Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

ACILARINIZI KUMA VE İYİLİKLERİNİZİ TAŞA YAZMAYI ÖĞRENİN


Misafir şevval

Önerilen İletiler

ACILARINIZI KUMA VE İYİLİKLERİNİZİ TAŞA YAZMAYI ÖĞRENİN

 

Bir hikaye, iki arkadaşın çölde yürüdüğünü anlatır.

Yolculuğun bir noktasında bir münakaşa olur ve biri diğerine tokat atar. Tokadı yiyenin canı acır ama bir şey söylemeden kuma şöyle yazar : "BUGÜN EN iYi ARKADAŞIM BENi TOKATLADI".

Bir vahaya gelene kadar yürümeye devam ederler ve suya girmeye karar verirler. Tokadı yiyen bataklığa saplanır ve boğulmaya başlar ama arkadaşı kurtarir. Yarı boğulmadan kurtulduktan sonra bir taşa şöyle yazar :

"BUGÜN EN iYi ARKADAŞIM HAYATIMI KURTARDI".

Tokadı atan ve hayat kurtaran sorar : "Canını acıttığımda kuma yazdın neden şimdi taşa?" Diğeri cevaplar : "Birisi canımızı yaktığında kuma yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı silebilsin ama biri bizim için iyi bir şey yaparsa taşa kazımalıyız ki hiç bir rüzgar silemesin.

"ACILARINIZI KUMA VE iYiLiKLERi TAŞA YAZMAYI ÖĞRENiN".

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Küçük istavrit yiyecek bir şey sanıp hızla atıldı çapariye. Önce müthiş

bir acı duydu dudağında. Gümbür gümbür oldu yüreği, sonra hızla çekildi

yukarıya. Aslında hep merak etmişti, denizlerin üstünü. Neye benzerdi

acep

gökyüzü. Bir yanda büyük bir merak, bir yanda ölüm korkusu.

 

"Dudağı yanıklar" denir, şanslıdır onlar. Hani görüp de gökyüzünü,

insanı,

oltadan son anda kurtulanlar.

 

Ne çare balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu. Küçük istavrit

anladı

yolun sonunun geldiğini. Koca denizlere sığmazdı yüreği, oysa şimdi

yüzerken küçücük yeşil leğende cansız uzanıvermiş dostlarına değiyordu

minik yüreği. İnsanlar gelip geçtiler önünden. Bir kedi yalanarak baktı

gözünün içine.

 

Yavaşça karardı dünya, başı da dönüyordu. Son bir kez düşündü derin

maviyi, beyaz mercanı, bir de yeşil yosunu.

 

İşte tam o sırada eğilip aldım onu, yürüdüm deniz kenarına. Bir öpücük

kondurdum başına. İki damla gözyaşından ibaret, sade bir törenle saldım

denizin sularına. Bir an öylece bakakaldı, sonra sevinçle dibe daldı

gitti, tüm kederimi söküp atarak. Teşekkürü de ihmal etmemişti, birkaç

değerli pulunu elime avuçlarıma bırakarak.

 

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme. Sorar gibiydiler, neden yaptın

bunu diye..

 

"BİR GÜN" dedim, "BULURSAM KENDİMİ YEŞİL LEĞENDEKİ KÜÇÜK İSTAVRİT

KADAR

ÇARESİZ, SON ANA KADAR HEP BİR UMUDUM OLSUN DİYE.."

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İKİ SİMGE

 

Yaşlı kızıldereli reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede

birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden

biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli

o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.

 

 

Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt

köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu

düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin

neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla,

sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.

 

- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."

 

- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.

 

- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik

ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe

ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.

 

Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye

düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

 

- "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"

 

Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.

 

- "Hangisi mi evlat?

Ben, hangisini daha iyi beslersem!"

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sanırım burası bu hıkaye ıcın cok daha uygun....

 

________________________________________________

 

 

Sedef Çiçeği

 

Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, Ninenin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını...

Ve Hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim...

"Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun...?"

Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı...

 

"Bu herif yetti gayri, 50 yıldır bezdirdi hayattan..."

 

Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda... Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kim bilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından... Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti. Herkes onu dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu... Ve devam etti...

 

"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim... O bilmez... 50 yıl önceydi... O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm.. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim... Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım... Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla sulayacağım onu diye... İyi gelirmiş dedilerdi... 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi... Ta ki geçen geceye kadar... O gece takatim kesilmiş.. Uyuyakalmışım... Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim... Hayatımı, umudumu her şeyimi verdim... Ondan hiç bir şey göremedim.. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim.... Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."

 

Hakim, yaşlı adama dönerek;

"Diyeceğin bir şey var mı baba" dedi.

Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.

 

"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim... Fadime'mi de orada tanıdım... Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim... O çiçeklerle doludur bahçesi... Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi... İlk evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm... Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi.. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi... Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun... Lafım geçmedi... O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu... Ben ona gece sularsan geçer dedim.. Adak dilettim... Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim... O sevdiğim kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Her gece o çiçek ben oldum... Sanki... Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle...

"Her gece O yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey.. Geçen gece de... Yaşlılık.. Ben de uyanamadım.. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma, kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım.. Sesimi çıkartamadım..."

 

O an Mahkeme salonunda her şey sustu...

Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye yine yalnızca neticeyi haber yaptılar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İŞTE BUDA BENİM HİKAYEM

 

İHANETİN ADI

Ihanetin adi göçmen bir kusa verilmis,

sadakatin adi ise bir serçeye.

Göçmen kus bütün bahar ve yaz boyunca

Küçük koyun üstünde uçmus serçeyle beraber

Küçük sinekleri, kurtlari yemisler

Kis yagmurlariyla saha kalkmis

derelerden su içmisler

Masmavi gökyüzünde dans etmisler

Çiçek açan agaçlara konup,

papatya tarlalarinda gezmisler.

Birbirlerine söz vermis kuslar;

Ayrilmayacagiz diye.

Ama kis gelmis,

Göçmen kus

adina yakisani yapmaya kararliymis,

Serçe ise her zamanki gibi sadik

Ama sevgi de yabana atilmaz bir gerçek

Ayrilik aci,

ihanet kötüymüs serçe için

Yasamaksa önemli imis göçmen için

O baharlarin tatli eglencesiymis sadece

 

Gel demis serçeye

senle beraber baska bir bahara uçalim

Serçe ise burda bekleyelim demis

yeni bahari

Ama kis acimasizdir demis göçmen,

Yasayamayiz burda,

aç kalir üsürüz

Serçe hayir demis

korunuruz kötülüklerinden kisin beraber

Göçmen inanmamis serçeye

hayir demis gidelim.

 

Serçe için gitmek nasil bir ihanetse

yasadigi yere

Kalmak da ayni sekilde ihanetmis sevgiliye

Ve karar vermis sevgiyi seçmis

Uçacakmis yeni bir bahara.

 

Göçmen ve serçe çikmislar yola,

Ama serçe zayifmis,

onun kanatlari uzun uçuslar için degil.

Dayanamayacakmis bu yola

Oysa göçmenin kanatlari güçlüymüs

Çünkü o hep kaçarmis kislardan

Hep gidermis zorluklarindan kisin

yeni baharlara

 

Bir firtina yaklasiyormus.

Göçmen hizli gidiyormus firtinadan,

yakalanmayacakmis.

Ama serçe iyice zayif kalmis,

yavaslamaya baslamis

Göçmene duralim demis artik.

Biraz dinlenelim

Göçmen itiraz etmis,

firtina demis, ölürüz.

Serçe çok firtina görmüs,

kurtuluruz demis.

Ama göçmen yürü demis serçeye

birazdan okyanuslara varacagiz

Serçe sevgisine uymus ve

pesinden son bir gayretle gitmis göçmenin

 

Birazdan varmislar okyanusa

Kurtulusuymus bu büyük deniz göçmen için

çok iyi bilirmis buralari

Ama serçe ilk kez görüyormus ve

sanki gökyüzünden daha büyükmüs

bu yeni mavi

Serçe artik dayanamiyormus,

son bir sevgi sesiyle seslenmis göçmene

Artik gidemiyorum.

Göçmen serçeye bakmis,

Bakmis ve yoluna devam etmis....

 

Okyanus çok büyükmüs, serçe ise çok küçük

Serçenin sevgisi de çok büyükmüs

ama göçmen çok küçük.

Mavi sularinda okyanusun bir minik sadakat

Yeni bir baharin koynunda koca bir ihanet.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

hikaye10057.jpg

 

 

BİN MİSKET

Yaşlandıkça cumartesi sabahlarından daha fazla zevk alıyorum. Belki de bunun sebebi ilk uyanan kişi olmanın getirdiği sessiz yalnızlık ya da işte olmak zorunda olmamanın sağladığı sınırsız mutluluktur.

Her iki durumda da, cumartesi sabahının ilk bir kaç saati en zevk aldığım anlardır.

 

Birkaç hafta önce,bir elimde buharı tüten bir fincan kahve, diğer elimde gazete ile mutfağa doğru gidiyordum. Sıradan bir cumartesi sabahı ile başlayan gün, hayatın zaman zaman bize verdiği derslerden biri haline geldi.

 

Size anlatayım.

Cumartesi sabahları yayınlanan bir sohbet programını dinlemek için radyonun sesini açtım. Altın sesli yaşlı bir adamın konuştuğunu duydum. Tom adında biriyle "Bin Misket" hakkında konuşuyordu.

Söylediklerini merakla dinlemeye başladım. "Tom, işinle çok meşgul gibi görünüyorsun.Eminim iyi maaş alıyorsundur.Ama aileden ve evinden bu kadar uzak olmak çok ayıp. Genç bir adamın iki yakasını bir araya getirmek için haftada altmış veya yetmiş saat çalışmak zorunda kalmasına inanmak gerçekten zor.

 

Kızının dans gösterisini kaçırmış olman gerçekten çok yazık."

Ve devam etti. "Sana bir şey anlatacağım. Bu, bana önceliklerim konusunda daha iyi bir bakış açısına sahip olmamda yardım etti. Senin anlayacağın, bir gün oturdum ve biraz aritmetik yaptım.

 

Ortalama bir kişi yetmiş beş yaşına kadar yaşar.Biliyorum, bazıları daha çok bazıları da daha az yaşar.

Ancak, ortalamada insanlar yetmiş beş yaşına kadar yaşar.Yetmiş beş'i elli iki ile çarptım ve ortalama ömre sahip bir insanın tüm yaşamında sahip olacağı cumartesi sabahı sayısı olarak 3900- rakamına ulaştım. Tom, şimdi beni iyi dinle. En önemli kısmına geliyorum.Bütün bunları ayrıntılı olarak düşünmeye elli beş

yaşında başladım." Ve devam etti. "Bu yaşıma kadar iki yüz seksenin üzerinde cumartesi yaşadım. Sonra, düşünmeye başladım. Eğer, yetmiş beş yaşına kadar yaşarsam, yaşayacağım cumartesi sayısı sadece bin adet olacak.

 

Bir oyuncak dükkânına gittim ve elindeki tüm misketleri aldım. Bin adet misketi bir araya getirmek için

üç tane daha oyuncak dükkanı ziyaret ettim. Bunları eve getirdim ve atölyemdeki radyomun yanında duran

büyük, şeffaf bir kabın içine hepsini doldurdum. O günden sonra, her cumartesi bir tane misket aldım ve attım.Misketlerin azaldığını gördükçe, hayatımdaki önemli şeyleri daha fazla düşünmeye başladım. Hiçbir şey, dünyadaki zamanınızın akıp gittiğini seyretmek kadar önceliklerinizi düzene sokmanıza yardım edemez."

 

Programı kapatmadan ve güzel karımı sabah kahvaltısı için dışarıya çıkarmadan önce son bir şey daha anlatacağım. Bu sabah, kabın içindeki son misketi de aldım. Eğer önümüzdeki cumartesiye kadar yaşarsam,

bana biraz daha zaman verilmiş olacak. Hepinizin kullanabileceği şey;biraz daha fazla zamandır."

 

"Seninle konuşmak çok güzeldi Tom. Umarım sevdiklerinle biraz daha fazla zaman geçirirsin ve umarım bir gün tekrar görüşürüz. İyi sabahlar"

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam sivayuş paşa sorar

-Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?

-Akşam garip bir rüya gördüm.

-Hayırdır inşallah.

-Hayır mı şer mi öğreneceğiz.

-Nasıl yani?

-Hazırlan dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılıgında çıkarlar yola.

Görünen o ki padişah hala gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir.

Seri ve kararlı adımlarla Beyazıt a çıkar döner Vefa ya Zeyrekten aşağılara sallanır.

Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır.

İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar.

Sorarlar ‘kimdir bu? Ahali

Aman hocam hiç bulaşma derler Ayyaşın meyhuşun biri işte!

-Nerden biliyorsunuz?

-Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.

Bir başkası tafsilata girer

Biliyor musunuz? Der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalın hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine. Hele yaşlını biri çok öfkelidir. İsterseniz komşulara sorun der.

Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?

Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser

-Nereye?

-Bilmem bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

-Millet bu çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, öyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlasak gerek.

-İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.

-Olmaz rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

-Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

-Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.

-Aman efendim, nasıl kaldırırız?

-Basbayağı kaldırırız işte.

-Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...

-Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

-Şurada bir mahalle mescidi var ama...

-Olmaz vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

-Ne bilim Ayasofya dan Sülaymaniye den, en azından Fatih camiinden.

-Ayasofya ile Sülaymaniye de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Hadi yüklenelim.

Ve gelirler camiiye. Vezir sağa sola koşturur kefen tabut bulur. padişah bakir kazanları vurur ocağa. usulü erkanınca bir güzel yıkarlar kinaaş ayan beyan güzelleşir sanki. bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır. sulatım der.

yanlış yapıyoruz galiba

-Nasıl yani?

-Heyecana kapıldık sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır belki yetimleri?

-Doğru öyle ya, neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.

Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

Hakkını helal et evladım der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.

Biliyormusun oğlum? diye dertli dertli söylenir.

! Bizim efendi bir alemdi vesselam.

Akşamlara kadar nalın yapar.

Ama birinin elinde şarap şisesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı.

Sonra getirip dökerdi helaya.

-Niye?

-Ümmeti Muhammed içmesin diye.

-Hayret

-Sonra malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım derdi. öyleyse şimdi dinleseniz gerek’ o çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal. Hüccetül islam okurdum.

-Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.

-milletin ne sandığı umrumda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki derdi. tekbir alırken Kabe yi görmeli.

-öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

-İşte bu yüzden nişanca ya, sofular a uzanırdı ya. Hatta bir gün, ,

Bakasın efendi dedim!

sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.

-doğru öyle ya?

-kimseye zahmetim olmasın deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu? dedim. seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

-Peki o ne dedi?

-Önce uzun uzun güldü, sonra Allah büyüktür hatun’ dedi. ‘Hem padişahın işi ne?

Allahü tealanın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed e, halifeyi müslimine dua ederler. samimi niyazları ile zırh olurlar sultana. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.

 

İşte nalıncı baba o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendi dir. Bergama' lıdır.1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi unkapanında, cibali tütün fabrikasının arkasında, Haraçzade camii karşısındadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İNSANLAR KENDİLERİNİ YAPTIKLARIYLA ANLATIR

BIRAKTIKLARIYLA YAŞATIR........focal

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BİR BARDAK SÜTÜN HATIRI

 

Howard, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve okul giderlerini karşılamak için

kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu.

O gün, hiçbir şey satamamıştı ve karnı da çok açtı. Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek birşeyler istemeye karar verdi. Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı. Yiyecek bir şeyler yerine "Affedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca. Genç bayan, çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi ona. Çocuk,sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra "Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?" diye sordu genç bayana. Genç bayan, "Borcunuz yok" diyerek, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti; "Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket

karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklemememizi öğretti bize" dedi. Çocuk "O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size" dedi. Howard Kelly,evin önünden ayrıldığı zaman kendisini yalnızca bedensel olarak değil, ruhsal olarak da güçlü hissediyordu.

Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar çaresiz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar

yapılması için onu büyük kente gönderdiler.

Dr. Howard Kelly, konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da

yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını kurtarmak için elinden geleni yaptı.

Uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu. Dr. Kelly,

denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne birşeyler yazarak zarfın içine koydu ve hasta bayanın odasına gönderdi.

Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline. Açmaya korkuyordu... Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca

bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu. Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı:

"Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir.".

 

 

Steve Goodier

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ANKA KUŞU

 

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...

 

Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

 

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

 

Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

 

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

 

papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);

 

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

 

baykuş yıkıntılarını özlemiş,

 

balıkçıl kuşu bataklığını.

 

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

 

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

 

Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;

 

"SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş.

 

Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan

sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

 

Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde patronunun evine sadece bir buçuk kova su götürebiliyormuş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş.

 

İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş.

 

"Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum."

 

"Neden?..." diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..."

 

Kova cevap vermiş: "Çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için tasıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun."

 

Sucu söyle demiş. "Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum."

 

Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötu hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş.

 

Sucu kovaya sormuş.

 

"Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını fark ettin mi?... Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. iki yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın, o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı."

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kararsızlığımız! Korkularımız! ..

Gabriel Garcia Marquez'den... Yaşlı ve çirkin tüccar; karşılığını

parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel ama taş kalpli bir

fahişeye gitmiş... Sabaha karşı, yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat

bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. Ne var ki tüccar, tilki

uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye

başlamış. Haydutlar hem kalabalık hem de işinin ehliymiş. Kolayca köşeye

sıkıştırmışlar. Ancak ne kadar vururlarsa vursunlar, bu zayıf ve çirkin

bedende hiç yara açılmadığını, can alıcı darbelerin hiç iz birakmadığını

görmüşler. Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler. Ancak en keskin bıçak, en

acımasız kılıç bile tüccara bir şey yapamıyormuş.

Sonunda korkup kaçmışlar. Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi

gücünden etkilenmiş, bir kez daha, ama bu kez 'aşk' adına tüccarla

sevişmek

 

istemiş. Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış...

Gelgelelim, güzel kadının her dokunuşunda tüccarın bedeninde yeni bir yara

beliriyormuş.

Dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış

bunlar... Yaralar, içten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar.

Sonunda tüccar kanlar içinde kadının kollarına yığılmış, ölmüş....

Tam da bu türden hayatlar yaşamıyor muyuz? Aşktan bunca korkmamız da

bu yüzden değil mi? Kimsenin kollarında yığılıp can vermek istemiyoruz.

Çünkü zaten, her yanımız kılıç yaralarıyla dolu. Ama bir şekilde

kapanmış, kabuk bağlamış yaralar onlar....

Nasıl yapmışsak yapmışız, üstesinden gelmişiz... Ama biri, o kabuk

tutmuş yaraları okşamaya başladığında, yaralar tekrar açılıveriyor ve

hepsinden oluk oluk kan akmaya başlıyor.... Birine teslim olduğumuzda,

kendimizi anlatmaya başladığımızda, içimizi döktüğümüzde, bedenimiz ve

ruhumuz kan revan içinde kalıveriyor....

O yüzden değil mi kendimizi tutmamız? Birine teslim olmaktan

korkmamız? 'Anlatsam mı, anlatmasam mı? ' kararsızlığımız...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Otuz yasini asmis kadinlar...

 

Andy Rooney der ki...

" Yasim ilerledikce,

en cok otuz yasini asmis bayanlara

deger vermeye basladim."

 

Iste bunun sebeplerinden birkaci:

Otuz yasini gecmis bir kadin

asla sizi gecenin bir yarisi uyandirip

"ne dusunuyorsun?" diye sormaz.

Umurunda degildir cunku ne dusundugunuz.

 

Eger otuzunu asmis bir kadin

TV deki maci seyretmek istemiyorsa,

soylene soylene TV 'nin karsisinda

yaninizda oturmaz.

Yapmak istedigi bir seyi yapar.

Ve bu genellikle daha enteresan birseydir.

 

Otuz yasini asmis bir kadin

kendini yeterince iyi tanir ve

kendinden emindir...

Kim oldugunu, ne oldugunu,

ne istedigini, ve kimden istedigini bilir.

Otuzunu asmis cok az kadin

onun hakkinda ya da yaptiklari hakkinda

ne dusundugunuzu onemser.

 

Otuz yas ustu kadin

cogunlukla buyuk asklara,

omur boyu surecek bagliliklara doymustur.

Hayatinda en son ihtiyaci oldugu sey

bir baska miz miz, devamli soylenen,

ne yapacagina karisan, yapiskan bir asiktir.

 

Otuzunu asmis kadin,

agirbaslidir.

Bir operanin ortasinda ya da

Pahali bir restoranda sizinle

ciglik cigliga kavga etmesi cok nadirdir.

Ha tabi hakettiyseniz,

sizi vururken de hic tereddut etmez,

sonuclarina katlanmayi da planlayarak...

 

Otuzunu asmis kadin

ovguler yagdirmakta cok bonkordur,

cogu hak edilmemis bile olsa...

cunku takdir edilmemenin ne oldugunu iyi bilir.

 

Otuzunu asmis kadin

sizi bayan arkadaslariyla

rahatlikla tanistiracak kadar kendine guvenir.

Daha genc bir kadin,

en iyi arkadasini bile gormezlikten gelebilir,

yanindaki adama guvenmedigi icin.

 

Otuz yasin ustundeki kadin

sizin onun arkadasina ilgi duymanizi

hic sallamaz,

arkadasinin onun aldatmayacagini bilir.

 

Kadinlar yaslari ilerledikce medyumlasirlar.

Ona gunah cikarmaniza

Hic gerek yoktur,

Onlar her bir haltinizi bilirler.

 

Otuz yasini asmis bir kadin

Kipkirmizi bir ruj surdugunde

bu ona cok yakisir.

Ama daha genc kadinlarda boyle degildir.

 

Otuz ustu kadinlar

aciksozlu, dogrucu ve durustturler.

Ne kadar geri zekali oldugunuzu

bir cirpida acik acik soyleyiverir,

eger bir geri zekali gibi davrandiysaniz.

Onun icin ne anlam tasidiginizi

merak etmenize gerek yoktur.

 

Evet, bircok sebepten

Otuz yasini asmis kadinlari

begeniyor ve takdir ediyoruz.

 

elinde ihanet hançeriyle dolaşarak aşktan ve sevgiden bahsetmek ancak bir yılan kadar doğruluktur...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...
  • 3 ay sonra...

PAPATYA İLE MİNİK KELEBEĞİN HİKAYESİ

 

 

Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış. Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde, kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış. Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da, rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.

 

Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış. Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye. Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını bilememiş. ıçinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş. Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.

 

"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza gelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve "Merhaba" demiş, "bende yalnızlıktan sıkılmıştım zaten.". Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini, nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.

 

Papatyada ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş. Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı güneşin yakıcı ışınlarından korumuş.

 

Minik kelebek papatyayı çok sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış. Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret edipte bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan, incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatyada kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini. Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana, ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.

 

Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya dönmüş ve "Üzgünüm, ama senden ayrılmam gerekecek" demiş. Papatya buna bir anlam vermemiş. "Neden" demiş. "Yoksa benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis, sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."

 

Papatya bu duruma çok üzülmüş. Ama yapacak bir şey yokmuş zaten. Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum" diyebilmiş ancak.

 

Papatya donakalmış. Sadece "Bende..." diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş. ıçinden "Keşke onunda beni sevdiğini bilseydim. Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş. Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş, sonra da dökülmeye başlamış.

 

Her düşen yaprakta papatya, içinden "seviyormuş" diye geçirmiş.

 

ışte o günden beri, bunu bilen aşıklar, sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş; seviyor mu? Sevmiyor mu diye...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

[EVLİLİK VE AŞK

Pırıl pırıl ütülü giysili, misler gibi parfüm kokulu,

saçları taralı, dişleri fırçalanmış adamı / kadını

sevmek kolaydır.

 

Aslında aşk, aynı insanı, sabahın körü uykudan

uyandırdığındaki en sinirli hali ile de kabul

edebilmek, aynı tuvaleti bir dakika arayla

kullanabilmek, diz yapmış pijamalarla kanapede

yastıklara sarılıp sızmışken bile şevkatle

okşayabilmektir.

 

Buna katlanamayanlar zaten aşık değillerdir.

 

Bu durumda evlilik hoşlandığın insana karşı olan

duygularını öldürüyor diyebiliriz.

 

Zira aşıksan, aynı havayı solumak bile zevk verir. hep

beraber olmak istersin. banyodan gelen su sesi bile

onun evde olduğunun işaretidir ve huzur verir.

 

Ütülediğin gömleğin ona ne kadar çok yakışacağını

düşünürsün.

 

Pişirdiğin yemeği ne çok seveceğini hayal edersin.

 

Bin tane ayakkabısı varken binbirinciye sahip olmaktan

mutlu olacak diye, istediğin gömleği satın almaktan

vazgeçersin.

 

Zamanla almaktan çok, birşeyler vermekten mutluluk

duyduğunu keşfedersin.

 

Eğer kadın evlilikte ikinize yemek pişirecek, dolabı

düzenleyip ütüyü yapacak bir anne olacak görülüyorsa,

o kadının saçlarının hiç yağlanmadığı ve adamın

geceleri terlemediği düşünülüyorsa, asla kavga

edilmeyecek ve lavabo tamir edilirken dahi gülüşüp

öpüşülecek zannediliyorsa zaten beklenti bir evlilik

değil, bir amerikan filmini yaşamaktır.

 

Bu hayallerle yola çıkıldığında, damat ilk gece

gelinin saçlarından onbin firkete sökmeye

çalıştığında, gelin ise damat firketeleri çıkaramayıp

"s.... .m böyle kuaförü" diye söylendiğinde zaten

evlilik sandıkları şey çatırdamaya başlayacaktır.

 

Evlilik; sadece aşk değildir.

 

Evlilik; ev arkadaşlığı, kankalık, sırdaşlık, ortak

hesaba sahip mudilik, ayrı kökenlerin birleşmesi, başı

hatırlanmayan bir akrabalık ilişkisidir.

 

Aşk bu ilişkide tutkuyu sağlar ama zaten tek başına

ayakta tutamaz.

 

Aşıksanız ateşli sevişmeler yaşarsınız ama kış

akşamları evde konyak içip geyik yapamayabilirsiniz.

 

Hala canınız sıkıldığında onu değil de annenizi

arıyorsanız, yalan olmuştur o evlilik.

 

Aşk evlilikte gider gelir. halıya kola döktüğünde aşk

biter, ama o, halıyı temizleyebilirse gene aşık

olunur.

 

O aradaki sinir evresini aşabilenler ellinci yıla

kadeh kaldıranlardır.

 

Tahammül edemeyenler ise ikinci evlilikten sonra artık

evliliğin yalan olduğuna inanacaklardır.

 

Zafer, direnenlerin olur.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.