Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

”Akli metotun”, ”bilimsel metotun” ve ”mantıksal metotun” rolleri


Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

Bismillahi Rahmani Rahim.

 

Bu forumdaki ateistlere cevap.

 

”Akli metotun”, ”bilimsel metotun” ve ”mantıksal metotun” rolleri.

 

AKIL

Gerek klasik Yunan filozofları gerekse Müslüman ve Batılı bilim adamları olsun aklın tanımını yapanların, yani akıl olgusunu kavramaya çalışanların sayısı bir hayli fazladır. Fakat bu tanımlar, daha doğrusu bu tanımlama çabaları içinde Komünist düşünürlerin tanımları dışında ele alınabilecek kayda değer bir tanım mevcut değildir. Sadece onların tanımları, ele alınabilecek düzeyde ciddi bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne var ki, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu ısrarla inkâr etmeleri Komünistleri yanlışlığa itmiş, onları saptırmıştır. Komünistlerin bu yanlış ısrarı olmasaydı, gerçek anlamda, yani kesin ve şüphesiz bir şekilde akıl olgusunu kavrayabileceklerdi. Zira akıl olgusunu ve düşünceyi ilk irdeleyip şu soruları soran onlardır: Düşünce mi maddeden önce, yoksa madde mi düşünceden önce vardı? Maddeyi düşünceden önce var sayarsak düşünce maddenin bir ürünü müydü? Komünist düşünürler bu konuda farklı bakış açılarına sahiptirler. Bazıları düşüncenin maddeden önce var olduğunu söylerken, bazıları ise maddenin düşünceden önce var olduğunu düşünmüşler, fakat eninde sonunda maddenin düşünceden önce var olduğuna karar vermişlerdir. Buradan yola çıkarak düşünceyi şöyle tanımlamışlardır:

“Düşünce, maddenin beyne yansımasıdır.” Bu tanıma göre düşünce; madde, beyin ve söz konusu maddenin beyne yansımasından ibarettir. Çünkü düşünce, maddenin beyne yansımasından doğar. Komünistlerin bu tanımı, araştırmanın yönünü doğru yöne yönelten, hakikate biraz daha yaklaşan ciddi bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer ısrarla maddenin bir yaratıcısı olduğunu inkâr edip yine ısrarla kâinatın ezeli olduğunu düşünmeselerdi, akıl gerçeğini kavramada hataya düşmezlerdi. Zira akıl olgusu olmadan düşünce olmaz. Gerçekten düşünce maddeden ayrı düşünülemez. Maddi gerçekliği olmayan tüm bilgiler, hayal ve kuruntudan ibarettir. Öyleyse, düşüncenin temelini oluşturan maddedir. Kaldı ki düşünce, maddenin ifade ediliş biçimi veya maddeye ilişkin bir yargıya varmadır. Demek ki madde, hem düşüncenin hem düşünmenin, yani akıl yürütmenin temelini oluşturmaktadır. Bu temel olmadan ne düşünce ne de düşünme gerçekleşebilir. Öte yandan madde hakkında karar verme, dahası insanla ilgili olan ve insanın ürettiği her şey beyne bağlıdır. Zira beyin, insanın ana merkezidir. Bu nedenle beyin olmadan düşünce de olmaz. Beynin bizzat kendisi bir madde olduğuna göre, onun varlığı düşüncenin var olmasının temel koşuludur. Aynı şekilde maddenin varlığı da düşüncenin var olmasının temel şartıdır. Bu da demektir ki; aklın, yani düşünmenin veya düşüncenin var olması için, ortada bir maddenin ve bir beynin olması gerekir.

 

Komünistler, düşüncenin, yani aklın var olması için ortada bir maddenin ve bir beynin söz konusu olması gerektiğinin farkına vardıklarından dolayı çabaları ciddi ve doğrudur. Komünistler buraya kadar akıl olgusunu kesin ve şüphesiz bir şekilde kavramaya yönelik doğruya sevk edici bir rol oynadılar. Ne yazık ki düşünceye ulaşmak, yani düşünmeyi meydana getirmek amacıyla madde ile beyin arasında bağlantı kurarken doğru yoldan saptılar. Madde ile beyin arasındaki bağlantının söz konusu maddenin beyne yansımasından kaynaklandığını düşündüklerinden sonuçta aklı yanlış tanımladılar. Bu yanılgının esas sebebi kâinatı yoktan var eden bir yaratıcısının varlığını ısrarla reddetmeleridir. Zira Komünistler eğer bilginin düşünceden önce var olduğunu kabul etmiş olsalardı bariz bir gerçekle karşı karşıya kalacaklardı ki bu gerçek şudur: Madde henüz yokken düşünce nereden geldi? Hiç şüphesiz maddenin dışında bir yerden gelmiş olmalıdır. Peki ama ilk insan düşünceyi nereden aldı? Hiç şüphesiz başkasından ve maddenin dışında bir yerden almış olmalıdır. Bunun anlamı şudur: İlk insana bilgi veren, ilk insanı da maddeyi de yaratandır. Bu gerçek, Komünistlerin, “Kâinat”ın ve maddenin başlangıcı ve sonu yoktur” şeklindeki kesin kanaatleriyle çelişmektedir. Komünistler, bu kanaatlerine dayanarak “akıl, maddenin beyne yansıması olup düşünce ve akıl yürütme, bu yansıma sonucunda ortaya çıkar” tezini ileri sürdüler. Bilginin var olmasının zaruri olduğu gerçeğinden kaçtıklarından dolayı da, ilk insanın madde üzerinde deneyler yaparak deneme-yanılma yoluyla bilgiye ulaştığını ve bu deneylerin de başka deneylere ön ayak olduğu şeklinde hayal ürünü varsayımlar oluşturmaya çalıştılar. Israrla aklın, maddenin beyne yansımasından ibaret olduğunu, düşünce ve akıl yürütmenin bu yansımadan doğduğunu savundular. Fakat Komünistler, “his” ile “yansıma” arasındaki farkı göremediler. Zira düşünme eylemi, ne maddenin beyne yansımasından ne de beyin üzerinde iz bırakmasından kaynaklanmaktadır. Düşünme, “histen” doğmaktadır. Duyuların merkezi ise beyindir. Eğer maddeyi hissetmek söz konusu olmasaydı, düşünce de söz konusu olmazdı. İşte Komünistler, “his” ile “yansıma”yı birbirinden ayırt etmeyerek kaş yaparken göz çıkarma durumuna düştüler. Bunun sonucu olarak, aklı yanlış tanımlama yoluna gittiler. Fakat asıl hataları, “his” ile “yansıma”yı ayırt etmemekten çok -ki bu durumda meselenin yansımadan değil, sezgiden ibaret olduğunu anlarlardı- varlığın bir yaratıcısı olduğunu inkâr etmelerinden kaynaklanmaktadır. Komünistler, madde hakkında “ön bilgiler”e (a priori bilgiler) sahip olmanın, düşüncenin, dolayısıyla akıl yürütmenin zorunlu bir koşulu olduğunu kavrayamadılar. Aksi taktirde eşeğin de aklı olurdu. Çünkü onun da beyni vardır ve madde onun beynine de yansımaktadır. Yani eşek de maddeyi hisseder. Oysa akıl insana özgüdür. Eskiler, “insan, konuşan bir hayvandır” derlerdi. Bunun anlamı, insan düşünen bir hayvandır. Zira düşünme veya akıl, canlılar arasında sadece insana özgüdür. Hayvan için akıl ve fikirden söz etmek şüphesiz mümkün değildir.

Her şeye rağmen, aklın anlamını bulmak için ciddi bir çaba gösterip akıl olgusunu tanıma yolunda doğru bir çizgiyi takip edenler, sadece Komünist düşünürler olmuştur. Komünist düşünürler, aklı tanımlamada hataya düşüp onu kesin bir şekilde tanıma yolunda sapmış olsalar da, kendilerinden sonraki nesillere aklı kesin ve şüphesiz bir şekilde tanıma yolunu açmışlardır. Öte yandan Müslüman düşünürler bir şeyi tanımlamak için ön bilgilerin (a priori bilgilerin) gerekliliğine inanmalarına ve bunun da doğru olmasına rağmen, ortaya koydukları çabalar vakıayı tanımlamaktan öteye geçememiştir. Madem ki aklı doğru bir şekilde tanımlamaktan amaç sadece Müslümanları değil bütün insanları teşvik etmektir, öyleyse aklın tanımı somut algılanabilen bir vakıaya dayanmalıdır.

Yüce Allah, aziz kitabında şöyle buyurmaktadır:

 

Ve O, Adem'e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu ve; Dedikleriniz doğruysa haydi bu şeylerin isimlerini bana söyleyin bakalım!, dedi. Onlar; Sen kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize bildirdiğin dışında bir bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen, gerçek hikmet Sahibi!, diye cevap verdiler. O; Ey Adem, bu şeylerin isimlerini onlara bildir!, buyurdu. (Adem) isimleri onlara bildirince (Allah); Size, 'göklerin ve yerin gizli gerçekliğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü yalnız Ben bilirim' dememiş miydim?, dedi.”

 

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, bilgiye yani herhangi bir bilgiye ulaşmak için, ön bilgilerin olması şarttır. Allah, Adem'e eşyaların isimlerini veya nasıl isimlendirileceğini öğretmiştir. İlk insan olan Adem, Allah'ın kendisine verdiği bu bilgilerle eşyayı tanımıştır. Eğer bu bilgiler olmasaydı, eşyayı tanıyamazdı. Akıl olgusunu tanımada Komünistlerin izledikleri yolda saplantılarının temelinde “ön bilgiler”in varlığını gözden kaçırmalarının yattığını kabul edersek; bu bile onların aklı tanımlamadaki hatalarını ve saplantılarının şeklini ortaya koymaya yeter. Zira düşünceyi meydana getirmek için, beyne ulaştırılan madde ile ilgili “ön bilgiler”in var olması gerekir. “ön bilgiler”in bağlayıcılığı sadece Müslümanları değil, tüm insanları kapsamına aldığına göre, somut algılanabilen bir vakıayla karşılaşıldığında düşüncenin, yani aklın oluşabilmesi için madde ile ilgili ön bilgilerin söz konusu olması şarttır. Her ne kadar aklî eylemin, yani düşünce veya akıl yürütmenin söz konusu olması için maddenin var olması şart ise de, aklın varlığı beyindeki ön bilgilere bağlıdır.

Komünistlerin aklı tanımlamada izledikleri doğru yoldan sapmalarını anlamak için, “akıl maddenin beyne yansıması değil, beynin maddeyi algılamasıdır” şeklinde bir temelden yola çıkmak, yanılgıların esas ve tek nedeni değildir. Temel sorun, Komünistlerin aklî eylem yani akıldan söz edebilmek için madde hakkında ön bilgilerin mevcut olmasının gerekliliğini göz ardı etmelerinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten akıl olgusunda söz konusu olan, maddenin beyne yansıması değil, beynin maddeyi algılamasıdır. Yukarıdaki ayeti kerimeden ve somut algılanabilen gerçekten de açıkça anlaşılacağı gibi, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak madde hakkında “ön bilgiler”in mevcut olması, akıl yürütme yani algılama için şarttır. Bu bilgiler olmadan akıl yürütme veya algılama da olmaz. Aklı anlamak ona kesin, net ve şüphesiz bir tanım vermek, ancak böyle bir yaklaşımla mümkündür.

 

Akıl yürütme eyleminde söz konusu olan şeyin “yansıma” değil, “hissetme” olduğuna gelince; bunu anlamak için madde ile beyin arasında bir yansımanın olmadığını kavramak gerekir. Zira ne beyin maddeye, ne de madde beyne yansır. “Yansıma”nın gerçekleşmesi için, ayna ve ışık gibi, maddeyi yansıtan şeyin yansıyabilirlik özelliğine sahip olması gerekir. Bu ise ne beyinde ne de nesnel gerçeklikte mevcuttur. Bu nedenle madde ile beyin arasında hiç bir şekilde yansıma söz konusu olamaz. Çünkü madde beyne yansımaz ve yansıma yoluyla beyne intikal etmez. Madde, duyu organlarıyla hissedilerek beyne intikal eder. Yani maddeyi hisseden, herhangi bir duyu organıdır. İşte beyne taşınan, duyu organıyla algılanan histir ve ancak “his”ten sonra beyinde madde hakkında bir hüküm oluşur. Maddeyi duyu organları aracılığıyla hissederek beyne taşımak, ne maddenin beyne yansıması ne de beynin maddeye yansımasıdır. Burada gerçekleşen olay, yalnızca maddenin “hissedilmesi”dir. Maddenin hissedilmesinde görme duyusuyla diğer duyu organları arasında bir fark yoktur. Hissetme, görme duyusuyla gerçekleştiği gibi, dokunma, koklama, tatma ve işitme duyularıyla da gerçekleşebilir. O halde eşyalar beyne yansımaz. Eşyalar hissedilir. İnsan, eşyaları beş duyu organı vasıtasıyla hisseder. Eşyalar, onun beynine yansımaz.

 

Madde beyin ilişkisinde hissin gerçekleşmesi, “maddi” şeylerde gün gibi ortadadır. “Manevi” ve “ruhi” şeyler gibi maddi olmayan şeylerde ise, “aklî eylem”in gerçekleşmesi için yine “his” söz konusudur. Sözgelimi; çökmüş bir toplumun çökmüş olduğuna karar vermek için, her şeyden önce bu çöküşü “hissetmek” gerekir. Bu “maddi” bir iştir. Bir onurun kırılması söz konusu olduğunda, bu konuda bir yargıya varmak için onur kırıcı şeyin veya sözün veya şifrenin “hissedilmesi” gerekir. Bu da “manevi” bir iştir. Yine Allah'ın hoşuna gitmeyen ve onun gazabını çeken bir işin veya eylemin, böyle bir eylem olduğunu anlamak için onu “hissetmek” gerekir. Bu ise “ruhi” bir iştir. Görüldüğü gibi “his” olmadıkça aklî eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. His, maddi olsun olmasın aklî eylemin gerçekleşmesi için vazgeçilmez bir unsurdur. Şu farkla ki, maddenin karakterini anlamaya paralel olarak güçlenip zayıflasa da maddi eşyalarda his, doğal olarak gerçekleşir. “Düşünce ile ilgili his, en güçlü his türüdür” denmesinin nedeni budur. Maddi olmayan konularda ise his ancak maddi olmayan şeyi kavramakla veya taklit yoluyla gerçekleşir.

Her halükarda konunun “hissetmek”ten ibaret olduğu, “yansıma”yla ilgili olmadığı iki kere iki dört edercesine açıktır. Gerçi söz konusu “his”, maddi şeylerde manevi şeylere nazaran daha açık görülür, fakat yine de konunun temelini oluşturmaz. His, her insanda somut olarak vardır, bunda şüphe yoktur. Fakat onu ifade etmek, bazılarının “yansıma”yla ifade ettikleri gibi vakıaya ters düşebilir. Aynı şekilde his veya duyumla açıkladığımız gibi vakıanın bizzat kendisini de ifade edebilir. Ne olursa olsun, Komünistlerin sapmalarının temelini, onların maddeyle ilgili ön bilgileri göz ardı etmeleri oluşturur. Onları büyük bir sapmanın içine sürükleyen, bu faktördür. Zira ön bilgiler, akıl konusunun, yani aklî eylemin özü ve temelidir.

“Ön bilgiler”i özetlersek, diyebiliriz ki; salt “his”ten düşünce meydana gelmez. Salt “his”ten sadece ortaya çıkar. Zira his artı his artı milyon kere his eşittir yine histir. Hissetme sayısı ne kadar çoğalırsa çoğalsın sonuç değişmez ve sadece histen düşünce oluşmaz. İnsanda düşüncenin oluşması için, insanın “hissettiği” madde aracılığıyla yorum yapabilmesine imkân verecek olan “ön bilgiler”e sahip olması gerekir. Aramızda bulunan herhangi bir insanı ele alalım. Bu kişiye Süryanice bir kitap verelim ve bu kişi, Süryanice'yle ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmasın. Kişinin “his”sini, görme ve dokunma duyuları aracılığıyla kitaptaki yazılara yöneltelim. Bu işlemi milyonlarca kez tekrarlayalım. Böyle bir durumda kişinin Süryanice'yle ilgili bilgi sahibi olmasını sağlayacak bir tek kelime bile bilmesi mümkün değildir. Oysa kendisine Süryanice hakkında birtakım direkt veya dolaylı bilgiler verildiği zaman, düşünmeye başlayacak ve kitabın muhtevasını algılayabilecektir. Bu durum sadece dillere has bir özelliktir denemeyeceği gibi, dilin insanlar tarafından ortaya konduğu, dolayısıyla bir dili bilmek için o dille ilgili ön bilgilere sahip olmanın şart olduğu da ileri sürülemez. Çünkü amaçlanan ister bir hüküm ortaya koymak olsun ister bir göstergeyi veya hakikati anlamak olsun, konu aklî bir eylemle ilgilidir. Aklî eylem ise tüm unsurlarda aynı işlevi görür. Herhangi bir mesele hakkında akıl yürütmek ile bir soğan hakkında akıl yürütmek arasında fark yoktur. Bir kelimenin anlamını kavramak, bir vakıayı kavramakla eşdeğerdir. Bunların her biri aklî bir eyleme gereksinim duyar. Aklî eylem ise, her şeyde, her meselede ve her vakıada aynıdır.

 

Dil ve vakıa hakkında gereksiz bir tartışmaya meydan vermemek için, doğrudan doğruya vakıayı ele alalım. Sözgelimi hissi gelişmiş, fakat ön bilgilere sahip olmayan bir çocuğun önüne birer parça altın, bakır ve taş koyalım. Çocuğun hissini bu şeyler üzerinde yoğunlaştıralım. Hisleri ne denli tekrarlanırsa tekrarlansın, ne denli çeşitlilik kazanırsa kazansın, çocuğun söz konusu nesneleri idrak etmesi imkânsızdır. Fakat çocuğa bu nesneler hakkında ön bilgiler verildiği taktirde, çocuk hissini kullandığında bu bilgiler devreye girecek, nesneleri algılayabilecektir. Aynı çocuk büyüyüp yirmi yaşına varacak olsa ve hâlâ ön bilgilerden yoksunsa, tıpkı doğduğu ilk günkü gibi eşyaları sadece sezmekten ileri gidemez. Beyni ne kadar gelişirse gelişsin, nesneleri idrak edemez. Zira onun eşyaları idrak etmesini sağlayan şey, beyin değil; hissettiği vakıayla ilgili beyninde bulunan ön bilgilerdir. Aynı şekilde hayatında hiç aslan, terazi, köpek ve fil gibi varlıkları görmemiş ve duymamış olan dört yaşındaki bir çocuğu ele alalım. Ona bir aslan, bir terazi, bir köpek, bir fil veya bu varlıkların birer resimlerini gösterelim. Sonra çocuğa bunlardan her birini tanımasını, adını söylemesini ve her birinin ne olduğunu göstermesini talep edelim. Böyle bir durumda çocuk söz konusu nesneleri tanıyamayacak, her biri hakkında aklî bir eylemde bulunamayacaktır. Bu çocuğa bu varlıklardan hiçbirinin kendisini veya resmini göstermeden isimlerini ezberletip sonra kendisinden isimlerini ezberlediği bu varlıkları teker teker göstermesini talep ettiğimiz takdirde, sonuç değişmeyecek ve çocuk hangi ismin hangi varlığa ait olduğunu ayırt edemeyecektir. Fakat ne zaman ki çocuğa her bir varlığı veya resimlerini teker teker gösterip varlıkla onun ismi arasında bir bağ kurarak ezberletilir, işte o zaman çocuk her bir varlığı ismiyle tanıyabilir, yani hangisinin aslan, hangisinin terazi olduğunu idrak edebilir ve hata yapmadan onları gösterebilir. Bundan sonra çocuğu şaşırtsanız dahi, o, aslanın aslan, terazinin terazi olduğunda ısrar edecektir. Demek ki sorun gerçekte ne madde ne de maddeyi hissetmekle ilgilidir. Meselenin özü, söz konusu maddeyle ilgili ön bilgiler, yani kişinin madde veya vakıa hakkında önceden sahip olduğu bilgilerle ilgilidir. Zira doğrudan veya dolaylı olarak vakıaya ilişkin ön bilgiler, Aklî eylemin temel, vazgeçilmez koşuludur. “aklî Algılama” açısından durum bundan ibarettir.

“İçgüdüsel Algılama” ise, içgüdüler ve organik ihtiyaçlardan doğar. Bu noktada hayvan ile insan arasında bir fark yoktur. Tıpkı eşeğin arpanın yenip toprağın yenmediğini bilmesi gibi, insan da tekrar ve deneyim kazanma yoluyla elmanın yendiğini, taşın ise yenmediğini bilir. Ancak bu ayırt etme bilgisi, ne düşünce ne de algılamadır. söz konusu ayırt etme bilgisi, hem insanda hem de hayvanda bulunan içgüdüler ve organik ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle duyu organları vasıtasıyla, maddenin beyne taşınmasının yanı sıra, ön bilgiler var olmadıkça bir düşünce meydana gelemez.

 

Pek çok kişi, ön bilgilerin bazen insanın kişisel deneyimlerinden bazen de öğrenme yoluyla oluştuğunu söyleme noktasında yanılgıya düşmüştür. Onlara göre, tecrübelerin bizzat kendileri bilgileri meydana getirirler. Aklî eylemi ortaya çıkaran da ilk tecrübelerdir. Oysa bu yanılgıyı bertaraf etmek için sadece ilişkilendirme özelliği bakımından insan beyniyle hayvan beyni arasındaki farkı görmek, içgüdüler ve organik ihtiyaçlar ile eşyaya ilişkin verilen hüküm arasındaki bağa dikkat etmek yeterlidir. Hayvan beyni ile insan beyni arasındaki farka gelince; hayvan beyni bilgiler arasında ilişki kurma özelliğinden yoksundur. Fakat hayvan beyni özellikle sürekli tekrar edildiği zaman hatırlama ve çağrışımda bulunma özelliğine sahiptir. Hayvanın doğal bir biçimde gerçekleştirdiği bu “hatırlama”, içgüdü ve organik ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Bundan başka hiç bir özelliği yoktur. Örneğin; zil çalıp arkasından köpeğe yemek vermek adet haline getirildiğinde, her zil çalışında köpek zilin ardından yemeğin geleceğini anlar ve bu yüzden salyası akmaya başlar. Aynı şekilde bir eşek dişisini gördüğünde cinsel güdüleri kabarır, ancak aynı eşek dişi bir köpek gördüğünde cinsel güdüleri harekete geçmez. Yine sığır otlarken zehirli otlardan ve kendine zarar verecek bitkilerden sakınır. Bu ve buna benzer örnekler gösteriyor ki, burada “içgüdüsel olarak ayırt etme” söz konusudur. Bazı hayvanların birtakım hareketleri yapması veya birtakım eylemlerde bulunması, içgüdü, akıl ve algılamayla ilgili olmayıp bu hareketler taklit ve hatırlatmanın ürünüdür. Zira hayvan beyninde bilgiler arasında bağ kurma yeteneği yoktur. Hayvan beyni, çağrışımlar yapmaya ve içgüdüsel olarak ayırt etme yeteneğine sahiptir. Çünkü hayvan, içgüdüye bağlı olan her şeyi hisseder. Hayvanın hissettiği her şey, hele hele bu his tekrarlanmışsa, onda çağrışım yapar. İster hisle, ister çağrışımla olsun, hayvan içgüdüsüne bağlı şeyleri doğal olarak yapar. İçgüdüye bağlı olmayan şeyleri hissettiğinde doğal olarak bir eylemde bulunmaz. Fakat bu his sürekli tekrarlandığında ve kendisinde çağrışım yaptığında, hayvan bu eylemi doğal olarak değil, taklit ve hatırlama yoluyla kazanır.

Gönderi tarihi:

Devam...

 

İnsan beyni açısından durum tam tersidir. İnsan beyni, çağrışım dışında bilgiler arasında bağ kurma yeteneğine de sahiptir. İnsan, Bağdat'ta gördüğü bir adamı on yıl sonra Şam'da gördüğünde onu hatırlar. Fakat adam hakkında bilgi sahibi olmadığı için Şam'da bulunmasına bir anlam veremez. Eğer Bağdat'ta gördüğü zaman adam hakkında bilgilenmiş olsaydı, daha sonra Şam'da gördüğünde, önceden sahip olduğu bilgilere dayanarak orada bulunuşuna bir anlam verebilirdi. Fakat hayvan çağrışımla bu adamı hatırlasa bile, onun Şam'da bulunmasına bir anlam veremez. Hayvan, bu adamı gördüğü zaman içgüdülerine bağlı olarak hissetme eylemini gerçekleştirir. Zira hayvan, duyular aracılığıyla hatırlama (çağrışım) yeteneğine sahip olmasına karşın, ne kadar çok eğitilirse eğitilsin ve ne kadar çok taklitte bulunursa bulunsun bilgiler arasında bağ kuramaz. Oysa insan beyni hem hisleri hatırlar, çağrışımda bulunur hem de bilgileri ilişkilendirir.

İçgüdüler ve organik ihtiyaçlarla nesneler hakkında yargıya varma arasındaki fark nedir? İnsan, içgüdüleri tekrar yoluyla hatırlama, ve kendisinde bulunan bilgiler arasında bağ kurma özelliği ile hissettiklerinden ve çağrıştırıp hatırladıklarından bilgiler meydan getirebilir. Bütün bunları ancak içgüdü ve organik ihtiyaç ortamında gerçekleştirebilir. Böyle bir ortam olmaksızın bilgiler arasında bağlantı kurma işlevini yerine getiremez. Başka bir ifadeyle, böyle bir ortam olmadan herhangi bir yargıya varmada söz konusu bilgilerle bağ kuramaz. Bu nedenle çoğu kişi, “bilgileri hatırlama” (çağrışım) ile “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” kavramlarını birbirine karıştırmaktadır. Halbuki “çağrışım” sadece içgüdüler ve organik ihtiyaçlar için geçerlidir. “Bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” ise, ister içgüdüler ve organik ihtiyaçlarla ilgili olsun isterse bir konu hakkında yargıya varmakla ilgili olsun her şey için geçerlidir. “Ön bilgiler”, “bilgileri birbirleriyle ilişkilendirmek” için mutlaka gereklidir. İnsan ile hayvan arasındaki fark bu noktada ortaya çıkar. Nasıl ki insan, tahtanın suya batmayışından geminin tahtadan yapılabileceğini anlıyorsa; aynı şekilde maymun, ağaçta asılı bulunan bir muzu indirmenin sopa veya benzeri bir şeyle mümkün olduğunu anlamaktadır. Bütün bunlar içgüdüler ve organik ihtiyaçlarla ilgilidir. Burada “ilişkilendirme”den bilgiler elde edilmiş olmasına karşın, söz konusu olan “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” değil, “hatırlama” (çağrışım)'dır. Bu yüzden de “akli eylem” söz konusu değildir. Gerçek bir “akli eylem” den söz edilebilmesi için, nesneler hakkında yargıya varmak gerekir. Ancak bu durumda akıl veya düşünceden söz edilebilir. Nesneler hakkında yargıya varmak ise, ancak bilgileri önceden sahip olunan bilgilerle, yani ön bilgilerle ilişkilendirmekle mümkündür. Bu bağlamda akıl, düşünce, yani “akli eylem”in var olabilmesi için, kendisiyle bağ kurma işlemi gerçekleştirilecek olan ön bilgilerin var olması gereklidir.

 

Çoğu kimse, beynin maddeye yansıdığını veya insanın maddeyi hissederek düşünme ve aklî eylemi gerçekleştirdiğini ispatlamak için, ilk insanın tecrübeleriyle ve bu tecrübelerden bilgiler meydana getirerek düşünceyi nasıl oluşturduğunu anlatmaya çalışırlar. Söz konusu olanın yalnızca “hatırlama” (çağrışım) olduğu, burada “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme”nin söz konusu olmadığı, konunun içgüdülerle ilgili olduğu ve bunlarla yargıya varmanın mümkün olmadığı şeklinde yukarıda belirttiğimiz ifadeler bu tezi çürütmek için yeterli olmasına rağmen asıl mesele ne ilk insandır ne de ilk insanla ilgili varsayımlar veya tahminlerdir. Burada asıl mesele ilk insan veya son insan değil, insan gerçeğidir. Günümüzün insanını ilk insana, yani burada olanı burada olmayana kıyaslamak yerine; ilk insanı ele alıp gördüğümüz hissettiğimiz günümüz insanına kıyaslamak daha akıllıca bir davranıştır. Böylece bugünkü insanı özümseyip algılamakla her insan, hatta ilk insan algılanmış olur. Bu gerçeği her zaman göz önünde bulundurmak gerekir. Zira günümüz insanı somut olarak gözümüzün önündedir. O halde önce insanın içgüdüler ve yargıya varmakla ilgili aklî eylemini irdelemek, sonra da “hatırlama” (çağrışım), “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” ve her iki kavram arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Bu farka dikkat ettiğimizde görürüz ki, insanın aklî bir eylemi gerçekleştirmesi için ön bilgilerle bağ kurması şarttır. Fakat hissin hatırlanması (çağrışım), hem insanda hem de hayvanda bulunmaktadır ve bu durumda aklî eylem, akıl yürütme ve düşünceden söz edilemez. Nesneleri henüz tanımayan, nesneler hakkında henüz bilgilere sahip olmayan, fakat bu bilgilere sahip olması mümkün olan küçük çocuğun bu durumu, aklın anlamını ortaya koyan en doğru kanıt olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu bağlamda akıl sadece insanda vardır. Aklî eylemi yalnızca insan gerçekleştirebilir. Ancak içgüdüler ve organik ihtiyaçlar, bunları sezme, hissetme ve hissedilenleri hatırlama (çağrışım) açısından insan ile hayvan arasında bir fark olmamasına rağmen, bunların hiç birisi ne akıl, ne algılama ne düşünce, ne de akıl yürütmedir. Burada “içgüdüsel olarak ayırt etme” den başka bir şey söz konusu değildir. “Aklî Algılama” ise bambaşka bir şeydir. Akıl, bilgileri birbiriyle ilişkilendirme özelliğine sahip bir beynin varlığını gerektirmektedir ki bu özellik sadece insanda mevcuttur. O halde aklî eylem, “ilişkilendirme” yeteneğinin varlığıyla mümkündür. “İlişkilendirme” yeteneği ise, ancak bilgiler ile madde arasında bağ kurmakla mümkün olur. Bu nedenle ister ilk insanda olsun isterse günümüz insanında olsun aklî eylemin söz konusu olabilmesi için madde ile ilgili ön bilgilerin varlığından söz etmek gerekir ki bu bilgiler maddeden önce zaten vardır. İlk insanın önüne madde sunulmadan önce, bu madde hakkında önceden edinilen bilgilere (ön bilgilere) sahip olması gerekmez mi? Allah'ın ilk insan Adem hakkında söylediği “...Ve O, Adem'e her şeyin ismini öğretti” şeklindeki yüce sözü ve ardından buyurmuş olduğu “Ey Adem! Bu şeylerin isimlerini onlara bildir” yüce sözü de ön bilgilerin aklın oluşmasındaki önemine işaret etmektedir. O halde ön bilgiler, “aklî eylem”in gerçekleşip bir anlam kazanması için vazgeçilmez unsurdur.

Komünist düşünürler, aklı anlamaya çalışırken, aklî eylemin gerçekleşmesi için madde ve beynin gerekliliğini kavramakla buraya kadar doğru bir metot izlemişlerdir. Ancak sorun onlar için bu noktadan sonra başlamıştır ki, beyni maddeyle ilişkilendirerek bu ilişkiyi “his/duyum”la değil, “yansıma”yla ifade ederken hataya düşmüşlerdir. “Aklî eylem”in gerçekleşmesi için ön bilgilerin var olması zaruretini inkâr etmekle de tamamen yanılgıya düşmüşlerdir. Zira söz konusu ön bilgiler olmadan Aklî eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bütün bu söylenenler doğrultusunda aklı kesin ve kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde anlamanın yolu, şu dört unsurun birlikte bir arada bulunmasından geçer. Bunlar:

1- Madde veya vakıa

2- Sağlıklı beyin

3- His

4- Ön bilgiler

Buna göre akıl, düşünce veya idrak; vakıayı hissetme olgusunun duyu organları vasıtasıyla beyne taşınması ve beynin bu vakıayı ön bilgilerle yorumlamasıdır.

İşte aklın yegâne doğru tanımı budur. Bunun dışında bir başka tarifi yoktur. Bu, akıl olgusunu sağlıklı bir biçimde niteleyen ve her asırda tüm insanları bağlayabilecek tek tanımdır.

 

TEFEKKÜR

Kesin ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde aklın tanımını yaptıktan sonra, düşünceye ulaşmak için aklın nasıl bir yol izlediğini, yani düşünceleri nasıl ürettiğini ortaya koymak gerekir. Buna, “düşünme metodu” diyoruz. “Düşünme metodu”nun yanı sıra bir de “düşünme üslubu” vardır. “Düşünme üslubu” nesnenin nasıl araştırılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Söz konusu nesne somut-maddi bir nesne olabildiği gibi, maddi olmayan bir nesne veya bir şeyi araştırmayı gerektiren araçlar da olabilir. Bu nedenle “üsluplar”, nesnenin türüne, değişme ve farklı şekillerde meydana çıkma özelliğine göre değişip farklılık gösterirler. “Düşünme metodu” ise, doğası ve gerçekliğine bağlı olarak aklî eylemin, yani akıl yürütme eyleminin nasıl gerçekleştiğini ifade etmektedir. Bu nedenle “düşünme metodu” değişmez, olduğu gibi kalır. Bunun doğal bir sonucu olarak da değişip farklı biçimlerde ortaya çıkmaz. “Düşünme üslubu” her ne kadar değişirse değişsin, “düşünme metodu”nda süreklilik ve değişmezlik esastır.

“Düşünme metodu”, aklın her türlü düşünceyi üretme biçimidir. Bu, aynı zamanda aklın da tanımı olup, hiçbir şekilde akıl olgusuyla çelişen bir tanım değildir. Bu nedenle “düşünme metodu” “aklî metot” olarak da adlandırılabilir. “Aklî metot”; hakkında araştırma yapılan şeyin, nesnenin, konunun hakikatını, hissin maddeyi duyular aracılığıyla beyne taşımasıyla anlamayı hedefleyen ve maddeyi yorumlamasına imkân verecek ön bilgilerin sonucu olarak beynin bir yargıya varmasını sağlayan belli bir araştırma metodudur. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere beynin bir yargıya varması, “düşünme” veya “aklî kavrama”dır. “Aklî metot”; fizik gibi pozitif bilimlerde ideoloji ve yasama gibi fikri konularda, edebiyat ve fıkıh, gibi sözel konularda yapılan araştırmalarda kullanılabilir. Bu metot, “kavrama”ya ve kavrama eylemine götüren doğal bir metot olup tanımı aklın tanımıyla örtüşmektedir. Kişinin bu metotla bir insan olarak daha önce kavradığı bir şeyi tekrar kavraması veya kavramak istediği şeyi özümsemesi mümkündür.

Görüldüğü gibi “aklî metot” düşünmenin yegâne metodudur. “Bilimsel metot”, “mantıksal metot” gibi düşünme metotları, “aklî metot”un birer dallarıdır. “Bilimsel” ve “mantıksal” metot, bir şey, bir konu hakkında araştırma yapmanın herhangi bir üslubu veya aracı olup düşünce için esas metot değildir. Düşünmenin yegâne metodu, yalnızca “aklî metot”tur.

Ancak “aklî metot”u tanımlarken bir şey hakkındaki “ön-görüşler” ile “ön bilgiler”i ayırmak gerekir. Zira “aklî metot”ta esas olan, maddeyle ilgili herhangi bir ön-görüşün veya ön görüşlerin değil, ön bilgilerin var olmasıdır. Burada önemli olan görüşlerin değil, bilgilerin varlığıdır. Maddeyle ilgili önceden var olan görüşün ya da görüşlerin düşünme eyleminde kullanılması doğru olmaz. Düşünme eyleminde yapılması gereken, söz konusu görüşün düşünceye müdahalesini engelleyip sadece ve sadece bilgilerin kullanılmasıdır. Çünkü ön-görüş, yanlış kavramaya yol açabilir. Ön görüşler, bilgilere zaman zaman musallat olduklarından bu bilgiler yanlış yorumlanabilir ve dolayısıyla kavramada hataya düşülebilir. Bu yüzden “ön görüşler” ile “ön bilgiler”i dikkatle ayırt etmek ve düşünme eyleminde sadece bilgileri kullanıp görüşlerden uzak durmak gerekir.

“Aklî metot”, doğru bir şekilde kullanıldığında yani vakıayı hissetme olgusunun duyu organları aracılığıyla beyne ulaştırılması ve vakıanın ön bilgiler -ön görüşler değil- vasıtasıyla yorumlanması sonucunda beyin bu vakıa hakkındaki yargısını ortaya koyar.

Fakat her şeyden önce araştırmacının aklî metotla vardığı sonuca bakılır. Eğer söz konusu sonuç nesnenin varlığıyla ilgili bir yargıya varmaktan ibaretse bu, hiç bir şekilde hatanın sızmadığı “kesin” bir sonuçtur. Zira bu durumda maddeyi hissetme yoluyla bir yargıya varılmıştır ki, söz konusu his maddenin varlığı konusunda yanılgıya düşmez. Duyuların maddeyi algılaması “kesin” olduğundan dolayı aklın bu yolla maddenin varlığıyla ilgili çıkardığı hüküm kesindir. Fakat sonuç nesnenin özü veya niteliğiyle ilgili bir yargıdan ibaretse, bu durumda “zanni” (kanaatle ilgili, tahmini) bir sonuç söz konusu olup hataya düşmeye elverişlidir. Çünkü burada bilgiler veya bu bilgilerin paralelinde somut maddeyle ilgili tahliller aracılığıyla bir yargıya varılmasından dolayı bu yargıya hatanın sızması mümkündür. Ancak bu yargının yanlışlığı ortaya çıkmadığı sürece isabetli ve sağlıklı bir düşünce olarak kalır. Bundan dolayıdır ki aklın, “aklî metot”la meydana getirdiği düşünceler; inançlar ve ideolojiler gibi nesnenin varlığına ilişkin ise, bu düşünceler “kesin” düşüncelerdir. Fakat şer'i hükümler gibi nesnenin gerçekliğine veya niteliğine ilişkin bir yargıya varma ile ilgiliyse, bu durumda “zanni” (kanaatle ilgili, tahmini) düşünceler söz konusudur. Başka bir ifadeyle “şu şeyin hükmü şudur” şeklinde baskın bir kanaatten veya tahminden söz edilebilir. Zanni düşünce, doğru ya da yanlış olması muhtemel olmakla beraber, yanlışlığı ortaya çıkmadığı sürece doğru olmaya devam eden düşüncedir.

Tanımı doğru veya yanlış yapılmış olsa da “aklî metot” insanın düşüncesini insan olarak gerçekleştirdiği, nesneler hakkında bir yargıya vardığı ve söz konusu nesnenin gerçekliğini ve niteliğini kavradığı yöntemdir. Ancak Batı dünyası -ki bundan Avrupa, Amerika ve Rusya kastedilmektedir- Avrupa'daki “Sanayi Devrimi”yle birlikte deneysel bilimlerde benzeri görülmemiş bir başarı kazanarak 19. yüzyıldan günümüze kadar bu alanda tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Batı dünyası, “bilimsel metot” olarak adlandırdığı deneysel bilimlerle ilgili araştırma üslubunu düşünce için yegâne metot olarak lanse etmeye çalışmıştır. Artık Batı bu yöntemi, düşüncenin temelini oluşturan “düşünme metot”u olarak empoze etmektedir. Komünistler de Batı dünyasının lanse ettiği bu yöntemi hem deneysel bilimlerde hem de deneysel olmayan bilimlerde kullanmayı benimsemişlerdir. Aynı şekilde Amerikan bilim adamları da Avrupalı düşünürlerin bu yöntemini takip ederek çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu yöntem, Batının ve ardından Sovyetler Birliği'nin dünya ülkelerine hâkimiyet kurmaları sonucu, bütün dünya insanlarını etkisi altına almıştır. Bunun bir sonucu olarak İslâm toplumlarının da bilimsel düşünceleri ve bilimsel metodu kutsallaştırdığını görmek mümkündür. Tüm bu sebeplerden dolayı, “bilimsel metot”a açıklık kazandırma zarureti doğmaktadır.

 

“Bilimsel metot”, nesne üzerinde yapılan deneylerin yardımıyla, bu nesne hakkında yapılan araştırmanın gerçekliğini ortaya koymayı hedefleyen, belli bir araştırma metodudur. Bu metot, sadece deneysel bilimlere özgü olan, yalnızca somut maddeler hakkında yapılan araştırmalarda kullanılan bir yöntemdir ve dolayısıyla birtakım düşünceler meydana getirmekten acizdir. “Bilimsel metot”, maddeyi, maddenin temel koşulları ve faktörleri dışındaki ortamlara sokarak söz konusu maddenin temel koşullarıyla laboratuarlarda kendisine kazandırılan yeni koşulları bir arada gözlemlemek ve madde üzerinde yapılan bu işlemde somut olan maddi bir gerçeklik ortaya çıkarmaktan ve bu konuda bir sonuca varmaktan ibarettir.

Bu metot, hakkında araştırma yapılan nesneyle ilgili bilinen tüm ön bilgileri göz ardı ederek nesne hakkında deney ve gözleme başlamayı öngörür. Metot gereği, eğer bir araştırma yapmak istiyorsanız, bu konuda sahip olduğunuz tüm görüşleri, tüm inançları unutmanız ve bilimsel öncülleri meydana getiren “deney ve gözlem”, “ölçme ve değerlendirme” ve “bir sonuca varma” işlemlerine başlamanız gerekmektedir. Eğer bu işlemlerden sonra bir sonuca varmışsanız, bu teziniz çürütülmediği sürece “bilimsel bir sonuç” olarak kalmaya devam edecektir. Araştırmacının “bilimsel metot”la ulaşmış olduğu sonuç, “bilimsel bir gerçek” veya “bilimsel bir kanun” olarak adlandırılsa da, söz konusu sonuç “kesin” bir sonuç olmayıp her an çürütülebilir “zanni” (kanaate dayalı, tahmini) bir sonuçtur. Bilimsel metotla ortaya konan bir tezin çürütülebilirlik özelliği, bilimsel araştırmada göz önünde bulundurulması gereken bir husustur.

İşte “bilimsel metot” bundan ibarettir ve irdelendiğinde bir “metot” olarak ortaya atılması yanlış değildir. Bir metotta değişmezlik ilkesi esas olduğuna göre ve “bilimsel metot” araştırmada sürekli ve belirli bir yöntem olduğuna göre bir “metot” olduğu kesindir. Ancak “bilimsel metot”un düşünceye temel alınması yanlıştır. Zira “bilimsel metot”, düşünce üzerine kurulu olmayıp bu temelin sadece bir parçasıdır. Eğer “bilimsel metot”u düşüncenin temeli olarak kabul edersek, pek çok bilgi ve gerçeği bir kenara atmak gerekir. Böyle bir hareket ise, fiilen var olmasına ve algıyla somut olarak hissedilmesine rağmen, içinde gerçekleri barındıran bir çok bilginin yokluğuna hükmetmeye neden olur.

“Bilimsel metot”, düşünce için temel yöntem olmamasına rağmen, doğru bir yöntemdir. Dahası, düşüncenin üsluplarında sürekliliği olan bir yöntemdir. “Bilimsel metot”, soyut maddeye uygulanması mümkün olmayan, deneylerle maddenin gerçekliğini ortaya çıkarmak amacıyla sadece somut maddeye uygulanabilen, sadece deneysel bilimlere özgü bir yöntemdir.

“Bilimsel metot”un düşünce için temel olmayacağı fikrinin altında şu iki neden yatmaktadır:

 

1- “Bilimsel metot”un uygulanabilmesi için kesinlikle ön bilgilere ihtiyaç vardır. Çünkü ön bilgiler olmadan düşünmek mümkün değildir. Elinde ön bilgi olmadan ne fizikçi, ne kimyager ne de laboratuvarda araştırma yapan bilim adamı düşünme eylemini gerçekleştiremez. “Bilimsel metot”u kullananların; “laboratuvara girerken tüm ön- bilgilerden soyutlanmak gerekir” şeklindeki düşünceleriyle kastetmek istedikleri, ön bilgilerden değil, ön görüşlerden/ön yargıdan soyutlanmaktır. Başka bir ifadeyle bilimsel metodun gereği olarak araştırmacının, araştırma yaparken kendisini her türlü öncül görüş ve inançtan soyutlaması ve bilimsel öncülerin gereği olan “deney ve gözlem”, “ölçme ve değerlendirme” ve “sonuç” işlemlerine sırasıyla başlaması gerekir. Ancak “bilimsel metot” deney, gözlem ve sonuçtan ibaret olsa da, bilgilerin yokluğunda bu işlemler yapılamaz. Bilgiler ise, ne deneyle ne de gözlemle elde edilirler, maddenin duyular aracılığıyla beyne taşınmasıyla elde edilirler. İlk kez yapılan bilimsel bir araştırmada ilk bilgiler henüz meydana gelmediklerinden bunların deneysel bilgiler olması mümkün değildir. İlk bilgilerin oluşması için maddenin duyular vasıtasıyla beyne taşınması, yani “aklî metotla” oluşması gerekmektedir. Bu nedenle “bilimsel metot” temel olamaz. Ancak “aklî metot” temel olabilir. “Bilimsel metot” düşüncenin temeli olan “aklî metot”un bir dalı olarak kabul edilebilir. Bundan dolayıdır ki “bilimsel metot”un düşünce için temel kabul edilmesi büyük bir yanılgıdır.

 

Devam...

 

2- “Bilimsel metot” hiçbir şeyin maddi ve somut olmadan var olmayacağını öngörür. Bu durumda elle tutulup gözle görülmediğinden ve deneye de dayanmadığından; mantık, tarih, fıkıh, siyaset ve “aklî metot”la sabit olan birçok bilgi var olmaz. Aynı yaklaşımla Allah'ın, meleklerin, şeytanların ve daha bir çok varlığın inkârı gerekir. Çünkü bunların hiç birinin varlığı bilimsel olarak, yani madde üzerinde yapılan deney-gözlem-sonuç işlemleri vasıtasıyla ortaya çıkarılmamıştır. İşte en büyük yanılgı burada karşımıza çıkmaktadır. Çünkü tabii bilimler bilgi ve düşüncenin sadece bir türüdür. Hayatta “bilimsel metot”la sabit olmayan, ancak “aklî metot”la ispatlanabilen pek çok bilgi vardır. Mesela Allah'ın varlığı, “aklî metot”la kesin bir şekilde ispatlanabilir. Aynı şekilde melek ve şeytanların varlığı da “aklî metot”la kesin olarak tespit edilmiş subutu ve delaleti kat'i olan bir nassla sabittir. İşte bütün bu nedenlerden ötürü “bilimsel metot”un düşünce için temel olması doğru değildir. Bu metodun kesin delillerle kesin olarak var olan bir şeyi ispatlamaktan aciz kalması, söz konusu metodun düşünceye temel teşkil edemeyeceğinin apaçık bir kanıtıdır.

Bunun ötesinde bilimsel metotla ileri sürülen bir tezin çürütülebilir özelliğe sahip olması da bilimsel araştırmada göz önünde bulundurulması gereken bir husustur. Bilimsel metodun ortaya koyduğu “bilimsel gerçekler” olarak adlandırılan pek çok tezin çürütülmesinden sonra fiilen hatalar ortaya çıkmıştır. Örneğin, bilimsel metotla başlangıçta “atom, maddenin bölünmeyen en küçük parçasıdır” deniyordu. Fakat daha sonra yine aynı bilimsel metotla atomun bölündüğü ispatlanmış, ilk tezin yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde başlangıçta bilimsel metotla maddenin yok olmayacağı söylenirken, daha sonra yine bilimsel metotla maddenin yok olabileceği ispatlanmış, ilk tezin yanlışlığı ortaya çıkmıştır. “Bilimsel gerçek” veya “bilimsel teori” olarak adlandırılıp daha sonra yine bilimsel metotla yanlışlığı ispat edilmiş, çürütülmüş olan bunun gibi pek çok örnek vardır. Demek ki bilimsel metodun ortaya koyduğu sonuçlar “kat'i/kesin” değil, “zanni”dir. Maddenin varlığı, özelliği ve gerçekliği ile ilgili “zanni” sonuçlar veren bir metodun düşünceye temel teşkil etmesi ise doğru değildir. Ancak bu noksanlıklarına rağmen, “bilimsel metot” düşünce metodunun bir türü olup yalnızca deneysel (pozitif) bilimlerde kullanılabilir. Gözlem, deney, ölçme ve değerlendirmeye uygun olmayan alanlarda kullanılması mümkün değildir.

 

Her ne kadar “bilimsel metot”a dayalı olarak birtakım düşünceler ortaya çıkarmak ve bu konuda bir sonuca varmak mümkün ise de, “bilimsel metot” tek başına yeni bir düşünce ortaya çıkarmaz. Yeni bir düşünce ortaya çıkarıp bu konuda bir sonuca varmak ancak “aklî metot”la mümkündür. “Bilimsel metot”la eldeki verilere dayalı olarak birtakım düşünceler ortaya konabilir, ancak bu düşünceler “inşai” (ilk kez üretilen) fikirler değil, “istinbati” (eldeki verilerden yola çıkarak bir sonuca varma) fikirlerdir.

 

“İnşai” düşünceler, aklın doğrudan doğruya aldığı düşüncelerdir. Örneğin; Allah'ın varlığını bilmek, toplumcu düşüncenin bireyci düşünceden üstün olduğunun farkına varmak, odunun yandığını, yağın su yüzeyinde toplandığını ve kişinin düşüncesinin toplumun düşüncesinden daha güçlü olduğunu bilmek gibi düşünceler, aklın doğrudan doğruya aldığı, sahip olduğu, ürettiği düşüncelerdir. Oysa “inşai” olmayan düşünceler, yani “bilimsel metot”un ortaya koyduğu “istinbati” düşünceler, aklın bir etki olmaksızın doğrudan doğruya sahip olduğu düşünceler değildir. Bilimsel metot, aklın geçmişte kabul ettiği bu düşünceleri deneylerle birlikte ele almıştır. Örneğin; suyun oksijen ve hidrojenden meydana geldiği, atomun parçalandığı ve maddenin yok olduğu gibi bilgiler akıl tarafından doğrudan doğruya alınıp ilk kez meydana getirilmemiştir. Bu bilgiler, geçmişte aklın ortaya koyduğu düşüncelerden alınarak söz konusu düşüncelerle birlikte denenmiş, nihayet bir sonuca varılarak elde edilmiş bilgilerdir. Burada söz konusu olan, yeni bilgilerin icat edilmesi değildir. Söz konusu olan, deney yoluyla mevcut düşüncelerden bir sonuç ortaya koymaktır. Demek ki “bilimsel metot” bir düşünceyi sonuçlandırabilir, fakat yeni baştan icat edemez. Dolayısıyla düşüncenin temelini oluşturmaması son derece doğaldır. Bütün bu gerçeklere rağmen, Batı dünyası, yani Avrupa ve Amerika -Rusya da buna dahildir- “bilimsel metot”a o kadar güvenmiştir ki, özellikle 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında bunu bir tabuya dönüştürmüştür. Bu sapma öyle bir düzeye gelmiştir ki, düşünmenin metodu dendiğinde bilim adamlarının akıllarına sadece “bilimsel metot” gelmiş, doğru ve sağlıklı araştırmanın sadece bu metotla yapılabileceğine inanarak her şey ama her şey hakkında bu metotla bir yargıya varılabileceğine dair yanlış bir kanaate sahip olmuşlardır. İş öylesine çığırından çıkmış ki bu metot, yaşam ve topluma ilişkin alanlarda bile kullanılır olmuştur. İnsan ve toplumla ilgili birtakım bilgilerde bilimsel metot tekniği kullanılarak “aklî” araştırmalar yapılmış, bunlara bilim kisvesi giydirilmiştir. Bütün bu yanılgıların altında ise “bilimsel” metodun genelleştirilmesi ve düşünce için temel olarak ele alınması yatmaktadır.

Komünist düşünürler, hayata bakış açılarında, hayat ve toplumsal sistemde “bilimsel metot” çerçevesinde hareket ederek, “toplum”u ve “doğa”yı, laboratuarda inceleme konusu olan materyalle kıyaslayarak korkunç hatalara düşmüşlerdir. Bu yanılgıları iki noktada irdeleyebiliriz:

 

1- Hatalarının birinci nedeni, “bilimsel metot”u izlemeleriyle ilgilidir. Komünist düşünürlerin “doğa”ya bakış açıları; doğanın bölünmez bir bütün olduğu, sürekli değişim halinde bulunduğu ve bu değişimin hem maddede hem de olaylarda determinist diyalektik vasıtasıyla gerçekleştiği şeklindedir. Onlara göre “diyalektik”, düşüncenin temellerinden birini teşkil etmektedir Halbuki söz konusu “diyalektik” birtakım şeylerde mevcutsa da her şey de mevcut değildir. Örneğin; ölü ve canlı hücrelerden müteşekkil oldukları gerekçesiyle canlılarda var olduğunu ileri sürdükleri “diyalektik”, aslında mevcut değildir. Canlılardaki ölü ve canlı hücreler, onlarda “diyalektik” olduğu anlamına gelmez. Varlıkların doğup ölmesinde, yok olup var olmasında “diyalektik” yoktur. Zira bu durum, hücrenin güçlülüğü veya zayıflığı, ne derece bağışıklık gücüne sahip olduğuyla ilintilidir. Bu ise “diyalektik” değildir. Öte yandan cansız varlıklar yok olurlar, fakat doğmazlar. Buna rağmen bütün varlıklarda “diyalektik” olduğunu ileri sürmeleri gariptir. Eşyada (varlıklarda) “diyalektik” olduğunu farzetsek bile bu, olaylarda da diyalektiğin mevcut olduğu anlamına gelmez. Alışveriş, kira, ortaklık ve benzeri işlerde herhangi bir diyalektikten söz edilemez. Aynı şekilde namaz, oruç, hac ve benzeri eylemlerde de diyalektikten söz edilemez. İşte Komünistlerin takip ettikleri “bilimsel yöntem” onları özellikle olaylarda, olgularda, böylesi yanlış bir bakış açısına sevk etmiştir. Komünistlerin determinist diyalektik”ten ibaret olduğunu öngören yanlış bakış açıları, Avrupa'da kesinlikle böyle bir diyalektiğin meydana geleceği şeklinde yanlış kanaatlere sahip olmalarına yol açmıştır. Oysa Avrupa gırtlağına kadar kapitalist sistemin içine batmakta ve komünizmden uzaklaştıkça uzaklaşmaktadır. Bu yanılgılarının tek nedeni, hem varlıkları hem de olayları, yani her şeyi “bilimsel metot” çerçevesinde ele almalarıdır.

 

2- İkinci neden ise, toplum ile ilgili görüşlerinde odaklanmaktadır. Onlara göre toplum, belli bir coğrafi ortamdaki insanların nüfus artışı, üretim tarzı ve toplumsal dayanışmalarından meydan gelmektedir. Sonuçta toplumun yapısını, düşüncelerini ve siyasi durumunu belirleyen, onun maddi yaşamıdır. Madem ki maddi yaşam, üretim tarzını etkilemektedir, o halde toplumu etkileyen faktör, üretim tarzıdır. Çünkü üretim araçları, bu araçları kullanan insanlar ve nasıl kullandıklarına ilişkin sahip oldukları bilgiler, toplumun üretici gücünü meydana getirirler. İşte bu üretici güç bir yandan insanların doğaya karşı davranışlarını, ve doğanın üretici güçlerini ifade ederken, diğer yandan da üretim aşamasında insanlar arasındaki ilişkileri belirler. Bu şekilde özetleyebildiğimiz bu düşünceleri yanılgılarla doludur. Çünkü toplum, üretim araçları mevcut olsa da olmasa da insanlardan ve aralarındaki ilişkilerden oluşur. İnsanlar arası ilişkilerin kaynağını “maslahat/çıkar/oportünizm” oluşturur. Bu “çıkar” ilişkilerini üretim araçları değil, tatmin etmek istedikleri arzulara yükledikleri düşünceler belirler. Komünistlerin bu yanılgıları, toplumu laboratuardaki bir madde gibi görmeleri dolayısıyla toplumu adeta bir kadavra olarak kullanmalarından ve maddeye uyguladıkları işlemleri topluma uygulamaya kalkmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü insan, eşyadan farklı yaratılışta bir varlıktır. Ayrıca insanlar arası ilişkiler, olaylar ve olgular laboratuarda incelenen bir madde gibi incelenemez. Bu şekilde incelenip deney ve gözlem yoluyla birtakım teoriler ortaya çıkarıldığında ise, hataya düşmek kaçınılmaz olur. Sözün özü, Komünist düşünürlerin bütün yanılgıları, olaylar, olgular ve insanlar arası ilişkileri irdelerken “Bilimsel metot”u takip etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu da 19. yüzyılda “bilimsel metot”un esiri olmanın bir sonucudur.

 

Batılı bilim adamlarının bir başka hatası ise, “aklî metod”un ürünü olan düşüncelerle “bilimsel metod”un ortaya koyduğu düşünceleri birbirine karıştırmalarıdır. Bu yanılgının sonucu olarak “bilimsel metod”u insanın davranışlarına, hal ve hareketlerine uygulamışlar, psikoloji, sosyoloji ve pedagoji gibi “bilim” dalları meydana getirmişlerdir. Bu bilimlerin bu şekilde ortaya konup adına “bilim” denmesi, bu bariz hatanın sonucudur. Sözgelimi onlar, psikolojiyi “bilim”, psikolojik düşünceleri ise “bilimsel düşünceler” olarak kabul etmektedirler. Bu “bilimsel düşünceler”, farklı yaşlarda farklı koşullarda çocuklar üzerinde yapılan gözlemlerin sonucu olarak elde edilmiş ve söz konusu gözlemler tekrarlandığında ise bunlar “deney” olarak adlandırılmıştır. Gerçekte ise psikoloji ile ilgili düşünceler, “bilimsel” düşünceler değil, “aklî” düşüncelerdir. Bilimsel deneyler yapılırken, maddeye normal koşullar dışında birtakım yeni şartlar yüklenerek yapılan bu işlemin maddeye yaptığı etki gözlemlenir. Başka bir ifadeyle, doğa ve kimya gibi pozitif alanlarda madde nasıl bir deneye tabi tutuluyorsa, bilimsel metodda da aynı yol izlenir. Ancak araştırmaya konu olayın zaman ve durum değişkenleri ile gözlemlenmesi, bilimsel deney kapsamına girmez. Bu bağlamda değişik yaş ve koşullarda gözlemlenen bir çocuğun davranışları bilimsel deney kapsamına girmediği gibi bilimsel metot da sayılamaz. Bu olsa olsa gözlem, gözlemin tekrarı veya gözlemden çıkarılan bir sonuçtur. Bu nedenle psikoloji, “bilimsel metot”un değil, “aklî metot”un alanına girer. Dolayısıyla psikolojinin bilimsel metodun ürünü olan düşüncelerden sayılması yanlıştır. İşte bu yanılgı, “bilimsel metot”un insana uygulanması gibi daha büyük bir yanılgıyı doğurmuştur. Zira “bilimsel metot”un en önemli unsuru, deneydir. Deney ise sadece madde için söz konusudur.

 

Gözleme gelince, gözlem sadece iş, oluş ve hareketin veya birtakım nesnelerin, farklı koşullarda gözlemlenmesi değil, bizzat maddenin ve sahip olduğu asıl koşulların gözlemlenmesidir ki, işte bu aşamadan sonra bir sonucun ortaya çıkması mümkündür. Bu nedenle bilimsel metodun madde ve maddenin sahip olduğu koşullar dışındaki alanlarda uygulanması korkunç yanlışlara ve hatalı çıkarımlara yol açabilecek korkunç bir yanılgıdır. Batılı bilim adamları da “aklî” metotla incelenmesi gereken konuları “bilimsel” metotla incelemeye kalkıp elde ettikleri sonuçları “bilim” veya “bilimsel” düşünceler olarak kabul ederek büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Düştükleri hataları, insanı maddeyle kıyaslamış oldukları pek çok örnekle açıklamak mümkün olmakla birlikte bu hataları bütün çıplaklığıyla anlamak için “içgüdüler” konusunu irdelemek yeterlidir.

Gönderi tarihi:

Bilimselciden, Hayalciye cevap...

 

Felsefede en genel olarak iki yöntem kullanılmıştır:

Metafizik yöntem (akli düşünce)

Bilimsel yöntem (bilimsel-diyalektik düşünce)

 

Metafizik yöntem:

Her şey sabittir. Değişim sadece nicel değişimlerle sınırlıdır. Bir şey ya

şudur, ya budur. Örneğin bir canlı ya hayvandır, ya da bitkidir. Ayrılmaz

olan şeyler birbirinden ayrı düşünülür. Örneğin insanı toplumdan bağımsız

düşünür...

 

Bilimsel yöntem:

Her şey sürekli değişir ve her şey birbiriyle bağlantılıdır. Örneğin toplum

insana, insan da topluma bağlıdır. İnsanın hareketleri toplumun etkisinden

bağımsız değildir.

Değişim karşıtların çelişkileriyle mümkündür. Tez ve anti-tez varsa sentez

kaçınılmazdır...

 

Metafizik yönteme göre her şey bağımsız ve birbirinden ayrıdır.

Bilimselliğe göre ise her şey birbirine bağlıdır.

Örneğin metafizikçi düşünceyi maddeden soyutlar ve madde olmadan düşünce olabileceğini iddia eder.

Bilimselliğe göre madde olmadan beyin olmaz; beyin olmadan da

düşünce olmaz...

 

Metafizikçi birbirinden bağımsız olarak karanlık ve aydınlığı

mutlak anlamda düşünür.

Bilimsel yönteme göre karanlık olmazsa aydınlık,aydınlık olmazsa da karanlık olmaz...

 

Metafizikçiye göre değişim nicelikle sınırlıdır...

Bilimselliğe göre ise nitel değişim mümkündür.

Örneğin bir suya ısı verdiğimizde belli bir sıcaklığa

kadar değişim sadece niceldir.100 dereceden sonra artık değişim

nicel değil niteldir: Su gaz olmaya başlamıştır.

Oksijen ve Hidrojen birleşmeden önce birbirlerinden nitelik olarak

faklıdırlar. Birleştiklerinde ise yine bu ikisinden tamamen ayrı olan su

oluşmuştur...

 

Metafizikçiye göre mesela toplama ve çıkarma birbirinden bağımsız ve

ayrıydır.

Bilimde(a-b=-b+a)dır...

 

Metafizikçiye göre ısı, ışık, madde birbirinden ayrıdır.

Bilimsellikte bunlar birbirine dönüşebilmektedir…

 

Metafizik bakış açısıyla bakan biri inanç ile düşünce birbirinden tamamen

ayrıdır der. Bir insan ya düşünür ya da inanır.

Bilimselliğe göre inanç düşünceden bağımsız değildir...

 

Metafizikçiye göre bilmek ile bilmemek birbirinden kesin olarak ayrıdır.

Fakat Bilimselliğe göre bilmekte daima bir bilgisizlik vardır.

Mutlak bilgisizlik de yoktur.

 

Metafizikçiye göre birşey ya güzeldir ya da çirkin.

Fakat Bilimselliğe göre bir şey güzel ve çirkinlerin senteziyle oluşur.

Buna göre değerlendirilmelidir.

 

Metafizikçiye göre "şeyler" sadece duyu-verileridir.

Bilimselciye göreyse duyu-verilerinin ötesinde bağımsız fiziksel nesneler vardır...

 

Metafizikçiye göre düşünce maddeden önce gelir.

Bilimselci (Fizikçi) düşünceyi maddenin ürünü sayar....

 

Metafizikçi nesnel dünyayı bir bütün olarak yorumlamaya çalışır.

Fizikçiye göre her bir "parçanın" özgün gerçekliği vardır....

 

Metafizikçi herşey "hayaldir" der…

Fizikçi "dikkat et kamyon geliyor" diye karşı görüş bildirir…

 

Metafizikçi duyu-verilerine dayanılarak bütün bir evrenin açıklanamayacağı düşüncesini savunur.

Fizikçi bağımsız fiziksel nesnelerin özgün bir gerçekliği olduğunu ve anlaşılabilir olduğunu söyler...

 

Metafizikçi "şeylerin" gizemli ve doğa üstü olduğunu ileri sürer…

Fizikçi doğa üstü bir güce dayalı açıklamayı reddeder…

 

İyi dileklerimle...

Gönderi tarihi:

Bismillahi Rahmani Rahim.

 

Bu forumdaki ateistlere cevap.

 

”Akli metotun”, ”bilimsel metotun” ve ”mantıksal metotun” rolleri.

 

Bu foruma zaman içerisinde günlük kayıt yaptırıp kısa süreli bir iki yazı yazıp ondan sonra hemen ortadan kaybolan birçok arkadaş var... bunların tespitini dinler bölümünde eski ve yakın tarihli başlılları kontrol ederseniz, görebilirsiniz...Kişi kayıt yaptırmış, bir yazı yazmış, bir dahada foruma hiç girmemişler... Sayın kalkınma sanırım sende ONLARDAN BİRİ DEĞİLSİNDİR..

 

Bize Kendi düşüncelerinmiş gibi gönderdiğin yazılar, "-http://www.network54.com/Forum/277459/thread/1095176234/last-1095244335/k%FCt%FCphaneden+bir+kitap-özgür tartışma forumu' na 'kütüphaneden bir kitap' başlıklı, September 14 2004 tarihli yazıdan alıntı bile değil, direk kopyala_yapıştır. Yukarıdaki altı çizili "özgür tartışma forumu " tıklarsan sende tekrar o yazıya ulaşabilirsin....

 

O yızının devamınıda İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR başlığı altında göndermişsin...

 

Bu kadar iddialı bir başlıklar atıp ardından kendine ait yorumlar ve düşüncelerini ifade eden bir tek satır bile bulunmaması...Biraz garip değilmi...

 

Biz bu formu paylaşan bütün görüş ve inanışlara sahip forumdaşlar olarak direk link verseydin üşenmeden okur ve sana teşekkür ederdik,bu kadar kendini yormana gerek yoktu....

 

Bize düzeyli tartışmalarınla ve kendi fikirlerinle katkıda bulunmak için geldiysen hoş geldin ne iyi ettinde geldin...Yukarda belirttiğim gibi bir günlük ziyaretse seninkisi..hoş geldin güle güle...

Gönderi tarihi:

Bu foruma zaman içerisinde günlük kayıt yaptırıp kısa süreli bir iki yazı yazıp ondan sonra hemen ortadan kaybolan birçok arkadaş var...

 

............

 

Bize düzeyli tartışmalarınla ve kendi fikirlerinle katkıda bulunmak için geldiysen hoş geldin ne iyi ettinde geldin...Yukarda belirttiğim gibi bir günlük ziyaretse seninkisi..hoş geldin güle güle...

 

 

Sevgili gecekuşu,

 

Dürüst insan her zaman kazanır...

 

Üretici olmanın gerekliliğini bir kabullenebilsek...

 

Tesbitlerin için çok teşekkürler ederim...

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.