Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Teizm "tek tanrı"cılığa uygun mudur?, Tersten bakış...


Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

Tarihe baktığımızda tanrıcı dinlerin evrimini görebiliyoruz. İlkel dediğimiz, milattan önceki zamanlardan mitolojilerin, teizm ile bugünkü şekillerini aldığı aşikar.

 

Mitoloji hikayeleri, insanların doğa olaylarını açıklayamamalarından yola çıkılarak bir takım uydurma karakterlerin kutsallaştırılmasını esas alıyor.

Etkisizleşme sürecinde, oluşturulan karakterlerin görevleri ve bu görevleri nasıl yaptıklarıyla ilgili hikayeler,

Gelişen bilim ile safsatadan ibaret olduğu basit halk tarafından anlaşıldığında dönem dinin süreci tamamlanıyor.Bir gerçek var ki, islam ve islamcı toplumlar ilerleyen bilimden nasibini alamamış, dünyada ezilmeye ve yok olmaya yüz tutmuşlardır.

 

Çok tanrılı dinlerin getirdiği hikayelerin savunulması zorlaştıkca tanrılar azalmış, tanrıların yerlerini yardımcı rolündeki simgeler almıştır. Bu simgelerin yalanlanamaması için ise peygamberler nesnel olmayan şeylerle dinlerini pazarlamayı tercih etmiştir. Tıpkı cennet-cehennem, sur borusu, cebrail, azrail gibi..

 

Tanrıcılığın evrimiyle ilgili bu sıkıcı ama bilinmesi gereken gerçekleri belirttikten sonra asıl konuya giriş yapıyorum. Ben her zaman deistlerin olası tanrı görüşünü mantıklı bulmakla birlikte teistlerin sözde yüce tanrı ile aralarına kitaplar, insanlar, doğmatikler sokmalarını komik buluyorum.

Ve teistlerin aslında tektanrıcılıkla alakalarının olmadığını düşünüyorum.

Teistler, hikayelerindeki en üstün karakteri tek tanrı olarak belleyen dönemin mitolojicileridir.

 

 

Çok tanrılı dinlerde tanrılar akrabadır.

 

- Teizmde zeus gibi büyük baba karakterini üstlenmiş, her varlığın yaratıcısı bulunur. Her varlık babanın yaptığıdır, çiftleşme olmaksızın oluşan bir akrabalık söz konusudur.

 

 

Çok tanrılı dinlerde tanrıların güçleri belirli alanlarda yoğunlaşmıştır, paylaşılmıştır.

 

- Teizmde baba karakteri bütün güçlere sahiptir ve bu baba karakterinin yarattığı nesnel olmayan varlıklar tanrının belirli alanlarla ilgili verdiği güçlere yoğunlaşmıştır. Yazının başında "Çok tanrılı dinlerin getirdiği hikayelerin savunulması zorlaştıkca tanrılar azalmış, tanrıların yerlerini yardımcı rolündeki simgeler almıştır." demiştim.

 

Çok tanrılı dinlerde tanrılar ölümlü/ölümsüz olabilir.

 

- Teizmde baba karakteri yarattığı yardımcı ve nesnel olmayan varlıkların pek çoğuna sonsuz yaşam vermiştir(örn: melekler). Fakat çok tanrılı dinlerde bazı tanrılar henüz ölmemesine rağmen dünyanın yok olduğu anda ölecektir, tıpkı yardımcı simge İsa gibi.

 

 

Çok tanrılı dinlerde tanrılar türlü kıskançlıklar yüzünden birbirleriyle savaşıp iktidarlarını kaybetmiştir.

 

- Teizmde baba karakterinin yarattığı ve melekleri kadar değer verdiği "şeytan", kendisiyle yaşadığı restleşme sonucu iktidarını kaybetmiş, sürgüne gönderilmiştir.

 

Çok tanrılı dinlerde tanrılar dünyayı güçlerini gözler önüne sermek için yaratmıştır.

- Teizmde baba karakteri, dünyayı ve haliyle insanları kendisine tapmaları kulluk etmeleri için yaratmıştır... Başka söze gerek var mı?..

 

Sonuç olarak, teizm'in aslında günümüz mitolojisine verilen isim olduğunu ve tarihin tekrardan ibaret olduğu gibi uzun yıllar sonra bilimin şimdiki zamana göre tavan yaptığı dönemlerde insanların günümüzdekileri küçük göreceğini düşünüyorum.

Tıpkı binlerce yıl önceki yunan mitolojisine inanları küçük gördümüz gibi gibi..

 

Zeus = Allah = ahura mazda

 

Hades = Şeytan = ehrimen

 

herkül(isa) = muhammed = zerdüşt

 

kuran = avesta

 

cehennem = kötülükler ülkesi

 

cennet = iyilikler ülkesi

 

sırat köprüsü = cinvat köprüsü

 

 

Bu kadar benzerlikten sonra

 

Deizm'in tanrısı ile Teizm'in sözde tek tanrısını bir tutabilir miyiz?

 

Saygılar sevgiler

Gönderi tarihi:
Sn Docent ,

 

Guzel bir yazi eline emegine saglik.

 

Peki bunlar gun gibi APACIK ortada iken ,

 

Muhammedin pesinden giden , savunan , bu kadar cok insanin durumunu nasil aciklarsin.

 

Saygilar

 

merhaba

 

meseleyi sadece islam noktasında ele alırsak yanlış yaparız

 

"inanç" adı üzerinde aklın önüne geçen zayıf iradelerde hayat bulan inanç

 

bu bir psikolojik rahatsızlık bence

Gönderi tarihi:

Psikanaliz ve Din (Eric Fromm)

 

“Freud, psikanaliz ve din sorununu, parlak yapıtlarından biri olan ‘Die Zukunft Einer Illusion’ da inceler. Mitosların ve dinsel ideallerin insan üzerinde derin etkileri olduğunu ilk farkedenlerden biri olan Jung ise, aynı konuyu Yale Universitesi’nde verdiği Terry Vakfı Konferanslarında işlemiştir. 1937yılında verilen bu konferanslar ‘Die Psychologie und Religion’ adı ile 1940 yılında kitap olarak yayınlanmıştır. ( www.genbilim.com )

 

Şimdi ben, bu iki psikanalizcinin tavırları konusunda kısa bir özet yapmak istiyorum. Önce bu davranışımın üç nedenini açıklıyayım :

1- Sorunun tartışılmasının günümüzde hangi aşamada olduğunu ve benim çözümlerimin çıkış noktasını göstermek,

2- Freud ve Jung’un bazı temel yaklaşımlarının açıklamalarını yapmak ve önümüzdeki bölümün ana hatlarını ortaya koyabilmek,

3- Çok yaygınlık kazanmış olan bir yanlış inancı, Freud’un dine karşı, Jung’un ise din yanlısı olduğu inancını düzeltmek.

Böylelikle, bu denli geniş kapsamlı konulardaki aşırı basitleştirmelerin yanlışlığını ve psikanaliz ile dinin çift anlamlıklarını incelemek imkanını da bulabiliriz.

Freud’un ‘Die Zukunft einer Illusion’ da din konusunda ortaya koyduğu tavır nedir ?

Freud’a göre din, insanın kendi dışındaki doğa güçlerine ve kendi içindeki güçlere ( içgüdülere ) karşı çaresizliğinden kaynaklanmıştır. Ve insanlığın gelişme sürecinin ilk dönemlerinin bir ürünüdür. Bu dönemlerde akıllarını iç ve dış güçlere karşı kendilerini koruyacak bir biçimde kullanmayı beceremeyen insanlar, bunları bazı karşı güçlerle dengelemeye çalışmışlardır. Yani akıl aracılığı ile kavranamayan güçlere egemen olmayı sağlayacak ya da onları bastırmaya yarayacak bir takım duygusal yöntemler ve mekanizmalar geliştirmişleridir. Freud bunun kaynağının çocukluk dönemi izlenimleri olduğunu öne sürer.

Tehlikeli, kontrol edilemeyen ve anlaşılması mümkün olmayan güçler karşısında insan, anılarında bir geriye kaçış yapar ve çocukluktaki, babasınca korunma duygusuna sığınır. Baba çocuğun gözünde bilgeliğin düşüncenin ve gücün simgesidir. Sevgisini ve korumasını sağlayabilmek için de, emir ve yasaklarına itaat gereklidir.

Bu biçimiyle din Freud’a göre bir çocukluk deneyinin yinelenmesidir. İnsan kendini tehdir eden tehlikelere çocukluğunda yaptığı gibi aynı yöntemle karşı koyar. Kendi güvensizliğini yenebilmek için, kendini şaşırtan ve korkutan ama aynı zamanda da koruyan babasına teslim olur. Freud dini, çocuklardaki takip edilme fobisine benzeyen nevrozlarla karşılaştırmaktadır. Ona göre din, çocukluk nevrozlarına benzer nedenlerden doğan kollektif bir nevrozdur.

Freud’un dinin psikolojik kökenlerini incelemesi, insanların bir Tanrı’nın varlığı düşüncesine nasıl ulaştıklarını göstermek içindir. Bu sonucun ortaya koyulması, yani bazı psikolojik köklere inilmesi ile iş bitmez. Freud dinsel düşüncelerin bazı illüzyonlara dayandığını ve böylelikle de bunların gerçek dışı olduklarını kanıtladığı iddiasındadır. ( Freud kendi araştırmalarının sonucunda görmüştür ki, bir fikrin bir arzuya karşılık olması ve onu tatmine yaraması, bu fikrin yanlış olduğunu kanıtlamaz. Psikiyatristlerin günümüzde hep aynı hataya düşmeleri, Freud’un bu düşüncesini özellikle belirtmeme yol açtı. Birçok gerçek ve bir o kadar da yanlış fikrin varolması doğaldır. Bu fikirlere insanlar, onların doğru olmasını arzuladıkları için sarılmışlardır. Ama unutmamak gerekir ki, birçok büyük buluşa yol açan da, yine bir takım fikirlerdir. Kimi insanlar tüm güçleriyle bunların doğruluğuna inanıp, bunu ortaya çıkartmaya çalışırken, bir sürü yeni gerçeğe ulaşmışlardır. Böyle büyük bir ilginin varlığı olayı, dıştan izleyene garip ve hastalıklı bile gelse, bu hiç bir zaman herhangi bir yargının ve de yorumun yanlışlığının kanıtı olamaz.

Geçerliliğin ölçütü, kişiyi o ilgiye iten ( motive eden ) nedenlerin psikolojik analizi ile belirlenemez. Burada önemli olan, getirilen kanıtların mantıklı bir düşüncenin temel kavramlarıyla çelişip çelişmediğidir. )

Freud daha sonra dinin illüzyoncu ( hayale dayanan ) karakterini gösterme çabasını da aşarak, dini bir tehlike olarak açıklamaya yönelir. Freud için din bir tehlikedir, çünkü, tarih boyunca kendine bağladığı bir takım olumsuz kurumlarıntoplum içinde yerleşmesini sağlamıştır. Sonra insanlara bir hayale inanmayı öğretir. Daha da önemlisi, eleştirici düşüncenin engellenmesine, böylelikle de zekanın köreltilmesine yol açar. Bu eleştiriler aydınlanma çağının tüm düşünürlerince de kiliseye karşı yöneltilmişti. Ama Freud’un düşünce sistemi içinde bu eleştiri, onsekizinci yüzyıl filozoflarınınkinden çok farklı bir biçim kazanmıştır.

Freud’un analitik çalışmasında ortaya koymak istediği, eleştirici düşüncenin yasaklanmasının beliri bir noktada diğer alanlardaki eleştirel yeteneklerin de zayıflamasına yol açtığıdır. Böylelikle bu yasaklamanın, aklın gücünü engelleyeceğini de ileri sürer.

Freud’un dine karşı yönelttiği üçüncü eleştiri, ahlakı çok şüpheli bir temele oturtmasıdır. Eğer ahlaki kuralların geçerliliği , bunların Tanrı’nın buyrukları oluşuna bağlıysa, ahlakın gelecekteki varlığı ya da yokluğu Tanrı’ya olan inanca bağlı olarak değişecektir. Ve Freud dinin bir yıkım, bir çöküntü, gerileme içinde olduğunu görüyordu. Eğer din ile ahlakın birbirlerine olan bağlılığı koparılmazsa, gelecekte insanların tüm değer yargıları tehlikeye düşecekti.

Freud’un dinin tehlikeye düşüreceğinden korktuğu idealleri ve değer yargıları da böylelikle gün ışığına çıkmış oluyordu. Akıl, insanlığın acılarının azaltılması ve geleneksel ahlak. Freud’un eleştirilerine katılmayabiliriz. Çünkü o, inandığı idealin ne olduğunu apaçık söylemiştir. İnsan sevgisi, gerçek özgürlük. Önemli olan Freud’un bu temel inaçlarını kavramak ve bunlara katılmaktır.

Özgürlük ve akıl, freud’a göre, değişmeli olarak birbirleriyle bağımlıdırlar. İnsan babasal bir Tanrı illüzyonundan vaz geçtiği anda, evrendeki yalnızlığının ve anlamsızlığının bilincine varır. Babaevini terketmiş bir çocuk gibi, mahzun ve şaşkın kalıverir öyle orta yerde. İşte bu hastalıklı ve basit fikrin aşılması, insancıl evrimin en önemli amacıdır. İnsan kendini, acı da olsa gerçeği tam olarak görebilecek ve kabul edecek biçimde geliştirmek zorundadır. Kendi gücünden başka güvenecek hiçbir şeyi olmadığına inanırsa, o güçlerini doğru ve yerinde kullanmayı öğrenecektir. Kendini tehdit eden ve koruyan bir otoritenin bilinçaltı baskısından kurtarabilen özgür insan, aklının gücünü kullanıp, dünyayı ve onun üzerindeki kendi yerini, görevini kavrayabilir. Kendi başımıza düşünmeye cesaret edebilmenin tek yolu, kendimizi yetişkin olarak almak ve belirli bir otoriteden korkan, ona bağlı bir çocuk gibi davranmaktan vazgeçmektir. Bunun tersi de, aynı şekilde doğrudur.

Ancak kendi başımıza düşünebilmesini becerdiğimiz zaman, o otoritenin egemenliğinden kendimizi kurtarabiliriz. Freud’un çaresizlik duygusunu, dinsel yaşantının karşıtı olarak belirtmesi çok anlamlıdır. Çünkü bir çok teologlar ve bir ölçüye kadar Jung bağımlılık ve güçsüzlük duygularını, dinsel olgunun özü olarak saymak eğilimindedirler. Freud ise, dolaylı yoldan olmakla beraber, dinsel yaşantının temelini, bağımsızlık duygusu ve insanın kendi gücünün bilincine varması olarak açıklamaktadır. Daha sonra bu temel ayrımın din psikolojisinde ne denli önemli sorunlara yol açtığını da göstermeye çalışacağım.

Şimdi Jung’a dönecek olursak, onun hemen her noktada Freud’la çeliştiğini görürüz.

Jung, çıkış noktasının genel ilkelerini açıklamakla işe girişir. Freud, William James Dewey ve Macmurray gibi mesleği filozofluk olmasa da, olaya psikolojik ve felsefi açılardan yaklaşırken, Jung kitabının başında şu açıklamayı yapar : ‘Kendimi yalnızca olguların gözlemi ile sınırlamak ve her türlü metafizik ya da filozofik tutumdan kaçınmak istiyorum. sonra da psikoloji ile dini, filozofik düşünce biçimlerinden kaçınarak nasıl analiz edeceğini gösterir. Kendi bakış açısını ‘olguculuk’ olarak niteler. Yani ilgilendiği konular, olaylar, deneyler, ve yaşanmış anılar, kısaca olgulardır. Sözkonusu edilen olgunun gerçekliği ise bir olaydır, bir yargı değil. Örneğini psikolojik ilmi bakirelik bozulmadan doğum yapma motifini ele aldığında, yalnızca bu olgunun varlığı ile ilgilenir. Bu düşüncenin doğru ya da yanlış oluşu, onun araştırma alanına girmez. bir düşünce var olduğu anda psikolojik açıdan doğrudur. Eğer yalnızca bir bireyin düşüncesi olma özelliğindeyse psikolojik varlığı özneldir. Bir düşüncenin nesnel olabilmesi için, büyük insan gruplarınca ortak olarak kabul edilmesi gerekir.

Jung’un dini nasıl analiz ettiğini açıklamadan önce, yeri gelmişken metodolojik varsayımlarını iyice bir eleştirmekte yarar görüyorum. Jung’un gerçeği yorumlama tekniği tutarsızdır. Gerçeğin bir yargı olmayıp, bir olay olduğunu ileri sürüyor. Yani, bir fil varolduğu için gerçektir. Ama gerçeğin her zaman ve zorunlu olarak bir yargıya dayanması gerektiğini unutuyor bu arada. Gerçek yalnızca bizim duyu organlarımızla algılayıp belirli sözcüklerle adlandırdığımız görüntü ve belirtilerin bir tanımlaması değildir. Jung bir düşüncenin var olduğu anda, psikolojik olarak doğru olduğu sonucuna varıyor. Fakat, bir düşüncenin varlığı, onun bir yanılma ya da bir gerçeğe karşılık oluşuna bağlı değildir. Yine bir düşüncenin varolması, onun hiçbir zaman salt bu varoluşu ile doğru olması sonucunu da doğurmaz. Bir psikiyatrist bile, bir düşüncenin doğruluğu ile ilgilenmeden, yani onu salt bir olgu olarak alıp çalışamaz. Başka bir deyişle, hastanın yeniden yaşamaya çalıştığı olaya olan ilgisini bilmeden, o düşüncenin kişisel bir aldanma veya paranoyik bir yaklaşım olduğuna karar verilemez.

Jung’un varsayımları yalnızca psikiyatrik bakış açısından değil, temsilcisi olduğu rölativizm yönünden de tutarsızdır. Freud’dan farklı olarak din yanlısı gibi gözükse de, temelde Jung, Yahudilik, Hristiyanlık ve Budhizm’in özüne tam ters düşmektedir. Çünkü bu dinler gerçeğe ulaşma çabasını insanın en önemli erdemi ve görevi olarak görmektedirler. Jung, aldığı tavrın getirdiği zorlukların farkındadır ama bunları çözmek için seçtiği yöntem tutarlı değildir. Öznellik ve nesnellik kavramlarının ne denli esnek ve değişken oldukları açıktır. Buna rağmen Jung, bu iki varoluş biçimini birbirinden ayırmaya çalışır. Ona göre nesnel olan birşey, öznel olan bir diğerinden daha doğru ve daha geçerlidir. Nesnel ile öznel arasındaki ayırımın temeli, bir düşüncenin yalnızca bir kişiye ait olması ya da bir toplulukça paylaşılması olgularında yatar. Peki bizler 2. Dünya Savaşında milyonlarca kişinin ortak olduğu, kitlesel bir çılgınlığa tanık olmadık mı ? Milyonlarca insanın akıl dışı ihtiraslarının kölesi olarak aldatıcı ve sapık düşüncelere kapıldıklarını, bunların peşinden koştuklarını yaşamadık mı ? Onların bu yanlış düşünceleri bireylerin tek başlarına yarattıkları saçmalıklardan daha mı tutarlıydılar ? Bunları nesnel olarak açıklamanın ne anlamı, ne yararı var ?Kısaca büyük insan kitlelerince paylaşılması, bir düşüncenin doğruluğunu kanıtlamaz. Jung’un nesnel ve özneli birbirlerinden ayırmakta kullandığı yöntem, az önce açıkladığım, rölativizm konusundaki yaklaşımın aynasıdır. Buradaki rölativizm bir düşüncenin toplumca kabul edilmesini, onun geçerliliği gerçekliği ve nesnelliği için bir ölçü olarak alan sosyolojik bir rölativizmdir.

Bu metodik varsayımlarını ortaya koyduktan sonra Jung, din nedir, konusundaki temel görüşlerini açıklamaya girişir. Dinsel yaşantının doğası nedir ? Bu konuda Jung, birçok teologla aynı düşünceyi paylaşır. Kısaca şöyle özetleyebiliriz bu yaklaşımı : Dinsel yaşantının ( dinin ) kaynağı insanların kendilerini, kendilerinden üsütn olan bazı güçlere tevekkülle teslim etmeleridir.

Jung dinin, Rudolf Otto’nun ‘Numinosum’ diye tanımladığı ve insancıl bir isteğe bağlı olmadan var olan dinamik bir varlığın ya da etkinin dikkatli ve titice izlenmesi olduğunu ileri sürer. Bu varlık, insanı denetler ve yönetir. İnsanlık bu gücün ( varlığın ) yaratıcısı değil yalnızca kuludur.

Dinin bu tanımlasından, yani insanın bir dış güç tarafından belirlenmesinden hareketle Jung, yeni açıklamalara girişir. Ona göre bilinçdışının dinsel bir doğası vardır.

Bilinçdışı, insan ruhunun bireysel yaşantısının bir bölümü olarak açıklanamaz. Bu daha çok bizden bağımsız bir gücün, varlığımız üzerindeki etkileri ve yansımasıdır.

İnsanın rüyasında kendi bilinçdışından bazı sesler ve izlenimler algıladığını ileri sürmesi hiçbir şeyi kanıtlamaz. Sokaktan gelen sesleri de, kendi iç sesiymiş sanabilir insan. Yani bu yanıltıcıdır ve güvenilemez.

Tek bir durumda, bu seslerin gerekten kendi dışbilinçlerinden gelen sesler olarak kabul edilmesi mümkündür. Bu da, bilinçli kişiliğin bir bütünlüğün bir parçası veya büyük bir daire içinde küçük bir daire olması halinde geçerlilik kazanır. Küçük bir banka memurunun arkadaşına çalıştığı bankayı gösterip ‘işte benim bankam’ demesi gibidir bu.

Dinin ve bilinçdışının böyle tanımlanmasının doğal bir sonucu olarak Jung, bilinçdışının bizim üzerimizdeki etkilerinin ‘temel dinsel olgular’ olarak belirlediğini savunur. Yani dinsel dogmalar ve rüyalar dinsel olgulardır, çünkü bizim dışımızdaki bir gücün bizi yönetişinin yansımasıdır. Jung’un mantığı gereği, ruh hastalıklarını da dinsel olgular olarak açıkladığını ise eklemeye gerek yoktur.

Freud ve Jung’un dine yaklaşımlarını ve onun kaynağını açıklama çabalarını kısaca inceledik. Acaba yaygın olan şu kanı ‘Freud dine karşı, Jung dinden yanadır’ hala geçerli mi ? Yaptığımız inceleme ve karşılaştırma, bu basitleştirici görüşün tamamen yanlış bir aşırılık taşıdığını sanırım ortaya koymuştur.

Freud, insancıl evrimin hedefinin şu amaçlara ulaşmak olduğuna inanır : Bilgi, ( akıl, gerçeklik, mantık ) insan sevgisi, acıların azaltılması, özgürlük ve sorumluluk taşıyacak güce erişmek. Bu idealler ise tüm büyük dinlerin aklaki temelini oluşturur. Batı ve Doğu kültürleri, bu temeller üzerine kurulmuştur. Konfüçyus’ün, Lao-Tse’nin Budha’nın, diğer peygamberlerin ve İsa’nınnöğretileri hep bu idealleri savunur. Bu dinler ve öğretiler arasında ( yer ve zamana, hitap edilen topluluğa göre değişen ) deyiş farklılıkarının olması doğaldır. Örneğin, Buddha ağırlığı acıların azaltılıp yok edilmesine verirken, peygamberler adalet ve anlayışlı olmaya önem vermişler, İsa ise insan sevgisini öne almıştır. Görünürdeki farklılıklara rağmen tüm bu dinsel önderlerin, insanlığın gelişmesindeki amaçlar ve biçimler konusunda tam bir uyuşum içinde olmaları ilginçtir.

Freud, dinin bu ahlaki temellerini savunmakata ve bu amaçların gerçekleşmesini önleyici oldukları sürece, dinin doğa üstü ve biçimci yanlarını eleştirmektedir. Doğa üstü güçlere ve insanı aşan şeylere tapınmayı, insanlığın gelişimindeki aşamalardan biri olarak gören Freud, bunların o çağlarda gerekli ve zorunlu olduğunu, ama gereğinden fazla gündemde kaldıklarında insanlığın ruhsal gelişimini engellemekten öteye gidemeyeceklerini savunmaktadır. Bu nedenle, Freud’un dine karşı olduğu yolundaki inanç, yanıltıcıdır. Böyle bir yargıya varmadan önce, onun dinin dinin hangi yanlarına karşı olup eleştirdiğini, hangi yanlarına ise taraftar olduğunu araştırmak gerekir.

Jung içinse dinsel yaşantı, özel duygusal bir süreçtir ve insanın kendisini bilemediği yüksek bir güce teslim etmesi olarak belirir. Bu gücü ister Tanrı, ister bilinçdışı diye niteleyelim, sonuç değişmez. Yukarıdaki tanımlama, Hristiyanlık içinde Luther ve Calvin’in öğretilerinin temeli olan belirli bir dinsel yaşantı biçimini tam karakterize ederken, öte yandan dinsel deneyin bir başka tipiyle çelişmektedir. Gerçeğe bu göreceli yaklaşımı ile Jung’un din anlayışı, Buddhizm, Yahudilik ve İsa öğretileriyle çatışmaktadır. Adı geçen dinlerde insanın görevi, gerçeği araştırmaktır ve bu kaçınılamaz olan bir zorunluktur. Pilatus’un gerçek nedir, diye sorması bile yukarıdakiler dışında kalan tüm büyük dinlerde, dinsiz bir tavır sayılır. Yani bu açıdan bakınca, araştırmak ve ileri gitmek çabası, günahla eş anlamlı olur. Freud’la Jung’un yaklaşımlarını özetleyecek olursak, Freud dini ahlaki açıdan eleştirirken, asıl özünü savunmakta ve bu değerleri koruma endişesi ile hareket etmektedir. Bu nedenle yaklaşımını kuşkusuzca ‘dindar’ olarak niteleyebiliriz. Jung ise, dini kısıtlayıcı bir biçimde psikolojik bir olguya indirgeyip, bu yolla açıklamaya çalışırken, bir yandan da bilinçdışına dinsel bir anlam kazandırmak istemektedir. “

Gönderi tarihi:

Sayın doçent, yararlı bir düşün egzersizi yapmışsınız. Bir katkım olsun isterim:

 

İslam dünyası dogmalardan kurtulmak için son şansını Farabi ile yakalamıştı. Farabi İslam dünyasındaki en büyük düşünür ve bir deterministtir. Onun determinizmi elbette ki çağdaş ve modern determinizmden farklıdır. Ama temellenebilseydi, günümüz çağdaş determinizmini yakalama şansı olabilirdi.

 

O çağda bile, Farabi'nin açtığı yolda giden İbni Sina gibi muhteşem bir dahiyi meyve verebilmiştir. İbni Sina ki, bugün bile Batılı tıpta üstad olarak kabul ve saygı görmektedir. “Avicenne” adıyla bilinir. Kan dolaşımını çağdaş anlamda ilk tanımlayan kişidir. Bağışıklık ile ilgili o çağ için olağanüstü dahiyane öngörüler yapmıştır.

 

Fakat bu şansı Gazali yerle bir etmiş ve bitirmiştir. İslam dünyası Farabi aydınlanmasını değil, Gazali bağnazlığını tercih etmiştir. Gazali Farabi ve İbni Sina'yı kafir ilan etmiştir. Bu görüşü tercih eden İslam dünyası bir daha çıkamayacağı karanlıklara gömüldü. Ta Mustafa Kemal Atatürk ortaya çıkıp "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" diyene kadar...

 

Not: İbni Sina gizlice otopsi yapardı. "Ölülere zulmediyormuş" diye ayaklanan halkın elinden canını zor kurtararak başka şehirlere kaçtı. Eğer adı "hükümdarları iyileştiren hekim" olarak duyulmuş olmasa, hayatta kalma şansı yoktu.

 

O tarihlerde batıda ise serbestçe otopsi yapılıyor ve anatomi atlasları hazırlanıyor, sayfa sayfa resimler çiziliyordu. Gazali karanlığına gömülmüş İslam dünyasında ise "insan sureti çizmek günah" sayılıyordu!

Gönderi tarihi:
herkül(isa) = muhammed = zerdüşt

Sayın Doçent

 

Herkül ve İsa benzetmesi, hristiyanların açısından bakarsak doğru, ama Kuran açısından bakarsak yanlıştır. Kuran'a göre İsa Allah'ın oğlu değil, elçisidir. Üstelik Kuran İsa'yı Allah'tan ayı olarak tanrı görmeyi, müşriklik olarak kabul eder ve pek çok yerinde bunun yanlışlığını anlatır. Kuran İsa'yı yarı tanrı olarak görmez, elçi olarak görür.

Kuran'a göre Muhammed de tanrı ya da yarı tanrı değildir, elçidir. İsa ve Muhammed'in Kuran'a göre benzeştiği nokta elçi olmalarıdır.

Bu nedenle herkül (isa) = Muhammed çıkarımınız yanlış bir mantıktır.

 

Saygılar, sevgiler.

Gönderi tarihi:
Sayın Doçent

 

Herkül ve İsa benzetmesi, hristiyanların açısından bakarsak doğru, ama Kuran açısından bakarsak yanlıştır. Kuran'a göre İsa Allah'ın oğlu değil, elçisidir. Üstelik Kuran İsa'yı Allah'tan ayı olarak tanrı görmeyi, müşriklik olarak kabul eder ve pek çok yerinde bunun yanlışlığını anlatır. Kuran İsa'yı yarı tanrı olarak görmez, elçi olarak görür.

Kuran'a göre Muhammed de tanrı ya da yarı tanrı değildir, elçidir. İsa ve Muhammed'in Kuran'a göre benzeştiği nokta elçi olmalarıdır.

Bu nedenle herkül (isa) = Muhammed çıkarımınız yanlış bir mantıktır.

 

Saygılar, sevgiler.

 

merhaba

 

kuranın veya incilin ne yazdığını nasıl gördüğünü değil dindeki psikolojiyi görmeye çalışmaktayız

 

burada herakliyus veya isa yarı insan yarı tanrı rolünü almakta

 

isa ile muhammed ise elçilik rolünü paylaşmakta

 

anlatmak istediğimiz nokta bu idi

 

 

 

Kuran'a göre Muhammed de tanrı ya da yarı tanrı değildir, elçidir. İsa ve Muhammed'in Kuran'a göre benzeştiği nokta elçi olmalarıdır.
muhammedin kuranına göre muhammed sadece bir elçidir+sevgilidir+miraçta ilahı ile görüşen yegane insandır

 

muhammede göre(kuranı tasarlayan ve siyasetine uygun olarak yazan kişi) kendisi ilahının sevgilisi tüm kainaın yaratılma sebebidir bunu göz ardı etmeyiniz lütfen

 

 

 

saygılar

 

Gönderi tarihi:
merhaba

 

kuranın veya incilin ne yazdığını nasıl gördüğünü değil dindeki psikolojiyi görmeye çalışmaktayız

 

burada herakliyus veya isa yarı insan yarı tanrı rolünü almakta

 

isa ile muhammed ise elçilik rolünü paylaşmakta

 

anlatmak istediğimiz nokta bu idi

 

 

 

muhammedin kuranına göre muhammed sadece bir elçidir+sevgilidir+miraçta ilahı ile görüşen yegane insandır

 

muhammede göre(kuranı tasarlayan ve siyasetine uygun olarak yazan kişi) kendisi ilahının sevgilisi tüm kainaın yaratılma sebebidir bunu göz ardı etmeyiniz lütfen

 

 

 

saygılar

 

Sayın Doçent

 

Kuran Miractan hiç bahsetmez. İsra denilen olaydan bahseder. O da Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksaya olan yolculuk demektir. Kur'an-ı Kerim'de isra olayına şu şekilde kısaca yer verilir: "Kulu (Muhammed'i) gecenin az bir bölümünde kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir. İşiten ve gören O'dur" (el-İsrâ, 17/1). Yani Kuran'ın Allah'ın katına Muhammed'in yükselmesi anlamındaki mirac diye bir iddiası yoktur. Bu dediğiniz Kuran'da değil hadislerde geçer. Hadislerin Kuran'la bir alakası da yoktur. Bize ne kim ne demiş. Biz Kuran'a bakarız.

 

Kuran'a göre tüm kainatın yaratılma sebebi Muhammed değildir. O Muhammed'i Kuran'ın üstünde yüceltmek isteyen Muhammediyatçı ruha inanan, her şeyden önce yaratılmış Muhammed ruhunun varlığını savunan bazı uydurma hadisleri baz alan bir gurubun düşüncesidir. Kuran'da böyle bir şey yoktur.

 

Saygılar, sevgiler.

Gönderi tarihi:
Kuran Miractan hiç bahsetmez.

Doğrudur, etmez. Kurân esasen hiç bir şeyden doğru dürüst bahsetmez. Neden bahsettiğini kimse bilmiyor zaten. "Zaman yaklaştı Ay yarıldı..." ne demektir? Kimse bilmez. "Attığında sen atmadın, lakin Allah attı..." Neyi attı, kim tuttu, bunları hiç kimse bilmez. "Eşit tepeler vardır." Ne tepesi, nasıl tepe, nerde? Bunları hiç kimse bilmez.

 

Kurânın işi belirsizlik yaymak, korku yaymak, zihinlere soyutluk ekmektir. Bundan başka bir işlevi yoktur. Bir somut şeyden bahsedeceğinde eline yüzüne bulaştırır, beceremez. Miras taksimi gibi... Bir somut kural koyacağında en kabul edilemeyecek bir kural koyar. Muhammed'in kendisi bile Kurânı umursamaz. Orada yazmayan işler yapar, örneğin insan taşlattırır.

 

Kurân'ın ne işe yaradığı bir muammadır, kimse çözememiştir...

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.