Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:
Hiçbirşey düşünmüyorum desem olur mu? Her konuda bir görüşüm olmak zorunda değil değil mi? (IMG:http://www.turkish-media.com/forum/style_emoticons/default/sleep.gif)

 

Kendimi birden politikacı ile röportaj yapan gazeteci gibi hissettim. :)

 

Hele de sigara yasağı ve halka rağmen halk için düşünme paralelinde bir düşünceyi komplike olarak değerlendirmek biraz zor olsa gerek...

 

Bunun dışında; sigaranın kokusundan dahi iğrenen bir adam sigara yasağı hakkında ne düşünür.

 

Evvela bazı şeyleri ayırt edelim. Halkın önemli bir kısmı zaten sigaranın ortak kullanım alanlarında içilmesinden rahatsızdı ve bunu birçok platformda gündeme getiriyorlardı. Dolayısıyla iktidar bu durumu resen dikkate alarak böyle bir düzenleme yoluna gitmiş değil. İktidardan çeşitli defalar bu istenildi. Birçok iktidardan da istenilmiştir. Yani bu halkın yerine düşünülerek halk için yapılmış bir şey değil. Adam Smith'in sistem analizinde hani vardı ya; girdilere iktidarın verdiği/eksik verdiği cevaptır bu yasa. EEE, bakın ben de Adam Smith'ten birşeyler biliyormuşum... (IMG:http://www.turkish-media.com/forum/style_emoticons/default/wink.gif)

 

Gelelim halkın desteği/toplumsal mutabakat sözlerine. Bu da önemli bir farktır jakoben düşüncenin dışında da Atatürk devrimleri de bu paralelde ele alınamaz mı derken beni sanki farklı bir tartışma ortamına çekme niyetindesiniz gibi anlaşılıyor...Atatürk devrimleriyle ilgili konuşmuyoruz ya neyse...

 

Tekrar geri dönüp halkın desteği/toplumsal mutabakat bahsini ettiğimiz tarzın isteyeceği ancak olmazsa da umursamayacağı bir durumdur. Yani ki; bahse konu tarzı yerine getiren siyasette; halk destek versin veya vermesin, toplumsal mutabakat olsun veya olmasın ehemmiyet kesbetmez yada çok da önemli değildir.

 

Evet, kurduğum paralellik, halkın istemesi, benimsemesi noktasında idi. Mesela, devrimlerden laikliği tabeb eden olmamış mıdır ? Ya da olmamışsa neden olmamıştır ?

 

Sigaranın zararlı olduğu daha doğrusu pasif içicilerin de aynı tehlikede olduğu yeni bir bilgi değil. Bu bilgi son 30 yılda halka mal olmuş bir bilgidir. Bu nasıl oldu ? 80’lerden itibaren gelişen medya bu alt yapıyı oluşturabilmiştir, değil mi ? Peki, o dönem medya dışa kapalı bir biçimde olsaydı ya da gelişmese idi, ama aydınlar ve devleti idare edenler dışında halkın sigaranın zararlı olduğundan haberdar olma araçları, TV'ler, gazeteler olmasaydı da hükümetin biri aynı yasağı getirseydi bunun adı ne olurdu ?

 

Yani, 20-30’larde yapılan devrimlerden mesela laiklik paralelinde düşünürsek, bu alt yapının oluşturulması için sizce kaç sene ya da yüzyıl beklemek gerekirdi ? Aydınlar ve devleti idare eden zümre laikliğin ülke için faydalı ve gerekli olduğunu düşündükleri ve gelişme için şart olduğunu bildiklerinden emin oldukları halde, toplumun buna hazırlanmasını beklemek durumunda olabilirler miydi ? Fransız devrimine kadar en az 300 yıllık süreci kapsayan laikleşme düşüncesinin aynı şekilde Anadolu topraklarında kendiğilinden gelişmesini beklemek akıl karı olur muydu ?

 

Öte yandan, Atatürk devrimleri, tıpkı Recep Akdağ'ın sigara yasağı ile ilgili bahsettiği gibi, halkın desteği olmasaydı bugünlere taşınamazdı. Dil devrimi, kılık kıyafet devrimi, harf devrimi, laiklik, eğitimde birlik, hilafet ve saltanatın kaldırılması, kadın hakları gibi devrimler halkın çoğunluğunun benimsemesi sayesinde bugünlere kadar gelebilmiştir.

 

Şimdi gelelim sigara yasağının meşruluğu/doğruluğu/acımasızlığına...

 

Uygulanmayan yasaklar bir anlam barındırmaz ama yine de yasak kabilinden olduğu için tartışılması gereklidir. Çalıştığım kurumda 100'ün üzerinde kamu görevlisi var. Bunlardan 30-40 tanesi sigara içiyor. Bizde sigara cezası nasıl kesilir, kim verir, neyle kesilir hala bilinmiyor. Birçok kurum da böyle.

 

Ama ortada büyük bir yasak var. Adam kahvehaneye gidip biraz efkar dağıtıp birkaç-on tane sigara içmek istiyor. Höööössst..Yasssahh hemşerim. O adamın kahvehanede ne işi var artık. Bence AKP'nin en büyük yanlışlarından biridir bu yasak. Kahvehane, kötü ekonomik koşullarda, işsizliğin arttığı zamanlarda iktidarın en önemli sübvansiyonudur. Fubol gibi, üniversite gibi...Bu insanlar bu meşgalelerden uzaklaştıklarında ne kadar kötü bir durumda olduklarının farkına varacak ve buna bağlı olarak da birşey yapmalı diyeceklerdir. AKP'nin kendi aleyhine en büyük hatasıdır bu yasa...

 

Aynı kahvehane mantığı ile yüzyıllarca, tekke ve zaviyelere devam eden bir halkın, tekke ve zaviyelerin kaldırılmasına tepkisi de, bunların yerine demokratik bilinç için gerekli olan bireyselleşmeleri sağlamak için getirilen halk evlerinin karşı propoganda ile kapattırılması neticesinde, kabağın İnönü’nün başına patlamasına neden olmuş olabilir. :)

Gönderi tarihi:
Haber 7'de enteresan bir yazı okudum bugün...

 

Son paragrafın okunmasında Anayasa Mahkemesini sanki İnönü kurmuş gibi bir intibağ oluşabilir. Bu intibaya kapılanlar haklıdırlar...

 

Dünyanın bir çok demokratik ülkesinde başta Fransa ve Almanya olmak üzere Anayasa mahkemesi benzeri kurumlar var. Bunları da İnönü kurmuş intibaı uyandı şimdi bende :)

 

Ayrıca, zamanında Recep Peker'in hazırladığı ama uygulanmayan raporlar, özellikle Kürtler konusunda sürekli önümüze getiriliyor. Uygulanmış intibaı uyandırılmak isteniyor. Siz de İsmet İnönü despotizmine örnek olarak bu uygulanmayan raporu getiriyorsunuz. İmza atmış da olabilir ama uygulamış mı önemli olan o. Demek ki, İsmet İnönü despotizmi hayata geçmemiş, teşebbüs aşamasında kalmış bazı raporlardan ibaret.

 

İsmet İnönü despotizmi ile ilgili halen önümüzde somut bir örnek göremedik, bekliyoruz. :)

Gönderi tarihi:
“Bir Cenaze Namazı” başlıklı yazımla ilgili tepkiler bana çok geç ulaştı.

Şimdiye kadar sağır sultan bile duymuştur, ama ben ‘olay’ı bir kere daha hatırlatayım.

Mina Urgan’la ilgili mezkûr yazının son bölümünde, “Bilindiği gibi Mustafa Kemal Paşa cenaze namazı kılınmadan defnedildi” demiştim…Birçok gazete ve televizyon kanalı, bu ‘bilgi’nin yanlış olduğunu belgelerle ortaya koydu.

Akit yazarı Asım Yenihaber, 24 Haziran 2000 tarihli makalesinde, Ali Osman Eğilmez’in “Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş” adlı eserinden şu satırları nakletti:

“10 Kasım günü 15 senelik Cumhuriyet yönetiminin hiç karşılaşmak istemediği bir mesele zorunlu olarak gündeme geldi…Kaçınılmaz son, kaçınılmaz şekilde bir dini hatırlatma ile sonuçlanabilirdi. ‘Yenilmez kumandan’, ‘ebedi’ Atatürk de bütün bu sıfatlarına rağmen ölmüştü. O’nun da sonlu olduğu anlaşılmıştı. Kendisi ebedi olmadığı gibi, kurduğu sistem de ebedi olmayabilirdi. Din dışı (laik) bir sistem kurmuş olmasına rağmen, ölüsü dön dışı bir alanda nasıl tutulacaktı? Bu sebeple Atütürk’ün cenazesi, itirafı mümkün olmayan bir sıkıntı doğurdu. O güne kadar dışlanan, itilen bir sistemin kabul ve avdeti söz konusu olabilirdi. Hele cenazenin İstanbul’da selatin camilerden birinin önüne gelmesi ve burada cenaze namazı kılınması, dini bir galeyanın ortaya çıkmasına yol açabilirdi. Yöneticiler, böyle bir sonucun din karşıtlığı esasına göre kurulmuş sistemi etkileyeceği sıkıntısına kapıldılar.” (TC Tarihine Giri, 211vd.)

Asım Yenihaber’in yazısının finali şöyle:

“O zamanki hükümet erkânına kalsa idi, başta Başbakan Celal Bayar olmak üzere Atatürk’ün cesedinin gusledilmesine ve cenaze namazının kılınmasına gerek yoktu. Laik tören yeterli. Şimdi Emin’i bülbül gibi konuşturan, zamanın 1. Ordu Komutanı Fahrettin Altay Paşa’dır. Cenaze merasiminin sorumluluğu üzerine verilen bu Paşa, ancak istifa tehdidi ile cenaze namazının kılınmasını sağlayabildi. Namazın büyük bir camide, halkın katılımı ile değil, sarayın avlusunda kılınmasına ve halkın katılmamasına karar verildi. (…) Hakan’ın haklı olduğu taraf şu olabilir: Atatürk, cenaze namazı kapalı devre kılınan il ‘Türk büyüğü’dür! Normali, cenazenin Sultanahmet veya Süleymaniye Camii önüne getirilmesi ve halkın katılması idi”

Asım Yenihaber’e desteğinden ötürü teşekkür ederim. Allah (c.c.) razı olsun.

Yine de, bu ‘hafifletici sebepler’e sığınarak okurlarıma ve bütün kardeşlerime olan özür borcumu yerine getirmekten imtina edecek değilim.

Bir meseleyi doğru dürüst araştırmadan kulaktan dolma bilgilerle yazdım

Ve faka bastım.

Okurlarımı yanılttığım ve kötülerin eline koz verdiğim için özür dilerim.

Hakkınızı helal edin. (Faka Bastım, Milli Gazete 28.06.2000)

 

Bu yazıdaki hangi ifadeden dolayı Hakan Albayrak'a dava açılmış onu da öğrenip bizimle paylaşırsanız bir değerlendirme yaparız.

Gönderi tarihi:
Dünyanın bir çok demokratik ülkesinde başta Fransa ve Almanya olmak üzere Anayasa mahkemesi benzeri kurumlar var. Bunları da İnönü kurmuş intibaı uyandı şimdi bende :)

 

Ayrıca, zamanında Recep Peker'in hazırladığı ama uygulanmayan raporlar, özellikle Kürtler konusunda sürekli önümüze getiriliyor. Uygulanmış intibaı uyandırılmak isteniyor. Siz de İsmet İnönü despotizmine örnek olarak bu uygulanmayan raporu getiriyorsunuz. İmza atmış da olabilir ama uygulamış mı önemli olan o. Demek ki, İsmet İnönü despotizmi hayata geçmemiş, teşebbüs aşamasında kalmış bazı raporlardan ibaret.

 

İsmet İnönü despotizmi ile ilgili halen önümüzde somut bir örnek göremedik, bekliyoruz. :)

 

Bununla ilgili öngörümüz neydi. Despot İnönü'yü, Atatürk kendi döneminde sınırlamıştır. Bir örnek olarak seçim gösterildi. Beklemenize bir anlam veremedim...

 

Gelelim hangi ifadeden dolayı Hakan Albayrak ceza almıştır sorusuna. Sizce hangisinden dolayı verilebilir?

 

Dünyanın geri kalan yerleri Anayasa Mahkemesi benzeri kurumlar yok demedik ki zaten. Bu konuyu teferruatıyla bu foruma ben Kemal GÖZLER'in bir makalesinden taşımıştım. İsteyenler de Kemal GÖZLER'in ilgili makalesini okuyabilirler. Her tarafta var ama hiç bir tarafta bizimkisi gibi değil. Hele de Askeri yargıdan 2 üyenin olduğu bir sistem yok diyordu yanlış hatırlamıyorsam hoca...Bizdeki oligarşik bir yapı.

Gönderi tarihi:

Şimdi dinler insan kurban etmişlerdi desek, bu İslam dinini bağlamaz, ilkel çağların uygulaması derler. İnsanlık hiç bir şeyi zembille inmiş bulmamıştır. Dünyanın Hitlerler, Mussoliniler, Stalinler ürettiği bir dönemden bahsederken, günümüzde kutsalınızı model alan ülkeler adayları mollalar kurulunun onayı ile belirlerken, cumhuriyet kuruluverdi, pat! Saadetler, refahlar, özgürlükler fışkırıverecekti, ortalığı mutluluk selleri götürecekti, bir anda güller gülistanlar açacaktı, insanlar kahkahalar atarak mutluluklardan havalarda uçacaklardı gibi bir durum olacakmış gibi hayal alemlerinde ahkam kesmek gerçekçi olmuyor...

 

Bu ancak "asrı saadet" efsanelerinde görülen bir dogmadır. Yeryüzünde böyle bir şey olmamıştır. Dünya ve insanlık, görece çok kısa bir son dönemde dogmalara, efsanelere karşı bir savaş vermektedir. Karanlıkları kovmak için verilen bu savaşta bir çok merhalelerden geçilmektedir. Demokrasi inanılan dogmalar gibi gökten inip şak diye üzerinize tam oturan bir kutsal elbise değildir. Kesilecek, biçilecek, bir çok provası yapılacak, bedene öyle uyacak. Hatta belki bazı aklıevveller çıkacak, elbise bedene uymuyorsa bedeni elbiseye uydurmaya kalkışacak. Bütün bu aksamalar, yanlış uygulamalar illa ki olacak. İnsanlık yanlış yapa yapa doğruyu buluyor.

 

Ama hiç bir zaman bu böyle diye, gözümüzü göğe dikip kurtarıcı kutsal bir elbise beklemiyoruz. Çünkü gökte öyle bir şey yok. Ne başardık, ne elde ettiysek kendi dişimizle tırnağımızla edindiğimiz kazanımlardır...

 

Öyle despot mespot diye sinir katsayısı yükseltme girişimlerine sadece güler geçerim. Hiç sinir minir yapmaz, boşuna ummayın. Hani elinde süt bakracı, yanlışlıkla boğanın ahırına girince boğa "ummaaa..." diye böğürmüş, o hesap. :D Psikolojik savaş taktikleri de bilirlermiş... Aman sevsinler... Neler de öğrenmişler...

Gönderi tarihi:

İnsanlar, konu hakkında söyleyecek sözleri olmadığında komikliğe başvuruyorlar...Psikolojik Savaşla da hiç alakası yok.

 

İsterseniz açıp okuyun psikolojik savaş kimlere karşı yapılırmış, nasıl birşeymiş, ne imiş...

 

 

vesselam diyelim de konunun bu kısmı kapansın...

Gönderi tarihi:
AYM, Recep Peker’in hayali olan Cumhuriyet Konseyi

 

Mehmet Recep Peker, Cumhuriyet’in tipik asker-bürokrat kurucu isimlerinden biri. 61 yıllık hayatı süresince Cumhuriyet’e şekil veren isimlerden biri oldu.

 

Aslında Recep Peker’i tanımak için, birkaç cümle ile hayat hikâyesine bakmakta fayda var. 1889’da doğan Peker, Harbiye ve ardından Harp Akademisi’ni bitirdi. Libya’da, ardından patlak veren Balkan Savaşları’nda ve eskilerin Harb-i Umumi dedikleri Birinci Dünya Savaşı’nda bulundu.

 

 

Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Sekreteri Mehmet Recep Peker

İkinci Meclis seçiminin ardından 1924’te kurulan Fethi Okyar kabinesinde Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) oldu. Okyar’ın Şeyh Sait ayaklanmasına karşı yumuşak davrandığı gerekçesiyle protesto için istifa etti.

 

Hayatında hep sertlikten yana bir çizgisi oldu.

 

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın dört defa genel sekreterliği görevini üstlendi. Kuruluştan itibaren etkili oldu ise de ülkeye damgasını vurduğu tarih 1930’lu yıllar oldu. Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü’den sonra “üçüncü adam” idi.

 

Daha sonraki yıllarda ise farklı şekillerde kurulan hükümetlerde görev aldı.

 

Partiyi 1935 kurultayına hazırlayan Başvekil İsmet İnönü, parti sekreteri Recep Peker’i iktidardaki partilerin tüzüklerini araştırmak için faşist İtalya ve Hitler Almanyası’na gönderdi.

 

Bu kurultay, hastalığı artık belirginleşmeye başlayan Mustafa Kemal Atatürk sonrası hazırlık oluşturması bakımından İsmet İnönü için hayati öneme sahipti.

 

İnönü ve Peker için 4. Kurultay, aynı zamanda CHP içindeki “Kadro” tabir edilen sol hareketi ve liberal kanadı tasfiye etme açısından bir tasfiye operasyonu olacaktı.

 

Recep Peker, rejimin en etkili organı olarak görülen ve kısaca “Genbaşkur” olarak adlandırılan CHP Genel Başkanlık Kurulu’nda “Atatürk adına” kararlar alabilen ve açıklamalar yapabilen birisi idi. Parlamentoya gidecek milletvekili adaylarının tek belirleyici heyetinde idi. Dahası, tek parti rejiminin ideologu olarak bilindi.

 

Faşist ve Nazi partilerinin tüzüklerini inceleyen Recep Peker, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın, Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüştüğü meşhur 1935 kurultayı için yeni parti tüzüğü hazırladı.

 

İnönü’nün hazırladığı yeni tüzük, onay için "Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanlığı" görevini resmen üzerinde bulunduran Atatürk’ün onayına sunulmak üzere Çankaya Köşkü’ne gönderildi.

 

Bugünkü karşılığı ile Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevinde bulunan Katib-i Umumi Hasan Rıza Bey (Soyak) hatıratında, Atatürk'ün böyle bir değişikliğin kendisinin onayına sunulmasına hem kızdığını, hem bozulduğunu anlatır.

 

Hasta Atatürk’ün bu tüzük değişikliğini imzalayacağını düşünen İnönü ve Peker’in hayalleri Çankaya’nın tavrı ile yıkılır.

Dosyayı, akşamdan incelemesi için teslim eden Hasan Rıza Bey, sabah geldiğinde sırtında bornozu Atatürk’ün dosyayı incelediğini görür.

 

Atatürk, “Zorbalar” diyor ve ekliyor: “İnanılmaz şey. Ben memleketi hala bir tek parti ile idare etmekte olduğum için utanıyorum. Ama bazı arkadaşlarımız bu hali devamlı kılmak istiyor.”

 

Atatürk’ü çileden çıkaran şey, Nazi ve Faşist partilerin tüzüğünde olan yeni bir kuruluşun ihdası idi. "Yüksek Faşist Konsey" benzeri Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde görev yapacak Yüksek Cumhuriyet Konseyi kurulmasına şiddetle karşı çıktı.

 

Atatürk, Hasan Rıza Bey’e sorar:

 

- İsmet bunu görerek mi imzalamış?

 

Atilla İlhan, 22 Mart 2003’te verdiği bir röportajda İnönü-Peker ikilisinin girişimini değerlendirirken şöyle diyor:

 

- Yani, Meclis onların işine gelmeyen bir karar alırsa, o konsey bunu reddedebiliyor. Yani Cumhuriyet fikri, halk hakimiyeti hepsi gümbürtüye gidiyor… Tüzüğün bir kısmını Gazi, Kurultayda değiştirse de tamamı değişmemiştir. Dolayısıyla CHP tüzüğü Nazi ve Faşist tüzüktür. Hiçbir şey de değişmemiştir. Almanya'da da İtalya'da da devletle parti birdir. Bizde de öyleydi.

 

İnönü ve Peker, Yüksek Cumhuriyet Konseyi projelerini hayata geçiremediler. Ama parti-devlet fikrini rejime dahil etme yolunda önemli bir mesafe aldılar. Nitekim Peker, “Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir” ilanını bu kongrede yaptı.

 

Bu kongreden sonra Recep Peker, Kemalizm’in sol çizgide ilerlemesini sağlamaya çalışan “Kadro hareketi”ni ve liberal açılımları savunan öteki kanadı büyük ölçüde tasfiye sürecini başlatır.

 

Peker, Ülkü dergisi etrafında oluşturmaya çalıştığı Kemalizm ideolojisini topluma benimsetmenin yolunu burada açtı. Topluma Atatürk’ün Nutuk’unu "Türk’ün mukaddes kitabı", Halkevleri ve Çankaya’yı da "mabedine" dönüştürmeye çalıştı. Peker’e göre halkın damarlarında dolaşan “kirli kan” bu mabetlerde temizlenecekti.

 

Her ne ise… O tarafı ayrı bir konu…

 

İnönü, Recep Peker aracılığı ile 1935’te hayata geçiremediği fikrini 1960 ihtilali sonrasında başardı. Adına “Yüksek Cumhuriyet Konseyi” diyemedi Anayasa Mahkemesi dedi.

 

Ünal Tanık - Haber 7

[email protected]

 

Öncelikle bu yazının Türkiye siyasi tarihini bilmeyen insanlara hitap etmesi amacıyla yazılmış olduğunu belirteyim. Diğer bir deyişle yazar, okuyanların Türkiye siyasi tarihini bilmeyeceğine güvenerek yazmıştır.

 

Yazıda göreceğiniz, Recep Peker'in fikirleri ve icraatları anlatılıp, İsmet İnönü'ye maletme çabası. Tabi, Recep Peker'in İsmet İnönü tarafından tasfiye edildiğini, demokrasi ve özgürlükler konusunda ikisinin hiçbir zaman anlaşamadığını bilmiyorsanız. Yazıda "iyi de neye dayanarak İsmet İnönü'ye mal ediyorsun" diye de sormazsınız yazara.

 

Recep Peker'in görüşlerine sahip kimselere karşı İnönü döneminde gösterilen sert tavır ve operasyonları da bilmiyorsanız (MHP'lilerin 3 Mayıs'ı neden Türkçülük günü olarak kutladığını ve İnönü'yü neden sevmediklerine bir göz atın)

 

Yazıda ki iddianın mantıksızlığını saymıyorum bile. İsmet İnönü'nün projesiymiş. Niye o zaman 27 Mayıs'a kadar bekledi. Milli Şef iken niye gerçekleştirmedi. Ama bakıyoruz tarihimize. Milli Şef İnönü döneminde Türkiye'de ki nazi ve İtalyan faşizmi eğilimli kimselere karşı neler yapılmış ?

 

Herşeyi geçtim, Recep Peker'in başını çektiği grup ile, İsmet İnönü'nün başını çektiği grubun CHP içerisinde sürekli birbiriyle mücadele eden iki grup olduğunu bilmiyorsa zaten bir kişi, böyle konularda yazı yazmaya teşebbüs etmesi bile ayıptır.

 

1936 yılında İnönü tarafından Peker'in ayağı kaydırılmış. çok partili sisteme geçilip, cumhurbaşkanının hem parti hem de idare üzerinde yetkisi sınırlandırıldığı 1946 yılına kadar parti içinde önemli bir mevkiye gelememiştir.

Gönderi tarihi:
Bununla ilgili öngörümüz neydi. Despot İnönü'yü, Atatürk kendi döneminde sınırlamıştır. Bir örnek olarak seçim gösterildi. Beklemenize bir anlam veremedim...

 

:) Evet, Atatürk öldüğünden yani 1938’den, despotluk olarak gösterdiğiniz 1946 seçimine kadar bir despotluk örneği bekliyoruz hala, sabırla…

 

Gelelim hangi ifadeden dolayı Hakan Albayrak ceza almıştır sorusuna. Sizce hangisinden dolayı verilebilir?

 

Hukukçu sizsiniz, madem o makaleyi gündeme getirdiniz, Hakan Albayrak’ın makalesindeki hangi ifadeden, neden ceza aldığını da siz göstermelisiniz. Onu da bizahmet bulup getirin de, bakalım ceza saçma mıymış doğru mu ? İlgili yasayı yorumlayamazsak da sorarız bir avukat arkadaşımıza olur biter.

 

Dünyanın geri kalan yerleri Anayasa Mahkemesi benzeri kurumlar yok demedik ki zaten. Bu konuyu teferruatıyla bu foruma ben Kemal GÖZLER'in bir makalesinden taşımıştım. İsteyenler de Kemal GÖZLER'in ilgili makalesini okuyabilirler. Her tarafta var ama hiç bir tarafta bizimkisi gibi değil. Hele de Askeri yargıdan 2 üyenin olduğu bir sistem yok diyordu yanlış hatırlamıyorsam hoca...Bizdeki oligarşik bir yapı.

 

Danıştaydan Anayasa Mahkemesi başkanı seçilebiliyor da, Askeri yargıtaydan 2 üye seçildiğinde mi oligarşi oluyor ? Kim seçiyor ? Cumhurbaşkanı, peki… -_-

 

12 Eylül öncesindeki, yani 1961 anayasası ile gelen Cumhuriyet senatosundan neden bahsetmiyorsunuz ? Siyasi partilerin önerdiği adaylar arasından Cumhurbaşkanları senatör seçmiyor muydu ? Böylece, Anayasa mahkemesine abuk subuk davaların taşınması önlenmiyor muydu ?

 

Yani, 80 öncesine kadar, yine halkın seçtiği senatörlerin, meclisin geçirmek istediği anayasaya uygun olmayan yasaları elekten geçirmesi de mi oligarşiydi ?

Bir şey eleştirilecekse, doğru taraftan bakılması gerekir. :)

Gönderi tarihi:
Öncelikle bu yazının Türkiye siyasi tarihini bilmeyen insanlara hitap etmesi amacıyla yazılmış olduğunu belirteyim. Diğer bir deyişle yazar, okuyanların Türkiye siyasi tarihini bilmeyeceğine güvenerek yazmıştır.

 

Yazıda göreceğiniz, Recep Peker'in fikirleri ve icraatları anlatılıp, İsmet İnönü'ye maletme çabası. Tabi, Recep Peker'in İsmet İnönü tarafından tasfiye edildiğini, demokrasi ve özgürlükler konusunda ikisinin hiçbir zaman anlaşamadığını bilmiyorsanız. Yazıda "iyi de neye dayanarak İsmet İnönü'ye mal ediyorsun" diye de sormazsınız yazara.

 

Recep Peker'in görüşlerine sahip kimselere karşı İnönü döneminde gösterilen sert tavır ve operasyonları da bilmiyorsanız (MHP'lilerin 3 Mayıs'ı neden Türkçülük günü olarak kutladığını ve İnönü'yü neden sevmediklerine bir göz atın)

 

Yazıda ki iddianın mantıksızlığını saymıyorum bile. İsmet İnönü'nün projesiymiş. Niye o zaman 27 Mayıs'a kadar bekledi. Milli Şef iken niye gerçekleştirmedi. Ama bakıyoruz tarihimize. Milli Şef İnönü döneminde Türkiye'de ki nazi ve İtalyan faşizmi eğilimli kimselere karşı neler yapılmış ?

 

Herşeyi geçtim, Recep Peker'in başını çektiği grup ile, İsmet İnönü'nün başını çektiği grubun CHP içerisinde sürekli birbiriyle mücadele eden iki grup olduğunu bilmiyorsa zaten bir kişi, böyle konularda yazı yazmaya teşebbüs etmesi bile ayıptır.

 

1936 yılında İnönü tarafından Peker'in ayağı kaydırılmış. çok partili sisteme geçilip, cumhurbaşkanının hem parti hem de idare üzerinde yetkisi sınırlandırıldığı 1946 yılına kadar parti içinde önemli bir mevkiye gelememiştir.

 

1946 İstanbul seçimlerindeki şaibeler hatırlansın, bu hatırlamayla beraber Peker'in hükümeti kurma görevini nasıl aldığı veya bu görev niye ona verildi bir düşünülsün...

 

 

 

 

AVNİ ÖZGÜREL

Mahkeme Cumhuriyet konseyi mi?

 

AVNİ

ÖZGÜREL

 

 

Anayasa Mahkemesi’nin türban meselesiyle ilgili verdiği kararın gerekçesi Türkiye’de hak, adalet, demokrasi gibi genel kavramlardan geçtik, mer’i hukukun dahi belli bir zihniyetin süzgecine tabi olduğunu düşündürüyor.

Bu kafadaki mahkemenin yetkilerini yeniden düzenlemek, kısıtlamak fayda eder mi bilmem... Varsayın ki bu istikamette bir değişiklik yaptınız, onu iptal edebilir; anayasayı yeniden yapsanız kulpunu bulur kendini yeniden inşa edecek içtihadı üretir.

Anayasa Mahkemesi 27 Mayıs ihtilalinin eseri bir kurum... Esas kuruluş sebebi de malum; adalet tesis etmek, çağdaş hukuk anlayışını tesis etmek falan değil, siyaseti kontrol etmek... Bugüne kadar farklı bir işlevi oldu mu; yani hukuk tarihimizde köşe taşı olacak bir karar üretti mi? El’hak hayır!

Aslında rahmetli Recep Peker’in 3. adamlık günlerinde şekillendirip kendisini ‘cizvit rahibi iradesine sahip cumhuriyet havarisi’ olarak gördüğü günlerden kalma projedir Anayasa Mahkemesi... 1930’dan sonra Cumhuriyet Halk Fırkası’nın fiiliyatta en yetkili karar organı olan Genel Başkanlık Kurulu’nda altı sene Atatürk ve İsmet İnönü’nün yanında üçüncü adam olarak bulunan, genel sekreter olması hasebiyle ve tüzük gereği umumi reis mevkiindeki Atatürk adına konuşma yetkisine sahip kişiydi Recep Peker.. Partinin 1931 ve 1935 program taslaklarını o hazırlamış; gerekli gördüğü noktalarda açıklamaları o yapmıştı. 1935 kongresinde “Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir!..” diyen kişidir Peker.

Tabloyu genç kuşaklar için biraz daha netleştireyim.

Peker’in yakın arkadaşı ve İstiklal Mahkemeleri’nin ‘Üç Ali’sinden biri olan Necip Ali’nin ‘Atatürk cenneti’nde ‘milli tapınağın kutsal mihrapları’ olmak üzere kurduğu Halkevleri’nde halkın damarlarında dolaşan ‘kirli kan’ı -kastedilenin din olduğunu söylemeye gerek yok sanırım- temizlemeye çalıştığı; gerçek kutsalın din değil cumhuriyet inkilabı olduğuna, Büyük Nutuk’un Türk’ün yeni mukaddes kitabı olduğu söyleminin revaçta olduğu dönemdir.

Hayalindeki denetleyici mekanizmanın adına Anayasa Mahkemesi demiyor Cumhuriyet Konseyi diyordu Peker. İtalya’da gördüğü Faşit Konsey’den mülhem. Atatürk’ün rahatsızlığının ölümcül olduğunun anlaşıldığı ve nispeten geriye çekildiği, başbakan olarak İsmet İnönü’nün, CHP Genel Sekreteri olarak Recep Peker’in ipleri ellerine geçirdikleri dar zamanda gündeme getirmişti öneriyi. Gerek onun gerekse İnönü’nün zihninde ‘Atatürk sonrası’ döneme ilişkin kaygılar vardı muhtemelen.

Avrupa siyasi sistemlerini incelemek için çıktığı gezi sırasında İtalya’ya uğrayan ve Mussolini’nin yasladığı modeli pek beğenen Recep Peker, dönüşünde bunu raporlaştırıp projelendirdikten sonra teklif halinde başbakan İsmet İnönü’ye sunmuş o da uygun bulup imzaladıktan sonra nihai karar mercii olan Atatürk’e götürmüştü.

Rahatsızlığı dolayısıyla dikkatli incelemeden imzalar diye mi düşünüyorlardı, bilinmez. Ama sonuç bekledikleri gibi olmadı. Atatürk teklif edilen modeli okuduktan sonra öfke kusmaya başladı: “İnanılmaz şey. Ben memleketi hâlâ bir tek parti ile idare etmekte olduğum için utanıyorum. Ama bazı arkadaşlarımız bu hali devamlı kılmak istiyorlar.”

Atatürk’ü öfkelendiren madde metnin son paragrafında yer alıyordu. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde görev yapacak bir yüksek konsey teşkili ve bunun Meclis kararını gözden geçirip onaylama ya da reddetme yetkisiyle donatılması.

Raporun altında İnönü’nün onayının bulunmasına şaşırmıştı esas Atatürk. Çevresindekilere Paşa’nın belgeyi okumadan imzalamış olabileceğini söylüyordu. Ama onu dinleyenlerin hepsi, Recep Peker’i partinin yeni tüzük hazırlığı için Avrupa’ya İnönü’nün gönderdiğini ve Paşa’nın okumadan belge imzalayacak mizaçta biri olmadığını biliyordu.

Atatürk’ün özel kalem müdürü Hasan Rıza Soyak anılarında bu olayı naklederken Gazi’nin kendi kendine ‘Zorbalar...’ diye mırıldandığını söyler.

Altı ay sora Recep Peker’i bir yıl sonra da İsmet İnönü’yü görevden aldı Atatürk..

Gün oldu, devran döndü ‘Cumhuriyet Konseyi’ fikri 27 Mayıs sonrası hatırlandı. Müessir ihtilaldi, eser ise malum. Konsey denmedi de mahkeme dendi adına. Tıpkı darbeyle devirdikleri iktidarı mer’i anayasada olmayan suçla yargılayan heyete Yüksek Adalet Divanı dendiği gibi.

 

-http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=905647&Yazar=AVN%C4%B0%20%C3%96ZG%C3%9CREL&Date=29.10.2008&CategoryID=99-

Gönderi tarihi:
smile.gif Evet, Atatürk öldüğünden yani 1938’den, despotluk olarak gösterdiğiniz 1946 seçimine kadar bir despotluk örneği bekliyoruz hala, sabırla…

 

 

 

Hukukçu sizsiniz, madem o makaleyi gündeme getirdiniz, Hakan Albayrak’ın makalesindeki hangi ifadeden, neden ceza aldığını da siz göstermelisiniz. Onu da bizahmet bulup getirin de, bakalım ceza saçma mıymış doğru mu ? İlgili yasayı yorumlayamazsak da sorarız bir avukat arkadaşımıza olur biter.

 

 

 

Danıştaydan Anayasa Mahkemesi başkanı seçilebiliyor da, Askeri yargıtaydan 2 üye seçildiğinde mi oligarşi oluyor ? Kim seçiyor ? Cumhurbaşkanı, peki… sleep.gif

 

12 Eylül öncesindeki, yani 1961 anayasası ile gelen Cumhuriyet senatosundan neden bahsetmiyorsunuz ? Siyasi partilerin önerdiği adaylar arasından Cumhurbaşkanları senatör seçmiyor muydu ? Böylece, Anayasa mahkemesine abuk subuk davaların taşınması önlenmiyor muydu ?

 

Yani, 80 öncesine kadar, yine halkın seçtiği senatörlerin, meclisin geçirmek istediği anayasaya uygun olmayan yasaları elekten geçirmesi de mi oligarşiydi ?

Bir şey eleştirilecekse, doğru taraftan bakılması gerekir. smile.gif

 

Daha önce aynı şekilde davranışlar sergilenmişti. Şundan niye bahsetmiyorsun...Niye bahsedeyim...manası nedir anlayabilene aşkolsun diyeceğim de ben anlıyorum. Bana da aşkolsun...

 

Gelelim olirgarşi ile ilgili cümleye. Askeri Mahkemelerden iki üye seçilmesi Anayasa Mahkemesini oligarşik bir yönetim yapmaz. Zaten öyle de bir cümle kurmadım. Bu sadece seçimdeki dengesizliğe dair bir atıftı. Bütün üyeleri Cumhurbaşkanı seçiyor. Doğru olmayan bu tarz olabilir. Halkın temsilcilerinin yapmış olduğu bir yasayı atanmış kişiler denetliyor. Uygulamada görüldüğü gibi bu seçim tarzı, bu yönetim anlayışı kanunların sadece anayasayla denetimi değil ideolojilerle denetimine götürüyor işi.

 

Bu sebeple seçim şekli değiştirilmelidir diyorum...

 

Gelelim Hakan Albayrak'ın ceza alması meselesine. Ben, size naçizane soruyorum. Hangi ifadesinden dolayı hapis verilebilir. Siz, bir insan olarak cevap verin. Buradaki hangi ifade, hangi cümle Atatürk'e hakaret vasfı içerebilir. Savcılar gökten zembille inmediler. Kanun belli, yazarın yazdığı belli. Siz, hakim olsaydınız hangi cümlesinden dolayı Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesiyle karar verebilirdiniz...

 

İşin içinden çıkılamadığında da böyle isteklerde bulunmayın. Bir tanesi; makaleyi istedi uzun uğraşlar neticesinde makaleyi bulduk bu kez ne yazarsa yazsın etmiştir gibi bir cümle etti. Şimdi siz tutup da dosyada hangi cümle yazıyor diye soruyorsunuz. Sizce hangisi yazmalıdır...Avukat arkadaşlarınıza danışmaya gerek yok. Netice de avukat:2+2=? sorusuna siz kaç istiyorsunuz cevabını veren adamdır...

  • 2 hafta sonra...
Gönderi tarihi:
Daha önce aynı şekilde davranışlar sergilenmişti. Şundan niye bahsetmiyorsun...Niye bahsedeyim...manası nedir anlayabilene aşkolsun diyeceğim de ben anlıyorum. Bana da aşkolsun...

 

Evet, aşk olsun…niye bahsetmeniz gerektiğini anlamamışsanız anlatalım. 61 Anayasasında İnönü’nün isteği gerçekleşti ve Yüksek Cumhuriyet Konseyi benzeri Anayasa Mahkemesi kuruldu diyorsunuz. Ben de diyorum ki, madem 61 Anayasasını konuşuyoruz, neden 82 Anayasası üzerinden konuyu tartışıyoruz ?

 

61 Anayasasına göre var olan Senatörlerin halkı temsil etmesi babında, daha eğitimli ve Anayasaya aykırı saçma yasaların kabul edilmesinin engellemesi halkın iradesine karşı olarak yorumlanamaz diyorum.

 

Gelelim olirgarşi ile ilgili cümleye. Askeri Mahkemelerden iki üye seçilmesi Anayasa Mahkemesini oligarşik bir yönetim yapmaz. Zaten öyle de bir cümle kurmadım. Bu sadece seçimdeki dengesizliğe dair bir atıftı. Bütün üyeleri Cumhurbaşkanı seçiyor. Doğru olmayan bu tarz olabilir. Halkın temsilcilerinin yapmış olduğu bir yasayı atanmış kişiler denetliyor. Uygulamada görüldüğü gibi bu seçim tarzı, bu yönetim anlayışı kanunların sadece anayasayla denetimi değil ideolojilerle denetimine götürüyor işi.

 

Bu sebeple seçim şekli değiştirilmelidir diyorum...

 

Ben de diyorum ki haklısınız, 61 Anayasasının getirdiği sistem bu değildi. Öyleyse, o sisteme geri dönmek gerekir diyorum.

 

Gelelim Hakan Albayrak'ın ceza alması meselesine. Ben, size naçizane soruyorum. Hangi ifadesinden dolayı hapis verilebilir. Siz, bir insan olarak cevap verin. Buradaki hangi ifade, hangi cümle Atatürk'e hakaret vasfı içerebilir. Savcılar gökten zembille inmediler. Kanun belli, yazarın yazdığı belli. Siz, hakim olsaydınız hangi cümlesinden dolayı Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesiyle karar verebilirdiniz...

 

İşin içinden çıkılamadığında da böyle isteklerde bulunmayın. Bir tanesi; makaleyi istedi uzun uğraşlar neticesinde makaleyi bulduk bu kez ne yazarsa yazsın etmiştir gibi bir cümle etti. Şimdi siz tutup da dosyada hangi cümle yazıyor diye soruyorsunuz. Sizce hangisi yazmalıdır...

 

Madem ısrar ediyorsunuz, söyleyeyim ama sonra yok şu kanunu bilmiyorsun gibi çok bilmişliğe başvurmak yok.

 

‘Yenilmez kumandan’, ‘ebedi’ Atatürk de bütün bu sıfatlarına rağmen ölmüştü.

 

İfadesindeki Yenilmez kumandan tamlamasının tırnak içine alınması, Atatürk’ün manevi şahsiyetini küçük düşürmeye yönelik bir eylemdir.

 

Hakan’ın haklı olduğu taraf şu olabilir: Atatürk, cenaze namazı kapalı devre kılınan il ‘Türk büyüğü’dür!

 

Yine bu cümlede de aynı yönteme başvurulmuş.

 

Din dışı (laik) bir sistem kurmuş olmasına rağmen, ölüsü din dışı bir alanda nasıl tutulacaktı? Bu sebeple Atatürk’ün cenazesi, itirafı mümkün olmayan bir sıkıntı doğurdu. O güne kadar dışlanan, itilen bir sistemin kabul ve avdeti söz konusu olabilirdi. Hele cenazenin İstanbul’da selatin camilerden birinin önüne gelmesi ve burada cenaze namazı kılınması, dini bir galeyanın ortaya çıkmasına yol açabilirdi. Yöneticiler, böyle bir sonucun din karşıtlığı esasına göre kurulmuş sistemi etkileyeceği sıkıntısına kapıldılar.

 

Bu iki kalınlaştırdığım cümleden de, Atatürk’ün din karşıtı, din düşmanı bir sistem kurduğu iddiası var. Bu da yine Türk halkının çoğunun gönlünde saygısı olan bu ülkenin kurucusuna karşı nefrete neden olabilecek bir ifade.

 

Ha bu sözler Akit yazarı Asım Yenihaber’indir. O yüzden Hakan Albayrak’ı bağlamaz derseniz bunun ciddiye alınır bir savunma olmayacağını siz de iyi bilirsiniz. Peki, ona niye dava açılmamış derseniz hakim’in Akit yazarı Asım Yenihaber’den haberi belki de bu makale sayesinde olmuştur, ayrıca dava açılıp açılmadığını bilmiyorum tabii ama bence açılmalı derim.

 

Velhasıl, Atatürk’ü koruma kanunu olmalıdır. Bunun dayanağı da, onun manevi sahsına saygı duyan Türk insanlarının çoğunlukta olması ve Atatürk’e yapılan hakaretler ( olumlu eleştiri değil!!!!) karşısında onların adına yani kamu adına bir gücün hareket etmesi gerekliliğidir. Ha artık bu saygıyı duyanlar azalmıştır derseniz o sizin suizanınızdır derim.

 

Bu yasa 1951’de DP tarafından çıkarılmıştır hatta mecliste Menderesin kanunun çıkarılma nedeniyle ilgili göz yaşartıcı bir konuşması da mevcuttur. Ancak, bu kanunda heykel ve büstlere yapılan saldırılara daha fazla ceza öngörülmesi saçmadır. Bu da DP döneminde devlete içi boşaltılmış Atatürkçülük ideolojisinin yerleştirilmiş olmasının göstergesidir.

 

Evet,şimdi getirin bakalım mahkeme kararını da, bakalım hakim benim gibi mi düşünmüş, ben mi yanlış düşünmüşüm, eksik mi fazla mı ceza vermiş ona göre değerlendirelim.

 

Avukat arkadaşlarınıza danışmaya gerek yok. Netice de avukat:2+2=? sorusuna siz kaç istiyorsunuz cevabını veren adamdır...

 

Bu benim sorunum değil, bunu mesleği Avukat olanların düşünmesi gerekir. ;)

Gönderi tarihi:

1946 İstanbul seçimlerindeki şaibeler hatırlansın, bu hatırlamayla beraber Peker'in hükümeti kurma görevini nasıl aldığı veya bu görev niye ona verildi bir düşünülsün...

 

:)Evet, Atatürk öldüğünden yani 1938’den, despotluk olarak gösterdiğiniz 1946 seçimine kadar bir despotluk örneği bekliyoruz hala, sabırla…

 

demiştim.

Gönderi tarihi:

Evet, aşk olsun…niye bahsetmeniz gerektiğini anlamamışsanız anlatalım. 61 Anayasasında İnönü’nün isteği gerçekleşti ve Yüksek Cumhuriyet Konseyi benzeri Anayasa Mahkemesi kuruldu diyorsunuz. Ben de diyorum ki, madem 61 Anayasasını konuşuyoruz, neden 82 Anayasası üzerinden konuyu tartışıyoruz ?

61 Anayasasına göre var olan Senatörlerin halkı temsil etmesi babında, daha eğitimli ve Anayasaya aykırı saçma yasaların kabul edilmesinin engellemesi halkın iradesine karşı olarak yorumlanamaz diyorum.

 

Neden Cumhuriyet Senatosundan bahsediyorum daha iyi anlaşılsın diye buraya bir alıntı yapıyorum :

 

Demokrat partinin izlemiş olduğu ekonomik siyaset 1957 seçimlerine doğru otoritesinin iyice sarsılmasına neden olmuştur. Bu arada kurulan tahkikat komisyonu meclis üzerinde bir varlık olarak belirince DP asker ve üniversite örgenci arasında hem gücünü hem de sansını kaybetmeye başlamıştır. Nitekim 28 Nisan 1960 tarihinde çıkan örgenci olayları da tahkikat komisyonu kanunu pretosto etmek maksadıyla ortaya çıkmıştır. Bu olayları ötekilerin takip etmesi sonucu Türk Silahlı Kuvvetleri harekete geçmiş ve 27 Mayıs 1960 sabahı kansız bir ihtilal sonucu demokrat parti iktidarına son vermiştir. Ayrıca parti kurucuları yöneticiler ve bakanlar gözaltına alınmıştır.

 

Demokrat partinin ileri gelenleri anayasa dışı çalıştıkları gerekçesiyle mahkûm edilmişler ve Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan ise idam edilmiştir.

 

27 Mayıs ihtilali ile ülke yönetimine el koyan askerî güç, yeni bir anayasa yapmak için "Kurucu Meclis" oluşturdu. Bir yıl içinde hazırlanan yeni anayasa, 9 Temmuz 1961'de halkoyuna sunuldu. Seçmenlerin yüzde 81'inin katıldığı oylamada, yeni anayasa yüzde 61,5 "Evet" oyu ile kabul edildi. Böylece Türk tarihinde, ilk kez bir kurucu meclis anayasa hazırlamış ve bu anayasa halkoyu ile kabul edilmişti.1961 Anayasası uzun ve ayrıntılı bir metindi. Önemli yenilikler getiriyordu. Millet egemenliğinin "yetkili organlar eliyle kullanılacağı" hükmü ile ılımlı bir kuvvetler ayrılığı prensibi yer aldı. Yasama ve denetim yetkisi TBMM; yürütme Meclisin içinden çıkmakla birlikte ayrı bir organ olarak Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu; yargı yetkisi ise bağımsız mahkemelerce yerine getirilecekti. Önemli değişikliklerden biri de, TBMM'nin "Millet Meclisi" ve "Cumhuriyet Senatosu"ndan oluşan "çift meclisli" bir yapıdan kurulması idi. Ayrıca, yasaların Anayasaya aykırı olup olmadığını tespit etmek üzere "Anayasa Mahkemesi" kurularak, yargısal denetime ağırlık verildi. Temel hak ve özgürlükler, o güne kadar hiç bir Türk anayasasında görülmemiş biçimde ayrıntılı olarak düzenleniyordu. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmalarına da sınırlar konuluyordu. Anayasa ayrıca Devlete pek çok sosyal ödevler yüklüyordu.

 

1961 Anayasası, 1971 yılındaki değişiklikleriyle birlikte 1980'de yapılan ikinci bir askerî darbeye kadar yürürlükte kaldı.

  • 2 hafta sonra...
Gönderi tarihi:

Atatürk’e hakaretle ilgili kısımda alıntı yaptığınız kişi Asım YENİHABER, bu sözlerinden yargılanmamıştır.“‘Yenilmez kumandan’, ‘ebedi’ Atatürk de bütün bu sıfatlarına rağmen ölmüştü. “ bu ifadede Asım Yenihaber’indir. Asım Yenihaber bundan dolayı cezalandırılmamış ve hakkında bir dava açılmamıştır. Zaten bu konu daha önce yayınlanmış bir kitaptan alıntıdır. Mahkemede dava açılan metin bu metindir ve hakim ikinci metin dolayımında ceza verdiğine göre dava açıldığında Asım Yenihaber’in yazısından da haberdardır savcı da haberdardır. Öyleki; savcı, dahi daha sonra ceza verilmemesini istemiştir.

Bu benim sorunum değil, bunu mesleği Avukat olanların düşünmesi gerekir. wink.gif

Bir avukat arkadaşınıza sormayı düşündüğünüze göre sizin de sorununuzdur. Bu arada avukat değilim.

Bu yasa 1951’de DP tarafından çıkarılmıştır hatta mecliste Menderesin kanunun çıkarılma nedeniyle ilgili göz yaşartıcı bir konuşması da mevcuttur. Ancak, bu kanunda heykel ve büstlere yapılan saldırılara daha fazla ceza öngörülmesi saçmadır. Bu da DP döneminde devlete içi boşaltılmış Atatürkçülük ideolojisinin yerleştirilmiş olmasının göstergesidir.

Bu metni daha önce bir yerlerde okudum. Lütfen, bir daha olmasın. Sevmiyorum böylesi yazım tarzını. Başkasının yazısını alıp, kendi yazılarınızın arasına koyup bir de kime ait olduğunu belirtmediğinizde bu bir nevi düşünce hırsızlığı oluyor kanaatimce…

Gelelim mahkeme kararını getirme meselesine. Hiç; herhangi bir mahkemeden karar almaya kalktınız mı? Diyelim ki konunun tarafısınız; mahkeme kararını nelerden sonra alabilirsiniz. Evvela bunları da bilmek gerekir.

 

1946 İstanbul seçimlerindeki şaibeler hatırlansın, bu hatırlamayla beraber Peker'in hükümeti kurma görevini nasıl aldığı veya bu görev niye ona verildi bir düşünülsün...

 

 

 

Dogrucudavut, 24 Temmuz 2009 - 19:42 tarihinde, dedi ki:

smile.gif Evet, Atatürk öldüğünden yani 1938’den, despotluk olarak gösterdiğiniz 1946 seçimine kadar bir despotluk örneği bekliyoruz hala, sabırla…

Pekiyi 1946 seçimlerini despotluk olarak kabul ediyor musunuz etmiyor musunuz? 1946 seçimlerinde İstanbul’dan seçilmesi mümkün olmayan bir adama hükümeti kurma görevini vermeyi ne olarak görüyorsunuz. Bunları bir cevaplayın ben de gerisine değineyim…

Gönderi tarihi:
Doğrucu Davut

Bu yasa 1951’de DP tarafından çıkarılmıştır hatta mecliste Menderesin kanunun çıkarılma nedeniyle ilgili göz yaşartıcı bir konuşması da mevcuttur. Ancak, bu kanunda heykel ve büstlere yapılan saldırılara daha fazla ceza öngörülmesi saçmadır. Bu da DP döneminde devlete içi boşaltılmış Atatürkçülük ideolojisinin yerleştirilmiş olmasının göstergesidir.

 

Bekir

Bu metni daha önce bir yerlerde okudum. Lütfen, bir daha olmasın. Sevmiyorum böylesi yazım tarzını. Başkasının yazısını alıp, kendi yazılarınızın arasına koyup bir de kime ait olduğunu belirtmediğinizde bu bir nevi düşünce hırsızlığı oluyor kanaatimce…

 

Aynı metni aynı konuda okumuşum. Düştüğümüz komikliğe bakın. Güneş çarptı hafta sonu sanki...Neyse, özür diliyorum...

Gönderi tarihi:

Safsata üretiminin iç yüzünü gözler önüne seren Cyrano iletisi üzerine söylenebilecek bir söz bulamıyorum.

 

Benim dikkat çekmek istediğim, tüm dünyada dinciler artık radikal bir nefret pompalamaya ve toplumu saflaştırmaya, çatışma çıkarma çabasına yöneldiler. Eğer kafalarını sarıp sarmalayıp ya da bir kucak sakal bırakıp ortaya çıktıklarında kimse umursamazsa, tepki göstermezse deli oluyorlar. İstiyorlar ki herkes nefretle baksın. Gözlerini döndürüp döndürüp bir daha bakıyorlar, "bana nefretle bakıyor mu, bakmıyorsa niye bakmıyor? Bakması lâzım! Benden nefret etmeleri lâzım ki kin nefret tohumları yeşersin!"

 

Böyle bir nefret yoksa hayallerinden kurguluyorlar. Çünkü amaçları toplumu ayrıştırmak. Çünkü amaçları çatışma çıkarmak. Enkaz küllerinden yeni bir şey doğacağı gibi garip bir batıl inançları var.

 

En fazla hoşgörü propagandası yapan, bağlılarına "aman ha, sakın ha niyetinizi belli etmeyin. Bedir'de bir kerede çıkıldığı gibi çıkacağız. Sakın ha deşifre olmayın! Erken öten horoz olmayın" diye tembihlenip duran cemaat bile artık içini bastırmayı başaramıyor, içleri patladı.

 

İşleri güçleri birileri birilerinden nefret ediyor diye göstermek. Nefreti yaymak ve körüklemek. Bu iş çığırından çıktı artık ben söyleyeyim. Bu "hoşgörü" propagandistleri de bu kervana katıldığına göre... Olmadı hayali sanal nefretler üretiliyor. Belki göl maya tutar. Şansı denemekten başka çare kalmadı. Fırsat ele geçti, değerlendirildi değerlendirildi. Yoksa kaçacak... Telaş bu. Bu fırsatın bir daha ele geçmeyeceğini, ellerinde ne varsa tüm cephaneyi kullanmaları gerektiğini biliyorlar...

 

Önce tebrikler,sonra da her kelimesine kesinlikle katildigim bir ileti oldugunu itiraf etmeliyim.

Bu Zaman denilen gazete,yeterli tiraji bulamadigi icin evlere bedava dagitilmakta ve böylece bedava tiraj artisi saglanirken ayni zamanda bedava olarak da Türk karsitliginin propagandasi yapilmaktadir.

Zaman denilen gazete malum oldugu üzere Fetulahcidir.Yani onun direktifleri dogrultusunda yazar cizer.Iktidar yandasidir sadece iktidar yandasligi yapsa yine amenna birde bölücülüge destek vermektedir.Cünkü Laiklik ve Atatürkcülük onlarda allerji yapar.Kürtlerden bahsederken aslinda Kürt irkcilarin tamtamlarini calarlar,Islam Cumhuriyeti diyemedikleri icin Türkiye Cumhuriyeti adi onlarda rahatsizlik yaratir.Velhasili nefret etmeleri icin hep gerekceleri hazirdir.Birinci Dünya Savasindan ve Sevr anlasmasindan sonra isgalcilerle omuz omuza Kuvay-i Milliye'ye karsi mücadele verenlerin Türkiye Cumhuriyetini sevmeleri beklenemez.

 

 

saygilarla

Gönderi tarihi:

Atatürk’e hakaretle ilgili kısımda alıntı yaptığınız kişi Asım YENİHABER, bu sözlerinden yargılanmamıştır.“‘Yenilmez kumandan’, ‘ebedi’ Atatürk de bütün bu sıfatlarına rağmen ölmüştü. “ bu ifadede Asım Yenihaber’indir. Asım Yenihaber bundan dolayı cezalandırılmamış ve hakkında bir dava açılmamıştır. Zaten bu konu daha önce yayınlanmış bir kitaptan alıntıdır. Mahkemede dava açılan metin bu metindir ve hakim ikinci metin dolayımında ceza verdiğine göre dava açıldığında Asım Yenihaber’in yazısından da haberdardır savcı da haberdardır. Öyleki; savcı, dahi daha sonra ceza verilmemesini istemiştir.

 

Öncelikle bir yanlış ifadeyi düzeltelim; Asım Yenihaber'den alıntı yapan ben değilim, Hakan Albayrak! Ben alıntıyı onun yazısından yapmıştım. Yazımı okuduysanız, Savcının Asım Yenihaber'e bilahare bir dava açmayıp sadece Hakan Albayrak'a dava açmış olmasını ben de tuhaf bulmuştum. Ya da Hakim neden o davayı görürken bu konuda Savcının dikkatini çekmemiştir ? Acaba, o kitaba nazaran H.Albayrak'ın yazısının geniş kitlelere ulaşmasının daha kolay oluşu olabilir mi ? Herneyse, bence, bunun yanısıra A.Yenihaber'e açılacak bir dava da haber konusu olsaydı daha doğru olurdu.

 

Bir avukat arkadaşınıza sormayı düşündüğünüze göre sizin de sorununuzdur. Bu arada avukat değilim.

 

Avukatlık stajı yaptığınızı biliyoruz. Avukatlık stajı yapana, bu formasyonu alana ''Avukat'' denir değil mi ? İlle de çalışmak gerekmez. Yok tamamlamadınızsa stajı ve de bu forumda stajınızı tamamlamaya çalıştığınızı farzetsek, sonuçta yapılan ve tamamlanmayan stajın konusu ''AVUKATLIK'' yani, ''NÜKLEER TIP'' değil, değil mi?

 

Bu arada Avukat arkadaşıma henüz danışmadığıma göre, bu benim sorunum olmamaya ve bu itibarla sizin sorununuz olmaya devam ediyor yani; Avukatların 2+2=kaç eder sorusuna istenilen cevabı vermesi...

 

Gelelim mahkeme kararını getirme meselesine. Hiç; herhangi bir mahkemeden karar almaya kalktınız mı? Diyelim ki konunun tarafısınız; mahkeme kararını nelerden sonra alabilirsiniz. Evvela bunları da bilmek gerekir.

 

Kelime oyunlarına da hiç gerek yok. Herhalde resmi mahkeme kararının belgesi istenmiyor sizden. Yok mu bu karar hakkında bir küçük haber, bir makale ya da ne bileyim eleştiri nevinden '' hakim şu maddeye dayanarak karar vermiş, aman da ne karar saçma vermiş '' gibisinden bir şeyler ?

 

 

Pekiyi 1946 seçimlerini despotluk olarak kabul ediyor musunuz etmiyor musunuz?

 

Cevap verdiğiniz cümlemden despotluk olarak kabul edilmediği gayet net anlaşılıyor. Onun için bu soru yersiz olmuş.

 

1946 seçimlerinde İstanbul’dan seçilmesi mümkün olmayan bir adama hükümeti kurma görevini vermeyi ne olarak görüyorsunuz. Bunları bir cevaplayın ben de gerisine değineyim…

 

Bunun bir çok sebebi olabilir. Belki, İsmet Paşa'ya göre demokrasiye geçme fikri henüz erkendi, devrimler henüz tam anlamıyla hayata geçirilememişti ve belki dış baskılar sonucu böyle bir seçim tertip edip baskıları geçiştirmek memleket için doğruydu gibi. Bunun bir önemi yok. Çünkü,sonuçta 46 seçimine kadar Tek Parti vardı ve 1946'ya kadar da bu tür atamalar hem Atatürk hem de İnönü tarafından yapılmıştır.

 

Sizin gözardı ettiğiniz olay şudur ki; 46'dan önce zaten kimse ülkede demokrasi falan olduğunu iddia etmiyor. Ama demokrasi olmaması da despotluk olduğu anlamına gelmiyor. Onun için 46'da yapılan seçim de bu doğrultuda düşünülmelidir.

 

Şimdi, ben buna cevap verdiğime göre siz de 1938'den yani Atatürk'ün ölümünden 1946'ya kadar hangi uygulamaları despotluk olarak gördüğünüzden bahsedersiniz herhalde. Zira kaç haftadır epey naz yaptınız cevap vermemek için...

Gönderi tarihi:

Öncelikle bir yanlış ifadeyi düzeltelim; Asım Yenihaber'den alıntı yapan ben değilim, Hakan Albayrak! Ben alıntıyı onun yazısından yapmıştım. Yazımı okuduysanız, Savcının Asım Yenihaber'e bilahare bir dava açmayıp sadece Hakan Albayrak'a dava açmış olmasını ben de tuhaf bulmuştum. Ya da Hakim neden o davayı görürken bu konuda Savcının dikkatini çekmemiştir ? Acaba, o kitaba nazaran H.Albayrak'ın yazısının geniş kitlelere ulaşmasının daha kolay oluşu olabilir mi ? Herneyse, bence, bunun yanısıra A.Yenihaber'e açılacak bir dava da haber konusu olsaydı daha doğru olurdu.

Hakan Albayrak'ın ilgili yazısının içerisinden yaptığınız alıntıların Asım Yenihaber'e ait olduğunu biliyorsunuz. Gerisi önemli değil. Kaldı ki Asım Yenihaber'in yazısı bir kitapta olduğu kadar bir gazetede de yayınlanmıştır. Dolayısıyla daha geniş kitlelere yayılma ihtimalleri aynıdır hatta yanlış hatırlamıyorsam Hakan Albayrak'ın yazısı Milli Gazetede çıkmış Asım Yenihaber'in yazısı Vakit Gazetesinde çıkmış olup; o dönem Vakit okuru sayısı daha fazladır. Dahası bir suç işlendiğinde ve bu basın suçu olduğunda çok daha geniş kitlelerin, olaydan haberdar olması suçun nev'ini veya soruşturulup soruşturulmaması gerekliliğini etkilemez.

 

Avukatlık stajı yaptığınızı biliyoruz. Avukatlık stajı yapana, bu formasyonu alana ''Avukat'' denir değil mi ? İlle de çalışmak gerekmez. Yok tamamlamadınızsa stajı ve de bu forumda stajınızı tamamlamaya çalıştığınızı farzetsek, sonuçta yapılan ve tamamlanmayan stajın konusu ''AVUKATLIK'' yani, ''NÜKLEER TIP'' değil, değil mi?

 

Avukatlık kanunun ilgili maddesinde kimlerin avukat olacağı yazılıdır. Son kertede Barolar Birliğine kayıt yaptırıp avukatlık belgesi alma şartı vardır. Ben de, staj bitim belgesi var. Avukatlık belgesine durduk yere 800,00 TL civarında para vermeyi zull görmüştüm. Dolayısıyla kişi avukatlık stajı yaparsa Avukat olmaz. Bu stajı tamamlayıp noterlik de yapabilir. Bu stajı tamamlayıp hakim de olabilir. Tabii; hakimlik ve savcılığa kabul edilenlerin 2 yıllık ayrı bir staj süresi vardır o da ayrı. Bir stajın konusunun avukatlık olması staj bitiminde sizi avukat yapmıyor maalesef. En azından kanun nazarında bu böyledir. Yani ki; ben şimdi gidip bir mahkemede bir kişiyi avukat sıfatıyla savunma hakkına sahip değilim.

 

Bu arada Avukat arkadaşıma henüz danışmadığıma göre, bu benim sorunum olmamaya ve bu itibarla sizin sorununuz olmaya devam ediyor yani; Avukatların 2+2=kaç eder sorusuna istenilen cevabı vermesi...

Bunun cevabı yukarda verildi sanırım.

 

 

Kelime oyunlarına da hiç gerek yok. Herhalde resmi mahkeme kararının belgesi istenmiyor sizden. Yok mu bu karar hakkında bir küçük haber, bir makale ya da ne bileyim eleştiri nevinden '' hakim şu maddeye dayanarak karar vermiş, aman da ne karar saçma vermiş '' gibisinden bir şeyler ?

 

Ben, bir an öyle birşey istediğinizi düşündüm. Haber olarak da daha önceki tartışmamızdan başka birşey yok. Bir yazarın Atatürk'e hakaretten içeri girmesi rutinden sayıldığı için önem atfedilmemiş olabilir. Kararın gerekçesi elimizde yok, internette yok. İlgili kitapta yok. Bana kalırsa gerekçeye gerek de yok. Haketmiştir...

 

 

Cevap verdiğiniz cümlemden despotluk olarak kabul edilmediği gayet net anlaşılıyor. Onun için bu soru yersiz olmuş.

 

Bunun bir çok sebebi olabilir. Belki, İsmet Paşa'ya göre demokrasiye geçme fikri henüz erkendi, devrimler henüz tam anlamıyla hayata geçirilememişti ve belki dış baskılar sonucu böyle bir seçim tertip edip baskıları geçiştirmek memleket için doğruydu gibi. Bunun bir önemi yok. Çünkü,sonuçta 46 seçimine kadar Tek Parti vardı ve 1946'ya kadar da bu tür atamalar hem Atatürk hem de İnönü tarafından yapılmıştır.

 

Sizin gözardı ettiğiniz olay şudur ki; 46'dan önce zaten kimse ülkede demokrasi falan olduğunu iddia etmiyor. Ama demokrasi olmaması da despotluk olduğu anlamına gelmiyor. Onun için 46'da yapılan seçim de bu doğrultuda düşünülmelidir.

 

Şimdi, ben buna cevap verdiğime göre siz de 1938'den yani Atatürk'ün ölümünden 1946'ya kadar hangi uygulamaları despotluk olarak gördüğünüzden bahsedersiniz herhalde. Zira kaç haftadır epey naz yaptınız cevap vermemek için...

 

Şimdi gayet net anlaşıldı. O zaman 1938 ile 1946 arasını tartışmaya çalışmanın bir manası yok. Zira gerekçe olarak bunun için erkendi, zaten demokrasi yoktu filan deniliyorsa; bahse konu tarihler arasında hukuk devleti yoktu, insan hakları yoktu da denebilir. Herşey mübah olarak kabul edilebilir bu anlayış doğrultusunda. O zaman neyi/niye tartışacağız. Başından beridir de benim söylediğim buydu.

 

Eğer ki; 1946'daki seçimleri despotluk olarak kabul etmezsek, o seçimler için bir takım gerekçeler uydurursak ondan öncekiler için milyon tane gerekçe uydurabiliriz. O zaman da bunu tartışmak beyhude olur.

 

Bunun adı da naz değildir...

 

Selamlar ile...

Gönderi tarihi:

Temel İskit...72 yaşındaki bir ‘beyaz Türk’ün düşünceleri!

 

"Benim neslim ve çevrem uzun süre ‘sorunsuz’ bir Türkiye’de yaşadı. Kürt sorunu yoktu. Ermeni soykırımı sorunu hiç yoktu. Dış dünya ile tek sorunumuz bizi fesli göstermeleriydi. Doğu’yu küçümser Batı’yı önemserdik. En büyük korkumuz irtica ve komünizmdi.

 

Yıllarca aldatıldık. Önce eğitim aldattı. Sonra da Soğuk Savaş.

 

Gözlerimizdeki perde sonraki nesillere göre çok geç kalkmaya başladı.

 

Önce bizden bazı şeylerin saklandığını sezmeye başladık. Ama neyin saklandığını bilemedik.

 

Türkiye’nin sorunsuz değil tam tersine bol sorunlu bir ülke olduğunu anlamamız zaman aldı. Çözümler üzerinde kafa yormaya başlamamız da.

 

Bir kısmımız ideolojilerin cazibesine kapıldı. Asıl sorunlarımızın ideolojilerle maskelendiğini anlayamadı. Çoğumuz da gözlerimizi kapayıp vazifemizi yaptık.

 

Dünya değişip de gerçek sorunlarımızla yüzleşince şaşırdık. Eski şablonlar hiçbir şeyi çözmüyordu. Kemalizm, sosyalizm, milliyetçilik dertlerimize deva değildi.

 

Birçoğumuz kolayı seçti. Sorunlar alıştığımız aletlerle çözülemeyince, aletleri değiştirmek yerine sorunlarla yaşamayı yeğledi. Zaten zaman daralıyordu. Bütün bir ömür aldandığını kabullenmek kolay değildi elbet.

 

Bizim nesil iç sorunlarımızın sık sık kılık değiştirmesine de tanık oldu. Şaşkınlığımızın nedeni biraz da bu.

 

Ermeni sorunu başta hiç yoktu. Sonra Batılı düşmanlarımız hiç yoktan bir soykırım uydurdu. Daha sonra mesele Ermenilerin bizi arkadan vurmasına dönüştü, oradan savaş koşullarında meşru müdafaaya, oradan mukateleye. Şimdilerde ise tarihin ‘photo shop’lanmamış sayfaları açıldıkça hayretten hayrete düşüyoruz.

 

Ama bir kısmımız aldatıldığına kızarken çoğumuz inkârın rahatlığına sığınıyor hâlâ.

 

İrtica sorununda tersini yaşadık. İçimize salınan ‘şeriat’ korkusunun temelinin çok da sağlam olmadığını görmeye başladık. Öğretilenin aksine Müslümanlığın bir tehlike olmadığını, toplumumuzun ortak değeri olduğunu anladık. Laikliğin kolay kolay elden gitmediğini, ‘İslamcı’ denilen bir partinin yedi yıllık iktidarından sonra bile İran olmadığımızı gördük. İrticayla mücadelenin özgürlüklerin kısıtlanması için nasıl bahane edildiğini farkettik.

 

Ama bir kısmımız aldatıldığına kızarken hâlâ çoğumuz için irtica ha geldi ha gelecek.

 

Bizim nesli en çok Kürt sorunu sarstı. Onun da yıllarca bilincinde değildik. Tarih Türk tarihiydi. Türkiye Türklerindi. Kırklarımızdayken bile bizim için Kürt yoktu. Bölücü terör vardı. Sonra ‘kart kurt sesi çıkaranlar’ Kürtler olarak ortaya çıktı. Önceleri kendi lisanları yoktu. Sonra öğrendik ki varmış. Hatta Anadolu’da Türklerden önce yaşamışlar. Şimdi de ikinci sınıf muamelesi görmeyi reddediyorlarmış. Demokratik bir Türkiye’de eşit vatandaşlar olarak yaşamak istiyorlarmış.

 

Bir kısmımız bu sorunun ülkemizin bekası için yaşamsallığının bilincine vardı. Çözüm için silahın, ekonomik önlemlerin yeterli olmadığını anladı. Kimlik konusunun, anayasal ve fiilî eşitliğin önemini idrak etti. Ama çoğunluğumuz ezberini bozamadı. ‘PKK’yı yok edersek, sorun çözülür’ demeyi sürdürdü. En önemlisi Türkiye’nin sahibinin Türkler olduğuna dair sarsılmaz inancında gedik açılmasını şiddetle reddetti.

 

Benim neslim toplumun en fazla koşullandırılmış kesimi. Hatta kendisini sonraki nesilleri koşullandırmakla görevli saymış bir nesiliz biz. Kutsal devlet, ideolojik laiklik, imtiyazsız sınıfsız kitle, bölünmez bütünlük, Türkün özelliği ve üstünlüğü kavramları benliğimizin parçası olmuş.

 

Bizim tüm bu kavramları gerçek değerlerine oturtmak için gerekli zihinsel devrimi yapmamız kolay değil. Nitekim Kürt sorununda kuantum sıçrayışının eşiğinde olduğumuz bu günlerde direncin önemlice bir kısmı biz yaşlardaki Türklerden ve Kürtlerden geliyor gibi.

 

‘Kürt açılımı’ özellikle Başbakan’ın 11 ağustos konuşmasıyla ciddi bir aşamaya girdi.

 

Bu kadar karmaşık, bu kadar kan ve gözyaşına mal olmuş, sırtında bu kadar tarihsel yük bulunan bir sorun elbette yarın çözülmeyecek.

 

Ama ilk defa tünelin sonunda ışık var. Çözüm sürecine her kesimden katkı önemli.

 

Fakat direnenler de var tabii. Çoğunu anlayamıyorum.

 

CHP, MHP ve ulusalcılardan çok ötekileri anlamıyorum. Çözümün geleceklerini nasıl parlatacağını algılayamayanları anlamıyorum. “Nasıl olsa çözülmez”, “beklentileri yükseltmeyin”, “çözüm derken Türk sorunu yaratmayın” diyerek süreci baltalamaya çalışanları anlamıyorum. Sırf ‘ben demiştim’ diyebilmek için felaket tellallığı yapanları anlamıyorum. Konuyu Ak Parti’ye muhalefet basitliğine indirgeyenleri anlamıyorum.

 

Benim neslim çözüm aramaktan çok sorunu sürdürmeye çalıştı.

 

Çözüm bizden sonrakilerin, sizlerin elinde artık.

 

Biz ettik siz etmeyin Türkiye’ye."

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.