Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

Tamam. diyelim ki Allah bizi yaratmış. Ahiret dediğiniz şeyin varlığına ne gerek var ki? Hem bugüne kadar ordan kim dönmüş de böyle bir yerin varlığından söz ediyorsunuz? Yok cennet, yok cehennem, ve daha neler neler...

Gönderi tarihi:

Tamam. diyelim ki Allah bizi yaratmış. Ahiret dediğiniz şeyin varlığına ne gerek var ki?

............................

Yok cennet, yok cehennem, ve daha neler neler...

Tabi sizin aklınız başkasının cebinde olursa öyle durur durur sonra da pat diye başka tarafa kayarsınız. Ama merak etmeyin Allah'ı da peygamberi de ahireti de ve diğerlerini de gösteren öyle parlak deliller var ki adeta kör olanın bile gözüne sokuyor ve ona da gösteriyor...

" Ahiretin ne gereği var "

Bir sultan, bir padişah düşünün ki onu sevenleri ve itaat edenleri takmasın, ilgilenmesin ödüllendirmesin; ona karşı çıkanları, suç işleyenleri, damarına basanları da görmezden gelsin, onlara birşey demesin... Acaba bu padişahın devleti ayakta kalabilir mi? Milleti huzur içinde yaşayabilir mi?

Siz o padişah olun. Karşınıza bir edepsiz çıkıyor ve diyor ki bana ceza veremezsin beni hapse atamazsın. Acaba memleketinizde hiç hapishane olmazsa bile sırf o edepsiz için bir hapishane , bir zindan yapmaz mısınız.

İşte Allah'da ona itaat edenleri mükafaatlandırma ve karşı çıkanları da cezalandırmak için elbette ki ahireti yapacaktır, cennet ve cehennemi yaratacaktır ve yaratmıştır. Yaratmıştır diyorum çünkü görenler vardır.

Devam edecek...

 

Tamam. diyelim ki Allah bizi yaratmış. Ahiret dediğiniz şeyin varlığına ne gerek var ki?

.......................................

Yok cennet, yok cehennem, ve daha neler neler...

 

Evet böyle bir padişah (Allah) var. Çevremize bakıyoruz, dediğim tarzada ciddi bir ödüllendirme ve cezalandırma görünmüyor. Genellikle zalim, izzetinde, mazlum da zilletinde kalıp burdan göçüp gidiyorlar. Demek ki Başka bir yerde büyük bir mahkeme kurulacak, itaat edenlere ödülleri (cennet), ve karşı gelip suç işleyenlere de cezaları verilecek(Cehennem).

 

..........................................

Hem bugüne kadar ordan kim dönmüş de böyle bir yerin varlığından söz ediyorsunuz?

.........................................

 

Bu sorunun cevabı da çok kolay. ;)

Oraya öyle birisi gidip dönmüş ki; hatta düşmanlarının da tasdiki ile hayatında bir kere bile en darda kaldığı anlarda bile yalana tenezzül etmemiş ve yalan söylememiş. Peygamber Efendimiz oaraya mirac da gitmiş görmüş dönmüş ve gördüğünü de bize söylemiş.

Nasıl mı inanalım?

O zamanki ona inanmayanlar da aynı şeyi demişler: "nasıl inanalım?"

Giderken hayatı boyunca görmediği ve geçmediği yerlerden geçmiş (Mescid-i Aksa), ve bu yerlerin özelliklerini o inanmayanlara anlatıp onlara ispat etmiş ve onları susturmuş....

Ayrıntılarını tarih ve siyer kitaplarına havale ediyorum...

:cat:

Gönderi tarihi:

Ahiret (Öteki dünya) inancı insanoğlunun en eski inançlarından biridir. Eskisinden yenisine kadar hemen her dini inançta rastlanır. Bunun çeşitli nedenleri var tabii. Mesela, insanoğlunun ölümsüzlük hayali... İnsanoğlu yok olup gitmeyi kabullenememektedir. Kesin bir öteki dünya olmalıdır (!) Tanrı ile birlikte sonsuza kadar bir eli yağda, öteki balda, biri boşalınca bir hurinin orasında burasında vs.vs. İnsanoğlu buna inanmak istemeyecek de, neye isteyecek?

 

Diğer bir neden de dünyada istenilen düzeyde bir adalet olmayışıdır. Bu dünyadaki iyi ya da kötü davranışların bir yerlerde ödülü ya da cezası olmalıdır. İnsan buna da inanmak ister. Çünkü bakarsın ki, adamın bir tanesi davranışları itibariyle çok kötüdür. Ancak gül gibi yaşayıp gitmektedir. İşte bunu, insan vicdanında Ahiret inancı dengeler. "Bu adam cehennemde yanıp cezasını çekecek" der, vicdanını rahatlatırsın.

 

Ayrıca toplumsal adaleti sağlayamamış bir devletin de en önemli ihtiyacıdır. Toplumsal tepkisizliğin müsebbibidir çünkü. Ahiret inancı, insanı bu dünyadan çok öteki dünya için yaşamaya sevkeder. Bu dünyada çekilen eziyetleri tanrı imtihanı olarak görüp buna boyun eğmenin ve sebat etmenin karşılığını öteki dünyada cennet mekanı olarak almak istemeyecek kim olabilirki ?

 

Sözün özü, insanın ahiret inancına sahip çıkması için bir çok neden var. Dinler de bunu en iyi şekilde kullanmışlardır.

Gönderi tarihi:

Ahiret (Öteki dünya) inancı insanoğlunun en eski inançlarından biridir. Eskisinden yenisine kadar hemen her dini inançta rastlanır. Bunun çeşitli nedenleri var tabii. Mesela, insanoğlunun ölümsüzlük hayali... İnsanoğlu yok olup gitmeyi kabullenememektedir. Kesin bir öteki dünya olmalıdır (!) Tanrı ile birlikte sonsuza kadar bir eli yağda, öteki balda, biri boşalınca bir hurinin orasında burasında vs.vs. İnsanoğlu buna inanmak istemeyecek de, neye isteyecek?

 

........................

 

Sözün özü, insanın ahiret inancına sahip çıkması için bir çok neden var. Dinler de bunu en iyi şekilde kullanmışlardır.

Daha söyleyebilecek bişey kalmayınca işi felsefeye döküyoruz. Nolacak... Tabi maksadımız gerçekten araştırmak değil tenkit olunca sonucundan ne beklenir ki?

;)

Gönderi tarihi:

Daha söyleyebilecek bişey kalmayınca işi felsefeye döküyoruz. Nolacak... Tabi maksadımız gerçekten araştırmak değil tenkit olunca sonucundan ne beklenir ki?

;)

 

Umarım herkes en az benim kadar araştırır... ;)

Gönderi tarihi:

Ahirete imanın hadsiz faydalarında bazıları.Saysak bitmez...

 

 

Birincisi : İnsan, diğer hayvanattan farklı olarak, hânesiyle alâkadar olduğu gibi dünya ile alâkadardır; ve akrabalarıyla münasebetdar olduğu gibi, tüm insanlar ile de ciddî ve fıtrî münâsebettardır. Ve dünyada geçici bekasını arzuladığı gibi bir ebedi yaşamda bekasını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını te'min etmeğe çalıştığı gibi; dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları akıl ve kalb ve ruh ve insâniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtratan mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve hedefleri var ki, ebedî saadetten başka hiç bir şey onları tatmin etmiyor. bir zaman (küçüklüğümde) hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra yokluğa ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat alçak ve meşakkatli bir ebediyeti mi istersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden "ah!" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.

 

 

 

İşte mâdem, insanın mahiyetinin bir hizmetkârı olan hayali bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette insanın çok geniş mahiyeti, ebediyetle fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermâyesi bir cüz'i cüz'-ü ihtiyarî ve tam fakir bir insana, âhirete îman ne derece kuvvetli ve kâfi ve ve yeterli bir hazine, bir bir saadet sebebi ve lezzet; bir bir dayanak , bir merci; ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir teselli olduğu öyle bir meyve ve faydedir ki, onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur.

 

 

 

İkinci meyvesi ve şahsi hayata bakan bir fâidesi: çok ehemmiyetli bir neticedir.

 

 

 

Evet, her insanın, her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi o idamhâneye girmek tir. Bir tek dostu için ruhunu feda eden o çaresiz insanın; binler, belki milyonlar, milyarlar dostları ebedi bir ayrılık içinde idam olmalarını düşünüp Cehennem azabından beter bir elem, - o düşünmek ucundan- göründüğü vakit, âhirete îman geldi, gözünü açtırdı; ve perdeyi kaldırdı.. "bak" dedi. O îmanla baktı.. Cennet lezzetinden haber veren bir ruhi lezzet, o dostları ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulup sevinçli bir nuranî âlemde onu da bekliyorlar vaziyetinde görerek aldı.

 

 

 

şahsi hayata ait üçüncü bir faidesi: İnsanın diğer hayat sahipleri üstündeki üstünlüğü ve rütbesi ise; yüksek ahlakları ve geniş yetenekleri ve küllî ubudiyetleri ve geniş vücudî dâireleri itibariyledir. Halbuki o insan, hem yok, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin ölçüsüyle; ahlaki, muhabbeti, kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler alır.

 

 

 

Meselâ: Eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadâkata ve ihlâsa pek nâdir muvaffak olabilir; o ölçüde kemâlâtı ve ahlakı küçülür. Değil hayvanların en yükseği, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en çaresizi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete îman imdâda yetişir. Mezar gibi dar zamanını geçmiş ve gelecek zamanları içine alan, pek geniş bir zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir varlık dairesi gösterir. Babasını, cennette ve ruhlar aleminde dahi pederlik münasebetiyle; ve kardeşini, tâ ebede kadar samimiyetini düşünmesiyle ve karısını Cennet'te dahi en güzel bir hayat arkadaşı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş hayat dairesinde ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve küçük garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadâkata ve samimi ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri, o nisbette - derecesine göre- yükselmeğe başlar. İnsaniyeti yükseklenir. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan, bütün hayvanat üstünde, kâinatın en seçilmişve bahtiyar bir misafiri ve Sâhib-i Kâinatın en sevgili ve makbûl bir abdi olmasıdır.

 

 

Dördüncü bir fâidesi ki, toplum hayatına bakıyor :

 

İnsanoğlunun dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret îmanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler. Yoksa elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak. Çünki, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik aklında ve ileride uzun arzuları taşıyan zaîf kalbinde ve dayanıksız ruhunda öyle bir te'sir yapar ki; hayatı ve aklı o çaresize azab aleti ve işkence edeceği zamanda, âhiret îmanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde bir sevinç ve genişlik hissederek der: "Bu kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennet'in bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyf eder, gezer. Ve vâlidem öldü, fakat Allah'ın rahmetine gitti; yine beni Cennet'te kucağını alıp, sevecek. Ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim." diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

 

Hem insanın bir kısmını teşkil eden ihtiyarlar; yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi, ancak ve ancak âhiret îmanında bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar, öyle bir ruh azabı ve kalb dağdağası çekeceklerdi ki, dünya onlara ümitsiz bir zindan ve hayat işkenceli bir azab olurdu. Fakat, âhiret îmanı onlara der:

 

"Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek; ve parlak bir hayat ve sozsuz bir ömür sizi bekliyor. Ve kaybettiğiniz evlâd ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş; mükâfatlarını göreceksiniz." diye, ahiret inancı onlara öyle bir teselli ve mutluluk verir ki; herbirinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları üzmez.

 

 

 

İnsanoğlunun üçten birisini teşkil eden gençler - Hevesatları galeyanda, hissiyata mağlub cür'etkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler- âhiret îmanını kaybetseler ve Cehennem azâbını akılarına getirmezlerse, sosyal hayatta,Namusluların malı ve ırzı ve zaif ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes'ud hanenin saadetini mahveder ve bu gibi hapiste dört-beş sene azab çeker. Canavar bir hayvan hükmüne geçer.

 

Eğer, ahiret inancı onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. "Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat, Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir celal sahibi padişahın melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kayd ediyorlar. Ben başı boş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaif olacağım." diye birden, zulmen tecâvüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar.

 

 

 

Hem insanoğlunun ehemmiyetli bir kısmı, hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahbuslar; eğer ahiret imanı onların imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtariyle gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zâlimin gurur dolu ihâneti ve büyük musibetlerde boş boşuna malını, evlâdını kaybetmekle elîm ümitsizliği ve bir-iki dakika veya bir-iki saat keyf yüzünden beş-on sene böyle bir hapis azâbını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o çaresizlere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azâba çevirir. Eğer âhirete îmân imdatlarına yetişse birden onlar nefes alırlar; sıkıntıları, ümitsizlikleri ve endişeleri ve intikam hiddetleri, imanın dercesine göre kısmen ve bazen tamamen azalır.

 

 

Bediüzzaman Said Nursi. Şular. 11. şua'nın 8. meselesinin hülasası...

Gönderi tarihi:

Said-i Kürdi'den saçmalar. Anlamsız laf kalabalığından başka bir şey yok. Buraya alıntıyla değil, anladığınızı anlatarak gelin... Zamanında da bir arkadaşa "şunu bana bir çeviriver" demiştim de, "zamanım olursa çeviririm" cevabını almış, ancak o zaman nedense bir türlü gelmemişti.

 

Bir zahmet şu faideleri bize türkçe olarak özetleyiversen...

Gönderi tarihi:

******** cevabı sukuttur fakat bazıları sessiz kalmayı ikrardan kabul eder.Bu sebeble cevap vermek durumunda kaldım.Hakikatlar güneş gibidir.Ben Bediüzzaman'ın kitaplarından anladığım kadarıyla ahiret inancının binlerce faydasından birkaçını yazdım.Bugün toplumun ihtiyacı olan rahat bir düzene ve ruh sakinliğine tam bir ilaçtır.Ahirete ne gerek var yazısına da tokat gibi bir cevaptır.Zaten dikkatle okuyan ve biraz düşünen bu iki sözüme kesinlikle hak verecektir.(ayrıca yazı türkçedir ve ifadeler çok açıkdır sadece bir kaç paragrafta inancın önemi ve etkisi vurgulanmak için biraz uzun ifadeler kullanılmıştır fakat anlam bütünlüğünü bozmaz yazı amacına hizmet etmiştir anlamadığın kısmı yaz sana ne demek istediğini bildereyim.)

 

Seninle kişisel polemiğe girip konunun sapmasına izin vermeyeceğim(Yazı hakkında her türlü tartışmaya hazırım).Zira yapılmak istenen budur.Altta kalınan zamanlarda hakikata perde çekip insanların nazarları başka yönlere kaydırılmak istenir.İsteyen yukarıda yazılan faydalardan istifade edip imanına katkı yapar, isteyen de gözünü kapar ve ancak sinek gibi vızıldar.Şu unutulmamalıdır ki, yukarı da yazdığım gibi, hakikatlar güneş gibidir.Zira güneş ışığı güzel bir çiçeğe vurduğunda çiçek cennet kokularından bir demet olur, birikmiş çöp parçalarına vurduğunda ise onların zaten kötü olan kokularını artırmaktan başka bir şey yapmaz.

 

 

Said Nursi hakkında ise daha önce bir başlık açıldı ve insanlar sukut etti.Muhakkak ki sen de o yazıyı okudun.Kedi uzanamadığı ciğere pis der.O başlık da herkese meydan okudum kimse de çıkıp bir cevap veremedi.Burada aynısını sana tekrar yazıyorum.İstediğin suçlmayı yap cevabı hazırdır.Bu konunun tartışma mevkii orasıdır..

Gönderi tarihi:

Madem öyle, ben de anladığım kadarı gireyim konuya

 

Ahirete imanın hadsiz faydalarında bazıları.Saysak bitmez...

Birincisi : İnsan, diğer hayvanattan farklı olarak, hânesiyle alâkadar olduğu gibi dünya ile alâkadardır; ve akrabalarıyla münasebetdar olduğu gibi, tüm insanlar ile de ciddî ve fıtrî münâsebettardır. Ve dünyada geçici bekasını arzuladığı gibi bir ebedi yaşamda bekasını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını te'min etmeğe çalıştığı gibi; dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları akıl ve kalb ve ruh ve insâniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtratan mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve hedefleri var ki, ebedî saadetten başka hiç bir şey onları tatmin etmiyor.

 

İnsanların ölümden sonra hayat olduğuna inanmak istediklerini ben de söylemiştim zaten. Buna, binlerce yıl önceki ilkel inançlarda da rastlayabileceğimizi de söylemiştim. İnsanlar cennet için vaadedilenlere inandıktan sonra onu arzulamaycak da, neyi arzulayacak ?

 

Bu arada bana, " Ve midesinin gıda ihtiyacını te'min etmeğe çalıştığı gibi; dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları akıl ve kalb ve ruh ve insâniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtratan mecburdur, çabalıyor." ifadesindeki "mecburiyetin" nedenini açıklayabilir misiniz?

 

bir zaman (küçüklüğümde) hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra yokluğa ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat alçak ve meşakkatli bir ebediyeti mi istersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden "ah!" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.

İşte mâdem, insanın mahiyetinin bir hizmetkârı olan hayali bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette insanın çok geniş mahiyeti, ebediyetle fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermâyesi bir cüz'i cüz'-ü ihtiyarî ve tam fakir bir insana, âhirete îman ne derece kuvvetli ve kâfi ve ve yeterli bir hazine, bir bir saadet sebebi ve lezzet; bir bir dayanak , bir merci; ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir teselli olduğu öyle bir meyve ve faydedir ki, onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur.

 

"Cehennem de olsa beka isterim" Bu ifadeyi söyleyebilmek için, ya cehennemden bihaber olmak, ya da mazoşit olmak gerekir. Bu propaganda amaçlı söylemden başka bir şey değildir. Ayrıca cennet için bu dünyada bulunmayan hiç bir şeyin tarifi yapılmamıştır. O yüzden bu dünya lezzetlerinin tatmin etmemesi, doyumsuzluk dışında söz konusu değildir. "onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur." Bu söylem, insanların sömürülmesinin ve belli amaçlar için kullanılmasının en meşhur araçlarından biridir.

 

 

İkinci meyvesi ve şahsi hayata bakan bir fâidesi: çok ehemmiyetli bir neticedir.

Evet, her insanın, her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi o idamhâneye girmek tir. Bir tek dostu için ruhunu feda eden o çaresiz insanın; binler, belki milyonlar, milyarlar dostları ebedi bir ayrılık içinde idam olmalarını düşünüp Cehennem azabından beter bir elem, - o düşünmek ucundan- göründüğü vakit, âhirete îman geldi, gözünü açtırdı; ve perdeyi kaldırdı.. "bak" dedi. O îmanla baktı.. Cennet lezzetinden haber veren bir ruhi lezzet, o dostları ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulup sevinçli bir nuranî âlemde onu da bekliyorlar vaziyetinde görerek aldı.

şahsi hayata ait üçüncü bir faidesi: İnsanın diğer hayat sahipleri üstündeki üstünlüğü ve rütbesi ise; yüksek ahlakları ve geniş yetenekleri ve küllî ubudiyetleri ve geniş vücudî dâireleri itibariyledir. Halbuki o insan, hem yok, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin ölçüsüyle; ahlaki, muhabbeti, kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler alır.

Meselâ: Eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadâkata ve ihlâsa pek nâdir muvaffak olabilir; o ölçüde kemâlâtı ve ahlakı küçülür. Değil hayvanların en yükseği, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en çaresizi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete îman imdâda yetişir. Mezar gibi dar zamanını geçmiş ve gelecek zamanları içine alan, pek geniş bir zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir varlık dairesi gösterir. Babasını, cennette ve ruhlar aleminde dahi pederlik münasebetiyle; ve kardeşini, tâ ebede kadar samimiyetini düşünmesiyle ve karısını Cennet'te dahi en güzel bir hayat arkadaşı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş hayat dairesinde ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve küçük garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadâkata ve samimi ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri, o nisbette - derecesine göre- yükselmeğe başlar. İnsaniyeti yükseklenir. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan, bütün hayvanat üstünde, kâinatın en seçilmişve bahtiyar bir misafiri ve Sâhib-i Kâinatın en sevgili ve makbûl bir abdi olmasıdır.

 

Offfffff... Bir yığın gereksiz, anlamsız, kafa karıştırmaktan başka ne işe yaradığı anlaşılamayan söz laf kalabalığı... Neyse, sanırım insanların yakınlarını kaybetmelerinden kaynaklanan üzüntünün ahiret inancıyla azaltılacağından, ve islami ahlak değerlerinin yakınlarına değer vereceğinden söz ediyor.

 

Aslında ahiret inancının olmaması, bu dünyada yakınlarınla kurduğun ilişkinin daha sağlam olmasını sağlayabilir. Zira, ölünce yitip gideceğini bilmek, bu dünyada sevdiğinle geçirdiğin her anı daha kıymetli ve daha anlamlı yapar. Ayrıca ahiret inancı olmaması, senin sevdiklerine verdiğin değerin, cennete gitmek için gösterilen bir çaba olması riyakarlığından da kurtarmış olur. (Eğer bunun aksini iddia ediyorsan, teist ahlakın dışına çıkmış olursun. Böylece ateist ahlakı da kavrayabilirsin) Bir de, cennette yanında yığınla huri varken karısını kim görür ki?

 

Dördüncü bir fâidesi ki, toplum hayatına bakıyor :

 

İnsanoğlunun dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret îmanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler. Yoksa elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak. Çünki, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik aklında ve ileride uzun arzuları taşıyan zaîf kalbinde ve dayanıksız ruhunda öyle bir te'sir yapar ki; hayatı ve aklı o çaresize azab aleti ve işkence edeceği zamanda, âhiret îmanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde bir sevinç ve genişlik hissederek der: "Bu kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennet'in bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyf eder, gezer. Ve vâlidem öldü, fakat Allah'ın rahmetine gitti; yine beni Cennet'te kucağını alıp, sevecek. Ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim." diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

 

Tabi işe çocukluktan başlamak gerekiyor. Beyin yıkamaya erken yaştan başlanmalı ki, sonra çok geç kalınmasın. Ayrıca, çocuklara "seni leylekler getirdi yavrum" söylemi de çok faydalı bir söylemdir...

 

Hem insanın bir kısmını teşkil eden ihtiyarlar; yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi, ancak ve ancak âhiret îmanında bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar, öyle bir ruh azabı ve kalb dağdağası çekeceklerdi ki, dünya onlara ümitsiz bir zindan ve hayat işkenceli bir azab olurdu. Fakat, âhiret îmanı onlara der:

 

"Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek; ve parlak bir hayat ve sozsuz bir ömür sizi bekliyor. Ve kaybettiğiniz evlâd ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş; mükâfatlarını göreceksiniz." diye, ahiret inancı onlara öyle bir teselli ve mutluluk verir ki; herbirinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları üzmez.

İnsanoğlunun üçten birisini teşkil eden gençler - Hevesatları galeyanda, hissiyata mağlub cür'etkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler- âhiret îmanını kaybetseler ve Cehennem azâbını akılarına getirmezlerse, sosyal hayatta,Namusluların malı ve ırzı ve zaif ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes'ud hanenin saadetini mahveder ve bu gibi hapiste dört-beş sene azab çeker. Canavar bir hayvan hükmüne geçer.

 

Tabii ölüm korkusunu bir şekilde yenmek gerekir. Onun da çaresi bir başka hayata yeniden, ve bu sefer sonsuza dek başlamaya inançtan geçer. Bir ayağın çukura girdiğinde, dine daha çok eğilmenin altında yatan psikoloji budur işte... Ayrıca burada da inaçsız olmanın ahlaksız olmakla eşdeğer olduğu vurgusu yapılmış ki, bu konuya hiç girmeyeceğim. Bu forumda bununla ilgili yeteri kadar yazı yazdım...

 

Eğer, ahiret inancı onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. "Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat, Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir celal sahibi padişahın melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kayd ediyorlar. Ben başı boş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaif olacağım." diye birden, zulmen tecâvüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar.

Hem insanoğlunun ehemmiyetli bir kısmı, hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahbuslar; eğer ahiret imanı onların imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtariyle gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zâlimin gurur dolu ihâneti ve büyük musibetlerde boş boşuna malını, evlâdını kaybetmekle elîm ümitsizliği ve bir-iki dakika veya bir-iki saat keyf yüzünden beş-on sene böyle bir hapis azâbını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o çaresizlere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azâba çevirir. Eğer âhirete îmân imdatlarına yetişse birden onlar nefes alırlar; sıkıntıları, ümitsizlikleri ve endişeleri ve intikam hiddetleri, imanın dercesine göre kısmen ve bazen tamamen azalır.

Bediüzzaman Said Nursi. Şular. 11. şua'nın 8. meselesinin hülasası...

 

Bu da tamamen insanın karakteri ve ahlak anlayışı ile ilgili bir durum... Teist anlayış, dünyadaki kötülükleri önlemeye yeterli değil. Dün de yeterli değildi, bugün de yeterli değil, yarında yeterli olmayacak. Bunu anlamak için kısa tarih bilgisi ve gündemi takip etmek yeterlidir. Karşındakinle ilişkilerini cennete varmak için değil de, insan olmasına dayandırırsan, her şey daha güzel olacaktır.

Gönderi tarihi:

Bismillahirrrahmanirrahim

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

 

Dediler ki: Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur biz bir daha diriltilecek değiliz.Onları , Rablerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman bir görsen.Allah : Bu gerçek değilmi der. onlar: Evet Rabbimiz hakkı için gerçektir derler.Allah'da öyleyse inkar etmenizden ötürü azabı tadın der.

 

En'am suresi : 29-30

 

yukarıda yazmış olduğum ayet herşeyi açıklıyor ama yam yam isimli arkadaşa birşey diyeceğim. biraz kafanı kullan istersen ahiret inancı en ilkel kavimlerde bile var diye birşey tutturmuş duruyorsun. biz zaten Hz Adem'den A.S. bu yana bütün insanlığa bunun anlatıldığını biliyoruz dolayısıyla daha sonra inkar edenlerde bu inancın bozulmuş olarakda olsa kalmış olması doğaldır. hiçbir kavim yokturki peygamber gönderilmiş olmasın dolayısıyla senin açıklamaya çalıştığın şey tutarsız. konuyu açan kişide ahiretten gelenmi var demiş. iyi valla istersen ahiret hava yollarını açalımda gidiş dönüş bileti alalım. Hayy Allah ya kimlerle uğraşıyoruz.

 

iki sülü cümle birkaç kitaptan alıntı kelimelerle bilmişlik taslamayın!!!

 

unutmayın ki kaçmaya çalıştığınız şey haktır metafizik olaylarla karşılaşmamış birçok insanda buna inanmaz ama sizleri aklı selim düşünmeye davet ediyorum.

Gönderi tarihi:

Bu arada bana, " Ve midesinin gıda ihtiyacını te'min etmeğe çalıştığı gibi; dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları akıl ve kalb ve ruh ve insâniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtratan mecburdur, çabalıyor." ifadesindeki "mecburiyetin" nedenini açıklayabilir misiniz?

Yam Yam

 

Senin karnın acıkıyor bu muhakkak sen mutlak olarak yemek alıp karnınıdoyurmak zorundasın ki rahat yaşayabilesin.Senin aklında kalbinde ve ruhundaki mideleri bir kaç tane sayayım..

 

Akıl:İnsanın öldükten sonra yok olacağına inanması insanın tüm iştahını kaçırır.Senin yarın çok önemli bir sınavın var ve o sınavdan mutlaka geçmen lazım ama alman gereken not 80 üstü sen o gün yediğin yemekten ne kadar zevk alabilirsin.Aynen öyle de öldükten sonra yok olacağına inanmak akılı insan için azab aletine çevirir.Akıl sana artık hikmet değil azab verecektir.Çok şefkatlisin hem de inanılmaz bir şefkat ana şefkatı.En sevdiğin varlık olan biricik her şeyi feda edeceğin oğlun öldğ.Daha 5 yaşında.O ahirete imandan yoksun olan akıl sana verilebilecek en büyük azabı kendisi verecektir.Ama ahirete iman gelse insana sürur verir ve onu daha hayırlı işler yapmaya yöneltir.Şöyle:Oğlunu tekrar cennette görmeye olan iştah onun o elemini alır ve oğlu için fakir fukaraya hayır yapmaya sevkeder.(Din sömürücü Allah'tan korkmazları bunun içine katmamak gerekir.Zİra dinin temelinde sömürü yoktur.O dinsizlerin suçu İslam'a yüklenemez)

 

 

Kalb:Kalbinde insanın en temel olarak sevgi vardır.Her şeyle alakadardır.Evini, eşini, çocuğunu çoluğunu,anasını,bqabsını,bağını bahçesini,hatta kedisini vs. duyguları ölmemiş bir insan deli gibi sever.Anası öldü, babsı öldü,iflas etti,evi yandı vs. insan bu tür felaketler yaşadığı zaman onun saf ve yumuşak kalbine inen darbeleri ahiret inancı izale eder."Merak etme, senin ebedi bir hayatın var.Anan baban malın mülkün gitsin varsın zaten sana sadaka hükmüne geçti(mal mülk için), bunların hepsi sana cennet te daha güzel bir şekilde gelecek ve sana en güzel şekilde sunulacak.Bu dünyada yaşasan ne kadar yaşayacaksın ki.Sen sabret."der.Kalbine inen müthiş bu darbeleri yumuşatır.Hatta benim kuzenimin iki yaşındayken babası vefat etti.Çocuk a dedim ki merak etme senin baban inşallah cennete gidecek sen de bu dünyada iyilik yap insanları kandırma ve Allah'ın istediği gibi yaşa baban seni cennette kucağına alıp sevecek.O ancak bu şekilde tatmin oldu.Şimdi derslerine deli gibi çalışıyo ben bu dünya da güzel işler yapıp hem cennete girmeye hak kazanacağım hem babama hayır hasenat kazandıracağım diye.

 

İnsaniyet:İnsan insan gibi davranılmaya muhtaçtır.Zira günümüzde insan gibi davranılmayan insanlar kenidini başkalarına kabul ettirmek için neler yapıyor malumdur.Allah'tan korkan diğer insanlara hakettiği hakkı verir ve cehennemden korkarak yetimin yaşlının hakkını kollar.Yaşlıya yardım eder yetimin başını okşar ki sevap kazansın.Hatta benim bir arkadaşım var dul ve yaşlı olan komşusunun her gün soba kovasını doldurup sevap kazanmak için sürekli kapısını çalar hal ve hatırını sorar.Ama Allah'tan korkmayan ve cehennemden tırsmayan vicdansızlar yanlarında mezara götüremeyeceği ve dünyada bile o kadarına ihtiyaç duymadıkları trilyonları hortumlarlar.Senin benim hakkıma ilişirler.Vatana millete zarar verirler.

 

İşte bu mideleri iman ve ahiret inancı doyurur. Her şeyden önce duyguları ölmemiş aklı bozulmamış bir insanın sonsuzluk isteiğini ise douracak ahiret inancından başka bir gıda yoktur.

 

 

"Cehennem de olsa beka isterim" Bu ifadeyi söyleyebilmek için, ya cehennemden bihaber olmak, ya da mazoşit olmak gerekir. Bu propaganda amaçlı söylemden başka bir şey değildir. Ayrıca cennet için bu dünyada bulunmayan hiç bir şeyin tarifi yapılmamıştır. O yüzden bu dünya lezzetlerinin tatmin etmemesi, doyumsuzluk dışında söz konusu değildir. "onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur." Bu söylem, insanların sömürülmesinin ve belli amaçlar için kullanılmasının en meşhur araçlarından biridir.

 

Ben bir rusun ahiret hakkında bazı şeyler duyduktan sonra hanım hanım yaşasın cehennem var.Ebedi yok olmayacağız dediğini biliyorum.Bu dünyadaki lezzetlerin tümü cennetteki numunelerdir.Zira bir baklavacı tezgahına dükkanında olan tatlıların numunelerini serer.Lezzetin lezzet olması için, o lezzetin bitmemesi gerekir.Zira herkes lezzet bittiğinde elem duyar.Bu elem lezzetin büyüklüğüne göre artar.Cennette ise o lezzetin hiç bitmeyeceği için o elem hatıra gelmez ve insan tam olarak zevkini alır.Ve ayrıca şöyle bir düşünce hasıl olur.Bu dünyada böyle numuler varsa cennette neler vardır düşüncesi aldığın lezzetin tadını kat be kat artırır.Bunu ben yaşadığım için çok iyi biliyorum.Duygularım dilimin aldığı tatın binbir katını alıyor.

 

 

"onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur."

 

Bir insan normal bir maaş normal bir ev normal bir araba sahibi olmak için gençliğini feda ediyor.Cennet için ise böyle bir fiat bence de az değildir.

 

 

Bu söylem, insanların sömürülmesinin ve belli amaçlar için kullanılmasının en meşhur araçlarından biridir.

 

Bıçak hayır mıdır şer midir?Bu soru senin bu cümlene çok güzel bir cevapdır.Aşçının elinde hayır katilin elinde şerdir.Yukarıda bahsettiğim gibi; vicdansızlar bunu kendi çıkarı için kullanıyorsa bunda islam'ı suçlamak akıldan çok uzaktır.

 

 

 

Tabii ölüm korkusunu bir şekilde yenmek gerekir. Onun da çaresi bir başka hayata yeniden, ve bu sefer sonsuza dek başlamaya inançtan geçer. Bir ayağın çukura girdiğinde, dine daha çok eğilmenin altında yatan psikoloji budur işte...

 

Buda zaten ahiret inancının insanın akıl ruh kalb ruh midelerine olan gıdalardan sadece bir tanesidir.Sen de bunu farketmişssin bana sormana gerek yokmuş zaten..

 

 

 

ALINTI(s__ozhan @ Feb 6 2006, 01:41 PM)

 

Eğer, ahiret inancı onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. "Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat, Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir celal sahibi padişahın melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kayd ediyorlar. Ben başı boş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaif olacağım." diye birden, zulmen tecâvüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar.

Hem insanoğlunun ehemmiyetli bir kısmı, hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahbuslar; eğer ahiret imanı onların imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtariyle gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zâlimin gurur dolu ihâneti ve büyük musibetlerde boş boşuna malını, evlâdını kaybetmekle elîm ümitsizliği ve bir-iki dakika veya bir-iki saat keyf yüzünden beş-on sene böyle bir hapis azâbını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o çaresizlere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azâba çevirir. Eğer âhirete îmân imdatlarına yetişse birden onlar nefes alırlar; sıkıntıları, ümitsizlikleri ve endişeleri ve intikam hiddetleri, imanın dercesine göre kısmen ve bazen tamamen azalır.

Bediüzzaman Said Nursi. Şular. 11. şua'nın 8. meselesinin hülasası...

 

 

 

Bu da tamamen insanın karakteri ve ahlak anlayışı ile ilgili bir durum... Teist anlayış, dünyadaki kötülükleri önlemeye yeterli değil. Dün de yeterli değildi, bugün de yeterli değil, yarında yeterli olmayacak. Bunu anlamak için kısa tarih bilgisi ve gündemi takip etmek yeterlidir. Karşındakinle ilişkilerini cennete varmak için değil de, insan olmasına dayandırırsan, her şey daha güzel olacaktır.

 

 

 

Bu insanın karakteri olan bir durum olmakla beraber insanı o karatere sokan ve toplumu ifsad etmekten koruyan Allah korkusudur.Teist anlayış her türlü ahlaksızlığı önlemeye yeterli sadece doğru olarak çarpıtılmadan insanlar tarafından yaşansın.Fatih zamanında insanlar cami oyuklarına para koyardı da sadece ihtiyacı olanlar alırdı.Orası hazine gibi dolardı da insanlar zekat sadaka verecek yer bulamazdı(Lütfen bunu çarpıtmayalım bu bahsettiğim Fatih zamanında islamiyet en güzel ve doğru şekilde yaşandığı zamanlardadır)

Zaten yazıda daha birçoğundan bahsediliyor...Daha fazla açamaya gerek yok.

Gönderi tarihi:

ONUNCU SÖZ

Haşir Bahsi

 

İHTAR: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi, hem teshil, hem hakaik-ı İslâmiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanit olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyat kabilinden, yalnız onlara delâlet ederler. Demek hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.

 

4

5

 

Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını istersen, öyleyse şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:

 

Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâp ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:

 

"Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et" dedi. Fakat o sersem inat edip dedi:

 

"Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım" dedi. Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara başladı.

 

Evvelâ o sersem dedi: "Padişah kimdir? Tanımam."

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Onuncu Söz - s.20

 

Sonra arkadaşı ona cevaben: "Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet-ki, her saatte bir şimendifer HAŞİYE gaipten gelir gibi, kıymettar, musannâ mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor-nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengi okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte, gel, en büyük fermanı sana okuyacağım."

 

O sersem döndü, dedi: "Haydi, padişah var. Fakat benim cüz'î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor."

 

Arkadaşı ona cevaben dedi: "Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, hergün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek; bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek" dedi.

 

Yine o hain sersem, temerrüt edip, "İnanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin?" dedi.

 

Bunun üzerine, emin arkadaşı dedi: "Madem bu derece inat ve temerrüt edersin. Gel, had ve hesabı olmayan delâil içinde, On İki Suret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var. Ve bu memleket, hergün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harap edilecek."

 

BİRİNCİ SURET

Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın?

 

Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır.

 

İKİNCİ SURET

Bu gidişata, icraata bak: Nasıl en fakir, en zayıftan tut, ta herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassâ nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak, senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevaziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder.

 

Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, namusu vardır.

 

Halbuki kerem ise, in'âm etmek ister. Merhamet ise ihsansız olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ve namus ise, edepsizlerin tedibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.

 

Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.

 

ÜÇÜNCÜ SURET

Bak, ne kadar âli bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor.

 

Halbuki, hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister-ta hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.

 

Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.

 

Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.

 

DÖRDÜNCÜ SURET

Bak: Had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat'umat gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti, hesapsız, dolu hazineleri vardır.

 

Halbuki, böyle bir sehâvet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler, ta zeval ve firakla elem çekmesinler. Çünkü zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir.

 

Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara kulak ver ki, muciznümâ bir padişahın antika san'atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemâl-i mânevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar.

 

Demek onun pek mühim, hayret verici kemâlât ve cemâl-i mânevîsi vardır.Gizli, kusursuz kemal ise, takdir edici, istihsan edici, "Maşaallah" deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazirsiz cemal ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vecihle görmek; biri muhtelif aynalarda bizzat müşahede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesiyle müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister.

 

Hem o daimî cemal, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemal, zail müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla, muhabbeti adavete döner. Hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemal ve o cemâlin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp, doymadan gidiyor.

 

Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.

 

BEŞİNCİ SURET

Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zatın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hacet, en ednâ bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

 

Gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor. Bütün ahali, "Evet, evet, biz de istiyoruz" diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:

 

"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başıboş bırakıp idam etme" diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.

 

Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.

 

Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.

 

ALTINCI SURET

İşte, gel, bak: Bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, HAŞİYE 1 hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyet ister.

 

Halbuki, görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise hergün dolar, boşanır.

 

Hem bütün raiyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebdil ediliyor.

 

Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san'atlarının antikalarını sergilerde temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.

 

İşte bu hal, şu vaziyet kat'î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu nümunelerin ve suretlerin halis ve yüksek asıllarıyla

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Onuncu Söz - s.22

 

dolu bağ ve hazineler vardır. Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var.

 

YEDİNCİ SURET

Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok, görelim. İşte, bak: Her yerde, her köşede müteaddit fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit kâtipler oturmuşlar, birşeyler yazıyorlar, herşeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zaptediyorlar. Ha, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki, HAŞİYE 2 bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zat emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zat-ı muazzam bütün hadisâtı kaydettirir, suretini alır.

 

İşte, şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Şimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir hâkim-i hafîz, hiç mümkün müdür ki, raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin?

 

Halbuki, o zatın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe'n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudur ediyor; burada cezaya çarpmıyor.

 

Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.

 

SEKİZİNCİ SURET

Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, "Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutileri mesut, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım."

 

Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır; raiyetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıttır.

 

İşte, bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zatı tekzip ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmî, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor!

 

Madem vaad etmiş; yapacaktır. Halbuki, ifası ona çok rahat ve bize ve herşeye ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır.

 

Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ vardır.

 

DOKUZUNCU SURET

Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesâlarına ki, HAŞİYE 3 herbiri, bizzat padişahla görüşecek hususî birer telefonu var. Hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak:

 

Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zat, mükâfat ve mücazat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar etmiş, gayet kavî vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem onun izzet ve celâleti hiçbir vecihle hulfü'l-va'de tenezzül edip tezellülü kabul etmez.

 

Halbuki, o muhbirler hem tevatür derecesinde çok, hem icmâ kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bazı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medarı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir. Ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattirler; sonra daimî saraylara tebdil edilecek, bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevalsiz saltanat, böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umurlar üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek, ona lâyık, daimî, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umurlar üzerinde duruyor.

 

Demek bir diyar-ı âhar var; elbette o makarra gidilecektir.

 

ONUNCU SURET

Gel, bugün nevrûz-u sultanîdir. HAŞİYE 4 Bir tebeddülât olacak; acip işler çıkacak. Şu baharın şu

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Onuncu Söz - s.23

 

güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte, bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı. Adeta bu hâli bir çöl, bir medenî şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.

 

Buna dikkat et ki, o kadar karışık, sür'atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu san'atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mucizeleri vardır.

 

Ey sersem! Sen diyorsun: "Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?"

 

İşte, görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılâplar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen sür'atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek bu vaziyetler maksud-u bizzat değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zat mucize ile yapıyor, ta suretleri alınıp terkip edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu. Demek, bir mecma-ı ekberde, muamele bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i âzamda daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler, sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.

 

Demek bu ihtifâlât bir saadet-i uzmâ, bir mahkeme-i kübrâ, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir.

 

ON BİRİNCİ SURET

Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba, yani mazi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mucizekâr zatın sair yerlerde ne çeşit mucizeler gösterdiğini görelim.

 

İşte, bak: Gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acaipler her tarafta bulunuyor. Lâkin san'atça, suretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat buna iyi dikkat et ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde, ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zahir bir inayetin işârâtı, ne mertebe âli bir adaletin emârâtı, ne derece vâsi bir merhametin semerâtı görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakinen anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inayetinden daha ecmel bir inayet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez.

 

Eğer, faraza, tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âli mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mesut raiyeti bulunmazsa-şu hikmet, inayet, merhamet, adaletin hakikatlerine şu bekasız memleket mazhar olamadığı malûm; ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa-o vakit, gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adaleti inkâr etmek lâzım gelir. Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef'âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini-hâşâ sümme hâşâ!-sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıtlarına inkılâbıdır. Halbuki, inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden sofestâî eblehler hariçtir.

 

Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i kübrâ, bir mâdele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki, ta şu merhamet ve hikmet ve inayet ve adalet tamamen tezahür etsinler.

 

 

 

 

 

 

 

ON İKİNCİ SURET

Gel, şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki, o teçhizat yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir? Görelim. Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat nümune için şu zabitin cüzdan ve defterine bakacağız:

 

Bu cüzdanda zabitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubâtı, düstur-u harekâtı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. "Şu maaşı hazine-i hassadan filân tarihte alacaksın" yazılıdır. Halbuki, o tarih çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelirŞu vazife ise, şu muvakkat meydana göre değil, belki padişahın kurbunda daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlubat ise, birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes'udâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzettir, başka âleme çalışır. Bak, şu defterlerde, aletler teçhizatının suret-i istimali ve mes'uliyetler vardır.

 

Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âli, daimî bir yer bulunmazsa, şu muhkem defter, o kat'î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur. Hem şu muhterem zabit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha biçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şeye dikkat etsen, şehadet eder ki, bu fâniden sonra bir bâki var.

 

Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen, bütün zabitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizatları, düsturları, belki şu memleketteki bütün intizâmâtı, hattâ hükûmeti inkâr etmeye mecbur olursun. Ve bütün vaki olan icraatın vücudunu tekzip etmek lâzım gelir. O vakit sana insan ve zîşuur denilmez. Sofestâîlerden daha akılsız olursun.

 

Sakın zannetme, tebdil-i memleket delilleri bu On İki Surete münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir. Hem had ve hesaba gelmez işaretler, alâmetler var ki, bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine gönderilecek. Bahusus, sana On İki Suret kuvvetinden daha kuvvetli bir burhan daha göstereceğim.

 

İşte, gel, bak: Şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yâver-i ekrem bir tebligatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte tâlik edilmiş ferman-ı âzamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki:

 

"Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız-eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız" gibi tebligatta bulunuyor.

 

Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda öyle icazkâr bir turra var ki, hiçbir vecihle kabil-i taklit değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu kat'î bilir. Ve o parlak yâver-i ekremde öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes, o zatı padişahın pek doğru tercüman-ı evâmiri olduğunu yakinen anlar.

 

Acaba, o yâver-i ekrem, o ferman-ı âzamla beraber, bütün kuvvetiyle dâva edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kabil midir ki itiraz kabul etsin? Evet, kabil değil-illâ ki, bütün bu gördüğümüz herşeyi inkâr edesin.

 

Şimdi, ey arkadaş, söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!

 

"Ben ne diyeceğim, daha buna karşı birşey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız derim ki: Elhamdü lillâh, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup daimî hapis ve zindandan halâs oldum. Ve inandım ki, bu karma karışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz."

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

İşte, haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu. Şimdi, tevfik-i İlâhî ile hakikat-i ulyâya geçeceğiz. Geçmiş On İki Surete mukabil, on iki mütesanit Hakikat ile bir Mukaddime beyan edeceğiz.

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Onuncu Söz - s.25

 

Mukaddime

Birkaç işaretle, başka yerlerde, yani Yirmi İkinci, On Dokuzuncu, Yirmi Altıncı Sözlerde izah edilen birkaç meseleye işaret ederiz.

 

BİRİNCİ İŞARET

Hikâyedeki sersem adamın, o emin arkadaşıyla, üç hakikatleri var.

 

Birincisi: Nefs-i emmârem ile kalbimdir.

İkincisi: Felsefe şakirtleriyle Kur'ân-ı Hakîm tilmizleridir.

Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriyedir.

 

Felsefe şakirtleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmârenin en müthiş dalâleti, Cenâb-ı Hakkı tanımamaktadır. Hikâyede nasıl emin adam demişti: "Bir harf kâtipsiz olmaz; bir kanun hâkimsiz olmaz." Biz de deriz:

 

Nasıl ki bir kitap-bahusus öyle bir kitap ki, her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış; her harfi içinde ince kalemle muntazam bir kaside yazılmış-kâtipsiz olmak son derece muhaldir. Öyle de, şu kâinat, nakkaşsız olmak, son derece muhal ender muhaldir. Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki, her sayfası çok kitapları tazammun eder. Hattâ, her kelimesi içinde bir kitap vardır. Herbir harfi içinde bir kaside vardır.

 

Yeryüzü bir sayfadır; ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sayfası vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var.

 

İşte, böyle bir kitap, evsaf-ı celâl ve cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. Demek, âlemin şuhuduyla bu iman lâzım gelir-illâ ki dalâletten sarhoş olmuş ola...

 

Hem nasıl ki bir hane ustasız olmaz-bahusus öyle bir hane ki, harika san'atlarla, acip nakışlarla, garip ziynetlerle tezyin edilmiş; hattâ herbir taşında bir saray kadar san'at derc edilmiş-ustasız olmak, hiçbir akıl kabul edemez; gayet mahir bir san'atkâr ister. Bahusus, o saray içinde, sinema perdeleri gibi, her saatte hakikî menziller teşkil edilip, kemal-i intizamla, elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hattâ, herbir hakikî perde içinde, müteaddit küçük küçük menziller icad ediliyor.

 

Öyle de, şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir Sâni ister. Çünkü şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki, ay, güneş lâmbaları, yıldızlar mumları, zaman bir ip, bir şerittir ki, o Sâni-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor, kemal-i intizamla ve hikmetle değiştiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ki, her bahar mevsiminde, üç yüz bin envâ-ı masnûatıyla tezyin ediyor. Had ve hesaba gelmez envâ-ı ihsânâtıyla dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor. Başka cihetleri buna kıyas et. Nasıl böyle bir sarayın Sâniinden gaflet edilebilir?

 

Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü gibi ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil'asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. Her zerrecikte-ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde-koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen öyle de, şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelâli evsaf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede bir ulûhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır.

 

Çünkü, meselâ havanın herbir zerresi, herbir çiçekle herbir meyveye, herbir yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa, bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilâtını ve suretlerini ve heyetlerini bilmek lâzımdır-ta içinde işleyebilsin. Demek muhît bir ilim ve kudrete mâlik olmalı ki böyle yapsın.

 

Meselâ, toprakta, herbir zerresi, kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa, lâzım geliyor ki, otlar ve ağaçlar adedince mânevî cihazat ve makineleri tazammun etsin. Veyahut onların bütün tarz-ı teşkilâtını bilir, yapar, bütün onlara giydirilen suretleri tanır, dikebilir bir san'at ve kudret vermek lâzım gelir.

 

Daha sair mevcudatı da kıyas et. Ta, anlayacaksın ki, herşeyde aşikâre vahdâniyetin çok delilleri var. Evet, birşeyden herşeyi yapmak ve herşeyi birtek şey yapmak, herşeyin Hâlıkına has bir iştir.

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Onuncu Söz - s.26

 

1 ferman-ı zîşânına dikkat et. Demek, Vâhid-i Ehadi kabul etmemekle, mevcudat adedince ilâhları kabul etmek lâzım gelir.

 

İKİNCİ İŞARET

Hikâyede bir yaver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki, o zat padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir. İşte o yaver-i ekrem, Resul-i Ekremdir (aleyhissalâtü vesselâm).

 

Evet, şöyle müzeyyen bir kâinatın öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünkü nasıl güneş ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de, Ulûhiyet de peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.

 

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal, gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?

 

Hem mümkün olur mu ki, gayet cemalde bir kemal-i san'at, onun üzerine enzar-ı dikkati celb eden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?

 

Hem hiç mümkün olur mu ki, bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz'iyat tabakatında vahdâniyet ve samedâniyetini, zülcenâheyn bir meb'us vasıtasıyla ilânını istemesin? Yani, o zat, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhîye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur.

 

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet derecede bir hüsn-ü zatî sahibi, cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifini aynalarda görmek ve göstermek istemesin? Yani, bir habib resul vasıtasıyla-ki hem habibdir, ubudiyetiyle kendini Ona sevdirir, âyinedarlık eder; hem resuldür, Onu mahlûkatına sevdirir-cemâl-i esmâsını gösterir.

 

Hem hiç mümkün olur mu ki, acip mucizelerle, garip ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin?

 

Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san'atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?

 

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gaye ne olacağını müş'ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın "Nereden? Nereye? Necisin?" üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın?

 

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni-i Zülcelâl, onun mukabilinde zîşuurdan marziyyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin?

 

Hem hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete müptelâ, istidatça ubudiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?

 

Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir burhan-ı kat'îdir ki, Ulûhiyet risaletsiz olamaz.

 

Şimdi, acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan beyan olunan evsaf ve vezaife daha ehil ve daha cami kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risalete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir?

 

Hayır, asla ve kat'a! Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır.

 

Evet, ehl-i tahkikatın ittifakıyla, şakk-ı kamer ve parmaklarından su akması gibi bine bâliğ mucizâtından, had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden başka, Kur'ân-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-i hakaik ve kırk vecihle mucize olan mucize-i kübrâ, güneş gibi risaletini göstermeye kâfidir. Başka risalelerde ve bilhassa Yirmi Beşinci Sözde Kur'ân'ın kırka karib vücuh-u i'câzından bahsettiğimizden, burada kısa kesiyoruz.

 

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Hatıra gelmesin ki, bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki bu azîm dünya onun muhasebe-i a'mâli için kapansın, başka bir daire açılsın? Çünkü bu küçücük insan, camiiyet-i fıtrat itibarıyla şu mevcudat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiye ve bir ubudiyet-i külliyeye mazhar olduğundan, büyük ehemmiyeti vardır.

 

Hem hatıra gelmesin ki, kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira, küfür, şu mektubât-ı Samedâniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahi bütün delillerini tekzip olduğundannihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icap eder.

 

DÖRDÜNCÜ İŞARET

Nasıl ki, hikâyede On İki Suret ile gördük ki, hiçbir cihetle mümkün değil: Öyle bir padişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmâsına medar diğer daimî bir memleketi bulunmasın.

 

Öyle de, hiçbir vecihle mümkün değil ki, bu fâni âlemin bâki Hâlıkı bunu icad etsin de, bâki bir âlemi icad etmesin.

 

Hem mümkün değil: Şu bedî ve zâil kâinatın sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin.

 

Hem mümkün değil: Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtırı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan dar-ı âhireti halk etmesin.

 

Bu hakikate on iki kapı ile girilir; On İki Hakikat ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız.

 

BİRİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Rububiyet ve Saltanattır ki,

ism-i Rabbin cilvesidir.

 

Hiç mümkün müdür ki, şe'n-i Rububiyet ve saltanat-ı Ulûhiyet, bahusus böyle bir kâinatı, kemâlâtını göstermek için gayet âli gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin; onun gayât ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü'minlere mükâfatı bulunmasın ve o makasıdı red ve tahkirle mukabele eden ehl-i dalâlete mücazat etmesin?

 

İKİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki,

Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir.

 

Hiç mümkün müdür ki, gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi, kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın?

 

Evet, şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki, en âciz, en zayıftan tut, HAŞİYE 1 ta en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli, içinde işlediğini bedaheten gösteriyor.

 

Meselâ, bahar mevsiminde, cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslarla giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların lâtif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit, en tatlı, en musannâ meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı, en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.

 

Hem, insan ve bazı canavarlardan başka, güneş ve ay ve arzdan tut, ta en küçük mahlûka kadar herşey kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması, büyük bir celâl ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.

 

Hem, gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle HAŞİYE 2 ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır.

 

Bu âlemin Mutasarrıfının madem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır. Nihayetsiz celâl ve izzet, edepsizlerin tedibini ister. Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister. Nihayetsiz rahmet, kendine lâyık ihsan ister. Halbuki, bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi, milyonlar cüzden ancak bir cüz'ü yerleşir ve tecellî eder.

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Onuncu Söz - s.28

 

Demek, o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dar-ı saadet olacaktır. Yoksa, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, bir daha dönmemek üzere zeval ise, şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı meş'um bir alete ve lezzeti eleme kalb ettirmekle, hakikat-i rahmetin intifâsı lâzım gelir.

 

Hem o celâl ve izzete uygun bir dar-ı mücazat olacaktır. Çünkü, ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor. Yoksa bakılmıyor değil. Bazan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azaplar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit maruzdur.

 

Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile Onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini Ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın?

 

Hem hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîmin kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla; ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle; ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dar-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?

Gönderi tarihi:

Sayın şakirt arkadaşlar ;

 

Tamam, risalelerden örnekler de verin, ancak şunu anladığınız (ve bizim anlayabileceğimiz) şekilde, kendi yorumlarınızı da ilave ederek ifade edemiyor musunuz? Yoksa "yorumlama" yeteneğinizi elinizden aldılar mı?

Gönderi tarihi:

Bu gerçek ve yüce günün sahibi Rabbimiz şöyle buyurur: “İnkarcılar, öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini zannedip iddia ettiler. (Ey Peygamber! (Onlara) de ki; hayır (zannettiğiniz gibi değil.) Rabbim hakk için muhakkak yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu ise Allah’a göre kolaydır.” (Tegabün/7)

 

“Gökler ve yeri yaratan (Allah’ın), Onlar gibisini yaşatmaya gücü yetmez mi? Elbette buna gücü yeter. O, herşeyi yaratandır, herşeyi bilendir.” (Yasin/81)

 

“Gök, yarıldığı zaman.”

 

“Güneş dürüldüğü (ve ziyası söndürüldüğü zaman.” “Yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman, dağlar yürütüldüğü (toz duman olduğu) zaman, denizler fışkırtıldığı, kabirler (in toprağı) alt-üst edildiği zaman, insan -kaçış nereye-? diyecek. Hayır hiçbir sığınak yok.” O gün kişi, (Hak iddia ederler korkusuyla) kardeşinden, anasından ve babasından, zevcesinden ve oğullarından kaçacaktır. O gün herkesin (varıp) duracağı yer ancak Rabbin (in huzurudur.)” (Tekvir, İnfitar, Abese, Kıyame Sureleri)

 

İnkarcı ve isyancı kullar cehenneme atıldığında; azab onları kuşatacak. “... Azab, onları tepelerinden ve ayakları altından saracak.” (Ankebut/55) “.... Derilerinin her yanışında, azabı tadmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, hakimdir.” (Nisa/56)”Günahkarların (cehennemdeki) yemeği o zakkum ağacıdır. O, kaynar suyun fıkırdadığı gibi karınlar içinde kaynayacak erimiş madenler gibidir.” (Duhan/43-46) “İşte siz, ey sapıklar, yalanlayanlar! Doğrusu bu zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Onun üzerine (erimiş maden tortusu gibi) kaynar su içeceksiniz. Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.” (Vakıa/51-56) “... Bu içki, ne fena bir içki ve bu ateş de ne kötü konaklama yeridir.” (Kehf/29)

 

Allah'ın varlığına ve birliğine inanmayan ayrıca Allah nerdedir gibi bir soru sorma ****** de bulunan sevgili arkadaşım senin ''Allah'ı anladık da ya Ahiret nedir'' diye bir soru sorabilmen için Önce Allah'ı anlaman lazım,eğer Allah'ı anlasaydın bu souyla ne kendin ne de bizi yüzleştirirdin.Olayı felsefi yöne taşımak veya ****** yapmak çok ayrı bir konu şuan senin ******* ve mantığına acımak çok daha farklı bir konu....

Gönderi tarihi:

Sayın şakirt arkadaşlar ;

 

Tamam, risalelerden örnekler de verin, ancak şunu anladığınız (ve bizim anlayabileceğimiz) şekilde, kendi yorumlarınızı da ilave ederek ifade edemiyor musunuz? Yoksa "yorumlama" yeteneğinizi elinizden aldılar mı?

ESSELAM ALEYKUM arkadas bu garip daha sakirt degil bir garip risale-i nur okuyucusu dost olmaya çal1san evet yorum tabiki ancak vakti var sen simdilik "iKRA"

  • 2 hafta sonra...
  • 1 ay sonra...
Gönderi tarihi:

Tamam. diyelim ki Allah bizi yaratmış. Ahiret dediğiniz şeyin varlığına ne gerek var ki? Hem bugüne kadar ordan kim dönmüş de böyle bir yerin varlığından söz ediyorsunuz? Yok cennet, yok cehennem, ve daha neler neler...

 

 

Ahiretin olması neden seni rahatsız ediyor. Bunun neresi sana makul gelmiyor?

Gönderi tarihi:

Tamam. diyelim ki Allah bizi yaratmış. Ahiret dediğiniz şeyin varlığına ne gerek var ki? Hem bugüne kadar ordan kim dönmüş de böyle bir yerin varlığından söz ediyorsunuz? Yok cennet, yok cehennem, ve daha neler neler...

 

diyelimkilerle bir yere varılıp o vardığın yerden diğer yere atlanmaz..neyse..ahiret var çünkü, insan ölümsüzlüğü istiyor, ahiret var çünkü bu dünyada yaptıklarının karşılığını göreceksin, mesela Allah olsa sana göre ahiret olmadığı sürece inanmaman bir şey kaybettirmez demi, zira öldükten sonra dirilmeyeceksen Allahın varlığını nerden bileceksin, aynı şekilde ölüp gideceksek bizim de Allaha inanmamızın ne anlamı kalıyor..Allaha ve ahirete iman birbirinden ayrılmaz kabullerdir...O zaman senin tanrı inancın sadece yaratmış eyvallah demiş bir tanrı inancı olur..

 

sen sorduğun soruyu kendine de sordun mu? bence sormamışsındır, sorsaydın cevabını kendiliğinden bulurdun..Buraya yazmana da gerek kalmazdı..aslında asıl önemli olan cennet-cehennemden ziyade Allahın kendisine kavuşmak..mesela, inanmayanlar aslında cehennemde olduklarına değil, Allahın cemalini göremeyecekleri, onunla konuşamayacakları için üzülecekler..Düşünsene Allah varmış, ama inanmadığın için sana cemalini göstermiyor, bu kadar büyük bir ceza daha olamaz..

Gönderi tarihi:

birazcık daha düşünme..

sizler dıyorsunuz ki ınsanlarda ıhtıyaçtır ve dinde bunu kullanmıştır

peki nerden geldi böyle bir ıhtıyaç,insanların içine bu ıhtıyaç ne şekilde verıldı?neden pzitif bilimler bu ıhtıyaca derman olamıyor ve çözumune bakılamıyor?buda mı içgüdü yada hormonların mıktarı?

ınanmıyorum demek bile bır ınancın göstergesıdır,insanlar inanmamakla da bır inanma yolunu seçmiştir?

ben neden inandığımı açıklamak zorunda hıssetmıyorum ama inanmadığınız şeylere neden kım gidip görmüş tarzı ithamlarda bulunma ihtiyacı hısedıyor sunuz?

nasılsa ınanmamayı seçmişsiniz ılerısı olmayan bu dünyada inançsızlığa herhangibir açıklama yapmak zorunda da değilsiniz,eğer ki amacınız bızım aklımızı aydınlığa kavuşturmaksa bu dünya sonlu ıse de ben inanmakla bişey kaybetmem,inancım doğrultusunda yaşamakla da kaybım yok

içki içmediğim için ciğerim daha sağlam

zinadan uzak durduğum için aıds den ölme tehlıkem yok

kul hakkına dıkkat ettığım için vıcdanım rahat

komşu hakkını gözettiğim için ınsanlar rahat

namaz kılmakla tum günüm gıtmıyor

Kuran dışında da çok fazla şey okuyorum ve kendımı süreklı yenılıyorum

dedıkodu ile vakıt harcamadığım için daha çok kitap okuyorum

parayı helallıkle kazanmam emredıldığı için işimi mukemmel yapıyorum

eğittiğim çocuklardan sınavlarda 1.çıkarıyorum hemde şartları olmayan bır okuldan

İslamıyet neye engel sorablır miyim?

bana onun bunun değil kendı yorumlarınızı getırın ve bana Kuranı dayanak gösterın

  • 2 hafta sonra...
Gönderi tarihi:

Yahu bu Allah'ı idrak etmek nasıl bir şeydir?

 

Her şeye gücü yeter ??????

Hem her yerde, hem hiç bir yerde ??????

Sonsuz merhamet sahibi ?????

Zamanın dışında ??????

 

Kusura bakmayın ama, böyle kavramlar idrak edilemez... Zira bu tanımlara uyabilecek hiç bir şey yoktur... Yaşadığımız dünya bunun en büyük kanıtıdır...

Gönderi tarihi:

bahsi geçen ayet şu

 

73.

Ey insanlar bir misal verildi, şimdi ona iyi kulak verin! Haberiniz olsun ki sizin Allah'tan başka taptıklarınız bir sinek yaratamazlar, hepsi onun için bir araya gelseler bile; şayet sinek onlardan birşey kaparsa onu ondan kurtaramazlar; isteyen de güçsüz, istenen de!

 

74.

Allah'ın yüceliğini gereği gibi takdir edemediler; Gerçekten Allah çok güçlü, çok üstündür.

 

o kelime bazen kadrini bilmek bazen takdir etmek bazen idrak etmek olarak çevrilmiş.hepsi aynı kökten kelimeler.

 

burda idrak edilmesi istenen şeyin bilemedğimiz şeyler değil de bilebileceğimiz şeyler olduğu açıktır.put veya benzeri hiçbişeye gücü yetmeyen hiçbişey yaratamayan şeylere tapanlara ne denilebilir ki zaten.

Gönderi tarihi:

Gördügüm kadarıyla "yam yam" isimli sahıs ve ona benzer kisiler tamamen önyargı ile hareket etmektedirler. Mesela Risale-i Nur bunlar gibilere sağlam delilleriyle cevap vermektedir. Ama lutfedip okumaktan acizler. Dilini anlamıyormusun? Eger gerçekten hakikati doğruyu ögrenmek istiyorsanız araştırın, gerekirse lügatini ögrenin ve okuyun? İşinize geldin mi araştırıyoruz diyorsunuz .... Ama maksadınız başka........

 

Sevgili inanan kardeşlerim kendinizi artık yıpratmayın hırpalamayın. Bizlerin vazifesi Hakk'ı ortaya koymaktır. İnanıp inanmamak "yam yam" gibilere kalmıştır. Yam yam diyor ki "ben kendi gerçekliğimi inkar ediyorum. Ne derseniz deyin inkar ediyorum" Bazı insanlar vardır onlara apaçık mucizeler getirseniz güneşi yanıbaşlarına Allah'ın izniyle getirseniz gene inanmazlar? Sen büyücüsün sihirbazsın derler.

 

Ey inkar ehli. Bizler sizin inandıklarınıza inanmak zorunda degiliz. Sizler de bizim inandıklarımıza inanmak zorunda degilsiniz. Sizin dininiz size bizim dinimiz bize........

 

Hakikat kaçınılmas olandır. İnsanın heva ve hevesine isteklerine bağlı degildir. Ve mutlaka bir gün herkes Hakikatin kendisiyle yüzleşecektir........O gün "yam yam" gibileri hep beraber göreceğiz.....

Gönderi tarihi:

Gördügüm kadarıyla "yam yam" isimli sahıs ve ona benzer kisiler tamamen önyargı ile hareket etmektedirler. Mesela Risale-i Nur bunlar gibilere sağlam delilleriyle cevap vermektedir. Ama lutfedip okumaktan acizler. Dilini anlamıyormusun? Eger gerçekten hakikati doğruyu ögrenmek istiyorsanız araştırın, gerekirse lügatini ögrenin ve okuyun? İşinize geldin mi araştırıyoruz diyorsunuz .... Ama maksadınız başka........

 

Sevgili inanan kardeşlerim kendinizi artık yıpratmayın hırpalamayın. Bizlerin vazifesi Hakk'ı ortaya koymaktır. İnanıp inanmamak "yam yam" gibilere kalmıştır. Yam yam diyor ki "ben kendi gerçekliğimi inkar ediyorum. Ne derseniz deyin inkar ediyorum" Bazı insanlar vardır onlara apaçık mucizeler getirseniz güneşi yanıbaşlarına Allah'ın izniyle getirseniz gene inanmazlar? Sen büyücüsün sihirbazsın derler.

 

Ey inkar ehli. Bizler sizin inandıklarınıza inanmak zorunda degiliz. Sizler de bizim inandıklarımıza inanmak zorunda degilsiniz. Sizin dininiz size bizim dinimiz bize........

 

Hakikat kaçınılmas olandır. İnsanın heva ve hevesine isteklerine bağlı degildir. Ve mutlaka bir gün herkes Hakikatin kendisiyle yüzleşecektir........O gün "yam yam" gibileri hep beraber göreceğiz.....

 

Nur risaleleri saçmalıktan başka bir şey değildir. Anlaşılmaz boyalı sözler... Eğer "sağlam delillerle cevap" verdiğini iddia ediyorsanız, günümüz türkçesi ile getirin tartışalım... Ben buradayım...

 

"O gün" için de kimseye randevu vermeni tavsiye etmem... Tutamayacağınız sözler vermeyin. :D

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.