Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 *** Charles Darwin ve Yaşam Ağacı: Bugün için “Dünyamız”, yaşam barındırdığı bilinen tek gezegendir. Ve yaşam çeşitliği bakımından çok zengindir. Hayvanlar ve bitkilerin sayısı ve çeşitliliği şaşırtıcı boyutlardadır. Hiç kimse, kaç farklı tür canlının olduğunu tam olarak bilmiyor. Türlerin çeşitlerinin sayısı 6 ila 100 milyon arasında tahmin edilmektedir. Nereye baksanız, yaşam göze çarpıyor. Tek bir cinsin bile birçok farklı varyasyonunun olması, sık rastlanan bir durum. Örneğin; yaklaşık 200 farklı tür maymun var. Ve 315 sinekkuşu türü. Neredeyse 1000 tür yarasa. Böceklerde ise en az 350.000 farklı tür. Çeyrek milyon kadar çiçek ve bitki türünü de unutmamak gerekir. Bu çeşitlilik hayret verici... Böylesine göz alıcı bir çeşitliliğin sebebi ne olabilir? Ve bu çeşitliğin büyüklüğünü neye yorabiliriz? *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Kutsal kitaplar ve yaradılış inancı. Bütün Kitaplı dinlerin Kitab-ı mukaddesleri, "Tevrat, İncil ve Kuranı Kerim" bu harikulâde çeşitliliğin nasıl meydana geldiğini anlatır. Örneğin İncil'e göre; Dünyanın yaradılışını izleyen. 3.Günde Tanrı bitkileri yarattı. 5.Günde balıkları ve kuşları. Ardından 6.Günde memelileri ve nihayetinde, insanları... Bu inanca göre Tanrı, her türden hayvanı barındıran cennet bahçesinde Adem'i topraktan, ilk kadın olan Havva'yı Ademi uyuttuktan sonra kaburgalarından birini alarak Adem’in bağrından iki meleğin yardımıyla çıkartarak yaratmıştı. Her şey tamam olduğunda Tanrı Adem ve Havva'ya şunları söyler: "Bereketli olun ve çoğalın. Yeryüzünü doldurun ve ona egemen olun. Denizdeki balıklara ve gökyüzündeki kuşlara dünya üzerinde hareket eden her canlıya hükmedin." Bu da, kutsal kitaba göre, insanların, doğal dünyayı diledikleri gibi sömürebilecekleri anlamına gelmektedir. İnsanlığın üstünlüğüne dair bu görüşe neredeyse 2000 yıl boyunca Batı Avrupalıların tamamı tarafından harfiyen inanıldı. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Charles Darwin ve Yaşam Ağacı: İnsanlığın üstünlüğüne dair bu görüş araştırma gemisi bir dünya seyahatine yelken açtığı sıralarda, hâlâ hakimdi. Gemide, kaptanın yoldaşı olarak henüz 22 yaşındaki Charles Darwin'de vardı. Atlantik'i geçtiler ve tropik doğanın zengin olduğu Brezilya kıyılarında karaya çıktılar. Darwin, gençliğinde fanatik bir böcek koleksiyoncusuydu. Bir keresinde, yalnızca bir gün içerisinde küçük bir bölgede, 69 farklı böcek türünü keşfetti. O gün günlüğüne şöyle yazmıştı: "Tam teşekküllü bir kataloğun gelecekte ulaşacağı boyutları tahmin etmek bir entomologun iç huzurunu bozmak için yeterli olacaktır." Güneye gittiler ve Horn burnunu dolanarak Pasifik'e ulaştılar. Sonra, Eylül 1835'te yola çıktıktan neredeyse 4 yıl sonra çok az bilinen Galapagos Adaları'nda karaya çıktılar. Burada dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmayan canlılar buldular. Uçma yetisini kaybetmiş olan karabataklar. Deniz dibinde otlamak için, dalgaların içine doğru yüzen kertenkeleler. Cambridge Üniversitesi'nde botanik ve jeoloji eğitimi görmüş olan Darwin bitki ve hayvan örnekleri topladı. Galapagos'un Britanyalı sakini, dev kaplumbağaların kabuklarının şekline bakarak hangi adaya ait olduklarını söyleyebiliyordu. Eğer kabuğun ön kısmı yuvarlaksa, sulak bir adadan geliyor ve gür yer bitkileriyle besleniyor demekti. Oysa kurak bir adadan gelenlerin kabuklarının önünde, daha yüksek bitkilere erişebilmelerini sağlayan bir çıkıntı vardı. Ayrı adalardan gelen, farklı görünümlü bu kaplumbağalar, ayrı türler miydi? Eğer öyleyse, her biri göksel yaradılışın farklı bir ürünü müydü? Galapagos hayvanlarında Darwin'in ilgisini çeken farklılıklar tabii ki küçük şeylerdi. Ama eğer bu tip gelişimler mümkünse, binlerce, milyonlarca yıl zarfında bu küçük değişimler dizisinin tek bir köklü değişime dönüşmesi acaba söz konusu olamaz mıydı? Türler sabit olmayıp zaman içinde yavaş yavaş değişiyor olabilirler miydi? *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Charles Darwin ve Yaşam Ağacı: Seyahatinden dönünce, numunelerini düzenleyerek onları ilgili uzmanlara yolladı. Böylece her biri, tanımlanabilecek ve sınıflandırılabilecekti. Memelilere ait kemik ve fosillerinin çoğunu Richard Owen'a yolladı. Owen, zamanın en seçkin zoologlarından biriydi. O dinozorları teşhis eden ilk kişiydi. Hatta onlara bu ismi veren kendisiydi. Ve daha sonra Londra'daki Natural History Museum'un kurucusu ve ilk müdürü olacaktı. Darwin'in toplamış olduğu örneklerin pek çoğu Owen'ın kurduğu bu müzede, diğer 17 milyon numuneyle birlikte hâlen korunmakta ve sergilenmektedir. Bu numunelerden biri Darwin onu bulduğunda üzerinde hâlâ kıllar ve deri parçaları var olan, önceleri bunun bilinmeyen bir türün kalıntıları olduğu düşünülen fakat şimdi biliyoruz ki: yaklaşık 10.000 yıl önce soyu tükenmiş olan bir tür, dev bir tembel hayvan. Owen, bunu etraflıca inceleyerek, tanımladı ve ona, keşfeden kişi onuruna, “Mylodon Darwinia" adını verdi. Seyahatinden döndükten kısa bir süre sonra Darwin seyahatlerinin bir özetini yazdı. Ve Güney Amerika'nın kabukluları, mercanları, jeolojisi ve fosilleri üzerine ayrıntılı tezler yazdı. Ayrıca, Galapagos ve diğer yerlerde gördükleri üzerine de kafa yordu. Gizemlerin gizemi olan bir türün, bir diğerine nasıl dönüştüğü sorusu da buna dahildi. Belki de türler sabit değildi. Hayvanların tamamına yakın çoğunluğunun neden ölenlerin yerine geçmesi için gerekli olan sayıdan çok daha fazla yavru ürettiğini fark etti. Örneğin; dişi mavi baştankara yılda bir düzine ve ömrü boyunca da 50 yumurta üretebilir. Yavruların sadece 2'sinin hayatta kalarak üremesi mavi baştankara popülasyonunu (Varlığını) sürdürmek için yeterlidir. Sağ kalan bu yavrular en sağlıklı ve çevrelerine en iyi uyum göstermiş olanlarıdır. Bu karakteristikler bir sonraki nesle aktarılır. Böylece, belki de birçok nesil sonra, eğer çevresel değişiklikler de varsa türler de pekâlâ değişebilir. Yalnızca en dayanıklılar yaşamını sürdürebilir. İşte püf noktası buydu. Darwin, işte bu sürece "doğal seçilim" adını verdi. Galapagos'dan getirdiği ispinozlar arasındaki farklılıkları da açıklıyordu. Gagaları haricinde birbirlerine çok benziyorlardı. Bazıları, ona böcek yakalama olanağını veren ince ve narin bir gagaya sahip iken, içinde bolca kabuklu yemiş bulunan bir bölgeden gelen ispinozlar ise fındık kırmaya elverişli olan güçlü bir gagaya sahiptiler. Yani belki de muazzam uzunluktaki jeolojik zaman sürecinde ve özellikle de türler yeni ortamlar fethediyorlarsa bu değişimler, gerçekten de radikal değişikliklere sebep olacaklardır. Darwin, defterlerinden birine fikrini izah eden “Tek bir atanın nasıl olup da pek çok türün oluşmasına yol açabildiğini gösteren” bir eskiz çizdi. Üzerine de, ihtiyatlıca "sanıyorum" yazdı. Şimdi, teorisini kanıtlamalıydı. Ve yıllarını, inandırıcı ve yeterli kanıtlar toplamakla geçirdi. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Charles Darwin ve Yaşam Ağacı: Farkına vardığı başka bir şey ise: İnsanların hayvanları ilk defa evcilleştirmeye başladıklarında teorisi ile ilgili deneyler yapmış olduklarıydı. Hem de yüzyıllarca. Tüm evcil köpekler, tek bir atadan gelmektedir: Kurttan. Köpek yetiştiricileri, en beğendikleri karakteristiklere sahip olan yavruları seçerler. Doğa ise, belirli bir ortama uyum sağlayabilen en uygun yavruları seçer. Fakat yöntem, özünde aynıdır. Her iki durumda da, şaşırtıcı bir çeşitlilik ortaya çıkmıştır. Aslında, bu farklı cinslerin çoğu, ayrı türler olarak düşünülebilirler. Çünkü bazı cinsler, kendi aralarında üreyemezler. Anatomik sebeplerden, bir pekinezin bir danua ile çiftleşmesi imkânsızdır. Tabii ki eğer suni döllenme yoluna başvurursanız bu cinslerin hemen hepsinden melezler oluşturabilirsiniz. Fakat bunun sebebi insanların köpekler arasında seçilimi yalnızca yüzyıllardır uygulamasıdır. Doğa ise, canlılar arasındaki seçilimi milyonlarca, On milyonlarca, hatta yüz milyonlarca yıldır uygulamaktadır. Yani bizim, melezleştirme olarak nitelendirdiğimiz süreç, cinsleri öyle farklılaştırmıştır ki, ürünleri artık özgün türler hâline gelmiştir. Fakat Darwin, “Türlerin ilahi müdahale olmadan ortaya çıkabileceği” fikrinin toplumun tepkisini çekeceğini biliyordu. Ve bu, dindar bir Hıristiyan olan eşi Emma'nın inançlarına da ters düşüyordu. Belki de bu sebepten, işinin odağının bilimsel kalmasına gayret ediyordu. Halk arasında dini inançlarını açıklamamaya özen gösterdi. Ama hayatının geri kalanında, kiliseye gitmekten vazgeçti. Belki de, teorisinin bazı çevrelerde öfke yaratmasından çekindiğinden. Yayımlanmasını, yıldan yıla erteler olmuştu. Fakat teorinin uzun bir özetini yazdı. Takip eden yıl boyunca, Türler teorisi için kanıt biriktirip onu geliştirmeye devam etti. Temmuz 1858'de Galapagos'dan dönmesinden tam 22 yıl sonra Şimdi Endonezya olarak bilinen yerde çalışan bir doğa bilimci tarafından yollanan bir paket eline geçti. Bu adamın adı, Alfred Russel Wallace idi. İçinde, Darwin'in fikrinin tamamen aynını anlatan bir özet barındırıyordu: "Doğal seçilim yoluyla evrim"in. Darwin, takip eden yılı, teorisini detaylı bir biçimde yazmakla geçirdi. Sonra, metnin el yazmasını, yayımcısı John Murray'e yolladı. Darwin, eserini sadece bir özet olarak görmekteydi. Ama buna rağmen, eser 400 sayfadan oluşuyordu. Yayım tarihi Kasım 4 Kasım 1859'du. 1250 kopyadan oluşan ilk baskı anında satıldı. Ve tekrar basıma girdi. Tekrar ve tekrar basıldı. Çok az teknik terim içeren kitap herkes tarafından kolayca anlaşılabilecek düzeyde idi. Ve tahmin edilebileceği gibi büyük bir tepkiye neden oldu. Sadece Britanya'da değil, tüm medeni dünyada. En skandal yaratıcı yanı ise insanların, yaradılış kitabının belirttiği gibi, Tanrı tarafından yaratılmayıp maymun benzeri atalardan türediği iması idi Oxford Piskoposu ‘Samuel Wilberforce’ önderliğindeki kilise liderleri bu fikre, Tanrı’nın değerini azalttığı ve kutsal kitaptaki yaradılış öyküsüne ters düştüğü gerekçesiyle saldırdılar. "Bay Darwin'in doğanın eserlerinin üstün yollarından şaşarak hayal ürünü varsayımlar çıkmazına saplanması, ufak bir şer değildir." "Bu ancak, mefitik gaz solumuş birinin çılgınca bir telkini olabilir." *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Charles Darwin ve Yaşam Ağacı: Darwin'in teorisi, yaşamın çok basit şekilde başlayıp zaman içerisinde iyice karmaşıklaştığını ifade ediyordu. Evrim fikrinin, bir bütün olarak birçok yeni soru ürettiğini çok iyi biliyordu. Gerçekten de, bu soruların bazıları yakın tarihe dek cevapsız kalacaktı. Darwin'in çağdaşı olan pek çok saygın bilim adamı. Teoriye karşı görünüşte başa çıkılamaz türden zorluklar çıkarttılar. Bunların en başında ise Richard Owen geliyordu. Soyu tükenmiş olan "dev tembel hayvanı, daha 20 yıl öncesinde Darwin onuruna, isimlendiren adam. Aradan geçen zamanda bu iki adam birbirlerine karşı derin bir antipati geliştirmişler ve sıkça münakaşa etmişlerdi. Sebep, Owen'ın "Cennet bahçesi" hikâyesinin harfiyen doğru olduğuna inanıyor olması değildi. Owen, hayatın çeşitliliğinden haberdardı. Hakikaten, kariyerinin tamamını bunu kataloglamakla geçirmişti. Yine de Owen, koyu dindar bir adamdı. Türlerin zamanla değişiyor olabileceğini kabullenmiyordu. O ve Viktoryen dönemin diğer öncü jeologları nispeten yeni olan bu bilim dalını kurarken yaşam tarihinin ana hatlarının çevreyi inceleyerek çıkar sanabileceğinin farkındaydılar. Kuzey İskoçya’daki kayalıkların fosillerle ilintilerinden dolayı bunların çok eski olduğunu biliniyordu. Bunların tamamı kumtaşıydı, deniz dibinde yatan kumun sıkışıp, yoğunlaşmasıyla oluşmuşlardı. [Katman üzerine katman üzerine katman, katmandan katmana inecek olursak eğer bir anlamda, zamanda geri gitmiş oluruz. Öyleyse, belirli bir katmanda bulunan bir fosil türü de belirli bir yaşta demektir. Ve eğer her birini teşhis edebilecek olursanız yaşam tarihinin ana hatlarının parçalarını bir araya getirmeye başlayabilirsiniz.] Fosilleri tanımlamak ve ait oldukları zaman dilimini tayin edebilmek büyük beceri gerektiren bir işti. Bir Yüzyıl sonrasında bile, bu hâlâ böyleydi. Owen, tüm bu farklı türlerin ortaya çıkmış olduğunu inkâr etmiyordu. Ama her birinin ayrı ve Tanrı tarafından yaratılmış olduğuna inanıyordu. Darwin'in teorisinin ise, bağlantılara ihtiyacı vardı. Yalnızca benzer türler arasında değil büyük hayvan gruplarının arasında da. Eğer, balıklar, sürüngenler, kuşlar ve memeliler birbirinden evrildiyse bu büyük gruplar arasında mutlaka ara yaşam formlarının bulunması gerekir. İşte bunlar, kayıptı. Ardından ‘Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasından henüz iki yıl sonra Richard Owen'ın kendisi müzesi için, en hayret verici fosili satın aldı. Fosil, Bavyera'daki bu kireç ocağında bulunmuştu. Bu taşlar, Düz ve pürüzsüz tabakalara ayrılabilmektedir. Adeta bir kitap gibi açarak, sayfaların yeni bir fosil barındırıp barındırmadığına bakabilirsiniz. Çoğu boştur ama onları ayırırsanız arada sırada ortaya bir kerevit veya bir balık çıkar. Ancak bugün Natural History Museum'daki hazinelerin en değerlilerinden olan bu fosil, eşi benzeri görülmemiş cinstendi... Adı, Archaeopteryx: Kanatlarının üzerinde ve kuyruğunda (kuş) tüyleri olduğu için, Owen onu bir kuş olarak nitelendirmekte hiç tereddüt etmedi. Fakat bu, bilinen hiçbir kuş türüne benzemiyordu. Çünkü kanatlarının önünde pençeleri vardı. Ve daha sonar keşfedildiği üzere bir gagaya değil, üzerinde dişler bulunan bir çeneye sahipti. Ayrıca, kuyruğunu destekleyen bir dizi kemiğe. Yani, yarı sürüngen yarı kuştu. İşte bu, iki büyük hayvan grubu arasındaki bağlantıydı. Artık kayıp değildi. Archaeopteryx'in kemik yapısından dolayı çok başarısız bir uçucuydu. Süreç içerisinde yeri daha modern, daha etkili kuşlarca dolduruldu. İşte büyük gruplar arasındaki geçiş formlarının kaderi de bu. Sonunda soyları tükenmekte. Ve var olmuş olduklarını bilmemizi sağlayan tek şey de fosilleşmiş kalıntıları. Öyle bile olsa günümüzde hâlâ yaşayan ve kuşlar ile sürüngenler arasındaki geçişi temsil eden bir kuş var. Hoatzin, Güney Amerika bataklıklarında yuva yapar. Aşağıdaki sulardaki kaymanlar yuvadan düşebilecek yavruları kapmaya hazırdır. Dolayısıyla sıkı tutunabilme yetisi çok önemlidir. Ve yavrular bunu çok ilginç bir şekilde yaparlar. Yavruların kanatlarının önünde pençeler vardır. Aynı archaeopteryx'deki gibi. Bu, kuşların kanatlarının, ön ayaklardan evrilmiş olduğunun ve bir zamanlar pençelere sahip olduklarının en canlı kanıtıdır. Günümüzde hâlâ yaşayan ve iki grup arasındaki geçişi temsil eden bir tür daha var. Farklı bir evrim geçirmiş olan sürüngenlerden gelip kuştüyü yerine kürk taşıyan bir canlı. Platipus: (Gagalı memeli) Bu hayvanlar Avustralya'dan Avrupa'ya ilk getirildiklerinde 18.YY'ın sonlarında insanlar gözlerine inanmak istemediler. Bunun bir şaka olduğunu düşündüler. Çeşitli hayvanların parçaları, sanki kabaca birleştirilmiş gibi duruyordu. Aslında, bir anlamda, bu şüpheciler haklıydı. Platipus, farklı hayvanların olağanüstü bir karışımıdır. Yarı memeli ve yarı sürüngendir. Bu yüzden bize, ilk memelilerin nasıl geliştiğine dair bir fikir verebilir. Üremek için tüm diğer memelilerinkinden farklı bir metodu vardır. Bir çukurun içindeki yuvasında yumurtlar. İşte bu, platipus'u sürüngenlere bağlayan şey. Ve yine bu şey onun yaşayan en ilkel memeli olarak nitelendirilmesinin sebebi. Demek ki, büyük hayvan gruplarının arasındaki bağlantılar aslında kayıp değil. Fosiller ve canlı hayvanlar olarak mevcutlar. Fosil kayıtları, kayıp bağlantılar sorununa cevap getirmesine rağmen büyük ve yeni bir sorunu ortaya attı: Yaşam birdenbire mi ortaya çıkmıştı? Darwin'in zamanındaki en eski fosiller "Kambriyen" adı verilen bir oluşumdan geliyordu. İki ana çeşidi vardı. Kıl testerelerine benzeyen ve "Graptolit" adı verilen canlılar. Ve dev tespih böceklerini andıran, "Trilobit" adı verilen canlılar. Dünyada yaşam, gerçekten de bu denli karmaşık canlılar ile başlamış olabilir miydi? *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Charles Darwin ve Yaşam Ağacı: Sonra 1957 yılında Kambriyenlerden bile eski kayalarda gerçekten de olağanüstü bir şey bulundu. Bunun, bir canlının kalıntıları olduğu inkâr edilemezdi. Leicester Müzesi'nde koruma altına alındı. Adı, Charnia Merkezi bir gövdeye ve her iki yanında dallara sahip. Aslında, günümüzde mercan kayalıklarında yetişen deniz kalemlerine benzeyen bir şey. Bu keşiften bu yana dünyanın pek çok farklı yerinde bulunan son derece yaşlı kayalarda, birçok organizma çeşidi bulundu. Avustralya'daki Ediacara Tepelerinde kayaları tarayan fosil avcıları da başka tuhaf şekiller keşfettiler. Başta, çoğu bilim adamı bu silik izlerin, denizanalarına ait kalıntılar olduğuna inanmak istemediler. Ama artık, bunun gerçekten öyle olduğunu kanıtlayan yeterli sayıda bulguya sahibiz. Artık biliyoruz ki; yaşam birdenbire, bu karmaşık Kambriyen canlılarıyla değil çok çok daha önce başladı. İlk önce, daha sonra büyüyecek olan mikroskobik canlılarla. Bunlar o denli narin ve yumuşaktılar ki kayalar üzerinde çok nadiren iz bıraktılar. Dünya'nın yaşı ise Darwin'in teorisi için başka bir sorunu daha ortaya attı. 17.YY'da İrlandalı bir piskopos kutsal kitapta belirtilen ve Adem'e dek uzanan soyağacını kullanarak yaradılış haftasının tarihinin M.Ö. 4004 yılı olduğunu hesaplamıştı. Bugün bu bize, safça bir yöntem olarak görünebilir, ama o zamanlar bunun başka bir yolu var mıydı ki? Viktoryen dönem jeologları Dünya'nın yaşının milyonlarla ölçülebileceği kanaatindeydiler. Ama kaç milyon yıl olduğunu hiç kimse söyleyemiyordu. Sonra, Darwin’in teorisinin açıklanmasının üzerinden 50 yıl bile geçmeden tamamen alakasızmış gibi görünen bir bilim dalında, büyük bir buluş yapıldı. Bu buluş, nihayet bu soruna bir çözüm getirecekti. Paris'te çalışan Polonyalı bir kadın, Marie Curie bazı kayaların uranyum adında bir element içerdiğini keşfetti. Bu, radyasyon adı verilen bir süreçte sabit hızda ayrışan bir element idi. Günümüzde, bu önemli keşiften bir YY sonar radyoaktivitedeki değişimi ölçmek suretiyle yaş hesaplama yöntemleri çok gelişmiştir. Bugün Yaşlı kayalardan alınan örnekler üzerinde yapılan çalışmalar onların milyon yıllar yaşında olduğunu ortaya koyuyor. Bu da, doğal seçilime bugün bilinen bitki ve hayvan türlerini üretebilmesi için gerekli olan süreden fazlasını bile sağlamaktadır. Ancak, başka bir itiraz daha vardı: Eğer aynı grup içindeki hayvanların tümünün ortak bir atası varsa, nasıl oluyor da bazı hayvan türlerine Antarktika haricindeki tüm kıtalarda rastlanabiliyordu? Örneğin; Nasıl olup da Afrika ve Avrupa'daki bazı kurbağa türlerine, -kurbağaların geçirgen deriye sahip olup tuzlu deniz suyunda hayatta kalamaları mümkün olmadığı halde- Güney Amerika'da, yani Atlantik'in öbür tarafında da rastlanabiliyordu? *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Charles Darwin ve Yaşam Ağacı: Darwin'in bu soruna bir çift çözüm önerisi vardı. Ama kendisi bile bu iki savın doğruluğundan emin değildi. 1-) Bunlar bitki salları üzerinde kazara taşınmış olabilirlerdi. 2-) Belki de kıtalar arasında kara köprüleri var olmuştu. 1912'de Alman bir jeologun, ortaya attığı sav şuydu: “Bir zamanlar, çok uzak bir geçmişte yeryüzünün bugün bilinen tüm kıtaları bir öbek hâlinde tek bir süper kıtayı oluşturmaktaydı. Bu süper kıta zaman içinde kırıldı. Ve ayrılan parçalar, ayrı yönlere sürüklendiler.” Bu açıklama, soruna bir çözüm getirebilirdi. Sonra, 1960'larda deniz tabanının, ayrıntılı haritalarını çıkarmak mümkün hâle geldi. Yalnızca, Alman jeologun söylediği gibi kıtaların yer değiştirmiş olmadığını, hatta hâlâ hareket hâlinde oldukları keşfedildi. Yeni kayalar, yer kabuğunun altından fışkırarak okyanus ortası sırtlarının her yönüne doğru akmakta ve kıtaları beraberinde sürüklemektedir. Amfibyumlar, bu süper kıta üzerinde evrilerek onun hareket hâlinde olan parçaları üzerinde yayılmışlardı. Sorun çözüldü. Belki de, bu insanların ortaya atmış olduğu soruların en büyüğü “Tanrı’nın varlığı” yönündeki argümanlardan biriydi. 19.YY'ın başında Willam Paley adında bir Anglikan rahibi tarafından ortaya atılmıştı. Demişti ki: "Farz edelim, kırda yürüyüş yapıyorsunuz ve bir saat buluyorsunuz. Baktığınız zaman bilirsiniz ki bu, zamanı göstermek için tasarlanmış. Öyleyse bir tasarımcı olmalı. Aynı argüman, doğadaki karmaşık yapılar için de geçerli olacaktır. Örneğin; İnsan gözü için. İnsan gözünün tasarımcısı yalnızca Tanrı olabilir." Evrim karşıtlarının savundukları görüş: "Bir göz, yalnızca tüm ayrıntılarıyla eksiksiz olursa çalışacaktır." Darwin ise; “Gözün gelişiminin çok uzun bir zaman sürecinde gerçekleştiği fikrini savunuyordu. Bu yalnızca her gelişim evresi, bir öncekine binaen gerçekleşirse mümkündü.” Günümüzde artık, hayvanlar alemi hakkında yeterli bilgiye sahip olduğumuz için, bu varsayımın gerçekten de doğru olduğunu biliyoruz. Bazı çok basit canlılar ışığa duyarlı noktacıklardan fazlasına sahip değildir. Bu, onların ışığı karanlıktan ayırt edebilmesini sağlar. Ama eğer bu noktacıklardan oluşan bir alan sığ da olsa bir çukur meydana getirebilirse çukurun kenarı bir gölge yaratacak ve ışığın geliş yönünü belli edecektir. Eğer bu çukur, derinleşip içbükeyleşmeye başlarsa ışık, donuk da olsa bir görüntü oluşturacaktır. Hücreler tarafından salgılanan mukoza, ışığı kırarak odaklayacaktır. Eğer bu mukoza sertleşirse, düzgün bir mercek meydana getirerek daha net ve büyük bir görüntü iletecektir. Tüm bu farklı, işlevsel evreler ve farklı karmaşıklık kademelerine günümüzde, pek çok farklı hayvanlarda rastlanmaktadır. Tek hücreli bir canlı, bahsettiğimiz ışığa duyarlı noktacıklara sahiptir. Yassı solucanlar ise ışık noktacıkları içeren bir çukura sahiptir. Böylece, çevresinde bulunanların gölgelerini algılayabiliyorlar. Salyangozların bulanık görüşü, yiyecek bulabilmeleri için yeterli. Ahtapotlar ise, düzgün bir merceği olan gözlere sahipler. Ve biz insanlar kadar ayrıntılı görebiliyorlar. Öyleyse insan gözünün yapısının doğaüstü bir tasarımcının yardımına ihtiyacı yok. Her biri ayrı faydalar getiren evrelerden geçerek kademeli olarak evrilebilir. Tıpkı, Darwin'in teorisinin gerektirdiği gibi. Doğal seçilim hayvan karakteristiklerinin bir nesilden diğerine aktarılmasını gerektirir. Çocukların ana-babalarını andırdığı su götürmez. Bunu herkes bilir. Ancak, düşünecek olursanız bu nasıl meydana gelir? *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Charles Darwin ve Yaşam Ağacı: Darwin'in zamanında bu sürecin işleyişi ve kurallarına dair, hiç kimsenin en ufak bir bilgisi yoktu. Bir kişi haricinde. Bu adamın adı, Gregor Mendel'di. Tam Darwin'in, kitabını yazmakta olduğu sırada. Mendel, binlerce bezelye bitkisi yetiştirerek, onların nesilden nesile değişimini gözlemlemek suretiyle kalıtım kurallarını keşfetti. Bazı karakteristiklerin, nesilden nesile doğrudan aktarılmalarına karşın bazılarının bir nesil atlayabildiklerini keşfetti. Bu nasıl oluyordu? Mendel bunu şöyle açıkladı: “ Her bitki, her organizma belirli karakteristikleri oluşturmakla sorumlu olan faktörler içeriyordu. Günümüzde bunlara "gen" adını veriyoruz. Fakat bunların nasıl işlediğine dair hiç kimsenin bir fikri yoktu. Mendel'den 100 yıl sonrasına kadar. Sonra, cevap Cambridge'de bulundu. 1953'de Cavendish laboratuvarlarında Francis Crick ve James Watson adındaki iki genç araştırmacı, tüm hayvanların genlerinde bulunan karmaşık bir molekülün yapısını araştırıyor ve inceliyorlardı. “D.N.A.” Can alıcı nokta ise çubuğu çevrelemekte olan zincirler, "ikili sarmal". DNA molekülünün işleyiş prensibi günümüzde o kadar ayrıntılı anlaşılmıştır ki gerçekten hayret verici bazı deneyler yapılabilir. Bir hayvandan alınan bir gen bir diğerinde işlev görebilir. Bir denizanasının ışık yaymasını sağlayan bir gen, bir fareye nakledilirse o farenin ışık yaymasını sağlar. Genetik şifre, aynı zamanda akrabalıkları da açığa çıkarabilir. Adli makamların bile, artık Kabul ettiği bir şey; DNA kodlarının bir adamın, belirli bir çocuğun babası olup olmadığını açıklığa kavuşturabildiğidir. Aynı zamanda bir hayvan türünün, bir diğeriyle olan ilintisini de ortaya çıkarabilir. DNA kodlarının kanıtladığı şeylerden biride; yerde yaşayıp uzun sıçramalarla hareket eden hayvanlar olan kanguruların ağaçlarda yaşamaya başlamış olan koalaların yakın akrabası olduğudur. Böcek yiyen, sivri faregillerin kuzenlerinin böcek arayışında uçucu yaşama geçmiş olan yarasalar olduğudur. Fil familyasının bir kolu, jeolojik geçmişte sudaki yaşamı tercih ederek, deniz ineklerine dönüşmüşlerdir. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Charles Darwin ve Yaşam Ağacı: Darwin'in devrim yaratan kitabının yayımlanmasından 150 yıl sonra doğruluğu modern genetik tarafından teyit edilmiştir. Tüm yaşam formları, birbiriyle ilintilidir. Ve bu bize, emin olarak, yaşam tarihini temsil eden karmaşık ağacı görselleştirebilme imkânını sağlamaktadır. Her şey suda başladı. 3 milyar yıl kadar önce karmaşık kimyasal moleküller kümelenerek mikroskobik damlalar oluşturmaya başladılar: Hücreleri... İşte bu hücreler, yaşam ağacını filizlendiren tohumlardı. Bunlar, tıpkı bakteriler gibi, bölünerek, çoğalabiliyorlardı. Zaman içinde, çeşitli gruplar oluşturarak, farklılaştılar. Bazıları, birbirlerine bitişik kalarak zincirler oluşturdular. Günümüzde bunlara "algler" denilmektedir. Diğerleri, içi boş kâseler oluşturdular. Yani kendi üzerlerine kapanarak, dahili bir boşluk oluşturdular. Bunlar, ilk çok hücreli organizmalardı. Süngerler, doğrudan bunların soyundan gelir. Varyasyonlar çoğaldıkça yaşam ağacı büyüyerek, daha da çeşitlileşti. Bazı organizmalar, hareketlileşerek bir mideye açılan bir ağız geliştirdiler. Diğerlerinin, bir iç-çubuk tarafından sertleştirilmiş olan vücutları vardı. Bunlar, anlaşılabileceği gibi, ön uçlarında duyu organları geliştirdiler. İlintili diğer bir grup ise, deniz tabanında hareket edebilmelerini sağlayan ve her iki ucunda ufak uzantıları olan küçük bölütlere ayrılmış vücutlara sahipti. Bu bölütlü canlıların bazıları, katı ve koruyucu deriler oluşturarak nispeten sert vücutlar geliştirdiler. Böylece denizler, büyük bir hayvan çeşitliliğince doldurulmuş oldu. Sonra, yaklaşık 450 milyon yıl önce bu zırhlı yaratıkların bazıları sudan dışarı sürünerek karaya çıkmayı göze aldılar. Ve karada da yaşam ağacı, birçok türe ayrıldı. Ve bu türler yeni çevrelerinden, akla gelen her şekilde faydalanmaya başladılar. İçlerinden bir grup, sırtlarında, pek çok nesil sonra kanatlar hâline gelecek olan, uzunca çıkıntılar geliştirdi. Böcekler ortaya çıkmıştı. Yaşam, havaya taşınarak sayısız yeni çeşit meydana getirdi. Bu arada, denizlerde vücutlarında iç-çubuk bulunan hayvanlar, bunu kemiklerle destekleyerek güçlendirdiler. Bir kafatası ve avlarını yakalamalarını sağlayan bir çene kemiği gelişti. Büyüyerek kaslarla donatılmış yüzgeçler geliştirdiler. Böylece kuvvetli ve hızlı bir biçimde yüzebiliyorlardı. Artık balıklar sulara egemen olmuştu. Bir grup, su yüzeyinden soluk alabilme yeteneği geliştirdi. Etli yüzgeçleri ise, ağırlıklarını destekleyen bacaklar hâline geldi. Ve 375 milyon yıl önce bu omurgalı hayvanlardan bazıları, böceklerin yaptığı gibi karaya çıktı. Bunlar, ıslak derili amfibyumlardı. Ve yumurtlamak için, suya dönmeleri gerekiyordu. Ama bunların soyundan gelen bazıları kuru ve pullu deriler geliştirdi ve su geçirmez yumurtalar yaparak, suyla ilişkilerini kestiler. Bu yaratıklar, yani sürüngenler yılan, kertenkele, timsah ve kaplumbağaların atalarıydılar. Ve tabii ki bir zamanlar dünyaya hükmetmiş olan bir canlı türü de buna dahildi. Dinozorlar... Ancak, 65 milyon yıl kadar önce, büyük bir felaket meydana geldi. Sebebi her neyse, hayvanların çok büyük bir bölümü yok oldu. Tüm dinozorların soyu tükendi. Pulları, tüylere dönüşmüş olan tek bir tür dışında... ”Kuşlar”... Kuşlar gökleri ele geçirirken felaketten kurtulanlardan, küçük ve görünüşte önemsiz bir grup alttaki topraklarda çoğalmaya başladı. Bu yaratıkların vücutları, rakiplerininkinden farklı olarak sıcaktı ve bir kürk tarafından korunmaktaydı. “Bunlar ilk memelilerdi” Büyük felaketten sonra, karaların büyük bölümünün sahipsiz kalması onlar için iyi bir fırsattı. Sıcakkanlı vücutları onların sürekli aktif kalabilmesini sağlıyordu. Geceleri ve gündüzleri. Kutuplardan tropik kuşağa kadar her yerde. Hem suda, hem de karada. Hem sulak, yeşil ovalarda, hem de ağaç tepelerinde. *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2011 Charles Darwin ve Yaşam Ağacı: Bugün biz insanlar ve maymunlar üzerinde yapılan “DNA” Çalışmaları aynı ortak atadan geldiğimizi ortaya çıkarmıştır. Gerçekten de biz insanlar şempanzelerle ve diğer maymunlarla, en az aslanların, kaplanlarla ve diğer kedigillerle olduğu kadar yakın akrabayız. “DNA” araştırmaları göstermiştir ki, aynı uzak atadan geldiğimiz diğer maymun türlerine göre şempanzelerle olan ilintimiz konusunda hiç bir şüphe yoktur. Vücutlarımız çok benzer. Uzuvlarımız veya yüzümüz orantısal farklılıklar gösterebilir. Ancak bunun dışında, çok çok benzeriz. İç organlarımızın dizilişi kanlarımızın kimyası, vücutlarımızın işleyişi. Tüm bunlar, neredeyse tıpatıp aynıdır. DNA'da bunu onaylamaktadır. Birden, milyonlarca yıl önce uzak geçmişimizden bir imge, su yüzüne çıktığında, değişen çevre koşullarına uyum sağlamak zorunda olan atalarımız yemek bulabilmek için mücadele etmek ve başlarını suyun üzerinde tutmak durumundaydılar. İşte o önemli anda uzak atalarımız, aynı primat atadan geldiğimiz yakın akrabalarımız olan maymunlardan farklılaşarak insanlığa doğru ilk adımları attılar. *** Londra’da bulunan “The Natural History Museum” türünün dünyadaki en önemli örneklerinden biridir. Yaşam çeşitliği bakımından çok zengin olan dünyamız üzerindeki bu farklı türlerin ortaya çıkmış olduğunu inkâr etmediği halde, türlerin zamanla değişiyor olabileceğini, “Türlerin ilahi müdahale olmadan ortaya çıkabileceği” fikrini kabullenemeyen, her birinin ayrı ve Tanrı tarafından yaratılmış olduğuna inananan Richard Owen onu var etmiştir. Ancak, bir yüzyıl sonra bilimin birçok dalında yapılan keşifler, “Türlerin asla değişmeyip, daima sabit kalacağı yönündeki inancının” yanlış olduğunu göstermiştir. Charles Darwin'in bilgece kavrayışının doğruluğu kanıtlanmıştır. Darwin'in anlayışı dünyaya bakış açımızı kökünden değiştirmiştir. Şimdi, neden bu denli fazla farklı türün olduğunu anlıyor, kavrayabiliyor ve yanıtlarını verebiliyoruz. Farklı canlı türlerinin dünyaya niçin bu şekilde dağıldıklarını da. Ve onların ve bizim vücutlarımızın şeklinin neden böyle olduğunu da. Bakterilerin evrildiğini anlayabildiğimiz için yol açtıkları hastalıklarla mücadele edecek yöntemler geliştirebiliyoruz. Ve doğal ortamda, bitkiler ve hayvanlar arasındaki karmaşık ilişkiyi çözebildiğimiz için bu ortama müdahale ettiğimizde ortaya çıkabilecek sonuçları da önceden bilebiliyoruz. Darwin'in cesareti bize göstermiştir ki: “Bizler doğal dünyadan ayrı bir konumda değiliz.” “Bizler de doğanın kuralları ve yöntemlerine boyun eğiyoruz.” “Ve doğa üzerinde egemenliğimiz yok.” “Tıpkı, gerçekten de akraba olduğumuz tüm diğer canlılar gibi.” *** Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.