Φ adrenalin Gönderi tarihi: 15 Ağustos , 2006 Gönderi tarihi: 15 Ağustos , 2006 Aşk Yalandır Artık… Bütün işaretler bunu gösteriyor… Bu şehir “yalandan sevgilerin” mezarlığı; “aşk”, mahkeme kapılarında sürüm, sürüm sürünen bir mezbelelik… Her yerden haberler geliyor. Aşk bitti, aşk bitti diye. "Ben aşka aşığım abicim", şeklinde ağzından yalan akıtan türlü cinslerden şehir hokkabazlarını bir kenara bırakırsak etraftaki bütün gerçek fısıltılar aynı şeyi söylüyor: Kadınlar vampir oldu, erkekler Drakula… İnce belli Leylalar, bir yamyam; dağ delici Mecnunlar bir tokatçı kıvamındadır artık... Kadınların kurtuluşuyla birlikte insan olmaya yükseleceğiz derken, en erkeksi dangalaklığı taklit etmeyi özgürlük diye başına geçiren (post feminist) hanım kızlar sonunda kafayı sıyırdılar. Onlar içiyor, ben de içerim, onlar önüne geleni götürüyor, ben de götürürüm, onların ağzı bozuk, benim de bozuk. Süper bir özgürlük durumu. Şehirdeki en ahmak erkek kadar ahmak olabilmeliyim! Seks on the City’deki kadınlar kadar götürücü olmalıyım. Ama aşk tabii ki olsun! Ben çocuk yapmak için bir erkek bulurum, bir ev tutarız, kapısına da bu evde aşk vardır yazarız, hem çocuk büyütürüz hem de… Sonra gelsin bıçaklar, gitsin mahkemeler, gelsin yalnızlıklar, gitsin cinayetler... Yorgunuz, çok yorgunuz. Tenler, metropolün seksüel uzmanlarınca parlatılsa da, siz biliyorsunuz, ben biliyorum, gezegen biliyor: Ruhlar yorulmuştur, ruhlar gitgide dibe çökmektedir, ruhlar pis kokmaktadır. Ruhumuzu çekip aldılar ve yerine Bir tür matematik koydular: Gen bencildir! Ruhlar, ideal ve büyük ne varsa, erdem denen ne varsa, oh be insan olmak ne güzel dedirtecek ne varsa ondan vazgeçmiştir çoktan. Şefkat, sevgi, merhamet, demode siyah beyaz filmlerde kalmış bir geçmişi temsil ediyor. “Kıyakçının sonu ayakçılıktır”, şehrin bütün sokaklarında duvar yazısıdır artık. “Parasız adam lüzumsuz adamdır” lafı bir tür istiklal marşı... Birini teklifsiz ve bütünüyle sevmek, onun sevgisinde kendini kaybetmek, aşk için ölmek gibi durumlar da aptallık olarak geçti çoktandır sözlüklere. “Aşkım, aşkım”, bir sit-com muydu neydi, hatırlayan var mı? Ya da menfaatlerinizin bodrumundan böceklenmemiş bir sevgi çıkarabilir misiniz bana bu hayattan? Gidin ve “metroseksüeller”e sorun, o şanslı şehir prenslerine sorun, terapistlere ne kadar para veriyorlar, haplarla, psikotroplarla araları nasıl? Gidin ve sorun, o görkemli gece güzellerine sorun, valiumlar kaç draje, zanaxlar ne hesap, ekstacy'ler kuşlu mu? Kim memnun hayatından? Birazcık midesi olan kimse mutlu değil. Çünkü dışarıda savaş var. Çünkü dışarıdaki ölümüne yarış düşeni tanımıyor. Haberlerin hiç acıması yok, gelmeye devam ediyor: “Sinemanın ve de tiyatronun az sayıdaki hakiki yeteneklerinden biri olan Adam ile süre önce boşandığı eşi şarkıcı Kadın iki yaşlarındaki kızlarının velayetini almak için mahkemeye başvurmuşlar ve sonuçta Adam, yani baba davayı kazanmıştır. Adam, ‘Bu davanın sonucu, kendini özgürlük, heyecan uğruna çocuğunu terk edip gidebilen kadın tipine mahkeme tarafından verilmiş çok iyi bir cevaptır. Artık, bu tip kadınlar ve onların mutsuz, tatminsiz, hayatlarından uzak, kızımla mutlu, başarılı bir hayat yaşayacağım.’ dedi” Lafa bak: Mutsuz ve tatminsiz!... Mutsuz ve tatminsiz olmayan bir kişi göster sokakta desen kim gösterebilir, her tarafta, “tatmin olma daha çok iste” diye bağıran bir cesetler korosu varken? Yani bir takım yazarlar işsiz kalacak diye korkmadan konuşmalıyız: Aşk, aşk diye büyük iç geçirişlerle söze dökülen şey bir yalandır. Onların bahsettiği aşk yalandır… Gazetelere, televole-vizyonlara, yani hayatımıza, ancak bitiş öyküleriyle manşet olan ve sadece Pazar Ekleri’nde yazar-kasaların adam diye halka yutturulması için planlanan bir yutturmacadır aşk. Janjanlı bir kelimedir… Haber, şehrin en büyük yenilgi üreticisidir, her haberde yeniliyoruz birlikte: Bir aşk bitiyorsa orada haber vardır tabii. Haber, seri katillere dönüşen aşıkların üstüne atlar… Haber çocuğun kimde kalması gerektiği üzerine konuşur, tahlil yapar ve yargılar. Sonuç, aşkın çirkef kuyusuna tam olarak batmasıdır. Böyle olur. Böyle oluyor… “5 yıl önce evine yapılan baskında uyuşturucudan dolayı gözaltına alınmıştı. Ama pişmandı… Bir kaç gün önce ünlülere kokain pazarlayan çetenin ifadesi nedeniyle gözaltına alınan kadın, çocuğunu kendisine göstermeyen Adam’ın adını polise verdi. Kokain kullandığı iddiasıyla gözaltına alınan şarkıcının ifadesiyle gözaltına alınan eski eşi ise uyuşturucu kullandığını itiraf etti. ‘Evde yalnızken arada bir esrar içiyorum. Ama hiç kokain ve eroin kullanmadım. Eski karım beni çocuğumuzun velayetini alabilmek için ihbar etti’ dedi. Adamın evinde 10 gram esrar ele geçirildi.” Aşıklardan biri eski aşığını polise ihbar ediyor, diğeri maşuk’unu mahkeme kapılarında basına ihbar ediyor, ortada bir çocuk sallanıp duruyor, başı dönüyor aşkın meyvesinin bu “aşk”tan… Son haber gelir: “Kadın, acılı bir hayattan gelmişti, parçalanmış bir ailenin çocuğuydu, önce kısa süreli bir evlilik yaptı, bir çocuğu oldu. Daha sonra şöhretle değişen yaşamına rağmen kendini toparlayabilmesi mümkün olmadı. Şöhret geldiği gibi aynı hızla yaşamından uzaklaştı. Bu arada evlendi, kızı oldu, ama hayata tutunabilmesi için bunlar da yeterli olmadı. Eşinden ayrıldı, çocuğunu göremedi, beş parasız kaldı.” Büyük Aşk’ın finaliyse şöyledir: Eski koca gözaltına alınınca eski eş gider, adamın evinden çocuğu kaçırır, büyük tantanalar çıkar, çocuğu sonunda babasına geri verir ama gözleri parlamaktadır. Ve konuşur: “Gözlerime bak, parlıyor, intikamımı aldım, mutluyum!”... Boş, jelatin ve insan sağlığına zararlı bir zımbırtıdır artık aşk. Aşk, ruhunu sistemin hortumbank’ına kaptırmış dalaverecinin son numarasıdır. Aşk üzerine konuşan tecavüzcüler miyiz biz? İçimizde bir güzellik var, uzak, derin bir köşesinde içimizin. Onun için de bir katil kadar yaralıyız. Bizim kadar bencil, bizim kadar kindar, bizim kadar faydacı olmasın istiyoruz aşk. Bu fosseptik kuyusunda, inanacağımız bir ışık kalsın, bir kurtuluş ümidi kalsın istiyoruz. Yarış altları gibi hazırlandığımız köpek dövüşünde, ağzımızda kan ve rakibimizden koparttığımız et parçasıyla mutlu bir gelecek projesi olarak aşk, sihirli ve saf ve temiz bir sığınak olarak bizi bir yerlerde beklesin istiyoruz. Cuma namazlarını hiç kaçırmayan bir işkencecinin inancıyla, aşk gezegenine giden hayal arabasına, iki kişilik birinci sınıf rezervasyon yaptırmak istiyoruz. Olmuyor tabii. Biz ne kadar rezalet bir durumdaysak aşklar da o durumda çünkü. Birbirinin etini yiyen “aşıkların” öyküsüdür aslında bizim öykümüz. Birilerinin mahremiyeti medyaya düştüğü için konuşuluyor, ya biz, “aşkları” henüz medyaya düşmemiş mutsuz çoğunluk? Ya biz? Biz kendi durumumuza bakalım. Etrafımızdaki bütün aşklar şu ya da bu şekilde böyle sonlanmıyor mu? Yalan aşklar zamanında, öldüren sevgiler zamanında, intikamcı aşklar zamanında, “aşksız” bir zamanda yaşamıyor muyuz? Çünkü kasadan fiş alarak sürdürebileceğimiz bir hayattayız. Ve aşıkları izliyoruz. Hevesle aşıkları izliyoruz. Onları, televizyon şovlarında ayrıldıkları karılarını tokatlarken, bıraktıkları eski kocalarını muhabbet tellallığı ile suçlarken izliyoruz. Hevesle…. En çok aldatmış, en çok “indirmiş” olmanın erkeklik, en sarışın ve en yamyam olmanın kadınlık olarak anlaşıldığı bir uzayda aşk, olsa, olsa narkotiğe kocanı ihbar ettiğin anda içini rahatlatan bir oh olsundur o kadar… Ama aşk bitmişmiş, yok neler olmuşmuş, haklı tarafları varmış, falanmış, filanmış, hepsi yalan. Açıp sözlüklere bakmanızı öneriyorum. Öyle TDK, şu, bu sözlüklere değil, kalbinizdeki sözlüğe bakmanızı öneriyorum. Aşk, böyle bir sabun köpüğü gibi bir şey mi ki, ardından önüne “eski” kelimesini takar takmaz birbirimize keskin kılıçlarla saldırıyoruz. Aşkımızı banyoda bıçaklıyoruz, onun en değer verdiği şeyi mahvetmek için kıçımızı yırtıyoruz. Açık konuşalım gazeteler, dergiler, televizyon bize, birbirini öldürmek için silahçı dükkanlarına tezgahtar olan aşıkları anlatıyor dümdüz. Açık konuşalım: Çok yaralı çocuklarız ve birbirimize can havliyle “ihtiyaç için” koşuyoruz. İhtiyacımıza “aşk” adını takarak yapıyoruz fakat bunu. Çocukluğumuzu yeniden, ama bu kez sevgiden patlamış ve güneşli bir mutluluk içinde yaşamak istiyoruz çünkü. Ama içimizdeki o yalnız çocuk bir kere daha hayal kırıklığına uğrayınca… Tavan arasına sakladığı o paslı kasap bıçağını çıkarıp… CEM SANCAR.. Alıntı
Φ frozen Gönderi tarihi: 22 Ağustos , 2006 Gönderi tarihi: 22 Ağustos , 2006 KUPON ucuz bir efsane alın gündelik yaşamınızdan bir İmge biçin kendinize pazarın ürettiği görünmez kumaşlardan ya da değişik tarihli parçalardan yüzünüzü ısmarlayın yukarıdan aşağıya üç soldan sağa beş üç beş kişi sığdırın kendinize yedeğinizde bulunsun malum, bu durumlar belli olmaz her çekiliş için farklı kuponlar bu durak olmazsa önümüzdeki durak ilerleyelim beyler öldürdükçe içimizi önde boş yer var (1988) Haziran 1991 İstanbul-Ludwigshafen (Mürekkep Balığı) MANŞET Hayatıma manşet istiyorum. Birkaç manşete ihtiyacım var, günler tekdüze Karton filmlerden yapılma bütün serüvenlerin içinden geçtiğimiz karanlık tünel bizim olmayan gündelik Büyük bir köy artık bana tanınan, dünya! ölüm tek ticaretin Biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler sanal gerçeklikler için vurguna inmiş manşet Gözlerimize attıkları bandın sakladığı karanlık kimsenin ofsetinde kazınmıyor yalan sarmal grafik kendine çevriniyor Biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler Rekabetten başka yapacak bir şey bırakmıyorlar bize Şerefin, haysiyetin, adaletin ve ümidin eski moda öyküsüne bir biletim var, alıp cezalı bir biletle değiştiriyorlar. Sesim hiçbir metinde tanınmayacak böyle giderse. Aşık olmak istiyorum. Kendileri koyuyorlar kuralları. Naklen yayınlamak istiyorlar bütün duygularımı. Güzel pişmanlıklar yaşamak istiyorum, bırakmıyorlar, sterilize ediyorlar hemen yaşadığım her anı. Hilesiz kuşlar bile kartpostallarda tuzağa düşürülüyor, Tebrik ediliyor; poz verdiriliyor kanatlarına. Pozdan putlar yaratılıyor her yanda, afişlerde, ekranlarda, vitrinlerde, sokak pozlara tapmaya zorlanıyor insanlar. Zorlandıklarını hiç anlamıyorlar. Her yerde bela var. Olmayacak yerlerde üşüyorum. Çarşaflarımı denetliyorlar ben yokken. Pencereme konan kuşları takibe alıyorlar. Tek kişilik bir içbükey zaman bile bırakmıyorlar bana. Çıkmasam odam gömleğim oluyor. Çıkmasam sokaklar tundra. Aynaya bile şebekemi gösteriyorum. Bakın kimseyi dövmek istemiyorum. Aktör de olmak istemiyorum. Vücuduma ve ruhuma muhtacım. Rahat bırakmıyorlar. Yerimi bilmeliyim gitmeden önce. İzmarit olmak istemiyorum. Gençken ve yeniyken bir şeyler denemeliyim. Önce bir manşet bulmalıyım kendime, her şeye bir manşetten başlamalıyım. O zamanları anlatmak istiyorum. Zamanı öğrenmeye çalışırken yitirdiğimiz zamanları. Ölümden anlayan bir yanımız vardı gene de Sesimiz açılırdı. Uyurken korkardık. Sıçrardık uyku arasında ya da birinin elini tutardık Gecenin koyu kibrinde gölgelense de erden masumiyetimiz gelip geçerdik her şeyin yanı başından derinleşmekti en büyük tehlike Bağışlanırdık. Gençtik. Gençlik kaba cephane. hiçbir şeyin içimize fazla işlemesine izin vermezdik kahkahayla baş etmeye çalışırdık gözümüzle göremediğimiz her şeyle, ölesiye korkardık kendi içimizden tanımadığımız biri çıkacak diye günün birinde anonim bakış için rehin verdiğiniz gözler önünde geçip giden yazıp duran söyleyip eyleyen ben değilim duru suyun arı mantığın dingin optiğin önünde görülmek görünmek gözükmek isterim çok mu zor çok mu olanaksız bilmek isterim karşı durduğum şeyler vardır hayatta manifestoya varmadan daha kısa mesafelerde çözgüsü atkıya daha kolay dolanabilecek bir dolu yol derin çözümsüzlükte adı konmamış gizli bir sözleşme saklı madde imha ve imla ne çöllerde yiten geç dönemin mecnunları ne teneke kutularda biriktirdiğim madeni paralar en büyük günahımı işlemedim daha elementlerin minimal kullanımı daha yolun başındayım, yakında şimdiki zaman yalnızca çarşı pop ve popcorn zulmün bütün ayları iki bin yıllık kadim şehirlerde işkenceciler emniyet müdürü, katiller vali, Bağdat naklen bombalanıyor tarih ekrana çıkıyor, şifreli çantalarda taşınıyor parçalanmış haritalar, zulme çalışıyor devletin ve sermayenin bütün kanalları, polisler gazeteci, sarı kartlı muhbirler, satılık şeref koltukları, eski bir alınlık: Geçmişi anlamayan onu bir daha yaşamak zorundadır hem ortadoğudayız hem viyana kapılarında kuşe bir gravürde dağılıyor kimlikler değerler özsu; katil hep başkası çıkıyor kara piyasada kapalı iktisat her yıl geriye çalışıyor infilaka kadar körlük infilaka kadar kötülük herkes birbirine düşman olursa sistem mümkün oluyor ve buna, hayat işte, deniyor şairler biliyor sonuna geliyoruz büyük duvara herkes bir manşet bulmalı parçalandığı fragmanlara bugünlerden bir gün çıkacaksak eğer, çıkılacaksa, gömdüğümüz şeyler olmalı bugünlere, bir gün başka gözler bugünleri yeniden okuduğunda bizi görsünler diye, birkaç manşetlik kaba cephane ne yalnızca siper ne barikatta verdiğimiz ölüler şiir gizimizi herkesin gözleri önünde kaçırır geleceğe kolay kirlenmeyecek mecralar deltalara vurur akıntısı çıkarız çıkmalıyız acemi şiirler büyür başkalarının okuduğu olduğu yerde bizi de oldurur derin teorisiyle tekin olmayan şiirlerin kotuma altına aldığı yarınlar saklar kendi çocuklarını da eski ve kara bir şarkı yineler kendini başkalarının kaderlerinde: "kendini ele verdiğin yerde başkasına ihanet etmiş olursun yapma n'olursun! bizi almazken bizim kurduğumuz şehirler biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler varsın olsun sen gene de yapma n'olursun!" yarım bırakılmış bir fragman gibi, parçalanmışlığın sunduğu acemilikler gibi mükemmel olmaktan özellikle kaçınmış şiirler gibi söylenebilecek binlerce sözden yalnızca birkaçı gibi kirletilmiş kayıtsızlığın her vahşeti mümkün kıldığı bir dünyada hayatımızın başına çekin kendi manşetinizi 1991-1994 Ludwigshafen-İstanbul Murathan MUNGAN Alıntı
Φ adrenalin Gönderi tarihi: 25 Ağustos , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 25 Ağustos , 2006 Çocuğu için telaşlanmayı hayatının biricik meşguliyeti haline getirmiş olan anne, sesinde çelimsiz bir kuşun ürkekliğiyle soruyor: “Bugüne kadar ona hep insanlara iyi davranmayı bir erdem olarak öğrettik. Görüyorum ki bu bilgi onu hayatta geri düşürüyor, daha fazla ezilmesine yol açıyor. Yanlış mı yaptık?” Psikiyatri uzmanı bir meslektaşımla St. Exupery’nin kitap ve özlü sözlerinden konuşuyoruz. “Bütün kitaplarını döne döne okudum” diyor, “Ama ondan aldığım düsturlar beni hayat karşısında savunmasız bıraktı.” Katı olan her şey buharlaşıyor. Yırtıcılığın, hodbinliğin, bencilliğin öne çıktığı ve bildik erdemlerin değer kaybına uğradığı bir gösteri çağında yaşıyoruz. Zamanımızın gözetim toplumu, seyretmeye ve seyredilmeye her şeyden daha fazla önem veriyor. Yeni yetmeler, ergenler hayatı sanki karşılarında “hayali izleyiciler” varmış gibi yaşar, dışarıdaki dünya tarafından sürekli izlendiklerini düşünürler. İmgenin arsız saltanatı artık bütün bir toplumu böyle yaşamaya zorluyor. Herkesin gösterecek ve görünecek bir şeyi var: Kimileri bedenleriyle, ilişkileriyle, sahip olduklarıyla, kimileri de sahip olamadıklarıyla yani acılarıyla, yoksulluklarıyla, şaşkınlıklarıyla ekrandalar. Kapitalizm önce arzuyu üretiyor sonra sattığı mallarla onu doyuruyor. Şehirlerde katedral ve caminin merkezi yerini artık ticaret kuleleri aldı. Şehre yaklaşanlar mabetlerin gölgesiyle değil paranın kibriyle selamlaşıyor önce. Modern kültür gençliğe, genç tarz-ı hayat kalıplarına çok fazla vurgu yapıyor. Yaş ve yaşın getirdiği bilgelik artık geçer akçe değil. Bütün bir toplum çocuksulaşma eğilimine giriyor, eğlence programlarının karşısında göbek atıyor, ergenlerin tüketim kalıplarını benimsiyor ve onlar gibi ben merkezci yaşamaya başlıyor. “Bana! Önce bana! Sadece bana! Hep bana!” diyen ve dünyanın sadece kendi çevrelerinde döndüğünü düşünen, büyümemiş, ıstırapla sınanmamış, ağrıyı ve acıyı gördüğü yerde hayalet görmüş gibi kaçan bir insan kuşağı dünyayı istila ediyor. İnternet ve mobil telefonlar gibi hız ve akışkanlık sağlayan, bunun ötesinde fiziksel dünyanın sınırlamalarını kaldıran yeni teknolojik dinamikler toplumu adeta yeniden biçimlendiriyor. Bu teknolojilerle kişisel mekânımız daralıyor (bir telefonun ne zaman çalacağını kim bilebilir!), yarattıkları müptelalık ve sundukları eğlence seçenekleriyle de zamana tasarrufumuz azalıyor. Bir önceki kuşağa hayatın anlamıyla ilgili sorular sordurtan deneyim ve yaşantılar bu yeni gençlik kültü içinde değer kaybediyor. Geçmişin ve geleceğin bir önemi yok. Artık sadece burada ve bu anda yaşıyoruz. Niçin istediğimiz değil ne istediğimiz önemli ve bunun hemen yerine getirilmesi gerek, yoksa sıkıntıdan patlarız. Beyinlerimiz çoktan bilgisayar oyunlarının hızına ayarlı, hayat ve insanlar daha hızlı akmalı, her şey hızla zaplanabilir bir akışkanlıkta olmalı, sûretler hızla değişmeli. Çabuk tatmine ayarlı yeni kuşak hayatı fast-food tarzında tüketiyor. Belleği dikkate almayan, bilgiden ve bilgelikten mahrum bir ergen kültürü, bütün bir toplumu inhisarına alıyor. “Tek hakikat hazdır” diyor bu yeni gençlik kültürü, ve “hiçbir şey için beklemeye değmez, hiçbir şeye katlanmaya değmez.” Erich Fromm “her toplum ihtiyaç duyduğu karakteri üretir” demişti. Savaş sonrası kapitalizmi de nevrotik karakterini üretmişti, bu karakter kendi sahici duygularına ve hakikate yabancılaşarak pazar ekonomisine uyum sağlayan bir türdü. Bu pazarlama karakteri için her şey bir mala dönüştürülebilirdi, sadece eşya değil kişinin bizatihi kendisi de -bütün becerileri, duyguları, bilgisi, enerjisi ve hatta gülümsemesiyle- bir mal haline getirilebilirdi. Bu insanlardan içten bir ilgi beklemek safdillik olurdu, çünkü bencillerdi ve gerek kendi aralarında gerekse de başkalarıyla kurdukları ilişki çok sığdı. Küresel kapitalizm bu pazarlama karakterlerine çokça ihtiyaç duyuyor ve onları üretiyor. Bir “bencillik çağı”nda yaşıyoruz, doğruluk ve meşruiyeti kabul görmüş ahlâk kaideleri değil kendi ihtiyaçlarımızın şiddeti belirliyor. “Bir şeyi ben çok istiyorsam o olmalıdır ve doğrudur” diyoruz. “Benlik kültü”nü kutsayan ve başarıyı sadece maddi ifadeler içinde anlamlandıran bir ticari ahlâk, insanı önceleyen bir ahlâkla kıyaslandığında daha az sevgi üretiyor. İnsanlar arasında dayanışmayı çoğaltmak, beklenebileceği gibi, kapitalizmin yapması gerekenler arasında anılmıyor. Kameranın modern hakimiyeti ve imgenin dile göre daha önemli sayılması, şeylerin anlamından çok görünüşüne dikkat etmemize yol açıyor. Görüntü ve imge, özü önceliyor. Narsisistik kişilik bozukluğunun temel tanı ölçütlerinden birisi olan, başka insanları kendi çıkarları için istismar etme davranışı, günümüz toplumunda kınanmak bir yana, övülüyor. Ekonomik sistemin özünde, başka insanları bir ürünü almaya ikna eden kişileri ödüllendirmek yatıyor. Şirketlerin dünyasında başarmak; sadâkat, adanmışlık, bütünlük ve samimiyet gibi değerlerden daha önemli hale geliyor. Narsisizm, “modern zamanların Protestan etiği” olarak küresel yaygınlık kazanıyor. Elektronik medya yüzeysel imgelere yaslanıyor, öz ve derinlik yok sayılıyor. Batı ülkelerinde bugün yaşlıların % 80’i çocuklarından ayrı yaşıyor, oysa bu oran bir yüzyıl öncesinde % 25’ti. Ölümden, yaşlılıktan, hastalıktan, acıdan tiksinen ve hep genç, her daim güzel ve her an hareket halinde olmak isteyen bir narsisistik insan tipi, küresel rüzgarlarla, metastaz yapan kanserli doku misali dünyaya yayılıyor. Bu tip dünyaya yayıldıkça merhamet, dayanışma ve erdem hayatlarımızdan çekiliyor. Güvenli bir sığınak olan ailenin çözülmesi, anne babanın işyerlerinde geçirdikleri uzun ve yorucu saatlerden sonra çocuklarına yeterli düzeyde eşduyum gösterememeleri, geleneksel toplumun ve siyasi ideallerin yetersizliği, politika ve edebiyattaki şüpheciliğin artması gibi bir dizi durum narsisistik kişilik bozukluğunun artan yaygınlığı ile ilişkilendiriliyor. Bu kişiliğin başat özelliklerinden birisi olan haset duygusu, modern reklamcılığın marifetiyle azgın bir ejderhaya dönüşüyor. Rekabet kültüründe ötekinin mutluluğu benim mutsuzluğum, ötekinin başarısı benim başarısızlığım oluyor. Narsisistik kişiliğin temel özelliklerinden birisi eşduyum yeteneği gösteremiyor oluşu, karşısındaki insanın duygularını anlamakta ve yorumlamakta gösterdiği yoksunluk. Yalnızca kendisi için yaşayan, diğer insanlara sadece kendisini yüceltsin ve övsünler diye değer veren ve istediğini aldıktan sonra bir kâğıt mendil gibi onları bir kenara atan, cinselliği aşksız ve nezaketsiz, insan ilişkileri sığ, sevebilmekten âciz bir kişilik. Zamanımızın bir kahramanı. Yaşadığımız çağda bu tarz bir kişiliğin uyum gücü yüksek, zira kendisini göstermek için iş hayatında çok başarılı olmak ister ve olur da. Gösteri dünyasına bakın, kendilerine yönelmiş kameralarla sarhoş olmuş, “ufak dağları ben yarattım” havasında, ülke için ürettiği en ufak bir değer olmayan, çok sayıda besleme narsisistle karşılaşacaksınız. Yahut şirketler dünyasının lider profiline bakın, siyasete bakın, spor dünyasına bakın. Mahremiyet yerini laubaliliğe, aşk yerini duygusuz cinselliğe bırakıyor. Narsisistik klon bütün dünyaya yayılırken biz de hakkın gücüne değil gücün hakkına inanmaya başlıyoruz. Ruhları ele geçiren bir istila karşısındayız ve elimizde savaşmak için kadim insanlık değerlerinden başka bir silah yok. Toza karşı toz, kibre karşı tevazu, sığlığa karşı derinlik, bencilliğe karşı diğerkâmlık, hasede karşı dayanışma, hıza karşı yavaşlık, yalnızlığa karşı yârenlik, som akla karşı gönül. Bir toplumda gönlün şarkılarını söyleyenler varsa narsisizm hastalığı burçları aşıp orada otağ kuramaz. “Tarab benim, ben tarabım” diyor büyük şair, iş mutribin sesini duyacak kulak olmakta! PUSULA HABER.. Alıntı
Φ frozen Gönderi tarihi: 26 Ağustos , 2006 Gönderi tarihi: 26 Ağustos , 2006 Asıl eksiklik, eksik olduğumuzu düşünmekti. Asıl eksiklik, çareyi başkasında aramaktı. Hayatın matematiği farklı; iki yarımı toplayınca bir etmiyor. İnsan tek başına mutsuzsa başka biriyle de mutlu olamıyor. Önce yalnızdık. 9 ay boyunca karanlık bir yerde dışarı çıkmayı bekledik ve dünyaya ağlayarak geldik. Pişman gibiydik. Ya da mecburen gelmiş gibi. Biraz büyüdükten sonra, kendimizi bildiğimiz anda, içimizi kemiren, kalbimizi kurcalayan o tuhaf duyguyu hissettik: Bir yerde bir eksik var. Korktuk. "Bunun sebebi ne ?" diye sorduk kendimize. Cevabı yapıştırdık: Demek ki sahip olmadığımız bir şeyler var. O yüzden eksiklik hissediyoruz. Peki, neye sahip olmamız gerekiyor? Çocukken " yaşımız küçük" diye düşündük. Her istediğimizi yapamıyoruz. Kurallar, yasaklar var. Büyüyünce her şey yoluna girecek. Büyüdükce bir şey değişmedi. Yine huzursuzduk. içimizden bir ses aynı sözcükleri fısıldıyordu: "Bir eksik var." Kafamız karıştı. Nasıl kurtulacağız bu iğrenc duygudan? Nasıl geçecek bu? Aklımıza yeni cevaplar geldi: Okulu bitirince geçecek. İşe girince gececek. Para kazanınca geçecek. Tatile gidince geçecek. Okulu bitirdik. Diploma aldık. İşe girdik. Kartvizit aldık. Çalıştık. Para kazandık. Taşındık. Araba aldık. Çalıştık. Eve yeni eşyalar aldık. Tatile gittik. Dans ettik. Terfi ettik. Kartviziti değiştirdik. Daha cok çalıştık. Daha çok para kazandık. Çalıştık, Çalıştık. Geçmedi. " Bir yerde bir eksik var" hissi, hala orada duruyordu. Bu sefer de "Sevgilimiz olunca geçecek" dedik. "Yalnızlığımız sona erince bu illetten kurtulacağız." Beklemeye başladık. Derken, biri çıktı karşımıza. Aşık olduk. Ve anında başka biri olduk. Daha güçlü, daha güzel, daha akıllı biri. Hesap cüzdanlari, kartvizitler, hatta ilaçlar bile böyle hissetmemizi sağlamamıştı. Sevgilimizin gözlerinde, daha önce bize verilmemiş kadar büyük sevgi ve hayranlık gördük. Sevgilimizin gözlerinde Tanrı' yi gördük. ışığı gördük. "Tünelin ucundaki ışık bu olmalı " diye düşündük kurtulduk." Sonra bir gün, daha dün bize deli gibi aşık olan insan çekip gidiverdi. Ya da artık eskisi gibi sevmediğini söyledi. Ya da başka birine aşık olduğunu söyledi. Ya da daha kötüsü, başka birine aşık oldu ama söylemedi. Telefonu açmamasından, elimizi tutmamasından, sevişmemesine bahane bulmak zorunda kalmamak için biz uyuduktan sonra yatağa gelmesinden anladık, bir terslik olduğunu..... Belki de sevmekten vazgeçen veya terk eden sevgilimiz değildi, bizdik. Fark etmez. Sonuçta aşk bitti. Şimdi her yer bomboş. Şimdi tekrar yalnızız. Başladığımız yere döndük. Yıllarca uğraştık, eksiğin ne olduğunu bulamadık. Halbuki her şeyi denedik, her yere baktık. öyle mi? Bakmadığımız bir yer kaldı. İçimize bakmadık. Eksik parçayı dışarda aradık ama içimizde saklı olabileceğini akıl etmedik. Birilerini sevdik, birileri bizi sevsin diye uğraştık ama kendimizi sevmedik. Şaşıracak birşey yok, tabi ki sevmedik. Kendimizi sevsek bu kadar koşturur muyduk? Canımız yanmasın diye duvarların ardına saklanır mıydık? Kendimizi boş sanıp doldurmaya uğraşır mıydık? Terk edilmekten korkar mıydık? Asıl eksiklik, eksik olduğumuzu düşünmekti. Asıl eksiklik, çareyi başkasında aramaktı. Hayatın matematiği farklı; iki yarımı toplayınca bir olamıyor. Herkes beni sevsin" diye uğraşınca kimse gerçekten sevmiyor, herkes sevgisine şart koyuyor, sınır koyuyor. Oysa "kendime duyduğum sevgi bana yeter " diye düşününce, kendimizi olduğumuz gibi kabullenince yarım tamamlanıyor Her şey bir oluyor. işte o zaman perde aralanıyor. Acı diniyor. İşte o zaman başka 'bir' iyle bir araya gelerek, hesabın kitabın, korkunun kaygının hüküm sürdüğü sahte bir sevgi yerine, gerçek bir sevgi yaratılabiliyor. Can Dündar ESKİDENDİ ÇOK ESKİDEN Hani erken inerdi karanlık, Hani yağmur yağardı inceden, Hani okuldan işten dönerken, Işıklar yanardı evlerde, Eskidendi, çok eskiden... Hani ay herkese gülümserken, Mevsimler kimseyi dinlemezken, Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken, Eskidendi,çok eskiden... Hani hepimiz arkadaşken, Hani oyunlar tükenmişken, Henüz kimse bize ihanet etmemiş, Biz kimseyi aldatmamışken, Eskidendi, çok eskiden... Hani şarkılar bizi bukadar incitmezken, Hani körkütük sarhoşken geçliğimizden, Daha biz kimseye küsmemiş, Daha kimse ölmemişken, Eskidendi, çok eskiden... Şimdi ay usul, yıldızlar eski Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden Gecen geçti, Gecen geçti, Geceyi söndür kalbim Gecelerde gençlik gibi eskidendi, Şimdi uykusuzluk vakti. Murathan MUNGAN Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.