Φ DİPNOT Gönderi tarihi: 17 Şubat , 2011 Gönderi tarihi: 17 Şubat , 2011 . Reel İslamda Ritüel ve Saplantı... Müslüman ülkeler arasında Türkiye’nin şu ana kadar ‘ilericiliğini’ ve modernliğini bir parça da olsa henüz koruyabilmesinin nedeni Türklerin kendi kökenlerini tam olarak yitirmemiş olmalarından kaynaklanıyor: Şamanist öğeler bu kültürde hâlâ yaşamaktadır. Psikanalizin kurucusu Freud, genel olarak din olgusunu bir ruhsal hastalık olarak adlandırır. Ona göre din evrensel bir nevrozdur, demek oluyor ki dünyada varlığını sürdüren insanların büyük bir kısmı doğrudan hastadır. Ona göre insandaki din gereksiniminin kökeni ana-baba sorunsalında yatmaktadır; her şeye muktedir yüce Tanrı, anne ve baba sevgisinin ve onların koruyucu rolünün süblime edilmesidir. Erginlik çağında anne ve babasında bulamadığı bu muktedir gücü Tanrı’da bulacağını sanan insan, hayvan türleri arasında en zayıf olanıdır; ebeveynlerin yardımına en çok ve en uzun süre gereksinim duyan insandır. Psikolojik açıdan korunmaya ihtiyacı olan çocuk, erginleştiğinde doğa güçlerine karşı çaresiz ve zavallı olduğunu anlayacaktır. Demek ki din, Marx’ın iddia ettiği gibi bir afyon değil, ana göğsüdür; başka bir ifadeyle, din varlık duygusunun yarattığı çaresizlikten, psikolojik zaaftan kaynaklanmaktadır. Psikanaliz, saplantının ikinci önemli nedenini yaşan(a)mayan ve bastırılan cinsellikte görür. Psikanalize benzer yaklaşımı felsefede de görmekteyiz, özellikle Max Scheler ve varoluşçu Martin Heidegger gibi düşünürler, insanın, doğa güçleri karşısında boşluğa ya da ‘Hiç’e düştüğünü vurgularlar ve bu boşluktan kurtulmanın gerekliliğini dinlerde ve daha sonra ideolojilerde aradığını ifade ederler. Tarihsel örnekler Örneğin İbrahim dinine mensup Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinleri bu boşluktan kaçış ediminden oluşmuşlardır. Gerçek olgusundan tamamen uzaklaşan İbrahim, kendi çocuğunu Tanrı’ya kurban olarak sunabilecek kadar psikoza girmiştir. İlkel ve barbar toplumlarda ritüel olarak uygulanan insan kurbanı, İbrahim’in ediminde doruk noktasına ulaşmış ve nitekim Tanrı’nın müdahalesiyle son bulmuştur. İbrahim figürü ilginç bir karaktere sahiptir: Tüm putları tek tek kırarak, kırdığı putların yerine asla kırılmayacak olan tek Tanrı putunu yerleştirmiştir. İbrahim’in tek tutarlı takipçisi İslamdır, çünkü bu üç tektanrılı dinler arasında değişmeyen ya da neredeyse hiç değişmeyen din İslamdır. Batı dünyasında yaşanan Rönesans, Yahudi dinini özellikle de Hıristiyan dinini büyük ölçüde değiştirebilmiştir, İslamiyette ise değişim cüzi miktardadır. Reel İslam, Mezopotamya’da başlayıp günümüze kadar süregelen medeniyetten payını alamamıştır ve İslam dini içerisinde gelişmeye yönelen bireyler ve topluluklar Ortodoks ya da egemen olan İslam tarafından bastırılmıştır. Örneğin Antik Yunan felsefesini devam ettiren Arap felsefesi Ortodoks Müslümanların yani günümüzdeki reel İslamiyetin kökenleri ya da öncüleri sayılabilen İslam güçlerince sona erdirilmiştir. İslam ülkelerini incelediğimizde klasik psikanalizin her iki tezinin de tam olarak onaylandığını görürüz. Bunu görmek için bu ülkeleri uzun uzadıya incelemeye gerek bile yoktur, çünkü İslamiyet esas olarak sembollere dayandığı için, sembollerin ardında yatanı görmek çok kolay. Cinselliğin gördüğü topyekûn baskıyı insanın diğer hiçbir doğal dürtüsü görmemiştir ve cinsellik İslam ülkelerinde devasa bir korku filmidir. Bu ülkelerdeki 1968 Kuşağı da cinselliği politik bir ideolojinin egemenliğine almaktan öteye gidememiştir. Saplantı örnekleri Saplantıya dair birkaç örnek sunalım. Bir şarkı ritmik bir bünyedir ve melodik bir birlik sağlar ve bu birlik birçok ölçü ile ifade edilebilir. Ateşin çevresinde edilen dans buna örnektir. Burada sahnelenen estetiksel edim bir ritüel olup armonik bir bütünlüğü sağlayabilendir. Tekrarlayıcı karakterinden dolayı nevroza pek yakın gibi gözükse de, psikolojik bir zaaf içermediğinden ve zora dayalı bir karakter taşımadığından nevrozdan pek uzaktır. Ritüel zaman ve içerik açısından özgür karaktere sahiptir; şu yerde, şu saatte, şu kadar olmak zorunda değildir ve özellikle de “bunu yapmak zorundayım” özelliğine sahip değildir. Şamanın dansında saplantı göremiyorum, Şaman trans yoluyla aşkı ve deneyüstü dünyayı keşfe yönelirken, reel Müslüman, öte dünyada cinsel sefa içeren cennete erişmek için günde beş kez namaz kılar. Her iki durumda da ritüele kutsallık yüklenirken, Şaman kutsalda fenomeni anlamayı amaçlar, reel Müslüman ise, kendini kutsala teslim eder ve ona boyun eğer, bu durumda reel Müslüman düşünmez olur, çünkü onun adına düşünen biri vardır artık: Bu düşünen biri ‘Kutsal’ın ta kendisidir. Dolayısıyla namaz zorunlu ve şart olma karakteri taşır, bu da kişiyi psikolojik açıdan hapseder. Tekrarlamak edimi, namazda ritüel olmaktan çıkıp saf monoton ve saplantı karakteri alır. Onlarca ve yüzlerce saplantı Müslüman kişiyi hapseder, bu da bu kişiyi normal gündelik hayattan alıkoyar. Başka bir örnek: Estetiksel değerden uzak türban gibi reel İslami örtünmeler, haz ve zevk içermezler. Örtünme genel olarak üç karakter içerir: Korunma, ar ve estetik değer (haz, zevk, düşünsel algılama vb.). Bedenini İslami örtünmelerle sergileyen (daha doğrusu sergileyemeyen) Müslüman kadın, istediği an o örtüyü çıkarıp bir kenara koyamaz, bunu yapacak olsa, içinde bulunduğu psikoz sistemini kırar ve bozar. İslami örtünme “Bunu yapmak zorundayım” karakteri taşır. Müslüman kadın örtü müptelasıdır, sigara içmekten kurtulamayan kişi gibi. Kızılderili reisin, beyaz adama sunduğu barış çubuğu sadece kültürel bir ritüel sergilemektedir. Beyaz adam ise sigara bağımlısı olmuştur. Yalın varlık karşısında uçuruma düşen beyaz adam ve Müslüman, sıcak ve koruyucu ana kucağını yansıtan Tanrı’ya sarılırlar. Denize düşen balığa sarılır, evet böyledir, bu balık bir de balina cinsinden ise. Türkiye’de durum Müslüman ülkeler arasında Türkiye’nin şu ana kadar ‘ilericiliğini’ ve modernliğini bir parça da olsa henüz koruyabilmesinin nedeni Türklerin kendi kökenlerini tam olarak yitirmemiş olmalarından kaynaklanıyor: Şamanist öğeler bu kültürde hâlâ yaşamaktadır. Diğer bir nedeni ise, ‘Atatürk’ adına layık görülen tanrıtanımaz bir Türk’ün İslamiyetin muhafazakâr karakterini çok iyi kavramış ve bunu engellemeye, yaşatmamaya çalışmış olmasıdır. Atatürk, psikanaliz ve felsefeden uzak da olsa, modern bir toplumun sosyolojik ve politik temellerini analiz edebilmiştir. İçinde yaşadığımız postmodern değerler dünyasında ise klasik psikoanaliz ve genel felsefi değerler, aydınlanma, vb. içselleştirilip yaşandıktan sonra geriye değerlerin yokluğu kalmıştır; bir açıdan yüzeysel bir Nietzsche’cilik hâkim olup sefa sürmektedir; bu sefa yüzeyselliğinden ötürü yokluk sefaletini de beraberinde getirmiştir. Aslında Nietzsche’nin, önceli Max Stirner’den devraldığı öğretiyi bir showmaster karakteriyle sunması, postmodern yaşantının şu anki durumunu anlaşılır kılıyor. Freud’un nevroz ve psikoz üzerine analizleri ve Nietzsche’nin Hıristiyanlıkla boğuşmaları bana Stirner’i anımsatır. Stirner saplantıyla ilgili şöyle der: “Sen kaçıksın be insan! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var! Şaka yaptığımı ya da mecazlı konuştuğumu sanma, yüksekliklere tutunanları, insanların büyük çoğunluğunu, neredeyse dünyadaki tüm insanları gerçek deliler olarak görüyorum, tımarhanelik deliler. ‘Saplantı’ diye neye derler? İnsanları egemenliğine almış bir düşünceye. (…) Örneğin, pek çok gazetemizde işlenen töre, yasa, Hıristiyanlık ve benzeri aptal ve boş laflar, saplantı ve kaçıkların zevzekliği değil mi? Ve içinde gezindikleri tımarhanenin çok büyük olmasındandır ki, özgürce dolaştıkları sanılmaktadır. Böyle bir kaçığın saplantısına dokunun da görün. Sizi arkadan vuracak kadar sinsi ve haindir.” Şimdi, saplantının nedenlerini incelerken, Batı’nın düştüğü tuzağı iyi kavramak gerekiyor. Bu nedenle de psikanalizi ve felsefeyi Şaman unsurlarla bir arada tartışmak gerekiyor, çünkü reel İslamda gördüğümüz İslamiyet saplantısı, ritüel-nevroz sorunsalını çıkmaza sürüklüyor. Atatürk, Batı’dan bazı değerleri ödünç alırken, Batı’nın tuzağına düşmemeye özen gösteriyordu; ardıllarıysa, saplantılarını yaşayan reel Müslümanlara benzer bir tarzda ama ters yönde, aydınlanmayı içselleştirmeden, sadece bir özenti saplantısı olarak sahneye sürdüler. Diğer taraftan İslam kesimleri, saplantılı düşünüş ve davranışlarını sürdürmeye devam ettiler. İşte bu durumda Türkiye kendini çıkmaz sokağa taşıdı. Bugün Türkiye, reel İslamiyetten arınacak olsa, Batı’nın postmodern tuzağına düşmeye hazır durumdadır, bir müpteladan başka bir müptelaya düşmeye uygundur. H. İbrahim TÜRKDOĞAN Sosyal Pedagog 1 Alıntı
Φ DİPNOT Gönderi tarihi: 18 Şubat , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 18 Şubat , 2011 Din Bir Nevroz Mu? Freud Totem ve Tabu eserinde, nevrotiklerdeki saplantılı davranışlarla dini ibadetler arasında benzerlikler olduğundan hareketle ibadetlerin birer saplantı nevrozudindarlar da nevrotikler de aklı aykırı şeylere inanırlar, mantıksız ritüeller gerçekleştirirler, dolayısıyla aralarında bir bağlantı olmalıdır. olduğunu iddia etmiştir. Böylece Freud evrensel nevroz dediği dinin ferde özel yönünü de bulmuştur. Bu iddianın ana fikri kısaca şöyledir; Freud dini ritüellerle saplantılı davranışlar arasında 8 benzerlik noktası belirler; 1- İhmal edildikleri takdirde kişide bir vicdan azabı, bir sıkıntı oluşur. 2- Kişinin zihninde ayrı bir yeri vardır ve kişi bunları gerçekleştirirken diğer işlerden soyutlanır. 3- Tüm detayların icra edilmesine özen gösterir. 4- Suçluluk duygusu 5- Pişmanlık duygusu 6- İçgüdüsel dürtülerin bastırılması 7- Uzlaşma hali 8- Yer değiştirme mekanizması Nevrotik davranışlarla dini ritüeller arasındaki bu benzerliklerin yanı sıra bariz ayrılıklar vardır diyor Freud. Bunlar arasındaki en önemli farklar; 1- Nevrotik seremoniler kişiye göre farklı hallerde tezahür ederken dini ritüeller sabit karakterdedir. 2- Nevrotik davranışların ferde özel bir tabiatı varken dini seremoniler umumi olma özelliğine sahiptir. 3- Nevrotik davranışlar anlamsız ve saçma görünürken dini seremonilerin ehemmiyetsiz ayrıntıları sembolik bir anlam ve önemi haizdir.” Burada Freud, “işte bu sebeple saplantılı davranış, yarı komik, yarı trajik olma gülünç bir özel din şeklinde ortaya çıkmaktadır " diyerek kendi iddiaları yönünde bir sonuç çıkar. Freud’a göre, saplantının bilinçaltında tatmin ettiği bir karşılığı vardır. Freud’a göre, din bir evrensel saplantı nevrozudur ve nevroz da özel bir dini sistemdir; çünkü iki fenomen arasında bunların tabiatlarının aynı olduğunu gösteren benzerlik vardır. Saygılar... DİPNOT... Alıntı
Φ Canraşit Gönderi tarihi: 18 Şubat , 2011 Gönderi tarihi: 18 Şubat , 2011 Din Bir Nevroz Mu? araştırmalarınız çok güzel gerçekten dipnot bey böyle kırmızılı mavili altını çizerek falan yalnız efendim neden kaynağı belirtme gereği duymadınız bu emeğe saygısızlık değilmi herşeyden önce ve ayrıca bu forumun alıntı kurallarınada uymuyor okudumda söylüyorum artık bilemiyorum yani yöneticiler ne der hayır birde ilk okuduğumda sizin makaleniz zannetmiş emeğinize saygı duymuştum neyse efendim uzatmayalım ben kaynağı vereyim -http://www.mihrak.com/index.php?option=com_content&view=article&catid=46:e-kitaplar&id=212:freud-ve-din&Itemid=58- bu makalenin tamamı dini yayın yapan bir derginin internet sitesinden alınmış yazarıda Hasan EKŞİOĞLU ve aslında Ali KÖSE tarafından yazılan Freud ve Din adlı kitabın bir özeti niteliğinde işin ilginç tarafıda sayın dipnotun bu makaleden nedense bazı bölümleri almaması mesela şurası Freud’un Tenkit Edildiği Noktalar Tenkitlerin en önemli noktası, teorilerin bilimsel verilerle desteklenmemesidir. Freud elde ettiği birçok veriyi veya bilgiyi önceden zihinde kurguladığı modele uygun sonuçlar çıkarmak için istediği şekilde yorumladı. Freud’un bulgularının önemli, ama çıkarımlarını sınırlı bulanlardan biri de Eric Fromm’dur. Freud’un her konuyu cinsellikle açıklamaya zorlayan sebep onun her şeyi tek bir sebeple izaha çalışan indirgemeci yaklaşımı olsa gerektir. Freud’un tenkit edildiği, yöntemle alakalı bir diğer önemli konu da onun sınırlı bir denek grubundan elde ettiği verileri evrenselleştirmesidir. Freud insan davranışları ve tercihleri de dahil olmak üzere tüm fenomenlerin bir evrensel sebeplilik prensibiyle hareket ettiği, her olayın bir sebebinin olması gerektiği anlayışına (determisizm) sahipti. Freud, her şeyin fizyolojik temele dayanması gerektiğini savunan bu bilimsel pozitivist görüşün etkisiyle ruhsal alanı fizyolojik bir temel bulacağını düşündü. Sevginin de cinsel bir nesneye yönelen fizyolojik kaynaklı bir içgüdü olduğunu savunmasının nedeni de buydu. Freud mekanistik-evrimci bir sistem oluşturmuştur. Bu sisteme göre şu an meydana gelen tüm oluşlar (tezahürler) geçmişten bağımsız olmadıkları gibi yeni hiçbir şey içermezler. Yani “oluş sürecinde yaratılan yeni bir şey yoktur, yeni olarak gördüğümüz şey eskinin değişmiş halidir.” ve bir başka bölüm Psikanaliz alanında arzuların tatmin edilmeleri gerektiğini savunan, bunun ruh sağlığı için zaruri olduğunu iddia eden birisinin, din alanındaki arzularının tatmininin insanlığa zarar verdiğini söylemesi bir çelişki olsa gerektir. O zaman Freud dinin gerçekliğini kabullenmese bile, en azından kendi öğretisiyle çelişmemek için, dinin ruh sağlığına faydalı olduğunu söyleyebilirdi. ve sonuç bölümü Sonuç Freud’un yaşadığı çevreyi göz önüne almak zorundayız. O devirde dine karşı bir katı tutum hakimdi ve bilim ön plandaydı. Her ne kadar sistemi din açısından kabul edilemez ise de Freud'un psikanalizle insanı anlamada önemli açılımlar sağladığı bir gerçektir. Yaşanan tecrübelerin insan zihni veya bilinçaltındaki tesiri inkar edilemez. Freud dine dışarıdan baktı ve onu hiçbir zaman dindar kimsenin algıladığı gibi bir bütün olarak sorgulamadı; kendisinin seçtiği noktalar üzerine yoğunlaştı. Tanrı hakkındaki kanaatleri çok netti: Tanrı çocukluğumuzdaki babamızın bir prototipi idi; yüceltilmiş babadan başka bir şey değildi. Bu özelliği taşıyan Tanrı’yı hayal etmek ve bu hayalin etrafında şekillenen doktrinlere inanmak insanın tabiat karşısındaki çaresizliğini, acziyetini katlanabilir hale getiriyordu. İnsanın arzularını tatmin için (aynen rüyalarda olduğu gibi) illüzyonlar ürettiği ve dinin de bunlardan birisi olduğu Freud’un temel yargısıydı. Tabi bu da nevrotik, dolayısıyla sağlıksız bir durum olmalıydı. Tüm insanlığı etkilediği için de bu nevroz evrenseldi. Hasan EKŞİOĞLU ( MİHRAK DERGİSİ ) Alıntı
Φ Canraşit Gönderi tarihi: 18 Şubat , 2011 Gönderi tarihi: 18 Şubat , 2011 ve efendim ERICH FROMM'dan gelsin buyrun Acaba yaygın olan şu kanı ‘Freud dine karşı, Jung dinden yanadır’ hala geçerli mi ? Yaptığımız inceleme ve karşılaştırma, bu basitleştirici görüşün tamamen yanlış bir aşırılık taşıdığını sanırım ortaya koymuştur. Freud, insancıl evrimin hedefinin şu amaçlara ulaşmak olduğuna inanır : Bilgi, ( akıl, gerçeklik, mantık ) insan sevgisi, acıların azaltılması, özgürlük ve sorumluluk taşıyacak güce erişmek. Bu idealler ise tüm büyük dinlerin aklaki temelini oluşturur. Batı ve Doğu kültürleri, bu temeller üzerine kurulmuştur. Konfüçyus’ün, Lao-Tse’nin Budha’nın, diğer peygamberlerin ve İsa’nınnöğretileri hep bu idealleri savunur. Bu dinler ve öğretiler arasında ( yer ve zamana, hitap edilen topluluğa göre değişen ) deyiş farklılıkarının olması doğaldır. Örneğin, Buddha ağırlığı acıların azaltılıp yok edilmesine verirken, peygamberler adalet ve anlayışlı olmaya önem vermişler, İsa ise insan sevgisini öne almıştır. Görünürdeki farklılıklara rağmen tüm bu dinsel önderlerin, insanlığın gelişmesindeki amaçlar ve biçimler konusunda tam bir uyuşum içinde olmaları ilginçtir. Freud, dinin bu ahlaki temellerini savunmakata ve bu amaçların gerçekleşmesini önleyici oldukları sürece, dinin doğa üstü ve biçimci yanlarını eleştirmektedir. Doğa üstü güçlere ve insanı aşan şeylere tapınmayı, insanlığın gelişimindeki aşamalardan biri olarak gören Freud, bunların o çağlarda gerekli ve zorunlu olduğunu, ama gereğinden fazla gündemde kaldıklarında insanlığın ruhsal gelişimini engellemekten öteye gidemeyeceklerini savunmaktadır. Bu nedenle, Freud’un dine karşı olduğu yolundaki inanç, yanıltıcıdır. Böyle bir yargıya varmadan önce, onun dinin dinin hangi yanlarına karşı olup eleştirdiğini, hangi yanlarına ise taraftar olduğunu araştırmak gerekir. Freud ve Jung'da Psikanaliz ve Din Erich Fromm kaynak -http://www.narteks.net/index.php?option=com_content&view=article&id=5160:freud-ve-jungda-psikanaliz-ve-din--erich-fromm&catid=143:psikoloji&Itemid=104- Alıntı
Φ DİPNOT Gönderi tarihi: 19 Şubat , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 19 Şubat , 2011 Freud’a göre, saplantının bilinçaltında tatmin ettiği bir karşılığı vardır. Freud’a göre, din bir evrensel saplantı nevrozudur ve nevroz da özel bir dini sistemdir; çünkü iki fenomen arasında bunların tabiatlarının aynı olduğunu gösteren benzerlik vardır. Saygılar... DİPNOT... kaynağı belirtme gereği duymadınız bu emeğe saygısızlık değilmi Sayın canraşit... Bakın yukarıda ana yazının altında aynen DİPNOT... yazıyor ve siz/okuyucu DİPNOT yanındaki altı çizili üçnoktaya [...] tıklanırsa yazının kaynağıra ulaşabilir/ulaşabilirsiniz... Konuyu dağıtıp budaklandırmadan minik bir hatırlatma; Sigmund Freud'un Din ve Tanrı konusundaki düşüncelerine geçmeden önce onun bu düşüncelerinde etkili olan dini geçmişi üzerinde durmak gerekir. Yahudi bir aileye mensup olan Freud , Tanrı inancından uzak bir ortamda yetişmiştir. Genellikle ergenlik yıllarında ortaya çıkan duygusal ihtiyaçlar daha çok şüpheci felsifi düşüncelere dönüşmüş, ilk yetişkinlikte ise yerini bilimsel prensiplere bırakmıştır (Jones, Ernest, The Life and Work of Sigmund Freud, Penguen Books, New York 1981, sf.47-48). Dinkonusunda böyle bir süreçten geçen Freud, kültürel kimlik bağlamında Yahudi olmuşsa da hayatı boyunca ateist olarak yaşamıştır. Kendi ifadesiyle o, her zaman “Tanrısız bir Yahudi” olarak hayatına devam etmiştir. Freud kendi hayatından dinin ve Tanrının etkinliğini çıkarmakla birlikte dini indirgemeci bir yaklaşımla ele alarak, dinin ve Tanrının hakiki gerçekliğinden çok psikolojik gerçekliğiyle ilgilenmiştir. Her türlü dini otoriteye karşı çıkan Freud, çocukluğunda babasıyla sağlıklı bir ilişki geliştiremediği için dini otoriteye karşı çıkarken adeta babasından intikam almaktadır. Birçok psikanaliste göre dinkonusundaki bu olumsuz düşünceleri babasıyla olan İlişkisinin bir yansımasıdır (Spinks, Stephens G., Psychology and Religion, Methuen & Co, London 1963, sf.76). Saygılar... Alıntı
Φ Canraşit Gönderi tarihi: 20 Şubat , 2011 Gönderi tarihi: 20 Şubat , 2011 Sayın canraşit...Bakın yukarıda ana yazının altında aynen DİPNOT... yazıyor ve siz/okuyucu DİPNOT yanındaki altı çizili üçnoktaya [...] tıklanırsa yazının kaynağıra ulaşabilir/ulaşabilirsiniz... Sayın DİPNOT, Evvela, şunu belirteyim ki yazınıza kaynak vermek ile, yani; kaynaklar yada kaynak yazmak ile dipnot veya dipnotlar vermek farklı şeylerdir. Dipnot açıklama ve bilgi için verilir efendim. Hem kendi kullanıcı adınız DİPNOT olduğundan bir nevi imza niteliğinde yazılmış gibi durmuş orada. Üstelik, böyle farkedilmesi güç bir şekilde kaynak vermenizin sebebi de kaynağınızın nasıl bir site olduğuna bakılınca anlaşılmıyor değil. Bir diğer husus ise, kaynak verme yönteminizin forum kurallarına da aykırı olması. Bakınız : ALINTI YAPMA, LİNK VERME, TELİF HAKLARI ve YENİÇAĞ DİJİTAL TELİF HAKKI KANUNU 1- Eğer dışarıdaki bir kaynağa forumlardan link veriyorsanız, öncelikle tartışmaya katılarak kendi düşünceleriniz açıklamak zorundasınız. Direkt olarak açıklama yapmazsanız ya da sadece birkaç cümle yazarak yetersiz bir açıklamayla başka bir siteye link verirseniz önce uyarılır sonra yasaklanırsınız. Eğer düşüncelerinizi açıkladıktan sonra hala alıntı yaptığınız kaynağa link verme gereği duyuyorsanız, tam olarak kaynağın bulunduğu sayfaya veya belgeye link vermek zorundasınız. Belge, dosya veya yazı yerine genel site linki verirseniz uyarılır veya yasaklanırsınız. Link şu şekilde verilmek zorundadır. Alıntı yapılan link, TİRE (-) işareti ile başlar ve yine TİRE (-) işaretiyle biter. Örnek: -http://www.ikile.com/index.html- Site tanıtımı sadece ve sadece Web Site Tanıtımları bölümünde yapılmak zorundadır ve sadece orada “Tire” (-) kullanmadan link postalayabilirsiniz… Konuyu dağıtıp budaklandırmadan minik bir hatırlatma;Sigmund Freud'un Din ve Tanrı konusundaki düşüncelerine geçmeden önce onun bu düşüncelerinde etkili olan dini geçmişi üzerinde durmak gerekir. Yahudi bir aileye mensup olan Freud , Tanrı inancından uzak bir ortamda yetişmiştir. Genellikle ergenlik yıllarında ortaya çıkan duygusal ihtiyaçlar daha çok şüpheci felsifi düşüncelere dönüşmüş, ilk yetişkinlikte ise yerini bilimsel prensiplere bırakmıştır (Jones, Ernest, The Life and Work of Sigmund Freud, Penguen Books, New York 1981, sf.47-48). Dinkonusunda böyle bir süreçten geçen Freud, kültürel kimlik bağlamında Yahudi olmuşsa da hayatı boyunca ateist olarak yaşamıştır. Kendi ifadesiyle o, her zaman “Tanrısız bir Yahudi” olarak hayatına devam etmiştir. Freud kendi hayatından dinin ve Tanrının etkinliğini çıkarmakla birlikte dini indirgemeci bir yaklaşımla ele alarak, dinin ve Tanrının hakiki gerçekliğinden çok psikolojik gerçekliğiyle ilgilenmiştir. Her türlü dini otoriteye karşı çıkan Freud, çocukluğunda babasıyla sağlıklı bir ilişki geliştiremediği için dini otoriteye karşı çıkarken adeta babasından intikam almaktadır. Birçok psikanaliste göre dinkonusundaki bu olumsuz düşünceleri babasıyla olan İlişkisinin bir yansımasıdır (Spinks, Stephens G., Psychology and Religion, Methuen & Co, London 1963, sf.76). Efendim, '' konuyu dağıtıp budaklandırmadan... '' demişsiniz ama minik hatırlatmanız konuyu dağıtmaktan başka işe yaramaz ki böyle bir savunu, benim iddiamın anlaşılmamış olduğunu gösterir. Zira, ben, Freud'un Tanrı'ya inandığı, dine karşı çıkmadığı yönünde bir iddia ortaya atmadım ve gösterdiğim kaynaktaki yazıda da böyle bir iddia yok. Onun için ERİCH FROMM*'un PSİKANALİZ ve DİN adlı kitabını dikkatli ve anlayarak okumak kişisel gelişim için faydalı olacaktır nacizane tavsiyem budur. O yazıdan miniminnacık bir alıntı : Freud dini ahlaki açıdan eleştirirken, asıl özünü savunmakta ve bu değerleri koruma endişesi ile hareket etmektedir. Bu nedenle yaklaşımını kuşkusuzca ‘dindar’ olarak niteleyebiliriz. Jung ise, dini kısıtlayıcı bir biçimde psikolojik bir olguya indirgeyip, bu yolla açıklamaya çalışırken, bir yandan da bilinçdışına dinsel bir anlam kazandırmak istemektedir. Dipnot * ERİCH FROMM Marksist ve Hümanist bir Sosyalistti Alıntı
Φ DİPNOT Gönderi tarihi: 20 Şubat , 2011 Yazar Gönderi tarihi: 20 Şubat , 2011 Onun için ERİCH FROMM*'un PSİKANALİZ ve DİN adlı kitabını dikkatli ve anlayarak okumak kişisel gelişim için faydalı olacaktır nacizane tavsiyem budur. O yazıdan miniminnacık bir alıntı : Freud dini ahlaki açıdan eleştirirken, asıl özünü savunmakta ve bu değerleri koruma endişesi ile hareket etmektedir. Bu nedenle yaklaşımını kuşkusuzca ‘dindar’ olarak niteleyebiliriz. Jung ise, dini kısıtlayıcı bir biçimde psikolojik bir olguya indirgeyip, bu yolla açıklamaya çalışırken, bir yandan da bilinçdışına dinsel bir anlam kazandırmak istemektedir. Anladım sayın canraşit... Bahsettiğiniz kitabı tabikide araştırım ki bundanda büyük bir mutluluk duyarım. Diğer taraftan yukarıda bahsettiğiniz freud'un din görüşüne katılmıyor olmakla birlikte bu konudaki görüşünün net olduğu kitabnda gayet açık olduğunu belirtmek istiyorum... Aynen şöyle diyor; "Psikanaliz, bize baba kompleksi ile Tanrı inancı arasındaki yakın bağlantıyı öğretti. Ayrıca Tanrı’nın yüceltilmiş babadan başka bir şey olmadığını ve birçok gencin babalarının otoritesinden kurtulur kurtulmaz dini inanaçlarını kaybettiklerini gösterdi. Psikanaliz sayesinde din ihtiyacının köklerinin çocuklukta yaşanan komplekslere (oedipus ve elektra kompleksleri) dayandığını öğrendik. Artık her şeye gücü yeten Tanrı ve tabiat ana imajlarının çocuklukta tecrübe edilen baba ve anne imgelerinin yüceltilerek tekrar canlandırılmasından başka bir şey olmadığını biliyoruz.”[1] - [2] Burada Sigmund Freud'un belirttiğiniz gibi dindar olarak belirtmenizi gerçekten anlayamıyorum... 1- (Sigmund Freud... Sanat ve edebiyat-Art and Literature-kitabı, New York 1990, Penguin Books... sayfa 216 ve 217). 2-Kitabın Türkçesi de mevcut Alıntı
Φ Canraşit Gönderi tarihi: 22 Şubat , 2011 Gönderi tarihi: 22 Şubat , 2011 Burada Sigmund Freud'un belirttiğiniz gibi dindar olarak belirtmenizi gerçekten anlayamıyorum... Efendim, şöyle ki; Fromm, verdiğim kaynaktaki kitap özetinde, Freud'un, dini, eleştirel düşünceyi yasakladığı, tarih boyunca dine dayandırılan bazı olumsuz kurumların toplumda aklın gücünü zayıflattığı oranda bir tehlike olarak görmesine ve toplum için gerekli gördüğü ahlaki kuralların, insani ideal ve değer yargılarının dine bağlı olması nedeniyle, yaşadığı çağda pozitivizmin etkisiyle dinin gerilemesinin insanların tüm ideal ve değer yargılarının (1) kaybolmasına yol açacağı endişesini taşımasına dayanarak, onun, '' akıl, gerçeklik, mantık, insan sevgisi, acıların azaltılması, özgürlük ve sorumluluk taşıyacak güce erişmek '' şeklinde taşıdığı ideal ve değer yargılarının (2), kendi hümanistik bakışına (3)göre tüm büyük dinlerin aklaki temelini oluşturması noktasında, onun için '' dindar '' nitelemesini kullanıyor. (1) Freud daha sonra dinin illüzyoncu ( hayale dayanan ) karakterini gösterme çabasını da aşarak, dini bir tehlike olarak açıklamaya yönelir. Freud için din bir tehlikedir, çünkü, tarih boyunca kendine bağladığı bir takım olumsuz kurumlarıntoplum içinde yerleşmesini sağlamıştır. Sonra insanlara bir hayale inanmayı öğretir. Daha da önemlisi, eleştirici düşüncenin engellenmesine, böylelikle de zekanın köreltilmesine yol açar. Bu eleştiriler aydınlanma çağının tüm düşünürlerince de kiliseye karşı yöneltilmişti. Ama Freud’un düşünce sistemi içinde bu eleştiri, onsekizinci yüzyıl filozoflarınınkinden çok farklı bir biçim kazanmıştır. Freud’un analitik çalışmasında ortaya koymak istediği, eleştirici düşüncenin yasaklanmasının beliri bir noktada diğer alanlardaki eleştirel yeteneklerin de zayıflamasına yol açtığıdır. Böylelikle bu yasaklamanın, aklın gücünü engelleyeceğini de ileri sürer. Freud’un dine karşı yönelttiği üçüncü eleştiri, ahlakı çok şüpheli bir temele oturtmasıdır. Eğer ahlaki kuralların geçerliliği , bunların Tanrı’nın buyrukları oluşuna bağlıysa, ahlakın gelecekteki varlığı ya da yokluğu Tanrı’ya olan inanca bağlı olarak değişecektir. Ve Freud dinin bir yıkım, bir çöküntü, gerileme içinde olduğunu görüyordu. Eğer din ile ahlakın birbirlerine olan bağlılığı koparılmazsa, gelecekte insanların tüm değer yargıları tehlikeye düşecekti. (2)'' Freud, insancıl evrimin hedefinin şu amaçlara ulaşmak olduğuna inanır : Bilgi, ( akıl, gerçeklik, mantık ) insan sevgisi, acıların azaltılması, özgürlük ve sorumluluk taşıyacak güce erişmek.'' (3) '' Bu idealler ise tüm büyük dinlerin aklaki temelini oluşturur. Batı ve Doğu kültürleri, bu temeller üzerine kurulmuştur. Konfüçyus’ün, Lao-Tse’nin Budha’nın, diğer peygamberlerin ve İsa’nınnöğretileri hep bu idealleri savunur. Bu dinler ve öğretiler arasında ( yer ve zamana, hitap edilen topluluğa göre değişen ) deyiş farklılıkarının olması doğaldır. Örneğin, Buddha ağırlığı acıların azaltılıp yok edilmesine verirken, peygamberler adalet ve anlayışlı olmaya önem vermişler, İsa ise insan sevgisini öne almıştır. Görünürdeki farklılıklara rağmen tüm bu dinsel önderlerin, insanlığın gelişmesindeki amaçlar ve biçimler konusunda tam bir uyuşum içinde olmaları ilginçtir. '' Ve ayrıca, aynı dergideki Erich Forum'u tanıtan makaleden : '' Fromm’a göre, önemli olan dinlerin insana yönelik işlevleridir. Yani inanılan dinin ismi, ritüelleri vb. çok da önemli değildir. Ona göre, insanların tercih ettiği bir dini değerlendirirken, insanın kendini geliştirmesine dönük olumlu katkılarına bakılmalıdır. '' '' Fromm’ a göre kurumsal dinler, hem hümanistik hem de otoriter anlayışların her ikisini de içerisinde barındırmaktadır. Önemli olan bunları doğru yorumlayabilmektir. Fromm, tüm dinleri, özellikle, peygamberlerin sözleri bağlamında başlangıçta hümanistik olarak yorumlar. Ona göre, dinlerin tarihi süreçlerinde sosyal şartlara daha doğrusu sosyal hayatta hangi ilkenin daha güçlü olduğuna dayalı olarak, her iki ilke de yer yer egemen olmuştur. '' '' Fromm’a göre, Tanrı insan gibi değildir ama insan olabildiği ölçüde Tanrı’dır. Böylelikle insan, yardım eden bir babaya ihtiyaç duymadığı sürece kendini var edebilir. Diğer türlü Tanrı, bir baba olarak var olduğu sürece ona tapan kişi çocukluktan kurtulamaz. Nitekim Fromm’a göre Tanrı’ya inanan insanların bir çoğu günümüzde, halen çocukça bir yanılsama içinde yardım eden bir baba haliyle yaşamaktadır. '' Günümüzde insanlar, eski tasarım objelerini değişikliğe uğratarak, hayat biçimleri çerçevesinde Tanrı’ya yüklenen işlevi farklı nesnelere yüklemekle ve tapınılacak yeni Tanrılar geliştirmektedirler. Bu çerçevede genellikle otoriter ülkelerde Tanrı’nın yerini devlet ve iktidar, otoriter olmayanlarda ise, makineler ve kazanılan başarılar almaktadır. Ona göre, bunlarda çağdaş putlar olup insanı yabancılaşmaya ve ölümseverliğe götürür.'' '' Fromm, Tanrı kavramındaki olumlu anlamları görmezlikten gelmez. Bu yüzden insanları Tanrı’dan uzaklaştırmak yerine, Tanrı’yı anlamaya çağırır. O, Tanrı’yı anladıkça, insanın da anlaşılabilmesinin kolaylaşacağına inanır. Nitekim her türlü çabası insanın kendisini daha iyi anlayabilmesi, kendini geliştirmesi ve diğer insanlarla sevgiye dayalı bir ilişki kurabilmesi açısından, yeryüzünde daha olumlu bir işlev görmesi ideali içindir. '' '' Fromm’a göre insanı dini inanca götüren asıl ihtiyaç, bir yönelim ve bağlılık nesnesine duyulan ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, insan oluştaki enerjinin en güçlü kaynaklarındandır. Ona göre insan, her zaman sevgi, özgürlük ve adaletin hüküm sürdüğü bir dünyayı düşler. Ama böyle bir ortamı bir türlü bulamadığı için bu özlemlerini tatmin etmeye yarayan dini oluşturmuştur. O, dinin insana teselli, cesaret ve umut verdiğini, ayrıca kişiyi hayata bağlı ve ayakta tutacak bazı hayaller kurmasını sağladığı görüşündedir. Fromm’a göre dini ihtiyacı olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü bir yönelim ve bağlılık sistemine duyulan ihtiyaç, insan varoluşunun ayrılmaz bir öğesidir. Bu sistem, tanrılı, çok tanrılı, yahut tanrısız bir din olabileceği gibi; ulus, sınıf, parti, başarı, tapınılan ağaç, hayvan, taştan yapılmış putlar da olabilir. Fromm’a göre bunların hepsini din kavramı içinde değerlendirmek mümkün müdür, değil midir sorusu pek önemli olmamakla birlikte, onun din tarifine göre bütün bunlar dindir. Çünkü Fromm, dini, “bir topluluğun bireylerince paylaşılan ve o bireylere belli bir yöneliş, belli bir bağlanma amacı kazandıran herhangi bir düşünce ve eylem sistemi” diye tanımlamaktadır. Freud’un Tanrı kavramını eleştirir. Ve Fromm’a göre de Tanrı bir yanılsamadır, ancak o, bu kavramı tehlike olarak görüp, tümden kaldırmaya dönük bir girişimde bulunmaz. Freud’un yanılsama düşüncesinde dinlerin hayali bir mutluluk verdikleri inancı yatar. Oysa Fromm bu yanılsamanın olumlu yanları da olduğu düşüncesindedir '' Bunun dışında bir kısmını alıntıladığınız makalede de yazar, Freud'un, insanın arzularının tatmininin onun ruh sağlığı için faydalı olduğunu söylerken, kendi tespitini yaptığı üzre; bir tür ihtiyaç, arzu olan dinin tehlike değil, en azından ruh sağlığına faydalı olacağını söylemesi gerektiğini aksi halde kendisi ile çelişeceğini söylemiştir. Ve aynı makaleden şu cümleler de önemsenecek bir düşünce barındırıyor kanaatimce; '' Freud kendi araştırmalarının sonucunda görmüştür ki, bir fikrin bir arzuya karşılık olması ve onu tatmine yaraması, bu fikrin yanlış olduğunu kanıtlamaz. Psikiyatristlerin günümüzde hep aynı hataya düşmeleri, Freud’un bu düşüncesini özellikle belirtmeme yol açtı. Birçok gerçek ve bir o kadar da yanlış fikrin varolması doğaldır. Bu fikirlere insanlar, onların doğru olmasını arzuladıkları için sarılmışlardır. Ama unutmamak gerekir ki, birçok büyük buluşa yol açan da, yine bir takım fikirlerdir. Kimi insanlar tüm güçleriyle bunların doğruluğuna inanıp, bunu ortaya çıkartmaya çalışırken, bir sürü yeni gerçeğe ulaşmışlardır. Böyle büyük bir ilginin varlığı olayı, dıştan izleyene garip ve hastalıklı bile gelse, bu hiç bir zaman herhangi bir yargının ve de yorumun yanlışlığının kanıtı olamaz. '' ve yine Erich Fromm'un '' Sevme Sanatı '' adlı kitabından konu ile dolaylı olarak ilgili düşündürücü cümleler : '' Hepimizde narsist eğilim yüzünden çarptırılmış, nesnel olmayan bir dünya görüşü vardır. Bir ölçüde aşırı olmayan ya da daha üstü kapalı çarpıtmalara insanlar arası ilişkilerde çok rastlanır. Ne kadar çok ana baba çocuklarının tepkilerini, çocuğun kendisi için kendi başına duydukları olarak görüp ilgilenmek yerine, çocuğun söz dinlemesi, kendilerinin hoşuna gitmesi, kendilerine övünç kaynağı olması olarak yorumlar bu tepkileri. Annelerinden kopamadıkları için kaç koca, karılarının en normal isteklerine özgürlüklerinin kısıtlanması gözüyle bakıp karılarını yetkeci kişiler olarak görür. Kaç kadın kocasını, çocukken kafasında yarattığı o pırıl pırıl şövalyeye benzemediği için silik ve aptal bulur. '' '' Bencil kişilerin başkalarını sevemedikleri doğrudur, ama benciller kendilerini de sevemezler. Bencilliği, başkalarına gösterilen o açgözlü ilgiyle, örneğin çocuğuna aşırı düşkün bir annenin ilgisiyle karşılaştırırsak daha iyi anlarız. Çocuğunu çok sevdiğine bilinçli olarak inansa da böyle bir anne, aslında sevdiği nesneye karşı çok iyi bastırılmış bir düşmanlık beslemektedir. O denli üstüne düşmesi çocuğunu çok sevdiğinden değil, onu sevememesini gizlemek istemesindendir. '' Umarım daha anlaşılır olmuştur. Saygılar sunarım. Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.