a giden anlamında "İsrâil" dendiğini yazmaktadır (Taberî, Thiru't-Taberî, I/320). Ayrıca on iki Yahudî kabîlesi de "İsrail” adıyla anılmaktadır (Çıkış Hurûc, III/16). Ancak, bu adın, Hz. Süleymân'dan sonra ikiye ayrılan ülkenin kuzeyinde kalan bölümünü teşkil eden kabîlelerin krallığını nitelendirmek üzere kullanıldığını belirtmek gerekir. Bununla birlikte Bâbil Sürgününden sonra Yahûda (Yuda)'ya geri dönen İbrânîler, Yahûda kabilesine mensup olmalarına rağmen, genel olarak "İsrailliler" adını aldılar.

 

Yahûdî inancına göre bu ad Yâkûb'a, Tanrı tarafından verilmiştir. Bu nedenle Yahûdîlik milli bir din, Yahova da millî bir tanrı olarak kabul edilmiştir. Onlara göre İsrail oğulları seçkin bir kavimdir. Sonraları bu ad genelde, bütün Yahudileri kapsayacak bir biçimde kullanılmıştır. Bugünkü Yahudi Cumhuriyeti de bu adı kullanmaktadır.

 

Bu kavim, Ken'an diyarına (Filistin) yerleşmeden önce "İbrânî", orada "İsrailliler", Sürgün'den sonra da genelde "İsrailoğulları", ferden "Yahudi" şeklinde adlandırmıştır. Ancak bu üç terim, birbirinin yerine kullanılmış ve halen kullanılmaktadır; yani, üçüyle de aynı din mensuptan ve aynı topluluk ifade edilmektedir (G. Tûmer-A.Küçük, Dinler Tarihi, 110-111; Dinler Tarihi Ansiklopedisi, II 361 vd).

 

Tevrât'a Göre Yahûdîliğin Tarihçesi

 

Yahûdîliğin tarihçesi, onların kutsal tarihini oluşturan mukaddes kitaplarına dayanır. Mukaddes kitap, âlem'in ve ilk insanın yaratılışından, peygamber Malaki'ye kadar geçen olayları içinde bulundurur.

 

Samî ırkından sayılan İbrânîler, kildânilerin Ur şehrinden çıkıp Harran'a gelirler (Tekvîn, XI/27-30). Yahve (Tanrı), Abram'a (Hz. İbrahîm) Harran bölgesinden, Ken'an diyarına göçmesini buyurur. O da karısı Saray'ı, kardeşinin oğlu Lut'u (Hz. Lût) ve Harran'da kazandıklarını da yanına alarak Ken'an diyarına varırlar. O zamanlar orada Ken'ânîler bulunmaktaydı. Tanrı, Abram'a görünüp o ülkeyi, onun nesline vereceğini bildirir. Abram da, kendine görünen Rab için bir mezbah (kurban kesme yeri) yapar. Memlekette kıtlık çıkınca Abram, Mısır'a gider. Mısır'a yaklaştıklarında Abram, karısı Saray şöyle der: "İşte biliyorum ki, sen görünüşü güzel bir kadınsın; ve olur ki Mısırlılar seni görünce: Bu, onun karısıdır derler ve beni öldürürler, fakat seni sağ bırakırlar. Senin yüzünden bana iyi davranılsın, senin sebebinle canım yaşasın diye: Onun kız kardeşiyim' de. Ve vâkî oldu ki, Abram Mısır'a girdiği zaman, Mısırlılar kadının çok güzel olduğunu gördüler ve Firavun'un emîrleri onu gördüler ve onu Firavun'a medhettiler; kadın, Firavun'un sarayına alındı. Ve onun yüzünden Abram'a iyi davrandı; ve onun koyunları, sığırları oldu. Ve Rab, Abram'ın karısı Sara'dan dolayı, Firavun'u ve onun sarayını büyük vuruşlarla vurdu. Ve Firavun, Abram'ı çağırıp dedi: Bana bu yaptığın nedir? Bu senin karın olduğunu niçin bana bildirmedin? Niçin, Bu benim kız kardeşimdir' dedin, ben de onu karı olarak aldım ve şimdi, işte karın, al ve git! Ve onların hakkında Firavun adamlara emretti; ve onu ve karısını ve kendisine ait olan her şeyi gönderdiler" (Tekvîn, XII/1-20).

 

Abram ve beraberindekiler, Mısır'dan böylece ayrıldılar. Çok zengindirler. Çobanları arasındaki bir tartışmadan sonra Abram'la Lut, birbirinden ayrılırlar. Lut, doğuya doğru gider. Abram ise, Ken'an diyarında oturur. Abram, bulunduğu bölgede hakimiyetini kabul ettirir ve bu arada esir edilen kardeşi (daha önce kardeşinin oğlu olarak belirtilir. Bkz. Tekvîn, XII/5. Karş. Tekvîn, XIV/14-16) Lut'u kurtarıp yanına alır (Tekvîn, XIII-XIV. Bâb.).

 

Bu olaylardan sonra Rab, rüyâsında Abram'a görünür, ona yardım edeceğini bildirir. Abram, O'ndan zürriyet ister. Tanrı da vereceğini vâdeder. Karısı Saray'ın teklifi üzerine câriyesi Hacer ile evlenir ve ondan İsmail doğar. Bu sırada Abram, seksen altı yaşındadır (Tekvîn, XI-XIV. BâB). Doksan dokuz yaşına geldiğinde Tanrı ona görünür ve onun zürriyetini çoğaltacağını bildirir. Bunun üzerine Abram, yüzüstü düşer ve Allah, onunla şöyle konuşur: "Ben ise, işte, ahdim seninledir ve birçok milletlerin babası olacaksın ve artık adın Abram (yüce baba anlamında) çağırılmayacak, fakat İbrahim (cumhûr -halk, umûm-'un babası anlamında) olacak; çünkü seni birçok milletlerin babası ettim. Ve seni ziyâdesiyle semereli kılacağım ve seni milletler yapacağım ve senden sonra zürriyetini, Allah olmak için seninle ve senden sonra zürriyetinle benim aramda ahdimi, nesillerince ebedî ahid olarak sabit kılacağım. Ve senin gurbet diyarını, bütün Ken'an diyarını, sana ve senden sonra zürriyetine ebedî mülk olarak vereceğim ve onların Allah'ı olacağım" (Tekvîn, XVII/1-8).

 

Allah, İbrahim'den ve zürriyetinden gelecek olanlardan ahid olarak her erkek çocuğun sünnet edilmesini ister. Yine Allah, İbrahim'e, karısı Saray'ın, bundan sonra Sara (prenses anlamında) olarak çağırılmasını ve ondan bir oğul vereceğini, adının da İshak olacağını bildirir. Böylece Sara, Hacer'i kıskanmaktan kurtulmuş olacaktır.

 

İbrahim, ahid gereği, kendisi doksan dokuz, İsmail de on üç yaşında iken, aynı gün sünnet olurlar. Öte yandan Sara, İshâk'ı doğurur. İbrahim, oğlu İshâk'ı sekiz günlükken sünnet ettirir. Çocuk büyüyüp sütten kesildiğinde İbrahim, oğlu için büyük bir ziyâfet verir. Bu sırada İsmail'in güldüğünü gören Sara, İbrahim'den, onu kovmasını ister. Bu durum İbrahim'e kötü görünür. Ancak Allah, İbrahim'e, Sara'nın dediğini yapmasını, çünkü neslinin, İshâk'ın adıyla çağrılacağını söyler. Hacer, İsmail'i alıp çöle gider (Tekvîn, XVII/19-27; XXIXII. BâB).

 

Bir gün Allah, İbrahim'i denemek için, ondan biricik oğlu İshâk'ı kurban etmesini ister (İslâm'a göre Hz. İsmail) İbrahim emri yerine getirmek üzere bir mezbah yapıp bıçağı eline aldığında Rabb'ın Meleği göklerden ona çağırıp çocuğu boğazlamamasını, çünkü emri yerine getirdiğini bildirir. Bunun üzerine İbrahim, gözlerini kaldırdığında, çalılıkta bir koçun hazır olduğunu görür ve onu kurban eder. Bu olay üzerine Rab, ona, sözünü yerine getirdiğinden dolayı, zürriyetinin düşmanlarının kapısına hâkim olacağını ve zürriyetinden gelen bütün milletlerin mübârek kılınacağını bildirir (Tekvîn, XXV/1-20).

 

İbrahim, yüz yetmiş beş yaşında iken ölür. "Ve oğulları İshâk ve İsmail onu Mamre karşısında olan Makpela Mağarasına, Hitti Tsohar oğlu Efro'nun tarlasına, İbrahim'in Het oğullarından satın aldığı tarlaya gömdüler. İbrahim ve karısı Sara, oraya gömüldüler ve vâkî oldu ki, Allah, İbrahim'in ölümünden sonra İshâk'ı mübârek kıldı" (Tekvîn, XXV/8-11).

 

İshâk'ın çocuğu olmadığından Rabb'a yalvarır, Esav ve Yakub adlı iki oğlu olur. Bir gün ülkesindeki kıtlık sebebiyle İshâk, Filistinlerin kralı Abimelek'in ülkesi Gera'ya gider. Orada karısını, kızkardeşi olarak tanıtır. Durumu anlayan Kral, niçin böyle yaptığını sorar. O da, elinden alınıp kendisine zarar gelme korkusundan böyle yaptığını söyler (Babası Abram (İbrahim)in aynı hareketini karşılaştırmak için bkz. Tekvîn, XII/10-20; XVI/6-12). Bunun üzerine Kral, onları korur. Varlık sahibi olurlar. Ancak, Filistinler, onları kıskanarak ülkelerinden çıkarırlar.

 

İshâk artık yaşlanmış ve gözleri görmez olmuştur. Bunun üzerine Yakub, babasının sevdiği Esav'ın yerine, hîle ile kendisini mübârek kıldırır. Bunu öğrenen Esav çok sinirlenir ve onu öldüreceğini söyler. Yakub, Harran'a gitmek üzere oradan ayrılır. Gecelediği yerde, rüyâsında, yerden göğe doğru yükselen bir merdiven görür. Bu merdivenden, Allah'ın melekleri çıkıp inmektedir. Başı, göklere ermiştir. Rab, ona şöyle der: "Baban İbrahim'in Allah'ı ve İshâk'ın Allah'ı Rab benim. Üzerinde yatmakta olduğun diyarı sana ve senin zürriyetine vereceğim; ve senin zürriyetin, yerin tozu gibi olacak ve garba ve şarka ve şimâle ve cenuba yayılacaksın ve yerin bütün kabîleleri senden ve zürriyetinde mübârek kılınacaktır..." (Tekvîn, XXVIII/13-15)..

 

Yakub, uyanınca, "Burası Allah'ın evidir ve bu, göklerin kapısıdır" deyip oraya "Beyt el-Lehem" (Allah'ın evi) adını koyar; yoluna devam edip Harran'a ulaşır. Orada annesinin kardeşi Laban'ın yanında çalışır; onun iki kızı yanında, iki de câriyeden on iki oğlu ve bir de kızı olur. Onları alıp Ken'ân'a babasının yanına döner.

 

Yakub, çocuklarından en çok Yusuf (Yosef)'u sever. Bu yüzden kardeşleri onu kıskanırlar. Yusuf, bir rüya görür ve kardeşlerine anlatır. Bu rüyâda, "kardeşleriyle birlikte bir tarlada buğday demetleri bağladıklarını, kendi demetinin dik durduğunu, ötekilerin demetlerinin ise, kendisininkinin çevresini kuşatıp eğildiklerini" söyler. Kardeşleri, bu rüyâdan onun, kendilerine hâkim olacağı anlamını çıkarırlar, ona karşı kin ve kıskançlıkları artar. Yusuf, bir başka rüyâsında güneş, ay ve on bir yıldızın, kendisine secde ettiğini görür. Bu rüyâyı babası ve kardeşlerine anlattığında, babası onu azarlayıp, "Gerçek ben ve anan ve kardeşlerin yere kadar sana eğilmek için mi geleceğiz?" der. Kardeşleri onu kıskanırlar, babası da bu sözü yüreğinde tutar. Yakub, Yusuf'u sürüleri otlatmakta olan kardeşlerinin yanına gönderince onlar da onu, elbiselerini çıkararak bir kuyuya atarlar. Daha sonra da kuyudan çıkarıp onu, Mısır'a giden tüccarlara yirmi gümüşe satarlar. Babalarına, kardeşlerini bir canavarın yediğini söyleyip, onun kana batırılmış entarisini gösterirler.

 

Yusuf, Mısır'da, Firavun'un bir memuru olan Potifar tarafından satın alınır. Potifar'ın karısı Yusuf'a aşık olup, ilgisine karşılık görmeyince iftira ederek onu hapse attırır (Tekvîn, XXXIX/20). Yusuf, hapisteyken, Firavun'un gördüğü bir rüyâyı tâbir ederek (yorumlayarak) hapisten kurtulur ve Firavun'un yanında önemli bir mevkie yükselir (Tekvîn, XLI/40). Daha sonra Filistin'de bulunan babası Yakub ve kardeşlerini Mısır'a getirtir. İsrail oğulları, böylece Mısır'a yerleşmiş olurlar (Tekvîn, XLIII. BâB). Önceleri burada rahat bir hayat geçiren Yahûdiler, zamanla büyük sıkıntılara, köleliğe düşerler (Çıkış, I/12-13). Onları bu sıkıntıdan kurtarıp "Arz-ı Mev'ûd"a (Vâdolunmuş toprak Filistin'e) döndüren Moşa (Hz. Mûsâ) olur (Tah. M.Ö, 1250).

 

Musa, Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulup onları izleyememesi sonucu Yahûdileri, Sina'ya getirir. Burada, Sina Dağında, Hz. Mûsâ'ya Tevrât ve On Emir verilir. Yahûdiler Sina çölünde kırk yıl dolaşırlar. Mûsâ'dan sonra Yeşu onları Filistin'e götürür (Çıkış-Hurûc, VII-XL. Bâblar; Yeşu, I-XXIV. BâB). Filistin'de Hâkimler ve Krallar devrinden sonra Kral David (Hz. Dâvûd, M.Ö. 1013-973), Kudüs'ü alır ve Yahûdilerin en parlak devresini başlatır (bk. II. Samuel, V-IX. Bâblar). Oğlu Kral Şelomo (Hz. Süleymân, M.Ö. 973-933), babası tarafından hazırlatılan yere kutsal Mâbed'i inşa ettirir. O zamana kadar bir çadırda korunan ve içinde On Emir tabletleri bulunan mukaddes Ahid Sandığı, Mâbed'in bir odasına konur (bk. I. Krallar, V-IX. Bâblar).

 

Hz. Süleymân'ın ölümünden sonra krallık, güneyde Yuda (Yahuda), kuzeyde İsrail olmak üzere ikiye ayrılır (I. Krallar, XI-XII. Bâblar vd.). On kabîle, İsrail; ikisi de, Yuda Krallığına bağlanır. Önce İsrail Krallığı, Asurlular tarafından M.Ö. 721'de; sonra da Yuda Krallığı Babilliler tarafından M.Ö. 586'da yıkılır. Mâbed tahrîb edilir ve Yahûdiler, Babil'e sürgün edilir. Sürgünde Yahûdi halkı, Ezra'nın çevresinde birleşir ve M.Ö. 538'de Kudüs'e döner. Mâbed, M.Ö. 520'den sonra yeniden onarılır (bkz. Daniel, Ezra, Ester).

 

Yahûdi Mukaddes Kitabı, önceki peygamberler kadar, sonraki küçük peygamberlere de yer verir. Bâbil Sürgünü döneminde İşaya, Yermiya (Yeremya) gibi peygamberler gelmiştir. İlya-Mesih'ten önceki peygamber, Malaki'dir.

 

Yahûdi tarihinde Kudüs, İskender'den sonra Ağidler, Selefkî'lerin eline geçti. Mâbed (Tapınak), M.Ö.168'de yağma edildi. Makkabî'ler, yeniden hâkimiyeti sağladılarsa da, M.Ö. 63'de başlayan Roma esâreti dönemi, M.S. 70'de Roma'lı komutan Titus'un, Kudüs'ü ve bu arada Mâbed'i de yakıp-yıkmasıyla sonuçlandı. Yahudiler, dünyanın her tarafına dağıldılar. Mâbed'den arta kalan Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) yüzyıllarca onlarda millî ve dinî şuûru ayakta tutmuştur. Mesîh inancının verdiği ümit, onlarda bu şuûrun devamlı varlığını sürdürmesini temîn etmiştir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kur'ân-ı Kerîm'e Göre Yahudilik

 

Kuran'da, Yahudilikten bahsedilen âyetlerin sayısı oldukça fazladır. Onlardan "Ben İsrail", "Yahud" vb. deyimlerle söz edilen âyetler bulunduğu gibi, bir bölümünde bazı peygamberler (Hz. Yakub... gibi) konu edilirken, Yahudilerle ilgili olarak bilgi verilir. Ayrıca Kur'ân'daki "Ehl-i Kitap" deyiminin şümûlüne, onlar da girerler.

 

Kur'ân'da, Yahûdiler ile ilgili olarak verilen bilgileri şöylece sınıflandırmak ve sınırlamak mümkündür:

 

1- Allah tarafından Yahûdilere bahşedilen nimetler.

 

2- Uymakla yükümlü oldukları dînî hükümler.

 

3- Peygamberler tarafından kendilerine getirilen hükümlerle tebliğleri değiştirmeleri ve doğru yoldan sapmaları.

 

4- Allâh'a karşı ahidlerini bozmaları, verdikleri sözden dönmeleri ve bunu alışkanlık hâline getirmeleri.

 

5- Yaptıkları kötü işler yüzünden zillet ve meskenete uğramaları.

 

6- Yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışmaları.

 

7- Bazı peygamberler ile sâlih kimselere iftirâ etmeleri veya onları öldürmeleri.

 

8- Basit menfaatleri uğruna gerçeklere yüz çevirmeleri.

 

9- Allah'ın, Yahûdilere tavsiyeleri. Yahûdilerin tarihçesiyle ilgili olarak Kur'ân'da, Hz. Musâ'ya kadar olan dönem hakkında yer alan bilgiler şu şekilde özetlenebilir:

 

Hz. İbrahim, Ulu Allah'ın seçkin kıldığı peygamberlerden biridir (Alu İmrân, 33-34; Meryem, 58-59). O, ne Yahûdi ve ne de Hıristiyan'dır. O, müşriklerden de değildir. Allah'ı "bir" tanıyan gerçek müslümanlardandır (Alu İmrân, 67, 95; Meryem, 43, 47). Ulu Allah, onu dost edinmiştir (Nisâ, 125). O çok içli, yumuşak huylu, konuksever ve kendini Allah'a adamış, dosdoğru bir kimsedir (Hûd 75; Tevbe,114; Meryem, 41; Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX,107). O, görevini tam olarak yapan (Bakara, 124) ve kendisine suhuf verilen (A'lâ, 19) bir peygamberdir. Ona, göklerin ve yerin sırları, yakînî bilgi bahşedilmiştir. Bununla ilgili olarak Kur'ân'da şöyle denir: "Biz İbrahim'e, yakînen bilenlerden olması için, göklerin ve yerin melekutunu şöylece gösteriyorduk"(En'âm, 7/75). Hz. İbrahim, Allah'dan başka putlara, ay, güneş ve yıldızlara tapınan babası (Âzer) ile kavmine karşı, görmeyen; batan, zevl bulan şeylere, Şeytana tapınılmayacağını anlatmaya çalışır. Kendicinin Ulu Allah'a tapındığını, O'na hiçbir şeyi ortak koşmadığını, onları ve yonttuklarını O'nun yaratığının, dolayısıyla o'na ibadet, şükür etmeleri gerektiğini, çünkü O'na döneceklerini bildirir. Onlar, hattâ babası, bu dâvete uymadılar. Ona, babalarını da böyle bulduklarını söylediler (En'âm, 74-80; Enbiyâ, 58-67; Sâffât, 85-95: Meryem, 44; Ankebût, 17; Şuarâ, 70-82). Hz. İbrahim, düşmanının putlar; dostunun da âlemlerin Rabb'i olduğunu belirterek şöyle diyor: "Beni yediren de, içiren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifâ verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O'dur. Âhiret gününde yanılmalarını bana bağışlamasını umduğum O'dur" (Şuarâ, 26/79-82). Hz. İbrahim, görevini yapmış, tebliğde bulunmuştur. Onu ateşe atarlar, fakat Ulu Allah onu ateşten kurtarır (Ankebût, 24; Enbiyâ, 70; Sâffat, 93).

 

Kur'ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim ile ilgili olarak verdiği kıssalarda insanlara, Allah ve âhiret inancı konusunda yol göstermekte, ibret vermekte ve onları düşünmeye dâvet etmektedir (bkz. Bakara, 260; En'âm, 76-79; Sâffât, 85-94).

 

Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'i ve onun soyundan gelenleri peygamber kıldı. Onlara iyi işler işlemelerini, namaz kılmalarını, zekât vermelerini emretti (Enbiyâ, 73). Hz. İbrahim, Allah'dan, iyilerden olacak bir çocuk istedi (Sâffât,100-101). Allah da ona ihtiyarlığında İsmail ve İshâk'ı verdi (İbrahim, 39).

 

İsmail çocukken babası, rüyasında onu kurban ettiğini gördü ve bunu ona açtı. İsmail, babasına emrolunduğu şeyi yapmasını, kendisini sabredenlerden olacağını söyledi. Böylece Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmek için yanı üzere yatırdı. Ulu Allah, rüyasındaki emre bağlılıkları sebebiyle bir kurban gönderdi (Sâffat, 102-107). Hz. İsmail doğru, uysal, sabırlı, sözünde sâdık bir kimse olarak Cebrâîl aracılığıyla kendisine vahyedilen, Allah'ın bir peygamberidir; çevresine zekâtı, namazı emretmiştir (Sâffat,101; Meryem, 54-55; Enbiyâ, 85; Sâd, 48; Bakara, 156; Âlu İmran, 84).

 

Hz. İshâk da doğru, sâlih, mübârek kılınmış, hidâyete erdirilmiş, âhiret yurdunu düşünen, gönülden Allah'a bağlı bir peygamberdi (Enbiyâ, 72; En'am, 84; Saffât, 113; Sâd, 45-47). İshâk, annesi çok yaşlıyken Allah'ın bir lütfu olarak bahşedilmiş ve annesi bu olaya çok sevinmiştir (Zâriyât, 29-30; Hd, 72-73; Meryem, 49; Sâffat 112). Hz. İshak da, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail gibi, kendisine vahyolunan peygamberlerden olmuştur (Nisâ, 163; Hd, 71).

 

Hz.Yakûb, Hz.İshâk'ın ardından müjdelenen, kendisine vahiy indirilen peygamberlerden, dinde kuvvetli, hâlis, sâlih, sabırlı, hidâyete erdirilmiş bir kimse idi (Bakara, 136; Âlu İmran, 84; Nisâ,163; Hûd, 71). Hz. Yakûb'un en sevgili oğlu Hz. Yusuf; ihlâslı, ilim ve hikmet sahibi, güzel bir yaratılışa sahip, Rüyâ tâbirini bilen, kendisine vahiy gelen peygamberlerdendi (Yûsuf, 4-8,15, 21-24; En'âm, 84; Mü'min, 34).

 

Hz. Yusuf, çocukluğunda bir gün babasına, "rüyamda on bir yıldız, güneş ve ay'ın sona secde ettiklerini gördüm" der (Yûsuf,12/4). Bu rüyâyı dinleyen babası ona, bunu kardeşlerine anlatmamasını söyler (Yûsuf, 5). Ayrıca Hz. Yakub, ona, Allah tarafından seçileceğini, kendisine rüyâ tâbiri öğretileceğini, daha öncekilere olduğu gibi, Allah'ın hem ona, hem Yakub âilesine nîmetini tamamlayacağını söyler (Yûsuf, 6). Kardeşleri, rüyâsında gördüğü gibi, Yûsuf'u kıskanırlar. Onu, ortadan kaldırmayı plânlarlar. Babalarının iknâ ederek onu yanlarında götürür ve kuyuya atarlar. Onu bir kurdun yediğini söyleyip, kanlı gömleğini babalarına gösterirler. Bir yolcu kafilesi, Yusuf'u kuyudan çıkarıp beraberlerinde Mısır'a götürerek bir vezîre satarlar. Vezirin karısı, Yusuf'a âşık olur ve kendisine sahip olmasını ister. Yusuf reddedince de kadın, ona iftirâ eder ve Yusuf zindana atılır. Zindanda, rüyâ tâbir eder. Mısır Melîki, bir rüyâ görür. Bu rüyâyı, kimse tâbir edemez. Yusuf'un iki hapishane arkadaşı, onu Melîke tavsiye ederler. Melîkin rüyâsını yorumlayan Yusuf, saraya alınır ve Mısır hazînesine memur yapılır. Bir süre sonra, zahîre almak üzere Mısır'a gelen kardeşleri, onun huzûruna çıkarlar. Yusuf, kardeşlerini tanır, bir vesileyle ailesini Mısır'a getirtir. İsrail oğulları, böylece Mısır'a yerleşirler (Yusuf, 7-100).

 

Hz. Yusuf zamanında Mısır'a yerleşmiş olan İsrailoğulları, daha sonra Firavun'un zulmüne uğrayarak, uzun bir esâret hayatı yaşamaya başlarlar. Onları bu sıkıntıdan Hz. Musa kurtarır.

 

Tevrât'a Göre Hz. Musa

 

Yusuf un ölümünden sonra Mısır'da Yahûdiler çoğalmaya başlayınca, yeni Firavun, Yusuf'un hizmetlerini unutup bundan endişelendi. ilerde ülkelerine yönelecek bir saldırıda düşmanla işbirliği yapmaları endişesiyle onlara eziyet etmeye başladı. Bu arada onların çoğalmalarını önlemek için, her doğan erkek çocuğun öldürülmesini emretti. Musa, işte böyle bir zamanda doğdu. Annesi onu, ancak üç ay gizleyebildi. Sonra onu ziftlenmiş bir sepete koyarak ırmağa bıraktı. Nil kıyısındaki sazlıklara bıraktığı sepetin durumunu, Musa'nın kız kardeşi Meryem gözlüyordu. Nil'de yıkanmakta olan Firavun'un kızı, onu buldu ve bir İbrânî çocuğu olduğunu anlayıp ona acıdı. Meryem, çocuğu emzirmesi için bir İbrânî kadın çağırabileceğini söyledi. Firavun'un kızının kabul etmesi üzerine gidip annesini çağırdı. Çocuk ona verildi ve "sulardan çekilmiş" anlamına gelen "Moşe" (Musa) adı verildi (Hurûc Çıkış, I/8-22; II/1-7). Musa, gençlik yıllarında Yahûdilerin yanına gider, şikâyetlerini dinlerdi. Yine bir gidişinde, Mısırlılardan birinin, bir Yahûdiyi dövdüğünü gördü. Yahudiyi koruyarak Mısırlıyı öldürdü. Olayın duyulması üzerine Musa, Midyan'a kaçtı. Orada Midyan kâhininin kızıyla evlendi. Kâhinin sürüsünü otlatırken, Tanrı'nın meleği, Horeb'de bir çalı ortasında, ateş alevinde ona göründü. Yanan çalının ateşi bir türlü bitmek bilmiyordu. Bunu merak edip geri dönen Musa'yı çalının ortasından Allah çağınp şöyle dedi: "... Ben, babanın Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı, İshâk'ın Allah'ı ve Yakub'un Allah'ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah'a bakmaya korkuyordu. Ve Rab dedi: Gerçekten Mısır'da olan kavminin sıkıntısını gördüm... Onların feryâdını işittim; çünkü onların acılarını bilirjm... Ve şimdi gel ve benim kavmimi, İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarmak için seni Firavun'a göndereyim" (Hurûc-Çıkış, III/1-13).

 

Böylece Musa, Yahûdîleri Mısır'dan çıkarmak üzere görevlendirilmiş oldu. Kardeşi Hârun da ona yardımcı olarak verildi. Bu görevi yerine getirmek üzere Musa Mısır'a geri döndü. Kavmini Mısır'dan çıkarıp Ken'an diyarına götürmek istediğini, bunun Allah'ın emri olduğunu söyleyince Firavun, "Allah kimdir ki, ben ona itaat edeyim" diyerek onları saraydan kovdu. İkisi arasında mücâdele başladı. İş, mucize göstermeye kadar vardı. Firavun, bütün sihirbazlarnı topladı. Onlar da bütün hünerlerini ortaya koydular. Musa'nın asâ'sı (değneği) kocaman bir yılan olup, onların bütün sihirlerini yuttu. Bütün bunlara rağmen Firavun, İsrailoğullarının Mısır'dan çıkmalarına izin vermedi. Bunun üzerine Rab Yahve, "Mısırlılara belâ vereceğini, insandan hayvana kadar bütün ilk doğanları öldüreceğini" bildirdi. Allah, Musa aracılığıyla Mısır topraklarına "on felâket" verdi. Firavun, bu işlerin olduğunu görünce onların Mısır'dan çıkmalarına izin verdi.

 

İsrail oğulları, Kızıldeniz'e doğru yola çıktılar. Ancak Firavun, kararından pişman olarak onların peşlerine düştü. Kızıldeniz'e ulaştıklarında Musa elini denize uzattı, sular yarıldı, İsrail oğulları geçti. Sonra Musa tekrar elini uzattı, sular eski halini uldı ve Firavun ile ordusu boğuldu (Hurûc Çıkış, VII/9-12; XII/21-31).

 

Kaynak:http://www.sevde.de/Dinler/yahudilik.htm

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

MOONCULUK

 

Moonculuk Kuzey Koreli Sun Myung Moon tarafından Güney Kore'de kurulmuş bir harekettir. Kore'de "Tong" Batıda ise "Birleşik Kilise", "Kutsal Ruh Birliği", "Birleşik Aile", "Moon Teşkilatı" vb. isimlerle anılır.

 

1920 yılında Kuzey Kore de doğan Moon önceleri Budist, sonra Presbiteryen Kilisesine girmiş daha sonrada Yehova Şahitleri dinini benimsemiştir. 1936 da İsa'nın kendisine görünerek "Tanrının Krallığını" kurmasını teklif ettiğini açıklayınca Yehova Şahitleri dininden kovulmuştur. Güney Kore'ye geçen Moon burada da yaklaşık 20 yıl boyunca Allah'la, Budha'yla, Musa ile konuştuğunu etrafa yaymıştır. Moon'un fikirleri 1950 yılında G.Kore sınırları aşarak Japonya ve Batıya yayılmıştır. Moon 1954 yılında Güney Kore'nin başkenti Seul'de, bütün dinleri birleştirmeyi amaçlayan, uzlaştımacı (sinkretik) "Birleşik Kilise"yi kurmuştur. Moonculuk hareketi 1959'da Amerika'ya taşınmış ve burada da gelişmeye devam etmiştir.

 

Hareket mali kaynak temin için, ticari hayata el atmış; balıkçılık, bitkisel üretim gibi yollarla zenginleşme imkanı bulmuştur. Moonculuk ticari hayatın yanında kültüre de el atmış yüksek tahsil araştırmaları için bir "ilahiyat okulu" kurmuştur. Mooncular çeşitli ülkelerde hareketin fikirlerini yayan ve mali yönden destekleyen dergi, gazete gibi yayınlar çıkartmaktadırlar.

 

"Birleşik Kilise"ye katılanlar, genellikle iyi tahsil görmüş, yirmi taşını geçmiş orta sınıf gençleridir. Japonya'da ve Batı'da bütün vaktini bu dini harekete ayıranlar (fultaym üyeleri), topluluğun merkezlerinde kalmakta, Kore'dekiler ise bu işi kendi evlerinde yürütmektedirler. Kendini tamamen harekete vakfeden üye sayısı Batıda onbini geçmezken, Doğuda bu rakam, aşağı yukarı, Batı'dakinin iki katı kadardır. Fultaym üyelerin hayat tarzı, hareketin teolojisinin gerektirdiği "yenileştirme"yi sağlamak için, çok çalışma ve fedakarlığa dayanır. Hareketin mal varlığını artırmak, ya da yeni katılmalar sağlamak için çok zaman harcanır. Üyelerden evlilik öncesi ve hatta sonrasında hizmet içi bekar kalmaları beklenir. İki üç sene hizmet etmiş üyeler Moon tarafından eşlendirilir; yüzlerce, hatta binlerce çift aynı anda bir evlendirme töreniyle takdis edilir. Takdis, önemli bir ayindir. Ayrıca her tarafta, ay ve yılın ilk gününde, ya da hareketin kutsal günlerinde and içilir.

 

Moonculuğun Görüş ve Düşünceleri

 

"Birleşik Kilise"nin teolojisi, yeni bir dini anlayış üzerine kurulmuştur. Bu hareket mensupları, Mesihi bin yıllık devre anlayışına sahiptir. Onlar, hayatlarını "Göğün Krallığı"nın yeryüzünde yeniden hakim olması gayesine adamışlardır. Bu noktada diğer Mesihi yeni dini hareketlere ve bir bakıma Yehova Şahitlerine benzerler.

 

Moon'nun "İlahi Prensip" kitabı, Hıristiyan Kutsal Kitabının, bütün dinleri birleştirmek üzere, yeni bir yorumunu sunmaktadır. Bu Kitapta Tanrı, birtakım temel, evrensel prensiplere göre alemi yaratan, zati nitelikleri bulunan, bir varlıktır. Bütün yaratıklar olumlu ve olumsuz (erkek ve dişi) elemanlardan ibarettir. Bunlar, sıra ile, daha büyük bir bütün teşkil etmek üzere, bir verme-alma ilişkisi vasıtasıyla, daha geniş fertler içinde birleşirler. Adem ve Havva, Tanrının onlarla bir sevgi verme-alma ilişkisi içine girebileceği için yaratılmıştır. Asli gaye; onların evlilikte Takdis edilecekleri bir mükemmellik merhalesine ulaşmaları ve böylelikle onların çocukları, çocuklarının çocukları Tanrı ile tam uyumlu, günahsız bir dünya kurmalarıydı. Bu, olmadı. Kovulma, sadece bir yasak elmanın, yenilişi değil, bütün güçlerin en üstünü olan sevginin istismarını içinde bulunduran bir itaatsizliğin sonucudur. Tanrı, başmelek Lusifer'e (şeytan)Adem ile Havva'ya göz kulak olmasını istemişti. Ancak o, Tanrı' nın Adem'e olan sevgisini kıskandı ve Havva ile (ruhani bir şekilde) cinsel ilişki kurdu. Bunun üzerine Havva, Adem'i kendisiyle (bedeni) cinsel ilişki kurmaya ikna etti. Bu şekilde, Tanrı merkezli değil de, Lüsifer merkezli; vaktinden önce zamansız birleşme sonucu Asli Suç, sonraki bütün nesillere geçti. Tarih, Havva ile Şeytanın adi davranışıyla bozuldu. Moon'un "İlahi Prensip" kitabı, bu olayı şöyle bitirmektedir: Bütün tarih, Tanrı ve insan tarafından alemin Tanrı'nın istediği duruma getirilmesi girişimi olarak görülebilir. Kutsal Kitab'ın bazı anahtar figürleri de bunu göstermektedir.

 

"İlahi Prensip"e göre yanlışın düzeltilmesi Mesih ile gerçekleşecektir. Mesih ve karısı, Adem ile Havva'nın yapamadığını yapacaktır. Onlar, gerçek ana-babayı oluşturacaklar ve onların evlilikte takdis ettikleri kimseler, asli suçsuz doğan çocuklara sahip olacaklardır. Bütün bunların olabilmesi için insanın Mesih'i kabul etmeye hazırlanacağı bir kuruluş olmalıdır. Böyle bir kuruluş, geçmişin kötülüklerini, kötü borçları silecek, iyi işlerin bir garantisi olacaktır. Mesih'in rolü, asli suçtan azade, beşeri ana babadan doğma bir kimsenin üstleneceği bir iştir. "İlahi Prensip"e göre İsa böyle bir kimse idi, alemi yeniledi. Ancak Vaftizci Yahya'nın hatası sonucu evlenme fırsatı bulmadan öldürüldü. Böylece o aleme ruhani bir kurtuluş getirdiyse de, ölümüyle bedeni bir kurtuluş sağlayamadı. İsa'dan önceki devre ve sonraki ikibin yıl arasındaki çok sayıda ki benzerleri günümüzün "İkinci Geliş Zamanı" olduğuna delalet ettiği kabul edilebilir.

 

İşte bu düşünceler altında Birleşik Kilise Mensupları, Moon ve Karısının gerçek ana-baba olduklarına inanırlar. Hareketin mensuplarına ait literatüründen Moon'un kendisini Mesih olarak gördüğü ve takipçilerinden de böyle görmelerini beklediği anlaşılmaktadır. Mensupları da Moon'u "Tanrının Göndermişi" kabul etmektedirler.

 

Mooncular'ın sigara, içki kullanmaları, zina yapmaları kesinlikle yasaktır.

 

Günümüzde Moonlar

 

Birleşik Kilisenin telkinleri her tarafta muhalefetle karşılaşmıştır. Bu hareketin beyin yıkama yoluyla veya zihin kontrolü teknikleriyle üyelerin celbettiği ve alıkoyduğu, aileleri böldüğü, liderleri lüks içinde yaşarken üyelerinin istismar edildiği, teşkilat baskısıyla yürütüldüğü, komünizme karşı bir hareket olarak programlandığı, Güney Kore haber alma teşkilatıyla (KCIA) alakası bulunduğu, silah imalatıyla uğraştığı, dünyaya hakim olup Moon'la bir teokrasi kurmak istediği, fitneci bir teşkilat olduğu, vergi ve muhaceret kurallarını bozduğu gibi suçlamalar yapılmıştır. 1982'de, Amerikan federal mahkemesi, vergi yolsuzluğu suçuyla, Moon'u onsekiz ay hapse mahkum etmiştir. Bu olay sonrasında Moon, faaliyet alanını Güney Amerika, Avrupa ve Ortadoğu'ya yöneltmiştir. Hareket 1989'lara kadar, antikomünist mücadelesini sürdürmüştür. Şimdi artık Amerika'da Muhafazakarların desteğini kazanmaya çalışmaktadır. Ancak Amerika'daki Protestan çevreler Moon'u ve taraftarlarını kabullenememiştir.

 

Moonculuğun günümüzde en büyük faaliyetlerinden birisi her yıl ayrı ülkede düzenledikleri gençlik kamplarıdır. Değişik dinlerden ve ülkelerden gençler masrafları Moonlar tarafından karşılanarak kamplara davet edilmekte ve kamptaki gençler arasında dinler arası diyalog kurulmaya çalışılmaktadır. Ülkemizden de bu kamplara katılımlar olmaktadır.

 

Moonculuk günümüzde ayrı ve diğer dinlerden tamamen bağımsız bir din olarak insanlar tarafından kabul görmektedir. Büyük bölümü (400.000) Güney Kore 'de olmak üzere Fransa, ABD ve diğer ülkelerde toplam 2.000.000 taraftarı mevcuttur..

 

Kaynak: http://www.insiyatifprojesi.net/modules.ph...age&pid=181

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ŞAMANİZM

 

Şamanizm ilkel kavimlerde görülen, ruhlarla insanlar arasında aracılık yaptığı ve hastaları iyileştirme gücüne sahip oldugu kabul edilen Şamanlar çevresinde yoğunlasan inanç sistemidir. Ata ruhlarına ve doğa varlıklarına tapınmaya dayanan eski bir Asya dinidir.

 

On üçüncü yüzyılda Avrupalı gezginlerin Mançu-Tunguz halklarından duydukları Şaman kelimesi daha sonra Sibirya sihirbazlarına verilen bir isim olarak yaygınlaşmıştır. Şamanizm ise genellikle Sibirya kavimlerinin din inançlarını ve bu inançlara bağlı olarak dini merasimlerini ifade eden bir terim olup, Kuzey Asya halkları arasında yaygın olan Şaman kelimesi etrafında kurulan, çoğunlukla dini karaktere sahip inançları ve bir takım faaliyetleri ifade için kullanılır. Çok geniş bir alana yayılan Şamanlık, Türk Mogol eski kültür tarihinde önemli yer tutar.

 

Çin kaynaklarindan anlasıldığına göre eski Orta Asya Şamanizminin temelleri Gök Tanrı, Güneş, yer, su, atalar ve ocak yani ates kültleriydi. Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ve beraberliği ve de uyumu düsüncesi yer alır. Evren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler alemi bir bütün olarak düsünülür. Dünya ve Gök, yaratma eylemini birlikte iş birliği halinde gerçeklestirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından ötürü kutsaldır. İste bu yüzden Asya'nın göçebe halklarında Gökle Yer Su'yu sayma ve bunlara saygı gösterme, bu göçebe halkların inanışlarının özünü olusturuyordu.

 

Dağın eteğinde ya da zirvesinde, nehrin yada gölün kıyısında, yolun ya da atın baglandığı direğin yanında bir göçebenin kutsamayla eylemleri, tüm yaşamın ortak bir bilinci paylaştığı doğaya dönüktür. Şamanlıktaki bir diğer inanışta, insan neslinin sonsuz bir şekilde devamlılığı düsüncesidir. Şamanist olan birisi kendini baba, dede ve atalarına ait olan bir hayatın devamı olarak görür, bunları bilir ve sayar yani Atalar kültü hakimdir. Bununla birlikte söz konusu insan aynı zamanda kendi geleceğini de sonraki nesillerde görmektedir ki bu durum varolusun ana anlamıdır. Bundan dolayı bu insanin görevi çocuk ve torunlarına toplumun en iyi yanlarıni aşılayarak yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır.

 

Şamanizm en eski inanç sistemidir. Türklerin, Moğolların ve Asya göçebelerinin eski dinidir. İnançlarına göre bir yanda gök yüzünü mesken tutmus iyilik tanrıları, bir yanda yer altının karanlığına gömülmüs kötülük tanrılarının ve ağaçta, taşta, dağda, suda, ateşte, ayda, güneşte uyuyan ruhların varlığına inanırlar. Samanlar, bu Tanrı ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapan kişilerdir. Eski Türklerde iyi ruh "Bay Ülgen", kötü ruh "Erlik" diye adlandırılmıştır. "Bay Ülgen" aynı zamanda iyi ruhlarin başında bulunan, onlara emir veren bir tanrıdır.

 

Tanrı ve en büyük semavi ruh, semanin en üst tabakasında bulunan insan şeklinde bir varlık olarak tasavvur edilmiştir. Gökte yaşadığına inanılan bu en büyük ruh, insanları, ovaları, ateşi, yeri, güneşi, ayı, yıldızları yaratmış, kainatin nizamını başlatmıştır. Yine Şamanist kavimlere göre, gökte ve yerde meydana gelen çeşitli tabiat olayları, birtakım ruh ve tanrıların eseri idi. Hastalık gibi ölüm de, onlara göre, kötü ruhların bir eseri sayılıyordu.

 

Agaçlara, taşlara, su kaynaklarının etrafına bez bağlamak Şamanizm'de önemli bir ritueldir. Gökteki Tanrılara beyaz, yer-su ruhlarına kırmızı, yer altı Tanrılarına ve ruhlarına ise siyah bez parçaları kullanılıyordu. Bu yolla, Tanrılara dilek ve isteklerini ilettiklerine inanıyorlardı.

 

Kaynak:http://www.parapsikolojidernegi.org/samanizm.htm

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ATEİZM

 

Ateizm, tanrı tanımazlık, bir tanrının varlığına inanmamaktır.Ateizm kelimesi Yunanca da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiştir. İnanç (teizm) karşıtı (ateizm) düşüncedir.Hiçbir şekilde ve koşulda tanrının olamayacağını savunan görüştür. Bu konu hakkında çesitli kanıtlar ileri sürülmüştür.

 

1)Kötülük Kanıtı:Tanrı olsaydı kötülükler olmazdı. Bu konuda D.Hume'un şu sözü oldukça ünlüdür:"Tanrı Kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?O halde güçsüzdür.Gücü yetiyor da önlemiyor mu? O halde kötüdür"

 

2)Madde Kanıtı: Tüm varlıklar maddeden meydana gelmiştir.Madde olmayan bir şey de yoktur.

 

3)Toplum Kanıtı: Toplumsal düzeni sağlamak için insanların kendi kendine uydurduğu bir semboldür.

 

4)Psikolojik Kanıt: İnsanlar zorluklara karşı dayanma gereksinimini, özellikle ölüm karşısındaki çaresizliğini inançla giderir.

 

5)Varoluşçu Kanıt:İnsanın kendi özünü kendisinin oluşturuyor olması tanrının olmadığını gösterir.

 

 

6)Olgucu Kanıt: Tanrının varlığıyla ilgili önermeler kanıtlanamayacağı için,tanrı ile ilgili önermeler anlamsızdır.

 

 

 

Ateizme Göre;

 

 

1) Tanrı yoktur: "Tanrı", "Yaratıcı", "Allah", "Yaratan"... veya adına ne derseniz deyin; Tanrı inancı hayal ürünüdür ve Tanrı yoktur! Evreni yaratan bir tanrının var olabileceğine ihtimal vermek toplumlar arası huzursuzluk ve kargaşa sebebidir, kin ve düşmanlık anahtarıdır, insani "insan" olmaktan uzaklaştıran, ondan bir "robot", bir köle yapan kokuşmuş, karanlık bir dogmadır. Tanrı, en büyük batıl inançtır. İnsanlığın yarattığı en aptal hayali kahramandır.

 

2) Dinler gereksizdir: Olgun bir insan için hiçbir dini inanç gerekli değildir. İnsan kendi kendisinin tanrısıdır. Din, kişisel özgürlüğü hayatin her alanında yok etmeye yönelik bir silahtır. Dinsel dogmalar cahil halkın düşünsel hayatini yitip yok etmek ve ondan tam bir köle üretmekten başka bir ise yaramazlar. Bir dine bağlanmış kişiler; örümcekleşmiş beyinleriyle ve kafalarına yapışmış at gözlükleriyle daima kendi inançlarını hakli bulan, diğer tüm inançları "kaka" ilan eden birer sabit fikirlilik abideleridir.

 

3) Metafizik asılsızdır: Çoğu kez insanları etkilemek ve onların üzerinden para kazanmak yada bir topluluğun dikkatini çekmek adına ortaya atılan "fizikötesi" tecrübelerin tümü asilsizdir. Mucizevi, efsanevi, inanılmaz görünen bütün olayların arkasında bilimin mum ışığında parıldayan fizik kanunları ve olağan etkileşimler vardır. Evrenin hiçbir yerinde madde, kendi sınıfının fizik kanunları dışında "bilimselliğe zıt" bir eylemde bulunamaz. Doğa, ancak ve sadece "doğal" nedenlerle açıklanabilir. Gelmiş geçmiş tüm büyücü, falcı yada cinciler -üç türlü- yalancıdırlar: Ya etraflarındakileri kandırırlar, ya kendilerini kandırırlar, yada ikisini birden yaparlar...

 

4) Akıl esastır: Dini hurafelerin yerden yere vurdukları, her geçen gün "güvenmeyin, sizi zora götürür" dedikleri "akil", tam bir hazinedir. İnsan akli, "insan" olmanın verdiği en yüce değerdir. Kendi aklına şüphe ile yaklaşmak deliliktir. Hayatin her alanında tek mutlak başvuru kaynağı odur. Dini inançların kokuşmuş mitoslarına karşılık akil, insani bugünkü uygarlık ve teknoloji düzeyine getiren yegane değerdir. Muhakeme etmek ve aklini kullanmak yerine başkasının aklına güvenen bir kişiden insanlık adına hiçbir olumlu aktivite beklenemez; çünkü o bu haliyle doğadaki çoğu hayvandan daha değersiz, ********* bir asalaktır.

 

5) Bilim kaynaktır: Uygar, gelişmiş bir insanin tek kaynağı, tarafsız, mutlak ve sorgulayıcı, pozitif bilimdir. Hiç kimsenin tekeline ait olamayacak derecede büyük olan bilimin içyüzünde; merak eden ve araştıran birey bulunur. Bir dini dogmanın "günah" duvarları arasında sıkışıp kalmış hiçbir gerçek bilim adamı yoktur. Dinsel safsatanın bütün itirazlarına rağmen bilim, din ile ayni kulvarda olamayacak kadar özgürdür. Tüm hurafelerin ve bos inançların "ezip geçicisi" odur. Bilim bütün dogmaların korkulu rüyasıdır; çünkü onda insan aklinin özü, insan mantığının kendisi vardır.

 

6) Sağduyu anahtardır: İnsan mantığı ve sağduyusu, çelişkiye düştüğü her durumda onun tek kurtarıcısı olmuştur. Aktif hayatin ve etrafımızda bize empoze edilmeye çalışılan bütün ideolojilerin, inançların arasında elimizde tuttuğumuz, "gerçekten bize ait" olan tek pusula; kendi sağduyumuzdur. İnsanin hiçbir zaman yanından eksik etmemesi gereken ve her fırsatta kullanacağı yegane araç o olmalıdır. Sağduyusunu ve mantığını sürekli aklında tutan ve hiçbir zaman unutmayan insan, bütün kalıplaşmış, tabulaşmış dogmalara karşı kendi donanımına ve kendi kararlılığına sahip demektir. Sağduyu, insani, içine düştüğü ideolojiler ve dayatmalar kuyusundan çıkaracak olan yardim halatıdır.

Etrafındakiler ne söylerse söylesin, onu ne şekilde etkilemeye çalışırsa çalışsın, insanin en sağlam dayanak noktası her zaman için; kendi mantığı olmalıdır. Çevrede pek çok kişi bağlı olsa dahi; doğrular ve yanlışlar, "ak"lar ve "kara"lar üzerine kurulu bir grup "ilkeler bütünü"nü, insan, hiçbir zaman toptan kabul etmemelidir. Kendi kendisine sormadan hiçbir kalıplaşmış ideolojiye bağlanmamalıdır.

 

 

Ateizmin Çeşitleri

 

Mutlak Ateizm: Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı’yı reddetmekten öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm, mutlak ateizm olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da mutlak ateist denmiştir. Bu anlayışı savunanların arasında Baron D’Holbach (1723-1789) ve Charles Bradlaugh gibi düşünürler bulunmaktadır.

 

Teorik Ateizm: Ateizmin birinci yaklaşımından biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten ateizm biçimi de budur. Yani düşünerek tartışarak zihni bir çabayla Tanrı’nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır. Teorik ateizm de denen bu anlayış doğrultusunda dindarların iddiaları ve Tanrı'nın varlığı lehinde getirdikleri kanıtlar eleştiri konusu olmuş, bu süreçte Tanrı'nın varlığını çürütmeye yönelik karşı tezler ileri sürülmüştür. Teorik ateizmde Tanrı'nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mucize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve ahiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece teistik Tanrı kavramı hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir.

 

Pratik Ateizm: "Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı'sız bir dünya ve Tanrı'sız bir yaşam kurmayı istemektedir. Bunun yanında Tanrı’yla alakalı olarak en ufak bir şey düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır. Pratik ateizm anlayışında Tanrı'nın teorik tartışmalarla reddedilmesi ikinci planda kalmaktadır.Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır.

 

İlgisizlerin Ateizmi: Bir kısım düşünürler, Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece varolanla yetinmeli, görünen alemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır.

 

İdeolojik (Materyalist) Ateizm:Özünde felsefi bir problem olan ateizm bazen de ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin’in (1870-1924) görüşlerinde görülür.

 

 

Ateizmin Tarihçesi

 

Sistemleştirilmiş bir ekol oluşturulmaksızın filozoflardan bir bölümünce benimsenmiş olan bu anlayış, doğrudan doğruya tanrının varlığını inkâr üzerine kuruludur. Bu özelliğiyle de benzer yanlar taşıyor olsa da tanrının varlığını tartışan doktrinlerden ayrılır; tanrının yokluğunu kesin bir biçimde öne sürer.

Hemen hemen tüm felsefe ekolleri ve öğretileri gibi ateizm'in kökleri de Eski Yunan'a uzanır. Maddeci yapı belirten çeşitli felsefe okullarının bağlıları, ontolojik yorumları sonucunda ateist bir inanç sergilemişlerdir. "Gölge etme başka ihsan istemem" sözüyle yaygın bir ünü bulunan Diyojen bunlardan biri ve felsefe tarihinde "kâfir" diye nitelenen ilk kimsedir. Atom kuramcısı Demokrit, onun izleyicisi Leocippus, Sofist'lerden Gorgias ve Protegoras, kendi adıyla anılan ekolün kurucusu Epikür, öne sürdükleri materyalist görüşler bağlamında birer ateisttirler.

Rönesans'tan sonra Batı'da varlığını hissettiren din-dışı eğilimler ve özellikle de evrenin, doğanın ve insanın, insan toplumunun dinden bütünüyle soyutlanarak yorumlanması sonucu ortaya çıkan görüşler, ateist tutumlara büyük katkılarda bulunmuş, onlara bolca kullanabilecekleri veriler sağlamıştır.

Dinden ve törelerden bağımsız bir siyasetin oluşturulması savını öne süren Makyavel, ateizm'i bu alana sokarken; Dekart, David Hume ve Kant gibi kimselerin aklı dinden bağımsız kılma çabaları ve bu doğrultuda öne sürdükleri düşünceler çağdaş ateizm'e tutanaklar hazırlamış oldu. Pozitivist yorumlarla oluşturulan bilimsel kuramlar ve evrene yönelik rasyonalist bakış açılarının oluşturduğu ortam, Feuerbach'ın öne süreceği düşünceler için çok elverişliydi. XIX. Yüzyılın en önemli ve sonraki dönemler bakımından da en etkili ateisti olan bu düşünür, Tanrı'nın insana özgü ülkülerin bir yansıması olduğunu, insanın özgürlüğünün Tanrı'yı inkârla gerçekleşebileceğini öne sürmüş; dini insanın etkinlik alanına indiren bu görüşten yola çıkan Marks ise, ezilenlerin egemenliğiyle birlikte dinin de yok olacağı varsayımıyla ateizm'i doruk noktasına çıkarmıştır. Bu çizgiyi amacına ulaştıran Nietzsche ise, "Tanrı'nın Ölümü" adlı kitabında, insanın kendisini bütünlemesi ve özünü bulması için göstermesi gereken en insanca tepkinin ateizm olduğunu söylemiştir.

Darwin, geliştirdiği kuramla Yaratıcı-Tanrı kavramını dışlarken; Freud, Tanrı inancının çaresizlik içindeki insanın çocukluk durumuna dönerek koruyucu bir babaya sığınma ihtiyacından doğduğunu öne sürerek, psikolojik çerçevedeki inkârı gündeme getirmek yoluyla ateizm'e bir başka boyut kazandırmıştır.

Yüzyılımızdaysa, ateizm'i Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi varoluşçular temsil ettiler. Bunlar, insanın evrende bir başına olduğu ve kendi değerlerini belirlemek özgürlüğüne sahip bulunduğu düşüncesinden yola çıkarak, bu özgürlüğü kabulün kaçınılmaz sonucu olarak ateizme gitmektedir.

 

Kaynak: http://ateist360.sitemynet.com/ne.htm

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

jes3.jpg

 

HIRISTIYANLIK

 

Hıristiyanlık, bugünkü dünya coğrafyasının hemen her bölgesinde mensubu bulunan, temelde vahiy ve mukaddes kitap ile tektanrıcılığa dayanan bir dindir. (1)

 

Hıristiyan kelimesi Yunanca "khristianos" kökünden gelir. isa'nın adı bu dilde Khristos (2) olarak geçer. Bu kökten çıkan "khristianos" ve "khristian" kelimeleri de, isa'ya bağlanan, O'nun yolundan giden anlamına gelmektedir. Hıristiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuştur. Nasıralı isa'yı merkez alan bir Yahudi -Mesihi hareketi-dir. isa, israil'i gelecek Tanrı Krallığına hazırlamak istemiştir. Ancak bugünkü Hıristiyanlık isa'nın havarilerinin arasına sonradan giren Pavlus'un yorumlarıyla değişik bir hüviyet kazanmıştır.

 

isa soy itibariyle Yahudi 'dir ve Mesih olduğunu açıklamıştır. (3) isa, kendinin bir peygamber olduğunu, insanları doğruluk, kardeşlik ve hak yola çağırmak için geldiğini açıklaması Yahudilerin işine gelmemiştir. (4)

 

Dinler Tarihçilerine göre Hıristiyanlığın tarihi oldukça uzundur. Takriben yirmi asırlık bir zamanı içine alan Hıristiyanlık tarihi dört devrede incelenmiştir:

 

1- Havariler tarafından yayılan ve Batı Roma imparatorluğu'nun yıkılmasına kadar devam eden dönem. Hıristiyanlık bu dönemde geniş yayılma sahası bulmuştur.

 

2- V. yüzyıldan XVI. yüzyılın başlarına kadar süren dönem Doğu Kilisesi'nin Batı Kilisesi'nden ayrıldığı bu dönemde Hıristiyanlık Avrupa'nın kuzey bölgesinde yayılmıştır.

 

3- XVI ve XVII. yüzyılları içine alan dönem. Hıristiyanlık için çok önemli olan bu devrede Protestanlık ortaya çıkmış, Katolik Mezhebi ile çatışma sonucunda Batı Kilisesi bölünmüştür. Çünkü Roma Katolik Kilisesi'nin gösterdiği halas yani kurtuluş fikri o dönem Hıristiyanlarını tatminden uzaktı.

 

4- XVIII. yüzyıldan itibaren başlayan ve Hıristiyanlığın karışıklıklar içinde geçtiği bir dönem olarak bilinen bu devrede Hıristiyanlık üzerindeki münakaşalar kilise dışına taşmıştır. Dinler Tarihçilerinden bazıları da Hıristiyanlığı üç devrede incelemişlerdir:

 

1- Hıristiyanlığın klasik dönemi (I-VIII. yüzyıl),

2- Hıristiyanlığın Ortaçağ dönemi (IX-XV. yüzyıl),

3- Hıristiyanlığın Yeni dönemi (XV. yüzyıl vd.).

 

Hıristiyanlara, isa'ya yardım ettikleri, Nasıra köyünde O'nunla birlikte bulundukları için Nasranî denilmiştir.

 

Hıristiyanlığı Kudüs ve civarı dışında yepyeni bir hüviyetle yayan Pavlus (5) olmuştur. Yaygın şifahî Hıristiyan nakline göre Pavlus Hıristiyanlığı ve incil'i bir mucize ile isa'dan almış, ileride kilisenin talimlerine kendi zihniyetini hâkim kılmak için gayret sarfetmiştir. ingiliz tarihçilerinden Wels'e göre Pavlus, zeki ve zamanının bütün dinî cereyanlarını bilen bir insandır. Diğer dinlerden birçok hususları Hıristiyanlığa aktarmıştır. Pavlus'un, Hıristiyanlık için değişmez prensipler olarak ilân ettiği hususlar şunlardır:

 

1- Hıristiyanlık bütün insanlığa hitap eden bir dindir.

2- Allah'ın oğlu olan Mesih isa, insanların günahlarına keffaret olmak üzere Haç'ta can vermiştir.

3- isa ve Ruhu'l-Kuds, aynı derecede Tanrıdır.

4- Ölüler arasından dirilerek kalkmış olan isa, semaya çıkarak Baba'sının sağ yanına oturmuştur.

 

Pavlus, isa'nın ve Ruhu'l-Kuds'ün Tanrı oldukları inancını yerleştirmeğe çalışmıştır. Ayrıca yine O, isa'nın vazettiği sünnet olmayı ve domuz eti yememeği de kaldırmıştır.

 

Bir bakıma bugünkü Hıristiyanlığa Pavlus'un yorumları demek mübalağalı bir ifade sayılmamalıdır. Nitekim, gerek mukaddes metinler gerek ilk kilise, gerek ilk Hıristiyan inançlarının Pavlus'un eseri olduğunda Hıristiyan ilâhiyatçıları görüş birliği içindedirler. (6)

 

inanç ve ibadet Sistemi

 

Hıristiyanlık monoteist bir dindir, incillerde ve diğer mukaddes metinlerde bu anlayışı destekleyen ifadeler mevcuttur. (7) Ancak yine aynı metinlerde ve kilisenin sahih kabul ettiği incil metinlerinde isa için "Tanrı'nın Oğlu" Allah için de "Baba" terimlerinin kullanıldığı görülmektedir. Hıristiyanlığın mukaddes kitabı'nda geçen "Ben ve Baba biriz", "Babanızın Ruhu", "Allah'ın Ruhu" vb. deyimler, bunlar İslami çevrelerce teslis olarak yorumlanmaktadır.

 

Hıristiyanlıktaki iman ikrarına giren esasların nelerden oluştuğu incil metinlerinde açık bir şekilde yer almamakla beraber, bu prensiplerin ilk Havariler Konsili'nden itibaren tesbite başlandığı, son şeklini ise IV. ve V. yüzyıldaki konsillerde aldığı yaygın bir kanaat halindedir. Bununla beraber inançlar konusunda gerek kiliseler, gerek mezhepler arasında bazı ortak ana unsurlar bulunduğu gibi farklı anlayışlar da vardır. Günümüz Hıristiyanlarının da hemen büyük bir kesiminin kabul ettiği Havariler inanç sistemi (8) şu maddelerden oluşmaktadır:

 

1- Ben, Tanrı'ya Kudretli Baba'ya, 2- Biricik oğlu Rab isa'ya,

3- isa'nın Bakire Meryem ve Ruhul'-Kuds'ten doğduğuna,

4- Pilatus zamanında çarmıha gerilerek gömüldüğüne,

5- Ölüler arasından üçüncü gün dirildiğine,

6- Göklere yükseldiğine,

7- Baba'nın sağında oturduğuna,

8- Ölüleri ve dirileri yargılamak üzere oradan ineceğine,

9- Ruhu'l-Kuds'e,

10- Mukaddes Kilise'ye

11- Günahların bağışlanacağına,

12- Bedenin dirileceğine, inanırım. (9)

 

Hıristiyan Mukaddes Kitabı'nda "teslis" kelimesi veya O'na iman etmeye çağıran açık bir ifade mevcut değilse de isa'nın , "Baba, Oğul ve Ruhu'l-Kuds ismiyle vaftiz eyleyin" (10) şeklinde Havarilere emir verdiği bilinmektedir. Ancak ilk konsillerde bu konu tartışılmış, iznik Konsili (325) 'nde Ruhu'l-Kuds'ün tanrılığı karara bağlanmıştır. (11)

 

Bazı Dinler Tarihçilerine göre, monoteizm inancının hâkim olduğu Yahudi çevresinde çıkmış olan "teslis" inancı, büyük bir ihtimâlle isa'nın tanrılaştırılmasının tabiî bir sonucu telâkki edilmelidir. Bunun yanında Ruhu'l-Kuds'ün de ayrı bir ilâhî varlık sayılması üç ayrı tanrı anlayışına zemin hazırlamıştır. Daha sonraki dönemlerde birtakım kelâmî ifadelerle açıklanmaya çalışılan teslisin üç unsuru (Baba, Oğul, Ruhu'l-Kuds) bir ulûhiyetin üç ayrı görüntüsü olan bugünkü formülün benimsenmesiyle noktalanmıştır. (12)

 

Hıristiyanlara göre teslis öyle büyük ve gizemli bir kavramdır ki sırf insan aklı onu derinliği ve şümulü ile kavrayamaz. (13) Bu bakımdan, mahiyet ve köklerini araştırmaya girişmeksizin insanın O'na inanması gerekir. Bununla beraber Hıristiyanlık'taki inanç esaslarının bütün mezheplerce aynı şekilde benimsendiğini söylemek mümkün değildir. Protestanlığın inanç esasları ise şunlardır:

 

1-Mukaddes kitaplara iman,

2- Uluhiyete iman,

3- insanın günahsızlığına iman,

4- Günahların keffaretine iman,

5- Ahirete iman.(14)

 

Bu konuya son vermeden önce Hıristiyanlık'ta melek inancına birkaç cümle ile değinelim. Hıristiyanlık'taki melek inancının temeli onların masum ve ruhanî varlık oluşlarıdır. Ancak kilise bu ruhanî varlığı cisimlendirerek açıklamaktadır. Onlara göre melekler Allah'a yardımcı olmakla görevlidirler. Ancak bazı Hıristiyan mezheplerinde melekler, insanlar gibi günah işleyebilir olarak algılanmıştır. Onlardan bazılarına "Tanrı'nın Kızları" adı verilmiştir.

 

Kutsal Kitapları

 

Hıristiyanlığın mukaddes kitapları incillerdir. Yunanca "evangelion" kelimesinden gelen incil, "müjde, iyi haber" anlamlarını ifade eder. (15) incil kelimesinin bu açıklamasına dayanarak ilk dönem Hıristiyanları, isa'nın gelişini, insanları kötülük ve günahtan kurtararak selamete ulaştırmak manasında yorumlamışlardır.

 

Bugün Hıristiyanların ellerinde bulunan Yeni Ahit, 4 incil (16) ile 23 küçük kitabın birleşmesinden meydana gelmiştir; hepsi 27 kitaptır. Bu kitapların hemen tamamı II. yüzyıldan sonra yayılmıştır, Yunanca'dır. Hıristiyanlar bu kitapların Havarilerden geldiğini ve doğru olduğunu kabul ederler. Bununla beraber incillerin isa'nın eseri olmadığını, ihtiyaç duyuldukça sonradan yayıldığını, isa'nın düşüncelerini yansıtmadığını iddia edenler de vardır.

 

Hıristiyan dinî literatüründe kilisenin sahih kabul ettiği incil metinlerine "kanonik", sahih kabul edilmeyen incil metinlerine de "apokrif" denir. (17) Apokrif metinler üzerinde gerek ilâhiyatçıların, gerek mezhepler tarihi uzmanlarının tartışmaları hâlâ bitmiş değildir. inciller arasında bir takım ayrılıklar bulunmakla beraber ilk üç incil (Matta, Markos, Luka)'de bazı benzerlikler tesbit etmek mümkündür. Aralarındaki şekil ve konu berzerliğinden dolayı bunlara "Sinoptik" inciller denir. (18) Nitekim, mucizeler ve isa'nın hayatına dair olayların anlatımına Sinoptik inciller oldukça açık benzerlikler sergilemekte, her üçü de ortak şifahî kaynağa dayanmaktadır. Bu inciller edebî yönden birbirlerine bağlıdır. Yuhanna incili ise anlattığı olayların tefsirine daha fazla önem verdiği için "sembolik" bir anlam taşır.

 

Hıristiyan ilâhiyatçılardan bazılarına göre isa'ya ilk inanan Havarilerden dördü, sonradan O'nun sözlerini toplayarak birer incil meydana getirmişlerdir. ilk dört incil (19)'den en eskisinin Markos olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır. ilk inciller genellikle ibranca ve Yunanca yazılmış, Orta çağ boyunca da Latince'sinden okunmuştur.

 

Bir diğer açıdan Hıristiyanlar, isa'nın kanun ve öğretilerini içine alan kitapların tamamına incil adını vermektedirler.(20) Hıristiyanların kabul ettikleri bir sınıflandırmaya göre 27 kitaptan meydana gelen Ahd-i Cedid iki bölümdür:

 

1- Tarihi inciller (1-4 kitap),

2- Talimi inciller (5-27 kitap).

 

 

Bugünkü incil'in muhteviyatını tarihî bir muamelenin sonucu olarak kabul etmek mümkündür. isa Arami dilini kullanmıştır. Sonraki dönemlerde incil halk Yunancası ile yazılmıştır. içinde Arami dilinde birkaç cümle de vardır. 1546'da toplanan Merano Ruhani Meclisi, incil'in Tanrı ilhamı olduğundan şüphe edilmesini yasaklamıştır.

 

Elimizdeki incil Gerçekmidir?

 

Hıristiyanlığın kutsal kitabı olan incil 'lerin hiçbir şekilde değişmediğini söyleyen ve Tanrı 'nın bunu kendi kutsal kitabında belirterek değişmediğini güvenceye aldığını savunan Hıristiyanlara karşılık, incil 'in Tanrı sözü olduğuna inanan fakat değiştiğini iddia eden islam Dini mensupları arasında sürekli devam eden bir tartışma mevcuttur. islam taraftarları incil 'in değiştirildiğine dair iddialarını aşağıdaki dayanaklara bağlarlar;

 

1-isa'nın soyu Luka incili'nde başka, Matta incilinde başka şekilde anlatılmıştır. (20) 2-Tanrıyı görme konusu incillerde farklı farklı geçmektedir. (22)

3-isa'nın doğum yeri bile incillerde değişiktir. (23)

4-Kendi kutsal kitapları incil'in "Allah'ın incili" veya "Oğlumun incili" şeklinde zikredilişi yine ellerindeki incillerin ifadeleridir. (24)

5-Kurtarıcılık vasfı bir incilde "Kurtarıcım Allah" diye geçerken yine aynı incilde "Kurtarıcı isa" şeklinde geçmektedir. (25)

6-isa'nın gösterdiği mucizelerden biri olan "körlerin gözlerini açma" mucizesi incillerde değişik sayıda ifade edilmiştir. (26)

7-Hz. Yahya incillerden birine göre çekirge ve yaban balığı yemiş, yine aynı incil'e göre hiçbir şey yememiş ve içmemiştir. (27)

 

Hıristiyanların incilin değişmediğine dair kanıtları Kitabı Mukaddes ve Kuranı Kerim deki ayetlerle (I) eski incil ve Tevrat nüshalarıdır. incil 'in değiştirilmediğine dair Kitabı Mukaddes 'teki ayetlerden bazıları şöyledir;

 

“Çünkü doğrusu size derim:gök ve yer geçip gitmeden,herşey vaki oluncaya kadar, şeriattan en küçük bir harf veya bir nokta bile yok olmayacaktır”(Matta5:18)

 

“Gök ve yer geçecek,fakat benim sözlerim geçmeyecektir”(Matta 24:35) ayrıca bkz. 2.Petrus 1:21,Malaki 3:6,Mezmur 119:160, Mezmur117:7-8,Luka :16:16-17

 

Hıristiyanlar ayrıca islam peygamberinin Kitabı Mukaddesi kabul ettiğini (II) ve islam peygamberinin zamanında da Kutsal Kitap 'ın sapasağlam mevcut olduğunu (III) Kuran 'ın incelenmesiyle kuranda incilin değiştirildiğine dair bir hüküm bulunmadığı ve bunu iddia edenlerin kafir olacağını savunmaktadırlar.(IV)

 

Hıristiyanların bu iddialarına bazı islam aydınlarınca Kuran 'da belirtilen incil günümüz incili değil Barnaba incili diye açıklama getirilmektedir. Hıristiyanlar; Barnaba incilinin incelenmesi sonucunda Bu incilin Kuranı Kerimin yazıldığı zamandan çok sonraları kaleme alındığının anlaşılacağını bu nedenle bu incilin gerçek incil olmadığını islam dinine mensup kişiler tarafından propaganda amaçlı yazıldığını iddia etmektedirler. (V)

 

Günümüz Hıristiyan Mezhepleri

 

Hıristiyanlık'ta mezheplerin teşekkülünü, isa'nın dünyadan ayrılmasından hemen sonra O'nun dinine giren Pavlus'la isa'nın cemaati arasındaki ihtilâflara bağlayan görüş daha ağır basmaktadır. Gerçektende Pavlus'un Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra O'nunla isa'nın cemaati arasında çıkan ihtilâflar onların kısa zamanda ikiye bölünmelerine sebep olmuştur.

 

Bir başka açıdan mezheplerin doğmasını, inanç, ayin vb. konulardaki ihtilâflarla, XI. yüzyılda Doğu-Batı Kiliseleri'nin birbirinden kopmasına, hatta reform hareketlerine bağlayan görüşü benimseyenler de bulunmaktadır. Burada kiliseler arasındaki ihtilâflardan çok, halen günümüzde varlığını sürdüren belli başlı üç Hıristiyan mezhebinden (Katolik, Ortodoks, Protestan) ana hatlarıyla söz edilecektir.

 

1-Katolik Mezhebi

 

Bir diğer adı Roma Katolik Kilisesi olan Katolik Mezhebi, Hıristiyan dünyasının en büyük ve en köklü mezhebidir. inançlarına göre bu mezhebi, havarilerin ilki olan Petrus kurmuştur. (28) O aynı zamanda isa'nın vekilidir. Petrus'tan sonra gelen papalar da Petrus'un vekili sayılırlar. Böylece Papa ruhanî reis sıfatıyla isa'nın yeryüzündeki temsilcisidir. 1870 yılında toplanan Vatikan Ruhani Meclisi Papa'nın yanılmazlığını ilân etmiştir. (29) Katolik Mezhebi'nde ruhban sınıfı aşağıdan yukarıya rahip, piskopos , kardinal ve papa şeklinde hiyerarşik bir yapıya sahiptir. Katolik Mezhebi'nin başlıca özellikleri şunlardır:

 

1-Papa dinî başkandır, isa'nın vekili, Petrus'un halefidir.

2-Papa yanılmaz bir otoritedir. Roma diğer kiliselerin hepsinden üstündür.

3-Ruhu'l-Kuds tarafından idare edilen Roma Kilisesi evrenseldir.

4-Ruhu'l-Kuds, Baba ve Oğul'dan çıkmıştır.

5-isa hem ilâhî, hem insanî tabiata sahiptir.

6-isa da, Meryem de günahsızdır, aslî suçtan uzaktır. Meryem, Tanrı yanında şefaatte bulunabilir. O, göğe yükselmiştir. (30)

7-Azizler de Tanrı katında sözcü olur, şefaatte bulunabilir.

8-insan aslî günah içindedir. Buna karşılık kötülüğe meyletmek günah değildir, günaha sevkeder. Günah çıkarma çok önemlidir. Bunun, günah çıkarma hücresinde papaza itiraf şeklinde olması gerekir. (31)

9- Sakramentler yedi tanedir. Ruhban zümresi evlenemez. Onların dışındaki evlenenler de boşanamaz. Boşandıktan sonra evlenmek zina sayılır.

10-Yirmi Konsil'in aldığı kararlar kabul edilir.

11-Cuma günü et ve yağlı yiyecek yemek yasaktır.

12- Son hüküm gününü, cenneti, cehennemi ve Araf'ı kabul ederler.

13- Geleneklere bağlı kalmak lâzımdır.

14-Ayin dili Latince'dir. 1965'deki II. Vatikan Konsili'nde değişik dillerde de ayin yapılmasına izin verilmiştir. (32)

 

Katolik Mezhebi'nde papazların başlıca görevleri, vaftiz, tövbe, çile, günah çıkartma, ahilere yağ sürme, evlenme vb. takdis törenlerini yönetmektir. (33) Temelde aynı inançları paylaşmakla beraber, ayrıntılara ait konularda Katolik Mezhebi'nden ayrılarak ortaya çıkan bazı küçük mezhepler vardır:

 

1- Keldani Mezhebi

2- Ermeni Mezhebi

3- Süryani Mezhebi

4- Maruni Mezhebi

5- Kıpti Mezhebi.

 

2-Ortodoks Mezhebi

 

Yunanca'da Ortodoks " Doğru görüş, inanç ve doğru itiraf" anlamına gelir. Bu mezhebin Dinler Tarihindeki diğer isimleri şunlardır: Doğunun Ortodoks, Katolik ve Apostolik Kilisesi, Ortodoks Doğu Kilisesi, Doğu Kilisesi, Ortodoks Kilisesi ve Rum Ortodoks Kilisesi. (34) Ortodoks Kilisesi'nin Katolik Kilisesi'nden 1054 yılında (35) kesin olarak ayrılmasında (36) dinî ve siyasî birtakım sebeblerin büyük rolü olmuştur:

 

1- Katolik Kilisesi'nin müşrikler arasında dini yaymak için bazı tavizler vermesi.

2- Roma'nın itirazına rağmen imparatorluk merkezinin istanbul olması.

3- Batı Roma Devleti'nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan otorite boşluğunu Papalığın doldurmak istemesi.

 

inanç ve ayinler bakımından Ortodoks Kiliseleri bazı siyasî ve idarî sebeblerden dolayı birbirinden ayrılmıştır:

a-1054'deki Doğu-Batı ayrılığından sonra Ortodoksluğun merkezi Bizans olmuştur.

b-istanbul'un Türkler tarafından fethedildiği 1453'ten sonra Rus Ortodoks Kilisesi istanbul Patrikliği ile mücadeleye girişmiştir.

c-Rus ihtilâli (1917)'nden sonra istanbul Ortodoks Patrikliğiyle mücadeleden vazgeçen Rus Ortodoks Kilisesi Patriklik halini almıştır.

 

Ortodoks dünyasının dört büyük patrikliği (istanbul-iskenderiye, Antakya, Kudüs) vardır. Diğer, bölgelerdeki millî kiliseler idari yapı itibariyle bu dört patrikliğe bağlıdır. Ortodoks Mezhebi'ni diğer Hıristiyan mezheplerinden ayıran başlıca özellik şunlardır:

 

1- Patrik ruhanî başkandır.

2- Papa yanılabilir. O isa'nın vekili değildir.

3- Ruhu'l-Kuds, Oğul yoluyla Baba'dan çıkmıştır.

4- ilk yedi konsilde alının kararları kabul etmek lâzımdır.

5- Ancak, Meryem, isa ve Aziz ikonlarına (37) saygı gösterilir.

6- Her ülke ibadetini kendi diliyle yapmakta serbesttir.

7- Günahkârlar, işledikleri günah ölçüsünde A'râf ta bekletilirler.

8- Keşişler, piskoposlar ve patrikler evlenemez; papazlar evlenebilir. Boşanma ancak bazı şartlarla mümkündür.

9- Vaftizden hemen sonra Konfirmasyon yapılmalıdır.

10- Evharistiya ayininde ekmeğe maya, şaraba su katarlar.

11- Haç sağdan sola çıkarılır ve Haç'ın kolları birbirine eşittir.

 

Kuruluş dönemlerinde bütün Doğu Ortodoks Kiliseleri, istanbul Ortodoks Kilisesi'nin idare ve kontrolü altında iken, daha sonraları parçalanmalar olmuş şu kiliseler doğmuştur:

 

1-Süryani Ortodoks Kilisesi,

2-Rum Ortodoks Kilisesi,

3-Ermeni Ortodoks Kilisesi,

4-Rus Ortodoks Kilisesi.

 

Dinler Tarihçilerinin genellikle savunduklarına göre Ortodoks Mezhebi'nin doğması, iznik (325) ve O'nu takibeden altı Konsil'de alınan bazı kararlar sonucunda olmuştur. (38) Ancak Ortodoksluğu kabul edenler iznik Konsili'nde değişik fikirler ortaya atan Arius, Nestorius vb. din büyüklerinin görüşlerine her zaman cephe almışlardır.

 

Katolik mezhebi ile Ortodoks mezhebi arasında tesbit edilebilen başlıca ayrılıklar şunlardır:

 

1- Katoliklere göre Ruhu'l-Kuds Baba ile Oğul'dan, Ortodokslara göre ise Allah'ın göndermesinden meydana gelmiştir. (39)

 

2- Katoliklere göre papa yanılmaz; ilâhî kudrete sahiptir. Ortodokslara göre ise O, ruhani bir liderdir; ilâhî bir gücü yoktur.

 

3- Katoliklere göre papanın iman, ibadet, ahlâk vb. konulardaki her sözü münakaşasız kabul edilmelidir, Ortodokslara göre ise papa da bir insandır, yanılabilir.

 

3-Prostestan Mezhebi

 

Almanca'da "protestieren" kelimesinden alınmış olan Protestan "itiraz, protesto, başkaldıran" anlamlarına gelir. Protestan mezhebinin doğuşu, XVI. yüzyılda Martin Luther (1489-1546)'in Roma Katolik Kilisesi'ne karşı;

 

1- Günahları bağışlamak,

2- Günahların bağışlanmasını malî bir kaynak haline getirmek,

3- incil yorumunu kendi tekeline almak,

4- Ayin dilinin mutlaka Latince olması vb. hususlara itirazları ile başlamıştır.

 

Martin Luther itirazlarına kısa zamanda taraftar bulunca hareket hızla büyüyerek yayılmıştır. (40) itirazcılar kendi görüşlerini çeşitli mahfillerde açıklamak imkânı buldukça, onların fikirlerini benimseyenler de o nisbette artarak geniş bir coğrafyaya sahip olmuştur. Protestan mezhebine incil Kilisesi de denir.

 

Protesto hareketinin yaygınlık kazanması, reformasyonun başlaması ve çeşitli kiliselerin doğmasıyla sonuçlanmıştır. Protestanlığa göre Allah'a ulaşabilmek için hiçbir kilise görevlisinin aracılığına ihtiyaç yoktur. Hıristiyan geleneğinin yakın geçmişten aldığı şeklin bir diğer adı olan Protestanlık, kilisenin bizzat kendi değerlendirmesine göre:

 

1- itirafla ilgili durum,

2- Ruhanî tavır,

3- Hıristiyanlığa daha uygun bir görünüm verme vb. noktalarda geçmişine nisbetle yeni bir hüviyet kazanmıştır.

 

Protestanlık, tarihinin belirli bir döneminde ve bazı özel şartlar sonucunda ortaya çıkmasına rağmen, fikir ve ruhî yapı itibariyle sadece XVI. yüzyılın mahsulü sayılmamalıdır. Bazı Dinler Tarihçilerine göre, Protestan reformcular ile onları takib edenler, o yüzyılda yapılan dinî yorumlarla yeni bir gerçeği bulmak yerine, eski dinî gelenekleri yeniden ortaya koymuşlardır. Bu bakımdan Protestanları, kâşif değil, yenileyici olarak görmek lâzımdır. inançlarına göre günahkâr bir kişi ancak Tanrı'nın karşılıksız inâyetiyle kurtuluşa erebilir. Protestan mezhebi son dört yüz yıl içinde başlıca iki dinî tür olarak kendini göstermiştir:

 

1- Klasik Protestanlık,

2- Radikal Protestanlık.

 

1- Klasik Protestanlıkla Hıristiyanlığın aldığı yeni şekle karşı isyan ederek kilisenin Katolik anlamını koruyan büyük kilise sistemleri kastedilmektedir.

 

2- Radikal Protestanlık terimi daha çok bu mezhebin ortaya çıkışını açıklayan olayı anlatmak için kullanılmaktadır. Bu terim aynı zamanda dinî gruplarla dinî düşünce ekollerini de içine almaktadır. Bu ekolün mensupları Kitab-ı Mukaddes ile Hıristiyan kilisesinin dinî merasim varisleri (41) olduklarını iddia etmişlerdir.

 

Protestanlığın ilk ifadesi Lutheryanizm'dir. Bu terimle Martin Luther'in faaliyetleri, O'nun ruh ve görüşüne borçlu olan Hıristiyan fikirleri ile özel kiliseler anlaşılır. Bu ekol, kulun hayatı ve kilise ibadeti üzerinde özellikle durmuştur.

 

Protestan Mezhebi'nin özellikleri şunlardır:

 

1-Papa da bir insandır, yanılabilir.

2-Diğer iki büyük Hıristiyan mezhebinin kabul ettiği teslise inanırlar.

3-Kutsal kitabı yorumlamaya herkes yetkilidir.

4-Sakramentlerden yalnız Vaftiz ve Evharistiya'ya inanırlar.

5-Azizleri kabul etmezler.

6-Kiliselerde resim ve heykel lüzumsuzdur.

7-Haç çıkarma geleneklerine inanmazlar.

8-ibadet ve ayinleri herkes kendi diliyle yapabilir.

9-A'râf ve ebedî ceza yoktur.

10- Meryem sıradan bir insandır; ilâhî bir niteliği yoktur.

11-Günah çıkartma işlemi mantıksız bir uygulamadır.

 

Protestan Mezhebi öncelikle kendi bünyesinde üç ana kola ayrılmıştır:

1- Lutheryanizm,

2- Kalvinizm,

3- Anglikanizm.

 

1- Lutheryanizm, Protestanlığın ilk şeklidir ve Martin Luther'in fikir ve ideallerini benimseyen özel Hıristiyan görüşünü temsil eder. Lutheryan Kiliseleri Almanya, Skandinav ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletlerinde daha çok yaygındır. inançlarına göre kilise, lâik hayattan sorumlu tutulamaz.

 

2- Kalvinizm, günümüz Protestan dünyasının ikinci ekolünü teşkil eder. Bir diğer adı Reforme Hıristiyanlık'tır. Akımın kurucusu ve öncüsü olan John Çivin, sıkı bir dinî tecrübeden geçmiş Fransız asıllı, ilâhîyat sahasındaki yazılarıyla tanınmış bir kişidir. O'nun gayesi mevcut Hıristiyanlık'ta reform yaparak dinî başlangıçtaki, asıl haline kavuşturmaktır. O'na göre Hıristiyanlığın topluma karşı, birtakım görevleri olmalıdır.

 

 

3- Anglikanizm,VIII. Henry devrinden beri ingiltere'nin Resmi Kilisesi'dir. VIII. Henry (1491-1547) ile Papa arasındaki bir kavgadan sonra doğmuş olan Anglikanizm'in en başta gelen hedefi Hıristiyanlığı kendi öz niteliğine yeniden kavuşturmaktır. Onlara göre papalık ile Presbiterianlık arasında en azından orta bir yol olmalıdır. Bu yalnız kilise teşkilâtı düzeyinde değil, doktriner anlamda da gerçekleştirilmelidir.

 

Protestanlık bu üç ana kolun dışında ikinci derecede diyebileceğimiz on küçük gruba daha ayrılmıştır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Radikalizm ve Protestanlık

 

Fransızca'da Radikalizm "ilim, din ve siyasette temelden, kökten değişiklikler yapma temayülü" anlamına gelir. Bizim burada üzerinde duracağımız Radikalizm, Hıristiyanlık üzerinde yapılmak istenen köklü değişikliklerle ilgilidir.

 

Dinler Tarihi terminolojisinde Radikal Protestanlık terimi ile daha çok genel Protestanlık'tan yavaş yavaş kopan ve O'ndan bağımsız olarak teşekkül eden Hıristiyan grupları ve dinî ekolleri kastedilmektedir. Bir bakıma bu gruplara, Reformasyon'un birtakım tartışmalardan sonra dünyaya gelen çocukları demek mümkündür. Bunlar özel yapı ve davranışlarından dolayı ingiltere'nin resmî kilisesiyle uyum sağlayamamışlardır. Radikal Protestanlığı iki grupta incelemek mümkündür:

 

1- Evangelik,

2- Hümanist,

 

Radikal Protestanlığın en önde gelen temcilcileri Babtistler, Kongregasyonistler, Metodistler ve Kuveykırlar'dır. Bu sayılan temsilcilerin, kendilerine özgü farklı görünümler sergiledikleri bilinmektedir. Hatta bu akımlardan bazıları bağımsız,Hıristiyanlıktan ayrı bir din görünümündedir. Bununla beraber Radikal Protestanlığın Hümanist kanadı, Hıristiyan Kilisesi'nin din tanımayan kesimi ile özel bir şekilde ilgilenmiştir. Hümanistlerin en büyük arzuları Hıristiyanlığın "zevk sahibi insanlara" karşı bir değeri bulunduğunu ispat etmektedir.

 

Hümanistler düşüncenin en büyük rehberi olarak vahiy yerine aklı temel almışlar onu gerçeğin başlıca kaynağı kabul etmişlerdir. Onların baz aldığı ölçü Hıristiyanlık vahyi değil, ilmî bir buluş, bir felsefî ilke veya herhangi bir düşüncedir. Ancak bu akımın, gün geçtikçe nüfuz ve değerini kaybettiği ifade edilmektedir. Radikal Protestanlık özellikle şu ana noktalar üzerinde durarak kimliğini kanıtlamak istemiştir:

 

1- Kurtuluşa ermek için isa'ya tam anlamıyla inanmak lâzımdır.

2- Kilise'nin ve dünyanın mutlak efendisi isa'dır.

3- Gerçek kilise isa tarafından kurulmuştur. Kurtuluş ancak bu kilisededir.

4- isa'nın gözle görünen kişiliği incil'de açıklanmıştır. insan yaşamı boyunca daima O'nu örnek almalıdır.

5- Çarmıh'tan sonra dirilen isa sonsuz bir güç ve çalışma kaynağı olmuştur.

 

Çağdaş Protestanlıkla meydana gelen gelişmeler hakkında John A. Mackay şöyle diyor?

 

Protestanlığın henüz dinî erginliğine erişemediğini, tarihî görevini tamamlamadığını belirtmek gerekir. Dörtyüzyıl önce Reform hareketinde olup bitenler bugün de hayatta, doktirinde ve kilise teşkilâtında ifade edilmek durumundadır. Çağdaş Protestanlıkla ortaya çıkan önemli gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz:

 

1-Tarihî Hıristiyan inancı yeniden kavranmalıdır.

2-Kutsal Katolik Kilisesi gerçeği protestanları da kuşatmalıdır.

3-Dine dayanmayan düzen ile ilgili sorumluluk duygusunun yeniden canlanması sağlanmalıdır.

4-Evangelik Hıristiyanlığın dünya çapında yayılması, Protestan düşünürlerin bu yolda çaba sarf etmelerini gündeme getirmelidir.

 

4-Angikan Mezhebi

 

Reform Hareketi'nden sonra (XVI. yüzyıl) ingiltere'de doğmuş bir Hıristiyan ekolüdür. Protestanlığın ingiltere'ye has şekli olan Anglikanizm, Katolik-Protestan çatışmasında uzlaşmacı bir yol izlemiştir. Anglikan Kilisesi, VIII. Henry'den itibaren Roma ile olan bağlarını koparmıştır. Anglikanizm'i Kitab-ı Mukaddes'e bağlı, kısmen reforme edilmiş bir Katolik Mezhebi olarak görmek daha yaygındır. Papanın otoritesini reddeden Anglikan Kilisesi, XVI. yüzyıldan beri ibadette Latince yerine ingilizce'yi kullanır. Kilise kral ve kraliçe tarafından temsil edilir. VAnglikan Kilise'sine göre iki sakrament (Vaftiz, Evharistiya) esastır. Anglikanizm XVIII. yüzyıldan itibaren Amerika, Kanada, Avustralya, Afrika, Yeni Zelanda ve Hindistan'da yayılmıştır.Yaklaşık 30 milyon mensubu bulunan Anglikan Kilisesi ve Roma Katolik Kilisesi arasında II. Vatikan Konsili (1962-1965)'nden sonra uzlaşma zemini arama gayretlerine girişilmiştir.

 

Günümüzde Hıristiyanlık

 

Günümüzde Hıristiyanlık dünyada hemen hemen her bölgede taraftara sahip bir dindir.Taraftar sayısı bakımından dünyada ilk sıradadır. Özellikle Avrupa, Amerika ve Avustralya kıtası ülkelerinde Hıristiyanlık yaygın bir din konumundadır.

 

Hıristiyan ülkelerdeki Mezheplerin yoğunluğu farklılıklar göstermektedir. Rusya, Bulgaristan, Yunanistan gibi ülkelerde Ortodokslar ; italya, ispanya, Paraguay, Portekiz, Vatikan gibi ülkelerde Katolikler; isveç, Norveç, Danimarka, ABD gibi ülkelerde Protestanlar; ingiltere 'de Anglikanlar diğer Hıristiyan mezheplerine göre çoğunluğu oluşturmaktadırlar.

 

Hıristiyanlıktan kopan bazı akımların (Yehova Şahitleri, Mormonlar, Unitaryenler, Kuveykırlar gibi) bağımsız ayrı bir din hüviyetine bürünmesi veya ayrı bir din gibi hareket etmeleri ve farklı Kültlerin ortaya çıkıp yayılması Hıristiyanlığın önündeki sorunların başında gözükmektedir. Tüm bunlara rağmen Hıristiyanlık gittikçe taraftar sayısını arttıran ilahi bir dindir. Günümüzde çoğunluğu Katolik olmak üzere ( % 51 – 53 ) yaklaşık 1.560.000.000 Hıristiyan yaşamaktadır.

 

KaynaK:http://www.dunyadinleri.com/hiristiyanlik.html

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu konu başlığı dinler hakkında bilgi vermek amacıyla açılmıştır.Zamanım elverdikçe sizlere burada dinler hakkında bilgi vermeye devam edeceğim.Tabii sizler de yardımcı olursanız forum için faydalı bir başlık oluşturabiliriz.Desteklerinizi bekliyorum..

Lütfen cevap eklerken dinin ismini ve bilginin kaynağını belirtiniz!

İlginize teşekkürler..

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Garip!!!

Demek ki çoğunuz diğer dinler hakkında bilgi vermek istemediniz...

 

Bu konu başlığı dinler hakkında bilgi vermek amacıyla açılmıştır.Zamanım elverdikçe sizlere burada dinler hakkında bilgi vermeye devam edeceğim.Tabii sizler de yardımcı olursanız forum için faydalı bir başlık oluşturabiliriz.Desteklerinizi bekliyorum..

Lütfen cevap eklerken dinin ismini ve bilginin kaynağını belirtiniz!

İlginize teşekkürler..

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.